 |
|
|
 |
 |
| ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Yitirilmiş Cennete Doğru
"Yitirilmiş Cennete Doğru" Bu eserde, genelde bütün insanlığın, özelde insanımızın önce ruh ve düşünce dünyasında, sonra da ferdî ve içtimai hayatında yitirdiği cenneti yeniden bulmanın dinamikleri irdeleniyor. Yitirilmiş Cennete Doğru, yenilik ambalajı içinde sunulan her pörsümüş düşünceye yahşi çeken idealsiz nesillere; inanç, ideal, fazilet, sabır, çalışma aşkı ve mazinin rampasından kalkıp, hâli hallaç ederek, hiç eskimeyen ve eskimeyecek olan temeller üzerine geleceği kurma iştiyakı veriyor.
Aldatan Dünya
Millet eğer varolmak istiyorsa, kendi azmine, kendi iradesine, kendi samimiyetine ve kendi fedakârlığına güvenmelidir. Başkalarına güvenip dayanarak başkalarından merhamet dilenerek, hasım bir dünyaya itimât ederek bir yere varılamayacağı artık ortadadır. Hatta, bu vaziyette bir yere varmak şöyle dursun, bulunduğumuz durumu muhafaza etmemiz bile oldukça zordur. Ve hele karşımızda, muvaffakiyetlerimizden rahatsız ve felâketlerimizi arzulayan düşman bir dünya bulunuyorsa...
Evet, karşımızda böyle bir dünya vardır ve bu dünya, asırlardan beri medeniyet dersi vermek iddiasıyla bizleri hep cehâlet ve barbarlıkla karalamış ve bir lahza olsun özündeki haçlı düşüncesinden kurtulamamış, kurtulma cehdini gösterememiş ve kurtulmak istememiştir.
Bugün dünyanın dörtbir yanında, firavunların zulüm ve istibdâdını, neronların hunharlık ve şekâvetini unutturacak bunca işgaller, katliamlar, yağmalar ve çeşit çeşit haksızlıkların sürüp gitmesine karşılık, İslâm düşmanlığında birleşen bu dünya insanları, olup biten şeyleri bir ölüm sessizliği içinde seyretmekte ve ihtimâl ki bir tiyatro sahnesinde görülüp duyulan şeylerden müteessir oldukları kadar müteessir olmamaktadırlar.
Hindu-kuş dağlarından Filipinlere, oradan da Balkanlara kadar koskoca bir dünyada, talihsiz masumların gözyaşları, ümitsizlik içinde çırpınan yüreklerin iniltisi, binler yüzbinler zavallı çocuk, genç ve beli bükülmüş mecâlsiz ihtiyarların, insan bozması bir kısım cellâtların elinde kesilip biçilmesi, her biri birer sanat hârikası olan medrese ve ma'bedlerin acımasızca yerle bir edilmesi gibi, birbirinden büyük bu kadar dev hâdise karşısında, medeniyetin beşiği ve kürsüsü olma iddiasında bulunan bu zalim dünyada, "artık yeter..!" diye haykıran kaç insan gösterebilirsiniz? Kaç insan gösterebilirsiniz ki, zulme, haksızlığa isyan ederek, riyâkârca dahi olsa, eski efendilerine karşı centilmence davranmıştır? İsyan etmek bir yana, yıllar var ki bu insafsız dünya, gazete, mecmua, televizyon ve radyosuyla sürekli olarak mazlumları tahkîr ve zâlimleri alkışlayan nâralarla inleyip durmuştur.
Bizler, kendi inanç, kanaat ve anlayışımıza göre, insanoğlunun bu kadar levsiyâta gömüleceğine, bu denli bayağılaşacağına ihtimâl vermesek bile, cihanın dörtbir yanında temsil edilen haince plânlar, seylaplar halinde akıtılan kanlar ve her biri birer mezar haline getiril şehirler, kasabalar tablo tablo eşi ve benzeri görülmedik bir vahşeti sergilemektedir.
Ah benim zavallı ve talihsiz insanım! Sen hep hüsn-ü kuruntularının, dost ve düşmanını tefrik edememenin kurbanı oldun! Her fırsatta merhametine sığındığın şu dünya, ne senin inilti ve ızdırapların, ne de imansız ve amansız zulümlerle ölüp ölüp dirilmelerin karşısında, kat'iyyen üzüntü ve teessür duymamıştır. Aksine, seylaplar halinde akıtılan kanları, yıkılan han umanları, birbirine düşürülen insanları ve sefalet içinde kıvranan yığınları kendi çıkarları istikametinde istismar etmiş ve hiçbir zaman samimi olmamıştır. Olmamıştır, çünkü ölen de öldüren de, çocukları yetim, kadınları dul kalan da hep Müslümanlardı. Ve bunların Müslümanlığı, her türlü medenice muameleden mahrum bırakılmaları için kâfi bir sebepti. Evet onun nazarında, bu mazlumlar dünyası sadece bir kısım muvâzaalarda kullanılmalı ve başkaca bir değer de atfedilmemeliydi. Ne onun varlık ve bekâ mücadelesi, ne de hak ve hürriyet kavgası kat'iyyen nazar-ı itibara alınmamalı ve desteklenmemeliydi. O, umumi hayat mücadelesinde ayıklanıp gidecekse gitmeli, şayet kalacaksa cânkeş olup işlerine yaramalı, canlı olup bütün bütün işlerini zorlaştırmamalıydı...
Ah uğursuz dünya; ah zâlim düşünce, ah aldatan şeytan! Bilmem ki ettiklerine hiç pişmanlık duyduğun oldu mu?..
Ne var ki; sen pişmanlık duysan da duymasan da, bunların hiçbirinin cezasız kalmayacağı, Allah'ın değişmeyen âdetine göre, mutlaka iğneden ipliğe her şeyin hesabının verileceği bir gün gelecek ve sen ma'şeri vicdan karşısında hacaletten iki büklüm olup inleyeceksin!
Keşke sen, henüz o gün gelmeden insanlığını idrak ederek yaptıklarından vazgeçebilseydin! Keşke bizler de, hasımlarımızın bu kadar kin ve nefretleri karşısında uyanıp kendimize gelebilseydik; kusurlarımızı görüp bizi perişan eden faktörleri en derin, en gizli noktalarına kadar tahlîl ve değerlendirmeye tâbi tutabilseydik! Acı dahi olsa, hakikatları haykırıp yanlış ve küflü kanaatleri esastan düzeltebilseydik! Garaz ve inadı bir tarafa bırakarak, bu millet ve onun duygu ve düşünce dünyasına hizmet etme etrafında birleşebilseydik..!
Sızıntı, Haziran 1987, Cilt 9, Sayı 101
.
Bekledikleri ve Bulduklarıyla Millet
Yıllar var ki bu millet, başka şey değil, kaybettiği aşkını, imânını yeniden kendisine iade edecek, düşüncesini sistemleştirip iradesini yönlendirecek ve millî düşüncenin yağmalandığı günden beri bir tarafta unutulmaya terk edilmiş koskoca târihî mirası ve kültür hazinelerini değerlendirecek rehber zekâlar bekliyor. Bizlerse ona, sadece, cismânî zevkler, maddî refah ve rahata giden yolları gösteriyoruz...
Millet, dünden bugüne hep ümit ve inkisarların 'gel-git'leri arasında yaşadı, yer yer ümitle neşelenip coştu ve zaman zaman yeisle burkuntulara düşüp iki büklüm oldu. kim bilir bugüne kadar kaç defa ufkunda parlayan yalancı herhangi bir ışığı şafak zannederek şahlanıp heyecanla yollara döküldü.. kaç defa yanıldığını görerek sarsıldı ve kaç defa yeni arayış ve bekleyişlere dalarak daha başka kapıları zorlamaya başladı..!
Bunca arayış ve bunca bekleyişle bâri bir yere varabilseydi. Ne gezer.. o durmadan arıyor ve fakat aradığını bir türlü bulamıyor.. hatta yer yer aradığıyla bulduğu şeyler arasındaki zıtlıklardan hezeyanlara giriyor; netice itibariyle de kendine rağmen, yaşama şartlarının ağırlaşmasına, toplumda bir kısım zararlı kabuk değişikliklerine sebebiyet veriyor ve her şeyi bütün bütün içinden çıkılmaz hâle getiriyordu.
Aslında o yıllarca evvel ruhunu yitirmişti ve aradığı da oydu. Aradığını bulup yeni bir 'ba'sü ba'del-mevt'e ulaşacağı güne kadar da, bu ümit, bu inkisar, bu hezeyan ve bu melankoli sürüp gidecekti...
Tabii bu arada, inanç ve ümit kadrosunun kendinden beklenenleri yerine getirmediği ve getiremediği de üzerinde durulmaya değer ayrı bir husustu. Ne acıdır ki, handikapları handikapların takip ettiği bu dönemde, o da, mükellefiyetleriyle yaptıklarının farklılığı arasında eriyip gitmiş, cazibe ve güvenilirliğini bütün bütün yitirmiş durumdaydı.
Mükellefiyetleri ona, asırlardan beri rahne rahne üstüne sağlam yanı kalmamış millet kalesini yeniden ihya edip eski ihtişamına ulaştırma yollarını gösteriyor, her gün birkaç defa sinesini Hakk'ın nefesleriyle doldurup İsrâfil gibi gerilerek bütün kurak ve çorak çöllere diriltici soluklar salmasını emrediyordu... O ise, yaptığı ve yapacağı hizmetlerden ya Hakk-ı temettü arıyor veya bir pes-himmet olarak, mescid tamiri için sağda solda mendil açıp inâyet dilenenlerin durumuna düşüyordu. Hizmet ve himmetin en küçüğü dahi mübecceldir ama, büyük himmetlere ihtiyaç hissedildiği bir yerde mini gayretler gerçek hizmete ihanettir.
Bu itibarladır ki, onun da, bekledikleriyle, beklediklerini elde etme uğrunda ortaya koyduğu cehd ve gayretler arasında ciddî münasebetsizlikler ve tutarsızlıklar vardı.Evet, acaba bu inanç kadrosu, milletin kendi özünü idrak edip ruhunda dirilmesini, gözünü açıp ilk cetleri gibi, eşya ve hadiseleri yepyeni bir anlayışla ele alıp değerlendirmesini ve birkaç asırlık tarihî tıkanıklığa bir kısım mecrâlar bularak akıcılık kazandırılmasını beklerken, bu uğurda kendi mükellefiyetlerini yerine getirebilmiş miydi? Çözüm bekleyen bunca problem karşısında muvakkaten olsun şahsi haz ve zevklerini unutabilmiş miydi? Milletin asırlık dertlerini temsil makamında bulunma iddialarına karşılık, haftada birkaç defa, bu dertleri vicdanında duyup inleyebilmiş miydi? Milletine karşı aşk derecesine varan derin bir alâka ve bağlılıktan dem vururken, senede bir iki defa olsun evinin yolunu unutabilmiş miydi? Her fırsatta iddialı avukatlara has bir eda ile maznun ve dinleyicilere kendini anlatmağa çalıştığı kadar, evet bu kadar olsun, peygamberlerle temsil edilen bir yüksek davada, bir ruh ve gönül insanı olarak tıpkı rabbaniler gibi 'girdim reh-i sevdâya, mecnûnum! Bana ar-namus lâzım değil' diyebilmiş miydi..?
Ne acıdır ki millet, rehberlerinden beklediği bu şeylerin çok azını ya bulmuş ya bulamamıştı, buna karşılık, onlara olan güven ve itimat duygusunu yitirmiş ve yıllardan beri değerli bir hazine gibi ruhunda muhafaza ettiği safvet ve samimiyetini de büyük ölçüde kaybetmişti.
Vazife ve sorumluluklarını gerektiği gibi hissedemeyen rehberler, çok defa şahsiyetlerini ön plâna alarak, verdikleri hizmete heves hendesesinin dışına çıkamadılar ve keyfî, indî ve hissî davranışlardan bir türlü kurtulamadılar. Arzularını fikir sanarak kitleleri, heveslerinin bağrında gelişen çoğu yanlış şeylere davet edip onları şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklediler. Hak ve hakikatın münhasıran kendi ellerinde olduğu zehabına kapılarak, başkalarını ve başka yolları batıl görüp ilhâd ehlinin öteden beri bizlere isnad ettiği bağnazlığı en utandırıcı şekliyle kendi aralarında yaşadı, yaşattı ve Hakk'ın hatırını görmemezlikten geldiler.
Böyle bir durum ise, hayatı, rehberlerini taklitten ibaret sayan halk kitlelerini bütün bütün şaşırttı ve onları bir hezeyan topluluğu haline getirdi.
Zaten, yıllardan beri, frenk fantaziyelerine aldanarak kendini batı yamaçlarında yabancılaşmaya salmış; başka dünyalarda kendine ruh ve kimlik arayan; tarih ve kültürüne yabancı düşüncelerin gölgesinde yaklaşan; kendi değerlerini yabancı kriterlerle değerlendirmeye alışmış bulunan; sözü özü, şeytanın uzattığı merdivenle cennetlere ulaşmayı 'düşleyen' ve bu uğurda koskoca bir târihî mücadelenin paha biçilmez kültür değerlerini, hem de mâzi ve millete rağmen, kumara veren şu dimağları mağlata kazanı, davranışları yapmacık, bütün işleri lafazanlık nifâk şebekesi; şimdiye kadar yüz defa bu masum yığınları sarsmış ve zihinlerini allak bullak etmişti. Arkadan, izâhı imkânsız bu dost cefâsı ise, onlara hem en sindirici ve söndürücü, hem de en utandırıcı bir darbe oluyordu.
Dost vefasız olunca fenâdır; cefâ eden dostun ise hiç bir kitapta yeri yoktur.
Sızıntı, Haziran 1987, Cilt 9, Sayı 101
.
Bir Devre Daha Kapanırken
Upuzun bir kuraklaşma ve çölleşmeden sonra tatlı tatlı bahar rüzgarlarının esip yamaçlarımızın yeşermeye başladığı, yıllardan beri kanlı bir kâbus gibi üstümüze çöken zulmetlerin bir bir dağılıp gitmeye yüz tuttuğu ve artık peşi peşine şafak emarelerinin göz kırpıp geçtiği şu günlerde, şimdiye dek ehemmiyet verip yaptıklarımızla, önemsemeyip kulakardı ettiğimiz şeyler açısından durumumuzun tetkikinde yarar olacağı kanaatindeyiz.
Evet, bugüne kadar aşılan engebelerle, aşılması gerekli olan mâniaları; halledilmiş problemlerle, çözüm bekleyen müşkülleri; tedavi ve mualeceye cevap veren hastalıklarla çaresiz görünen dertleri.. bütün gayretleri ve bütün himmetleri; bilumum sebepleri ve top yekûn neticeleri inceden inceye gözden geçirerek ruh ve irade gücümüzün, inanç ve azmimizin, iç derinliği ve Kudret-i Sonsuz'la münasebetimizin derecesini anlamaya çalışmalıyız; çalışmalıyız ki, böyle bir iç dinamizmle daha neler yapılabileceğini açık seçik müşahede ederek ileriye dönük kararlarımızda daha isabetli olabilelim.
Yoksa, sahip olduğumuz inanç gücü, bilgi-düşünce derinliği, azim ve irade kuvvetiyle, sorumluluk ve mükellefiyetlerimiz arasında gerekli dengenin mevcut olup olmadığı, yani 'tenâsüb-ü illiyet' prensibine göre, yapılacak işlerle, o işlere yetecek enerjiye sahip bulunup bulunmadığımız bilinmezse, muvaffakiyet beklediğimiz noktalarda çok defa hezimete uğrar ve beklenmedik inkisarlardan belimizi doğrultamayız. Böyle bir duruma düşünce de ekseriyet itibariyle, kaderin tenkit edilmesi, 'atf-ı cürm'lerle şahısların karalanması, hizmet elemanlarının birbirini yıpratması gibi musibeti ikileştiren hususlar eksik olmaz.
Yapılacak işlerle, ona yetecek enerjide denge prensibi, değişmeyen ilâhi bir kanundur ve bu kanunun istisnası yoktur. Ara sıra fevkalâdeden zuhur eden inayetler, Hakk'ın fevkalâdeden lütufları cümlesindendir ve kat'iyen mükelleflerin davranışlarına esas değillerdir. Sebepler dairesi içinde ve irademizin 'söz konusu' olduğu yerde, iradeye sırt çevirip sebepleri kulak ardı etmek apaçık bir cebrilik; varlığı ve bekâsı çok ince hesaplara bağlı bir kısım önemli işleri avâmî projelerle ele almak ise düpedüz bir divaneliktir.
Bilhassa günümüzde çok önemsiz meselelerde dahi, çok dakik fizibilite hesaplarına duyulan ihtiyaç ve gösterilen ihtimam düşünülünce, dünyanın en önemli meselelerinden daha önemli olan ve tarih boyunca peygamberlerle temsil edilen âlemşümûl bir davanın rastlantılarla, amatörce gayretlerle yürütülemeyeceği hemen anlaşılacaktır.
Böyle bir dava, bilgili, kültürlü, yaşadığı devri idrâk etmiş, ruh dünyası sonsuzdan gelen ışıklarla pırıl pırıl, güç ve kuvvetini Yaratıcının iradesiyle bütünleşmede arayan, kafa ve kalp izdivâcına muvaffak olmuş nesillerle temsil edildiği ölçüde ümit verici ve istikbâl vadedici olacaktır. Aksine, binbir zahmetle ve birer birer elde edilen şeyler, toptan yıkılıp gidecek; yıkılıp giderken de arkadakilerin inanç ve ümitlerini de beraber götürecektir.
Bugün dünyamızda, oldukça çaplı sayılabilecek bir varoluş kavgasının verildiği; bir ölçüde cehaletin kısmen yenildiği; yararlı bir kısım düşünce sistemlerinin geliştirildiği ve bu sistemlerin azimli, kararlı takipçilerinin bulunduğu, eğer bizim dünyamız için de geçerliyse, bir rönesansa temel teşkîl edebilecek ilmî materyal, düşünce birikimi, kültür ve sanat faaliyetlerinin ümit verici ve sevindirici bir noktaya ulaşmış olduğu; bugüne kadar durmadan alternatifsizliğiyle övünen küfür ve ilhadın fikir plânında bütün bütün iflas ettiği; mukallit ve gezginci ruhların, düşünce dilenciliğinden vazgeçip kendi dünyalarına seyahata karar verdikleri birer gerçektir ve bu millete hizmeti vazife bilenlerin başarı hanelerine kaydedilmesi gerekli olan önemli hadiselerdendir.
Ne var ki bütün bunlar, dünyalardan daha ağır bir ulu düşünceyi tahakkuk ettirmede, yapılması gerekli olan şeylerin sadece bir kısmını teşkil etmektedir. Gerçek güç ve tersyüz edilmez kuvvete gelince o, fikir urbasına bürünmüş her türlü heva ve hevesten sıyrılarak hak düşüncesiyle bütünleşmekte; her yeni teşebbüste şahsî arzu ve isteklerimizi bir tarafa iterek Hakk'ın hoşnutluğunu esas almakta; bilumum yetersiz ve tutarsız davranışlarımızın çehresinde Kudret-i Sonsuz'un başdöndürücü irade ve iktidârını müşahede edip, nefsânîlik, kendi kendimizi putlaştırma, Hakk'ın icraatında kendimize bir pay ayırma gibi şirklerden uzaklaşarak 'mülk senin, sikkeyi basan sensin; hüküm de sana aittir!' gibi yüksek idrâk ve nezîh bir anlayışta aranmalıdır.
Sızıntı, Eylül 1987, Cilt 9, Sayı 104
.
Düşünce Helezonunda İnsan
İnsan düşünce dünyasına göre şekillenen bir varlıktır. O, nasıl düşünüyorsa, istidâdı ölçüsünde, öyle olmaya namzettir. İnsan, belli bir düşünceye göre, eşya ve hâdiselere bakışı devam ettiği sürece, karakter ve ruh yapısı itibariyle, yavaş yavaş giderek o düşünce çizgisinde bir hüviyet kazanır.
Aslında; düşünce, niyet ve fevkalâde iştiyak, insanın özünde, çekirdekler halinde bulunan istidatların inkişâf edip gelişmesinde; toprak, hava, yağmur ve güneşin yeryüzündeki tesiri gibi bir tesir icra ederler. Sebepler dairesinde, toprağın bağrında gelişen tohumlar için; toprak, hava, su ve bunları meydana getiren 'elementlerin' tesiri neyse, insanın güzel ahlâk ve karakterinin gelişmesinde de, düşünce ve niyet aynı şeydir.
Otlar, ağaçlar tohumlardan; kuşlar, kuşçuklar da yumurtalardan çıktıkları gibi, yüksek ruh ve kusursuz karakterler de, güzel düşünce ve temiz niyetlerden meydana gelirler.
Düşünce bir tohum, davranışlarımız onun tomurcukları, sevinç ve kederlerimiz de meyveleridir. 'Güzel gören güzel düşünür;' güzel düşünen, rûhunda iyi şeylerin tohumlarını inkişaf ettirir ve sînesinde kurduğu cennetlerde yaşar gider. Herkesten ve her şeyden şikayet eden, etrafına, rûhunda kurduğu karanlık dünyaların, ziftli menfezlerinden bakan karanlık ruhlar ise, hiçbir zaman iyiyi göremez, güzel düşünemez ve hayatlarından lezzet alamazlar. Cennete girseler bile, orada da cehennem türküleri söyler, zebânilerle dertleşir ve aydınlık bilmeyen ruhlarında hep, (veyl) hayatı yaşarlar.
Oysa ki, insan, yaratıcının halifesi olarak bütün varlığa hükmetme ve her şeyin efendisi olma mevkiinde yaratılmıştır. Böyle üstün bir vazife ile dünyaya gönderilen insan, bu yüksek pâyenin gerektirdiği bütün vasıfları da, birer nüve hâlinde beraberinde getirmiştir. Onun, yüksek bir karakter kazanarak ikinci bir varlığa ermesi, sonra da (kendi olarak) kalabilmesi, sistemli düşünmesine, sürekli çalışmasına ve ara vermeden, kalbî ve ruhî hayatında derinleşmesine bağlıdır. Tabii, fenâ ve çirkin bir karakter kazanması da, fenâ ve çirkin düşüncelerine...
İnsan kendine verilen irâde gücü, iyi ahlâk ve karakterine vesile olabilecek ilk mevhibeleriyle, özünü ele alıp, Yaratan'ın emirleri istikâmetinde, kendini yeniden kurmazsa, (kendi olarak) kalması bir yana, bozulup gitmesi kaçınılmaz olacaktır. O, ya kendi düşünce ve niyet tezgahında yapıp ortaya koyacağı vasıtalarla, kendine huzur, saadet ve her iki hayat için gerekli olan şeyleri hazırlar; yahut, aynı düşünce tezgahında imâl edeceği silâhlarla, hem kendini hem de içinde yaşadığı toplumu mahveder.
İyi düşünce ve iyi niyetlerle insan ruhunda kurulan cennetler, zamanla bütün dünyayı sarar, her tarafı ve her gönlü irem bağlarına çevirir. Fenâ düşünce ve fenâ niyetler ise, cennette dahi insanlara, yudum yudum kan ve irin içirirler.
Evet, canavarlık da meleklik de, önce insan ruhunda bir nüve olarak belirir; egzersizlerle kuvvetli kanaatler hâline gelir; sonra da, önüne geçilmez bir seylâp gibi karşısına çıkan bütün engelleri aşar ve hedefine ulaşır...
Yükselip semâlar ötesine ulaşmak da, en yukarılardan yıkılıp, başaşağı bataklığa gömülmek de, bir imtihan gizliliği içinde insana tevdî edilmiştir. Kader-denk pozisyonunu değerlendiren her ferd, sonsuz irâdeden göreceği destekle, yükselip erilmezlere erebilmesine mukâbil; bu hamle ve bu destekten mahrum bahtsızlar hep dizlerini dövüp acı âkibetlerine ağlayacaklardır.
İnsan irâdesinin, sınırları itibâriyle her zaman münakaşası yapılsa bile; insanın, Yüce Yaratıcı'ya muhatap olması; O'nun tarafından bir kısım mükellefiyet ve mesûliyetlerin yüklenmesi; duygu ve düşüncelerini 'zabt-u rabt' altına alarak, ruhunu kamçılayıp kalbini coşturması ve kendini yeniden şekillendirip biçime koyması, iradesiyle irademizi destekleyen, kuvvetiyle aczimize medet veren, servetiyle bizleri zenginleştiren Yaratıcı'nın, bizlere en büyük armağanı olduğunun kat'iyyen münakaşası yapılamaz!...
Evet, insan iktidarsız; ama, Yaratıcı'nın kuvvetiyle son derece güçlü.. imkânları dar; fakat, O'nun hazineleriyle fevkalâde zengin.. idrakı sınırlı; O'nun aydınlatıcı emirleriyle alabildiğine ihatalı.. ömrü kısa; niyet ve düşüncesindeki sonsuzlukla ebedlere namzet.. her hayrın anahtarını ruhunda taşıyan tabii her şerrinkini de- bir hazinedardır.
Bu itibarladır ki, o en yalnız ve zayıf zamanlarında dahi, kendini idâre etme ve kendine sahip çıkma gücünü asla kaybetmez; içinde bulunduğu şartları düşünerek, varlığı ve bekâsıyla alâkalı kanunları araştırarak, iradesini bir anahtar gibi kullanır. Bu anahtarla açtığı yollarda, ilerleye ilerleye nefsin girdaplarını keşfeder ve onları aşmaya muvaffak olur. Ruhunu tahlil ede ede, benliğin sırlarını kavrar. Ve bu suretle de onda, iyilik, güzellik, fazilet düşüncesi inkişâf etmeye başlar. Altın ve elmas, belli bir ameliye görmekle taştan topraktan ayrıldığı gibi, elmas ve altın ruhlar da ancak, bu kabil gayret ve himmetlerle gün yüzüne çıkıp özleriyle zuhur etme imkânını bulurlar.
Bütün bir hayat boyu, insan olmayı düşünüp plânlayanlar ve her zaman ruh ve özlerini araştıranlar, bir gün, mutlaka insan olacak ve ruhlarıyla bütünleşeceklerdir. 'Arayan bulur. Israrla kapı çalana, kapılar behemehal açılır.' İlâhî bir kânundur. Bu kânuna göre, insanın insanlık semâsına çıkabilmesi için, temiz niyet, sistemli düşünce, sarsılmayan bir azim ve sürekli gayrete ihtiyacı vardır. Bu hususlarda insanoğluna ilk yardım, o daha dünyaya gelmeden önce yapılmış, daha sonraki desteklerin de sözü verilmiştir. Artık ona, hemen her dönemeci itibariyle çeşitli lütûflara mazhar olacağı bu sırlı hayat yolculuğunda, sadece, döne döne yükselmek kalıyor...
Sızıntı, Aralık 1984, Cilt 6, Sayı 71
.
Erozyonlar ve Millet Ruhu
Yıllar yılı ihmale uğramış bu ülke, en büyük şehirlerden en küçük kasabalara, en küçük kasabalardan da en ücra köylere kadar mutlaka imar edilmeli; asırların birikimi ictimâî dertlerimiz, bir daha, bugüne kadar bir türlü kurtulmayı başaramadığımız aynı fasid daireler içine girilmeyecek şekilde, günümüzün inanmış, tecrübeli, mahir dimağlarınca dikkatle gözden geçirilmeli; gelişen dünya şartları da nazar-ı itibara alınarak, şimdilerde küçük olsa bile, büyümeğe namzet, zayıf olsa bile güçlenme yolunda ve çağıyla hesaplaşmaya hazır; soylu, istikrarlı bir dünya kurma yolları behemehal araştırılmalıdır.
Yakın tarihe kadar, mevcudiyetimizi kemiren, varlığımızı temelinden sarsan, sık sık bize korkulu günler, korkulu anlar yaşatan, milletçe perişaniyetimizin gerçek sebepleri, içtimâî rahatsızlıklarımızın arkasındaki ana meseleler, kat'iyyen bilinememiş, üzerine gidilememiş ve halledilememişti...
İçinde yaşadığımız dünyayı idrak edememenin, hatta onu çok gerilerden takip etmenin, bilgisizliğin, görgüsüzlüğün ve zaman zaman hasımlarımızın oyununa gelmenin ve bu mevzuda önemli birer sebep ve saik olduğu söylense bile, bizce, dert ve sıkıntılarımızın gerçek kaynağı, düşünce hayatımızda fikir dilenciliğinden kurtulamamada; bize ve tarihimize rağmen, plân ve projelerimize, el-âlemden mîmar aramada; varlık ve bekamızın esasını teşkil eden cevherlerin, en amansız erozyonlarla akıp gitmesine seyirci kalmada ve her türlü yabancılaşmaya karşı açık olmada aranmalıdır.
Fevkalâdeden bir inayet olmazsa, son, şu bir iki asırdan beri milletimizi kıvrandıran bu iç içe dertler, kitleler aydınlatılacağı, tarih şuurundan hareketle, çağın şartlarına göre düşünce hayatımıza yeni buudlar kazandırılacağı, içtimâî bünyemizde durmadan mecra değiştirip akan ve uğradığı her yeri tahrip edip geçen bunca yabancı ve yanlış cereyanlar bertaraf edileceği âna kadar da onulmayacağa ve bu yara kanayıp gideceğe benzer. Şayet sıkıntı, gereken hassasiyetle ele alınmazsa maâzallah yapılan bunca şey, gösterilen bunca gayret, bir gece, üç-beş sergerdanın çıkaracağı yangınla kül olup savrulacaktır.
Evet, bütün rûh u canımızla, ülkenin, en münbit ovaları, en bereketli yaylaları ve en feyizli ırmaklarıyla cennetlere çevrilmesini istiyor ve diliyoruz. Modern teknikle ziraata, yeni buudlar kazandırılmalı; yıllardan beri emekleyip duran sanayii inkişaf ettirilip, gelişmiş ülkelerle rekabet edecek seviyeye ulaştırılmalı; el değmemiş yeraltı, yerüstü zenginliklerimiz değerlendirilerek, insanımızın istifadesine sunulmalı; hudut kapılarından dünyanın dörtbir yanına ihracat konvoyları akıp gitmeli; ne pahasına olursa olsun, Türk parası dünya borsalarında, bu şanlı milletin şerefine uygun, o mûtena yerini almalı ve yıllardan beri sözü edilegelen "milletin güçlendirilmesi" ve "halkın refah seviyesinin yükseltilmesi" gibi vaatler bir an evvel mutlaka gerçekleştirilmelidir. Ancak, bütün bunlar yapılırken de, millet ruhu kulakardı edilmemeli; nesillerin kalb ve kafalarını hedef alan bilumum talim ve terbiye müesseselerinin yabancılık hırıldamalarına meydan verilmemelidir. Batının ilim ve irfanı, sanat ve tekniği alınıp değerlendirilmeli; ama, millî ruh ve millî düşünce çiğnenmemeli, târihî seciyemiz yıpratılmamalı ve bunca yıllık ahlâk ve fazilet anlayışımız bin yıllık düşmanlarımızın levsiyatıyla becayiş edilmemelidir.
Zaten, yıllardan beri, kitlelerin cismânî zevklerini okşayan, onları hisleriyle vurup yaralayan ve sâri bir hastalık halinde her şehire, her köye, her eve girip yerleşen batı humması, şimdiye kadar endişe edilenlerin çok üstünde ahlâk ve fazilet anlayışımızı delik deşik etti, toplumu âdeta kurt sürüleri haline getirdi.
Şimdi, bu eski mikrop yuvalarının dezenfekte edilip temizlenmeye çalışıldığı, fikir ve vicdanların millî ruh iksiriyle yıkanıp, arındırılıp özüne ulaştırılması düşünüldüğü ve yıllar yılı kemikleşmiş bir kısım dertlerimizin sezilip tedavi yollarının araştırıldığı şu günlerde olsun, hâlâ, meselelerimize dışta çözüm arayacak, ısmarlama plân ve projelerle kendi dünyamızı inşa edecek, bu ülke ve onun gerçeklerini görmemezlikten gelerek, yakın geçmişteki küflü zihniyet ve eskimiş düşünceleri hamlelerimizde esas kabul edeceksek, yeni yeni yol-iz bulup çıkmağa çalıştığımız o eski târihî çukurlara, bir kere daha yuvarlanıp gitmemiz mukadder demektir.
Bile bile böyle bir felâket uçurumuna yuvarlanıp gitmeye, ister körlük densin, ister cinnet, tarihe karşı en büyük bir hıyanet ve millete karşı da affedilmeyen bir ihanet olduğunda da şüphe yoktur.
Onun içindir ki, millete bir kısım yüksek hedefler gösterilirken, evvela târihî hatalar düzeltilmeli; yanlış kanaatler milletin sinesinden sökülüp atılmalı; her türlü sahteler, sahtelikler, sahte dost ve sahte dünyalar kitlelere anlatılmalı.. sonra da onlara kendi düşünce ve inanç dünyalarına seyahat imkânları hazırlanmalıdır ki; bir çukurdan çıkarken diğerine düşmesinler. Zira, nesepsiz düşünce, gayri millî plân ve projelerle, artık hiç bir yere varılamayacağı herkesin malumudur.
Sızıntı, Mart 1988, Cilt 10, Sayı 110
.
Fütüvvet derken; tepeden tırnağa, alabildiğine genç, dinç, gözüpek ve inançla gerilmiş yiğitleri hatırlarız: Aliler, Hamzalar, Alparslanlar, Fatihler ve Ulubatlı Hasanlar gibi yiğitleri... Fütüvvet, tarihi seyri içinde nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, o, has mânâsıyla, Allah'tan başka ilâh tanımamanın; dînî duygu, dînî düşünce ve dînî hayat için her türlü fedakârlığa katlanmanın; batıl inanç, batıl anlayış ve batıl davranışlara karşı baş kaldırmanın; her yerde ve her zaman Hakk'la sımsıkı irtibatta bulunup hep O'nu haykırmanın ünvanı olagelmiştir.
İradesiyle şahlanıp nefsanî arzularını gemleyebilen, her gün birkaç defa kendi kendini hesaba çekerek davranışlarını kontrol altına alabilen, silkinip gönül dünyasında dirilerek gerçekten varolduğunu gösterebilen ve ruhunu en ulvî hislerle coşturup fizik ötesi âlemlerde gezdiren fütüvvet ruhunun temsilcisi bu yüksek ruhlar, içinde yaşadıkları toplumun kılcallarında cereyan eden en temiz kan gibidirler. Bu hayat üsaresine sahip toplumlar bahtiyar sayılır, bunu kaybedenlerse, damarları kesilip kan kaybeden bir insan gibi yavaş yavaş hayatiyetini yitirir ve ölür giderler.
Fütüvvet ruhu, bir toplumun varlık ve bekasının en sağlam teminatıdır. Bu ruhu temsil eden yiğitlerse, onun yüksek burçlarında dalgalanan bayraklar, serhat boylarında uyumayan gözler ve her türlü düşmanca ses ve soluklara karşı hassas kulaklar gibidirler. Görür, duyar, gerilime geçer ve gerekirse tereddüt etmeden kendilerini en korkunç ölüm girdapları içine atabilirler.
Bunların dimağlarında, ızdırap dalgaları birbirini kovalamakta, ruhlarında ümit ve hüzün esintileri arka arkaya esip durmakta, saatlerin akrep ve yelkovanlarına bağlı olmayan zamanüstü yaşayışları, bu esintilere göre bölünüp parçalanmakta ve nihayet, gönül mızraplarında duyulan her türlü sevinç-keder nağmeleri de yine hep bu esintilerle çevrelerinde yankılanmaktadır.
Evet bunlar, ufuklarında beliren her şafağı, temcidler gibi en yüksek yerlerden, en gür sadâlarla ilân eder ve etrafı velveleye verirler; cephelerindeki bir gedik ve tâli bayraklarının hüzünle dalgalanışı karşısında ise iki büklüm olur inlerler.
Bunları ne süper devletlerin güç ve kuvveti, ne de hasım dünyaların teknik üstünlüğü kat'iyyen korkutup sindiremez. Onları endişelere sevk edip ızdırapla kıvrandıran yegâne şey, kendi cephelerinin sarsılması, kendi tabyelerindeki handikaplar ve kendi mevzilerindeki menfi ve hesapsız davranışlardır. Cephe sağlam, tabye mazbut ve yürekler de toplu çarptıktan sonra, her şeyin üstesinden gelip her zorluğu yeneceklerine inanırlar.
Mukaddes düşünceler uğruna en korkunç ateşler içine atılmaya, en amansız belâları göğüslemeye, en ifrit düşmanlarla hesaplaşmaya hazır bu yiğitler, ne pahasına olursa olsun başlattıkları işi sona erdirme ve milletlerine karşı verdikleri sözü yerine getirme kararındadırlar. Bu çetinlerden çetin yolda yürürken de, ne halkın alâkasına aldırış eder, ne de her köşe başında yollarını kesip onları tehdit eden tehlikelerden çekinirler. Alkışları duymaz; tenkitlere kulak asmaz ve bir ömür boyu durup dinlenme bilmeden, tıpkı küheylanlar gibi hep yüksek hedeflerine doğru koşarlar.
Nefislerine karşı fevkalâde disiplinli ve sertlerden sert, arkadaşlarının eksik ve kusurları karşısında ise alabildiğine müsamahakârdırlar. Kimseyi tenkit etmez.. tenkitleri umursamaz.. yaptıkları şeyleri sessiz ve gösterişsiz yapar.. dostu, düşmanı tahrik edip kıskançlığa sevketmeme hususunda alabildiğine titiz davranırlar.
İçinde bulundukları toplumu aydınlatıp insanlığa yükseltme uğrunda, onlarla bütünleşir, onlarla içli dışlı olur; onların keder ve sevinçlerini paylaşır ve ruhlarının ilhamlarını onların sinelerine boşaltmak için durmadan yollar araştırır ve ızdıraplarla kıvranırlar.
Hâsılı; dün, bugün ve yarınki destanlarımızın kahramanları bu yiğitler, verdikleri mücâdelenin şuuru içinde ve fevkalade sabırlı, Hızır'la arkadaş olup (âb-ı hayat) arama idraki içinde ve alabildiğine azimli, dünyanın her türlü zinet ve debdebesi karşısında da yol yön değiştirmeyecek kadar inançlı ve iradelidirler.
Sızıntı, Temmuz 1986, Cilt 8, Sayı 90
.
Gel ey millet ruhu ve fatihlik düşüncesi! Yıllar geçiyor ki bizler, başı açık ve yalınayak hayallerimizle hep yollardayız ve seni bekliyoruz..! Bir upuzun aydınlığın öncüleri sayacağımız şafak emarelerinin, peşi peşine tüllendiği şu günlerde, rüyalarımızda ağardığın aynı noktadan çıkıvererek ışığa muhtaç dünyalarımıza nurlar saç!
Hazanının şiddetli ve amansızca estiği yörelerde sabrın solukları kesilmiş olabilir; ne var ki bizler, her gün biraz daha ümitli, biraz daha canlı "emarelerin şafağında" ve şafakları zorlayan sebeplerin bağrında bir ulu dirilişin gerçekleştiğini görüyor gibi oluyor ve kendimizden geçiyoruz. Gel, bu umûmî "ba's-ü ba'de-l mevt"in son türküsünü sen söyle ve bu uzun ızdırap bezmini de sen kapa!
Fazilete arka çevrilip rezaletin peylendiği, sevaba hacir konup günah toptancılığının yapıldığı, iffete kezzap dökülüp haysiyetin dağa kaldırıldığı, tarihin mıncıklanıp geçmişe salyalar atıldığı o uğursuz dönemler artık çok gerilerde kaldı. her gün güneş doğarken, bir yeni şevkle şahlanıp istikbale koşanları daha fazla bekletme! Atını ışık arayanların dünyasına doğru mahmuzla ve gel artık!
Eşyanın çehresine ziya çalıp gözlerimizden perdeyi kaldıran, kâinatların özü o saflardan saf ruh aşkına gel! Hakk katının makbul erleri Enbiyâ, Evliyâ aşkına gel! Göklerde ve yerde kutsîlik soluklayan ruhlar aşkına gel! Âl-i Âbâ aşkına, Şâh-ı merdân aşkına gel! Şehitler aşkına ve dörtbir yanda ta'zim gören şehitler efendisi Hamza aşkına gel!
Yıllardır yollara dökülmüş seni gözleyen yaşlı gözler ve sabahlara kadar uyku nedir bilmeyip kıvranan dertli sineler aşkına ne olur gel! Anaların ızdırapla çarpan yüreklerine, perişan ve derbeder nesillerin ayyûka çıkan feryatlarına, çığlık atıp inleyen çocukların heyecan ve hafakanlarına merhamet et de gel..!
Akın karadan ayrıldığı, ışığın karanlık ordusunu târumâr ettiği, cehaletin ilmin önünde bozguna uğradığı ve sabânın güzel kokular sürünüp herkese ve her şeye bahar muştuları fısıldayıp dolaştığı şu mübarek günlerde ger dizginini gel gayri!
Karlar eriyip buzlar çoktan çözülmeye durdu; goncalar kemer kuşanıp senin uğrunda yollara döküldü ve çiçekler sana ait türkülerle semâa kalkıp bir yüce bayram adına çevrelerine davet gamzeleri çakmaya başladılar. Yaprakların hışırtısından, ırmakların çağıltılarına, göklerin ışıkla sarmaş dolaş gürültüsünden, ormanların heybetli uğultularına kadar hemen her şeyde bu yeni dirilişin nağmeleri duyulup seziliyor. Bak! Bayırlar, rengârenk güzellikleriyle milletimin tâliine tebessüm ediyor, bağ ve bahçeler etrafa saldıkları diriltici râyihâlarla gönülleri coşturuyor ve ruhlara bahar muştuları sunuyor. Ve artık, aylar güneşler bir başka türlü doğuyor, bir başka türlü batıyor.
Ey asırlardan beri hasretle yolunu gözlediğimiz ruh! Eğer sen bir şafaksan gel gayrı bunca emare yeter! Eğer kıyametsen, bilmem ki başka hangi alâmeti beklersin?!
Gül açıp bülbül öteli hayli zaman oldu;
Her yanda ağaran hayâlin ruhuma doldu;
Bekletme! Bu mevsim artık mevsim-i bahar.. Gel!
Gel şeytanın kâsesini kır; iblisler dünyasına bir velvele sal! Nemrut'a rahatı haram edip Firavun hân u mânını harâp eyle! Işıktan kaçanları nûrunla boğ; yarasalara aydınlıkta yaşama âdâbını öğret! Gel, bize sonsuzluk şarâbını sun ve derbeder gönüllerimizi ölümsüzlük aşkıyla coştur! Coştur ve asırlardan beri hicranla yanan sinelerimize "âb-ı hayat" ulaştır!
Sızıntı, Ağustos 1986, Cilt 8, Sayı 91
.
Bir yeni varoluşun tan yeri ağarırken, temcid verir gibi hep haykırıp inliyoruz: Gel ey varoluşumuzun mâyesi, ümitlerimizin rûhu! Gel ey birkaç asırdan beri nesillerin beklediği feleğin karnındaki mübarek yolcu! Gel ey millet ve tarih şuuru! Gölgen başımıza düştüğü günden bu yana, bu dünyada, hem şevkle gerilip coşanlar hem de salacağın tufandan uykusu kaçanlar var. Henüz ışığının tam zuhur etmediği şu günlerde, gölgenle yanıp kül olanları gördükçe, yolunu gözleyen gariplerin sana olan iştiyakları daha da artmakta ve buğu buğu gönül gözlerini saran visâl arzusuyla yürekleri bir başka atmaktadır. Gel, visâle koşan gönüllerimizi şâd eyle! Gel, arslanların yüreklerine korku salan o müthiş nâralarınla haykır! Haykır ki, vatansız ve mazisiz ruhlar kahrolup gitsin; her tarafa zehir çalıp geçen yılanlar, akrepler deliklerine girip saklansın ve asırlardan beri kötü duygu ve kötü tutkuların meşcereliği haline getirilmek istenen şu mübarek topraklar, sadece, ilmin, inancın, ahlâk ve faziletin fideliği olsun!
Bu ülkede huzur ve nizam yeryüzünde adalet ve emniyet, gölgen gibi seni her yerede takip eden ve kıvrılıp açılmalarıyla sana selâm duran şerefimizin remzi forsunun dalgalanmalarında, (o forsu dalgalandıran var olsun!) cihan sulhu ve devletler muvâzenesi senin o sultanlara taç giydiren kutlulardan kutlu silâhının namlusundadır.
Senin reyine müracaat edilmeden devletler plânındaki her karar bir aktörlük ve bu kararın verildiği yerlerin de tiyatrodan farkı yoktur. Senden âdâp ve erkân öğrenmeden milletlerine baş olmuş bütün başlar, o toplumlar için bir talihsizlik eseri, bu talihsizliğe uğramış olan yığınlar da gaflet ve dalâletin esîridirler.
Gel, Süleyman Nebi (as) gibi, rüzgarlarla kanatlanan tahtına bin; ilhadla çehresi kararmış dünyalar üzerine şimşekten kamçılarını sal; inkârla gözü bağlanıp diline kilit vurulan ilmin dilindeki kilitleri çöz; dünden bugüne hep karanlık şeyler fısıldayıp duranlara aydınlık bestelerinden bir şeyler fısılda; akrebin kuyruğunu kırıp yılanların ağzına panzehir akıt ve çirkef olan toprakları ruhunda taşıdığın ıtırlarla yıka, cennet yamaçlarına çevir.
Gel, öyle sihirli oyunlar oyna, öyle sanatlar yap ki, bütün sihirbazların kolları kanatları kırılsın ve senin hârikaların karşısında bütün hüner sahipleri apışıp kalsın! Gel, çöllere düşmüş "âb-ı hayat" arayanlara öyle bir şerbet içir ki, suyu hızır çeşmesinden, şekeri de gökler ötesinden getirilmiş olsun..!
Dörtbir yandan sofrana koşanlara semâdan sofralar indir ve her yanda karanlıkta kalmış ruhları aydınlatacak meş'aleler yak! Başka çerağlara ihtiyaç bırakmayacak kadar parlak meş'aleler.
Gel, hep ışınlarıyla başımızı okşayan güneş gibi üstümüzde dolaş ve ruhlarımızı aydınlat! Yağmur yüklü bulutlar gibi hep bizi kolla, hasretle yanan sînelerimize sular serp! Senin kehkeşanlara denk ruh ikliminde kol gezen güneşler dünyayı da aydınlatmaya yeter ukbâyı da.
Sıyrıl kabuğundan ve ışıklandır karanlığa boğulmuş dünyaları! Bağrındaki bütün su menbalarını sal bağ ve bahçelerimize; her tarafta kevserden çeşmeler akıt! Kendin de, bu çeşme ve pınarlara hazinedarlık yapan yüce dağlar gibi mehâbetle yerinde kal! Okyanuslar gibi metlerle kanatlan ve öyle köpür öyle dalgalan ki; karşı durulmaz o dalgaların her yeri alsın, o güçlü kollarınla sarmadığın bir kara parçası kalmasın!
Evet, dünyalar yaşadıkça, geceler gündüzleri kovalayıp duracak, ölümler de dirilişleri takip edecektir. Gel, eşya ve hadiseler üstü ayrı bir buudda öyle bir dünya kur ki, zamanın dişleri, onu aşındırmasın ve onun temelini öyle sağlam esaslara bağla ki, hiçbir hâdise ile sarsılmasın ve hiçbir uğursuz el onunla oynayamasın!
Gel, gönüllerimizde hazırladığımız tahtına otur! Duygu ve düşünce dünyalarımıza durmadan emirler yağdır! Bizleri kapı- kulu olmaya kabul et ve cesetlerimizde can olduğunu göster!
Sızıntı, Eylül 1986, Cilt 8, Sayı 92
.
Genç adam! Dön bir kere de kalbinin ve ruhunun soluklarına kulak ver! Geril ve nefsinle hesaplaşmaya hazır ol! İçinde ağaran inanç şafağıyla doğrul ve ucu vicdanında belirip Hakk'a doğru uzanan ışıktan yollarda yürümeye koyul! Bu altın yol zaman ve mekânın hem içinden hem de dışından geçer. Sen, ruhunu saran mânâ ve önündeki kutsî hedefin ışıl ışıl parıldadığını ancak bu yolda görecek; görecek sonra da bu sonsuz ve çarpıcı hakikatın sihirli güzelliğine kapılıp gideceksin!
Önce, kendini keşfetmekle işe başlayacağın bu yoldaki her hamlende, sanki unuttuğun bir kısım gerçekleri ilk defa hatırlıyor gibi olacak, iç dünyanda buudlaştıkça buudlaşacak, baştan başa renkler, ışıklar içinde derin ve engin bir huzur kuşağına ereceksin!
İçinde ışıldayan inanç meşalesinin aydınlığında, zaman ve mekânın her köşesine, ötelerden gelen nurların dalga dalga yayıldığını görecek; inancın ışıktan, güçlü kolları arasında o kadar yükseleceksin ki; süpernovaları, pulsarları ve karadelikleri mekânın bağrında açılıp kapanan güller, tomurcuklar gibi görecek ve seveceksin...
Zaman zaman ruhunun ölümsüz bir ışık gibi maddenin cidarlarını yırtarak zaman ve mekânın dışına kaydığını vicdanında seyredecek ve kâinattaki her şeyin ezelî bir kaynaktan aksedip geldiğini görerek coşacaksın. Nihayet, her parlak şey üzerinde göz kırpıp geçen bütün şuaların, Sonsuz'dan gelen şavklar olduğunu sezecek, benliğini saran buğu buğu mânâlarla kendinden geçeceksin..! Ne var ki, her vâridat bir kısım zahmetle elde edilmekte, her nimet bir külfet mukabili verilmekte, maddî-manevî her muvaffakiyet de bir düzine mahrumiyetlere bağlı bulunmaktadır. Zahmetsiz vâridat, külfetsiz nimet olamayacağı gibi, bir kısım mahrumiyetlere katlanmadan da hiçbir muvaffakiyet elde edilemeyecektir.
Böylesine çetin ve aynı zamanda zevkli bir yolda yürümek isteyen herkes, önce varacağı hedefi belirleyip yapacağı şeyleri disiplin altına almalı; sonra da, bir daha geriye dönmeme niyet, inanç, azim ve kararlılığıyla yola koyulmalıdır ki, takılıp yokuşlarda kalmasın; şaşırıp yön değiştirmesin ve bir kısım sıkıntılar karşısında yılgınlığa düşmesin...
Hedefi belirlenmemiş bir yolda yürümek, hem boş hem de tehlikelidir. Zirâ, böyle bir yolla, aslâ neticeye varılamayacağından, sonunda ümidin felce uğraması, inanç ve azmin de bütün bütün yitirilmesi ihtimâli bahis mevzuudur.
Herhangi bir eseri okurken, önce rahat anlayabileceğimiz kolay kısımlarından başlayıp aheste aheste ilerlediğimiz gibi, aşma mecburiyetinde olduğumuz tepeleri aşarken de, onları parçalayarak, mesafelere bölerek geçmeye çalışmalıyız ki, aşılmaz gibi görünen yollarda ümitsizliğe düşüp yürümeden vazgeçmeyelim...
Asırlardan beri her yanıyla rahnedâr olmuş ferdî ve içtimâî bünyenin, bir hamlede tamir edilip canlandırılmasına, eski dinamizmine kavuşturulup cihanla hesaplaşır hâle getirilmesine imkân yoktur. Ne var ki, ona ait parçaları birer birer ihyâ ederek (bütün)e eski fonksiyonunu kazandırmak da pekâlâ her zaman mümkün olabilir. Bunun gibi.. yapacağımız her şeyi aheste aheste ve kendi tabii seyri içinde ele alacak olursak, bu bizlerde bir şeyler yaptığımız inancını uyaracak ve azmimizi kamçılayacaktır. Derken, bir gün önümüzdeki korkunç mesafeleri aşıp, yolun sonuna vardığımızı hayret ve hayranlıkla müşahede edecek, lütuflarını üzerimizde hissettiğimiz Zât karşısında şükranla iki büklüm olacağız.
Havâilik ve ankâ-gönüllülük ile hiçbir iş başarılamaz! Çeşitli zorluklarla pençeleşip onları birer birer yenerek, irâdelerinin çehrelerinde Hakk'ın inayetini ispat eden talihliler, bir gün kendilerini zirvede bulacak ve ektikleri tohumların yediveren başaklar gibi salındığını gördükçe, dönüp dönüp aydınlık geleceklerine tebessüm edeceklerdir.
Sızıntı, Nisan 1985, Cilt 7, Sayı 75
.
Toplumlar gençlik ruhuyla canlılıklarını korur, onunla gelişir ve onunla ihtişama ulaşırlar. Bu ruhu kaybedince de, kılcalları kesilmiş çiçekler gibi pörsür, dökülür ve ayaklar altında kalırlar.
Delikanlılık çağında ve mektep sıralarında iken hemen her genç, millete hizmet aşkı ve vatan sevgisi gibi duygularla sık sık gerilir, toplumun yaralarını sarmaktan bu ülke ve bu ülke insanını yükseltmekten dem vurur; hissizliğe ve hareketsizliğe ateşler püskürür durur...
Ne var ki, böyle yüksek duygularla şahlanan bu gençlerin pek çoğu, bir makam kapıp bir memuriyete geççikten sonra, içlerindeki bu kıvılcımlar yavaş yavaş sönmeye yüz tutar, ruhlarında bir külleşme, gönüllerinde de bir çölleşme başgösterir. Daha sonra ise, tamamen cismanî ve bedenî hayatın tesirinde kalan böyle bir genç, o güne kadar gönülden bağlı bulunup toz kondurmadığı yüksek ideâllerinden uzaklaşa uzaklaşa tamamen sefil duyguların, pes menfaatlerin zebûnu haline gelir. Bir kere de o acayip ve öldürücü turnikeye girdi mi, gayri semâvî bir inâyet olmazsa, geriye dönmesi bütün bütün imkânsızlaşır ve bir zamanlar ateş püskürüp durduğu şeylerin azât kabul etmez kölesi olur çıkar. O kadar esirleşir ki; vazife ve mesûliyetleriyle alâkalı bir kısım hususlarda, vicdânının ihtarlarından dahi rahatsız olmaya başlar.
Bundan böyle o, bütün düşünce kâbiliyetlerini elde ettiği mevkii muhafaza ve âmirlerinin teveccühünü kazanma gibi çok defa insan rûhunu alçaltan pes şeylerde kullanır ve bütün bütün sefilleşir. Bir de elde ettiği makam itibariyle yükselme istidâdı gösteriyorsa, artık başka şeyleri görüp gözetmesi imkânsızlaşır ve biricik totemi olan makâmını kaybetmemek için, her türlü zillete katlanır. İcâbında vicdânına ters, îmânına muhalif işlere girer; fayda umduğu herkes karşısında iki büklüm olur; dün ak dediğine bugün kara demeye başlar; bir gün önce göklere çıkardığı kimseleri, ertesi gün rahatlıkla yerin dibine batırabilir.
Ve hele, onun başkalarına, başkalarının da ona riyâ ve tabasbusları, zaten yaralanmış rûhunu ve hırpalanmış irâdesini öylesine sarsar ve darbeler ki; bundan böyle onun hayır ve fazilet adına bir şey yapması mümkün değildir. Ne acıdır ki o, dumura uğrayan hissiyatı, körelen zekâsı, bağlanan basiretine rağmen, hâlâ kendini en iyi düşünen, en isabetli kararlar veren, en faydalı işler yapan biri gibi görme marazî ruh haleti içindedir!
Bu duruma düşmüş herhangi bir kimseye hatalarını hatırlatmak, ya da ikazda bulunmak oldukça zordur. Böyle hodbin ruhlar, hata ve yanlışlarını gösteren hemen herkese karşı gizli bir kin ve nefret duyduklarından ve en büyük yanlışlarına dahi sevap urbaları giydirerek kendilerini haklı görmeye alıştıklarından kimseden nasihat almak istemezler.
Evet, her insanda bir kısım zaaflar vardır ve bu zaafların belli iklim, belli atmosfer, belli şartlar altında hortlayıp ortaya çıkması da bir bakıma tabiidir.
Ancak, daha önceden bazı şeyler yapılarak, ruhun bu zaaflar girdabında boğulup gitmesini önlemek de her zaman mümkündür.
Öyle zannediyorum ki, her gençte, sağlam bir inanç düşüncesi, yüksek bir diğergamlık hissi, sönmez bir millet ve vatan sevgisi uyarılabildiği.. sabah-akşam mukaddes mefkûremiz etrafında ahdü peymanlarla bir araya gelinebildiği.. serâzât gönüllerin hayattan kâm alma arzularına karşı tahşidatlar yapılıp, izzet ve şeref gibi değerler üzerinde durulduğu ve mukaddes düşüncelerimiz açısından ülke ve millete hizmet sayılmayan her iş ve meşgalenin bir abes ve bu türlü abeslerle meşgul olmanın da, zaman nimetine karşı affedilmez bir nankörlük olduğu kanaati, onların kafa ve gönüllerine yerleştirildiği ölçüde, kalbî, ruhî dağınıklığa düşmeyecek ve özlerini koruyacaklardır.
Aksine, makam sevgisi, şöhret hissi, hayat endişesi ve tama' duygusu gibi insanın iç dünyasını karartan hastalıklarla, her gün ümit semamızdaki yıldızların kayıp kayıp gittiğini görecek ve iç burkuntularıyla iki büklüm olacağız.
Sızıntı, Haziran 1986, Cilt 8, Sayı 89
.
.
Gözlerimde buğu buğu hayret, gönlümde ümit ve burkuntu dörtbir yanda olup bitenleri seyrediyorum. Fırtınalarla sarsılan çamı-çınarı, devrilip kendi enkâzı altında kalanı, her şeye rağmen başaklar gibi salınışlarıyla etrafa tohumlar saçanı ve darbelene darbelene ruhuyla bütünleşip ölümsüzlük kuşağına ulaşanı...
Tufanları tufanların kovaladığını, dalgaları ifritten dalgaların takip ettiğini ve ardarda sarsıntıların arkasında bir yeni vâroluşa doğru yol alındığını... Elmasın kömürden, altının taştan-topraktan ve sağlamın çürükten ayrılmaya başladığını hayret ve hayranlıkla seyrediyorum.
Bir yanda, millî mefkûrenin bağrına damla damla kan damladığını tarih şuurunun horlanıp geçmişe lânet yağdırıldığını; bir uğursuz düşüncenin her köşebaşını tutup ruhu ve ruh insanını hırpaladığını, yarasalara şehrayinler tertip edip baykuşları harâbelerle sevindirdiğini, akla-hayâle gelmedik yalan, tezvir ve tertiplerle toplum içinde sun'î sıkıntılar meydana getirip, onun düşünce istikâmetini ve çalışma gücünü felce uğrattığını, dünyanın dörtbir yanında Neron'lara rahmet okutturan, tiranların zulüm ve istibdatlarını unutturan bunca fâcia varken, milletin özüyle bütünleşme gayretlerinin 'İrticâ' yaygaralarıyla engellenmeye çalışıldığını.. diğer yanda bu kızıl kıyamet karşısında olsun, bir türlü ayılıp kendine gelmeyenleri, sefahet ve eğlencelerde ömür tüketenleri, olanca güçleriyle hayattan kâm alma peşinde koşanları, başını derde sokmamak için bukalemun gibi yaşayanları, bir kısım hasis menfaatler uğruna birbiriyle didişip duranları, vatan ve milletin yaralarını sarma mevkiinde bulundukları zaman bile, emmek için onun kurumuş damarlarında kan arayanları, olup biten bu kadar şey karşısında iradelerine kement ve ağızlarına kilit vurulanları sînemde inilti, gözlerimde kan seyrediyorum.
Özü ihlâs, samimiyet ve ciddiyet olan dînî hayatın, bir kısım soğuk merasimlerle folklor haline getirilişini ve bu işin figürleri sayılan gırtlak ağalarını, cenaze ilâhîcilerini, çeşit çeşit ses sanatkârlarını, Rabbime karşı utanç içinde ve iki büklüm seyrediyorum.
Neron'ların gayz ve tuğyânını, rûhânilerin sessiz infiâlini, ezenlerin hay huyunu, ezilenlerin 'âh u efgân'ını mutlak bir kısım sırlara gebe, kaderî bir cilve deyip hayret ve teslimiyetle seyrediyorum.
Düşlere sığmayan bir yüce davayı, o uğurda her şeyini fedâya azmetmiş tâlihlileri, geleceğin kutlu rüyalarıyla gerilip gerilip kendinden geçenleri; sonra da 'Uhud'a varmadan ters-yüz olup geriye dönenleri, daha deneme imtihanında elenip gidenleri ve yıldız avlamak için yelken açtığı göklerin derinliklerinden zıpkının ucunda bir ateş böceği ile geriye dönenleri üzüntü ve şaşkınlıkla seyrediyorum.
İnsan ruhunun yüceliğini ondaki 'ebediyet' fikri ve ebedî güzellikler arzusunu, sonra da bu yüce ruhun bir kısım bedenî istekler karşısında 'pes' edişini, üç adım ötede kendine tebessüm eden sonsuzun güzelliklerini göremeyerek cismaniyetin altında kalıp ezilişini ızdırabla seyrediyorum.
Rahmet-i Sonsuz'un, câhile-görgüsüze, zâlime-gaddara, mülhide-mütecâvize mehil üstüne mehil verişindeki sabır ve hilmini hadiselerin çehresinde; zulüm ve tecavüzleriyle 'gayretullah' sınırlarını zorlayanların derdest edilip aman verilmeyeceğini de, O'nun değişmeyen âdetinin simasında 'inanç ve ürpertilerle seyrediyorum.'
Gözlerimde buğu buğu hayret, gönlümde ümit ve burkuntu, olup bitenleri tablo tablo seyrediyorum.
Sızıntı, Mayıs 1987, Cilt 9, Sayı 100
.
Hazanla Gidip Baharla Gelenler
Son asırlarda, içeride ve dışarıda, millet ve ülkemiz hakkında, ne düşünülen ne de söylenilen şeyler hiç de iç açıcı olmamıştır. Bu düşünce ve söylentilere göre devlet eski güç ve aktivitesini kaybetmiş, toplum bütün bütün fonksiyonunu yitirmiş; kitlelerin çehrelerinde fevkalâde bir durgunluk, dalgınlık ve bitkinlik.. en canlı dakikaları sadece geçmişi sayıklama zamanlarında, en çalımlı halleri ona destanlar dizdikleri anlarda.. yaşadıkları asırla hesaplaşırken mâzîyi imdâda çağırmakla iktifâ etmekte ve tahkir edildiklerinde eski devirlerin ihtişâmına sığınmakta.. alabildiğine güçsüz, alabildiğine iktidarsız ve ayakta durabilmek için sarmaşıklar gibi hep dıştan destek arama peşinde.. hâsılı, hangi taraftan bakılırsa bakılsın; eskilerde, gücün, kuvvetin, canlılığın, nizam ve ahengin yurdu olan bu ülke, harap elleri, kimsesiz hânumanları, yıkılmış yolları, çökmüş köprüleri ve dize gelmiş insanlarıyla yürekler acısıydı...
Bir ölçüde düşünüp söylenenlerin hepsi doğruydu. O kıskıvrak bir cendere içine alınmıştı ve bir taraftan, tıpkı toprağın bağrında çürüyen kökler gibi zeminin tâ derinliklerine kadar inen öldürücü sızıntılar onu çürütürken, diğer yandan esip savuran hazân rüzgarları onda ne dal ne de yaprak bırakmamışlardı. Sonra da dört bir yandan ona hücum eden çeşit çeşit hastalıklar, alttan üstten sarsılmış bu enkaz üzerine gelip taht kurmuşlardı. Bu durum bir taraftan bir bitiş, bir tükeniş, bir inkirâz görünürken, diğer yandan binbir gürültü, tarraka ve etrâfı velveleye vermesiyle de âdeta bir bâ'sü ba'del-mevt'in başlangıcıydı.
Evet, milletçe, bu yorgunluk ve durgunluğu, bu çürüme ve kokuşmaları hemen her yerde ve hissedilir şekilde, tatlı bir canlılık, yeni bir yeşerip çimlenme ve gönüllerimize ümit kıvılcımları salan bir başka bahar takip ediyordu. Her yerde gülün, çiçeğin tomurcuklaştığı; kuşların, böceklerin birer hatip gibi minberleri tutup hutbe ve münâcaatlarını îrâda başladıkları; selvilerin 'hû hû!' deyip salınmaya durdukları; zeminin bir baştan bir başa rengârenk ve pırıl pırıl bir haliçeye büründüğü; pembe, beyaz, erguvan ve kırmızıdan fistanlar giyip yeni bir bayrama, yeni bir şehrâyine hazırlandığı... Hâsılı her şeyin kendi çevresine diriliş solukları salıp bir taze bahar müjdelediği ve bu taze baharın geçmiş hazan mevsimiyle aynı noktada buluştuğu, birinin alıp götürdüklerini öbürü aynıyla getirip yerlerine koyduğu yumuşak, tatlı, canlı fideleriyle, öteki âlemin bağ ve bahçelerinde hazırlanmış gibi taptaze bir bahar...
Bunun böyle olduğuna inanan günümüzün nesilleri, mâzi kadar derin, inançlar kadar güçlü bir muhteşem tarihî mirasın böyle birkaç sadme ile yıkılıp yok olmayacağını; dalları kesilse bile, kökünün bütün bütün kurutulamayacağını, bugün darbelense dahi yarın toparlanıp kendine geleceğini zaten biliyor ve yürekten inanıyorlardı.
Aslında, insanımızın tabiatının bir parçası haline gelen ve tıpkı su sesi, bülbül sesi, mehtap görüntüsü kadar onun ruhuyla, gönlüyle bütünleşmiş bulunan, bunca örfü, âdeti, târihî varidâtı ve yüzlerce senelik kültür birikimi böyle rahatlıkla bir tarafa itilemez ve ona karşı lakayt kalınamazdı...
Bir zamanlar, Hakk düşüncesi ve Yüce Yaratıcı'yı her şeye tercih etme felsefesiyle, melekleri imrendiren muhteşem medeniyetleri kurmuş; en tatlı mûsikilerden daha tatlı ve cennet esintileri gibi ruhları sarıp sevindiren bu medeniyetler sayesinde, sabah-akşam hep tâlihine tebessüm etmiş; ebediyete meftun ruhuyla uhrevîliklere yönelmiş, onları sevmiş ve arzulamış; saraylarını, köşklerini cennet kasırlarının minyatürleri mahiyetinde düzenlemiş ve âdeta öteleri çekip burada yaşamış.. düşüncede dürüstlerden dürüst, inancında melekler kadar sâfi, yaşayışında saadet asrının şivesini kullanan bu millet, bir daha dirilmemek üzere nasıl ölebilirdi ki..?
Bugün artık bu duygu ve bu düşüncelerle kaynayıp bütünleşen, manevî hazlarıyla, sevgiyle süslü yumuşaklardan yumuşak kalpleriyle, kendilerini erişilmez bir güzellikler armonisi içinde bulan ve nazarları emniyet telkin edici bir tatlılığa ulaşmış bulunan.. binbir sıkıntı ve zahmetlerden geçe geçe pişip olgunlaşan; yıllarca zamanın ters akışını imanla, ümitle, sabırla göğüsleyerek zamana karşı mücadele etmesini öğrenen; defalarca rüyalardan aldıkları ürpertilerle tir tir titreyerek teyakkuza geçen ve yine defalarca rüya ve hülyalardan aldıkları sevindirici mesajlarla ufuklarında şafak aramaya koyulan... kim bilir, ne kadar emek deyip, terbiye deyip terleyen, ne kadar dikkat deyip, tedbir deyip kıvranan.. bilmem kaç defa dökülüp yolda kalmışlarda, yeniden doğrulup yürüme arzusu uyandırmak için yüzsuyu ve gözyaşı döküp ağlayan; kaç defa hazırlamaya çalıştığı, hazırladığı veya hazırladığını sandığı ham ruhların, henüz dâva düşüncesinin koridorunda dolaşıp durduklarını görerek burkuntuyla iki büklüm olan yığın yığın muzdaripler vardır ve bunlar ters yüz edilemeyecek kadar Hakk'la irtibat içindedirler. Onlar bulundukları hemen her yerde, donanma gecelerinde gözlerimizi kamaştıran havâî fişekler gibi çevrelerine ışıklar yağdırır ve binbir sihirli oyunlarla bizleri aydınlık iklimlerine çekmeye çalışırlar. Hülyâlarımız ve rüyâlarımız gibi şefkatli, yumuşak, huzur verici ve pırıl pırıl iklimlerine...
Sızıntı, Ekim 1987, Cilt 9, Sayı 105
.
Tarih bir düzine tekerrürlerden ibaret gibidir. Hâdiseler o kadar birbirine yakın ve benzer cereyan etmektedir ki, insan yanılıp da, hep aynı çizgide, aynı şeylerin cereyan ettiği hükmünü verebilir.
Buna rağmen, düşünenlerin sayısı ne kadar az, düşünceler ne kadar kısır ve gönüller, hakikatlere karşı ne kadar yabancı.!
Kim bilir, kaç defa girdaplara kapılıp gayyâlara gittik ve kaç defa fevvârelere binip zirvelere ulaştık. Kaç defa gündüzümüz kaos, gecemiz cehennem oldu ve kaç defa İrem bağlarına benzeyen 'sâdâbâd'larla dilşâd olduk.
'Hüner bir ibret almaktır, hüner irfâna ermektir.'
Ama biz, ibret alamadık ve irfâna eremedik. Hâlâ bir kısım kakavanlardan nasihat dinliyor ve yüzde yüz zararımıza paradokslara giriyoruz. Doğrusu, şimdiye kadar bize ellibin defa yabancılık aşılayan ruhumuzun hasımlarına karşı, tekrar edip durduğumuz 'flört'lerden bir şey elde edemediğimiz gibi, öteden beri öcü gibi gösterilen kendi dünyamıza karşı da insaf edip yabancılaşmadan bir türlü vazgeçemedik.
Ne olurdu, bir kere de, şu milletin nabzına elimizi koyup, kendi kendimizi dinleyebilseydik. Heyhât! Hep 'hasımlarımızdan' kurtarıcı mesajlar bekledik ve hep yabancı tespitlere göre, onun hakkında hükümler sıralayıp durduk.!
Yabancılaşma, bizde idbâr dönemiyle başlamış bir hastalıktır. Başladığı günden itibaren de 'rekor' seviyede bir hızla gelişmiş, artmış ve yaygınlaşmıştır. Bir inayet eli imdâda yetişmezse, önümüzdeki yıllarda bu hızla; nereye varacağımızı şimdiden söylemek kehânet sayılmamalıdır.
Yabancılaşma, milletlerin kaynayıp birbirine karışması ve birbiriyle içli dışlı olmasıyla başlar. Düşünce ve kültür alışverişiyle derinleşir ve kök salar. Bu itibarla da o, hem galiplerden mağluplara, hem de mağluplardan galiplere geçme istidadında olan bir hastalıktır. Vâkıa, bir ölçüde onun mağluplara ait bir ruh haleti olduğu iddia edilebilir, ama, mutlak böyle olduğunu söylemek de, aceleden verilmiş bir karar olur. Bence, bu mevzuda en kayda değer şey, yabancılaşma vasat ve zemini hazırlandığında, millî ve içtimâî bünyenin uyarılamaması ve umumî bir alarma geçirilememesi hususudur.
Toplumlar, yabancılaşmayı sezecek ve içlerine sızma istidadında olan zararlılara karşı parola soracak kadar basiretli oldukları devirlerde, kendilerini korumuş ve müesseselerinin tahribine meydan vermemişlerdir. Bu sezme ve basireti gösteremedikleri devirlerde ise, kendilerine ait öz ve manâyı tahribe uğratmış ve sonra da tarih sahnesinden silinip gitmişlerdir.
Roma'nın zulüm ve baskısına karşı, Hıristiyanlığa sarılan kitleler, daha sonra bilerek veya bilmeyerek, Roma hayatından pek çok yeni anlayış alarak dinlerine kattılar ve böylece, yüce bir dinin özünü ifsat ettiler. Bu alma ve aktarma işi, daha sonra da devam edip durdu ve zavallı Hıristiyanlık bundan bir türlü kurtulamadı.
Bir taraftan, o günün mazlum, mağdur köleleri, zulüm ve istibdattan, Hıristiyanlığın himayesine sığınırken, diğer yandan, hasımlarına ait her şeyi kullanma gibi, bir acemilik ve bir oyuna gelme; belki de ikbâl hırsına kapılma gibi şeylerle -her ne olursa olsun!- kısa zamanda çeşitli mutasyonlarla özlerine yabancı birer hüviyet aldılar ve bir daha da kendilerine dönemediler.
Tarih tekerrür edip duruyor: Bugün de batıya karşı, aynı hâlet-i ruhiye içinde, bir yığın millet göstermek kabildir. Bu milletler ister batının teknik üstünlüğünü, refah seviyesini elde edip, onun gibi müreffeh yaşama peşinde olsunlar, isterse milletlerine hizmetin ancak böyle olacağına inansınlar, özlerinden ayrılma ve kendi kendilerini tahrip etme yolundadırlar.
Karşı dünya, dünden bugüne, üstünlüğünü korumadan başka bir şey düşünmedi ve bu uğurda her yolu meşru, her vesileyi mubah saydı. Bugün de aynı gayret içindedir. Arada tek fark var, o da; dünkü kölelere bedel, bugün köleleştirilmek istenen milletlerin oluşu ve dünkü kölelerin başkaldırmasına karşılık, onun yerinde bugün başkaldıran milletlerin bulunuşudur.
Evet eskiden; yeri, yurdu, kökü ve geçmişi olan bütün toplumlar, şimdi bu zıt dünyanın karşısına dikilme hazırlığı içindedirler.
Yakın tarihe kadar dünyamız, bu zıt dünyaların meydana getirdiği kandan seylaplar karşısında bile, ona hep hüsn-ü zan etmiş ve iyimserlikten ayrılmamıştır. Ama üst üste cihan harpleri ve müteakip felâketler, bu karşı dünyanın 'şuuraltı' kin ve nefretlerini ortaya çıkarmış ve insanımızın gözünü açmıştır. Artık ayan beyan herkes görüyor ki, bu dünya husumet ve düşmanlıktan başka bir şey bilmemektedir. Zayıf olduğu devirlerde politikasıyla, kuvvetli olduğu devirlerde de, felsefesinin temel rüknü olan: 'Hak kuvvettedir' düsturundan hareketle, hep zulüm ve gadir cephesinde bulunmuş; hep ezmiş ve inletmiştir.
Dinler, onu terbiye edememiş; mürşitler, azgın ruhunu uslandıramamış ve gönlüne bir yudum samimiyet iksiri içirememişlerdir.
Yerinde o, Hıristiyanlığa bir kurtarıcı simit gibi sarılmış, ve yerinde, onun da yetmediğini ilân ederek başka mahbup arkasına düşmüştür. Mesihiyyete karşı rönesansı böyle bir ruh hâletiyle çıkardı ve Alplerin zirvesine yerleştirdi. Salîb'i bayraklaştırıp yeryüzünü işgâle koyulduğu zaman ne kadar samimiyetsizse, yeni putuna karşı da o kadar sûrî ve ihlâssızdır. O, ne binbir tehâlükle , Anadolu'yu 'çertaraf' haçlılara çiğnettiği devirde, ne de dinî duyguları zincire vurup kiliseye hapsettiği devirde, asla samimî olmamıştır.
Onun Hıristiyanlığa sımsıkı sarılması, yeni bir inanç, yeni bir nizam ve yeni bir 'dünya-ukba' anlayışına karşı hışmının gereğiydi. Bu yeni inanç ve sistemle mücadelede,Hıristiyanlığın da yetmediğini anlayınca, rönesansla hembezm oldu. Bu onun 'antik' devirleri imdâda çağırması, ricatı ve irtidâdı idi. Yani, yıkılırken başka bir enkaza dayanması, ölülerden medet umması ve mezarlara müracaat etmesiydi...
Zavallı batı, bu hâliyle, kendini kurtaracağını sanıyordu! Aslında yaptığı iş, bir libas değişikliğinden başka bir şey değildi. Eski elbisesinin yerine, başına geçirdiği âriye bir urba ile, ebedî varlığa ereceğini umuyordu. Heyhât! O, umduklarından hiçbirini elde edemedi. Aksine, bile bile gidip gericilik bataklığına 'aborde' oldu. Evet, bir gayz ve kin uğruna, göz göre göre, hem kendini hem de başkalarını mahvetti!
Haçlı seferleriyle, görme ve tanıma imkânını bulduğu yeni din ve yeni dünyanın insanı, onu o kadar ürkütmüştü ki; mutlaka bu dünyanın hakkından gelmek istiyordu. Zira, yeni nizamın ruhundaki müsamaha ve hoşgörünün, onu, bir gün alıp batı kapılarına kadar getireceğini ve hâkim kılacağını düşünüyor ve düşündükçe de çileden çıkıyordu.
İşte o, böylesine fikrî herc ü merc içinde, kendi değerlerini ve mesnetlerini yeniden 'kritiğe' tâbi tuttu. Ve yeni bir mâşuku aramaya koyuldu. Az sonra da kendini etnoğrafik müzelerde buldu. Ve o gün bu gün, bir daha da, gönlünü kaptırdığı o kadîm müstehâselerden kurtulamadı.
Ah, bu ne öldürücü bir karardı! Keşke alçakgönüllü ve faziletli olabilse ve ayağının dibine kadar getirilen bu yeni hayat iksirinden içebilseydi, dünyanın veçhesi bambaşka olacaktı! Ama o, bağnazca davrandı ve kendisine ölümsüzlük müjdesi getiren bu şefkatli eli kırdı.
Aslında bu kavga ve mücadele, hiçbir zaman samimî ve hasbî olmamış katı bir dünyanın, özü ihlâs ve fıtrîlik olan yeni bir dünyaya karşı huysuzlaşmasının gereği idi. Bütün bir tarih boyu da devam edecekti. Kuvvetli olduğu zaman alabildiğine azgınlaşan; zayıf olduğu devrelerde de bütün bütün mürâîleşen ve ruhu yapmacıklarla dolu bir dünya, ebedî nuru temsil eden bir nizamla kat'iyyen uzlaşamadı. Ve işte tarihin, hûnîn sayfaları; buna bin misâl meydanda...!
Nihayet içtimâî çalkantılar, onu kendine getirecek buutlara ulaştı ama, bu defa da yıllar yılı aman vermeden ezdiği halâskârını, kendi kapısında iki büklüm buldu. Asırlarca kendisini kıvrandıran humma, şimdi de kıskıvrak bu yeni dünyayı yakalamıştı. 'Tagallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler, türlü iptilâlar, türlü illetler.' Artık, yıkılana payanda ile koşacak, yatağa düşene zemzem taşıyacak kalmamıştı...
Bu durumdaki bir dünyanın, başkalarına Hızır olması asla düşünülemezdi. Hele teknik üstünlük ve maddî refah seviyesi kıstas olur ve bu da yardıma muhtaç olanların elinde bulunursa...
Ne var ki, bu çekimserlik de bir işe yaramayacaktır. Zira, bir taraftan onun, yüzlerce yıldan beri içinde taşıdığı hınç açığa çıkarken, diğer taraftan da, öteden beri istismar edile gelen yeni dünyada bazı kıpırdanışlar belirmeye başlamıştır.
Şimdi iliklerine kadar korku içinde tir tir titreyen bu gadir-dünyası, biraz daha huysuz, biraz daha tedirgin ve biraz daha gerilim içindedir. Belki de patlayacak hâle gelen bu dünya, önümüzdeki yıllarda, yeni bir çılgınlık ve yeni bir maceraya atılacaktır...!
Keşke, bir kin ve nefret kumkuması hâlinde, asırlardan beri kaynayıp duran bu fitne ocağı, en son şuuraltına kadar her şeyini ortaya dökmüş olabilseydi. Belki o zaman, intibâha gelmemiz biraz daha hızlanacak ve erken kurtuluşa erecektik. Ve bu efsanevî ruhun tebâhı batıyı da kurtaracaktı.
Kim bilir, belki de yine öyle olur.
'Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar.'
Sızıntı, Şubat 1981, Cilt 3, Sayı 25
.
Günümüzde modern ilim ve teknolojik gelişmeler, insanoğlunun gözlerini öylesine kamaştırdı ki, artık o, iki adım ötesini görememekte, ilim ve teknolojinin dışında hiçbir şeye tam güvenememekte, güvenmek bir yana; mevcut teknik imkânlarla her müşkülünü yenip, her problemini çözebileceğine inanacak kadar çarpık kanâatler taşımaktadır. Böyle bir aşırılığın, insan-oğluna neye mâlolacağını kestirmek zor olmasa bile, bu mevzuda verilecek herhangi bir hüküm için zamanın tefsirini beklemeyi daha faydalı bulmaktayız. Yalnız şu kadarını söyleyelim ki; her şeyde ifrat ve aşırılık zararlı olduğu gibi, ilmin bir "put" haline getirilerek bütün değerlerin ona götürülüp bağlanması da, hem insanlık adına hem de ilimler adına fevkalâde tehlikeli ve zararlıdır.
Evet ilmin, sâlim düşünce-tecrübe-vicdan üçlüsüyle ele alındığı zaman yararlı olduğunda, cemiyetin hayat seviyesini yükselterek ona, bugünü ve yarını itibariyle huzur, mutluluk vadettiğinde şüphe yoktur. Ne var ki o, tek başına kaldığında, sapma ve saptırmalara vesile olacağı da kat'iyyen gözardı edilmemelidir.
Evet, zihinler sonsuzluk düşüncesinden mahrum bırakıldığı, ruh teknolojinin esiri haline getirildiği, kalbî hayat bütün bütün ihmale uğradığı bir yerde ilimden de ilmin yararlı olacağından da bahsedilemez. Aksine, böyle bir iklimde ilim, vahşetlerin buutlaşıp devam etmesine, boğuşmaların kıran kırana sürüp gitmesine, aldatma ve istismarların "dev" birer afet halini almasına yardımcı olacak ve "hak" karşısında "kuvvet"e omuz verip yan çıkacaktır.
Doğrusu şu ki; ilim, insanın maddî-manevî mutluluğunu hedef alıp, onun bedenî-ruhî problemlerini çözmeye çalıştığı ve insanı gönül-zihin birliğine ulaştırabildiği ölçüde faydalı ise de, bunları yapmadığı veya yapamadığı zamanlarda faydasız, hatta bir ölçüde zararlıdır ve ondan insanlık yararına birşeyler beklemek de abestir.
Bugünün bütün bütün maddîleşen insanı, ilim ve tekniğe sadece şahsî hazları, maddî refah ve rahatı itibariyle alâka duymaktadır. Böyle bir anlayış ise onu, her gün biraz daha ahlâkî çöküntü, ruhî bunalım ve düşüncede sığlaşmaya götürmektedir. İşte bu insan tipidir ki, büyük bir kısmı itibariyle gerçeği araştırmaya ve o yolda tefekküre yanaşmamakta, hatta bunları sevmemektedir. Şüphesiz bunda, topluma avam kültürünün hakim olmasının, ilim adamlarındaki beleşçilik düşüncesinin ve hasbî ruh kıtlığının tesiri çok büyük olmuştur. Ne var ki, ruh insanı, ilhâm insanı, gönül insanı yetiştirememenin tesiri bundan daha büyüktür. Ortalığı, herşeyi maddede arayan aklı gözüne inmiş karakuraların sardığı bir dönemde, gerçeğin ilminden, ilimde derinleşip buutlaşmaktan bahsetmek mümkün değildir. Aksine, böyle bir atmosferde muhakeme ve tefekkür her gün biraz daha kısırlaşacak, insanlar biraz daha aptallaşacak ve dünyanın her yanı makinaların komutlarıyla iş yapan insanlarla dolup taşacaktır.
Onun içindir ki, yarınları yeniden inşa etmeyi plânlayanlar, öncelikle ilmin ne olup ne olmadığını, ondan neler beklenebileceğini, onun hedef ve gayelerini çok iyi belirleme mecburiyetindedirler. Yoksa aksaklıklar sürüp gidecek ve ilim de kendinden beklenenleri kat'iyyen veremeyecektir.
Öyle zannediyorum ki, bugün talim ve terbiye müesseselerimizden en yüksek devlet kademelerine kadar görüp müşahede ettiğimiz kusurların büyük bir bölümü de, işte bu kimliği tespit edilememiş ilim anlayışından kaynaklanmaktadır. Kanâatim o ki, her şeyi vak'aların dış yüzünde araştıran talim ve terbiye müesseseleri, hikmet ruhundan uzak kaldıkları ve bu müesseselere ilim taassubu, dar kafalılık hükmettiği sürece, nesiller sathileşmeye devam edecek, tefekkür hayatımız daha da sığlaşacak; yeni buluş ve tespitler insanlığın kurtuluşu adına bir kısım sihirli reçeteler takdim etseler bile, dünya çapındaki bu umumî yozlaşmanın önü alınamayacaktır.
Bir yerde, eğer ilmî keşif ve tespitler, insanoğlunun maddî-manevî mutluluğunu hedef almıyor ve insanlık ruhunun emrinde şekillenmiyorlarsa, ilim gayesinden saptırılmış, teknoloji insanlık aleyhinde işlemeye başlamış ve insanoğlu rağmına her şey altüst olmuş demektir.
İnsanoğlu, kulakardı edilebilecek kadar ehemmiyetsiz bir varlık değildir. O, varlık adına sözü edilen her şeyin merkez noktasını tutmakta, önünde ve üstünde başkalarına yer vermeyen, Yaratıcı'nın gözdesi müstesna bir yaratıktır. Kâinatları var eden Zât, onu, varlığın özü, hülasası ve gayesi olarak yaratmıştır. Böyle bir mevkide yaratılan insanın gayesi de, Yaratıcısını arayıp bulmak, varlığına gaybî ve uhrevî derinlikler kazandırmaktır.
Bu noktada ilme düşen vazife ise, insanın gözünden perdeyi kaldırıp ona gerçeği göstermek ve onu yeni tefekkür ufuklarına doğru seyahata hazırlamak olacaktır.
Bu sayede, ilmin bütün buluş ve tespitleri, insanoğlunun ruhunda, ötelere doğru uzayıp giden birer merdiven haline gelecek ve her gün ayrı bir iman şuuru, ayrı bir ibadet aşkıyla şahlanan talihli ruhlar, bu merdivenle, cismaniyetin dehlizlerinden kurtulacak, zaman üstü hüviyetlere ulaşarak bütün zaman ve mekânların üstünde Sonsuz'la hemdem olacaklardır.
Artık bundan böyle, bunlar için, ne kendilerini aşağıya çekmek isteyen tabiatın zararlı yanları karşısında yenilmek, ne de bedene ait sis ve dumanlar içinde şaşırıp kalmak bahis mevzuu değildir. Çevrelerini saran bütün is ve pastan arınmış bu üstün kametler, kim bilir günde kaç defa gökler ötesi varlıklarla tanışıklığa giriyor, kaç defa meleklerle at başı sonsuzluk istikametinde yarışlara katılıyor ve kaç defa, hakikatin hararetiyle bir mum gibi eriyip o bilinmez okyanuslarla bütünleşiyorlardır..?
Sızıntı, Ocak 1987, Cilt 8, Sayı 96
.
Izdırapla Bütünleşen Ruhlar
'Parça parça sîne ister dert mûsikîsine,
Yanık bir velvele doldursun ten kafesine...'
Gönlünü yüksek ideâllere kaptırmış muzdarip ruhlar, bütün bir hayat boyu buhurdanlık gibi tüter dururlar. Güneşler doğar-batar, haftalar, aylar birbirini takip eder, mevsimler peşi peşine geçer gider de onlar idealize ettikleri düşünceleri istikametinde bir başka bahar ararlar... Hep hazan görür, hazan mevsimi yaşarlar, hazan türküleri dinlerler ama; ne hallerinden şikâyet eder, ne de kimseden dert yanarlar. And içip yoluna koyuldukları yüce davâları uğrunda, her cefâya katlanır, fakat asla usanmazlar.
İdeâllerinin aşkına kapılmış ve o yolda ümit verici müjdelerle coşmuş bu aydınlık ruhlar, önlerinde yığın yığın uçurumlar, yığın yığın zorluklar bulunabileceğini önceden hesap ederek gerilime geçtiklerinden, ne beklenmedik şeylerle karşılaşmaları, ne imkânsızlıklar, ne de yollarını kesen çeşit çeşit tehlikeler kat'iyen onları şaşırtamaz ve davâları hakkında şüpheye düşüremez. Her tehlikenin bir gün mutlaka ortadan kalkacağı, yolların açılıp imkânsızlıkları imkânların takip edeceği inancıyla, hep azimli ve kararlıdırlar.
Bu itibarladır ki onlar; en ümit kırıcı hâdiseler, en karanlık şartlar içinde dahi, bedbînliğe, karamsarlığa düşmez; geçilmez gibi görünen engelleri şimşek hızıyla aşar ve soluk soluğa hedeflerine koşarlar.
Çevrelerinde olup biten şeylere karşı daima tetikte ve alabildiğine hassastırlar. Hele bu şeyler, onların düşünce dünyaları ile alâkalı ise... İçinde yaşadıkları toplumla öylesine kaynaşmış ve bütünleşmişlerdir ki; yolunu şaşıran bir fert, istikameti bozulan bir aile, cemiyeti ayakta tutan umdelerden birinin hırpalanması onları günlerce inletir ve uykusuz bırakır...
Umursamazlık, onların en nefret ettiği şeydir. Toplumun her kesimine ait dert ve sıkıntıları, sinelerine saplanmış bir hançer gibi hisseder ve iki büklüm olurlar. Yüreklerinin ızdırapla çarptığı, beyin sancısıyla şakaklarının zonk zonk zonkladığı nice geceler vardır ki, yığınlar içinde bulunmalarına rağmen, onlar yine yapayalnızdırlar.
Onların dünyasında geceler hep hasretle gelir ve bir ömür kadar da uzar gider. Ne var ki, bunu da sadece onlar duyar ve onlar yaşarlar.
Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkıt ne bilir,
Mübtelâ-yı gama sor ki geceler kaç saat?' (Bâkî)
İnsan herhangi bir ideale, inandığı ölçüde gönül verir ve alâkadar olur. Alâkadarlığı nispetinde de yer yer sevinç, zaman zaman da ızdırap duyar. Bu ölçüye göre, bağlı bulunduğu da'vâ uğrunda bütün bir gün ve haftasını, ay ve senesini hatta, senelerini verenler olabileceği gibi, onu varlığının gayesi bilip dünya ve ukbâsını fedâ edenler de vardır. Öyleleri vardır ki, saçları adedince başları bulunsa, da'vâsı uğrunda her gün birini isteseler, tereddüt etmeden verir; verir de minnet bile eylemez... İnsanlığın iftihar tablosu, bu hususta o kadar hızlı ve o denli ileri idi ki, Yüce Yaratıcı, hem senâ hem de ta'dîl makamında O'na şöyle diyordu 'Demek bu söze inanmıyorlar diye onların peşine düşüp kendini helâk edeceksin!'
Ve bu eşsiz fıtratın arkasında, daha bir sürü başyüce, bütün hayatları boyunca hep ızdırap düşünmüş, ızdırap soluklamış, ızdırapla eğilmiş, ızdırapla doğrulmuşlardır. Bir bakıma onların çektikleri, büyüklükleriyle mepsuten mütenâsip (doğru orantılı) olmuş; çektikçe yükselmiş, yükseldikçe çekmiş ve her türlü kötülüklerden arınarak birer semavî bilinmez haline gelmişlerdir. Evet, Hakk yolunda, millet yolunda çekilen sıkıntılar kadar insanı günahlardan arındıran, ulvîleştiren ikinci bir şey daha yok gibidir. 'Günahlar içinde öyle günahlar vardır ki; namaz, oruç gibi ibadetler değil de, geçim yolundaki sıkıntı ve maişet derdi onlara kefaret olur.' Ya içinde yaşadığımız toplumu kurtarma gayreti ve bu uğurda çekilen sıkıntılar..!
Bugün bizim, şuna-buna değil; (Benim milletimin maddî-manevî mutluluğu için cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım) diyenlere... Şahsî menfaat ve bencillikleri bir tarafa iterek Hakk ve millet yolunda fani olanlara... Toplumun ızdıraplarıyla kıvrım kıvrım kıvranıp, hep inilti kovalayanlara... Elinde ilim meşalesi, her yerde bir çırağ tutuşturup cehalet ve görgüsüzlüklerle mücâdele edenlere.. üstün bir inanç ve azimle, dökülüp yolda kalanların imdadına koşanlara.. mâruz kaldıkları zorluklar karşısında isyan etmeden, ümitsizliğe düşmeden bir küheylan gibi yoluna devam edenlere.. yaşama arzusunu unutarak yaşatma zevkiyle şahlanan babayiğitlere ihtiyacımız var..!
Sızıntı, Şubat 1985, Cilt 7, Sayı 73
.
Izdıraplı Nesiller ve Ufuktaki Işık
Yıllardır buhurdanlık gibi tütüp duran sînelerimizde birer inilti, dudaklarımızda birer çığlık hâline gelen senin ızdırap ve acılarınla, yine senin imdâdına koşmak istedik. Çevremizde sis ve duman, önümüzde ardarda mânialar; hissiyatımız sarsık, ruhlarımız yaralı; yer yer aksak karıncalar gibi sekerek, zaman zaman yanıp kül oluncaya kadar ateşin etrâfında pervaz eden kelebekler gibi uçarak senin gurbet ve senin yalnızlığın için çırpınıp durduk.
Ne kadar kalbinin feryatlarına kulak verebildik, ne kadar sinelerimizdeki çığlıkları ruhuna duyurabildik bilemeyiz, ama; hakîkat olan bir şey varsa o da, seni tam anlayamamanın ızdırâbı, kendi hazlarımızı unutup sana yâr-ı vefâdar olamamanın hüzün ve azâbı gündüzlerimizi gece, gecelerimizi de karanlık karanlık üstüne kabir hayatına çevirdi.
Etrafımızı görüp sezdiğimizden bu yana gözlerimizde Mecnun'un hicran ve hasreti, gönüllerimizde Yakub'un hüzün ve derdi, dillerimizde Kerbelâ türküleri kendimizi bu dertliler yolunda bulduk ve o gün-bu gün ızdırap içinde kaynaya kaynaya bir hâl olduk. Senin ızdırâbın, benim ızdırâbım, insanımızın ızdırâbı ve topyekün bizim dünyâ, bizim âlemimizin ızdırâbı... Doğrusu bu hâle getirilmiş bir dünyada sana ve bana başkası da yaraşmazdı ya!
Sen ve ben, mâzisi kartallar gibi hep zirvelerde geçmiş şanlı bir milletin, cihâna medeniyet muallimliği yapmış muhteşem bir devletin, hasım ve hâin bir dünyanın hiç dinme bilmeyen kin ve nefretleriyle, tarihten silinip gideceği korku ve endişesini vicdanlarımızda duyup kaç defa içimiz burkuldu, kaç defa bu muhteşem millet gemisi, asırlardan beri yolunu kesen ölüm girdaplarından herhangi birine takılıp gideceği telâşıyla iki büklüm olduk...
Dünyanın dört bir yanına ışıkla beraber ürpertiler de salan ve koca yeryüzünü hükümranlığına kâfi bulmayan dev bir milletin, birdenbire sarsılıp altüst olacak hâle gelmesi; bir zamanlar kendinden korkup tir tir titreyen devletler karşısında aynı zilletle boyun büküp temennâ durması ve yüksek kalelerin yüksek burçlarında bayraklaşan, çelik yürek ve çelik irâdelerin, eski kapıkulları önünde ric'at ric'at üstüne geriye çekilip durması karşısında, yapacak başka bir şey de olamazdı sanırım.
Ah, nerede o zafer sancaklarını yüksek burçlara dikip göklere selâm duran polat ruhlar! Nerede o eşya ve hâdiselere sözlerini dinletip engin zevk ve zekâlarıyla çevrelerini cennetlere çevirenler! Nerede yeryüzünün vârisleri olma şuuruyla, dünyalarına kazandırdıkları bambaşka renk ve ışık tayfları arasında ötelerle içli-dışlı olup binbir râyiha içinde yaşama zevkini idrâk edenler! Nerede o çalışmayla mutluluk, mücâdeleyle haz arasında kurdukları köprülerle milletlerini rüyalarda gezdirenler!?
İnançsızlığın, ahlâksızlığın, vatansızlığın ve milliyetsizliğin birer sârî illet gibi dünyayı sardığı, iftirâk, bağnazlık ve Hakka hürmetsizliğin ruhları esir ettiği bir dönemde, sizin aydınlık dünyalarınızı hatırlamamak mümkün mü? Hele bir zamanlar, aynı hastalıklarla yurtlarından, yuvalarından edilen ve bugün boyunlarında tasmalar, ayaklarında zincirler, kulaklarında zâlimlerin hayhuyu ve tepelerinde müstebitlerin yumrukları sağa-sola itilip kakılan vatansız ve bayraksız yığınları düşündükçe hasretle yanmamak, ürpermemek kâbil mi?
Evet, bir baştan bir başa dünyamızın dört bir yanında hârap iller, yıkılmış hânumanlar, mezar taşlarına rahmet okutturan cansız cesetler, hasımlarının akla hayale gelmedik hokkabazlığı karşısında apışıp kalmış irfansız ruhlar, simsiyah bir atmosfer içerisinde yaşayan derbeder, perişan ve câhil kitleler, o tertemiz ikliminizden gelecek ışık ve diriltici soluklara su kadar, hava kadar muhtaçtırlar. Ve ancak bu sayede dirilip kendilerini bulacaklardır. Evet, bu sâyede mutlaka bir gün uyanıp kendilerine geleceklerine, silkinip ufuklarını saran kanlı kâbuslardan sıyrılacaklarına inanç ve ümidimiz tamdır. Ve hele, şafakların şafakları kovaladığı, millet içinde millete hizmet düşüncesinin yeniden canlandığı, menfaat düşüncesi, makam sevgisi ve şöhret hissi gibi insanı alçaltan kötü duygu ve tutkuların yerlerini, hasbîlik ve diğergâmlık gibi yüksek hislerin almaya başladığı, zevk düşkünlüğü ve istikbal endişesiyle sarsık ruhlara bedel, hemen her yerde yiğitlik ve civanmertlik soluklayan kimselerin hissedildiği şu günlerde, daha da inançlı ve ümitliyiz. Hatta bu çaplı ve çalımlı hamlelerin, geleceğin içtimâî coğrafyasında meydana getireceği silinmez izleri bugünden seziyor ve görüyor gibiyiz.
Ne var ki, o mutlu yarınların gelmesi için yine de, maddî-mânevî hiçbir şey beklemeden, dünyevî-uhrevî hiç bir sevdâya kapılmadan (Yol bu, devran bu!) deyip sarsılmadan hak bildikleri yolda yürüyen kara sevdâlılara ihtiyaç olacağı da hatırdan bir lahza çıkarılmamalıdır.
Sızıntı, Ocak 1986, Cilt 7, Sayı 84
.
Bugüne kadar yeryüzünde, hemen her devirde, değişik çap ve buutlarda kargaşalar meydana gelmiş, kargaşaları kargaşalar takip etmiş, dağlar cesâmetinde çalkantılar olmuş; insanlık defaatle sarsılıp defaatle ümitsizlik ve hayal kırıklığına uğramış.. bu vahşetzâra geldiğine elli defa pişmanlık duymuş ve inlemiştir. -Bilmem ki gelmemesi elinde miydi..!- Sonra da çalkantılar dinmiş, her yanda peşipeşine baharlar sökün etmeye başlamış ve acı günler bütünüyle unutulup onların yerlerini sevinç ve neş'e günleri almıştır.
Çağımızın insanı bu kargaşa ve çalkantıların en amansızlarına, en vahşî olanlarına, en seri yayılanlarına şahit oldu. Zannederim, yeryüzü bugüne kadar hiçbir devirde bu kadar cinnete şahit olmamıştır. Bernard Shaw'un da dediği gibi, 'eğer diğer gezegenlerde bizim gibi canlılar varsa, dünyamızı mutlaka bir tımarhâne şeklinde görüyorlardır.' Evet, günümüzün insanı, emsâli görülmedik bunalımlar içindedir ve bu hâliyle de o, daha çok delilere benzemektedir. Tabii dünyamız da deliler diyarına...
Bu yüzyıla kadar insanlık, yeryüzündeki hâdiseleri hep mevzii olarak tanıdı. Bu îtibarla da, sağda-solda cereyan eden harpler-darpler onu ne fazla ilgilendirdi ne de endişelendirdi. Oysa ki bugün, mesâfe ve sınırlar o kadar daralmıştır ki, dünyanın en ücra köşesinde cereyan eden herhangi bir hâdise, hemen her yerde derinden derine kendisini hissettirmekte, dolayısıyla da ruhlarda ya huzursuzluk ve endişe veya emniyet ve sevinç meydana getirmektedir.
Ne var ki bizler, bütün iyilikseverlerin samimi gayretlerine rağmen, hep huzursuzluk ve endişe veren hâdiselere şahit olduk. Kalp ve kafa bütünlüğünü temsil edecek olan yeryüzünün gerçek sahipleri gelip insanlığın kaderine hükmedecekleri güne kadar da, bütün bu huzursuzluk ve endişeler devam edeceğe benzer. Bundan dolayı da, dünya üzerinde olup biten her şeyin insanlık yararına ve onun maddî-manevî saadeti adına değerlendirilip, şekillendirilebilmesi için, bundan sonraki nesillerin de bir hayli uğraşması icap edecektir.
Bütün bunlara bakarak, insanlığın yeniden kendini idrak edip özüyle bütünleşmesini ütopik, hatta bütün bütün imkânsız görenler çıkabilir. Ne var ki, bizler bunu, en ümitsiz dönemlerde dahi hep mümkün görmüş ve beklemişizdir. Ve hele, kargaşa ve huzursuzluğun ma'şerî vicdanda meydana getirdiği araştırma hissi, duyarlılık ve şuurlanma sayesinde, daha da inancımız kuvvetlendi ve pekişti. Öyle inanıyoruz ki, çok yakın bir gelecekte bütün insanlık, tarihî yanılmaların kurbanı olan bir kısım yüksek değerleri mutlaka arayıp bulacak ve onlara sahip çıkacaktır. Kaldı ki o, kendini böyle bir araştırmaya sevk edecek, özündeki aslî cevheri hiçbir zaman unutmadı ve unutma niyetinde değildir. Tarihin çeşitli devirlerinde ve bugün, her çeşit altüst olmalara, en köklü değişmelere rağmen, değişmeyen; değişmek şöyle dursun her yeni hâdiseyle ağırlığını daha da hissettiren Allah inancı, daima insanlığın en birinci meselesi ve solmayan, eskimeyen en diri düşüncesi olmuştur. İnsanoğlunu başka yanlara çekmek isteyen akımlar, onu inanç cevherinden uzaklaştırmak isteyen faktörler ne kadar güçlü olursa olsun, onun nazarında inanç vakası her zaman ruznâmenin birinci maddesini teşkil edecek ve bu husus zamanla daha da ehemmiyet kazanacaktır.
Hıristiyanlık dünyasında her geçen gün kiliselere rağbetin biraz daha artması, belli bir aralıktan sonra İslâm dünyasında câmilerin yeniden dolup taşması, üzerinde durup düşünülmesi icap eden çok önemli hususlardandır. Bugüne kadar, yüzlerce imparatorlukla beraber yüzlerce tâcdâr yıkılıp gitmiş; Sezar'lar, İskender'ler, Napolyon'lar unutulup hâfızalardan silinmişlerdir; ama insanların sînelerindeki iman cevheri, tâzeliğinden hiçbir şey kaybetmeden çağları aşarak, günümüze kadar sürüp gelmiştir.
Bugün bir kısım kimselerce, inanç gücünün zayıf ve inanan insanların da sığ olduğu iddia edilse bile, az bir araştırma ve küçük bir gayretle, bunun bir aldanma ve aldatma olduğu hemen anlaşılacaktır. Bir kere, bütün resmî istatistikler, her geçen gün, inanan insanların sayısının daha da arttığını göstermektedir. Bilhassa Müslümanlar arasındaki kemmî ve keyfî derinleşme ve çoğalma, daha şimdiden bir kısım inançsız kimseleri telaşlandırmaya başlamıştır. Pekin'den Moskova'ya, oradan da bir kısım Balkan ülkelerine kadar, inanan kimselere yapılan baskıların altında bu endişenin tohumları yatmaktadır. Ne var ki, yapılan şeyler boş ve gösterilen gayretler de beyhûdedir. Zira;
'Hakk tecelli eyleyince her işi âsân eder;
Halkeder esbâbını bir lahzada ihsân eder.'
İnanç, beşer fıtratının gereği ve onun tabiatının en önemli bir parçası ise -ki; öyledir- bir gün mutlaka ilhad ve inkârın gayrı tabii bütün kuvvetlerini bozguna uğratacaktır. Nasıl olmasın ki, iman sinelerde Hakk'ın yaktığı bir meşaledir ve onu teyit eden de yine Hak'tır.
Takdîr-i Hudâ kuvve-i bâzû ile dönmez
Bir şem'a ki Mevlâ yaka üflemekle sönmez..!
Bundan milyonlarca yıl önce de, her şey kudret ve irâde meşcereliğinde âdeta bir kaostu: Bir yanda dev kaynamalar, hiddetle etrafa lav yağdıran yanardağlar; diğer yanda da nârinlerden nârin minik bir protoplazma, küçücük bir sürüngen ve cılız bir bitki.. hiç beklenmedik bir anda birdenbire maratonu, kimsenin değer vermediği bu zayıflardan zayıf varlıklar kazanmış ve 'Natürel seleksiyona' rağmen, bunlar, yeryüzünün kaderine hâkim olmuşlardı.
Bu ilk ürpertici fizîkî hâdiseler karşısında, her şey insanın eşyâ ve hâdiselere hükmetmesiyle noktalandığı gibi, tarihin çeşitli devirlerinde, binbir kargaşa ve anarşinin alıp yürümesine karşılık da yine her kavganın insânî ruhun zaferiyle sonuçlandığını görmekteyiz.
Evet, yıllarca Avrupa'nın altını üstüne getiren çeşitli kaynaşmalar, bilhassa Fransa ve Amerika ihtilâlleri gibi nice insanın canına kıymakla neticelenen en hunharca hareketlerle dahi bir kısım güzel neticeler elde edilmiştir. İnsanlığın mutluluğu adına meydana gelen bu sürpriz neticeleri, o günün insanları göremezdi. Göremediklerinden dolayı da yaşadıkları çağa 'tefessüh etmiş yıllar' nazarıyla bakmışlardı. Ama bizler bugün, o fırtınalı çağların arkasındaki güzel neticeleri görüyor ve onların yanıldıklarına hükmediyoruz.
Günümüzün insanlarının da, inanç ve cesaretlerini yitirmedikleri takdirde, bir baştan bir başa bütün dünyayı saran kargaşa ve huzursuzluğu yenecekleri ümidini beslemekteyiz. Aslında dünden bugüne hep, en bunalımlı dönemleri, en huzurlu dönemler tâkip etmiş, kaoslar nizamları doğurmuş ve aydınlıklar zulmet zulmet üstüne karanlıkları kovalamıştır. Toplumlar, tam kimliksiz ve kaba bir kitle hissini verdiği aynı anda, üstün vasıflı, çelik irâdeli, düşüncesi aydın birisi çıkmış ve onlara insanlığa giden yolları göstermiştir. İlk plânda belki onunla alay edilmiş, düşüncelerine karşı çıkılmıştır ama, neticede koca kitleler onun mayasıyla mayalanmış, onunla bütünleşmiş ve onun sayesinde apayrı bir varlığa ulaşmışlardır...
İşte bu kuşağın en kutsileri nebîler ve onların takipçileri..! İşte Copernic ve Galile, işte Edison ve Einsteinler..! Hemen hepsi de 'redd ü inkârın' en akıl almazına mâruz kalmışlardır, ama, zamanın tefsiriyle, bütün hasımlarına rağmen bir hamlede sıçrayıp zirveleri tutmuşlardır.
Dünya kuruldu kurulalı bu, hiç değişmeden hep böyle cereyan etmiştir ve bugün için de aynı şeyler bahis mevzuudur. Elverir ki, günümüzün insanı da inanç ve düşüncede kendini yenilemesini bilsin, gelip geçen hadiseler karşısında ümidini yitirmesin, maddî-manevî, içtimâî-iktisâdî krizlere gereğinden fazla ehemmiyet vermesin ve önünü kesen dev vak'alardan ürküp paniğe kapılmasın..!
Sızıntı, Aralık 1986, Cilt 8, Sayı 95
.
Hayatın her lahzası yeni yeni hazineler elde edebilmek için bir kısım fırsatlardan ibarettir. Bu fırsatları değerlendirerek aydınlıkta yaşamak veya onları fevt ederek karanlıkta kalmak insanoğlunu şereflendirme noktasında ona bırakılmıştır.
En başta hayatın kendisi de, insanoğluna bahşedilen büyük nimetlerden biridir. Hayata gelmek veya gelmemek, insanî hüviyete varlığa ermek veya ermemek elimizde değildir ama; onu değerlendirmek ve bu sihirli nimetlerle iki âlemin mutluluğunu elde etmek iradelerimize bağışlanmış ilâhî bir armağandır.
Hayat ve hayatla alâkalı diğer fakülteleri, Yaratıcı'nın kanun ve prensipleri çerçevesinde fethetmek, onları tanımak ve sahip çıkmak, bizler için yüce birer vazifedir. İnsan bütün meleke ve istidatlarıyla yontulmamış bir mermere benzer. Heykeltraş, hayâlindeki plâna göre mermeri kesip, biçip şekillendirdiği gibi, insanoğlu da kendi ruhunun heykeltraşı olarak eline verilen programa göre, ona ikinci bir varlık kazandırıp, vicdanındaki sırrı onun simâsına nakşedebilir. Elverir ki o, kâinat kitabına denk ve yüce hakikatin şuurlu bir aynası olan, vicdânının derinliklerindeki sırlı yazıları okuyabilsin ve yüksek bir himmetle, hep, en iyiyi, en güzeli takipten geri kalmasın: Kısa ve geçici muvaffakiyetler yerine yüksek ideâlleri tahakkuk ettirmeye gayret göstersin; küçük hedefler yerine, büyük maksatlar arkasında koşsun; basit düşüncelere kapılacağına, şakaklarını zonklatacak derin fikirlerle meşgul olsun; gelişigüzel şeyleri mütâlâa edeceğine, bu dünyayı ve öteleri hazırlayacak, ruhunu olgunlaştıracak ciddî eserler okusun...
Yüksek mefkûrelere gönül verememiş; kendini ulvî gayelere göre ayarlayamamış; basit düşüncelerin karanlık ve zıtlarla dolu atmosferinden çıkamamış; görüp duyduğu, okuyup düşündüğü şeylerle yeniliklere ulaşamamış ve insanlara karşı içindeki iştiyak ve sevgi ateşini körükleyip coşturamamış ham ruhlar, hayatta olsalar dahi yaşamış sayılmazlar.
İnsanoğlu, Yüce Yaratıcı'nın halifesi olarak büyük işler başarmak ve değerli eserler ortaya koymak için dünyaya gönderilmiştir. O, bu mükellefiyetin şuurunda ise, eşya ve hâdiselerin içine girecek, onlara müdahale edecek, her gün başka terkip ve başka tahlillerle, yeni yeni sanat eserleri ortaya koyacak.. bütün bunları yaparken de her lahza, irâdesinin simasında Hakk'ın sonsuz irade ve kuvvetini sezecek ve şükranla iki büklüm olacaktır.
Bu yüce vazifeleri görebilmesi için gerekli olan şeyler ise, ona çok önceden verilmiştir. İnsanlığa yükselmek için irade ve heyecan; kâinat ve içindekileri tanıyıp sevmek için merak ve güzellik aşkı; dürüstlük ve adâlet için vicdan; varlığa alâka duymak için kalb; bu lütûfları yerinde kullanma ve belli bir ölçüde, iyiyi kötüden ayırdedebilmek için akıl; nihayet, bütün bu işleri yanılmadan, arızasız görebilmek için de vahyin aydınlatıcı tayflarıyla pırıl pırıl bir atmosfer...
Maddî-mânevî bu kadar lütûflarla şereflendirilerek dünyaya gönderilen insan, mahlûkat içinde eşi menendi olmayan bir varlıktır. Ne var ki o, Yaratıcı'nın bu armağanlarını değerlendiremediği zaman, O'nun halifesi olmak şöyle dursun, aşağıların aşağısına yuvarlanıp sefillerden bir sefil haline gelecektir.
Bu zâviyeden, hayatın birinci faslı bir lütuf ve ihsan, ikinci safhası ise, irâde, plân ve Hakk'ın emirleri karşısında hassasiyetle üzerinde durulup işlenecek bir harman mesabesindedir. Evet, önceden bize verilenleri, irâde şuur ve mükellefiyetlerimizle değerlendirerek, hayatımızı zenginleştirmemiz, fazilet ve Hakk'ın hoşnutluğuyla ona ölümsüzlük kazandırmamız, zamanın bereketli ve canlı akışı içinde onu yeni buudlara ulaştırmamız her zaman mümkündür.
Her türlü muvaffakiyet, o yolda gerekli olan prensipleri iyiden iyiye bilip ona göre hareket eden, devrinin şartlarını idrâkla hesaplı davranan ve çalışmalarını ara vermeden sürdüren talihliler için bahis mevzûu olsa bile, görgüsüz, bilgisiz, aceleci, hele hele kendi devrini yaşamayan kimselerin onu elde etmelerine imkân yoktur.
Her günü, yeni bir bahar sayarak durmadan çevreye tohum saçanlar, ve her fecri, feyizli, bereketli bir hazîne kapısı bilerek Hakk'ın ilk ihsanlarını değerlendirip o kapıyı açmaya çalışanlar, hayatlarını yediveren bir başak haline getirir ve ruhlarıyla ölümsüzlüğe ererler.
Sızıntı, Kasım 1984, Cilt 6, Sayı 70
.
Medeniyet veya Mefhum Kargaşası
Eskilerce medeniyet; köy, kasaba, şehir nerede olursa olsun, insanî duygu ve düşünce etrafında toplanmış ruhların, insan olmalarını idrâk şuuruyla bir arada yaşamaları şeklinde tarif edilirdi. Mâhiyet itibariyle medenileşmeye müsait olarak yaratılan insanoğlu, varlığa erdiği günden bu yana, bir ölçüde hep medenî olabilmiş ise de, onun gerçek mânâda medenileşmesi, duygu, düşünce, his ve irâde gücüyle kendini gösterdiği anlara rastlar. Vâkıa onu, sanayideki baş döndürücü muvaffakiyetleri, teknik ve teknolojik sahalardaki yenilikleri; trenleri, transatlantikleri, tayyâre ve feza gemileri; büyük şehir, geniş cadde ve yüksek binaları; barajları, dev platformları, rafinerileri ve nükleer santralleriyle medenî görmek isteyenler de olacaktır, ama; bu hususlar, insanın insânî duygu ve düşüncesiyle bütünleştiği ölçüde, onun müreffeh yaşamasına birer vâsıta olsalar bile kat'iyen medeniyet esasları sayılamazlar.
Eskilerce medeniyet; köy, kasaba, şehir nerede olursa olsun, insanî duygu ve düşünce etrafında toplanmış ruhların, insan olmalarını idrâk şuuruyla bir arada yaşamaları şeklinde tarif edilirdi. Mâhiyet itibariyle medenileşmeye müsait olarak yaratılan insanoğlu, varlığa erdiği günden bu yana, bir ölçüde hep medenî olabilmiş ise de, onun gerçek mânâda medenileşmesi, duygu, düşünce, his ve irâde gücüyle kendini gösterdiği anlara rastlar. Vâkıa onu, sanayideki baş döndürücü muvaffakiyetleri, teknik ve teknolojik sahalardaki yenilikleri; trenleri, transatlantikleri, tayyâre ve feza gemileri; büyük şehir, geniş cadde ve yüksek binaları; barajları, dev platformları, rafinerileri ve nükleer santralleriyle medenî görmek isteyenler de olacaktır, ama; bu hususlar, insanın insânî duygu ve düşüncesiyle bütünleştiği ölçüde, onun müreffeh yaşamasına birer vâsıta olsalar bile kat'iyen medeniyet esasları sayılamazlar.
Evet, geniş imkân ve modern vâsıtalarla hayatın çehresi değişebilir, yaşama modernize edilmiş sayılabilir; ancak, bütün bunlarla insanın medenîleştiği söylenemez. Medeniyet, insan istidât ve kabiliyetlerinin gelişmesine müsâit bir iklim ve atmosfer; medenî insan da, o vasatta, duygu ve düşüncesi itibâriyle inkişâf edip gelişen ve geliştirdiği yüksek duygularıyla toplumun emrine giren insandır.
Bu itibarladır ki, o ruhî ve zihnî bir vak'a olarak; zenginlik, lüks, saray ve apartman gibi cismânî refah unsurlarında; istihsâl ve istihlak gibi bedenî duygu gayyâlarında aranmamalı, belki, görüş tarzı, düşünce sistemi gibi zihnî vakalarda aranmalıdır.
Dünden bugüne bir kısım kimseler, medeniyeti, refaha hizmet eden vasıtaların bolluk ve modernleştirilmesinde aramış ve medenileşme adına kitlelere hep bu noktayı göstermişlerdir. Zâyi edilen bunca zaman ve arkada bırakılan koskoca bir 'ömr-ü heder'den sonra olsun o, ruhta, ruhun tekâmülünde ve insanın kendini yenilemesinde aranmalı değil miydi? Sözün özü, medeniyet alınıp başa geçirilecek bir urba olmadığını idrâkla zaman-şartlar-insan üçlüsü içinde ele alınıp aheste aheste, şartlar kollanarak ve insanın gelişmesi için gerekli olan zaman hesaba katılarak, aklî ve mantıkî bir çizgide ideâlize edilmeli ve yığınlar aldatılmamalıydı..!
Medeniyet başka, modernleşme başkadır. Birincisinde insan; görüşleri, düşünce tarzı, insanî yanlarıyla; ikincisinde ise, bedenî hazları, yaşama vâsıta ve imkânlarıyla değişip yenilenmektedir.
Ne var ki, mefhum kargaşasıyla yanıltılmış nesiller; isim ve mefhumları yanlış kullana kullana, önce ifâde ve düşünce tarzında yanıltılmış, sonra da çarpık ve bozuk düşüncelerin zihinlere yerleşmesiyle din, dil, millî felsefe, ahlâk ve kültürde saptırılmış ve dejenere edilmişlerdir. Teknik imkân ve modern vâsıtalara sahip olan bir kısım milletler, daha doğrusu her millet içinde yarı 'aydın'! çevreler, kendilerini medenî ve karşı tarafı da bedevî görerek medeniyet ve kültür adına tarihin affedemeyeceği en büyük günahı işlemişlerdir...
Aslında medeniyet ayrı, hayat standartlarının yükseltilmesi veya modernize edilmesi ayrı şeyler olduğu gibi, tahsilli olmakla 'aydın' olmak da birbirinden tamamen farklı şeylerdir. Ciddî bir tahsil görmediği halde aydınlıkta yaşayan çok münevverler bulunabileceği gibi, bedeviyeti sırtından atamamış dar görüşlü, dar düşünceli okumuşların sayısı da az değildir.
Mefhum kargaşası, bazen çok uzun süre nesilleri aldatabilir. Yıllarca akların kara, karaların ak kabul edildiği; zulmün, başına adalet tacını giydiği, adaletin zulme ünvan olduğu; zift ruhların aydınlık havarisi kesildiği, gerçek münevverin kapı kapı kovulduğu; ve bu yengeççe yürümenin farkına varılamadığı ülke sayısı oldukça çoktur.
Bir toplumun aydınlığa kavuşup; düşünce, tasavvur, kanaat ve ifadede kargaşadan kurtulabilmesi, hakiki mânâsıyla münevver bir kadroya sahip olmasına bağlıdır. Münevverlik, tahsilli olmakla karıştırılmamalıdır. Bir cemiyette, çeşitli ilim dallarında ihtisas yapmış insanlar, sanat ve maharet erbabı bulunabilir; ne var ki, o cemiyetin aydınlığa çıkması; fizik, kimya, matematik, hendese tahsili görmüş insanlardan daha çok, yaşadığı devri idrak içinde, kalp ve ruhun hayat ufkuna ulaşmış, irâde ve zihniyle varlığa ermiş gerçek münevver ve güçlü irâdelerle kâbildir. Ötelerden gelen esintilerle, ruhlarına mayaladıkları hakikatleri hallaç edip gönüllerinde hiç sönmez birer ışık kaynağı meydana getiren, sonra da durmadan çevrelerine mesajlar göndererek yepyeni bir topluma giden yolları açan ve aydınlatan, millî kültüre yeni buutlar kazandıran gerçek münevver ve güçlü irâdelerle...
Medeniyet ve toplum bunların eseri; bunlar da doğru düşünce, doğru inanç ve millî kültürün eseridirler.
Her yeni medeniyet, yepyeni bir aşk, yepyeni bir îman hamlesiyle ortaya çıkar. Bu aşk ve îmanın olmadığı yerde medeniyetten de eser yoktur. Bir de bu îman ve heyecanın bulunmadığı bir toplumda, istidâtların gelişmesine engel despotça müdâhaleler varsa, böyle bir iklimde, çeşitli ilim dalları sâyesinde semâlar aşılsa bile, medeniyetin varolduğu ufka ulaşılamaz ve orada medeniyetten söz edilemez. Hatta böyle bir vasatta, her nasılsa ortaya konmuş bir kısım medeniyet ürünleri dahi er-geç bozulup gitmeye ve çürüyüp yok olmaya mahkumdurlar.
Evet, bir cemiyette yığınlar inançsız, aşksız, mesuliyetsiz; kim olduklarını, nerede ve niçin yaşadıklarını bilmiyorlar ise; o cemiyet, bir baştan bir başa bütün müesseseleriyle değişse, hayat standartları fevkalâde yükseltilse, herkes giyiminde kuşamında değişip modernleşse de, medenileştiği söylenemez. Zirâ, defaatla ifâde edildiği gibi, medeniyet, zihnî ve ruhî bir vak'adır; ilim-teknik, giyim-kuşam, mobilya-lüks eşya, araba ve villâlar ile kat'iyen alâkası yoktur.
Eğer medeniyetin bunlarla alâkası olsaydı; o zaman bir insanı birkaç ayda, bir toplumu da birkaç senede medenileştirmemiz kâbil olacaktı. Heyhat!.. Bunca modernizasyondan sonra irfan hayatımız adına bir adım ilerleyemeyişimiz, taklitle medeniyet olamayacağının en açık ve en acı delîli olmuştur.
Ne gariptir ki, bir kısım 'geri kalmış ülkeler' entelijansıyası, bütün bu (olmazları) (olur) gibi göstererek geniş halk kitlelerini aldatmış ve bir kısım modernizasyon hareketlerini medeniyet hamlesi gibi göstermeye çalışmışlardır. Aslında, günümüzde müstemlekeci düşünce artıklarınca medenileşme hamlesi olarak gösterilen bütün bu oldu bittiler, çok önceleri batılı dostlarımız (!) tarafından, bizim için medeniyete giden yolları tıkamak ve gerçek medeniyet esaslarını, işlemez hâle getirmek maksadıyla ortaya atılmış; din, dil, düşünce tarzı darbelenerek, bunların yerine nesepsiz bir zihniyet ve anlayış ikâme edilmek istenmişti. Onların bu mevzuda, bizzat muvaffak olup olmadıklarının münakaşası bir yana, dışlaşan içtekiler, onların arzu edip de yapamadıkları her şeyi -hem de millî reaksiyonlara sebebiyet vermeyecek şekilde- o kadar mükemmel yaptılar ki, yüz haçlı ordusuyla bu mükemmeliyette yapılamazdı!..
Ne var ki, son birkaç sene içinde, milletin millî ruh etrafında kümelenmesi ve kendi medeniyetini tesis istikâmetinde son bir-iki asrın en çaplı ve çalımlı hareketini ortaya koyması, batı ile beraber bizdeki müstağriplerin de plân ve düşüncelerini alt-üst etmiştir. Bundan öte, omuzunda geleceği bayraklaştıracak nesillere, güçlü bir inanç, bitmeyen bir azim, tersyüz edilmeyen bir irâdeyle bu işi devam ettirip kendi medeniyetlerini korumak kalıyor.
Sızıntı, Ağustos 1985, Cilt 7, Sayı 79
.
Millî Düşüncenin Gurbet Yılları
Bugüne gelinceye kadar millî mefkûre ve târihî değerlerin bu kadar garip kaldığını hatırlamak mümkün değildir. Müntesiplerinin cehalet ve iradesizliği, hasımlarının azim ve cüreti karşısında gurbetlerin en acısına marûz bırakılan koskoca bir târihî da'va, kim bilir daha ne kadar zaman bu yalnızlığını yaşayacak..?
Yıllar yılı cehalet ve aczini aşamayan bu dünya ve onun uyur-gezer insanları, fevkalâde azimli, fevkalâde mütecaviz ve alabildiğine şer bir dünya karşısında, defaatla nakavt edilmiş olmasına rağmen, büyük bir kısmı itibariyle, bir kerecik olsun gerilime geçemedi, kendini yenileyip kendi asrı ile hesaplaşamadı ve çağını hep gerilerden takip edip durdu. Ara sıra toparlanıp kendine gelmeye çalıştığı görüldü ise de, bir düzine karanlık ruh, karanlık düşünce ve karanlık beyanların 'irtica, çağdışı' yaygaraları karşısında sindi ve fermuarını başına çekerek yeniden derin uykulara daldı.
Evet, işte bir tarafta, örfüne, an'anesine, mukaddes değerlerine bağlı, fakat büyük ölçüde okumayan, düşünmeyen, şayet bir problemi olursa ona harikalar kuşağında çözüm bekleyen ve sürekli olarak hasımlarının oyun ve gözbağcılığına gelen saflardan saf bu sadedil insanlar, diğer tarafta yabancılaşmayı 'çağdaşlık' ve 'medeniyet' sayan mukaddes değerlerini tezyiften geri kalmayan, bir çırpıda bütün geçmişini inkâr edebilen ve kendi dünyasına aid hiçbir şeyi bilmeyen, hatta bilmediğini de bilmeyen.. dînî duygu ve dînî düşünceye karşı fevkalâde mütecaviz; garpçılığı sırf bir taklit, kendi dünyasından nefreti bir aşağılık duygusu.. hâsılı;
'Şark'a bakmaz, garbı bilmez görgüden yok vâyesi, [1]
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi'
kimliksiz bir yığın...
Birincilerin, arzu edildiği ölçüde faydalı oldukları iddia edilmese bile, hüsn-ü niyetli ve zararsız olduklarında şüphe yoktur. Ya ikinciler öyle mi? Bunlar tamamen, hasım dünyanın söz ve fikirleriyle oturur kalkar, onların kin ve nefretlerine tercüman olur, onların düşüncelerine şerhler, hâşiyeler yapmaya çalışır ve eski şerhçileri, haşiyecileri tenkit ettikleri aynı noktada, batıl hezeyanların yorum ve izahlarıyla çürüyüp giderler.
Bunlardır ki kitap, gazete, mecmua, panel ve açık oturum gibi şeylerle efkâr-ı âmme yapmasını, meşruları gayr-ı meşrû, gayr-ı meşrûları da meşrû göstermesini çok iyi bilirler. İsterlerse, hiç yoktan sun'i kıyametler kopararak cemiyyeti tedirgin ve yığınları da birbirine düşürebilirler. Ve yine bunlar, din ve dince mukaddes sayılan şeyleri tahripten bir lahza geri kalmaz; yerinde mâzi ve tarihi karalayarak, nesilleri özlerinden uzaklaştırır, yerinde ilericilik adına ülke ve insanımıza bütün bütün zararlı her şeye vize vererek, yığınları yabancı düşüncelerle şaşkına çevirir, yerinde de bütün ahlâkî prensipleri hiçe sayıp kitleleri zabt u rabt altına alan tarih kadar eski bütün beşerî disiplinleri yerle bir eder ve anarşiye davetiyeler çıkarırlar. Bunlar ve bunların elinde kimliksizleşen bilgisiz nesiller, zamanla birbirinin kurdu hâline gelir ve ülke bir baştan bir başa kanlı bir arenaya döner.
Tabii bu arada, geçmişine saygılı, yarınını kavrama peşinde ve çağıyla hesaplaşmaya hazırlanan aydınlık ruhları beşinci kol, 'mürteci' gibi yaftalarla karalayıp toplum dışı bırakmayı, ürkütüp kaçırmayı ve onlarda, sahip çıktıkları cihan paha değerlere taraftar olmanın ayıp olduğu hissini uyararak, koskoca bir târihi mirası hâmîsiz, müdâfisiz bırakmayı da ihmâl etmezler.
Her gün, her hafta, dünyanın kaç yerinde ve bilmem hangi mel'anet yuvalarında üretilen binbir yalan, tezvir, iftira ve isnatlarla vatan evladının, birbirine karşı kin ve nefretlerini bileyerek, onları hep hınçlı ve gerilim içinde tutmaya çalışırlar.
Bütün bunları, ilhâd cephesinin tahripçi olmasında, onun profesyonel şirretliklerinde, oyunlarını hasım dünyanın plân, düşünce ve imkânlarından istifâde ederek çok iyi oynamasında aramak uygun görülse bile, yıllar yılı bilgisiz ve görgüsüz kalmaya mahkûm edilmiş, her fırsatta sindirilmiş, değişik oyunlara getirilerek hep safdışı bırakılmış ve bir türlü kalp-kafa bütünlüğüne erme imkânını elde edememiş vatanperver kesimin, gerektiği kadar tarih şuuruna ve mesûliyet duygusuna sahip bulunamamasında aramak daha muvafık olacaktır.
Ah şanlı talihsiz, muhteşem bahtsız ülkem! Bir zamanlar 'Hürriyet, müsâvaat, adâlet' teranesini dilinden düşürmeyenlerin elinde hırpalanıp durdun. Bir başka zaman yabancılarla elele, omuz omuza milleti bölüp ülkeyi sağa sola peşkeş çeken karbonarilerin maceralarıyla.. bir diğer zaman da hasım dünyanın bütün nefret ve tiksintilerine rağmen, ille de onunla zifafa koşan kimliksiz bir gürûhun hevâ ve hevesleriyle..!
Sen ne zaman duygu ve düşüncede dirilerek dostlarını sevinç ve gıptaya, düşmanlarını da infial ve öfkeye sevk edeceksin? Ne zaman o muhteşem yerini alarak târihî fonksiyonlarını kusursuz yerine getireceksin..?
Sızıntı, Nisan 1987, Cilt 9, Sayı 99
.
Bir millet, dünüyle içli-dışlı olduğu, hassâsiyetle özünü koruduğu sürece, yarınlarını teminat altına almış ve varlığını en sağlam temeller üzerine oturtmuş sayılır. Geçmişini görmemezlikten gelip dününü bütün bütün unuttuğu, ruh kökünden uzaklaşıp özüne yabancılaştığı sürece de, her esen rüzgârla yer değiştiren çer-çöp gibi savrulup durur ve kat'iyyen istikbâl vâdedici olamaz.
Evet bir millet, istikbâlinin emânetçileri olan genç kuşaklara, müspet ilimleri tâlim ediyor gibi, iniş ve çıkışları, tırmanış ve düşüşleriyle bütün bir geçmişlerini de öğretebiliyor; zirvelerde dolaştıkları devirleri destanlaştırarak onların aşk ve heyecanlarını kamçılayıp onlarda yeni yeni kahramanlık duygu ve düşüncelerini geliştirebiliyor; hasımlarından gördükleri ihânet, gadir ve maddî-mânevî her türlü tahrîbatı yine onların metafizik gerilimleri hesabına kullanabiliyorsa, geleceği adına müspetlerden müspet en mükemmel işi yapmış, en büyük hamlede bulunmuş ve kendi düşünce kuşağına yükseltebildiği her millet ferdine de ölümsüzlük iksirini aşılamış olur.
Milletçe, yepyeni bir 'Ba'sü ba'de'l-mevt' çırpınışı içinde bulunduğumuz şu günlerde, genç nesillere, mefkûrevî geleceğimizin yanında şanlı geçmişimiz; günümüzü idrâk kutbunda inanç, düşünce, örf ve âdetlerimiz; modern ilimlerle beraber milli kültürümüz de belletilmelidir ki; o, yaşadığı gün ve içinde bulunduğu şartların gereği olarak yapıp ortaya koyma mecbûriyetini duyduğu her yeni terkip, yeni desen ve yeni motifleriyle özüne ve kendi dünyasına karşı yabancılaşmasın, yapıp ortaya koyacağı her yeni eserini millî ruh kanaviçesine göre işleyebilsin ve kendi ruh dünyasından uzaklaşmasın...
Bu itibârladır ki, millet çapında meydana getirilmek istenen her hamle ve harekette, 'tarih şuuru' raylarına bağlılığa fevkalâde önem verilmeli ve millî kültür perspektife alınmadan herhangi bir değişikliğe gidilmemelidir. Canlılar âleminde, tür değiştirmeye ma'tuf sun'î mutasyonlar, pek çoğu itibâriyle ölümle sonuçlandığı gibi, milletlerin hayatlarındaki özden uzaklaştırıcı değişiklikler de hep o milletlerin ölümleriyle neticelenmiştir.
Bunun içindir ki, millet hayatında yapmayı plânladığımız inkılâplar, ne kadar yararlı da olsa, bu uğurda millî ruh kâtiyyen fedâ edilmemeli; aksine, millet modernize edildikçe o daha da hassasiyetle korunmalıdır. Bilhassa binbir paradoksun kol gezdiği günümüzde, tâ beşikten başlayarak; anneler, yavrularına, millî rûhu terennüm eden ninniler söylemeli; nineler masallarını ve masal kahramanlarını şanlı geçmişimizin destanlarında aramalı ; irfan yuvalarımız her vesileyle, şu muhteşem fakat tâlîsiz, şevketli fakat gadre uğramış milletimizin alabildiğine parlak ve fevvâreler gibi bulutlar arasında kendine yer aradığı dönemleri en heyecanlandırıcı üslûplarla dile getirmeli; edebi-yatımız millî ruh ve millî düşünceyi hayatın her ünitesinde, o üniteye has renk ve çizgileriyle bir dantele gibi işlemeli ve bize ait meselelerin en küçüğünü dahi irfan semâmızda bir gökkuşağı haline getirerek nesillerin nazarına arz etmeli; romanlarımız, piyeslerimiz bizim hissiyâtımıza tercüman olmalı, bizim türkülerimizi söylemeli; yediğimiz gıda, içtiğimiz su, teneffüs ettiğimiz hava, kokladığımız çiçekler bütünüyle bu ülkeye ait olmalı ve ne sûretle olursa olsun, özümüzde değişikliğe sebebiyet verecek hiçbir şeyin millî bünyemize sızmasına fırsat verilmemelidir. Vaizler kürsülerde, hatipler minberlerde, konferansçılar geniş halk kitleleri karşısında bu millet gibi düşünmeli, bu millet gibi heyecanlanmalı, bu millet gibi konuşmalı, bu millet gibi sevinmeli ve bu millet gibi tasalanmalıdırlar. Yoksa, bir tarafta hırsla gerilmiş bütün hasımlarımız, açıktan açığa bize ait her hayrı, her güzel teşebbüsü sinsi sinsi engelleyip, diğer taraftan da, yapacakları en küçük yardımları dahi, millî ruhu ipotek etmeye bağlarken, milletin geleceği adına bir şey yapmamız mümkün olmayacaktır.
Böyle olunca da bize, ruhumuzla bütünleşip kendimiz olma, kendimiz gibi düşünme, kendi ellerimizle işleyip kendi ayaklarımızla yürümeden başka çare kalmıyor.
Aslında, düne kadar, din, vatan, millet ve namusumuzun amansız düşmanı olarak tanıyıp bildiğimiz şu, düşüncelerinde kindâr, davranışlarında sahtekâr, eli yüzü kanlı mürâî çehrelerin 'ilelebed' bize yardım edeceklerine ihtimal vermek ve hele bu işi devam ettireceklerini düşünmek aldanmışlıktan başka bir şey değildir.
Evet, asırlardan beri sönme bilmeyen mel'un ihtirasların, ölmeyen kinlerin, bilhassa son günlerde yurdumuzun dört bir yanında ne hâin emeller peşinde olduklarını görüp öğrendikten sonra, bize bizden başkasından yarar gelmeyeceğine inanarak millî ruh kuşağında bütünleşmeli ve kendi dirilişimizi kendimiz hazırlamalıyız.
Kim bilir belki de, bugüne kadar bin defa, hırs ve menfaati bayraklaştırarak üzerimize at sürmüş, şu her türlü insânî duygu ve faziletten mahrum kin ve nefret dünyası da bunu beklemektedir!?
Sızıntı, Aralık 1985, Cilt 7, Sayı 83
.
Her türlü muvaffâkiyetin ilk şartı îman ve mücadele gücüdür. Gönlünü inançla donatıp, dimağını yüksek düşüncelerin meşcereliği hâline getiren kimseler, hayatın her dönemecinde ayrı bir huzur, ayrı bir hazza ererek kendilerini âdeta cennet bahçelerinde hissederler. Bu îman ve mücâdele gücünden mahrum gönüller ise, en küçük zorluklar karşısında sarsılıp ümitsizliğe düşmeye, cesaretlerini yitirip devre dışı kalmaya mahkûmdurlar.
Hayat bir bakıma, baştanbaşa çalışma, gayret ve mücâdele demektir. Çalışmak için güce, gayret için ümide ve kavga için de maddî-manevî hazırlıklı olmaya ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı hesaba katmadan, hayatın çok çetin ve zikzaklı labirentlerinden geçmeye kalkanlar, ya dökülür yollarda kalırlar veya bir gölge gibi hep başkalarını takip eder dururlar. Her iki halde de zelîl, derbeder ve tutarsızdırlar. Ara sıra yalancı bir saâdet elde edip onunla aydınlığa ermiş görünseler bile, hemen her zaman zillet ve sefâlet içindedirler.
Böyleleri saray ve mâlikânelere, deste deste para ve külçe külçe altınlara sahip olsalar dahi yine sefil, yine dilencidirler. Altın ve gümüş, özüyle bütünleşmiş yüksek ruhlar için iyi birer hizmetkâr ise de, kendini idrak edememiş talihsizler için çok kötü ve zararlı birer efendi sayılırlar.
İnsanlar, ekseriyet îtibariyle, kolay ve rahatlıkla elde edilebilen zevklerin kucağına atılmakla, gayret ve samîmiyet isteyen, meşakkat ve zorluklarla kazanılan büyük ve sürekli nimetlerden kendilerini mahrum etmektedirler. Bu öldürücü düşünce ile, gününü gün etmek isteyen nice kimseler vardır ki, hayatlarını hep iniş aşağı yaşamak ister; bir kerecik olsun herhangi bir zorlukla karşılaşmayı kat'iyen arzu etmezler. İnanç ve idealden mahrum, hasbilik ve diğergamlık bilmeyen bu karanlık ve fersiz ruhlar, çalışmayı sevmez, sıkıntıya gelmez, zamanı değerlendirmesini bilmez 'menn-ü selvâ' bekler gibi gözleri hep hârikalar kuşağında.. ümitleri sığ, irâdeleri mefluçtur. Yüreksiz, günübirlikçi ve menfaatlerine düşkün olduklarından, bütün bir hayat boyu başkalarının dümen suyuna göre hareket eder ve onların dublesi olarak yaşarlar. Bu îtibarla da durmadan yer değiştirir, kalıptan kalıba girerler.
Ne var ki, bu hercaîlikle öz ve benliklerini koruyup kendileri olarak kalamayacakları gibi, mevcûd saâdet ve mutluluklarını da koruyamayacaklardır. Kendi içinden beslenemeyen bir göl gibi, yavaş yavaş çekilecek, kuruyacak ve yok olacaklardır.
Aslında, özü koruma istikâmetinde gösterilen her gayret, hem yüksek bir zevk, hem de gelecek mutluluğun teminatı olması îtibariyle mukaddes bir hamledir. Ancak, bu zevki idrâk edebilmek için de yine, ruh köküne bağlılığa, mâzî esintili ilhamlara, inanç ve fazilete ihtiyaç vardır. Düşünce dünyasını bu esaslar üzerine oturtamamış kimselerin, bu yüksek zevki duymalarına imkân yoktur.
Bizce, günümüzde mühimlerden mühim bir mesele varsa o da; her düşünceye yahşi çeken ideâlsiz nesillere; inanç, fazilet, sabır, çalışma aşkı, mâzi hayranlığı ve geleceği hallaç etme iştiyâkı aşılayarak onları yeniden inşâ etmektir. Bu düşünce platformunda gösterilen her gayret, hem bugünü hem de yarınları âbâd edecek ve gelecek nesiller arasında bir 'yâd-ı cemîl' olarak kalıp gidecektir.
Tarlaya tohum saçmadan topraktan bir şeyler beklemek abes olduğu gibi; genç kuşakların insanlığa yükseltilmesi istikâmetinde, bazı fedâkârlıklara katlanmadan gidip hedefe ulaşmaya da imkân yoktur. İnsan, almadan önce vermesini bilmelidir ki, alma mevsiminde de kat kat alabilsin...
Bir bahçıvan, şâyet bahçesine değer veriyorsa, toprağının en küçük parçasını dahi ihmal etmeden onu işler, hallaç eder; meyveli ağaçlardan bitkilere, onlardan da güller, çiçekler ve süs ağaçlarına kadar bir sürü şey diker. Sonra da onları, su ile, gübre ile besler.. yer yer çapa yapıp yabanî otları koparır ve toprağın hava, güneş ve değişik boydaki esintilerle temasını temin eder ki; bütün bunlar, bahçe sevgisiyle pratiğin bütünleşmesi mânâsına gelir.
Şimdi acaba sizler de, bu bahçıvan gibi, hayatınız ve nesillerin hayatına müdâhale edip onu çeşitli erozyonlardan koruyabiliyor musunuz? Her taraftan hücum eden zararlılara karşı göğsünüzü siper yapıp onu müdâfaa edebiliyor musunuz? Ve bu uğurdaki gayretlerinizde fevkalâde bir inanç ve azimle iradenizin hakkını verebiliyor musunuz?
Evet, isteseniz sizler de, hayatınızı yeni baştan inşâ edip, ona değişik buutlar kazandırarak başkalaşabilir; eşya ve hadiselere bir başka zâviyeden bakıp bir başka şekilde müdâhale edebilir.. daha irâdeli, daha derli toplu olabilirsiniz. Olabilirsiniz ama; bütün bu (olma)ların bir tek yolu vardır, o da; Hakk'ın lütuflarını irâdenizin çehresinde tecellî ettirebilmektir.
Evet, içinde yaşadığınız dünyayı kendi şartlarıyla idrâk edebiliyor, ümit ve irâde balansını Kudret-i Sonsuz'a göre ayarlayıp rûhunuzdaki dinamizmle varolduğunuzu gösterebiliyorsanız, vız gelir size her şey.. seller, fırtınalar, zelzeleler... Böyle bir durumda sizi ne kılıçlar yaralayabilir, ne top gülleleri sarsabilir, ne de ateşler yakabilir... Mevsimler peşi peşine gelir geçer; renkler ve şekiller değişir; bahar ve yazları, sonbaharlar, kışlar tâkip eder durur; sizler, inanç, ümit ve mücâdele ruhunun oluşturduğu zebercetten ikliminizle hep pırıl pırıl ve yepyeni kalırsınız.
Sızıntı, Mayıs 1985, Cilt 7, Sayı 76
.
Göç, yaratıldığı günden bu yana hiç durmak bilmeyen insanoğlu için umumî mânâda; insanlar arasında seçkinlerden seçkin aydınlık ordusu kutsiler için de hususî mânâda ve aynı zamanda medeniyet tarihini de yakından alâkadar eden önemli bir mefhûmdur.
Evet, bir tarafta anne karnından çocukluğa, çocukluktan delikanlılık ve olgunluğa, derken yaşlılık ve ölüme uğrayarak upuzun bir sefere çıkmış gariplerden garip insan fertleri; diğer yanda, elindeki meşâleyle çağlara ışık saçan, çeşitli devirlere mührünü basan; açtığı nurlu yolda arkasına düşenleri hep medeniyetin şâhikalarında dolaştıran; sinesinde tutuşturduğu kıvılcımlarla kendine gönül verenlerin ruhlarını aydınlatıp onları iman ve ümit kuşağında ölümsüzlüğe hazırlayan; aydınlık düşünceleriyle, karadeliklerin çehrelerinde, cennetlere ait ışık ve renk cümbüşü çıkararak karanlıkların ve karamsarlığın hükmettiği aynı noktalarda, ümit meşcerelikleri meydana getiren yüce rehber ve yüksek kâmetler, hep birer yolcudurlar ve bütün bir hayat boyu göç edip dururlar. İnançları, düşünceleri, davaları uğrunda bitip tükenme bilmeyen bir göç...
Bir hakikatin değişik rükûn ve yönlerinden ibâret olan; îman, göç ve cihad üçlüsünün, Kutlu Beyan'da ekseriya peşi peşine zikredilmesi, bu meselenin ne denli ehemmiyet arz ettiğinin en parlak delilidir. İnanma, hicret etme ve inancı uğrunda vereceği mücâdeleyi, bu yeni iklimde, yeni muhatap ve yeni şartlara göre durup dinlenmeden devam ettirme.. işte kutsilerin sabah-akşam başvura geldikleri üç musluklu hızır çeşmesi! Bu çeşmeden kana kana içenler, inançla gerilecek ve karanlık bucaklara durmadan kıvılcımlar salacaklardır; yollar sarpa sarıp çevreyi terslikler, yanlışlıklar, cahiliye duygu ve tutkuları alınca da mal-menâl, yurt-yuva, evlât ü iyâle bakmadan 'bir başka diyâr!' deyip yeniden yolculuğa çıkacaklardır.
Dava ne kadar yüksek, düşünce ne kadar yararlı ve orijinal, mesajlar ne kadar parlak da olsa, onu ilk defa duyan ruhların irdemesi, mukâbelede bulunup zorluklar çıkarması kaçınılmaz ve bir ölçüde de tabiîdir. Buna göre, kendi toplumunda yeni bir îman, yeni bir aşk ve heyecan uyarmak isteyen herkes, ya mücâdelesini orada açık-kapalı devam ettirecek veya hicret edip gönlünün ilhamlarına, takdimiyle vazifeli olduğu mesajlarına başka talip ve başka meşcerelikler araştıracaktır.
Birinci şıkta, o inanç ve düşünceye gönül veren her ferdin, fevkalâde dikkatli, tedbirli ve yenilmişlik adına ne varsa hepsini daha baştan aşması şarttır. Yoksa, ümit edildiği mânâda aydınlatma olamayacağı bir yana, çok defa küçük bir dikkatsizlik, az bir yanlışlık, şartların ağırlaştırılmasına, atmosferin de bütün bütün yaşanmaz hâle gelmesine sebebiyet verebilir... Bir heyetin bütün fertlerinin her zaman bu denli dikkat ve teyakkuz içinde bulunmaları çok zor, hatta imkânsız olduğundan, bu türlü durumlarda aydınlatma ve irşâdın ayrı bir iklimde devam ettirilmesi bir bakıma zarûridir; başka şekilde hareket ve direnmelerin de hiçbir faydası yoktur.
Öteden beri her yeni düşünce, doğduğu muhitte hor karşılanıp, aleyhinde kampanyalar oluşturulmasına karşılık; o düşünce ve onu temsil eden şahısları çocukluk ve gençlikleriyle bilmeyen bir başka muhit, çok defa onlara kucak açmış ve destek olmuştur.
Bu itibarla, her kutsinin kaderinde değişmez şu çizgiler, âdeta bir fasl-ı müşterektir: Önce îman ve aşk, sonra yığınları saran yanlışlık ve inhiraflara karşı mücâdele, sonra da gerekirse insanlığın mutluluk ve saadeti uğrunda, yurt-yuva her şeyi fedâ ederek, başka âşinâ gönüller aramak üzere yeniden yollara dökülmek...
Hemen her yeni dirilişte bu iki esas ve iki merhâle çok önemlidir. Birinci merhâle, ferdin şahsiyet kazanması, inançla şahlanıp aşkla gerilmesi, nefis ve benliğini aşarak Hakk'ın azât kabul etmez kölesi olma merhâlesidir. Bu merhâledeki cihad, bütün buutlarıyla nefsin dümenlerine karşı, benliği yenmeye müteveccih ve insanın kendisini yeniden inşâ etmesiyle alâkalıdır. Bu itibarla da cihatların en büyüğü 'Cihad-ı Ekber'dir. İkinci merhâle ise, her gönülde bir kor, bir alev hâline gelen inancın aydınlık tufanı, artık çevreye çeşitli dalga boylarında şualar neşretmeye başlar. Çok defa bu safhanın tahakkukuyla beraber hicret de gelip kapıya dayanır.
Aslında, bu devreye kadar geçirilen safhalarda dahi, ruh plânında bir hicretten bahsetmek her zaman mümkündür: İnsan, içinde bulunduğu durumdan olması gerekli olan duruma; hareketsizlik ve dağınıklıktan aksiyon ve sisteme; donmuşluk ve bozulmuşluktan kendini yenilemeye, binbir günahın boğucu atmosferinden ruh ve kalbin hayat derecesine yükselme gibi.. hususların hemen hepsinde bir hicret mânâsı vardır ve bu mânâlarda o, hep hicret edip durmaktadır. Kanaatimizce, ikinci hicretin, fonksiyonunu tam edâ edebilmesi de, birinci merhâledeki hicretlerin yapılıp yaşanmasına bağlıdır. Nefsinden kalbine, cisminden ruhuna, dış şatafatlardan vicdanındaki ihtişâma, özünden özüne hicrette başarılı olanlar, öbür hicret ve ötesinde de başarılı olurlar. Bunu tam temsil edemeyenler, çok defa diğer hicret ve ona bağlı olanları da kusursuz temsil edemezler.
Bu mânâda hicret, ilk defa, insanlık semâsının ayları, güneşleri sayılan Hz. İbrahim, Hz. Lût, Hz. Musâ, Hz. İsâ gibi yüce kâmetler tarafından başlatıldı; sonra da bu aydınlık yolun eşsiz rehberi, insanlığın iftihar tablosu, zaman ve mekânın Efendisi bu yoldan yürüyüp gitti. Kapıyı da kıyâmete kadar arkadan gelenlere açık bıraktı...
Hakk yolunda ve Hakk'ın hatırı için yapılan hicret o kadar kutsidir ki, mal ve canlarını inandıkları dava ve o davanın eşsiz temsilcisi uğrunda fedâ eden kutlulardan kutlu bir cemaatin, en çok sevilip takdir edildiği noktada, daha değişik sıfat ve ünvanlarla değil de 'muhacir' unvanıyla yâd edilmesi ne kadar mânidârdır! Hatta bu kutsiler dönemine bir tarih başlangıcı aranırken; Nebî'nin doğumu, peygamberlikle şereflendirilmesi, Medine halkının bu yüce davaya omuz vermesi, Bedir harbi, Mekke fethi gibi.. her biri ayrı bir pırlanta olan bunca hadise içinde, tarih başlangıcı olarak hicretin seçilmesi, üzerinde hassasiyetle durulmaya değer önemli bir mevzuudur.
Bir kere, yüksek bir mefkûre uğrunda göç eden her ferd, hayatının her lahzasında, göçe sebep teşkil eden yüksek gayenin baskısını vicdanında hissedecek ve hayatını bu yüksek duyguya göre düzenleme mecburiyetini duyacaktır. Ayrıca çocukluk ve gençlik dönemleriyle alâkalı horlayıcı nazarlardan kurtulması, rahat ve endişesiz hareket etmesi de ancak bu mukaddes göçle tahakkuk edebilecektir. Zirâ, kim olursa olsun, çocukluk ve gençlik dönemini geçirmiş olduğu çevrede, o devreye has, hasımları tarafından bazı yanlarının tenkit edilmesi ihtimaline karşılık; hicretle gerçekleştirilen yeni muhitte, pırıl pırıl hâli, tertemiz düşünceleri, başdöndürücü fedâkârlıklarıyla devamlı takdir edilen biri olacaktır. İster bunlar isterse başka faktörler olsun, öteden beri tarihte devir açıp-devir kapayanlar ve büyük bir ölçüde tarihin akışını değiştirenler hep muhacir kavimler olmuştur.
Sosyologların tespitine göre, yeryüzündeki medeniyetlerin hemen hepsi göç eden fert ve cemaatler tarafından kurulmuştur. Toynbee, göçebelerin kurduğu medeniyetten bahseder ki; bu da hemen hemen çağlar boyu yeryüzünde, göçebe hakimiyeti demektir. Kendini rahata, rehâvete kaptırmamış, her an her şeyden ayrılmaya hazır, vereceği mücadelenin doğuracağı sıkıntıları, önceden yaşamaya alışmış ve bir asker gibi her an sefer emrini bekleyen bu dinamik ruhlarla mücadele etmeye ve onları silip geçmeye kimsenin gücü yetmeyecektir.
İşte ilk kutsiler ve ilk medeniyet muallimleri! Ve işte birkaç aşiretten cihan imparatorlukları kuranlar! Yıldırımlar gibi karanlık çağların bağrına inen bu insanlar, rahatı zahmette, diri kalmayı, ölüm ve ötesindeki her şeyi hakîr görmede, ebed-müddet varolmayı şartlara göre kendilerini yenilemede gördü ve ters-yüz edilmez birer güç haline geldiler.
Keşke, günümüzün nesillerini; rahattan, rehavetten, hazlarına düşkünlük ve nefsânilikten kurtararak, ruhlarını yüce duygularla donatıp daha çok ızdırap çeken, daha çok acı ve sızı duyan ideâl insanlar haline getirebilseydik. Belki o zaman, milletçe, küçük hesapların, hasîs zevklerin tesirinde kalmayacak ve bir kısım ehemmiyetsiz sıkıntılardan ötürü de hiç mi hiç yer ve yön değiştirmeyecektik...
Sızıntı, Ekim 1985, Cilt 7, Sayı 81
.
'Gözlerimi yummuş ümit meşcereliğimde çimlenen yarınki nesilleri seyrediyorum!'
Yarınların iyilik ve güzellik dünyasında her şeyi cennet ehlinin temiz simaları gibi imrendirici, onların derin bakışları kadar ifadeli ve tenlerinin kokuları kadar bayıltıcı buluyor, dörtbir yandan taşıp gelen bu binbir râyiha ile taş gibi kalplerin dahi yumuşayıp eridiğini hissediyoruz.
Evet, geleceğin zihni aydın, ruhu aydın insanının elinde bütün varlık bir gül goncası gibi açıldıkça açılacak ve bu aydınlık iklimin talihli insanları, kâinatları keşfetme yolunda, yüksek himmetli fatihler gibi zaferden zafere koşacak, nihayet bütün eşyanın insana musahhar olduğu sırrını kavrayarak, önünde sıra sıra dizilmiş zafer tâklarının altından geçip duygu ve düşünce sancağını Hakk'ın hoşnutluğu burcuna dikerek, kendini idrak içinde iki büklüm olacaktır. Yani acizliğindeki gücü, fakirliğindeki servet ve zenginliği görerek şükür ve şevkle kanatlanıp fethedilecek başka dünyalar arayacak ve gözleri öbür âleme uyanacağı âna kadar da rüyalar gibi tatlı bu şirin dünyasına yeni yeni buutlar kazandırmak için çırpınıp duracaktır.
O günlere yetişebilirsek, bizim gibi dili bağlı, gönlü buruk, hisleri meflûç, çeşitli mahrumiyetler içinde duygu ve düşünce dünyasını geliştirme fırsatını bulamamış olanlar dahi neşeyle coşup, dâhiyane sözler etmeye başlayacak ve bir zamanlar sinelerinde saklı bulunan emellerin, hasret ve ümit arası gelip-giden gizli duyguların, bahtına küskün kapalı düşüncelerin ortaya çıktığını görerek inanç ve ümitlerinde yaşattıkları o sihirli dünyaları bir kere daha bütün ihtişamıyla yaşayacaklardır.
Evet, iç âlemlerimizde uyuklayan hisler şevkle gerilip şahlandığı ve ayn-ı lezzet olan hayatın sabahleyin uyanan kelebekler gibi çiçekler arasında kona-kalka saadetine yeni buutlar aradığı gibi her yanda çeşit çeşit lezzetlerin tütüp durduğu bu kuşakta, kendi his ve şuur dünyalarına açılmış ruhlar, daha ledünnî güzellikleri, hayallere karşı daha göz kamaştırıcı ihtişamları arayışa koyulur; inançla ışıldayan gönül düzlüklerinde küme küme yıldızların dizildiğini, öbek öbek cennet tepeleri gibi yamaçların sağa-sola serpildiğini görür ve peşi peşine gelip iç âlemlerini saran bu renkli düşünceler sayesinde zevk dünyalarını söndürmek isteyen monotonlukları parçalar ve hep yepyeni iklimlerde şevki tarab içinde yaşarlar.
Bu noktaya ulaşmış bir ruh, bütün bütün varlık kadehini taşa çalarak gönlüne açılan menfezlerden hakikatin çehresini müşahedeye dalar ve hilkatin sınırlarından sıyrılarak bütün zamanların, mekânların, buutların dışına kaymak arzusuyla kendine yeni bir yuva aramaya çalışır. Her sıçrayışla biraz daha ışıklarla sarılır, her aydınlanışta varlığının esas kaynağını biraz daha hissetmeye başlar ve 'ben' dediği şeyi bütün bütün unutur. Artık kulaklarına çarpan her seste gözlerinin içine akan her renkte, ezelden bir tohum halinde ruhuna saçılan aşkın, bir humma gibi her yanını sardığını duyar ve önüne geçilmez bir visâl arzusuyla yanar-tutuşur. Bundan sonra onun için ne renklerin ağlayışı, ne aydınlıkların kayışı, ne de somurtkan inkırazlar asla bahis mevzuu değildir. Onun kulaklarında her ses bir ümit nağmesi gibi çınlar, özündeki her kıpırdanış bir ölümsüzlük ritmiyle atar; lâhûtîlik bütün sırlarını onun önüne yayar; gayri bundan öte kendisini, kalbinde ve kafasında bulunan yabancı her şeyi yakıp kül eden aşkın kolları arasında bulur ve varlığının gayesini anlar.
Evet, öyle ümit ediyorum ki, yarınki nesiller, her gün, her gece, her saat, her saniye bu güzel hayattan böyle binbir zevk alarak, sinelerinde büyük deryaların büyük dalgaları gibi, birbirini takip eden vuslat ve aşk dalgalarına kendilerini salıverip, her biri küçük birer dalgayken derya olacak ve bütün bir ömür boyu damla damla aşk ve vuslat yudumlayan bu tâlihliler, bir gün en büyük aşkta, en büyük vuslata ererek, gölgelerin aldatmasından ve kesretin dağdağalarından bütün bütün kurtulacaklardır.
Sızıntı, Ocak 1988, Cilt 9, Sayı 108
.
'Yaşayanlar hep ümitle yaşar
Me'yus olan ruhunu vicdanını bağlar.' M.A.
Gözlerimi yummuş, Ümit meşcereliğimde çimlenen yarınlarda geziyorum. Varlığın dörtbir yanında duyulup görülen güzelliklerin, evlerimizden çarşı-pazara, mektep ve ma'bede, kışla ve meclise; oradan da yeniden evlerimize, hatta yatak odalarımıza, salon ve mutfaklarımıza gelip aktığını, bir buğu, bir ışık halinde her yanımızı sardığını, ışığın renklerle omuz omuza verip, bir gökkuşağı teşkil ettiğini görüyor, bu semâvî tâkın altından geçmek için durmadan koşuyor ve onu bütün bir ömür boyu gönlümüzde, gözlerimizde yaşatıyoruz.
Ufkumuzda durup bize hep göz kırpan, bizi hep arkasından koşturan ve dünya büyükleri için kurulan tâkların bir solukta geçilip gidilmesine bedel, kanat gerip hep başımızın üstünde duran bu semâvî gökkuşağına doğru koşarken, ömürlerimizin varlıkla kaynaşıp bütünleştiğini duyuyor, yarıp içinden geçtiğimiz eşyanın, sağ ve solumuzda bize selâm durup, sonra da akıp geriye doğru gittiğini ve onların yerlerini yenilerinin aldığını hayret ve hayranlıkla seyrediyor; bütün bir güzergâh boyu, bu temenna, bu saygı ve bu el sallamalar karşısında zevke uyanan bahtımızın tebessümleriyle kendimizden geçiyoruz.
Her tarafta öbek öbek ağaçların nazlı salınmaları, pırıl pırıl ve yemyeşil tepelerin vakûr duruşları, koyun, kuzu, keçi ve sığır gibi canlıların masum bakış ve meleyişleri, bir yamaç ve bir vadideki köy ve köycüklerin gelin endamıyla bizleri karşılamaları bu armoniye ayrı bir renk kattığını zevkle müşahede ediyor, 'bir bu kadar zevke bir ömür kâfi değil...' diye mırıldanıyoruz...
Varlığın sinesinden kopup gelen bu ses, bu renk, bu ışık ve bu canlılık his dünyamızda bir aks-i seda bırakmasının yanında, bir sel, bir dalga gibi akıp giden pek çok hülya ve hatırların kaneviçesinden çıkmış bir şiiri de dinler gibi oluruz. Bazan biraz sisli-dumanlı, biraz rüzgârlı ve dalgalı olsa bile, ekseriya rûhânî zevkleri coşturan bütün bir tabiat kitabını.. gökleri; ayı, güneşi ve yıldızlarıyla, zemini; bağı-bahçesi, ovası-obası, ırmakları ve ormanlarıyla yudum yudum hayalimize içirir ve dörtbir yandan benliğimizi saran tarif edilmez bir haz esintisine kapılır gideriz.
Her mevsim, ayrı bir ölüm uykusundan uyanıyor gibi, gözlerimizi açıp, bazen genç tenli, çarpıcı endâmlı, mor, mavi, pembe, yeşil renklerle yüz yüze gelir, bazen de başak ve meyve rayihalarıyla esen tatlı yaz rüzgârlarıyla selâmlaşır, renk ve kokuların tepeden tırnağa iliklerimize sindiğini duyarız.
Gönüllere güzellik duygusunu aşılayıp geçen bu sermedî manzaralar sayesinde ruhlarında hazandan başka bir şey esmeyen ve hep iç dünyalarında kurdukları fenanın, kötünün rüyalarıyla kahrolup giden bir kısım bedbinlerde bile, ebetlere kadar devam edeceklermiş gibi bir ferahlık çağlamaya başlar.. ya inançlı ruhlarımızda..!
Zaman, masmavi dakikalar içinde akıp giderken, ruhlarımıza hayatın musikisini duyurmak için tıpkı mızraplar gibi inip kalkar; yaprak hışırtıları, ırmak çağıltıları, kuş cıvıltıları ve çocuk çığlıklarıyla her yana neşe olup yağan renkli sabahların ışıkla açılıp kapanan gözler gibi tesirli, sevgiyle çarpan yürekler gibi heyecanlı grupların; insanları sırlı ve sihirli zaman tünellerinde dolaştıran, tabiatın en romantik vâdilerinde gezdiren, gecelerin değişik perdeden birer nağme olup 'tın, tın!' tınladığını duyarız gönül dünyalarımızda.
Bu inanç ve ümit ufkunda müşahede ettiğimiz her manzara, duyduğumuz her ses, karanlığa kapanmış ruhlarımızda, içiçe girmiş perdeleri, üst üste asılmış peçeleri kaldırır gibi, ötelerin kendine mahsus alabildiğine aydınlık, alabildiğine, yumuşak, vicdanlar kadar duru, rûhî hazlar kadar zevkli, sükûnet tüten ayları, günleri, saatleri, dakikaları olmayan vadilerinde gezdirir bizleri...
Gönüllerde esen bu tatlı sessizlik, sanki daha evvel ruhlarımızda sezip duyduğumuz ve bir tentene arkasından hep seyredegeldiğimiz, yarı 'gayb' yarı 'hâzır' büyüleyici hülyâ âlemlerinin içine çeker bütün duygu ve düşüncelerimizi.
Artık bütünüyle ruhun bir temaşâ zevkine erdiği bu noktada diller susar, gözler kapanır, kulaklar duyduklarını duymaz olur. Ve her şey kalbin diliyle konuşmaya başlar. Duygular, düşünceler, sevinç buğuları halinde insanın her yanını sarar; inanca, ümide, iyilik ve güzellikle uyanan ruh, bu baş döndürücü ve göz kamaştırıcı meşherler karşısında kendini cennet bahçelerinde tenezzühe çıkmış gibi hisseder ve mest olur.
Sızıntı, Aralık 1987, Cilt 9, Sayı 107
.
Bir bahar gibi başlar her şey; güzel tasavvurlar, tatlı düşünceler ve zümrütten hayâllerle... Her güzel başlangıç, neticeye ermenin ilk şartı ve ilk sebebi olması itibariyle de zevkli ve ümit vericidir. Ancak nice güzel başlangıçlar vardır ki 'Baharı görmeden hazâna' erer ve geride kırağı vurmuş bir sürü yıkık rüya bırakır.
Başlatılan her hayırlı iş, her hayırlı teşebbüs, kadirşinâs mirasçılar ve birleri binlere ulaştırma sevdâlısı nesiller sayesinde, varlığa erer ve süreklilik kazanır. Ve şâyet o iş ve teşebbüs, serpilip bağrında gelişebileceği bu ideâl kadroyu ve bu kara sevdâlıları bulamazsa sam yeli vurmuş gibi kurur ve yerle bir olur...
Ümit her şeyden önce bir inanç işidir. İnanan insan ümitlidir ve ümidi de inancı nispetindedir. Bu itibarladır ki, sağlam inanç mahsulü çok şeyler, bazılarınca hârika zannedilmektedir. Aslında, ümit, azim ve kararlılık, iman dolu bir kalbe girince, beşerî normlar aşılır. Ve o inançlı kalp harikalar kuşağına ulaşmış olur. Bu seviyede gönül hayatına sahip olamayanlar ise bunu fevkalâdeden sayarlar. Hele insan, inanacağı şeyi iyi seçebilmiş ve ona gönül vermişse, artık onun ruh dünyasında ümitsizlik, karamsarlık ve bedbinlikten asla söz edilemez.
Fert, ümitle varlığa erer; toplum onunla dirilir ve gelişme seyrine girer. Bu itibarla da, ümidini yitirmiş bir fert var sayılamayacağı gibi ümitten mahrum bir toplum da felç olmuş demektir.
Ümit, insanın kendi ruhunu keşfetmesi ve ondaki iktidarı sezmesinden ibarettir. Bu sezişle insan, kâinatlar ötesi Kudret-i Sonsuz'la münasebete geçer ve onunla her şeye yetebilecek bir güç ve kuvveti elde eder. Bu sayede, zerre güneş, damla derya, parça bütün ve ruh kâinatın bir soluğu haline gelir. Ümitle uzun yollar aşılır, ümitle kandan irinden deryalar geçilir ve ancak ümitle dirliğe ve düzene erilir. Ümit dünyasında mağlup olanlar, pratikte de yenilmiş sayılırlar. Ne yiğitçe ve çalımla yola çıkanlar vardır ki, iman ve ümit zaafından ötürü, yarı yolda kalmışlardır. Küçük bir zelzele, gelip geçici bir fırtına, akıp giden bir sel, onların azim ve iradelerini de beraber alıp götürmüştür. Hele kendilerine ümitle bağlanıp sonra da onlarla beraber yeis bataklığına düşüp boğulanların hâli bütün bütün yürekler acısıdır.
Çile, yüce hedeflere varmanın ve yüksek neticeler elde etmenin tek yoludur. Hakikat yolcusu, çile ile günahlardan arınır; onunla saflaşır ve onunla özüne erer. Çilenin olmadığı yerde ne olgunlaşmadan ne de ruhla bütünleşmeden bahsedilemez. Ruh, çile ile kemâle erer. Gönül, çile ile inkişaf eder. Çile görmemiş ruhlar ham, gönüller de kolu kanadı kırık ve ölgündür.
Çile, çalışmaya ve o yolla elde edilen şeylere kat kat değer kazandırır. Çilesiz elde edilen şeyler, mirasdan gelen mal gibidir; gelişi emeksiz, gidişi de üzüntüsüz olur. Evet, ancak binbir ızdırapla kazanılan şeylerdir ki, muhafazası uğrunda canlar feda edilir. Bir millet ve bir medeniyet, büyük muzdarip ve çilekeşlerin öncülüğünde kurulmuş ise, sıhhatli, istikrarlı ve gelecek adına ümit vericidir. Aksine, hayatında bir kere olsun ağlamamış, inlememiş ve sancı çekmemişlerin elinin altında doğmuş ve gelişmişse, zâyi olmaya namzet ve talihsizdir.
Sabır, yücelme ve fazilete ermenin mühim bir esası ve iradenin zaferidir. O olmadan, ne ruhu inkişaf ettirmeden, ne de yücelip benliğin sırlarına ermeden bahsedilemez. Sabırla insan, toprağa, ete, kemiğe bağlılıktan kurtulur ve onunla yüce âlemlere ermeğe namzet bir kutlu olur. Sabır, öteler ötesi saltanatlara ulaşmak için dar bir geçit, aşılmaz bir zirve ise, gönlünü o âlemlere kaptırmış hakikat eri de, geçilmez ve aşılmaz gibi görünen geçitlere ve şahikalara meydan okuyan bir Heraklit'tir. En sarp yokuşları dümdüz ve ovaları da pürüzsüz gören bir Heraklit...
Bütün yükseltici şeyleri, ara vermeden sürekli olarak yaşama, alçaltıcı şeylere karşı devamlı teyakkuz ve direnme, nihayet, beklenmedik anda ve beklenmedik şekilde, insanı ırgalayan ve örseleyen umum belâlara karşı yılgınlık göstermeden dayanma; evet işte acılardan acı ve neticesi itibariyle de zülâllerden zülâl sabır budur!
Vefa, dost ikliminde yetişen güllerdendir. Onu düşmanlık atmosferinde görmek nâdirattan ve hatta, imkânsızdır. Vefa, duyguda, düşüncede, tasavvurda, aynı şeyleri paylaşanların etrafında üfül üfül eser durur. Kinler, nefretler, kıskançlıklar ise, onu bir lahza iflâh etmez öldürür. Evet o, sevginin, mürüvvetin bağlarında boy atar gelişir, düşmanlık ikliminde ise, bir anda söner gider.
Vefa, fertlerin birbirleriyle kaynaşıp, bütünleşmesini temin eder. Vefa sayesinde cüzler küll olur; ayrı ayrı parçalar bir araya gelerek vahdete ulaşır. Vefa duygusu varıp sonsuzluğa erince, ötelerden gelen tayflar, kitlelerin yolunu aydınlatır ve toplumun önünü kesen bütün tıkanıklıkları açar. Elverir ki, o toplum, vefa duygusuyla olgunlaşmış ve onun kenetleyici kollarına kendini teslim etmiş olsun.
Rica ederim; söyleyin! Emin misiniz size düşen her şeyi yaptığınızdan; hareket ve faâliyetlerinizi hep doğru yolda sürdürdüğünüzden; irade gücü ve iç mukavemetinizden; bayraklaştırdığınız da'va ve düşünceyi tam temsil ettiğinizden?.. Yaptığınız her işin yerinde olduğunu; düşüncelerinizin, kin, nefret, garaz gibi kötü huylarla zedelenmediğini; plân ve projenizin hata kabul etmez bir buudda tanzim edildiğini iddia edebilir misiniz..? Aman Allah'ım! Bu ne büyük bir çılgınlık, ne affedilmez bir kabahat olur..! Aslında hep başkalarının eksik ve gedikleriyle meşgul olanlar, kendi hata ve kusurlarını görmeyecek kadar kör, gönüllerini coşturup ruhlarına istikamet veremeyecek kadar da iradesiz ve mefluç kimselerdir. Böyleleri her söz ve davranışlarıyla, durmadan başkalarını gayyalara yuvarlarken, firavunlaşmış egolarına göklerde bile taht bulamazlar. Nefsâniliğine (pes) demiş ve kendi içinde mağlup bu derbeder ruhlar, düşünce ve iradelerini delik-deşik eden bu türlü zaaflardan kurtulacakları âna kadar da, doğruyu göremeyecek, doğru karar veremeyecek ve hele kat'iyen bellerini doğrultamayacaklardır.
Sızıntı, Ekim 1986, Cilt 8, Sayı 93
.
Öze dönmek, şahsın kendi karakter, kendi kültür ve kendi ruh köküne dönmesi demektir. Bu da ancak, fert ve toplumun kendi düşünce ve iradesiyle varolması, kendi ayakları üzerinde yürümesi, kendi elleriyle işlemesi, kendi temel kültür malzemesiyle beslenip gelişmesi, millî şahsiyetini hırpalayacak taklitlerden sakınması; örf-âdet ve millî hususiyetler gibi asırlardan beri kaynaya kaynaya benliğimizle bütünleşmiş şeylerin, fevkalâde hassâsiyetle korunup kollanmasıyla mümkün olabilecektir.
Öze dönme, ırkî bir tavır, kan bağıyla hareket etme, yada dış dünyaya karşı bütün bütün fermuarını çekip kendi modeli içinde sıkışıp kalma mânâsında anlaşılmamalıdır. O ne zamanın dişleri arasında aşınıp giden ve maddî-manevî hiç bir değer ifade etmeyen şeylere gönül kaptırmışlık, ne de temelde bize ait olmadığı halde sonradan içimize sokulmuş yabancı değerlere, bâtıl inançlara ruhî ve zihnî tekâmülümüzü engelleyen eskimiş şeylere bağlılıktır. Öze dönme, dünü bugünle, bugünü de yarınla bir arada görme ve asırların birikimi kültür menşuruyla, ayıklanacakları çıkarıp atma, geride kalanlara da sımsıkı sahip çıkma demektir.
Bu mânâda öze dönüş, milletçe varlık ve bekâmızın önemli bir şartı olduğu gibi, yabancı değerlerin hücumundan kurtulma ve zaman zaman millî ruh şâhikalarını bir duman gibi saran yabancı düşünce ve asimilasyonlardan da zarar görmemenin tek yoludur. Öze dönme hamlesinde muvaffak olan toplumlar, aynı zamanda, yitirdikleri tabiatlarını da kazanmaya, kendileri gibi düşünmeye, kendileri gibi konuşup kendileri gibi soluklamaya muvaffak olurlar.
Ne acıdır ki, yıllar yılı bu ülkede, kendinden kaçan bir kısım müstağripler, hep başkalarının nefeslerini solukladı, hep sun'î teneffüsle yaşadı; bir kere olsun kendileri olarak tabii teneffüste bulunamadı ve tabiilikteki derin zevki duyamadılar. Dolayısıyla da, halkla kendileri arasında ortak ideâller köprüsü kurulamadı; bu ideallere varış yolları belirlenemedi; yığınların donmuş, hareketsiz ruhlarına onları canlandıracak îman, şuur ve heyecan aşılanamadı. Böylece aydın(!) bir tarafta, halk yığınları diğer tarafta, herkes kendi anlayış ve düşüncesi veya kendi hezeyan ve isyanlarıyla çürüyüp gitti. Bunun neticesi olarak da, kalp, ruh, his ve düşünce dünyamızda kendimizi koruyup kollayamadığımız gibi, kendilerini taklit çizgisinde bulunduğumuz milletlerden de hiç mi hiç yararlanamadık.
Evet belki, benliğimizin sınırlarını belirleyebilmek, özümüze ait hususiyetleri eksiksiz ortaya koyabilmek için belli bir ölçüde, başkalarını bilmeye de ihtiyaç vardı ama; keşke bunu paradokslara girmeden ve özümüzü hırpalatmadan yapabilseydik.
Kaybettiğimiz din, dil, tarih şuurunun, bir ölçüde hasımlarımızın dinî düşünce, felsefe ve tarihlerini bilmekle alâkalı olduğunu kabul ediyoruz; ama, rica ederim; bilip değerlendirmenin, şuursuzca taklitlerle ne münâsebeti var..?
Bizde öteden beri alafranga bir zümre, herhangi bir kritiğe tâbi tutmadan her şeyiyle batıyı taklit ederken, diğer tarafta ayrı bir grup, hep onu suçlamayı deneyip durmuştur. Aslında her iki zümre de peşin hükümlülük içindeydi ve hata ediyordu. Batı, ne öyle taklit edilmeli ne de böyle yerin dibine batırılmalıydı. O alınacak yanlarıyla alınmalı, atılacak taraflarıyla da atılmalıydı. Gel gör ki; batı, ne taklit edilebildi, ne de eracifine karşı sınırlar çizilip kapıların kapalı tutulması gerektiği noktada hassasiyet gösterilebildi.
Bugüne kadar kayıtsız şartsız batıya hayranlık duyanlar olsun, onu hakikî mânâsıyla taklit edebilselerdi, kim bilir belki de belli bir seviyede batılı olabilirlerdi..! Ama, ne onlar, ne biz, ne de bağlı bulunduğumuz şu garipler dünyası basitlerden basit bu meseleyi hiçbir zaman kavrayamadık, bundan dolayı da hasımlarımız tarafından tekrar tekrar nakavt edildik.
Hiç olmazsa şu anda olsun, milletin kendine dönmesini hazırlama mevkiinde bulunanlar, onun, havadan, sudan daha çok ihtiyaç duyduğu dinini, dilini destekleyip tarih şuuruyla gönlünü âbâd edebilselerdi!
Kendi usûl ve prensiplerine göre öğretilip hayata mal edilmeyen ilim, aydınlatıcı, yol gösterici olamayacağı gibi aynı tâlihsizliğe uğramış din ve dinî kültür de kendinden bekleneni asla veremeyecektir. Dinin, fonksiyonunu tam edâ edebilmesi, düşünce ile arasındaki mânilerin ortadan kaldırılmasına ve pratiğe giden yollardaki tıkanıklıkların açılmasına ihtiyaç vardır. Bu yapılmadığı takdirde, zihin ruhla bütünleşemeyecek, kalp ve kafa arasında diyalog kurulamayacak, dolayısıyla da din fonksiyonunu tam olarak eda edemeyecek, bir kısım zavallılar da bunu dinin yetersizliğine verecektir.
Dil de, târihî tekâmülü içindeki ağırlığıyla ele alınıp güçlendirilmeli ve dünya dilleri arasında iştiyakla yazılıp okunan bir lisan haline getirilmelidir. Dil, insanın şahsiyetini temsil eden önemli unsurlardan biridir. Ondaki kusur ve eksiklik, kültür hayatını felce uğratır ve bir ölçüde toplumu da bedevîleştirir.
Bir milletin dili, o milletin kültürüne bekçilik yapacak kadar gelişmiş ve güçlü değilse, o milletin başka kültürlerin işgâline uğraması ve zamanla da bütün özünü yitirmesi kaçınılmaz olur. Diyelim ki, insanımıza ilim-irfan dağıtma mevkiinde bulunanların büyük bir kısmı, İngilizce'ye âşinâ olduklarından daha çok dağarcıklarında, o dilde yazılmış eserlerden süzülüp gelen düşünceler bulunacaktır. Bu da onları, İngiliz ve Amerikalılar gibi duyuş, düşünüş ve anlayışa sevk edecek; dolayısıyla da halkla münevver arasında aşılması imkânsız uçurumlar meydana gelecek ve zavallı yığınlar (eski-yeni) derken şaşırıp ortada kalacaklardır.
Tarih şuuru, geçmişle geleceği bağlayan bir köprü mesâbesindedir. Bu köprüyü kurup koruyamayan milletlerin, öbür sahilde gidip nereye aborde olacaklarını kestirmek oldukça zordur.
Bugüne kadar tarih şuurunu koruyamayan hiçbir milletin pâyidar olduğunu duymadığımız gibi, başkalarına ait levsiyyatı tekrar tekrar besteleyip duran müstağriplerin payidar olacaklarına da ihtimâl veremiyoruz.
Onun içindir ki topyekün millet; bir kıta sahanlığı prensibiyle millî ruh ve sahillerini; semâlarını kimseye ihlal ettirmeme düşüncesiyle millî mefkûre atmosferini içimize sızma istidâdında olan her türlü yabancı anlayışa parola sorma idrâk ve basiretiyle de, millî kültür haremini koruyup kollamalı ve şartlar ne olursa olsun, göz ve gönüllerimiz mutlaka kendi ülkemiz üzerinde bulunmalı; bütün bunlarla beraber, bugünün nesilleri, hem 'dün' hem de 'yarın' olmasını bilmeli ve bu anlayışla geleceği, mâzi kaneviçesine göre bir dantela zerâfet ve inceliği içinde işlemelidir ki, bugüne kadar milletçe maruz kaldığımız içtimâî erozyonlara bir daha düşülmesin; kaybedilen şeyleri telâfiye çalışırken, yeni kayıplara sebebiyet verilecek fâsit dairelere girilmesin ve varolma kavgasının verildiği aynı noktada, çeşitli dejenerasyonlarla ölüme dâvetiye çıkarılmış olmasın...!
Sızıntı, Eylül 1985, Cilt 7, Sayı 80
.
Paradoksların Cenderesinde
Günümüzün hayat felsefesi, topyekün nesilleri, fıtrat kanunlarıyla karşı karşıya getirdi ve onlarla çarpıştırdı. Bugünün insanı, düşünceden tasavvura, tasavvurdan davranışlarına kadar, tabiiliğin karşısında ve yapmacıklarla iç içe... O, hiç düşünmeden hemen hayatın her kesiminde, fıtratı ve fıtrîliği hoyratça baltaladı ve kendini sunilik akımlarına kaptırıp gitti. Düşünüp plânlamasında, düşüncelerini sisteme koymasında; yiyip içme ve yatıp kalkmasında, ferdî ve içtimâî bütün davranışlarında; talim ve terbiye gibi rûhu insanlığa yükseltme hamlelerinde ve bu husustaki sistem ve metodunda; içtimâî ve iktisâdî problemlerini halletmesinde ve dünya ile alâkalı bütün iç ve dış politikasında hep kendinden kaçtı ve haricî kriterlerin tesirinde kaldı.
Takdir toplamak için düşündü; alkışlanmak için iş yaptı; gösteriş için evini bürosunu tefriş etti; görenek ve tiryakilikler uğrunda boyunu aşkın masraflara girdi ve imkânları elversin, vermesin kendini fantazilere kaptırarak gidip gırtlağına kadar lükse gömüldü. Eldeki imkânlar, sınırlılığını korurken; ihtiyaçlar, altından kalkılmaz buutlara ulaştı. Ve tabii bu uğurda haysiyet ve şeref hırpalandı; izzet ve onur rencide oldu. Daha sonra ise, meşrû, gayr-i meşrû ayırt etmeden her yolla kazanç teminine tevessül edildi... Kazanılan şeyler karşılığında, her biri cihan değer ve dağlar cesametinde pek çok şey kaybedilmesine rağmen, çeşitli paradokslarla aşına aşına, özünü yitirmiş günümüzün nesilleri, bunu bir türlü göremedi veya her nedense, görmek istemedi..!
Fantazi ve lüks hayat düşüncesi, insanın kendini beğendirme arzusu, bir kısım görenekler ve aşağılık duygusundan kaynaklanmaktadır. Oysa ki; milletleri mutluluk içinde yaşatan, lüks ve fantaziden ziyâde; ruh yüceliği, iyi ahlâk ve fazilettir. Debdebe ve fantazilere kendini kaptırmışlık ise, bütün ahlâk ve fazilete zıttır. Kabul edelim ki; lüks, zenginliğe alâmet ve bir kesim için de kazanca sebep olmaktadır. Ama, rica ederim; hiçbir müspet neticesi olmayan bu işlerden ne elde edilecektir? Böyle, her yolla, servet arzusu karşısında insanlık ve fazilet ne olacaktır? Ahlâk ve mürüvvetin yerini para ile doldurabilecek miyiz? Evet, para ile her şey satın alınabilir; ama ahlâk ve fazilet asla..!
Dünyevî zinet, lüks ve debdebe gibi küçük ve mânâsız arzularla alçalmış ruhların büyük ve mukaddes düşüncelere yükselmeleri, yüce mefkûreler uğrunda kavga vermeye hazırlanmaları tamamen imkânsızdır. Gayret etseler bile, kırılmış cesaretleri ve felç olmuş iradeleriyle kat'iyyen bunu başaramayacaklardır. Böyleleri, hep budalaca pöhpöhlere alıştıklarından, çevrenin mürâice takdir ve alkışları, onlar için mükâfatın en değerlisi olacaktır.
Böyle bir toplum içinde varlığa erme felâket ve bahtsızlığına uğramış bir fert, içinde yetiştiği topluma uyma ve onun mânâsız bir kısım kaide ve prensiplerine riâyet etme yolunda, pek çok iyi ve güzel şeyleri feda edecektir. Aman Allah'ım! Meğer insanlar, ne budalaca düşüncelerle, ne büyük şeyleri kaybediyor ve nelere katlanabiliyorlarmış..!
Aşırı lüks ve zinetperestlik, insanlardan fazilet ve güzel ahlâkı alıp götürdüğü gibi gerçek sanat anlayışı ve zevk-i selimi de bütün bütün öldürdü. Ve artık günümüzde, güzellik telâkkisi öylesine bayağılaştı ki; bu anlayışla, ne dâhiyane düşünceleri inkişâf ettirip geliştirme, ne de sanata yeni buutlar kazandırma kat'iyen mümkün olmayacaktır. Hatta aramızda bir kısım fevkalâde istidatlar bulunsa bile, bunlar, zevk ve sanat anlayışından mahrum muasırları tarafından takdir edilmeyecekleri düşüncesiyle, çocuksu eserlerle kendilerini küçültecek, müşteri ve alkışçıların seviyesine inecek ve hiçbir zaman inkişâf etme fırsatını bulamayacaklardır.
Evet, böyle bir atmosfer içinde, ne güzellik aşkı, ne gönülde ilhamların coşması, ne de sanatkârlık ruhu kat'iyen gelişemez. Böyle bir anlayış içinde, sanat perişan, sanatkâr bir satıcı, sanatseverler de muhtevadan habersiz, dış yaldız ve kabartmalara hayran bir sürü çocuklardır.
Dış tesir ve baskılarla ruhta köleleşmiş bugünkü nesiller, dönüp kendi özlerini bulacakları, fıtrat kanunlarına dehâlet edecekleri, varlıklarının toprak ve tohumlarına sahip çıkacakları güne kadar da, bu eziklik ve bu perişaniyet devam edeceğe benzer. Günümüzün, zevksizlik ve derbederliğini görüp düşündükçe, eski devirleri hasretle yâd etmemek elden gelmiyor. Kudret elinin hazırladığı incelerden ince programa göre ve kutsilerin eliyle, tekrar tekrar tabiat kazanında karıştırılıp hallaç edilen pırıl pırıl o fıtrî hayat, rengârenk güzellikleri ve kanaviçe zerafetiyle, uzaklaştığımız kendi yamaç ve kendi kıyılarımız gibi artık çok gerilerde kaldı...
Sızıntı, Ocak 1985, Cilt 6, Sayı 72
.
Arkada bıraktığı günlere bakıp da pişmanlık duymayacak az insan vardır. İyiler, neden daha mükemmel olmadıklarını düşünerek; kötüler de, işledikleri fenâlıkların yüz kızartıcı çirkinliklerini görerek hasret ve inkisar içinde iki büklüm olup inleyeceklerdir.
Genç kuşakları ihmâl edip nefsâniliğin karanlık lâbirentlerinde yapayalnız bırakanlar, onların her gün biraz daha azmanlaşmalarına seyirci kalanlar.. kitleleri millî kültür ve millî düşünceden mahrum bırakanlar, çekip onları şehevânilik bataklığında çürütenler.. fenalara ve fenalıklara yahşî çekip gününü gün etmek isteyenler, ülkenin dörtbir yanına kozmopolitlik tohumlarını saçarak millî şuur ve millî mefkûreyi öldürenler.. özünden ve ruh kökünden uzaklaşmayı ma'rifet ve medeniyet sananlar, ilim yuvalarını bu cehennem zakkumunun meşcereliği1 haline getirenler.. yıllarca can alıcı hasımlarımızı dost bilip onlara dostluk türküleri söyleyenler, göz göre göre bütün değer hükümlerimizi yerle bir edip halihazırdaki şu hazîn manzarayı hazırlayanlar.. cismânî ve bedenî hazlarını, her şeyin önüne geçirip çılgınlık ve hezeyana girenler, bunların hâline imrenip, kelebeklerin kendilerini ateşlere attıkları gibi, gidip gidip levsiyyâta gömülenler.. medeniyet deyip, yenilik deyip çeşit çeşit yabancı düşünceye pey-çekenler, olup biten bunca şey karşısında, bir kerecik olsun, irkilmeyen ve ürpermeyenler.. en alttakiler onların da altındakiler, en üsttekiler onların da üstündekiler, bir gün mutlaka, ettiklerine nâdim olup ağlayacaklardır!.. Ne var ki, o günkü ah u enîn ve çığlıklar hiçbir işe yaramayacaktır.
Çeşit çeşit nedâmet düşüncelerinin bir sis gibi ortalığı sardığı o gün; keşke, "düşünce dünyamla bir çığlık olup her yanı sarsaydım; sarsaydım da bütün ölü gönüllere rûhumun ilhamlarını duyurabilseydim" deyip dövünen ve pişmanlıklar içinde kıvranan çaplı ve çalımlı yüksek himmetlerin nedâmetleri duyulacağı gibi; bütün bir hayat boyu, kayda değer hiçbir iş yapamamış, hiçbir fedakârlığa katlanamamış ve koskoca ömür sermâyesini zâyi etmiş kimselerin de pişmanlıklarla inleyip şaşkın şaşkın sağa sola tosladıkları görülecektir.
İhmâllerin birer dev felaket halinde çevreyi sardığı, ekilen cehennem tohumlarının başak bağladığı, dörtbir tarafın kararıp gözlerin döndüğü ve yürekler acısı bu hazîn manzaranın herkesi dağidar edip dize getirdiği o gün, (keşke) diyecekler; keşke, bugünleri dünden görebilsek ve bu felâketleri hazırlayan karanlık ruh ve karanlık çehreleri vaktinde sezebilseydik; sezebilseydik de, bugünkü çâresizliklere ve bu âh u efgâna düşmeseydik..!
Keşke, aldatıcı ruh ve mürüvvet bilmeyen bir kısım simalarla aramızda, aşılmaz dağlar bulunsaydı da hicrânı bir dert, dostluğu bin hasret, vefasız bir gürûh arkasına düşüp ömrümüzü zâyi etmeseydik..! Keşke, sağduyulu, sağ düşünceli aydınlık yolun muhasebe insanları arasında yerimizi alabilseydik de hesapsızlığın bağrında gelişen bugünkü anaforlara kapılıp gitmeseydik..! Keşke ilimlerle dimağlarımızı, inanç hakikatlarıyla da gönüllerimizi aydınlatarak Yüce Yaratıcı ve O'nun şaşmaz şanlı elçisi Ufuk İnsan'ın akyoluna bağlılığımızı koruyabilseydik de ruhlarımızı saran şu binbir hezeyân, gönüllerimizi dolduran şu içiçe gurbet ve yalnızlıkları görüp hissetmeseydik..!
Keşke, ibret dolu sayfalarıyla maziyi yâda getirip, onun aldatmayan ve aydınlatıcı derslerinden alacağımız feyizlerle, geçmişimize yaraşır bir parlak gelecek hazırlamaya muvaffak olabilseydik..!
Evet, bugünkü her pişmanlık; dünkü ihmâl, dünkü gaflet ve dünkü umursamazlığın acı birer meyvesi olarak karşımıza çıktı. Yarınlar da, acı-tatlı her türlü semeresiyle bugünün bağrında gelişip hazırlanmaktadır. Bu itibarladır ki, çok yakın bir gelecekte, milletçe ya (keşke keşke)lerle kadere taşlar yağdırıp geçmişi hasretle anacağız, yahut, onu ve kahramanlarını hayırla yâd edip talihimize tebessüm edeceğiz...
Sızıntı, Haziran 1985, Cilt 7, Sayı 77
.
Sağlam Geçmiş Güçlü Yarın
Şanlı geçmişimizi kendine has zevkleriyle her duyuş ve her yudumlayışımızda, peşi peşine ihtişamlarla başımızın döndüğünü hisseder, bu hisle gerilir, onunla bir başka hazlara uyanır ve o şanlı, namlı devirleri bütün tazeliğiyle yeni baştan yaşıyor gibi oluruz.
Maziye dair her söz, her düşünce, her hâtıra öyle sırlı bir menşûrdur ki, geçmişten esip gelen, ruhlarımızı okşayıp geçen her ses ve her izle gözlerimizin önünde bambaşka dünyaların tüllendiğini duyar gibi olur ve kendimizi cetlerin o velveleli hayat armonileri içinde buluruz. Buluruz da, dünü bugünle, bugünü de yarınla içiçe tahayyül eder ve bu uçsuz-bucaksız hazlarla sonsuzluk kadar derinleşiriz.
Vâkıa, yer yer geçmişten hazan rüzgârlarının esip geldiği, hayallerimizi bir kısım hüzünlerin sardığı da olur; ama sürekli olmayan bu sis ve duman, tıpkı bahar bulutları gibi çarçabuk silinip gider, yerlerini göklerin ve zeminin çehrelerinde dalgalanıp duran daha çarpıcı güzelliklere ve daha derin zevklere bırakırlar. Aslında, gerçek zevk de, bu iniş ve çıkışların, bu med ve cezirlerin birleştiği noktada çağlayıp duran zevktir.
Bu itibarla geçmişin hülyâ ve hâtıralarıyla gelen hüzün ve kederler, hayatın bütün buudlarını duyup hissetmek, her lahza varolmanın ayrı bir derinliğine ermek yolunda çok zevkli bir 'dâus-sıla'dır ve bizler için yaşanmış ve yaşanacak olan binbir hazzın beliğ bir lisanı olduğunda da şüphe yoktur. Bu lisan, her şeyi cismaniyetin karanlık labirentlerinde ele alan bahtsızlar için, matemle dolmuş ağlayanların dili olarak kabul edilse bile, hakikata uyanmış gönüller nazarında o, geçmişin başdöndürücü zenginliklerine, hülyalarla bezenmiş en tatlı, en imrendirici güzelliklerine menfezler açıp, hasret ve hicranla yanan sinelerimize, olmuşun çehresinde olacağın mesajlarını fısıldayan talâkatlı bir beyandır.
Evet, geçmişten kopup gelen levent nâraları, nal sesleri ve at kişnemeleri, bizlere ayrı bir inşirah ve teselli esintileriyle gelir ve hayat yolunda karşımıza çıkan engelleri aşabilmemiz için kollarımız, kanatlarımız olurlar. Bu sayede en acı anların yanında en tatlı saatlarla, en karanlık dakikaların ardından en aydınlık günlerle yeni yeni ümitlere, sevinçlere erer; ışıktan ışığa koşar, ilerisi için beslediğimiz hülyaları, emelleri, rüyaları yakalamağa çalışırız.
Kendini, geçmişin bu tatlı, bu zevkli hayal akıntılarına salıverenler için hayat, içimine doyum olmayan kevserler gibi gönülleri yararak hislerin en derin noktalarına ulaşır ve girdiği sinelerde eski günleri yeşerten birer tohum haline gelir. Sonra da, bunların iç dünyalarında en büyüleyici renkleri, en bayıltıcı kokuları ve en imrendirici desen ve nakışlarıyla yepyeni baharlar belirir. Yarınki mutluluklara uyanmış kalplere aşkın, ümidin bilmem kaç zevkini birden tattıran baharlar...
Evet, insan, hayatın binbir tecellisi içinde, geçmiş, gelecek ve ikisinin birden onun ruhuna boşalttıkları duygu ve şuurla, varlığa daha bir başka bakabilir, vak'aları daha değişik tahlil edebilir ve her an ayrı bir zaman parçasını tartan hassas bir terazi gibi, bütün zamanları birden tartarcasına daha isabetli hüküm ve neticeler elde edebilir.
Bu kuşakta o, dünden bugüne ortaya konan en parlak tabloların bir takım uhrevî kıymetlere ulaştıklarını görür, fiziğin dudağında metafiziğe ait nağmeleri dinler, sonra da iç içe bu seziş ve anlayışlarla her türlü takdirin üstünde ledünnî bir hayatın zevkleriyle beslenerek, kendini sonsuz denizlere salıp, onların maviliklerinde yüzer gibi; semaların derinliklerine dalıp yeni bir yurt arama yolunda uçar gibi; aya, güneşe, yıldızlara bakarak sonsuzluğa yelken açar gibi olur.
Eski-yeni, dün ve yarın arasındaki bu râbıtaları bulamamış, şuraya buraya konup kalkan, köksüz ve geçmişten nasipsizlere gelince, bu dalgın bakışlarla ne bir terkip ve tahlil yapabilir, ne de bir yere varabilirler.
Sızıntı, Şubat 1988, Cilt 10, Sayı 109
.
Sevgi, dünyaya gelen her varlıkta en esaslı bir unsur, en parlak bir nur, en büyük bir kuvvettir ve bu kuvvetin yeryüzünde yenemeyeceği hiçbir hasım yoktur. Sevgi evvelâ bütünleşebildiği her rûhu yükseltir ve ötelere hazırlar. Sonra da bu ruhlar sonsuzluk adına doyup duydukları şeyleri bütün gönüllere hâkim kılmanın kavgasını vermeye başlarlar. Bu yolda ölür ölür dirilir; ölürken 'sevgi' der ölür, dirilirken de sevgi soluklarıyla dirilirler.
Sevmeyen ruhların olgunlaşıp insanî semâlara yükselmelerine imkân yoktur. Evet onlar yüzlerce sene yaşasalar dahi olgunluk adına bir çuvaldız boyu yol alamazlar. Sevgiden mahrum bu sîneler, bir türlü egonun karanlık labirentlerinden kurtulamadıkları için, kimseyi sevemez, sevgiyi sezemez ve varlığın sînesindeki muhabbetten habersiz olarak kahrolur giderler.
Çocuk, ilk defa dünyaya gözlerini açtığı zaman sevgi ile karşılaşır, şefkatle gerilmiş ruhları görür ve muhabbetle atan kalplere sırtını vererek büyür. Daha sonraları ise, bu sevgiyi bazen bulur bazen de bulamaz; ama bütün bir hayat boyu hep o sevgiyi arar ve onun arkasından koşar.
Güneşin çehresinde sevginin izleri vardır. Sular buhar buhar o sevgiye doğru yükselir; yukarılarda damlalaşan su habbecikleri, o sevginin kanatlarıyla kanatlanır ve nâralar atarak başaşağı toprağın bağrına inerler. Güller, çiçekler sevgiyle gerilir ve gelip geçenlere tebessümler yağdırırlar. Yaprakların bağrına taht kuran jaleler, durmadan çevrelerine sevgi dolu gamzeler çakar ve sevgiyle raks ederler. Koyun, kuzu sevgiyle meleşir ve birleşir; kuşlar ve kuşçuklar sevgiyle cıvıldaşırlar ve sevgi koroları teşkil ederler.
Her varlık, kainattaki yeri itibarıyla bu geniş sevginin bir yanını, parlak bir senfonizma ile seslendirmekte, irâdî ve gayr-i irâdî, varlığın sînesindeki derin aşk ve muhabbeti göstermeye çalışmaktadır.
Sevgi, insan ruhunda öyle derin izler bırakır ki, o uğurda yurt-yuva terk edilir, icabında ocaklar söner ve her vâdide ayrı bir mecnun 'Leylâ!' der inler. Ruhundaki sevgiyi kavrayamamış sığ gönüller ise bu işe delilik derler..!
Diğergamlık ve başkaları için yaşamak, insanoğluna ait yüksek bir duygudur ve kaynağı da sevgidir. İnsanlar arasında bu sevgiden en çok hisse alanlar en büyük kahramanlardır. İçindeki kinleri, nefretleri söküp atmaya muvaffak olmuş en büyük kahramanlar... Ölüm bu kahramanların soluklarını kesemez. Hazân onların çiçeklerini solduramaz. Aslında her gün iç dünyalarında ayrı bir sevgi meşalesi tutuşturup, kalplerini sevginin, mürüvvetin meşcereliği hâline getiren ve duygu dünyalarında açtıkları yollar ve tünellerle bütün gönüllere girmesini bilen bu çalımlı ruhlar, öyle yüksek bir divandan 'ebed-müddet' yaşama hakkını almışlardır ki, değil ölüm ve fânilik, kıyametler dahi onların çiçeklerini solduramaz ve kadehlerini deviremez.
Çocuğu için ölmesini bilen anne büyük bir şefkat kahramanı, ülkesi ve insanı için hayatını hakîr gören fert bir millet fedâisi, insanlık için yaşayıp onun için ölen kahraman ise, sînelerde taht kurmaya hak kazanmış bir ölümsüzlük âbidesidir. Böylelerinin elinde sevgi, her düşmanı yenebilecek bir silah, her kapıyı açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu silah ve bu anahtara sahib olanlar, bugün olmasa da yarın mutlaka bütün cihanın kapılarını açacak ve ellerinde muhabbet buhurdanlıkları dörtbir yana huzur kokuları saçıp dolaşacaklardır.
İnsanların gönüllerini fethetmek için en kestirme yol sevgi yoludur. Ve sevgi yolu peygamberler yoludur. Bu yolda yürüyenlerin yüzlerine kapılar kapanmaz! Ezkazârâ, birisi kapansa bile onun yerine yüzlercesi, binlercesi açılır. Bir kere de sevgi yoluyla gönüllere girildi mi, artık halledilmedik hiçbir mesele kalmaz.
Ne mutlu sevgiyi kendine rehber yapıp yürüyenlere! Yazıklar olsun, ruhundaki sevgiyi sezemeyip bütün bir hayat boyu kör ve sağır yaşayan talihsizlere!
Ey yüceler yücesi Rabbim, kinlerin nefretlerin, gecenin koyu karanlıkları gibi dört bir yanı sardığı günümüzde, Sen'in sevgine sığınıyor, şu fevkalâde haşerî ve alabildiğine azgınlaşmış yaramaz kullarının gönüllerini, muhabbet ve insanî duygularla doldurman için son bir kere daha kapında inliyor ve iki büklüm oluyoruz.
Sızıntı, Mart 1987, Cilt 9, Sayı 98
.
Söğüt'ün Bağrındaki Diriliş
Dünya kuruldu kurulalı gündüzler geceleri, ışık da karanlığı adım adım takip etmekte; yok olmaları varolmalar, ölmeleri de dirilmeler kovalayıp durmaktadır. Toprağın sinesinde kendini çürümeye salmış bir tohum, sümbül hayatını netice vermekte; kayaların bağrını döl yatağı edinmiş minik çam çekirdeği, şartların müsamahasızlığına rağmen salkım salkım boy atıp gelişmekte ve tıpkı hasmını yenmiş bir gladyatör havası içinde, dalların diliyle gerilip varlığını haykırmaktadır. Nice dev çağlayanlar vardır ki, menbaları küçük birer sızıntı, nice bitip tükenme bilmeyen ışık kaynakları vardır ki, esasları birer zerreden ibarettir. Tomurcuk dudaklarını açıp varlığını haykıracağı, güller, çiçekler yüzümüze gamze çakacakları güne kadar onların varlıklarından haberdar bile olamayız. Oysaki onlar, İsrafil'in Sûr'unu çoktan duymuş ve belli bir tempo ile dirilişe geçmişlerdir bile...
Cihanı üst üste karanlıkların sardığı bir dönemde, âdetâ kehkeşanlardan yıldızlar derip, bununla her gün ayrı bir donanma gecesi teşkil ederek kendi ülke ve kendi insanına hep başka başka bayram şenlikleri yaşatanlar, üstûreleşen koca bir tarihin ilk rüyalarını cılız bir söğüt ağacının dalları altında görmüşlerdi.
Mütevazi bir toprak parçası üzerinde, oldukça basit bir hayat yaşayan bir avuç insanın, hayallere sığmayan bir müthiş patlamayla, denizlerin dev dalgaları gibi birdenbire belirip ortaya çıkmaları, hangi sebeplerle izah edilirse edilsin, kat'iyen inandırıcı olamayacaktır.
Acaba, yağmur yüklü bulutlar gibi ellerinde ışıktan kamçılarla, kıyametler kopararak dörtbir yanı tutan bu heyecanlı sîneler, akıllara durgunluk veren bu hareket ve bu hızı nereden alıyorlardı? En sağlam manevralarla kitlelere hükmedip, onları arkalarından sürükleyerek, cihan çapında meydana getirmeyi başardıkları bir büyük diriliş ve bir büyük inkılâpla, hadiselerin akışını, tarihin çehresini değiştiren onlardaki bu müthiş güç nereden kaynaklanıyordu? Dostların vefa bilmediği, düşmanların cefadan yılmadığı handikapların handikapları takip ettiği çalkantılı bir devrede, her türlü imkânsızlığı aşarak kemmiyetin bütün müesseselerine galebe çalmaları, yâni "bir sineğin bir kartalı sallayıp yere vurması" nasıl mümkün olmuştu? Rica ederim, olup biten bunca şeye (ganimet) tutkusu, şöhret hissi, kavga hırsı, cihanı istilâ etme arzusu dememiz mümkün müdür?
Hayır hayır! Bu âteşîn ruhları harekete geçiren, bu çelik iradeleri dünyanın hâkimi kılan sır, ne bunlarda ne de bunlar gibi şeylerde kat'iyen aranmamalıdır. Bence bu sır onların sağlam inançlarında, tarih şuurlarında ve mukaddes ideâllerinde aranmalıdır.
Uzun yıllar, sağda-solda bitkin, yorgun ve tutarsız bir hayat yaşadıktan sonra, onu, yepyeni bir güç, taptaze bir kuvvet ve apaydın bir millet olarak cihanın karşısına çıkaran bu inanç ve bu ideâl, onun için âdetâ ölümsüzlük kevseri olmuştu.
Baharda, erimeye başlayan karın-buzun zayıf noktalarını kollayıp da, oralara diriliş mesajları sunan toprağın, kendini bir mübarek çimlenmeye terk etmesi gibi.. birkaç yüz çadırdan ibaret bu kutlu aşiret de, ona baştan başa bağrını açan yeryüzü meşcereliğinde tıpkı kar çiçekleri gibi her yanı sardı ve dünyanın üç kıtasında cihangirâne bir devlet kurmaya muvaffak oldu.
Artık söz onun devran onundu; atını en karanlık noktalarına kadar sürecek; her uğradığı yere gönlünün ilhamlarını boşaltacak; mazlum ve mağdurların âhını dindirerek, sivri süngüsü ve keskin kılıcıyla bütün zalim ve müstebitleri zapt ü rapt altına alacak ve dünya devletleri seviyesinde cihan sulh ve muvâzenesinin en gür sesi haline gelecekti.. ve geldi de... Tarihin tespit ettiği en utandırıcı zulümlerden en iğrenç tecâvüzlere, en kanlı ihtilâllerden en ümit kırıcı çalkantılara kadar, binbir gâilenin kol gezdiği, hezeyan ve çılgınlıklara alkış tutulduğu, yangınların şehrâyin sayılıp vahşetlere yahşî çekildiği alabildiğine karanlık bir çağı, ense kökünden yakalayıp derdest ederek zamanın bağrından söküp attı.
Evet o, bütün bunları yaptı. Ve, yüksek inanç sistemi, rûhundaki fazilet aşkı, herkesi hayran bırakan güzel seciyye, üstün ahlâk, disiplin rûhu, itaat şuuru ve hayatı hakir görme gibi eşsiz meziyetleri sayesinde, dünyanın üç kıtasında yaşayan insanların hemen ekserisinin gönüllerini fethederek arkasına almasını bildi. Böylece, bir kutsinin uğurlu elleriyle temelleri atılan bu yüksek mefkûrevî devlet, arkadan gelen hayırlı mîrasçılarla da devam ettirilince, bir cihan hâdisesi haline geldi. Sonra da parlaklık ve ihtişamından hiç bir şey kaybetmeyerek bir ölçüde bu günlere kadar gelip ulaştı. O, Sezar'ların, Napolyon'ların saltanatlarından daha parlak, daha şa'şaalı ve daha uzun ömürlü olmuştu; olmalıydı da.. zira bir yanda altın-gümüş, şan-şeref üzerine kurulmuş bir saltanat, diğer yanda, ahlâk, fazilet, inanç üzerine kurulmuş ve insanî ağırlıklı bir hükümrânlık..! Şöhret ve servet, hiç bir zaman inanç ve yüksek ideâllere bağlılık kadar insanlık üzerinde tesirli olamamıştır ve olamazdı da. Geçmişteki Fransa, İngiltere Cumhuriyet ve hükümetleri gibi, bugünkü süper güçler de dış yüzlerindeki ihtişâma rağmen, hiçbir zaman gerçek nizam ve âhengi idrâk edememiş, çürük sistemlere dayalı istikbâl vaadetmeyen kuvvetlerdir. İskender ve Napolyon'un kandan seylâplarla kurup çevirdikleri imparatorluk değirmenleri, arkada bir sürü inilti, bir sürü lânet bırakarak kurucularıyla beraber yıkılıp gitmesine karşılık, söğüt çevresindeki saf tohumlar üzerinde kanatlanan papatyalar, hâlâ salınıp durmaktadır.
Bir gökkuşağı gibi daima onların düşünce ufkunu tutan ve bir bayrak gibi hep başlarının üzerinde dalgalanıp duran bu yüksek inanç ve "devlet-i ebed müddet" idealinin, onlar üzerinde tesiri o kadar büyük olmuştu ki, daha o ilk kıpırdanış dönemlerinde, altı-yedi yüz senelik muhteşem bir milletin düşünce hareketinin, teşkilât ve idaresinin plân ve programlarının mevcut olduğu hemen sezilebilir. Bir de bu yüksek ideal; sağlam bir dînî duygu, dupduru bir heyecan, her işte sıkı bir disiplin, fevkalâde yiğitlik ve civanmertlik; herkesi memnun edecek ölçüde bir idare, iyi işleyen bir adliye, cesaret ve hak ölçüsüyle gürül gürül bir askeri teşkilâtla da bütünleşince çarçabuk dünyanın efendisi oluvermişlerdi.
Aslında bu, tarih felsefesine göre tabii bir netice idi. Zira, bir tarafta; kin, nefret ve türlü türlü ihtiraslarla, durmadan bir cadı kazanı gibi kaynayan, çevrede çapulculuk yaparak zayıfları ezen millet şeklindeki yığınlar, beri tarafta, insanlık ve mürüvvet adına mazlumların imdâdına koşan, dünyayı yeni baştan hak ölçüsüne göre plânlayan, câmileri, çeşmeleri, sebilleri, hastahaneleri, vakıf ve imâretleriyle yüzlerce insânî müesseseyi gergef gibi işleyen incelerden ince ayrı bir dünya... Bu dünya, insanlık çapında, hayata yeni bir mânâ, yeni bir tefsîr getirme düşüncesiyle ortaya çıktı ve yeryüzünü saran bütün şirretliklere rağmen, kendine has bu yüksek hayat felsefesini insanlığa kabul ettirmesini bildi.
Dostların vefasızlığına, düşmanların ardı arkası kesilmeyen istilâ ve ifsatlarına uğramasaydı, kim bilir daha neler yapacaktı?!
Keşke, bu mübârek dünya; duygu, düşünce, anlayış ve hayat felsefesiyle hiç değişmeseydi! Keşke, onun yiğitliği, sâdeliği ve mertliği bugüne kadar dipdiri kalabilseydi! Keşke o, muhteşem saray ve yüksek kasırların altın yaldızlı kubbeleri altında, baygın ve mahmûr dolaşan hasım dünyanın, talihsiz insanlarının durumuna düşmeseydi..!
Ah, o zevke dalıp özden uzaklaşmalar, fîruze ve zebercet yaldızlı tavanlar altında çalım satmalar, zümrüt gibi bağ ve bahçelerde, lâle ve zambaklar arasında mest ü mahmûr rahata ve rehâvete teslim olmalar..!
Eyvah ki, bütün bunların hepsi oldu!!! Ne çıkar..! Söğüt'ün gök rengi tomurcuklarının dudaklarında yeni bir günün muştusu var..!
Sızıntı, Şubat 1986, Cilt 8, Sayı 85
.
.
İnsan bir şeye kendini kaptırdığı ölçüde, yavaş yavaş o şeyin tesirine girer ve onda fâni olur. Asırlar var ki insanımız, kâh makine, kâh teknik ve teknoloji, kâh bütün eşya ve hadiselerin tesirinde, özünden uzaklaşa uzaklaşa kendi dünyasına karşı bütün bütün yabancılaştı. Günümüzde makine, insan düşüncesini öylesine baskı altına aldı ki, zavallı insanoğlu, onun çark ve dişlileri arasında sıkışıp kalarak; aşk, heyecan, insanî duygu ve düşünce, irâde ve vicdân gibi özüne ait bütün cevherleri birer birer yitirdi.
Bugünün modern insanı, duygu ve düşünceleri ile somun ve cıvata yivleri arasında ezilip gitmiştir. Onun bir fabrikadaki vazifesi, iki vida atlayıp üçüncüsünü veya üç vida atlayıp dördüncüsünü sıkıştırmaksa o, bu küçük işle öylesine bütünleşmiş, makine çarklarıyla o denli içli-dışlı olmuştur ki, bu hâliyle dönüp insanca düşünmesi, insanca konuşması, insan gibi hissedip insanca davranması âdeta imkânsızlaşmıştır.
Düşünmeyi öne alan mantıkçılar, insana: 'Düşünen hayvan'; konuşmayı ehemmiyetli görenler de ona: 'Konuşan hayvan' demişlerdi; eğer bugünün insanına bir ad vermek icap etseydi, zannediyorum en uygunu 'vida sıkıştıran hayvan' olacaktı. Bunun mânâsı ise, kâinatlar kadar değer taşıyan yüce varlık insanın, bir cıvata ve somun kadar küçülüp ehemmiyetsizleşmesinden başka bir şey değildi. Bu itibarla da ona, tek buutlu insan veya değeri düşmüş insan demek daha uygun olacaktır.
Günümüze kadar gelen bir inanışa göre; bir kısım kimseler, kötü ruhların tesirine girerek özlerini kaybettikleri, benliklerinden uzaklaştıkları ve onların kuklaları haline geldikleri kabul edilmektedir ki; batının teknik ve teknolojik üstünlüğü karşısında başı dönen, bakışı bulanan ve medeniyet adına gidip gırtlağına kadar onun erâcifine gömülen; özünü, şahsiyetini, benliğini yitirmiş günümüzün ruh hastası-müstağripleri için aynı şeyleri düşünebiliriz. Böyleleri, kat'iyen kendileri olarak duyamaz, kendileri olarak düşünemez ve kendileri olarak zevk alamazlar. Bu itibarla da, bütün bir tarih boyunca birikip gelişen örfler, âdetler, dînî duygu ve düşünceler, sanat ve edebiyat gibi hayâtî unsurlar onlara ters gelmeye başlar. Oysa ki, bütün zevk ve elemler, keyf ve kederler; hatta hayata ait bütün iniş ve çıkışlar yukarıda arz edilen hususların halitasından ibaret bir menşurdan geçirilip değerlendirildiği ölçüde duyulur, kavranır ve yaşanır. Aksine, bütün bir hayat ve ona ait şenler, rol icâbı, onları temsil eden bir insan üzerinde tesir icra ettiği kadar dahi duyulup hissedilmez.
Seneler var ki batı toplumu; kendi düşünce tarzını, hayat felsefesini, duyuş ve zevk alışlarını bizim insanımıza empoze ede ede, onu öylesine sersemleştirdi ki; artık o, kendi gibi düşünemez, kendi gibi inanamaz ve kendi gibi okuyup yazamaz oldu. Yirmi devletten derleyip toparladığı kültür kırıntılarıyla, meydana getirmeyi plânladığı mel'unlardan-mel'un bir anlayış içinde, hareketsizliği bir ızdırap, hamle ve aksiyonu ise bin hasret oldu..! O bu hâliyle, batının kültür ve medeniyetine sahip olduğunu ve olacağını hayâl ededursun; karşı dünya, asırlardan beri kurup durduğu emellerini tahakkuk ettirmeden başka bir şey düşünmüyordu: O her şeyiyle değişmeliydi; inancı, düşüncesi, kültürü, hayat felsefesi, istihsâl ve istihlâkı, giyim-kuşamı ve evinin döşemesine kadar her şeyiyle.. bir de bunlar (toplumu modernize etme ve medenileştirme) gibi aldatmacalarla ele alınınca, özden uzaklaşma ve yabancılaşma fevkalâde bir hızla ve çok kısa zamanda her tarafı sardı.
İsterseniz bu durumu, Sartre'ın 'Yeryüzünün Lânetleri' kitabının önsözünde beraberce gözden geçirelim: 'Amsterdam, Paris, Londra gibi ülkelere, birkaç aylığına, bir kısım Asyalı ve Avrupalı gençleri getirip gezdirecek; giyim-kuşamlarını değiştirecek; biraz lisan biraz da batı kültürü verdikten sonra kendi hars ve manevî değerlerinden uzaklaştırarak yeniden ülkelerine göndereceğiz. Artık bizim borazanlarımız haline gelen bu gençler, gittikleri ülkelerde bizim düşündüğümüz gibi düşünecek ve bizim söylediklerimizi haykıracaklardır...' Şecaat arz eden kıptînin sirkatini dinlemeye ne hâcet! Bu ülke insanının batı taklit ve takipçisi olduğu, üzerinde münâkaşa yapılmayacak kadar gün gibi meydanda... Nesillere dini, kültürü, tarihi unutturularak köksüzlüğe öylesine revaç verildi ki; genç kuşaklar, kendi kültürünü bilmez, ama; onu aşağılamada fevkalâde mahirdir.. dininden bütün bütün habersizdir, ama; onu yerden yere vurmada müsamahasız ve peşin hükümlüdür.. edebiyattan anlamaz, nesir ve nazım hususiyetlerine aklı ermez, ama; geçmişi karalamada alabildiğine merhametsiz ve cüretkârdır... Rica ederim, böyle tiplerin, toplumun kaderine hakim olduğunu düşündükçe ürpermemek mümkün müdür?. Böylelerinin el üstünde tutulduğu bir cemiyette, gençlerin serserileştiğine ve anarşinin boy atıp geliştiğine değil, bütün bunlara rağmen, hâlâ bu vatan ve bu milleti seven bu kadar insanın bulunduğuna şaşılmalıdır..! Kaderin tatlı cilvesine bak ki, milletçe bu kadar erozyonlara uğradıktan sonra, toprak hâlâ kuvve-i imbatiyesini korumakta ve millet ağacı yeni sürgünlerle geleceği selâmlamakta..!
Evet, 'her şeyin yitirildiği' düşüncesinin hakim olduğu ve milletçe tamamen tarihten silinip gitmemizin beklendiği bir dönemde, toparlanıp kendimize gelmemiz ve asırlardan beri devam edegelen kemikleşmiş yanlışlıkları sezmemiz; millî ruhun şahlanıp kendi özüyle bütünleşmeye geçmesi hem şaşılacak, hem de takdir ve şükranla yâd edilecek bir keyfiyettir.
Ne var ki, taklitçilik daha bir süre devam edecek; millî ruh bir müddet daha derbeder olacak ve millet bir miktar daha acı çekecektir. Ama, bütün bunlar kat'iyen uzun sürmeyecek; yerlerini milletçe özlenen şeylere bırakarak silinip gideceklerdir. Elverir ki millete bahar ve diriliş vadedenler, sözlerinde dursun; bu çetin yolda ümitsizlik ve yılgınlığa düşmesinler..!
Sızıntı, Temmuz 1985, Cilt 7, Sayı 78
.
Yararlı Ruhlar veya Vicdan Topluluğu
İnsanoğlu varedilip bu âleme gönderilirken, iyi-kötü, güzel-çirkin, yararlı ve zararlının nüvelerini de beraberinde getirmiş ve bunlardan bir bölümüne mâhiyetinde çimlenip gelişme hakkını vermiştir. O günden bu güne de insan mahiyetinde, geceler gündüzlerle iç içe; kömür, elmasla yanyana; aydınlık, karanlığın arkasında; kin ve nefret, sevgiyle yaka paça; hürriyet, esarete karşı bitmeyen bir kavga içinde; şekilcilik, ihlas ve aşka pusular kurmakta; hakikat, bâtılla hesaplaşıp durmaktadır. Dünya durduğu sürece de hem bu zıtlıkların çarpışması, hem de onları temsil edenlerin hesaplaşması devam edip gideceğe benzer.
Evet bir tarafta, egonun karanlık labirentlerinde yol bilmez, iz bilmez şaşkın ruhlar; diğer yanda, her an sonsuzla yüz yüze ve bitmeyen bir yolculuğa karar vermiş, daha doğrusu iç dünyasında miraca azmetmiş aydınlık gönüller.
Birincilerin kaosla başlayıp kaosla biten kâbuslu dünyalarına karşılık, ikincilerin her dakikaları ötelere inancın aydınlık ikliminde ve ucu gelip sinelerine dayanan cennetlerin yalılarında geçmektedir.
Birinciler kötü görme, kötü düşünme ve hayattan zevk alamama ızdırabıyla kolu kanadı kırık esirler halinde kıvrım kıvrım kıvranmalarına mukâbil, ikinciler güzel görüp güzel düşünmenin pırıl pırıl ikliminde, her an bir başka dünyaya doğru seyahat etmekte ve bir başka mutluluğu paylaşmaktadırlar.
Öncekiler, kendi iç dünyalarında karanlık ve karamsar oldukları gibi, cemiyyete yararlı olma liyâkatını da kaybetmişlerdir. İçinde yaşadıkları millet ne onlardan, ne de onların kabiliyetlerinden asla istifâde edemez. Hatta böyleleri, cemiyyete yararlı olmaya zorlansalar bile, ihtimal ki, hep benlikleriyle engellenecek, hep ihtiraslara takılıp kalacak, asla kendilerini aşamayacak ve kendilerinden bekleneni yerine getiremeyeceklerdir.
Böyle muhteris gönüllerde mürüvvet ve insanlık arama beyhûde, sevgi ve anlayışa rastlamak ise tamamen imkânsızdır. Bunlar zâhiren başkalarını seviyor görünseler de, az bir dikkatle samimi olmadıkları hemen anlaşılacaktır.
Her türlü açıklık ve açık yüreklilikten mahrum bu karanlık ruhları, anlayıp öğrenmek de bir hayli zor, hatta bir bakıma imkânsız gibidir. İnsanca davrandıkları aynı anda zâlim ve mütecâviz, zulüm ve saldırganlıkları içinde de fevkalâde yumuşaktırlar. Güçlü ve kuvvetli olduklarında alabildiğine gaddar, korktukları veya desteksiz kaldıkları zamanlarda ise şahısların ayaklarını öpecek kadar aşağılık ve miskindirler. En küçük bir çıkar uğruna dünyaları ateşe vermekten çekinmez, en hasis bir menfaat karşısında binler ve yüzbinlerin hukukunu çiğner geçerler.
Varlıklarını dünyanın direk ve kaidesi sayan bu bencil ruhlar, bütün bir hayat boyu hep ihtirasların mahbesinde yaşar, bir kerecik olsun eşya ve hadiseleri olduğu gibi görmeye muvaffak olamaz veya görmek istemezler. Kör, sağır ve kalpsizdirler; duyup işittikleri bir aldanmışlık, görüp sezdikleri hayâl ve rüya, değer hükümleri de sarhoşça hezeyanlardan ibaretdir...
Doğrusu bunlar, özleri itibariyle fevkalade kâbiliyetsiz ve liyâkatsiz, içinde yaşadıkları cemiyet itibariyle de son derece yararsız kimselerdir. Şahsi haz ve zevkleri açısından dünyanın tam göbeğinde ve hayatla iç içedirler ama, başkalarına faydalı olma, cemiyetin çıkarlarını kollama, ona gelecek zararları göğüsleme ve çevrelerine yararlı olma noktasında onları arasanız dahi bulamazsınız...
İkincilere gelince; bunlar, varlığa ermenin sırrını kavramış, kendi iç dünyalarında fütuhat fütuhat üstüne derinleşmeye azmetmiş, herkesle ve her şeyle bir çeşit sevgi ve duygu birliği kurmaya yönelmiş özünde istidat ve liyâkatlı, başkaları için de hem lüzumlu hem de çok yararlı kimselerdir. Yükselip benliklerinin zirvesine diktikleri irade sancağının gölgesinde, hep fazilet kavgası verir, hep hasbilik ve diğergâmlık takip ederler. Düşünce ateşiyle kavrulan ruhları, saflaşan dimağları, nebiler ışığının birer gölgesi gibi, daha önce onların uğradıkları her yerde meleklerle akrabalığa ulaşır, onlarla bütünleşir ve onların arasında gezerler.
Hakk katında sâf sâf dizilmiş bahtiyar toplulukların merkez noktasının, hem ilerisini hem de gerisini peygamberler tutar. Onların arkasında da bu kutsilerin bayrağı dalgalanır.
O bayrağı dalgalandırana ruhlar fedâ olsun! Nebilerin emir ve direktiflerini bunlar temsil ederler. Böylece merkezi tutanlar hayat şiirini besteler; arkadakiler de onu en tatlı melodilerle seslendirmeye çalışırlar. Merkezdekiler, çevrelerine iyinin, güzelin, makulün mesajlarını sunar ve her tarafta hakikatin meşalesini yakarlar; arkadakiler de sonsuza kadar hep onun etrafında döner dururlar. Merkezdekiler, 'sûr'u dudağında şâha kalkmış İsrafil gibi çevrelerine ruh ve diriliş üflerler, arkadakiler de bu ruha ceset giydirerek onu hayatın her ünitesinde en canlı heykeller halinde temsil etmeye çalışırlar.
Bu kutluların seslerinin ulaşmadığı yerlerde ses adına duyulan şeyler birer hırıltı, söylenen sözler de delilerin hezeyânından farksızdır. Bu yüksek kâmetleri görme bahtiyarlığına erememiş körler ve onların gönüllere huzur veren soluklarını duymamış sağırlar, bütün bir hayat boyu bülbülün nağmelerini saksağan sesine karıştırır dururlar da bunun farkına bile varamazlar.
Bu kutlular, tâ baştan en yüksek hakikat karşısında iki büklüm olup yere yüz sürdüklerinden hep O'nu bildi ve O'nun eşiğine baş koydular. O'nun kapısında eğilenlerin başları ayaklarına selâm durur ve onların ayakları hep başlarının ulaştığı noktalarda dolaşır; dolaşır da secdede bir araya gelen ayak-baş halkası, onları miraçla noktalanan arşiye ve ferşiye'lerde gezdirir. Hele bir de ilham küheylanları şahlanırsa, bir solukta gökler ötesine ulaşır, cennetlere uğrar, meleklerle at başı hâle gelir ve O idrâk edilmez etrafında hayret ve hayranlıkla uçuşup durmaya başlarlar.
Kim bilir günde kaç defa, güneşi top, bir başka yıldızı da çevkân yaparak gök ehline sihirli oyunlar gösterirler! Kaç defa, niyazla vuslata erer, yâr ile hemdem olur, nazla geriye dönerler. Kaç defa, aşkın 'hayhû' perdeleriyle şahlanır, ruhlarında hakiki varlığa ermenin zevkini duyar ve kendilerinden geçerler..!
Soluklarında 'Hakk', düşünceleri hakikat, dillerinde ölümsüzlük muştusu, önlerinde sonsuz saadet... Dünyayı ma'mur etmeyi azmetmişlerdir ama, hayattan kâm almayı akıllarının köşesinden bile geçirmezler. Alabildiğine hasbi ve yürektendirler; yapıp çattıkları şeyler karşılığında herhangi bir mükâfât istemedikleri gibi kahramanlıklarının destanlaştırılmasını da arzu etmezler.
Ne acıdır ki, bütün bir ömür boyu hayır ve fazilet adına kadehler gibi dolup boşalan bu yüksek ruhlar, dünden bugüne bir kısım aldanmış kişiler tarafından hep horlanıp hakir görülmüş, hep yaşama hak ve hürriyetinden mahrûm edilerek cemiyet dışı bırakılmaya çalışılmışlardır.
'Yar yüreğim yâr
Gör ki neler vâr
Bu halk içinde
Bize güler vâr.
Bu yol uzaktır
Menzili çoktur
Geçidi yokdur
Derin sular vâr.' (Yunus)
Ruhlar aydın, vicdanlar hür, sineler de imanlı olduktan sonra varsın olsun ne çıkar!
Sızıntı, Aralık 1986, Cilt 8, Sayı 95
.
Mazhar olduğumuz nimetlerin kadrini bilmek, yeni mazhariyetler için en sağlam bir esas, en güçlü bir vesîledir. Sıkıntı ve mahrumiyetler, izâfî değerler ifade ettikleri için, en müreffeh bir hayat seviyesinde bile, her zaman bir kısım mahrumiyetlerden bahsetmek mümkündür. Tabii bunların yapıcı bir düşünce ile ele alınmasında da mahzur yoktur. Ancak, bütün bütün Hakk'ın lütuflarını görmemezlikten gelerek hep mahrumiyetler üzerinde durmanın, hep olup-biten şeylerin fena yönlerini araştırmanın hiçbir yararı olmadığı da muhakkaktır.
Sıra sıra yokluklar arasından geçerek, yığın yığın mahrumiyet ve sıkıntıların ekşi, abûs çehrelerini görerek; bilmem kaç ölüm koridorundan sıyrılıp 'tenezzüh ve seyir' diyebileceğimiz bu rahat ve huzur dolu günlere gelip ulaştık.
Daha 'dün' denecek kadar çok yakın bir geçmişte, hayrın, hayır düşüncesinin susturulmak istendiğini, şerrin ve çeşit çeşit şirretliklerin çığlık çığlık etrafı velveleye verdiğini görüyor; elimiz bağlı, kolumuz bağlı, dilimiz bağlı ve düşüncelerimiz esir sadece seyrediyorduk. Bir evde, bir bahçede dost ve sevdiklerimizle bir araya gelerek düşünce alış-verişinde bulunamıyor, duyuş ve hissedişlerimizle yapayalnız bırakılıyorduk. Zira, en nezih düşüncelerden kaynaklanan ve en temiz hislerle ifade edilen şeylerden bile kuşku duyup korkanlar vardı ve bunlar milletin kaderine hâkimdi...
Rica ederim; o zamanlar bin seneyi aşkın bir zamandan beri milletin sinesinde kök salmış millî kültür ve tarih şuurundan, o göz kamaştırıcı muhteşem geçmiş ve onun getirdiklerinden; gazâdan cihattan; gâzilik ve şehitlikten söz etme imkânı var mıydı? her biri başlıbaşına bir destana mevzû olacak, güneşi batmayan o şanlı günlerden, onun birer rüya, birer hülya değerindeki hâtıralarından; varlık ve dirliğinizin bereketli kaynaklarından; ırmaklarından, çeşmelerinden, çağlayanlarından bahis açmaya imkân var mıydı? Şanlı tarihimizin füsunkâr güzelliklerini, onun ayrı ayrı yanlarından taşıp gelen musiki gibi tatlı sesleri; zaferleri, zafer duygularını, hezimetleri, nefis muhasebelerini derleyip, toparlayıp bir aynaya aksettirir gibi, millî-ruh menşûrundan geçirerek ma'şerî vicdana aksettiren gazeteleriniz, mecmualarınız, kitaplarınız, broşürleriniz, seminerleriniz, konferanslarınız ve bir mânâda televizyonlarınız, radyolarınız var mıydı?
Duyguda, düşüncede birbirinden koparılmış ülke insanının birbirine hasret giden fertlerini; yan yana ve birarada fakat 'daüssıla' ile kıvranan ailelerini; yokun, yokluğun, hatta gölgelerin kavgalarının verildiği arenaları gördükçe lime-lime olup inleyen, yüreklerinizi duyup dinleyen ve 'aks-i sada' nev'inden olsun cevap veren var mıydı?
Bütün bu kıtlıklar döneminde yitirilen değerlerimiz, tezyif edilen tarihimiz, yıkılan yuvamız, perişan olan insanımız karşısında ızdırap çekip sızlayan, ona masmavi günler hazırlama yolunda düşünce çilesiyle kıvranan ve onun sıkıntılarını paylaşan kaç insan gösterilebilirdi?
O günlerde tarih ve din düşmanlarının, gökleri keşf ve arzın tabakalarını hallaç etme plânı, dev teleskoplarla semayı arayıp taramaları ve bu yolla ortaya koydukları yeni tespitleri, tahminlere dayalı iddiaları, -eğer o günlerde bulunsaydı- feza gemileri, ışıkla yarışan mekikleri ve ancak rüyalarda görülebilen ileri feza teknolojileriyle, geçmişe ait her şeyin hakkından geleceklerini, bütün değer abidelerini yerle bir edeceklerini; insanların bakış ve düşünce tarzlarını temelinden değiştirip varları yok, yokları da var edeceklerini; varlık, hayat ve ölüm gibi öteden beri insanoğlunun en mühim meseleleri sayılan mefhumlara anlaşılır ve yararlı izahlar getireceklerini; hatta en onulmaz dertlere derman bulacaklarını, ölümü öldürüp kabir kapısını kapayacaklarını; bütün metafizik oyunları (!) bozup varlığı, onun tek ve gerçek esası olan (!) maddeye ve maddeci düşünceye teslim edeceklerini avâz-avâz bağırıp herkesi susturmalarına ve insanı insanlığından utandıran şarlatanlıklarına karşı, kim bir söz söyleyebilmiş ve kim 'Yeter bu yalanlar artık!' diyebilmişti?
Tertemiz îmanî düşüncelerimiz, ondan kaynaklanan cesaret ve fedâkarlıklarımız, millet ve ülke yararına durulardan duru niyetlerimiz, aksiyon ve kabiliyetlerimizle kendi kendimizi ifade etmeye imkân veriliyor muydu? Ve yine o günlerde aynı duygu ve aynı düşünceyi paylaşan insanlar olarak biraraya gelip uhrevî hislerle derinleşmenin, yenilenmenin ve dünyamızın kaderi hakkında müzakerelerde bulunmanın, fikir beyan etmenin imkânı var mıydı?
Zaten o günlerde bizler, sadece hülyalarımızda yaşadığımız o tılsımlı dünyalara, adalet ve hakkaniyetin atlas iklimine, eksiksiz, kusursuz inancın ak yoluna girmeye karar verseydik de giremezdik. Zirâ, bütün köprüler yıkılmış, yollar da perişandı... Ne bir ses, ne bir soluk, ne bir rehber ne de bir ışık yoktu. Tûr dağının sağında solunda sâmirilerin pusuları, Hira'ya giden yollarda da Ebu Cehil'lerin gayz u tuğyânı vardı. Henüz görünürlerde ne duyan, ne anlayan, ne de bu yanlışlıkları göğüsleyecek bir kahraman yoktu. Hamza'lar, neyin avcılığını yapmaları gerektiğini henüz bilemedikleri, Ömer'ler, uyku mahmurluklarını henüz üzerlerinden atamadıkları o günlerde, ne anlayışsızlığın tepesine inecek bir yumruk, ne de mantıksızlığa başkaldıracak bir dimağ yoktu.
Bütün bu dizi dizi yoklukların en ızdıraplısı, en acısı ise, sağda-solda tantana ile ilân edilen 'insan hakları', 'demokrasi', 'vatandaşlık' gibi hemen herkese serbest teneffüs hakkını veren mefhumlardan istifade etme imkânı da yoktu. Nihayet, bütün bu yokluklardan kısa zamanda sıyrılıp çıkmanın, hatta bu uğurda bir kısım civanmertlik ve fedâkarlıklarda bulunmanın yolu da yoktu.
Bu arada ihtiraslarımız, zaaflarımız, kaderimizdeki bu yokluklarla birleşince, ümitlerimiz delik-deşik oluyor ve kendimizi bir kördüğüm tâlihin pençesinde hissediyor, hissettikçe de gevşiyor, çöküyor ve dağılıyorduk. Heyhât! O günlerde bizi derleyip toparlayıp, imanın, aşkın, heyecânın potasında birleştirecek bir el de yoktu.
Ya şimdi, bu türlü yokluklardan, mutlak mânâda, bahsedebilir miyiz? Vâkıa elde edilmesi gerekli olan daha bir sürü şey var, ama, bunlar destan seviyesindeki o eski yoklukların yanında deryada katre kalır.
Bence, bugün üzerinde durulması gerekli olan en önemli yokluk, Hakk'ın nimetlerine karşı şükür ve şuur yokluğu, o nimetleri değerlendirip daha büyük lütuflara sıçrama yokluğu, bütün güçleri ve kuvvetleri Hakk'la münasebette görüp, her şeyi O'ndan bilme yokluğu.. evet, yok olan bunlardır ve Hakk erlerinin omuz omuza verip takviye etmeleri gerekli olan esaslar, kaideler de bunlardır.
Keşke, her şeyi tenkit yerine, her nimete kendi cinsinden şükürle mukabele ederek, o nimeti arttırma yollarını araştırabilseydik! Ve keşke, şahısların, hiziplerin himmet ve kuvvetleri yerine, Hakk'ın kesilmez ve aldatmaz inayetlerine itimat edebilseydik..!
Sızıntı, Kasım 1987, Cilt 9, Sayı 106
.
Zirvedeki Işığın Gölgesinde
İpekten kanaviçeleşmiş satırlarıyla önümüze serilmiş ve her sayfası ayrı bir güzellik meşheri olan şu tabiat kitabını, acaba doya doya ve şuurla mütalâa edebiliyor muyuz? Güneşin kolları arasında, her mevsim ayrı bir güzellik ve görkemle nazarımıza arz edilen bu pırıl pırıl ve muhteşem kitap, her zaman başvurulacak ve dikkatle tetkik edilecek bir huzur ve enerji kaynağıdır.
Zirvedeki ışığın gölgesinde ve sinelerimizde tutuşturduğumuz çırağla, bu kitabı iyi okuyup içimizi aydınlatabiliyor, ruhumuzla varlığa erip, inançla kanatlanabiliyorsak, bedbinlik ve karamsarlığa düşmeyecek; kendimizi hiçbir zaman yalnız hissetmeyecek ve her lahza, duyacağımız ayrı bir zevk ayrı bir lezzetle, gönüllerimiz mutluluklarla dolup taşacak ve dudaklarımız saadet türküleri mırıldanacaktır.
Durgun sular yosun tutar.. işlemeyen uzuvlar kireç bağlar.. çağlayanlar hep tertemiz ve pırıl pırıldırlar. Bütün bir hayat boyu durup dinlenmeden mekiğini, kalbi ve kafası arasında hareket ettirenler, bir gün ruhlarını çok güzel şeylerle çimlendirdiklerine şâhit olacak ve talihlerine tebessüm edeceklerdir. Zira, ancak sürülen topraklar tohuma döl yatağı olabilir ve bakılan bağ ve bahçeler meyve verir.
Bağ ve bahçelerimizi saran ısırganlar, ihmâllerimizin ifadesi olduğu gibi, ruhlarımızı saran şirretlikler de bizim gaflet ve umursamazlığımızın ürünleridirler. Aktif ve uyanık ruhlar, güzel duygu ve düşüncelerle, gönüllerinde kurdukları cennetler sâyesinde, eşyâ ve hadiselere bir başka bakar, varlıkla bir başka türlü kaynaşır ve bütünleşirler. Her varlık, Kudret kalemiyle yazılmış bir kelime veya cümle olduğuna göre, niye kaynaşıp bütünleşmeyecekler ki..!
Her canlının bir gelişme ve değişip güzelleşme yeri olan bu dünyada, eşyaya ruh gözüyle bakılabilse, her tarafta Kudret Mucizelerinin parıldadığı görülecektir: Ağaçlar; damarlarında hayat suyunun akıp durduğu muhteşem, sevimli birer canlı; dal ve yapraklar, kollarını açmış yalvaran birer âbid; toprak her lahza ayrı bir diriliş heyecanıyla fıkırdayıp duran harikalar meşheri.. ve her tarafta, hava ile, su ile, güneş ile bütünleşen yemyeşil yapraklar ve onlardan fışkıran hayat.. derken, her şeyin, renkler, çiçekler ve tatlı meyvelere doğru sel gibi akması...
Evet, insan, ruhuyla gözleri arasındaki perdeyi kaldırıp idrâkine mâni tıkanıklıkları açabilse, renkler, kokular ve baş döndürücü desenleriyle her yanımızı saran tabiat kitabının güzellikleri, onun rûhuna aksedecek ve onu nefsânilik zindanlarından kurtararak cennet koridorlarında dolaştıracaktır. Böyleleri, gözlerinin gördüğü, fikirlerinin ulaşabildiği her yeri, en lezzetli meyveler, en çarpıcı manzara ve levhalarla donatılmış bulacak; kalb, ruh, göz ve kulaklarıyla da bu manzara ve levhâlardan istifade edip kendilerinden geçeceklerdir.
Bizlerde, zevk alma ve istifade etme duygularını vareden Kudret, çevremizi de cennet bahçelerine çevirmiştir. Bu münâsebeti kavramanın insan gönlünde meydana getireceği vâridât ne muhteşem ve her hâdiseyle gönüllerimizi aydınlığa boğan Gizli Zât ne mübeccel ve ne lütûfkârdır..!
Her biri ayrı bir güzellik kuşağında tecelli eden bunca oluş, dünden bugüne hep olup durdu ama; ne dün bugün, ne de bugün yarındır. her gün, ayrı bir aydınlık ve ayrı nimetlerle gelmekte; gelenler ışıktan parmaklarla O'na işaret edip geçmektedirler. Bütün bu gelip geçmelerde, her şey gibi insanoğlu da değişip başkalaşmakta ve ayrı bir ruh, ayrı bir karakter kazanmaktadır. Yerinde durup kaldığını ve başkalaşmadığını sananlar ise, içte ve dıştaki bu kadar değişmeleri sezemeyen kör ve sağır ruhlardır. Duygu ve düşünceleriyle kendilerini tabiatın güzellikleri içinde hisseden talihliler ise, bu gürül gürül ırmağın içine dalacak, onunla kaynaşıp bütünleşecek ve soluk soluğa varıp ummana ulaşacaklardır.
Katre iken derya, zerre iken güneş ve hiçliği içinde her şey olan bu babayiğitler, hiçbir zaman yalnız kalmayacak, kendini garip hissetmeyecek; kalbinin bütün kapılarını Yaratıcısına açıp O'nunla münasebete geçecek, O'na dert yanıp O'nunla hasbihâl edecek; en gizli arzularını, en derin acılarını, en içten dileklerini O'na açacak ve O'na sığınacak.. dilini kullanmasa bile, duygu ve düşünceleriyle dertlerini O'na fısıldayacaktır. İçinde O'nunla dertleştikçe, daha başka içlere, içler ötesi içlere kanat çırpıp yükselecek, nihayet, gözlerin görmediği ve göremeyeceği, kulakların işitmediği ve işitemeyeceği ve kalblerin kavrayamadığı ve kavrayamayacağı göz kamaştırıcı iklimlere ulaşacaktır.
Kendini keşfedebilmiş böyle bir Hakk erinin iç dünyası, yıldızlarla yaldızlı, semâ kadar parlak ve derin, mekânlar kadar geniş, cennetler kadar da iç açıcı ve rengârenktir. Gökyüzündeki kandiller gibi, onun sinesinde de meş'aleler ışıldamaktadır. Bu meş'aleler sayesinde o, bütün eşyâ ve hadiseleri aydınlanmış olarak görür ve her türlü tıkanıklıklardan kurtulur.
Her hakikat önce, kendine has soyluluk ve yücelikle bir kıvılcım gibi insanın gönlünde belirir; sonra da bir aydınlık tufanı olarak her yanı sarar. Bu pırıl pırıl iklimde kitleler, sonsuza giden yolları bulur, mesafelerin sırrını kavrar, şaşkınlık ve tedirginlikten kurtulurlar.
Ruh dünyalarında aydınlığa ermiş, varlıkla bütünleşmiş bahtiyar nesillerin, eşya ve hâdiselere yeni bir bakış kazandıracak olan bu ilâhî ışığı, dünyanın dörtbir bucağına götürmeleri dileğiyle!
Sızıntı, Mart 1985, Cilt 7, Sayı 74
.
Düşünceleri duru, seciyeleri temiz, vücudları dinç, gözleri keskin, bakışları berrâk; yürekleri topyekûn insanlığa karşı insanî hislerle dolup boşalan, kendi millet ve çevrelerine karşı da sevgi, merhamet ve hoşgörüyle çarpan zirvedeki ruhlar, dünden bugüne tarihi hadiselere yön vermiş, tarihin yükünü ense kökünde taşımış bir düzine kutsilerdir ki, zaman, onlar ve onların sundukları mesajlarla itibârilikten çıkarak değer kazanır, mekân ve mekânın bağrındaki karadelikler onların aydınlık düşünceleri sayesinde cennet koridorları haline gelir.
Tek bir düşünce, tek bir anlayış, tek bir ma'bûda inanç etrafında kenetlenerek, varlık ve birliklerinin şuurunda olmaları, onların en önde gelen vasıflarındandır ve bu vasıfla hep zirvelerde dolaşır; şereften şerefe, zaferden zafere koşarlar.
Heyecanlanıp, harekete geçmelerini gerektiren herhangi bir sebep olmadığı veya kendi iç dünyaları ile meşgûl bulundukları dakikalarda, yüzleri yerde, fevkalâde sakin, uyumlu ve melek oldukları hissini uyandıracak kadar yumuşaktırlar. Vazife başında ve düşünceleri hesabına harekete geçtikleri zamanlarda ise, birdenbire çelikleşir, sertlerden daha sert hale gelirler.
Normal ve tabii halleri içinde, ruhlarındaki şecaat ve yiğitliği sezmek oldukça zordur; yumuşaklardan daha yumuşak, incelerden daha ince ve nâzik davranırlar; iş başa düşüp de hizmete çağırıldıklarında ise, birdenbire değişir bambaşka bir hal alırlar. Ve hele rehberlerini bulup yollarının da doğruluğuna inanıyorlarsa; işte o zaman, her biri birer ateşpâre kesilerek cihanın dört bir yanını velveleye verirler. Rehber 'Dur!' diyeceği âna kadar da durup dinlenme bilmez; stepler aşar, kandan irinden deryalara dalar ve süvarisini bulmuş bir küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşarlar.
Şefkatli, azimkâr ve onlarla aynı duyguları, aynı düşünceleri paylaşan bir idârecinin elinde, pas bilmez, kırılmaz birer polat gibidirler; silâhı kadar ona yakın ve son soluklarına kadar da onunla beraberdirler. Zimamdarlarına böyle yürekten bağlı olan bu yiğitler, ondan hüsn-ü niyet ve hamiyet gördükleri sürece de bir lahza vefâ ve fedakârlıktan geri kalmazlar.
Yurt ve milletleri için gündüzleri soluk soluğa ve geceleri de uyku ve istirahat nedir bilmezler; bütün bir hayat boyu çırpınır durur, hem Hakk'ı hem de halkı hoşnut etmeye çalışırlar.
Herhangi bir sebeple düzenleri bozulup kuvvetleri dağılsa, şevklerini söndürüp ümitlerini kıracak hâdiseler peşi-peşine birbirini tâkip etse, semâlarındaki bütün yıldızlar birer birer dökülüp çevrelerinde karanlıklar kol gezse, zerre kadar sarsılmaz; derhal Yaradan'larına döner, inançla kanatlanır ve muhteşem geçmişleriyle bütünleşerek yepyeni bir şevkle, yeniden dirilir ve yeniden yollara koyulurlar.
Ma'budlarıyla başbaşa kaldıklarında her biri incelerden ince birer kalb ve vicdan insanı olan bu yiğitler, er meydanlarında tamamen ayrı bir hâl, ayrı bir hüviyet alırlar; Cahiz'in de ifade ettiği gibi, 'Onlardan kaçan kurtulamaz, uçan uçmaya fırsat bulamaz!' Onların dolaştıkları yerlerde tepeler dümdüz, düzlükler de pürüzsüz olur. Hücuma uğramadıkça kimseye hücum etmeyi düşünmez; hücum edince de hasımlarına aman vermezler. Arkasına düştükleri şeyi elde edinceye kadar durma dinlenme bilmez, uyku ve istirahata iltifat etmezler...
Nefretten nefret eder, kötülükleri iyilikle savmaya çalışır; hasımlarına karşı dahi âdiliğe tenezzül etmez, hep mertçe davranırlar. Mağlup edip dize getirdikleri kimseleri, hiçbir şey olmamış gibi karşılar ve onlara centilmenlikten zevk duyarlar.
Her işlerinde akıllı ve basiretlidirler.. zekâ ve ferasetleriyle en halledilmez gibi görünen meseleleri dahi halleder, bedbinlik ve karamsarlık içinde çırpınıp duran sîneleri ümit ve azimle şahlandırırlar. Ne var ki, dehâya denk bu üstün fıtratlar, o muhteşem zekâ ve kâbiliyetlerini hep millet yararına kullanırlar; kullanırlar da, başkalarına zararlı olmadan fersah fersah uzak bulunurlar.
Ülke ve milletlerini derin bir aşkla sever, bu uğurda maddî mânevî her türlü füyûzât hislerinden fedakârlıkta bulunur ve bu yolda ölmeyi hayatlarının gâyesi bilirler. Milletlerinin başına gelen bir felâket, onları tâ canevinden vurur; vurur da, onlara dünya zevk ve lezzeti adına her şeyi unutturur. Bu felâketi atlatacakları güne kadar da, evlerinde obalarında diriliş ninnileri söyleyerek gelecek nesillerde mücadele azim ve ruhunu geliştirip, onlara, esaret altında zilletle yaşamaktansa, izzetle ölmeyi öğreterek; dün ve bugün kaybettikleri şeyleri onlarda kazanmaya çalışırlar.
Onların ruhlarına, inandıkları düşünce istikâmetinde millete hizmet aşkı o kadar hâkimdir ki; mektepte, kışlada, tarlada saban arkasında, dükkânda alışverişte, memuriyet masası başında, namazgâhta, seccade üzerinde mecliste, meclis kürsüsünde ve bakanlık koltuğunda hep onu mırıldanır, onunla oturur, onunla kalkarlar.
İçtimâî yanları ve ma'şeri irâdeleriyle fevkalâde kuvvetlidirler. Millî her meseleyi, şahsî ve ailevî her türlü menfaatin üzerinde tutar ve bu uğurda cansiperâne mücâdele verirler.
Her türlü güç ve kuvvete, her çeşit hıyânet ve ihanete karşı, en metin, en sağlam kaleleri de o durulardan duru saf inançları ve o inançtan kaynaklanan yüksek heyecanlarıdır. Bu sağlam sığınakları sâyesinde, en aşılmaz görünen şahikaları aşar, en dev engelleri yener, en onulmaz dertlerin üstesinden gelebilirler.
Onların meclislerinde gece ve kıştan söz edilmez; en karanlık durumlarda dahi, onların düşünce dünyalarında, cihanları aydınlatacak ışık kaynakları, karı-buzu yerle bir edecek hararet ve enerji menbaları feveran edip durmaktadır. Onların bu cennet iklimlerinin dışında, yığınlar, ümitsizlik içinde boğulurken, onlar inanç mekiklerini bir başka ümit haliçesinde hareket ettirerek gözlere ve gönüllere ayrı ayrı güzellikler sunar ve ayrı ayrı diriliş yollarını gösterirler.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Buhranlar Anaforunda İnsan
Düşüncelere aydınlık, ferdî ve içtimai problemlere çözüm ve açmaz lara açıklık getiren "Buhranlar Anaforunda İnsan" varlığın gayesi, çekirdeği ve meyvesi olduğu halde, günümüzde eşyanın da altına düşen insanı, içinde bulunduğu girdaptan alıp, helezonik bir miraç çizgisinde öteler ötesine çıkarıyor. Buhranlar Anaforunda İnsan, insanı karanlıklardan aydınlığa, yerlerin basıklığından göklerin enginliğine, kölelikten hürriyete çağırıyor ve ruhunun önündeki bütün gulyabanileri teşhisle, ona apaydınlık, geniş ve masmavi bir ufuk hediye ediyor.
Aydınlık Kapıya Doğru
Aydınlık Kapıya Doğru
Bu millet, birkaç asırdan beri kendi bünyesinde akıl almaz zıtlaşmalara, anlaşılmaz kutuplaşmalara düşerek, içten içe kendi kendini çürütmüş ve âdetâ düşmanlarının emellerine hizmet eder hâle gelmiştir. Bir kesim, kendisinin sağmal’ı saydığı Anadolu’yu hep horlamış; bir kere olsun gidip orada dolaşmayı, kendi insanı ile görüşüp konuşmayı hiç mi hiç düşünmemiş; onların dünyalarına yükselip onlarla hemhâl olmayı, ruhlarını keşfedip anlamayı aslâ hatırına getirmemiştir. Ara sıra bir kahveci Ali, aşçı Hasan, berber Süleyman’la görüşenler olmuş ise de bu da onların diliyle alay, safvetleriyle istihzâ ve anlayışlarıyla eğlenmek için olmuştur. Bu kesimin insanı, frenk ruhunu tedkikden, batı yakası zevkleriyle sermest olmakdan, Fransız ve İngiliz edebiyatının inceliklerini araştırmakdan, kendi dünyasını düşünmeye, onun insanıyla içli-dışlı olmaya ve onun dertlerini dinlemeye kat’iyyen vakit bulamamıştır! Onun şimdiye kadar ruhuna içirilen terbiye anlayışı; sevimli ve şık matmazellerin, muhterem saintlerin, insanlık hayranı misyonerlerin! Onun demine-damarına işlercesine ruhuna aşıladıkları prensipler, onda öyle bir düşünce yapısı meydana getirmiştir ki, bugün kalkıp kendisine “mü’min!” diye sesleniverseniz, bunu yüzüne savrulmuş en büyük hakaret sayacak ve sizi huzurundan kovacaktır.
Madalyonun diğer yüzündeki manzara da bundan farklı değildir. Vaktiyle en duru ilhâmlarla beslenen, en âşıkâne heyecanlarla coşup kanatlanan Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezid-i Bistamî, Ahmed Bedevî, Celâleddîn-i Rûmî, İsmail Ankarevî, Şeyh Gâlip gibi millette içtimâî rûhu uyandıran, kitleleri irşâd edip insanlığa yükselten, maddî-mânevî tıkanıklıkları açan ve ruhları kamçılayıp ulvî âlemlere sevk eden hassas ruhların, feyizli dimağların,lahûtî ve ateşîn kalplerin yerini -büyük bir kısmı itibariyle- her nevî yeniliğe muârız, terakkî ve tekâmül istikâmetinde atılan her adıma muhalif, sînesi öbür âlemin heyecanlarından mahrûm, düşünceleri hakikatsız ve her türlü ilmî araştırmayı günah sayan sığ bir gürûh almıştır. Öncekiler, milletlerinden, millî ruhdan uzaklaşmayı yenilik ve inkılâb saymakla; sonrakiler de şeklî bir mazîye ve onun kuru ve ruhsuz yanlarına saplanıp kalmakla milletlerine ihânet etmişlerdir. Birinciler, frenkleşmediği için kendi milletlerini dahi hor görecek kadar yabancılaşmış; berikiler ise sırf eski devirlerde bulunmadığı için bir kısım teknik gelişmeleri, yeni îcâd ve keşifleri, devriyle hesaplaşabilecek güçte fikir akımlarını bid’at saymış, lânetlemişlerdir...
Oysaki, her millet, kendi ruh ve kabiliyetine uygun, kendi düşünce ve inancı çizgisinde müessese ve teşkilât ister. Rica ederim; milletlerin idarî ve içtimâî teşkilatları, maarif ve düşünce akımları, asrın ihtiyaçlarının ve milletin rûhî temayüllerinin neticesi değil midir?
Fıtrat kanunlarına muhâlif bir surette millete, onun düşünce ve inanç tarzı ile telif edilmeyen,ruh köküne zıt ve asrının ihtiyaçlarını karşılayamayacak sistemleri, içtimâî kanunları tatbike kalkışmak tehlikeli bir teşebbüstür. Böyle bir hareketin, milleti temelinden sarsacağında, zaafa uğratıp hasımlarının oyuncağı haline getireceğinde şüphe yoktur.
Bu itibarla, milleti kurtarma ve yüceltme gibi yüksek duygularla yola çıkanlar, her şeyden önce fıtrat kanunlarıyla zıtlaşmaya düşmekten tir tir titremelidirler. Tabiât kanunları, Yaratıcı’nın nurlu ve hikmet dolu bir kitabı olarak, her zaman başvurulması iktiza eden bir ibret dershânesidir. Kendini idrak etmiş, ruhuyla bütünleşmiş gönüller, bu dershânede hilkatın göz kamaştırıcı güzellik ve inceliklerini, taklîd edilmeye şâyeste kanunlarını ibretle mütâlâa ve tetkikden zevk alırlar...
Dünden bugüne, muhtelif milletlerin ıslahat tarzları ve inkılâbları araştırıldığında görülür ki; bir milletin içtimâî ve siyasî durumunu tanzim,terbiye ve yükselmesini deruhte ve rehberliğini yüklenenler; hareketlerini fıtrat kanunlarına uydurma hususunda ne kadar titizlik göstermiş; milletlerin ruhuna ne kadar vâkıf olabilmiş ve çağın getirdiği ihtiyaçlara ne kadar nüfûz edebilmişlerse, çalışmalarında o derece semereli olmuş ve milletlerine de o nisbette ölümsüzlük vadedebilmişlerdir. Bunun aksine, bir millet ve bir ülkenin kaderine, görgüsüz ve bilgisiz kimseler hükmediyor ve fıtrat kanunları ihmâle uğruyorsa, orada da öldürücü “fâsit dâireler” ve buhranlar birbirini takib edip durmuştur.
Tıpkı karada yaşayan canlıların suda boğulmaları, hayatlarını deryalarda sürdürenlerin de sudan çıkarılınca ölmeleri gibi, milletler de millî düşünceleri, rûhî temâyülleri hesaba katılmadan ve zamanın ihtiyaçlarına uygun olmayan düzenleme ve teşkilâtlanmaya zorlandığında, sudan çıkarılan balık gibi yavaş yavaş felç olur ve ölür giderler.
Her milletin düşünce tarzı, zihniyet ve temâyülleri başka başkadır. Bir çakırkeyf İskoçla bir serseri Fransız, bir Anglosaksonla bir Germen aynı düşünceyi paylaşsalar bile çok farklı yapıya sahiptirler. Tek akîdeye bağlı bu milletlerde, birinin saadetini temin eden sistem ve teşkilât, ayniyle diğerine tatbik edildiğinde, ihtimâl ki böyle bir durum onun inkırâz ve mahvına sebep olacaktır.
Gelişmiş ülkelerin fen ve tekniğine muhtaç olduğumuza da şüphe yoktur. Olamaz da... Nasıl olur ki dünya baş döndürücü bir süratle terakkî ve tekâmül yolunda dakika fevt etmeden koşuyor. Bizim de bu cereyan ve bu coşkun sele aynı tempo içinde katılmamız ve asrını yaşayan bir millet hâline gelmemiz zarûridir. Bu hususta küçük bir tereddüt, az bir gecikme bizim -maâzallah- telâfisi imkânsız bâdireler içine yuvarlanıp bütün bütün tarihten silinip gitmemizi netice verebilir.
Ne var ki bu ûmumî ve tabiî akışa uyup giderken de atılacak her adımın kat’î, tereddütsüz, bilerek atılması ve millî düşüncenin korunup kollanması şarttır. Evet, yol aydınlık ve belli, bütün bir tarih boyunca da millî ruhla işletile işletile şehrâh hâline gelmiş bulunması, sonra cemiyeti ayakta tutacak müesseselerin kucaklanıp korunması, nihayet o yolda yürüyeceklerin de azimli, şuurlu olmaları lâzımdır ki, mesafe alınabilsin ve kitleler şaşkınlığa sevk edilmesin.
Asırlardan beri bu ülkenin yorulmuş, bıkmış ve ciddî bir bezginlikle kenara çekilmiş yığınlarına, onları “şevk ü târâba” 1 getirecek yönde birşeyler fısıldayarak, yorguna güç verilmeli, bıkmışa diriltici ruh üflenmeli ve (neme lâzımcılara) insan olma yolları gösterilmelidir. Bu vazife şimdiye kadar hakikata gönül vermiş ilim adamları ve hasbî ediplerce sürdürülmüştü. Âlim ilmiyle, edip de sihirli beyanıyla, insanlık ruhuna daveti esas alarak, bu ahlâk ve fazilet hizmetini yürütüyordu. Bundan sonra da aynı çizgide hareket edilerek aynı neticelere ulaşmak mümkündür. Elverir ki; inanç, fazîlet, ilim ve kalem esasları ihmâl edilmesin. Bunlardan birinin ihmâli topyekûn milletin sarsılması ve izmihlâli demektir. Her satırı ruha ölüm yağdıran ve her mısraı bir ruh sefaletini ifade eden:
Tahammül mülkünü yıkdın, Hulâgu Han mısın kâfir?
Hemân dünyayı yakdın, âteş-i sûzân mısın kâfir
Nedir bu gizli gizli âhlar, çâk-i girîbânlar
Acep bir sûhe âşık-ı nâlân mısın kâfir?
Sana kimisi cânım, kimi cânânım deyû söyler.
Nesin sen doğru söyle cân mısın cânân mısın kâfir?
................
Niçin sık sık bakarsın böyle mir’ât-ı mücellâye
Meğer sen dahî kendi hüsn’üne hayrân mısın kâfir?
Nedim
Gazeller misüllü ahlâkı tahrip yolunda söylenmiş hezeyanlar, şanlı imparatorluğun ölüm melodileri olduğu gibi... Birçoğu itibariyle bütün bütün şirâzeden çıkmış; sevgiyi şehvette hallâc eden, aşkı cismâniyette boğan, nefse bohemliğe giden yolları gösteren, kalbe kezzâb içirip ruhun kolunu kanadını kıran ve sütünumuza almayı okurlarımıza karşı hürmetsizlik sayacağımız, günümüzün edep bilmez edebiyâtı, insanımıza insanlığını unutturmuş, onu gaflet ve sefâletlere iterek irâdesini felç etmiştir.
Geleceğin imâr edilmesi vazifesini üzerine alan şanlı mîmarlar, cemiyetin her kesiminde millî şuuru mayalayıcı istikamette bir seferberlik ilân ederek, yığınları, cismânilik girdâbından kurtarıp, onlara kendilerini yenileme, ruhta varlığa erme ve kendi medeniyetlerini kurma yolunda hayat nefhetmelidirler.
Milletimiz, bugün az çok, kendisini zulmetlerden aydınlığa çıkaracak yolları keşfetmiş durumdadır. Bundan sonra da bulduğu bu yolda, sarsılmaz bir azim, sağlam bir birlik şuuru ile hareket edildiği takdirde, -geçmişe de akseden seciyemizin delâletiyle- dünya milletleri arasında gıpta edilecek bir noktaya ulaşabileceğimizden şüpheye düşülmemelidir.
1) Şevk ü târâb: Neş’e, sevinç, coşkunluk.
.
Çile
Çile, yüce hedeflere varmanın ve yüksek neticeler elde etmenin tek yoludur. Hakikat yolcusu, çile ile günahlardan arınır; onunla saflaşır ve onunla özüne erer. Çilenin olmadığı yerde ne olgunlaşmadan ne de ruhla bütünleşmeden bahsedilemez.
Çile, hakikat erinin, her köşe başında sarmaş-dolaş olacağı acı; fakat vefalı yoldaşıdır. Upuzun yollar onunla yeknesaklıkdan kurtulur. Hayat, onunla aydınlığa kavuşur ve kişi ancak onunla yaşamanın zevk ve şuuruna erer. Çilesiz hayat monoton, o olmadan yürünen yollar renksiz ve bıktırıcı ve bu yolların garib yolcuları da yaşamadan bezmiş talihsizlerdir.
Ruh, çile ile kemâle erer. Gönül, çile ile inkişâf eder. Çile görmemiş ruhlar ham, gönüller de kolu kanadı kırık ve ölgündür.
Çile, çalışmaya ve o yolla elde edilen şeylere kat kat değer kazandırır. Çilesiz elde edilenler ise mirasdan gelen mal gibidir. Gelişi emeksiz, gidişi de üzüntüsüz olur. Evet, ancak, binbir ızdırapla kazanılan şeylerdir ki muhafazası uğrunda canlar feda edilir...
Bir millet ve bir medeniyet büyük muzdarib ve çilekeşlerin öncülüğünde kurulmuş ise sıhhatli, istikrarlı ve gelecek adına ümit vericidir. Aksine, hayatında bir kere olsun ağlamamış, inlememiş ve sancı çekmemişlerin elinin altında doğmuş ve gelişmişse, zâyi olmaya namzet ve talihsizdir.
Dünden bugüne insanoğlu, yer yer çilekeşlerin müşfik ve diriltici kucaklarında, zaman zaman da tiranların zulüm ve istibdadı altında kendini buldu ve idrâk etti. Ne var ki o, var olmanın zevkine erdiği en mutlu anlarını, başkaları için yaşayan büyük muzdariplerin vesâyâsı altında duydu ve tatdı. Kenan ilinden kalkıp, bir meş’ale gibi Bâbil’e uzanan; bir güneş gibi Suriye’nin bağrında tulû eden; arkasına takıp sürüklediği kimseler için, gözünü kırpmadan cehennemî alevler içine giren ve “nâr-ı Nemrud”u 1 göğüsleyerek ateşte cennet cilveleri gösteren büyük muzdariblerin... Ruhu çekilmiş ve kadavralaşmış bir millete hayat üfleyebilmek için, yıllarca Mısır ve Sinâ arasında mekik dokuyan ve her defasında TÛR’da dolup Mısır’da boşalan; nihayet maddenin bağrına indirdiği darbelerle, suya ve toprağa ayrı bir yol, ayrı bir erkân öğreten büyük muzdariblerin... Dünyadan başka gözleri birşey görmeyen ve bütün bütün maddeleşmiş bir toplumu özüne erdirmek ve onlara rûh iklimine açılan yolları göstermek, daha doğrusu öbür âlem düşüncesini yeniden gönüllerde mayalamak için, çevresinde kol gezen tehlikelere aldırmadan, yüce derslerine devam eden ve hakkında bayağıların bayağısı hükümler kesilip biçilirken, “Hançer ile yüreğimi yar! Senden dönmezem...” diyerek hakikatı haykıran büyük muzdariblerin... Ve nihayet gelmiş ve gelecek bütün mihnetkeşlerin 2ızdırabını, her lâhza ruhunda yaşayan, her ân yığın yığın musibetleri göğüsleyen, her ân gerilen ve her ân kan-ter içinde, yeniden dolup-boşalan büyük muzdariplerin...
Evet, hep böyle ızdırap gören, ızdırap düşünen ve bir mum gibi yana yana eriyip giden, bu yüce kâmetlerin arkasında yürüyenler, hiçbir zaman aldanmadılar ve hiçbir zaman hayâl kırıklığına uğramadılar.
Âh, o aldatmayan rehberler! O özleri sâf, kalbleri aydın, başları yüce şâhikalar gibi heybetli ve dumanlı, içlerinde binbir ızdırabın boy gezdiği yüce rehberler! Ufkumuzun karardığı, kaddimizin büküldüğü ve binbir müşkülün altında ezildiğimiz şu günlerde, onlara ne kadar hasret ve ne kadar iştiyak içindeyiz!..
Her ideâl dönem, bu türlü muzdarib ve çilekeşlerin omuzunda bayraklaştı ve yükseldi. Onların yerini alan gün görmemiş ızdırapsızların elinde ise yıkıldı yerle bir oldu; iç dünyasını bütün bütün ihmâl etmiş, şehevî hislerinin esîri gayyâ yolcusu ızdırapsızların elinde...
Devr-i saâdet sonrasını kana-irine boğan, bu çilesiz ruhlardı. Daha sonraki devirlerde, birbirinden baskın, bütün hoyratlıkların ve azgınlıkların arkasında da, yine hep bu ızdırapsızlar vardı. Bir kere olsun, sahib olduğu şeyler uğrunda aç-susuz kalmayan; yurdunu, yuvasını terk etmeyen; belli bir dönemin zarurî sarsıntılarına, sıkıntılarına mâruz kalmayan ızdırapsızlar... Zaten hayatını, madde ve konforun levsiyatı içinde geçiren böyle ham ruhlardan, hangi fedakârlık beklenebilir ki? Fedakârlık herşeyden evvel, nefsin sefil arzularına karşı koymakla başlar ve toplumun mutluluğu adına, kendi saâdet ve hazlarını unutmakla kemâle erer. Yoksa, her fedakârlık iddiâsı bir aldatmaca ve toplumun yüzüne savrulmuş bir yalandır...
Âh, şu çile bilmeyen, ızdıraptan hoşlanmayan nefsim! Rahata, rehâvete mübtelâ ve meftûn nefsim! Öbür âleme ait lezzet ve nimetleri burada yaşayıp, burada bitirmek isteyen nefsim! Kâmil insan olmayı kimseye vermeyen ve kemâl yolunu bir türlü bilmeyen nefsim! “Gün buralara, bulut dağlara!” düşüncesiyle sefilleşen ve var olmadaki zevkli sancıyı idrâk edemeyen nefsim! Bilmem ki sana, çilenin yükselticiliğini ve tenperverliğin3 öldürücü bir zehir olduğunu anlatabilecek miyim..?
1) Nâr-ı Nemrud: Nemrud’un Hz. İbrahim’i (as) yakmak için hazırlattığı ateş.
2) Mihnetkeş: Sıkıntı içinde olan, muzdarip.
3) Tenperverlik: Rahatına düşkünlük, tembellik.
Buhran ve Gerilim
Dünyâ, bir baştan bir başa kasvetli bulutlarla sarıldı. Göz gözü görmeyecek kadar karanlık her taraf... Hergün yeni bir buhran beliriyor ufkumuzda... Hergün tâze bir mesaj alıyoruz kıyâmetten... Ümit ve düşüncelerimizin üstüne gelip gelip yıkılan korkulu rüyâlar ve kâbuslar, dünyamızı gulyâbâniler ülkesi hâline getirdi.
Ondokuzuncu asrın son çeyreğinde başlayıp günümüze kadar süregelen buhranlar zinciri, bilhassa en son halkasıyla, herşeyi, hattâ bütün mukaddes değerleri yutmaya hazırlanan korkunç bir girdap hâlini aldı. İyiyi kötüyle, müfsidi ıslahçıyla beraber yutacak korkunç bir girdap!.. Girdap, herşeyden evvel kendine dâyelik yapan suyu yutup onunla beslendiği gibi, bir asırdan beri devam edegelen buhran da evvelâ onu bağrında besleyen maddeciliği yutacaktır.
Evet, dünden bugüne bütün buhranlar, materyalizmin kucağında ve onun fideliğinde boy atıp gelişti. Ne gariptir ki; yıllar yılı bunu, bağırlarında “bir gül-ü rânâ” 1 gibi besleyip duranlar, bugüne kadar onu hep, sebeplerden tecrid ederek ele aldılar.Keşke, bütün bir tarih boyu ona meşcerelik hazırlayanlar, neticede böyle bir “epidemi”yle karşı karşıya kalacaklarını önceden hissedebilselerdi!.. Heyhât! Gidip körü körüne içine gömüldükleri maddiyunluk2 gayyâsında, ilelebet kalmaya kararlı gibi bu sefil ruhlar, hâlâ irâdesiz, hâlâ hissiz ve hâlâ ümitsizce bir bekleyiş içindeler!..
Evet, dün ma’nâ ve ruhu “metafizik” diyerek, sarıp sarmalayıp bir kenara iten bu banal görüşlü materyalistler, bugün de aynı bön tavır ve davranışlarıyla, birbirinin yılanı hâline getirdikleri milletlerin boğuşmaları karşısında, mukavemetsiz, panik içinde ve bitkindirler. Ne güvenip bel bağladıkları tâğutları, ne de huzur ve saâdetin tek vesîlesi saydıkları madde, onlara aradıklarını verememekte ve gönüllerini doyuramamaktadır. Bütün bunlardan sonra, inadına yine de “madde”ye yahşi çekilecekse, gayri onların hesabına bize:
“Bozulmuştur düzelmez gelse de Mehdî;
Bu mülkün emr-i ıslahı Cenâb-ı Hakk’a kalmıştır”
deyip beklemek gerekecektir. Ama, acaba milletlerin, ortada kol gezen bu kadar vebâ, bu kadar tâun karşısında, dayanma ve direnme gücünü kaybetmeden, varlıklarını sürdürebilmeleri mümkün olacak mıdır? Buna “evet” demek oldukça zordur. Toplum, hergün bin başlı bir devle boğuşacak, hergün bin zararlı onun kaidelerini kemirip duracak; sokaklar haramiler tarafından tutulacak, yuva lâahlâkîlikle3 delik deşik edilecek, sonra da bu hâle getirilmiş bir yığından mukavemet beklenecek; olacak şey değildir bu!..
Ne var ki, yıllar yılı gururu kırılan, ırzı çiğnenen mağdur milletlerin, silkinip kendilerine gelmeleri, dirilip tarîhî yerlerini almaları ve ruhlarındaki indifalarla gürleyip bütün iblis ocaklarını söndürmeleri de ihtimâl dâhilindedir. Ve bize göre, mağdur milletlerin ve toplumların er geç yapacağı da budur. “Zira beşer, esîr olmak istemediği gibi ecîr 4 olmak da istememektedir.” Hele istismar edilmeyi, asla!.. Evet, bugün “Devletler ve milletler muharebesi, tabakât-ı beşer5 muhârebesine terk-i mevki ediyor”sa, bunun altında sadece ve sadece, yüce varlık olan insanoğlunun, istismara karşı gerilimi vardır.
Asırlardan beri sağa sola çekilerek aldatılmak istenilen milletler, artık yabancı her düşünceye karşı fermuarını kapatarak, özünü koruma ve kendi benliğiyle kalma yolunda ciddî gerilim içindedir. Eşyanın tabiatına, ruh ve irâdenin kâidelerine dayanan ve ilhâmını da gönülde mihraklaşan, ötelere ait ışığın altında insan vicdanından alan, böyle bir gerilimi engellemeye kimsenin gücü yetmeyecektir.
Hele süper güçlerin birbirlerini gammazlayıp, karşılıklı birbirinin sırrını fâşetdikten ve yıllar yılı hep üzerine çullanıp durdukları “orta kuşak” ülkelerinin ve bilhassa bu kuşağın pırlantası sayılan Türkiye’nin gözü açıldıktan sonra asla!..
Senelerden beri; düşüncede, tasavvurda, ahlâkta çeşit çeşit içtimâî erozyonlara maruz bırakılmış bu ülke, diğer memleketlere nisbetle daha çok gadre uğramış olması; mâzîsi ve millî harsıyla, daha çok örselenmiş bulunması itibariyle, “metafizik” gerilimin merkez üssü gibidir. Daha sonra, Türkistan, Özbekistan ve yakın kuşak ülkelerinden Mısır gelir. Bir asrı aşkın bir zamandan beri çeşitli zulüm, mağduriyet ve haksızlıklar altında sürekli inleyen bu kuşak, öylesine bilenmiştir ki; çok yakın bir gelecekte o, polatlaşan ruhuyla, kendine bu mezelletleri revâ görenlerin karşılarına dikilecek ve mutlaka onlarla hesaplaşacaktır. Elverir ki bu kuşağı elinde tutan milletler, husûsiyle onların talihli idarecileri iyi bir durum değerlendirmesi yaparak, vukûu muhakkak bir infilak ve indifanın enkâz ve külleri altında kalmasınlar...
Meydana gelmesi kat’î görünen böyle bir indifa geçen asrın getirdiği bütün bunalımların rağmına, iyi şeylerle neticeleneceği kanaatindeyiz. Denebilir ki beşer, yirminci asra, mide ve bağırsaklarının zebûnu olarak girmesine karşılık, önümüzdeki asra, kalbiyle, rûhuyla ve insanlığıyla girebilme hazırlığı içindedir.
Bu ise uzun bir fetretten sonra, bu mazlumlar ülkesinin yeniden dirilişi ve “Rönesans” ı demektir. Kimbilir, belki o zaman, batmak üzere olan dünyanın diğer kesiminin elinden tutup kaldırma fırsatı doğar. Böyle bir fırsatın elde edilmesi çok mühimdir. Zira; bunca zaman, bu kuşağın insanına göz açtırmayan milletlere, yeniden bir civanmertlik dersi vermek, hem geleceğin dünyasına ayrı bir bakış zâviyesi kazandırma hem de felsefî tarihin yeniden ele alınması bakımından oldukça önemlidir.
Keşke o gün, dost vefalı, düşman da insaflı olabilse!..
1) Gül-ü rânâ: İyi, güzel, hoş, lâtif, parlak gül.
2) Maddiyyunluk: Maddecilik. Madde olmayan hiçbir şeyi kabul etmeyen, maneviyat ve ruhâniyatı inkâr edenlerin anlayışları.
3) Lâahlâkîlik: Ahlâk kabul etmeyen anlayış.
4) Ecîr: Ücretli, işçi.
5) Tabakât-ı beşer: İnsan tabakaları, sınıflar, gruplar.
.
Ölümsüz Ruhlar
Ölümsüz ruhlar, her mevsimde canlılığını korur ve ayrı bir hayat cilvesi gösterirler. Onlar için sararıp-solma, pörsüyüp zebil olma aslâ söz konusu değildir. Ne ayların, güneşlerin batması, ne de gece ve gündüzün değişip durması onları kat’iyyen eskitemez. Nasıl eskitir ki; bir buhurdanlık gibi devamlı tütüp duran onların hayat kâseleri, Hızır’ın âb-ı hayât içtiği aynı kâsedir. Bu iklimde benliğine doğru yelken açanlar için, her bahar canlı ve muhteşem; her yaz şâhikalarla omuz omuza, her sonbahar ve kış, yeni gerilimlere hazırlayan diriltici bir tazyik mevsimidir. Yeryüzünde, bin çeşit ölüm kol gezse, onlar yine canlı ve tetikte, çevreleri de onların diriltici soluklarıyla cennet cilveleri gösterecektir.
Meleklerle gönüldaş bu yüce kametler için, hiçbir zaman inhidam, inhilâl ve inkisâr1bahis mevzuu değildir. Onlar emrolundukları için iş yaparlar. İçinde yaşadıkları topluma karşı kendilerini vazifeli bilirler. Bu itibarla da ne iş ve düzenlerinin bozulmasından müteessir olurlar ne de toplumu saran tehlikeler karşısında paniğe kapılırlar. Hele hayâl kırıklığına aslâ düşmezler.
Avlarını beklemede örümcek gibi sabırlı ve mehâretli, arslan gibi metin ve kararlıdırlar. Her yere ibrişimden tahtlar kurarak, sessiz, fakat uyanık olarak semtlerine uğrayacak misafirleri beklemeye koyularlar. Onların atmosferine giren Hızır’la buluşur, onlarla hemhâl olan mutluluğa erer. Onların bakışlarında aydınlık, düşüncelerinde hikmet, beyanlarında hakikat nümâyandır2. Halvethânelerine bedbin ve nevmid olarak girenler, orada îmâna ve ümide kavuşarak ebedî var olmanın sırrını elde ederler.
Ne uğursuz gibi görünen gecelerin karanlığı ne de üst üste yığılmış problemlerin çokluğu onları aslâ şaşırtamaz. Nuh (a.s.) Tûfânına uğrasalar, ihtimal ki ayakları ıslanmadan geçer giderler. Âd’ın3 ahkâfını4 görseler, azim ve irâdelerinden hiçbir şey kaybetmeden yine hedeflerine doğru ilerlerler. Ne Nemrud’un ateşi ne Firavun’un gururu ne de Sezar’ın zulüm ve istibdâdı onları korkutamaz ve sindiremez.
Onların düşüncelerinde: “Sabah olsun ortaya çıkalım.” yahut: “Karlar, buzlar çözülsün, bahar gelsin yola revân olalım” yoktur. Onlar “Kökleri sâbit, dalları göklerde, latif ağaçlar gibidirler ve Rabb’in izniyle her zaman meyve verirler.” Karda, kışta, baharda, yazda...
Güvenip bel bağladıkları Kudret-i Sonsuz sâyesinde ne başkalarına temennâ çeker ne de yanıp sönen ışıklara aldanırlar. Tiranların güç ve iktidarları, çeşitli hiziplerin hâkimiyet ve saâdet vaadleri, onların bakışlarını bulandıramaz, yol ve yönlerini değiştirtemez. Gözlerin döneceği, ayakların bağının çözüleceği ve en bâlâkametlerin dahi iki büklüm olacağı, dehşetli bir günü yâd’a getirdikçe, hayat ve ona ait herşeyi istihkâr5 ederek, maddenin eline düşmekten sakınır ve eşyâ putuna baş kaldırırlar. Lüks ve konfor en çok nefret ettikleri şeylerdendir. Rahat ve rehâvete gömülmeyi, kendileri adına ölüm ve milletleri için de bir talihsizlik sayarlar. Bu itibarla da içinde yaşadıkları topluma karşı sürekli farklılık gösterirler. Ne var ki metodolojilerine uyan ve düşünce çizgilerine giren herkesle ve herşeyle, bir çeşit münasebetten de geri kalmazlar.
Onlar; dünden bugüne, sıra dağlar gibi yerlerinde durmuş ve aslâ mevzilerini terk etmemişlerdir. Mihrabların çokluğu onları şaşırtmamış, kıblenin çöküşü onların zihnini bulandırmamıştır. Ay batmış, güneş doğmamış, teker teker bütün yıldızlar silinip gitmiş, ama onlar yine yol ve yön değiştirmemişlerdir. Azimli, irâdeli ve kararlı olmuşlardır sonuna kadar.
Onlar, içinde yaşadıkları milletin, hayat kâsesini taşıyan rûhanîler ordusu, millet ise onların âzât kabul etmez bendeleridir.
Ya şu yürürken yorulup yolda kalanlara, en küçük bir engebe karşısında ürküp geriye duranlara; iş yapmak için hep bahar bekleyenlere, en ehemmiyetsiz tazyik karşısında azim ve irâdesiyle felce uğrayanlara, kitlelerin sevk ve idaresini kimseye vermedikleri halde, sürekli olarak onları yanıltan ve şaşırtanlara, evet, bütün bunları yapanlara ne demeli..? Dünü ayrı bir mâcerâ, bugünü ayrı bir mezellet ve yarını hangi hezeyânlara hâmile bulunduğu belirsiz bu talihsizlere...
Bunlar, bahar gelince yiğit kesilir, güneş doğunca daldan dala sekmeye başlar, kar bastırınca sünepeleşir, gece olunca da hımbıllaşırlar. Ganimet bahis mevzuu olunca ön safdadırlar, tehlike baş gösterince de gerilerden daha gerilere çekilerek kayıplara karışırlar. Fakirlik hâllerinde zâhid,6 imkân elverdiğinde Kârun7, pöhpöhlenince cevvâl, unutulunca da miskindirler. Hâsılı “öyle bednâm, öyle bedhâl, öyle kem talihdirler ki” milletin yüz karası dense sezâdır.
Bilmem ki daha kendine ermeden düşünceye doymuş, ülfet ve ünsiyete boğularak îmânî haz ve zevklerini yitirmiş, bu talihsizlere birşey anlatmak kâbil olur mu?.. Biz, şimdilik o bahsi kapatarak, zıddın, zıddı tedâisiyle8 içine girdiğimiz bu saksağan hikâyesini burada kesmek istiyoruz. Keşke şu perişan satırlar onlara dahi birşeyler anlatabilseydi...
1) İnhidam: Yıkılmak. İnhilâl: Çözülmek. İnkisar: Kırılmak, gücenmek.
2) Nûmâyan: Görünen, parlayan.
3) Âd : Hz. Hûd Peygambere (a.s.) isyan ettiklerinden İlâhî gazaba uğrayan ve helâk olan, Yemen taraflarında yaşamış bir kavmin adı.
4) Ahkâf: Uzun ve yüksek kum yığınları. Yemen sahillerinden “Şemr” denilen kumluk bir vâdidir. Âd kavminin yurdları burada idi.
5) İstihkâr: Hakîr görmek, küçük görmek.
6) Zâhid: Borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka dünya süs ve makamlarından feragât eden kimse. Sofî, Müttâkî.
7) Kârun: Hz. Musa (as) devrinde yaşamış ve malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Allah’ın zekât emrini dinlemediğinden malı ile birlikte yere batmış olan dünya zengini, Rabbinin lütûf ve ihsanını kendine mâlederek nankörlük ve enaniyetinden dolayı bu fenâ sıfatı ile meşhur olmuştur.
Tedâî : Birşeyin başka birşeyi hatıra getirmesi. Çağrışım.
.
Yolda Kalanlar da Var
“Yaşama zevkiyle başı dönmüş ve ruhu delik-deşik olmuş kem talihlilerimize...”
Zannediyordum ki, günyüzüne çıkan her tomurcuk bir çiçek olacak ve bu çiçeklerin bütünü de, yapraklarında gamze çakan jâlelerle sonsuzluğa kadar sürüp gidecek!.. Zannediyordum ki yamaçlarımızı kanaviçe gibi saran goncalar hep diri kalacak, ovalarımızı alan başaklar hep hayat soluklayacak; selvilerimiz ince ince salınacak ve derelerimiz gürül gürül akacak!.. Zannediyordum ki upuzun bir kıştan sonra sürgün eden filizler, büyük muzdariblerin diriltici solukları altında, ölümsüzlüğe erecek ve daima tâze, dâima canlı kalacak!..
Zannediyordum ki, aylar, güneşler ufkumda birbirini takib edip duracak ve yurdumun seması, hiç mi hiç husûf ve küsûf1 görmeyecek!
Zannediyordum ki, yıllarca bahar bekleyen neslim, karlara cemre düştüğü bugünlerde, gidip yeniden ölüm uykusuna yatmayacak. Hızırla buluştuktan sonra, âb-ı hayât içmeden geriye dönmeyecek!..
Zannediyordum ki, şimdiye kadar bin defa hipnoz edilen insanımız, bir daha aynı oyuna gelmeyecek ve aynı hokkabazların irâdesine teslim olmayacak!..
Zannediyordum ki, bundan böyle dirilen her ferdimiz, genç ve zinde kalacak, bel ağrıları, baş dönmeleri onun semtine sokulamayacak. Burcu burcu diriliş kokacak onun yaşadığı iklim ve bucaklar. Unutulacak tabutlukların yolları ve gassalar. Çatır çatır çatlayacak teneşir tahtaları. Ve buhurdanlar misk ve kafuru’ya hasret kalacak!..
Zannediyordum ki, her an ölüm tehditleri altında, havârî gibi yola çıkan bu hasbîler topluluğu Hz. Mesîh’e çarmıh hazırlayanlara aslâ iltihak etmeyecek. Servetler, şöhretler, makamlar, mansıplar onlara yol ve yön değiştirtmeyecek. Pest şeyler gönüllerine girip bakışlarını bulandıramayacak. Onlar, hep aynı şeyleri düşünecek, aynı şeylerin türküsünü söyleyecek ve aynı hayatı en ritmik şekilde yaşamağa gayret gösterecekler!..
Zannediyordum ki, mazlumun âhını dindirmek, zâlimin soluklarını kesmek ve ilhad ateşini söndürmek için, Yaradan’a ahd ü peymânda bulunan bu kudsîler ordusu, gizli-açık asla zalime yahşî çekmeyecek, şahsî rahat ve sûrî saadeti için geçmişini küçümsemeyecek ve mazîsinden kopmayacak!..
Zannediyordum ki, ruh kökümüzle olan alâkamız, gün be gün pekişecek, yüce düşüncelerimizden hiçbiri ebediyetlere terk edilmeyecek; davranışlarımız aslâ değişmeyecek ve hayatımız şâhikalardan kopup gelen dupduru ırmakların akıp akıp denizlere dökülmesi gibi, hep millî ruh ummanı içine dökülecek ve kendi kendini yenilemeye hazırlayacak. Ayrı ayrı akan çaylar birbirine yanaşacak; cetveller sonsuzluğa açılan yollarda bir araya gelecek ve alâim-i semâ2 gibi, bir sürü renk, omuz omuza bulutların ötesine doğru kavisler çizecek!..
Ve hele, sanıyordum ki, bu ses, söz ve renk cümbüşüne başkaları da koşup gelecek ve bizlerle bütünleşecek!
Zannediyordum ki yaşama zevki, hayat kaygısı ve tenperverlik bu yüce topluluktan fersah fersah uzak kalacak ve aslâ onların atmosferine girme imkânını bulamayacak... Onlar, sonuna kadar süt gibi duru, su gibi berrak ve toprak gibi mütevâzî kalacaklar.Kendilerinden öncekileri yiyip bitiren; lüks, israf, debdebe ve ihtişam onların evlerinden içeri giremeyecek ve onlara hükmedemeyecek.
Zannediyordum ki insanımız, gönül verdiği Zât’ın dostluğuyla yetinecek, O’nun hoşnutluğuna koşacak ve başkalarına şirin görünme hevesine kapılmayacak. “Allah bes - bâkî heves” 3 deyip yoluna revan olacak...
Zannediyorlar ki, şekil ve düşünce değiştirmekle, ebedî hasımlarına karşı şirin görünecekler! Bilmiyorlar ki, böyle yapmakla, ruhlarını ipotek ediyor ve kalplerini de söndürüyorlar.
Zannediyorlar ki tavanlarındaki boya, zeminlerindeki cilâ, masalarındaki ibrişim ve yataklarındaki atlaslarla, beyan ve düşüncelerine ağırlık kazandıracak ve öbür kıyıdakilere sempatik görünecekler! Bilmiyorlar ki bu hâlleri ile düşmanları karşısında, daha çok maskara oluyorlar.
Zannediyorlar ki davranışlarındaki oynaklık, düşüncelerindeki renksizlik ve hayatlarındaki fantazilerle başkalarının gönlüne girecek ve onları kendi düşünce çizgilerine çekecekler! Bilmiyorlar ki, bu hareketleriyle, farkına varmadan onlara iltihak ediyor ve onların fikir atmosferleri içinde eriyip gidiyorlar...
Toprağın sızıntıya, tohumun rüşeyme, balığın mercana ve yılanın zehire gebe olduğu bir bahar daha idrâk ediyoruz. Bakalım kimler bahardan yana, kimler de kıştan yana çıkacak? Kimler kelepir kovalayacak, kimler mercan avlamak için en derin noktaları kollayacak? Kimler bir muhâlif rüzgârla harman gibi savrulan mala mülke mağrur olacak ve kimler hem kendini hem de dünyaları aşarak sonsuzluğa erecek? Kimler dünyanın değiştiriciliği karşısında balmumu gibi eriyecek ve kimler bu devvâr-u gaddarın dönüşünü değiştirecek...
Haydi, gün ola devran ola!..
1) Husûf ve kusûf: Ay ve Güneş tutulması.
2) Alâim-i semâ: Gök kuşağı
3) “Allah bes-bâkî heves”: Allah yeter, kalanı heves.
.
Mutluluk
Mutluluk, herkesin özlediği bir sevgili ve uğrunda her fedakârlığa katlanılan yüce bir gâyedir. İnsanlar arasında mes’ûd olmak istemeyen tek fert yok gibidir. Ama saadet nedir? İşte zorlardan zor bir mes’ele!..
Yunanlı’ya göre o, aşk ve sevda; Sezar’a göre nâm ve şöhret; Firavun’a göre iktidar ve mevki; Kârun’a göre de yığın yığın servet ve hazinelere sahip bulunmaktır. Oysaki, bunlardan hiçbiri, ne gerçek saadet ne de onun vesilelerinden biridir. Hakikî mutluluğu bu yollarla arayanlar, hep aldanmış ve hüsrâna uğramışlardır.
Gerçek saadet, insan zihninin dağınıklık ve perîşâniyetden kurtarılması, insan kalbinin itmînan ve istirahata ermesinden ibarettir. Onu, deniz kenarlarında, dağ başlarında, tenhâ koruluk ve koylarda arayanlar, hep yanılmışlardır. Vâkıa, bu türlü yollardan başkasıyla, rûhunu dinlendirmesini bilmeyen avâm1 için, bunlar da birer vesile sayılabilirler. Ama, gerçek huzur ve saadet için, ne zaman ne de zemine ihtiyaç yoktur. O her yerde insanla beraber ve onun iç aydınlığına, onun hür irâdesine tevdi edilmiş mukaddes bir sevgilidir. Her insan, istediği zaman, kanatlanan rûhuyla, kalbinin sonsuz iklimlerine doğru açılıp, temâşâsına doyamayacağı âlemlere ulaşarak, özlenen mutluluğu elde edebilir. Hele, kalb hazinesi tertemiz fikirlerle donatılmış ve lebrîz2 edilmişse... Boyce’nin dediği gibi: “Ruhunun derinliklerinde, böyle bir mihrabı olan insan ne bahtiyardır!..”
Evet, mes’ûd olabilmek için, önce rûhun iyice techîz edilmesi, gönlün pâk ve temiz fikirlerle donatılması, sonra geçmişin kanatlandırıcı hatıralarıyla, geleceğin isabetli ve ma’kûl ümitlerinin yanyana mütalâa edilmesi lâzımdır ki, bu sayede, fenalıklara karşı konulabilsin.. şehevî hisleri frenleyip yükseltici duyguları da takviye ederek, yaşanan hayatın her lâhzasını fazîletli kılmak mümkün olabilsin. Zaten ahlâkî hayatın yegâne düsturu da fazilettir. Aradığımız saadet ise, aslâ faziletten ayrı düşünülmeyen ve bir bakıma onun neticesi ve mükâfatıdır.
Rûhu kanatlandırıp pervâz ettirecek ve kalbi dâima canlı tutacak tek şey, Yaratıcı’nın hoşnutluğu düşüncesidir. Fazîlet düşüncesi olmadan mutluluktan bahis açmak abesdir ve ma’nâsızdır.
Bezmimize saadet mührünü basan müstesnâ varlık, şu hasletleriyle hem fazîletli hem de mutlu idi: O, o kadar azimli ve kararlıydı ki Yüce Yaratıcı’nın tasvibinden geçmeyen hiçbir şeye, bütün hayatı boyunca bir kere olsun hüsn-ü kabul göstermemişti. O kadar dürüst idi ki, en ehemmiyetsiz şeylerde dahi, kimseye haksızlık etmemişti. O kadar yüce âlemlere tutkun ve o denli ulvî tecellîlere doymuş idi ki; hiçbir zaman lezzeti fazîlete tercih etmemişti. Öyle üstün bir idrâk ve kavrayışa sahip idi ki; bir kere olsun, iyiyi kötüden tefrik hususunda tereddüde düşmemişti. İnsanların fikirlerine karşı hep hürmetkâr kalmıştı; ama onlardan nasihat almaya hiç ihtiyaç hissetmemişdi. En anlaşılmaz mes’eleleri gayet rahatlıkla halleder, bir solukta, gaflet ve dalâlette olanları fazîlet ve şerefe yükseltirdi. İfâdelerinde akıl ve hikmet omuz omuzaydı; makûl ve doğru bildiklerinde fevkalâde sebat gösterirdi. O kadar müttakî idi ki; tavır ve davranışlarındaki berraklık, muamelesindeki yumuşaklık ve duruluk, melekleri gıbtaya sevk edecek kadar zarifdi. Böbürlenmeler, fahirlenmeler bir kerecik olsun, onun yakıcı ve eritici ikliminde görünme imkânını bulamamışlardı. Şahsıyla alâkalı bütün ayıplamalara karşı mukabele etmeksizin tahammül eder ve insanları suçlamaktan fevkalâde uzak bulunurdu. Korkaklık semtine sokulamamış, vesvese ve tereddütlerle hiç mi hiç tanışmamıştı. Kavim ve kabilesi karşısında nasıl yılgınlık göstermemişse, topyekün dünya ile hesaplaştığı zaman da aynı şekilde polat gibi olmasını bilmişti. Odası, yatağı, elbisesi ve yiyeceği şeyler gâyet sâde ve fakirceydi. Ve O, içinde yaşadığı toplumun herhangi bir ferdi görünümünde idi. Dostluğunda menendi olmayacak kadar sebatkâr ve muhkem, vefasında herkesi minnet altında bırakacak kadar civanmert idi...
O, bunlarla serfiraz3 ve fazîletliydi. Fazîletli olduğu kadar da gönlü huzur içinde ve mutluydu.
O’nun vicdanı kadar saf ve duru bir vicdana sahip olmak için, fazîletin rükünleri sayılan bu şeylerde, O’nu örnek almak ve rûhumuzun rengini aksettiren bu düşüncelerin, kirlenip bozulmasına meydan vermemek lâzımdır.
Evet, bu türlü yüce hasletlerin hepsine sahip çıkmak, bizi fazîletli kılacak, dolayısıyla da bizlere gerçek mutluluğun kapılarını açacaktır. Aksine, bu vâdîde gösterilecek herhangi bir kusur ise, fazîlet dünyamızda meydana gelmiş bir yırtık, dolayısıyla da saadetimizi bulandıran bir keyfiyet olacaktır. Nasıl ki suyu, saf ve temiz tutmanın tek çâresi, onun içine birşey atmamak ve bulandırıcı şeylerden uzak bulundurmaktır. Öyle de rûhun huzur ve mutluluğu, bir an olsun onu, fazîletten mahrum bırakmamaya bağlıdır.
1) Avâm: Halktan ilim ve irfanı kıt olan, okuyup yazması az olan kimse.
2) Lebriz edilme: Ağzına kadar doldurulma, taşırılma.
3) Serfiraz: Benzerlerinden üstün.
.
Fazilet ve Mutluluk
İnsanımıza mutluluk vaadedenler evvelâ onu fazîletlerle donatmalıdırlar. Fazîlete susamış gönüllerin mutlu olmasına imkân yoktur. Dünden bugüne selim akıllarca, bu hep böyle kabul edilmiş ve saadetle fazîlete ikiz nazarıyla bakılmıştır. Zîrâ fazîlet, herşeyden evvel, en yüce ahlâkla serfîraz bulunarak bütün varlığa muhabbet dolu nazarlar atfetmenin adıdır. Fazîletli bir insanın bütün varlık ve eşyâ ile bir çeşit münâsebeti vardır. Böyle birinin nazarında hâdiselerin akışı, bir bahar havası içinde ruha inşirah verici meltemler gibi eser geçer ve onun gönlünü sevinçlerle doldurarak şâd kılar. O, her zaman akıp giden eşyâ ve zaman selinde, yeni yeni levhalar müşâhede ederek dâima hayran ve dâima mutludur. Ne güneşlerin doğup batması, ne de gece ve gündüzün birbirini takip edip durması, onun zevklerini acılaştıramaz ve gönlüne hüzün veremez. Hüzün vermek şöyle dursun, o her an tazelenen ve birbirinden farklı bulunan manzaraların müşâhedesiyle, hep huzur ve mutluluk dolu dakikalar yaşar.
Fazîletli olmak, bütün bütün beşerî arzuları reddetmek ve eşyaya sırtını dönerek bir çeşit zâhitlik yapmakta değildir. İnsanı, içinde yaşadığı dünyadan koparan böyle bir fazîlet anlayışı, karamsarlık getirir ve bedbinlik kaynağıdır. Bu ise İbsen’in ifadesiyle: “Saadetin helâki” demektir. Aynı zamanda, bu türlü aşırı ve yersiz endişeler, ferdin yalnız nefsini düşünüp onunla içli dışlı olduğuna ve civanmertlik hissinden mahrum bulunduğuna delâlet eder ki; bu kabil bir düşünce de ahlâkî hayatın yanlış anlaşıldığını ve başkaları için yaşama meziyetinin eksik bulunduğunu gösterir.
Fazîletin, cismânî ve ruhânî bütün saadetleri tekeffül1 ettiğini iddia etmek de doğru değildir. Fazîletli bir insan hasta, fakir, perişaniyet içinde bulunabilir. İnsanlardan zulüm, hakâret, ihânet görebilir. Başından işkenceler, mahkûmiyetler, sürgünler geçebilir. Hz. Mesih, gadre uğradığı, Sokrates mahkûm edildiği, Epiktetos zulüm gördüğü halde mes’ud idiler... Bu itibarla biz, mutluluğu, daha ziyade kalbî ve insanın inançlarıyla gönlünde kurduğu cennetlerin esintisinden ibaret görmekteyiz. Evet “iman, ma’nevî bir cennet çekirdeğini taşımakta, küfür de ma’nevî bir cehennem zakkumunu saklamaktadır...”
Fazîlet; insanın, kendi sınırlılığın kâinatın sonsuzluğu içindeki ehemmiyetsizliğini, küçüklüğünü idrâk etmesi ve şahsına olduğundan fazla değer vermemesidir. Yoksa, onun, cismânî musîbetlerle sürekli olarak hırpalanması; izzet-i nefis ve gururunun devamlı yaralanıp durması ve bir türlü tatmin edilmeyen câhilâne hırslarla huzursuzluklara dûçâr olması gibi, alçaltıcı sefâletlerle bütün bütün saadetlerini kaybetmesi, kaviyyen muhtemeldir.
Fazîletli insan, sâlim düşünen insandır. O, “çaresi bulunan şeylerde acze, çaresi olmayan şeylerde de âh u vâha düşmez...” Aksine o, kaçınılması imkân dahilinde olan şeyler için, elinden gelen herşeyi yapar ve kaçınma yollarını araştırır. İrâde ve imkânlarını aşan hâdiseler karşısında da teslim olma yolunu seçer. Ve insanların pek çoğunun dûçâr oldukları, bencillik, pest düşünceler, servet-sâmân kaygısı, çeşitli mansıp ve pâyelere gönül koymak gibi şeylerle mutluluğunu ihlâl etmez...
Sâlim düşünen insan, üstesinden gelinemeyen belâlara, kaçınılması imkânsız musibetlere, baştan hazırlıklı ve râzı bulunduğundan, hiçbir zaman saadet ve lezzetleri acılaşmaz. O, şuur ve duyguları itibariyle, dâima pâk ve nezih sevinçlerden; sevginin, aşkın, aileye şefkatin, kardeşlik ve dostluğun lezzet ve hazlarından her zaman hissedâr olabilir.
Evet, o, haksızlık yapmayacağı; hâin olmayacağı; intikam, kin, nefret, kıskançlık gibi düşüncelerden hep uzak kalacağı içindir ki; ekseriya, çevresinde hürmet ve sevgi karışımı bir meltemin estiğini hissedecek ve dâima mutlu olacaktır. O, ailesine, vatanına, milletine, hatta bütün varlığa karşı duyduğu sevgi ve alâka ile kenarı olmayan bir muhabbet deryasında, sonsuz hazlar duyacak ve daha cennete girmeden cennet zevklerini yaşayacaktır. Bu hazlar: Başkalarının sevinçlerini paylaşma hazzı.. onların lezzetlerini ruhunda yaşama hazzı.. onların acı ve ızdıraplarını göğüsleyip onlara, mutluluğa giden yollara açma hazzı.. gibi şeylerdir.
Fazîletli olmak, hazır zaman gibi, geçmiş ve gelecekle de münasebete geçerek, mâzinin ve istikbâlin en mümtaz insanlarıyla rûhen beraber bulunup, onların tasvîb ve takdirlerini gönlünde duymak ve onlarla aynı hayatı paylaşarak, atalarımız ve gelecek nesillerle kaynaşmak ve bütünleşmek demektir.
İşte, böyle bütün insanlık ve kâinatla alâkadar ve iç içe yaşamak sûretiyle kalb, daha bu dünyada iken ebedî mutluluğa erer ve haricî hâdiselerin onun saadetini ihlâl edemeyeceği buudlara ulaşır.
Fazîletin, gerçek saadetle olan bu derin alâkasını bizlere, insanlığın en şerefli şahsiyetleri talim etmiştir. Gönülleri itmi’nâna kavuşturan ve akıllara emniyet telkîn eden saadet de budur. Zîra bu saadet, olgun, mütevazi, müsâmahalı, ayıplara göz kapayan, kinsiz, nefretsiz olma gibi, faziletin en sağlam kaideleri üzerinde yükselmektedir.
Tek kelime ile bu saadet, kalbî ve ruhî bir saadettir. Ve yerini hiçbir şeyin alamayacağı kadar da köklü ve insanın özüyle alâkalıdır. Maddeye dayalı bütün mutlulukların bu saadete ilâve edecekleri hiçbir şey olamayacağı gibi, onu unutturmaya da güçleri yetmeyecektir.
Ruhunu inançla yükseltip, gönlünü fazîletlerle donatanlara ne mutlu!..
1) Tekeffül: Kefil olmak, üzerine almak.
.
İmtihan
Bir imtihanlar zinciridir hayat baştan başa. Tâ çocukluktan başlar insanoğlu için imtihanlar. Ve rûh bedenden ayrılacağı ana kadar da devam eder durur. Anlayıp sezebilenler için bu küçük küçük imtihanlar, birer eleme ve finale kalan ruhların tesbît edilmesiyle alâkalıdır. İnsanoğlunun vicdanında ve rûhâ-nîlerin gözünde tesbît edilmesiyle...
Çeşit çeşittir imtihanlar ve bütün bir hayat boyu, değişik boy ve derinlikte devam eder dururlar: Mektebe alınma imtihanı, sınıf geçme imtihanı, mektep bitirme imtihanı; evlâdın babadan, babanın evlâttan bulma imtihanı ve daha bir sürü imtihan... Hele bunlar arasında insanî düşünce ve yüksek ideâllerinden ötürü “saf dışı” edilme ve vatandaşlık haklarından mahrum bırakılma imtihanı oldukça ağır ve gurur kırıcıdır.
Bir de düşmanın amansızlığı ve insafsızlığı yanında, vefasız dostların eliyle çekilen imtihanlar vardır ki; doğrusu dayanılması en güç olan imtihan da işte budur. Zira, düşmanın hasımca vaziyeti, insanlık ve mürüvvetle telif edilmese bile, düşmanlık mantığına uygundur. Hatta düşünce yapısı, dünyaya bakış keyfiyeti ve değer hükümlerindeki farklılıklar çoğaldıkça da bu husûmetin artması -aynı mantıkla- tabiî görülebilir. Ne var ki aynı kader çizgisinde kavga verenlerin, aynı duygu ve düşünceleri paylaşanların kıskançlık ve rekabet hissiyle, gammazlamalara düşmeleri, kat’iyyen akıl ve mantıkla telif edilemez. Hele insanlık ve mürüvvetle asla..!
Evet, böyle vefa umulan bir yerden ihânet ve cefâ görmek, hem acı hem de oldukça düşündürücüdür. Ama neylersin ki; aldatmanın akıllılık, inhisar-ı fikir1 ve saplantıların sadâkat, bağnazlığın muhafazakârlık sayıldığı bir dünyada, bu kabil ibtilâ ve imtihanlar eksik olmayacağından, bilip dayanmadan başka da çaremiz yoktur. Evet, ferd olarak, aile olarak ve toplum olarak:
“Gelse celâlinden cefa
Yahud cemâlinden vefa
İkisi de câna safâ
Lütfun da hoş kahrın da hoş.”
deyip dayanma mecburiyetindeyiz.
Dünden bugüne yer yer düşmanlarından ve zaman zaman da dost kılığına bürünmüş hasımlarından, devamlı ihânet darbeleri yiyen ve sürekli olarak hırpalanan bu millet, bütün tarih boyunca imtihanların en acı ve en ağırlarını gördü. En korkunç hıyanetlere maruz kaldı. Gün geldi ki dört bir yandan bütün dünya onun üzerine at sürdü ve onu ablukaya aldı. Hatta bu dönemde, onun bütün bütün tarihten silineceği zehâbına kapılanlar da oldu. Ama o, bu ölüm kalım imtihanlarını da atlatarak bir kere daha bütün bir hasım dünyanın plânlarını altüst etti. Belki o, bundan sonra da bir kısım imtihanlar görecek, tekrar tekrar ırgalanacak, karşısına ateşten tepeler, kandan irinden deryalar çıkacak; ancak, bütün bunlar onun, kendini yenilemesine ve metafizik gerilimine yardımcı olacaktır. Zira o bunlarla dost ve düşmanını tanıyacak, bunlarla bilenecek ve bunlarla düştükten sonra doğrulup kalkmanın ve kendine gelmenin yollarını öğrenecektir...
İnsan imtihanlarla saflaşır ve özüne erer. Hayat, imtihanlar sâyesinde yeknesaklıktan kurtulur ve renklilik kazanır. Ruh imtihan gördüğü nisbetde olgunlaşır ve büyük işleri göğüsleyebilecek hâle gelir. Geçirilen imtihanın ağırlığı ve soruların terleticiliği nisbetinde, ferd, insanlık mektebinde sınıf geçmeye ve yükselmeye hak kazanır.
İmtihanın olmadığı bir yerde ferdin saflaşıp özüne ermesinden, toplumun gerilip çelikleşmesinden bahsedilemez. İmtihanla sıkışan ve büzülen ruhlardır ki yay gibi gerilir, ok gibi fırlar ve bir solukta hedefe ulaşırlar. Evet, sabah akşam onların çevrelerinde dolaşıp duran endişeler, yer yer yuvalarını sarsıp geçen açlıklar, susuzluklar, sıkıntılar, hatta mal ve canlarına gelen zarar ve ziyanlar, beklenmedik şekilde hâdiselerin demir paletleri altında kalıp ezilmeler, onları en sert çelikler hâline getirecek ve istikbâle hazırlayacaktır.
İmtihan görmemiş ölü gönüllerin ve ham ruhların, nefisleri adına insanlığa yükselmeleri bahis mevzuu olmayacağı gibi, içinde yaşadıkları topluma da en küçük bir menfaatleri dokunmayacaktır.
Elmas gibi ruhların, kömür tıynetli kimselerden ayrılması imtihana bağlıdır. İmtihanın olmadığı bir yerde, altını taştan, topraktan; elması da kömürden tefrik etmeye imkân yoktur. Ve yine imtihanın olmadığı bir yerde, en uğursuz ruhlar en yüce kametlerle iç içedir. İmtihanla, melekler gibi sâfi ruhlar, habis ruhlardan ayrılır ve kendileri için mukadder zirvelere ulaşırlar.
Bunun böyle olduğunu bilen hakikate âşina bir gönül için, her imtihan, insanı gökler ötesi âlemlere uçuran bir kanat ve imtihanda görülen her sıkıntı da ona güç ve canlılık kazandıran bir iksirdir. Böyle birinin nazarında ateşlere atılmak, Yaratıcı’nın dostluğuna doğru atılmış en güçlü bir adım; çarmıhlara gerilmek de ona yükselmenin yüce birer vesilesi sayılır.
Evet, gönlünü en yüce ideâllerle donatmış birisi için, heryeni imtihan onun azmine indirilmiş bir kamçı, irâdesini şahlandıran bir efsun ve gönül kadranını aydınlatan bir ışıktır. O gördüğü her imtihanla kristâller gibi berraklaşır, yay gibi gerilime geçer ve adım adım, gönlünde kurduğu cennetlere doğru yükselir.
Kahrı-lûtfu bir bilmeyen mürde gönüller2 varsın bundan birşey anlamasınlar. Geçen hakikatın meâline gönül vermiş ideâlistler, bu uğurda çekilen ızdıraplardan daha zevkli birşey tanımayacaklardır. Ocaklar gibi yansalar dahi, âh u efgan edip ağyâra dert yanmayacaklardır. Ne dostların vefasızlığı ne de düşmanın insafsızlığı onları millet ve vatan yolunda hizmetten alıkoyamayacaktır. Ve işte ahd u peymânları: 3
“Felek esbab-ı cefasın toplasın gelsin,
Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azîmetden.”
Ruhun şâd olsun N. Kemâl!
1) İnhisar-ı fikir: Kendi anlayışından başka anlayış tanımamak.
2) Mürde gönül: Ölü gönül. Katı yürekli, hissiz, duygusuz insan.
3) Ahd u peyman: Söz ve yemin.
.
Bayram
Gün doğa ülkemize
“Bayram o bayram olur.”
Bayram bir neş’e ve sürur günüdür. Bilhassa ma’nâsını bilenler için. İnsanlar sevinçli ve huzurlu görünürler bayramlarda. Yaratıcı’nın affına mazhar oldukları, cürm ü hatalardan kurtuldukları, geçmişi ve geleceği bir kere daha iç içe yaşadıkları için...
Her bayram, milletin gönlünde bir huzur, vatanın simasında bir sürur olarak belirir ve bir sürü hâtıraları tedâî1ettirmekle de kemâle erer. Bayramların tedâî ettirdiği bu hâtıralardan gönüllere akıp gelen mutluluklar, bazen o günlerdeki zevk ve şenlikleri gölgede bırakacak kadar renkli, derin ve muhteşem olur.
Bizler her bayramda, geçmişi ve geleceği hayâllerimizde yan yana getirerek, muhteşem atalarımızın elleriyle, gökçek yüzlü torunlarımızın başlarını aynı anda öper, mâzî ve müstakbelin bütün mutluluklarını vicdanlarımızda duyarak, sonsuz zevklere ereriz. Karamsar ve bedbin gönüller bundan birşey anlamasalar bile, geçmiş dâsitanî bütün renk ve cümbüşüyle, gelecek bin şevk ü tarabıyla, her bayram, başlarımızın üzerinde bir gökkuşağı haline gelir ve bize en parlak şehrâyinler ve donanma geceleri yaşatır.
Evet, hangi saadet vardır ki geçmişimize ait tabloların bütününü, geleceğe ait en çarpıcı manzaralarla yan yana müşahede etmekden doğan gönüllerimizin mutluluklarla dolmasına denk gelebilsin!..
Duygu, düşünce ve kalbi itibariyle hazır zaman gibi, geçmiş ve gelecekle de alâkadar olan, onlardaki haz ve zevkleri vicdanında duyabilen insan ruhu, bayramı böyle kanatlanmış ve zamanın üstüne çıkmış olarak, çok farklı buudlarda idrak eder. Bu ma’nâda idrak edilen bir bayram, günübirlikçilerin mesaj ve beyanlarıyla anlatmak istedikleri bayramlardan çok farklıdır. Onların, geçmişten ve gelecekten koparılmış alabildiğine ölgün ve solgun bayramları, çocuklara şeker dağıtmak için tayin edilmiş birer gün olsalar bile, kat’iyyen bayram sayılamazlar.
Her bayram; bana, geleceğin rengârenk şehrayinleriyle gelir, en tatlı ve en çarpıcı tarihî levhaları kalbime aksettirir öyle gider. Ben, o gelip giden bayramlarda, maddî-mânevî irfana ermiş, duyguları itibariyle incelmiş,ruhuyla bütünleşmiş ve birbiriyle sarmaş dolaş, geleceğin mutlu nesillerini hayalen seyreder mest olurum. Gözümün önünde kafası fen ve teknikle, kalbi Yüce Yaratıcı’ya imân, O’na muhabbet ve varlığa sevgiyle dolu, itmi’nâna ermiş insanlar belirir. Onların, gönlüme boşalttıkları ruhanî zevklerini, vicdanımda hisseder ve emsalsiz dakikalar yaşarım. O iklimde yaşlıları çok muhterem ve insanlığa yükselmiş, gençleri iffetli ve nefsini frenlemiş, çocukları (günebakanlar) gibi rengârenk ve yukarıdan gelen ışıklarla yüzleri hep aydın, kadınları bu sihirli cümbüşün hazırlayıcısı olarak tahayyül eder, iliklerime kadar hazlara gömülürüm.
Ve yine o iklimde, idare en hassas ve usta ellerin işlediği gergefler gibi ölçülü, nizam ve asayiş, kaneviçeden çıkmış bir nakış mevzuniyeti içinde belirir gözümün önünde... Teb’a ve “Başyüceler” topluluğu yan yana ve âhenk içindedir geleceğe ait bu senaryoda. Adalet coşkun ve şehbal açmıştır her tarafta, zulüm sarsık, yılgın ve mecalsizdir. Ne zalimin hayhuyu duyulur o alemde ne de mazlumun iniltisi...
Mektebler kâinatın sırlarını çözmeye çalışan birer laboratuar gibi sıra sıra geçer hayâlimden bayramlarda. Ve çıraklarını gökler ötesi esrâra ulaştıran yüce kamet muallimler görürüm o mekteblerde. Yüzlerinde aydınlık, içlerinde samimiyet ve düşüncelerinde istikamet, yüce muallimler...
Bayramlarda, davul sesi duyar gibi olurum serhad boylarında!.. Ve gürül gürül fatih orduların tarrakaları gelir kulaklarıma. Dünya muvazenesi için tehlikeleri göğüsleyen ve devletler arası dengeyi temin uğrunda, yaşama haz ve zevklerini feda etmiş fatih orduların tarrakaları...
Her bayram böyle rengârenk ve gülbanklarla doğar ruhuma. Her bayram ilhamları ve hatırlattıklarıyla mest eder gönlümü. Yunmuş, yıkanmış ve bütün bütün yenilenmiş hissederim kendimi. Hissederim de keşke: “Hep bayram olsaydı” derim!..
Bazılarına göre bunlar birer hayâl, bazılarına göre de binlerce misâli geçmiş yüce bir ideâl ve emareleri çoktan ufkumuzda belirmiş ölümsüz hakikate kısa bir meâl...
1) Tedâî: Bir şeyi hatıra getirmek. Bir şeyin başka bir şeyi hatıra getirmesi.
.
Vefa
Vefa, dost ikliminde yetişen güllerdendir. Onu düşmanlık atmosferinde görmek nâdiratdan ve hatta mümkün değildir. Vefa, duyguda, düşüncede, tasavvurda aynı şeyleri paylaşanların etrafında üfül üfül eser durur. Kinler, nefretler, kıskançlıklar ise onu bir lâhza iflah etmez öldürür. Evet o, sevginin, mürüvvetin bağrında boy atar, gelişir, düşmanlık ikliminde ise bir anda söner gider.
Vefayı; insanın, gönlüyle bütünleşmesi şeklinde tarif edenler de olmuştur. Eksik olsa bile yerindedir. Doğrusu, kalbî ve ruhî hayatı olmayanlarda vefadan bahsetmek bir hayli zordur. Konuşurken doğru beyanda bulunma, verdiği sözlerde, ettiği yeminlerde vefalı olma gönül hayatına bağlıdır. Kendini yalan ve aldatmadan kurtaramayan; her an verdiği söz ve yeminlere muhalif hareket eden ve bir türlü yüklendiği mesûliyetlerin ağırlığını hissetmeyen iki yüzlü ve müraî tiplerin gönül hayatları olabileceğine ihtimâl vermek, sadece bir aldanmışlıktır. Böylelerinden vefa beklemek ise bütün bütün gaflet ve safderûnluk ifâdesidir.
Evet, vefasıza güvenen er geç iki büklüm olur. Onunla uzun yollara çıkan yolda kalır. Onu rehber ve rehnümâ (yolgösterici) tanıyanların gözü, daima hicranla dolar.
Vefa umarken ondan
Doldu gözüm hicrandan
Kaldım yaya dermandan..
Ferd, vefa duygusuyla itimada şâyân olur, yükselir. Yuva, vefa duygusu üzerine kurulmuş ise devam eder ve canlı kalır. Millet bu yüce duygu ile faziletlere erer. Devlet, kendi teb’asına karşı ancak bu duygu ile itibarını korur. Vefa düşüncesini yitirmiş bir ülkede, ne olgun fertden ne emniyet va’deden yuvadan, ne de istikrarlı ve güvenilir devletten bahsetmek mümkündür. Böyle bir ülkede fertler birbirlerine karşı kuşkulu; yuva kendi içinde huzursuz, devlet teb’aya karşı uğursuzlardan uğursuz ve herşey birbirine karşı yabancıdır, tıpkı câmidler gibi. Üst üste ve iç içe olsalar bile...
Vefa, fertlerin birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesini temin eder. Vefa sayesinde cüzler küll olur; ayrı ayrı parçalar bir araya gelerek vahdete ulaşır. Vefa duygusu varıp sonsuzluğa erince, ötelerden gelen tayflar, kitlelerin yolunu aydınlatır ve toplumun önünü kesen bütün tıkanıklıkları açar. Elverir ki o toplum, vefa duygusuyla olgunlaşmış ve onun kenetleyici kollarına kendini teslim etmiş olsun.
Bir düşünceye gönül mü verdin; bir ideâle mi bağlandın; varıp biriyle dostluk mu kurdun, gel! Diriğ etmeden ver canını o uğurda, servetin yağma olup gitsin. Fakat vefalı ol! Zira Hakk katında da halk katında da en çok itibar gören “vefa” ve vefalılardır.
“Bana Hak’dan nida geldi; Gel ey âşık ki mahremsin,
Bura mahrem makamıdır; Seni ehl-i vefa gördüm.”
Nesimî
Âdem Nebi (a.s.), yüzüne kapanan kapıları gönlünde taşıdığı sırlı vefa anahtarıyla teker teker açtı ve “gufran” çeşmelerine ulaştı. Aynı hâdisede azgınlaşan iblis ise göz göre göre gitti kendini vefasızlık gayyasına atarak boğuldu.
Tufan peygamberi de asırlarca süren ızdıraplı, fakat vefalı bir hayat yaşadı. Yıllar yılı bütün tembih ve ikazlarının, cemaatinin büyük bir kesiminde tesir icra etmemesi, onu, bağlı bulunduğu kapıya karşı vefa hissinden döndüremedi. Ondaki bu vefa düşüncesiydi ki yerlerin ve göklerin hışımla insanlığın üzerine yürüdüğü hengâmda, ona bir necât gemisi oldu.
Hakk’ın dostu ve nebiler babası, Nemrud’un ateşini göğüslerken ne kadar vefalıydı! Onun gökleri velveleye veren“hasbî hasbî!” şeklindeki vefa solukları, öteler ötesinden coşup gelen rahmet esintileriyle birleşince, cehennem gibi ateşlerin bağrı “berd-ü selâm”a1 döndü.
Kudsîler ordusunun Öncüsü, gelmiş ve geleceklerin en birincisi, kimseye müyesser olmayan semâlar ötesi seyahata, ruhundaki vefa duygusu sayesinde muvaffak oldu. Evet, o bu sayede meleklerin varıp ulaşamadığı iklimlere ulaştı ve hiçbir fânînin eremediği devletlere erdi. Sonra da gözlerin kamaştığı ve gönüllerin hayrette kalıp kendinden geçtiği o mutlular âlemini, ümmetine olan vefa duygusuyla terk edip arkadaşlarının yanına döndü. Hâdiselerle pençeleşecek, karşısına çıkan bâdireleri göğüsleyecek, onları da o yüce iklimlere yükseltecekti... Dost ve arkadaşlarına karşı vefa duygusuydu O’na cennetleri ve hûrileri unutturan. Onlara karşı bir vefa sözüydü O’nu, başı semâvî ihtişamlara ulaştığı bir zamanda, bütün mânevî payeleri bir tarafa bırakarak, bu ızdıraplı ve elemli dünyaya yeniden onların yanına döndüren!..
Bütün yükselenlerin hasenât defterleri, vefa ile kapanıp vefa ile mühürlendi. Bütün yolda kalmışların çirkinlikler meşheri kitapları ise vefasızlık damgasını yedi, onunla damgalandı. Evet, üzerlerine aldıkları mükellefiyetleri, iki adım öteye götürmeden vefasızlık edip bir kenara çekilenler, zillet ve hakaret damgasını yiyerek aşağıların aşağısına itildiler. Mukaddes yük ve yolculuğa çeyrek gün bile tahammül gösteremeyip yan çizenler ise o gün bu gün doğru yolu kaybetmiş sapıklar gürûhu hâline geldiler. Nihayet dönüp dolaşıp mukaddes çile nöbeti bize gelince, en sağlam vefa yeminleriyle yürüyüp bu koca mes’ûliyetin altına girdik. Coşkun ve heyecanlı, azimli ve kararlı idik. Heyhât... Beklenmedik bir dev önümüzü kesti ve bozduk ettiğimiz bütün o yeminleri. Ve sonra, yeniden, her taraf çölleşmeye başladı. Bütün civanmertlikler eriyip yağ gibi gitti. Güllerin yerini dikenler aldı. Aylar güneşler peşi peşine batarken, ortalığı kasvet dolu bulutlar bastı. Bağ çöktü, bağban öldü; “petekler söndü, ballar kalmadı.” Ve artık, insan nedretine maruz kalan bu devrin talihsizleri, kalbinde zerre kadar emanet ve vefa hissi bulunmayan ölü ruhlara, destan tutup yahşi çekmeye başladı. “Ne akıllı, ne centilmen!” diye alkışlamadıkları ham ervâh kalmadı ve işte, bu devreye ait milletin yüreğinden yükselen son inilti ve son inkisar:
“Vefa yok, ahde hürmet hiç... Emânet lafz-ı bî medlûl;
Yalan râyiç, hiyânet, mültezem her yerde, hak meçhûl!
Ne tüyler ürperir, yâ Rab! Ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne îman, din harâb îman serâb olmuş.”
M.A.
Bu devrede, etrafı yalan ve mübâlağanın esiri bir sürü karakura bastı. Hergün birkaç defa yeminini bozan; her defasında ettiği ahd u peymandan dönen ve ebediyyen vefa duygusundan mahrum bir sürü karakura!.. Lânet ediyor onlara yer ve yerdekiler, lânet okuyor onlara semâ ve semâdakiler.
Nereden çıktı bu kadar “cinsi bozuk, ahlâkı fenâ!” Hangi hâin bunlara bağrını açıp dâyelik yaptı!.. Hangi talihsiz bunları sînesinde büyüttü ve hangi uğursuz ağızlar bunlara buyurun çekti!..
Ah vefa, nerde kaldın! Bıktık şu hergün birkaç defa yemini bozup ahdinden dönenlerden. Her sözü mübâlağa, her davranışı sun’î nâmertlerden ve vefa duygusundan mahrum uğursuz gönüllerden!.. Ve nerdesiniz! Ey bir vefa düşüncesiyle sözleştiği yerde günlerce kıpırdamadan bekleyen vefalı dostlar!.. Nerdesiniz ruhuyla bütünleşmiş vefa timsali er oğlu erler!.. Nerdesiniz bir vefa uğruna harâb olup, turâb olup gidenler ve çok bereketli bir devrin ak alınlı insanları!.. Kalkın; girin ruhlarımıza. Kamçılayın hayâllerimizi ve boşaltın vefa adına ne taşıyorsanız hepsini sînelerimize!.. Mertliği, yiğitliği, vefayı bütün bütün unutmuş sînelerimize. Bizleri bu yeniden diriliş yolunda Hızır çeşmesine ulaştırın! Gelin, gelin de şurada burada dolaşıp duran şu üç-beş vefalı insanı, ümitsizlik ve inkisardan kurtarın!..
Vefaya susamış neslimizin vefa düşüncesinin korunması dileğiyle...
1) Berd-ü selâm: Serin ve emniyetli.
.
Ruhun Zaferi
İnsan, bu dünyada ruh ve beden gibi birbirinden farklı iki kuvveti temsil etmektedir. Zaman zaman bu iki kuvvetin birleşip bir bütün teşkîl ettikleri müşahede edilse bile, ekseriyet itibariyle, zıtlaştıkları ve birinin zaferi diğerinin hezimetini netice verdiği görülmektedir. Bedenî isteklerin şaha kalktığı ve azgınlaştığı bir bünyede ruh; çelimsiz, dermansız ve cismanî arzuların âzat kabul etmez kölesi olmasına karşılık, nefsin iştihalarına baş kaldırıldığı, kalbin akla, ruhun bedene hâkim kılındığı bir bünyede ruh, binbir labirenti bir solukta aşar ve ölümsüzlüğe ulaşır.
Ruh plânında çökmüş bir ülkenin her bucağı, yüzlerce zafer takı ve dragon timsâlleriyle süslense dahi, mezardan farkı yoktur. Evet, ruhun zafer solukları üzerine kurulmamış bir dünya, kaba kuvvetin elinde bir oyuncak; onun faziletli ikliminde geliştirilmemiş bir kültür, insanlığın yolunu kesmiş bir cadı ve böyle bir ülkede yaşayan yığınlar da buhrandan buhrana sürüklenen gözü bağlı talihsizlerdir. Ne var ki şahsî haz ve zevklerinden başka birşey düşünmeyen ve bir türlü varlığını başkalarının mutluluğuyla birleştiremeyen ham ruhlara, hiçbir zaman bunu anlatmak da mümkün olmayacaktır.
Ah! Ne olurdu, bir kere bunlar da nefis ve benlikleri cihetiyle yokluğa erip, ruhta ebedîleşmenin sırrını kavrayabilselerdi!..
Sînesini en yüksek mefkûre ve insanlık sevgisiyle donatanlardır ki, kalbin enerji balansını düzeltmiş, duygularını en ulvî hedeflere doğru kamçılamış ve kendi içlerinde ölümsüzlüğe ermişlerdir. Bir hamlede hayvanî yaşayıştan kurtulup bedenî hazlarını aşan bu talihliler, ruhlarını coşturmuş, kalblerini kanatlandırmış ve nefislerinin rağmına insanî yanlarıyla zaferlere ulaştırmışlardır.
Güçlü ve muzaffer insan, kendini yenen insandır. Nefis ve kötü tutkuların esaretinden kurtulamamış sefil ruhlar, cihanlar fethetseler dahi mağlûp sayılırlar. Böylelerinin, bir baştan bir başa dünyayı işgal etmelerine fetih denemeyeceği gibi, istilâ ettikleri yerlerde de uzun zaman pâyidar olmalarına imkân yoktur.
Kendini cihanın tek hâkimi görme çılgınlığıyla, feylesof Molmey’in şahsında, ilim ve fazîleti tokatlayan Napolyon, bilmem ki ruhtaki bu hezimet ve yenilmenin Yena’daki mağlubiyetten daha acı ve daha alçaltıcı olduğunu anlayabilmiş miydi?.. Merzifonlu, ordusunun Viyana’daki bozgunundan evvel, kendi içinde yenilmişti. Kumandanın ruhundaki hezimetle başlayıp yaygınlaşan, tarihimizdeki bu ilk bozgun, onun kellesini alıp götürmeden başka, cihanın en muazzam fâtih ordusuna, firar etme gibi, o güne kadar bilmediği bir şeyi de öğretmiş oluyordu. Arslan yürekli Yıldırım Han, Çubuk’ta değil, hasmını hakîr ve kendini yeryüzünün biricik hükümdarı saydığı gün yenilmişti... Ve daha kimler...
Buna karşılık Tarık, Herkül sütunlarını geçip bir avuç fedaisiyle, 90.000 kişilik İspanya ordusuna galebe çaldığı zaman değil, Toleytola’da kralın servet ve hazineleri karşısında:
“Tarık dikkat et! Dün bir köleydin, bugün muzaffer bir kumandan, yarın toprak altında olacaksın!” dediği ve coştuğu an, ruhuyla kanatlanmıştı ve muzafferdi. Cihânı, iki hükümdar için az gören Yavuz, dünyanın dört bir bucağını velveleye veren fatih ordusuyla, krallara taç verip taç aldığı günlerde değil, Ridâniye zaferini müteakip İslâm dünyasının biricik hükümdarı ünvanıyla, İstanbul kapılarına kadar gelip de teb’anın alkış ve alâyişini görmemek için, halkın uykuda olduğu bir saati kollayıp, pâyitahta sessizce girdiği zaman gerçek fâtih; hocasının atının ayağından sıçrayan çamurla kirlenmiş -Estağfirullah!-, ıtırlanmış cübbenin, tabutuna sarılmasını vasiyet ettiği zaman da muzafferdi. Romalı kumandan Katon, Kartacalıları yendiği zaman değil; ordusu zafer nâralarıyla başkente girerken, kumandanlık at ve formalarını krala teslim edip: “Ben milletime hizmet için savaşmıştım, şimdi vazifem bitti, köyüme dönüyorum.” dediği zaman muzafferdi ve milletinin gönlüne taht kurmuştu...
Bir ağacın boy atıp gelişmesi için kökleri ne ise bir insanın da maddî-mânevî füyûzat hislerinden1 fedakârlığı aynı şeydir. Ağaç, köklerinin sağlamlığı nisbetinde serpilip geliştiği gibi, insan da menfaat düşüncesinden, bencillikten sıyrılıp, başkaları için yaşadığı sürece, gelişir, yükselir ve başı bulutlara erer. “Seksen küsür senelik hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum; ömrüm hep, harp meydanlarında, esaret zindanlarında ve çeşitli çilehânelerde geçti. Çekmediğim eza, görmediğim cefa kalmadı... Gözümde ne cennet sevdası, ne de cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım, çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur...” İşte ruhun zaferlerini terennüm eden kudsî gülbank!..
Geleceğin tâcidârları, ruhun zaferleriyle saadete ermiş talihliler olacaktır.
1) Füyûzat hisleri: Feyiz, inâyet, kerem ve manevî tecellileri elde etme hisleri.
.
Garipler
“Bir garipsin şu dünyada
Gülme gülme ağla gönül!”
Yunus
Bir avuç gönül-eri, bir düzine meçhûl kudsîlerdir garipler. Ah edip inleyen, sînesini yakıp sızlayan, gönül verdiği yüce hakikatlardan ötürü dövülüp kovulan; hergün yığın yığın gailelerle burun buruna gelen; her dem ayrı bir ölümle tehdit edilen, her an horlanıp hakîr görülen; işte garip budur.
Garip, yurdundan yuvasından uzak kalan, dostundan, ahbabından ayrı düşen değildir. O, yaşadığı dünya içinde bulunduğu toplum itibariyle hâlinden, yolundan anlaşılmayan; yüksek ideâlleri, ötelere ait düşünceleri, başkaları uğruna şahsî zevklerinden fedakârlığı ve fevkalâde himmet ve azmiyle, kendi toplumunun kanunlarıyla sık sık zıtlaşıp çakışan, çevresi tarafından yadırganıp irdenen ve her davranışıyla garipsenen insandır.
Yardımlarına koştuğu yığınlar onu, kâh azarlayıp kapı kapı kovar, kâh derdest edip zindanlara tıkar, kâh memleket memleket sürgünlere yollar, kâh onun için darağaçları hazırlar “aman vermen öldürün!” der çığlıklar atarlar. O ise yığın yığın tehlikelerin kol gezdiği bu atmosferde, her an ayrı bir ölümle pençeleşir, her lâhza ayrı bir mağdurun imdadına koşar; zaman olur, bir Heraklit gibi tehlikelerin üzerine yürür, an gelir, bir itfaiye eri gibi çevreyi saran ateşleri göğüsler ve zaman olur şefkatli bir ana gibi hep inler. Etraf cefadan, garip de vefadan asla usanmaz..!
Garip, içinde yaşadığı cemiyetle içli dışlı olamadığı, onunla sürekli diyalog kuramadığı için, maddî açıdan çok defa, kendini yalnız ve gurbette hisseder. Ne var ki baştan başa ruhunu saran diğergâmlık hissi ve başkaları adına var olma düşüncesi, ona gurbet ve yalnızlığı unutturacak kadar derin ve çok buudludur. Bir ân yalnızlık hissedip inlese bile, ruhunda kurduğu mefkûrevî dünyalarla, çok zaman mutlu ve bahtiyardır.
Garipler; baharda, başını topraktan erken çıkaran çemenlere benzerler. Toprağın ortaya çıkdığı heryerde, bu şafak çiçekleri, karla buzla burun buruna gelir ve yer yer soğuğu, donu aşarak geçip, bir ulu kavga başlatırlar tipiye, borana karşı. Evet, alaca karda beyaz tülbentleriyle, güneşe gamze çakıp cilveler atan kar çiçekleri ne ise gökler ötesi âlemlere göre, bin çığlık aydınlığa koşan garipler de odur. Kara, cemre düşmeden; henüz buzlar erimeden ortaya çıkarlar. Güç bela varlıklarını sürdürür, karşılarına çıkan tehlikelerle pençeleşir, yara alır, hırpalanır ve çok defa dünya zevki nâmına birşey tadıp duymadan “harab olup, turâb olup” giderler. Giderler ama gidişleri de merdâne olur. Toprağın bağrına sinip, bir kaç sümbülü netice vermeden gitmezler. Onlar “bir ölür yirmi dirilirler!..”
Garipler, ölü toplumlara hayat sunmak, onlara kaybettikleri değerleri yeniden iâde etmek için, bir düzine mukaddeslerden mukaddes düşüncelerle, her Allah’ın günü toplumun kapısına dikilir, kapının tokmağına birkaç defa asılır, sonra ruhunun ilhâmlarını haykırır ve geriye dönerler. Bu uğurda, tartaklanır, azar işitir, defalarca kovulurlar; ama kat’iyyen yılmaz, usanmaz ve hele aslâ darılmazlar. Onlar gözleri her ân ötelerde ve bir diriliş müjdesi beklemektedirler güneşin her doğup batışıyla. Her yeni günle, taptaze bir şevk kazanır ve soluk soluğa köşeyi bucağı tutar, yığınlara Hızır çeşmesine giden yolu gösterirler.
Onları anlayıp hemhâl olanlar ebedî varlığa ererler. Onlardan uzak kalanlar “ebed-müddet” ölüp giderler. Onlar Cibril’le hem-bezm1 olmuş, Hızır’la elli defa buluşmuşlardır. Bu itibarla, uğradıkları yerler yemyeşil ve ayaklarına ilişen toprak hayat iksiri gibidir.
Küfürler, ilhâdlar, dalâletler onların eritici solukları karşısında buz gibi erir gider; çorak yerler onların nefesleriyle İrem bağlarına döner.
Onlar, daima ızdıraplıdırlar. Bağrında yetiştikleri toplumun değişip duran duygu ve düşünceleri, bozulup giden töreleri karşısında, her ân inkîsardan inkîsara düşer ve iki büklüm olurlar. Ne var ki aynı zamanda imanlı, ümitli ve fevkalâde gerilim içindedirler. Zaman zaman yalnız, kimsesiz kaldıkları ve toplumdan hakaret gördükleri olur. Ancak, dâima neşeli ve huzur içindedirler.
“Âşina bir çehre yok ve sanki etraf bomboş,
Yollar eğri büğrü ve yokuşlardan da yokuş,
Çile, ızdırap, çığlık, inilti işte yol!
Herşeye rağmen bu yol ne tatlı ve gariplik ne hoş!”
Garibin kırık kalbinde ve bulanık bakışlarında bin hüzün ve bin keder nümayândır2. İniltileriyle o, Adem Nebi’yi (a.s.) âh u efganıyla da Davud Peygamber’i (a.s.) hatırlatır. Yad ellere düştüğü, azar görüp dost ikliminden uzaklaştığı için: “Cüdâ düştüm güzellerden derem vâ-hasretâ şimdi!” der sızlanır ve iştiyakla vuslat gününü, yâr ile hemdem olacağı ânı bekler. Bekler de buhurdanlar gibi tütüp duran gönlüne, rahmet ilinden esip esip gelen yellerle, her an ayrı bir visâle, ayrı bir şevke erer. Bir de ruhunun ilhâmlarını sînelerine boşaltabilecek âşina gönüller bulursa, büsbütün coşar ve bir çağlayana döner garip. Ve artık aşk ile girdiği bu yolda, serveti yağma olup gitse, ocağı sönse de gam izhâr eylemez garib. Hele milletinin ruhuna saldığı kıvılcımların, bir baştan bir başa bütün ülkeyi sardığını gördükçe, başı cennetlere ermiş gibi “dost dost!” deyip sonsuzluğa pervâz eder garip!..
Bin müjde gariplere! Bin muştu, fitnenin, fesadın ortalığı kasıp kavurduğu bir dönemde, ümit ve itmi’nân soluyanlara, umumun huzur ve mutluluğu için şahsî haz ve zevklerini unutanlara!
Bir de kendi ülkesinde, kendi insanına, kendi harsına karşı hergün biraz daha yabancılaşan garipler, daha doğrusu gariban vardır ki, hüzün ve ızdıraplarıyla öncekilere çok benzerler. Ama bunlar, derbeder, perişan, ümitsiz ve inançsızdırlar. Hele, kalbî ve ruhî hayatları itibariyle tamamen fersiz ve dermansız kimselerdir. Bunların gündüzleri gecelerinden daha karanlık, geceleri zalâm zalâm üstüne3 kabri andırır. Binbir paradoksun ruhları aşındırdığı, kökten ve benlikten mahrum bu sefiller, âdeta insan-altı bir sınıfı temsil etmektedirler. Hatta akıllarının, ruhlarına yağdırdığı endişe ve elemlerle, hayattan lezzet alma noktasında, daha aşağı bir seviyeye itilmişlerdir. İçleri kapkaranlık; düşünceleri sisli, bakışları bulanık ve dimağlarında yığın yığın çözüm bekleyen bilmecelerle daha çok cehennemdekileri hatırlatmaktadırlar. Onların yaşadıkları bu hayata hayat demek çok zordur. Ama nazarlarında ölüm bir hiçlik olduğu için, bütün bütün tereddüt ve kuşkudan ibaret olan bu hayatı tercihten başka da çareleri yoktur.
Onlar için hayat bir azap; insan olmak ayrı bir musibet; ölüm bir girdap, bir karadelik; varlık bir kaos; acı duymamanın tek yolu sarhoşluk.
Bin nefrin bu türlü düşünceye ve böyle sefillere! Yazıklar olsun bu türlü gariplere!
1) Hem-bezm: Aynı sohbet meclisinde olmak.
2) Nümayân: Görünen, aşikâr olan, parlayan.
3) Zalâm zalâm üstüne: Karanlık karanlık üstüne.
..
Kendini Yenileme
Kendini yenileme, devamlı varolabilmenin ilk şartı ve en mühim esasıdır. Sırası geldikçe kendini yenileyemeyenler, güçlü de olsalar, er geç tükenip gitmeye mahkûmdurlar. Herşey, kendini yenileyerek canlı kalır ve varlığını sürdürür. Yenileme durunca da canı çekilmiş ceset gibi, çürümeye, hebâ olup dağılmaya terk edilmiş olur.
Bahar mevsiminde yeryüzü, herşeyin kendini yenilediği ne muhteşem meşherdir!1 Otlar, ağaçlar ve tırnak kadar bir parçasında milyonlarca canlıya dâyelik yapan toprak... Çık da bir kere gez; baharın, o formalarını takıp bin çığlık yenilenen ve gelişen canlıları arasında! Bak, nasıl ölü gibi camid şeyler, resmî geçide hazırlanan ordular misillü, rengârenk nişanları ve değişik değişik silahlarıyla, bir baştan bir başa yeryüzünü şenlendirip cennetlere çeviriyorlar. Ve dünya çapında, umûmî yenilenmenin bir değil, binlerce, milyonlarca misâlini birden veriyorlar.
Şu kıpırdanan canlıya bak! Nasıl soluk soluğa ve diriliş yolunda... Yerini sümbüle terk eden şu çürümüş tohuma bak! Nasıl bir yenilenme sancısı içinde... Ya şu, tüy tüy etrafa saçılan tohumcuklar.. Ve böceklerin ayaklarına tutunarak, kendilerine göre döl yataklarına taşınan tozcuklar... Evet, herşey yenileniyor; yenilenmeyenler de bir daha dirilmemek üzere “harâb olup turâb olup” gidiyorlar.
Herşey gibi insanoğlu da kendini yenileme mecburiyetindedir. Devletler, milletler duygu ve düşüncede, kalbî ve ruhî hayatta, kendilerini yenileyip gençleştikleri nisbette, dünya çapında mesuliyetler altına girip, cihanı fethetmeye hazırlanabilirler. İlme aydınlık, tekniğe îman kazandırmak ve insanoğluna diriliş adına mesajlar sunmak suretiyle bir fethe... Aksine, kendini yenileyemeyen kavim ve topluluklar ise esaret içinde ezilip gitmekten kendilerini kurtaramayacaklardır.
Kendini yenileme, yenilik hayranlığı ve moda düşkünlüğü ile de karıştırılmamalıdır. Bunlardan biri herşeyiyle delik deşik olmuş yığınların yüzüne boya çalıp, yarıkları kapama ameliyesi ise, diğeri Hızır çeşmesinden getirilen “âb-ı hayât” la, topluma ölümsüzlük kazandırma aksiyonundan ibarettir.
Gerçek yenilenme, kök ve çekirdekdeki safveti koruyarak, verâset yoluyla geçmişten süzülüp gelen bütün kıymetlerin, hâlihazırdaki düşünce ve irfan buğularıyla sentezleri yapılarak daha yeni, daha berrak tefekkür iklimlerine ulaşmaktır. Yoksa, yenilik ve eskiliği, sırta geçirilen bir cepken ve ferâcede, bir frak ve briyantinli saçda görmek, düpedüz bir aldanmışlık ve öyle göstermeye kalkışmak da bir illüzyonizm ve hokkabazlıktır.
Kendini yenilemek, tamamen metafizik çizgide cereyan eden bir hâdise ve rûh plânında bir diriliştir. Mukaddeslerine,tarihine sımsıkı bağlılık içinde bir diriliş... Zaten, başka türlüsüne diriliş denmez ya!..
İlimlerin gelişip inkişaf etmesini, teknolojinin yeni yeni imkânlar hazırlayıp istifademize sunmasını en iyi şekilde değerlendirerek, elimizdeki menşûru2 sık sık kalbimize çevirip, yeni baştan kanaat, düşünce ve tasavvurlarımızı yoklamak, gönlümüzdeki irfan peteğine hergün başka başka şeyler ilave etmek ve her lâhza birkaç defa, bütün kâinatları ruh prizmasından geçirerek dimağlara “efor” yaptırtmak, işte gerçek yenilenme budur.
Bu yolda, kendini yenilemeye muvaffak olmuş bir fert, toplumun, pörsümez, solmaz bir rüknü ve bu türlü fertlerden meydana gelmiş toplum da, dünya muvâzenesinin mühim bir unsuru olma durumuna yükselmiştir. Ne var ki bütün milleti içine alacak şekilde böyle bir yenilenme de, önceden kendini yenileyebilmiş bir kadronun mevcudiyetine vâbestedir. Gönlü îman ve ümitle par par yanan, dimağı her lâhza yığın yığın sentezlerle ayrı iklimlere doğru kanat çırpıp yükselen, gözünde “aydın günler” in tasavvuru kendini yenilemiş mukaddeslerden mukaddes bir kadroyla... Tabîi, bu kudsîler topluluğunun, düşünce kanaatlerini, sonsuza kadar birer meş’ale gibi taşıyacak ve yaşatacak “hayrü’l-halef” 3 nesillerin bulunması da ayrıca ehemmiyet arzeden bir husus...
Ömer bin Abdülaziz’in yenilenme adına, teklif ettiği düşünceleri, toplumun her kesimine mâl edemeyen Emevîler, kuvvetli rakipleri ve şiddetli fikir akımları karşısında kendilerini ölümden kurtaramadılar. Zillet içinde ve mülevvesin bağrında eriyip gittiler. Aynı şeyleri, rûhda ve gönülde yenilenme yerine, çeşitli yenilikler ve rûhu aşındıran paradokslara açık kapı siyaseti tatbîk eden Abbasîler, Endülüs Emevîleri, hatta on yedinci asır sonrası, Osmanlı Türkleri için de düşünebiliriz. Aynı kader çizgisinde eriyip giden bu çok muhteşem ve şanlı devletler, hasımlarından yedikleri darbelerle, sendeledikleri bir zamanda, kendilerini ruh plânında yeniliyeceklerine, gidip Grek düşüncesini ve Latin felsefesini imdada çağırdılar. Bu ise onların ölümlerini hızlandırmadan başka bir işe yaramadı. Hele, Osmanlı münevverinin, yenilenme adına, kendini maskaraya çevirecek bir kısım yenilikler yapmağa kalkması, Türk toplumunu bütün bütün kendine has çizgiden kaydırarak bir ucûbe haline getirdi.
Evet, ne “Nizâm-ı Cedît” 4 düşüncesi ne “yeniçeri kıyım” hâdisesi ne de Gülhanedeki toy karbonarilerin “Hatt-ı Hümayûn”ları Osmanlı toplumuna kendini yenileme yolunu açamadı. Böyle bir yolu açmak şöyle dursun, aksine, bu hareketler, Türk toplumunun başına inmiş balyozlar gibi, onu cankeş edip komaya sokdu. Bu arada bir kısım müsbet kıpırdanış ve gayretlerin bulunduğunu da inkâr etmemek gerekir. Ancak bu gayretlerin, hemen hepsi, mevziî ve tedâfüî5 mahiyette olduğundan beklenen “yenilenme” yi getiremedi. Hatta, Türk toplumunun, açık seyreden rahatsızlıkları, bu hareketlerle sinsileşerek, daha da tehlikeli bir hâl aldığı da söylenebilir. Evet, toplumun çeşit çeşit rahatsızlıklarına karşı yerinde olmayan bu türlü müdâheleler, tıpkı ihtilaclar içinde kıvranan bir hastaya, müsekkin verip sesini kesmek veya fıtık üzerine yerleştirilen kasık bağı nevinden şeylerdi ki; hastayı muvakkaten teskin etmekten başka bir şeye yaramadı.
Aslında, yolunu yitirmiş ve ne yanda bulunduğu belli olmayan bu ölü ve sersem ruhların, şimdiye kadar yenilenme adına va’dettikleri hemen herşey, bir aldatmaca ve yığınları saptırmadan ibaret kalmıştır.
Ah, o tekrâr tekrâr aldatılan yığınlar, bilmem ki gerçek ma’nâda onlara, kendilerini yenilemeyi öğretebilecek miyiz!..
1) Meşher: Teşhir yeri. Gösterme yeri. Sergi.
2) Menşûr: Adese.
3) Hayr-ül halef: Hayırlı vâris. Hayırlı evlâd.
4) Nizâm-ı cedît: Yeni nizâm. Osmanlı Devletinde III. Sultan Selim zamanında yeni nizâmla yetiştirilen bir askerî teşkilât.
5) Tedâfûî: Kendini müdafaa etme ve koruma ile alâkalı.
.
Geleceğin Fikir İşçileri
Geleceğin fikir işçileri, yarının kurucuları ve âtîdeki nesillerin rehberleri olacaklardır. Dünya, onların harman edeceği düşüncelerle yeniden kurulacak; gelecek, onların sundukları mesajlarla aydınlığa kavuşacaktır. Onlar; kat’iyyen, zahmet ve sıkıntı bilmeyen mirasyediler gibi davranmayacak ve elde edecekleri herşeyi, bin inilti ve terden bir lücce1 içinde elde edecekleri için de har vurup harman savurmayacaklardır. Aksine, birler, onların elinde binlere ulaşacak; yokluk, onların aydın gönüllerinde varlığa dölyatağı olacaktır.
Onlar, mevcudu evirip çevirme, hazırı değerlendirme gibi, beleşçiliğe de düşmeyeceklerdir. Yerinde onların herbiri bir Mûsa (a.s.) gibi, elindeki asâsını en sert kayalara çalıp su çıkarmasını, en azgın ummanlara vurup,arkasındakilere değişik yol ve erkân öğretmesini bileceklerdir.
Onlar, beklenmesi gerektiği yerde beklemesini; kükreyip etrafı velveleye vermeleri icab ettiği yerde de kükremesini çok iyi bileceklerdir. Yerinde, cansiperâne ve yıldırımlar gibi inecekler dünyaların bağrına; yerinde de tipiye, borana tutulmadan fevkalâde sakınıp, meltemlerin eseceği mevsimi bekleyeceklerdir. Serî ve atılgandırlar, ama hiç mi hiç karambola hareketleri yoktur. Düşünceleri aydın, kararları isabetli, davranışları da ölçülüdür.
Onlar her çeşit düşünce ve sistemle münasebete geçmede beis görmezler. Ne var ki gönülleri, kıblenümâ gibi hep, kendi mihrablarını gösterir. Evet, sonunda, kendi iklimlerine varıp dayanmayan, en parlak fikir akımlarıyla dahi meşgul olmayı, bir bakıma abes sayarlar. Tıpkı, arazilerine su vermeyen ve gidip onların göllerine boşalmayan ırmaklarla uğraşmadıkları gibi...
Onlar, kuvveti hakta bilir ve hep hakkın ihyâsına çalışırlar. Ancak, kuvvetin de bir yeri olduğunu ve bir hikmet-i vücudu (2) bulunduğunu kat’iyyen hatırdan çıkarmaz ve kuvvetler muvazenesinde, hasımlarının gücüne denk iktidara sahip değillerse, teknik olmayı da ihmâl etmezler. Zeki, idrâkli fakat sığ görünümlüdürler!..
Kendi çizgilerinde olan herkesle fevkalâde içli dışlı ve gönülden; düşmanlarına karşı da bir hayli insanca ve onları idare edecek kadar da basiretlidirler. Gönül ve mantığın el ele olduğu onların atmosferinde, ne dostlar ihmâle uğrar ne de düşmanlar tama’a kapılabilirler.
Öfkelendikleri zaman zûlmetmeyecek kadar yumuşak, yumuşak oldukları zaman da adâletten ayrılmayacak kadar irâdelidirler. Onların bu kutlu iklimlerinde, ne zâlimlerin “hay hu”yu ne de mazlumların iniltisi duyulmaz.
Azimli ve kararlıdırlar. Bayrama erecekleri güne kadar, ne dünyaya karşı oruçlarını bozar, ne de cennetlere girme arzusuna kapılırlar. Bir buhurdan gibi devamlı tüter durur ve çevrelerine mâverâ3’dan gelmiş güzel kokular saçarlar.
Onlar, içinde yaşadıkları toplumla, gökler ötesi yüce hakikatlar arasında spiral bir kordon gibidirler. Uğursuz ellerde ellibin defa, sağa sola bükülüp hırpalansalar dahi, kat’iyyen kopmazlar. Defalarca cehennemlere dalıp ateşleri göğüsledikleri, defalarca örsten çekiçten geçtikleri için, ne ateşlere atılmadan çekinir ne de “zulmün güllesi, bombası” karşısında paniğe kapılıp ricat ederler.
Onların nazarlarında, gerçek hürriyet, hakka esârettedir. Bu itibarla, Hakk uğrunda, nefislerine çektirecekleri herşeyi, bir ibâdet neşvesi içinde yapar ve bundan da sonsuz bir zevk duyarlar. Hele, beşerî istek ve arzularını da bütün bütün aşmış ve gönülde varlığa ermişlerse...
Onlar, hüsn-ü zannın verdiği makamlara bel bağlamayacak kadar, nefisleri ile hesaplaşma içinde ve kendilerini müdrikdirler. Ne başardıkları işlerin azâmeti ne de çevrenin onlarda görüp saygı duyduğu yüce mertebeler, aslâ onları şımartmaz. O kudsî vazifeyi üzerlerine aldıkları ilk günde, nasıl bir tevazû ve mahviyet içinde idiyseler, her bucakta dalgalanan birer bayrak haline geldikleri gün de aynı asalet ve soyluluğu gösterirler.
Onlar, elde ettikleri muvaffakiyetlerin karşılığını, kendi milletlerinden bekleme gibi bir dilencilik ve garâbete de düşmezler. İhtiyaç içinde dahi olsalar, en sevmedikleri şey, böyle bir dilenciliktir. Halka verdikleri şeylerin, kat katını onlardan geriye alma dilenciliği...
Emâreleri çoktan ufkumuzda belirmiş bu kudsîler kadrosunu, bir kere daha imdâda çağırırken, Rahmet-i Sonsuz’un bizi hayâl kırıklığına uğratmamasını dileriz.
1) Lücce: Su birikintisi
2) Hikmet-i vûcut: Var olma hikmeti.
3) Mâverâ: Gökler ötesi âlem.
.
Var Olma
Ferd, muvaffakiyet ve mutluluğunu, içinde yaşadığı toplumun huzur ve güven vericiliğine; toplum da sıhhat ve emniyetini, kendini meydana getiren ferdlerin diğergâmlık ve samimiyetine borçludur. Binbir illetle meflûç ve bencil ferdlerden sıhhatli bir toplum meydana gelemeyeceği gibi, arızasız bir toplumun kanatları altına sığınmamış ferdlerin de saadeti söz konusu değildir. Ferdler bir kaneviçe gibi toplumu nesceder1; toplum da, kendini oluşturan parçaları görür, gözetir ve husûsî istidatlarına göre onların yükselip semavîleşmelerine yardımcı olur.
Ancak böyle bir mukavele sayesindedir ki; toplum dengeli ve ümit verici; ferd de haysiyet ve namusuyla yaşayabilir. Böyle bir toplum içinde, talebe öğrenme fırsatını, âlim de ruhunun ilhamlarını boşaltma imkânını elde eder. Ve yine, böyle bir toplum içinde kütüphâneler tâliplerle dolar taşar ve ilim halk kitlerine mâl olur. Düşünce ibâdetlere akseder, ibâbetler düşünceleşir. Belde, fazilet beldesi olur, o beldede yaşayanlar da mutlu insanlar...
Dört yanı düşmanlarla çevrili ve yer yer çürümeye yüz tutmuş bir cemiyet içinde ferd, namus ve izzetiyle yaşayamaz; kimse ilim öğrenip öğretemez; hiçbir şahıs,Yaradanına karşı mükellefiyetlerini yerine getiremez... Hâsılı, böyle bir toplum içinde kimse gemisini kurtaramaz!! Hele, hasımları içlerine girmiş ve onların salladıkları beşiklerde büyüyor, onların dilleriyle konuşuyor; onlara mendil sallıyor, hatta, onların kalblerinde barınıyorlarsa...
Eskiden düşmanlıklar, umumiyet itibariyle hâriçden geliyordu. Dâhilden olanları ise, cehâlet ve bağnazlık gibi, mahdud bir iki şeyden ibaretti ve izâlesi de kolaydı. Şimdi ise bir kısım müsâmahaları da milletin aleyhinde değerlendirerek, fevkalâde düzenli ve mekanize edilmiş birliklerin, hem de toplumun can evini hedef alarak taaruzları bahis mevzuudur. Bu amansız ve sinsi saldırılara karşı toplum duyarlılığını, ferd de gerilimini kaybetmişse, işte o zaman, Alparslan hançerlenmiş, Fatih de zehirlenmiş olur. O zaman “Nâkus inler beyninde Osman’ın”; o zaman, “Ezan susar, silinir fezadan yâd-ı Mevlânın..!”
Evet, endişeler ötesi endişemiz, düşman ve düşmanlıkların böyle bir baştan bir başa toplumun damarlarına yayılması ve “kan kanseri” gibi içten içe onu eritip çürütmesidir. Kanıyla, damarıyla hasımları tarafından böyle kıskıvrak yakalanmış yığınlar, düşmanlarını sezemez; kanını emen ve sinirlerini koparan en amansız hasımlarını, dost zannederler. Milletin basireti bu kadar bağlı, düşmanlar da bu kadar sinsi ve amansız olunca, “tahta at” surlardan içeriye sızmış ve kale tehlikede demektir.
Bir zamanlar, milletimizin diriliş hamlelerini ezmek için, durmadan boğuşup kan döken haçlı düşünce, bizi içimizden vurmanın sırrını öğrendiği gün, artık gözü ne Viyana bozgununu ne de Puvatya hezimetini görmez oldu. “Kale içten fethedilir” diyor, ona göre mevzileniyor ve ona göre yeni tabyeler hazırlıyordu. Keşke münevverimiz, bütün bu olup bitenleri önceden sezebilseydi! Ama ne gezer... Aslında, o devir “entelijansiya”mızın, uyuklayıp durduğu uğursuz bir devirdi ki bir iki ninni ile bütün bütün kendinden geçti ve rüyaların toz pembe iklimlerine açıldı.
Tam ma’nâsıyla bir felâket olan bu devrede, hedef değiştiren haçlı düşünce, memleketin her köşesinde “damping” de gidiyor; en bayağı fikirler “popülarize” edilerek elmaslar gibi müşterilere takdim ediliyor; palyaçolar kaytanlı urbalarıyla papazlar gibi çalım satıyor ve miyop bakışlı bir kısım sefil yaratıklar havarî diye alkışlanıyordu. Buna mukabil millî ruh, erozyondan erozyona uğratılıyor; şimal buzullarından gelen korkunç “aysberg” ler altında ezilip gidiyordu.
Nihayet cihan harbiyle, asırlardan beri devam edegelen, kin ve nefretler -kısmen dahi olsa- açığa çıkınca, Anadolu İnsanı kendini toparladı ve bütün heyecanıyla yurdun dört bir bucağında cepheye koştu. Bu kavgada zahiren silah, hakikatte ise millî ruh muzaffer olmuştu ve artık geriye, hâkimiyet davasını bayrak yaparak, onu yükseltme, ona sahip çıkma kalıyordu ki; bu da her yörede cepheye koşan ve orada asırlık hasımlarıyla hesaplaşan millet ruhunun alkışlanması ve cephe gerisinde ortalığı velveleye veren karakuraların saf dışı edilmesiyle kabildi. Bu yapılabilseydi, dünyamız, insan ve hürriyet sevgisiyle yoğrulmuş ve yepyeni bir ruha kavuşmuş olacaktı. Bu yapılmadığı taktirde ise; cepheden dönenler, zafer sarhoşluğuyla kendinden geçenler, kelepire koşanlar; yağmada büyük hisselere konmak için tuhaf tuhaf hizibler teşkil edenler; hatta halkın, serhatlardaki cansiperâne keyfiyetlere bakışını istismar ederek, sıçrayıp milletin omuzlarına binenler ve bir bakıma insanımızı bağrından vuran haçlı düşüncesinin vârisleri, rahat ve rehâvete erecek; buna mukabil, “vurulup tertemiz alnından yatanlar”, göğsünü siper edip düşmana geçit vermeyenler, millete hizmet yolunda, candan, cânândan geçenler, unutulup gidecek ve arkadan gelen nesiller hiçbir zaman yüksek ideâlleri ve ideâl insanı tanıma fırsatını bulamayacakdı ki işte bu oldu...
Böyle bir ülkede ise halk talihsiz, vatan da metruk sayılır. Böyle bir ülkenin bütün müesseselerini tahlile tâbî tutsanız, onda size ait ruhu kat’iyyen bulamazsınız. Orada ne ilim aşkı ne hakikat sevgisi ne samimiyet ve safvet ne de ahlâkîlik göremezsiniz. Aksine orada, millî bünye delik deşik, ilim bir hokkabazlık ve ilim yuvalarının da bir sirkten farkı yoktur. Hakikatı arama metoduyla orada, nesillere inançsızlık ve lâ-ahlâkîlik2telkin edilir. “Yürekler merhametsiz, duygular süflî”, bakışlar hakikatsız ve yalancıdır o diyarda. Hele yığınlar, böyle bin buhran içinde kıvranırken, onu ayakta tutacak ruh ve ma’nâyı, sarıp sarmalayıp bir kenara atarak, sadece göze-kulağa, dile-dudağa hitab eden şeylerle mes’eleler ele alınıyorsa... Halbuki biz, ruhumuzu esaretten kurtarmak için yedi cephede sapır sapır dökülmüştük. Yoksa, bütün bu cansiperâne kavgalar, eşyaya bağlanıp yeni bir esarete girmek için miydi..?
Bugün, hemen her köşe başında, nesillerin yolunu kesen ve zaman zaman onların duygu ve düşünceleri üzerinden silindir gibi geçen “eşya-putu”, artık kitlelere mihrab olma iddiasındadır. Uslulaştırılıp millî ruh çizgisine getirilemeyen teknik ise bütün bütün bir vebâ... Onun, hayatımızı istilâsı, bizdeki fertlerin içtimâîleşip, kendini millete adama gibi, yüksek mefkûrelerin henüz gelişmediği bir dönemde başlaması, toplumu uyuz ve fertleri birbirinden kaçan huysuzlar haline getirdi ve insan, insanın düşmanı oldu. Ağa-köylü, işçi-patron, memur-halk, muallim-talebe, peder-evlâd birbirinin kurdu kesildi ve cemiyet her kesimiyle ölüme itildi. Eğer ara sıra o, kendine uzanan bir inayet eliyle belini doğrultma fırsatını bulamasaydı, bugün bütün bütün tarihten silinip gitmişdi.
Bundan ötürüdür ki o, dış cidarlarıyla restoreye tâbi tutulurken, kemikleşen ruhu ve karıncalanan kalbi itibariyle de ele alınıp gözden geçirilmesinde zaruret vardır.
Geleceği omuzunda bayraklaştırıp onu yükseltmeyi taahhüt edenler, her hamlede böyle bir mes’uliyetin ağırlığını vicdanlarında duydukları ölçüde, samimiyetlerini göstermiş olacaklardır. Bu kudsîler kadrosunun davâ ve düşünceleri hayata bağlı olmayacak aksine, hayat onların hakikat anlayışına uyacaktır. Ve onlar, duyulup bilinmeden şuursuzca yaşanan hayata, aşktan mahrûmiyete, vicdanlarındaki mes’uliyetsizliğe başkaldırarak “var” olduklarını göstereceklerdir.
Rehberleriyle bu hâle gelmiş bir toplum kendini yenilemeye (Rönesans) hazırlamış demektir. Emâreleri ufkumuzda belirmeye başlamış, böyle bir yeni var oluş hakkında, çok iyimser görünüyorsak, Rahmet-i Sonsuz’un inayetiyle “millet ağacı”nın sıhhatine itimadımızdandır.
1) Nescetmek: Dokumak, örmek.
2) Lâ-ahlâkîlik: Ahlâk dışı, terbiye hârici bir anlayış
.
Diriltici Ruh
Bu ülkenin insanını, ayakta tutup yaşatacak ma’nâ ve hakikatler nelerdir? Düne kadar, onu idare eden ve dinamizmini koruyan ma’nâ, onun düşünce dünyasından ve iç yapısından geliyordu. Hatta onun, değer hükmü atfedilecek biricik yönü sayılan, aksiyoncu olması dahi, zamanın itibariliği gibi, ona has bu iç buudlaşmadan kaynaklanıyordu. Her sahada en mükemmel ve en olgun insanların yetiştirilmesini tekeffül eden bu ma’nâ, yüzlerce misâliyle, âdeta bir gergef gibi tarihimizin ruhuna nakşedilmiştir.
Salahaddîn’in, “Arslan Yürekli Rişar” a karşı civanmertliği, kibir ve gösterişten kendini göremez hâle gelmiş bu mağrur hükümdarı, hayretten hayrete sevk etmiş ve fevkalâde utandırmıştı. Alparslan’ın, “Romen Diyojen”i hüngür hüngür ağlatan mürüvvet ve âlicenâplığı; Antalya Kal’asında, barbar haçlılara karşı göğüs göğüse erkekçe döğüşdükten sonra, elde ettiği esirlerin bütününü hürriyete kavuşturan Kılıçarslan’ın asâlet ve insanlığı hep bu yüce ruhun zaferleriydi...
Fatih’in, Bizans surları önündeki -o devre göre- en muazzam ve modern ordusunun gücüne güç katan, ona çağının kilit ve anahtarlarını kazandıran o en önemli kuvveti de yine, Akşemseddinlerle temsil edilen bu ruh ve iman kuvvetiydi. Fatih, azgın maddî gücün temsilcisi değildi. O, askerî dirâyet, dehâ ve iktidarıyla bu yüce ruh ve inancı temsil ediyordu. Öyle olmasaydı, onun İstanbul’a girişi de Sezar’ın Roma’ya girişi gibi olmayacak mıydı..? Halbuki o, Bizans’ın bu eski pay-i tahtına, Mekke’yi fetheden kudsî ruhun affediciliği, müsâmahası, mağlûplara sonsuz haklar bahşetme ve civanmertliği gibi yüksek hasletleri temsil ederek giriyordu.
Ya o, bir hamlede, Mısır’ı fethedip İslâm âleminin tek temsilcisi ve yeryüzünün biricik Halifesi olma ünvanını kazanan Yavuz’un; bu büyük zafer dönüşünde, onu tanımayanlarca, halkın nümâyişleri içinde ve zafer takları altından geçeçeği beklenirken, Üsküdar’a kadar gelip geceyi orada geçirmesini ve henüz İstanbul halkı uykudan uyanmadığı bir saatte, sessizce “pay-i taht”a girmesini, bu ruh ve ma’nâya vermedikten sonra başka neyle izah edebiliriz?
Göklerin selâm durduğu, ruhânîlerin alkış tuttuğu ve her türlü gösterişten uzak böyle bir zafer dönüşü, ne mübecceldir! Kendini aşmış ve gönlünde binbir zafer cümbüşünü bir anda yaşayan böyle babayiğitler için, fânîler tarafından alkışlanmanın; gülbanklarla karşılanmanın, mehterin “kös vurup”, selâm durmasının ne ehemmiyeti var!..
Bizi ayakta tutan bu ruh, damarlarımızda, kanımıza karışıp kaynaşdığı, beyin guddelerimize taht kurup oturduğu dönemlerde, bir taraftan gönül dünyamızda derinleştikçe derinleşiyor, diğer taraftan da dünyanın kaderiyle alâkalı, devletler muvazenesinde, bize ait yerimizi sımsıkı korumaya çalışıyorduk. Âh, nasıl oldu da,bir zerresini dahi fedâ etmeyi düşünemeyeceğimiz o yüce ruh, böyle çürüdü ve delik deşik oldu!.. Herhâlde bu fâciayı, bir solukta, birkaç ülkeyi birden fethedip sonra da kendi insanının alkışlarından kaçarak, gururunu Üsküdar topraklarına gömen hasbî ruhlarda aramamak gerektir. Fâcia olan yumurta kadar zaferini bayraklaştırarak, dünyayı velveleye veren ve “pay-i taht’a” bir “Amnofis” gibi giren, kendini ululuğa kapdırmış gururun kapı kullarında, özü-sözü, karakteri belirsiz ölü ruhlarda aramak gerektir. Birinciler, diriltici soluklarıyla, milletin hayat kâsesini ellerinde taşımalarına karşılık; ikinciler, toplumun beyninin içine yerleşmiş birer “tümör” gibi onu her kesimiyle bütün bütün felce uğratmışlardır.
Evet, ilim adamlarıyla, vüzerâsıyla, ricâl-i devlet ve tebâsıyla bütün bir milletin hayat ve bekâsının teminatı olan millî değerleri yıkıp geçen, bu devşirme ruhtur ki; insanlık ve mürüvvet yerine sunîliği; yiğitlik yerine nâmertliği; rûhî düşünce yerine kaba kuvveti, kerâmet yerine hokkabazlığı; inanç yerine ilhâd ve “reybîliği” 1 koyarak, toplumu can evinden vurmuştur. Ve artık, tamamen kendini boşlukta hisseden yığınlar, fevkalâde bedbîn, fevkalâde ümitsiz ve dermansızdırlar. Böyle bir toplumda; ruh, kolsuz kanatsız, vicdan ledünnî zevklerden mahrum; gönül bir kısım hasis menfaatler uğruna binbir uğursuz heyecanın kaynağı hâline gelmiştir. Nihayet böylesine gerilerden geri bir hayat dekoru içinde, tembellik, plânsızlık ve cehâletin kolları arasında yetişip gelişen; aşksız, heyecansız yığınlar, ses sanatkârlarının; ama tamamen ilâhiliğini kaybetmiş nefes ve soluklarıyla, kudsîlerden kudsî kelimelerin ticaretinin yapılmasını, kanaat ve düşünceleri adına çok büyük şeyler zannederek, hep alkışlayıp uykuya devam etmişlerdir.
Âh, o istismârcı yaramaz hokkabazlar! Vah, o aldatılan mazlumlardan daha mazlum yığınlar!..
Bütün bunlar oldu ve olacaktı da. Zira toplum, kendini yenileme kertesine gelmiş olmasına rağmen, ışıktan yoksun ve yol gösterici fikir adamından mahrum bulunuyordu. Garb, kendisini yenilerken, onun o günkü felsefî düşüncesini temsil eden “Descartes”, hür olmayan düşünceye düşünce nazarıyla bakmamasına karşılık; bizde tefekkür, çoktan sarılıp sarmalanıp bir kenara konmuştu. O devirde batılı düşünür, eşyâ ve hâdiselere nüfûzda, kâinat kitabına olan aşkından,Yaratıcı’ya giden yolları araştırırken; bizde inkılâb diye binbir şenaâtin kol gezdiği “Lâle Devri”, daha doğrusu milletçe çakırkeyf olma devri yaşanıyordu. Dünyanın bir kesiminin, “âyât-ı tekvîniyye”yi2 düşünce menşûrundan3 geçirerek kâinatları fethetmeye koyulmasına karşılık; beri tarafta bir girdap hâlini almış ve bütün değerlerimize meydan okuyan bir nefsânilik ve ruh sefâleti...
Ve işte böyle, hasımlarının, gulyabânîler gibi uyanıp, üzerine saldırması ve dostlarının “Binbir Gece Masalları” nevinden zevk ü safâ, hatta gaflet içinde bulunmasından, zavallı insanımız her gün biraz daha kendinden uzaklaşıyor ve o güne kadar varlığının en büyük teminatı olan millî değerleri, birer birer tarihe gömüyor ve ortadan kaldırıyordu. Zira artık, büyük başarıların, cihan hakimiyetine ulaşmaların, insan ruhuna estirdiği gurur ve kendini beğenmişliği, Anadolu yakasında gömüp “pay-i taht”a öyle giren ve en büyük zaferini müteâkip, geceyi bir dehlizde geçirerek nefsini hırpalayan, halkın alkışları karşısında buram buram ter döken yiğitler yoktu görünürlerde... Onların yerini, bir kısım günübirlikçiler; sefil arzularının esiri toy ruhlar; başkaları için var olma zevkinden mahrum dermansız gönüller almıştı...
O gün bugün kendini arayıp duran nesiller, tekrar tekrar iğfâl edilip, tekrar tekrar saptırıldılar. Görmedikleri ezâ, çekmedikleri cefâ kalmadı. Eğer bir inâyet eli imdada yetişip de fikir ve ruh cephesinde, iman ve ahlâk cephesinde ona diriliş yolunu göstermeseydi, o bugün, bütün bütün zâyi olup gitmişti. Hem de bir daha dirilmemek üzere...
Şimdi bütün iş, ona, kendini idrak ettirip, ruhuyla bütünleşmesini sağlamak ve onu maddeye esâretten kurtarıp gönlünü yüksek ideâllerle donatmaktır. Âh, keşke bu yüce vazifeyi arızasız yerine getirebilseydik!..
1) Reybilik: Şüphecilik
2) Ayat-ı tekviniyye: İlâhî Kanunlar
3) Düşünme menşuru: Düşünce süzgeci
.
Buhranlarımız
Şu muhteşem kâinat kitabındaki âhenk, eşyânın birbirine destek olması ve birbiriyle baş başa, omuz omuza vererek bir bütün teşkîl etmesiyle devam etmekte; her türlü yıkılım ve tahrîb ise birbirine zıt akımların çarpışmasından meydana gelmektedir. Cereyanlar arasındaki müsâdemenin şiddeti nisbetinde de tahrîb fazla olmaktadır.
İnsan cemiyetleri de öyledir; duygu, düşünce, tasavvur birliği ile bir araya gelmiş ve aynı terbiye ile ruhda kemâle ermiş bir toplum, fevkalâde bir nizam içinde ve istikbâl va’dedicidir. Farklı düşünce ve mütâlâalarla gelişmiş ve iyi bir terbiye görmemiş yığınlar ise, içinde ihtirasların, kinlerin, nefretlerin kol gezdiği bir kargaşa ve huzursuzluk topluluğudur.. ve bu topluluğun hayır adına va’dettiği hiçbir şey de yoktur. Böyle bir “telâtüm-ü emvâc” 1 içinde ferdin kararını bulup oturaklaşması, milletinde sükûnet ve istikrara kavuşması ise zorlardan zor, belki de imkânsızdır. Ve hele, toplumun ana müesseseleri, çalkantının “merkez-üssü” durumunda ise... Evet, işte o zaman cemiyyet, bütün bütün nizamsız ve dolayısıyla da binbir fezaat ve ürpertinin oynaşıp-kaynaştığı bir kaos haline gelmiştir. Oysaki kâinattaki ilâhî nizam ve âhenk gibi, insan cemiyetlerinin de düzenli olması, hem tabiattaki “âlemşümûl” armoniye uyulması bakımından, hem de fıtrat kanunlarıyla çatışılmaması açısından lüzumlu ve zarûridir. Kâinat kitabındaki umûmî âhenge uymayan her hareket bir fiyasko, bu yanlış hareketin kurbanı olan toplum da bir talihsizler yığınıdır.
Bu itibarla, ard arda neticesiz tazyiklerin, misilleme adıyla karşılıklı tecavüzlerin “fâsit dâire”ler teşkîl ettiği bir cemiyette, anlaşmazlıkların, kararsızlıkların ve hele, kalb ve rûh yetersizliklerinin meydana getireceği kargaşa; öyle korkunç bir kasırga hâlinde etrafı saracaktır ki, onun dehşetinden kimse, ne olup bitenleri ne de onların gerçek sebeplerini düşünme ve araştırma fırsatını bulamayacaktır. Ve tabîi bu arada, peşi-peşine cereyan eden müsademelerden, millet ağacı tekrar ber-tekrar sarsılacak; yer yer yuvalar yıkılıp gidecek; fertler de şaşkına döneceklerdir. Bâri, bu korkunç yıkılım karşısında, inanç ve düşünce plânında toplumun imdadına koşanlar, nizam anlayışına, yenilenme inancına, iknâ kabiliyetine, ihlâs ve samimiyete sahib olsalardı! Heyhât, ne gezer!.. Aslında, bunların hemen hiçbiri, ne berrak bir dünya görüşü ne bir ilk plân ve sistem, ne de bir mukadderat endîşesiyle bu işin içine girmiş değillerdi. Belki, büyük bir kısmı itibariyle, tehlikeyi, bu ilk sezen ve irkilenler dahi, fevkalâde hissî, fevkalâde kindar ve nefsânîlikleri uğruna her türlü tegallübe, tasalluta, tahakküme2 “evet” diyebilecek kadar ham ruhlu kimselerdi...
Ne acıdır ki hiçbir düşünce ve anlayışla izahı kâbil olmayan bu kavgada, daha doğrusu bu curcunada; en çok gadre uğrayan ve devamlı sarsıntıya maruz kalan da masûm halk yığınları oluyordu. Yüzlerce yıllık harsı ve tarihî değerleriyle kaynaşmış, bütünleşmiş bu saf-yığınlar, nereden gelip nereye gittiklerini, kimin hesebına hareket ettiklerini bir türlü kestiremeden, dalâletten dalâlete sürükleniyor ve fevkalâde bir şaşkınlık içinde yüzüp gidiyorlardı. Ve hele, kendisinden ışık ve işaret beklediği münevverinin, mâzî ve mefahirini inkâr edişi, nesebsizliğe pey çekişi onu, bütün bütün yolsuzlaştırıyor, soysuzlaştırıyor ve uğursuzlaştırıyordu. Nihayet, binbir kötü niyetle toprağımızın bağrına serpilen yümünsüz tohumlar, boy atıp gelişince, cemiyyet de her kesimiyle müsademeye hazır “düşman-kamplar” hâline geldi.
Bir tarafta, her türlü “ibâhîliği” 3 hoşgören ve bir çırpıda bütün mukaddeslerini silip geçen, bütün millî değerlerini tezyif eden uğursuz ve serâzât bir güruh ki bunların eline düşen ferd, hiçbir kayıt altına girmeyen bir serseri; yuva, “Hollywood” artistlerinin barındığı bir payvon; toplum da binbir maskaralığın kol gezdiği bir karnaval vaziyeti arzediyordu. Böylece de zaten asırlardan beri içtimâî erozyonlarla aşındırılmış millî rûh bu uğursuz ellerde, tamamen felce uğratılarak yatağa düşürülmüş oldu. Keşke, bu menfî hareketler karşısında, kendi rûhuna sahip çıkmak isteyenlerin davranışları, yürekten, yiğitçe, merhametli ve müsbet olsaydı!.. Heyhât!.. Bunlar da; bir kısmı itibariyle beklenen dengeyi kuramadılar ve topluma emniyet telkin edemediler.. aksine, bunlar da aşırılığa, kısmen aşırılıkla mukabele ederek, pek çok güzel, doğru ve yararlı şeylere kıydılar. Bu kör döğüşünde, nice defa hak, hem de yine hak uğruna katledildi. Kaç defa, yanlışlar doğru, doğrular da yanlış gösterilerek kitleler aldatıldı ve yığınlar birbirine düşürüldü. Yer yer hasım kamplar arasında patlak veren kavgalar, her iki zümreyi de eritip tükettikten başka, millî bünyede de kapanması güç rahneler açtı.
Evet, bu umûmî curcunada, her an yüzünü ekşitip dişlerini gıcırdatan ve karşısındakinin gırtlağına sarılmak için bahaneler arayan gözü dönmüş “mülhit-ruh” zaten bu güne kadar zararlı ve tahribkâr olmuştu. Buna karşılık, müdafaasını mâkûl bir sisteme bağlayamamış ve kine “kin”le; öfkeye “öfke”yle mukabele eden saf-derûn toy ruhlar da muvazeneyi koruyamamış, yanlış hareketlere girerek hasımlarının eline koz vermişlerdi. Ve işte böyle, bir tarafta bütün millî değerlerini red, mâzî ve mefâhirini inkâr eden ve yabancılaşa yabancılaşa tamamen mâhiyet değiştirmiş; hürmetsiz, sevgisiz, tarihsiz, inançsız ve iştahlarının esirî sefîl varlıklar; beri tarafta da bu hilkat garîbelerine karşı, bir ölçüde öfkeyle, tecavüzle, mukabele eden, mücadele rûh ve düşüncesini henüz kavrayamamış heyecanlı delikanlılar... Millet, yıllar yılı, bu zıt akımlardan meydana gelen dalgalarla pençeleşti; girdapları göğüsledi, tekrar tekrar hırpalandı ve defalarca ümitsizliğe terk edildi...
Şimdi, bütün milletçe, bu zararlı akımları “nötr” edecek; hakikata saygılı, Hakk’ın hatırını herşeyden üstün tutan, akıl, iz’an ve insaf sahibi; dimağı aydın, gönlü nurlu, rûhu çok yukarılarda pervâz eden ve atalarımızdan tevârüs4 ettiğimiz bütün millî değerlerimize, örf ve âdetlerimize, sanat ve kültürümüze, ahlâk ve terbiyemize saygılı ve hürmetkâr bir hasbîler kadrosu beklenmektedir. Bu kadro, asırlardan beri bizi ayakta tutan milletin rûh kökünü ve tarihî değerlerini devirici olmayacak; bilâkis onlara, gelişen dünya şartları karşısında canlılık kazandıracak ve onları millî bünyenin birer parçası sayarak sahip çıkacaktır. Millet benliğinin, böyle kahrolup gitmekle yüz-yüze bulunduğu bir dönemde, onun kurtarılma vazifesini üzerine alan, “mukaddes çile”nin sahibi bu kudsîler ordusu, yıllardan beri, içten içe toplumu kemiren dâhilî kokuşma ve sürtüşmeleri bertaraf ederek, yığınlar arasında bir “sulh çizgisi” te’miniyle, bugüne kadar her kullanışında cemiyetimizi dâğidar eden, her iki zümrenin köhne metodlarını, zararlı taassublarını, inhisarcı düşüncelerini ortadan kaldırıp, en olgun insanlara yaraşır şekilde, her hayrı alkışlayacak, her kötülüğü de tesirsiz hâle getirecektir.
Cemiyetin baş ağrılarının had safhaya vardığı; gerçek düşmanlık ve düşmanlarımızın apaçık ortaya çıktığı; bağlı bulunduğumuz dünya ile aramızdaki diyaloğun hergün biraz daha kuvvet kazandığı bu günlerde, milletçe fevkalâde ümitli ve dirileceğimiz inancını taşımaktayız.
1) Telâtüm-ü emvac: Dalgaların birbiriyle çarpışması.
2) Tahakküm: Zorla hükmetmek.
3) İbahilik: Her şeyi mübah saymak.
4) Tevarüs: Mirasa konma.
.
Hak Düşüncesi
İnsan hayatının en yüksek gâyesi, ferdin yükselip rûhuyla bütünleşmesi, “fizik ötesi” aydınlıklara ulaşarak, Yaratıcı’nın esrârına vâkıf olması ve rûhânî zevklere ermesidir. Bu ulvî hedefe doğru kanatlanan ruh, hep mutlu; bu istikamette gösterilen her gayret içlere aydınlık verici ve mübeccel; bu hayatı ele alan insan fazîletli ve öyle insanların ülkesi de fazîlet beldesidir.
İnsanı, hayvanlardan bir hayvan telâkkî eden düşünce, ona en büyük kötülüğü yapmıştır. Bu düşünce, evvelâ fertte yücelme arzusunu yıkmış; onu alıp, fazîlete götürecek yolların bütününü tıkamış ve insan cemaatlerini, haşerât sürüleri hâline getirerek, onları, kendilerine eğilme, kendilerini kontrol etme idrak ve irâdesinden mahrum bırakmıştır. Bu telâkkiye göre, kuvvetlinin zayıfı yok etmesi; mücadele imkânı bulamayanların kahrolup gitmesi gayet tabiî ve zarurîdir. “Natürel seleksiyon”dan alınan bu anlayışın, insan cemaatlerine tatbîk edilmesi, hakka hürmet hissini yıkmış; kuvveti azgınlaşdırmış ve hürriyet fikrini sınırsızlaştırarak, insanı diğer canlılar seviyesine düşürmüştür. Bu yanlış telâkkiye göre hak, bütün müesseseleriyle kuvvete bağlanmış; kimin bedeni, pençesi, yumruğu kuvvetli, kimin, kalemi, cerbezesi yerinde; kim, ileri gelenlerle münasebet içinde ve varlıklı ise, o haklı görülmüş, alkışlanmış; kim de zayıf, iktidarsız, parasız ve müdâhene bilmiyorsa, hep horlanmış ve küçük görülmüştür. Ve tabiî, bu arada, rûhun kuvveti, hakkın kuvveti, inancın kuvveti hâfızalardan silinerek, nesillere unutturulmağa çalışılmıştır. Bu durum ise hak ve ehl-i hakkı,mütegallib1 zâlimler karşısında zayıf düşürmüş, dolayısıyla da zillete uğratmıştır. Hele bunun ardından, insan nefsini şaha kaldıran, şahsî haz ve menfaatlere düşkünlük gibi, alçaltıcı düşüncelerin ruhları çepeçevre sarması, bu iklim insanını bütün bütün zâlimlerin oyuncağı hâline getirmiştir. Artık toplumca, aç kurda karşı sevgi gösterilmekte; o da dönüp bu canlı cenâzelerden dişinin kirasını istemektedir.
Geçen asırlarda, zâlimlerin konaklarının etrafında, mutluluk araştırma uğruna, zillet gören, horlanan, buna karşılık, zulmü alkışlayan, zâlime methiye çekenlerden halkalar teşekkül ediyor; kuvvete tapanlardan kuyruklar oluşuyordu. Daha sonra ise bunların yerine, o güne kadar zulme uğradığını iddia eden ayrı bir gürûh; hem de kin ve nefret hissiyle ortaya çıkacak ve “lânet ile anılan cebâbirenin en küstahına rahmet okutturacaktır.” Bu dönemde de yine kuvvet hâkim, hak ve haklı onun elinde esir... Değişen şey, sadece müstebit bir azınlığın yıkılması ve istibdadın tevzi’ edilmesinden ibarettir...
Eskiden zulüm ve gadir bir veya birkaç şahısdan gelmesine karşılık, şimdi yığınlar zâlimdir. Geçmişin gaddâr fertlerinin yerinde, her tarafa yayılmış şebekeler vardır. Artık cemiyet içinde, yaşayan onlar, gülüp eğlenen onlar ve her tarafta neşeli görünen onların uğursuz ve sarhoş çehreleri... Bu toy-düğün içinde mazlumun iniltisini ne duyan ne de ses veren var!..
Bu hususlar, ne ilk hâlleri, ne de acıklı ve ızdıraplı neticeleriyle bizim dünyamızın görüp bildiği şeyler değildi. Bunlar, hemen bütünüyle ilk defa, hak mefhumunun bilinmediği, hürriyet anlayışının su-i istimâl edildiği, batı toplumu içinde belirdi. Sonra da “sanâyi inkılâbı” ve gelişen teknolojinin vesâyâsı altında, dünyanın her tarafına yayıldı. Henüz gelişmemiş ülkelerin, ilme ve tekniğe duydukları aşırı sevgi ve alâka sayesinde, hemen her yerde hüsn-ü kabûl ve misafirperverlik gördü. Böylece, ilim ve teknolojiye gösterilen iştiyak, gidip, berbat bir “açık kapı” siyasetine incirar2 etti. Artık, parola sorulmadan, millî bünyeye uyup uymadığına bakılmadan, herşey içeriye alınıyor, herşeye evet deniyordu; tabii, daha çok da içtimaî bünyeye zararlı olan şeylere... Böyle bir devreden sonradır ki; bu ülkenin insanı, Bavyera çılgınlığı ve Anglosakson ahlâkıyla, aldatan aldatana, ezen ezene... Kuvvet, tek söz kesen; hürriyet dillerde pelesenk ve her mefsedetin dayanağı!..
Bu yeni felsefeye göre, tüccar, malını istediği fiyata satmada; ihtikârcı, mevsim kollayıp mal stok etmede; bir kısım kimseler, atalarının fâtihler olarak gittikleri ülkelere, bilmem hangi maksat ve gaye için gitmede; hergün biraz daha azgınlaşan ve şirâzeden çıkan neşriyat, hem de irfan adına, “lâ-ahlâkiliği” 3 en ücra yerlere kadar götürmede; göze, kulağa hitab eden “yayın organları”yla, düşünce istikameti, din, dil tezyif edilmede; mektep çağındaki gençler, her türlü yüksek duygu ve millî değerleri ezip geçerek “kargaşa”ya pey çekmede; dînî his ve düşünceyi istismar edenler, her mırıldanışlarına karşılık, halktan birşeyler beklemede ve birşeyler cerretmede4 hürdürler ve böyle davranmakta da hem haklı, hem de akıllıdırlar! Âh, bütün melânetlere geçit veren hürriyet, sen ne zâlimsin!..
Evet, bugün insanlığın büyük bir kısmını kıskacı içine alan bu düşünceye göre, çok hasta celbetme yolunu keşfetmiş bir tabip; haklı-haksız her davayı omuzlayan bir avukat; ilim ahlâkı ve mesuliyet duygusundan mahrum ve çizdiği projelerle sadece kazanmayı düşünen bir mühendis ve mimar; hançeresini, halkın saf duygularını istismarda kullanan ağıtçı sanatkâr; sattığı gıda maddelerini akla hayâle gelmedik şekilde bozan ve fakat, müşteri temin etmesini de bilen satıcı; sahte ilaçlarla, halkın sağlığıyla oynayan eczacı; yağı patatesle, sütü su ile karıştıran mandıracı akıllı ve becerikli; buna mukâbil, kendi hakkı kadar başkalarının hak ve hürriyetlerine de saygılı olan, fazîlet için yaşayan yüksek ruhlar aptal ve muhâkemesiz!..
Temelinde, herşeyin maddeye dayandırıldığı böyle bir dünyada, hakiki insan ve insanî cemaatler yerine, bir hayvan topluluğu, bir cismaniyet ve beden insanlığının ikâme edilmesi, insanî değerler ve hak mefhumunun unutulması tabiî ve kaçınılmaz olur. Oysaki insanlığın mutlu geleceği, hakka gereken değerin verilmesine; onun, bâtılın savletinden kurtarılmasına; hürriyet anlayışının sınırlandırılmasına; düşünenlerin, çalışanların, başkaları için yaşayanların ve hayatlarının meyvelerini milletlerine armağan edip bir garib gibi bu dünyadan göçüp gidenlerin hürriyetlerine arka çıkıp, onları “ilelebet” yaşatmakla mümkün görülmektedir.
Evet, artık bizler, bedenî hazlarının esîri ve alçaltıcı duygularla hergün biraz daha sefîlleşen çehreleri görmek istemiyoruz. Bizler, hakka esir olmakla, vicdanında huzura ermiş ve zâlimlerin karanlık ve şâibeli işlerinden uzak kalabilmiş, nâsiyesiyle semâvî güzellikleri aksettiren, temiz sîmâları görmek istiyoruz. İnanç ve ümîdin, hizmet ve sevincin, sevgi ve insanlığın rengârenk birer çizgi hâlinde billûrlaştığı bu çehreleri, mesut ülkenin koruyucu melekleri sayıyor ve alkışlıyoruz.
Sonsuzluğa doğru aka aka durulmuş, talihine şükran hisleriyle tebessüm eden ve deryada mâhînin, sahrada âhûnun diliyle bütün güzelliklerin kaynağı, Yaratıcı’yı araştırıp soran, ebed bezmiyle kendinden geçmiş bu hakikat erleri ne mübecceldirler!..
1) Mütegallib: Zorba. Hak ve hukuka hürmet etmeden geçinen.
2) İncirar: Bir neticeye doğru çekilerek sona erme.
3) La-ahlâkilik: Ahlâk dışı bir anlayış.
4) Cerretme: Para toplamak.
.
Tufeylî
Tufeylî, başkalarının sırtından geçinen, onlara dayanarak hayatını sürdüren bir parazit, gözü hep elin âlemin kapısında bir asalaktır. O, her gürültüyü bir düğün, her kaynaşmayı bir ziyafet zannedecek kadar hazım sisteminin altında kalmış bir irâdesizdir. Bu itibarla,kendisine gösterilen her tebessümü bir davet mukaddimesi, her kaşıntıyı bir sadaka verme hamlesi sayarak, daima ümitlenir ve hep yutkunur durur.
Tufeylînin böylesi, mide ve bağırsaklarının esiri bir sefil ve zavallı bir parazittir ki hep kendi irâdesine kement atar, hep kendi ruhunu sefilleştirir. Onun, başkaları nazarındaki sevimsizliği kat’i görülse bile, bütün bütün zararlı olduğunu iddia etmek oldukça zordur. Vâkıa, zararlı dahi olsa, çevrenin ona karşı sürekli nefret ve teyakkuzu, tufeylînin başkaları tarafından taklid edilmesine mâni olacağı gibi, kısmen dahi olsa, onun tufeylîliğini de engelleyecektir.
Ya fikren tufeylî çocuk düşünceliler, acaba onlar için de aynı şeyleri düşünebilir miyiz? Kendini bulamamış, benlik sırlarına erememiş, işi hep taklid bu türlü sefîl tufeylîler için... Evet, bu mel’anetlerin elinde, yığınlar dâima perişan, düşünceler de karmakarışık olmuştur. Dün bir toteme dilbeste, bugün bir başkasına; yarın hangi puta destan tutacakları belli olmayan bu ham ruhların arkasında, kitleler tamamen şaşkın, millet de derbeder olup gitmiştir.
Bunların, ne canlı bir düşünceleri, ne istikbâl va’deden bir plânları, ne de istikrarlı bir halleri vardır. Hele, değişen şartlarkarşısında, öze sadakatı koruyarak, hâdiselerin eksantriğinden istifade ile aksiyoncu olmak, bunlardan fersah fersah uzaktır.
Zaten mevsimlik düşünceleriyle, neyi ve kimi tutacaklarını önceden kestirmek de, âdeta imkân hâricidir. Bugün yahşi çektiklerine, bir müddet sonra lânet okumaları gayet tabiî ve olağan şeylerdendir. Dün yerin dibine batırdıklarını, bugün bir uluhakan gibi şişirip göklere çıkarmaları da nâdir olan vakalardan değildir. Bu itibarla, onların, ne tutup birisini, semâvî hüviyetler bahşederek melekleştirmelerine, ne de bin lânet deyip gayyâlara savurmalarına kat’iyyen itimat edilmemelidir.
Evet, ne onların omuzlarında yükselenler emin olup övünmeli, ne de tard ettikleri, ümitsizliğe düşüp mahzun olmalıdır. Zira, hiçbir irâde eseri göstermeyen bu akılsız nâmerdler, hergün ayrı bir mes’elenin havarîsi kesilip, ayrı bir nağme tutturageldiklerinden, bugün yerdiklerini yarın övmeyeceklerine, övdüklerini de yermeyeceklerine dâir, herhangi birşey söylemek âdeta imkânsızdır.
Bir bakarsın onlar, bir hizib veya grubun en hararetli dellâlı kesilmişlerdir. Ve o hususda müsâmahasız, merhametsiz ve insafsızdırlar. İstediklerini cennetlere kor dilşâd1, istediklerini gayyâlara atar, nâşâd2 ederler. Bir de bakarsın, o güne kadar kavgasını verdikleri yüce ideâllerin, en amansız hasmı kesilmişlerdir. Yıllarca uğrunda cansiperâne mücadele verdikleri şeyleri, bir hamlede yerle bir eder ve değişik şeylere destan tutmaya başlarlar. Bir bakarsın, devâir-i devlette3 yer kapma, kelepire koşma, onlar için mukaddeslerden mukaddes bir cihad; bir de bakarsın bu vatan ve bu millete hizmet etmek, onların nazarında küfür ve ilhad... Bazen, sarıya elpençe divan durup, turuncuyu alkışlamak en yüksek bir gaye; bazan ıspanak rengini selamlayıp, mora gamze çakmak biricik mefkûre...
Âh akılsız mukallid, yaramaz aptal! Sen daha ne zamana kadar tufeylîlik yapıp başkalarının “ak” dediğine ak, “kara” dediğine kara diyeceksin? Yıllar var ki sen, hep başkalarının tezgahlayıp sahneye sürdüğü oyunlarla meşgul olup, onların türkülerinde kendi dünyana ait nağmeleri araştırıyor, özüne ve safvet-i asliyene4yüzde yüz yabancı bir sürü ecinnî düşüncesiyle uğraşıp ömür tüketiyorsun. Seni tutup ulvîleştirecek, fazîletlerin kol gezdiği iklimlere yükseleceğine, gidip şerlere gömüldün. Aradıklarını, hiçbir zaman bulamayacağın çorak yerlerde araştırdın. Çölde gül, mezbelelikte ıtriyattan birşey araştırır gibi!.. Kaç defa, en aydın, en sünnî atmosferini bırakarak, yolların en çapraşığı ile en karanlık dehlizlere yuvarlandın. Kaç defa, Ömer’lerden kopup, Nazzam’ların5 arkasına düştün, Yavuz’ları terk edip Şah İsmail’lerle hemdem oldun! Söyle, Allah aşkına! Sen benden misin, yoksa şu kızılca başlardan mı..?
Senin siyaset ve idare anlayışın, hep başkalarını taklit ve taklitleri alkışlamadan ibaret kaldı. Kendi düşünce çizginde, hasımlarını idare edeceğine, onların, bin bir fezaat olan icrâtlarına hayranlık duyup, saf yığınları dalâletten dalâlete sürükledin!.. Böyle yaptın; çünkü aklını kullanmıyor, kendi düşüncelerine itimat edemiyor ve kendi şahsiyetinden kuşku içindeydin. Böyle yaptın; çünkü süflörün sana böyle fısıldıyordu!..
Şimdi, eğer sende bir düşünce ve irâde bulunduğuna inansaydım; “Bari arkandaki yığınlara acı!” diyecektim. Heyhat! Seni, bu kadar oynak, bu kadar “yüzer-gezer” bulduktan sonra, bunu demeye dahi cesaret edemiyorum.
Âh, o binbir sefalet içinde perişan olup giden zavallı yığınlar! Olan hep onlara oldu. Hodgâm ve bencil bir kısım rehberlerin, hem de kör ve sağır olan bu rehberlerin, hergün ayrı bir vâdîde onlara seyir ve tenezzüh va’detmeleri; hergün ayrı bir yalancı ışıkla onları aldatmaları, bütün bütün o zavallıların zillet ve perişaniyetlerine sebebiyet verdi. Evet, bu tuhaf rehberler onları, birgün batı pınarlarının başında, bir başka gün Amerika yakasında, diğer bir gün İran-Turan çayırlarında sürükleyip durdular. Yığınlar olup bitenlerden birşey anlamıyor; tufeylî, kapı kapı düşünce dilenciliğinden usanmıyor, durmadan mihrabdan mihraba koşuyor, durmadan kıble değiştiriyor. Hem de yalancı mabudlarından, hiç mi hiç iltifat görmemesine rağmen!..
Kimbilir, belki de mes’elelerimiz etrafında kenetlenip, kendi dünyamızı kuracağımız, kendi siyasetimizi belirleyeceğimiz âna kadar da bu böyle sürüp gidecekdir!
1) Dilşâd : Sevinen, kalbi hoş olan.
2) Nâşâd : Mahzun, tasalı, kederli.
3) Devâir-i devlet : Devlet daireleri.
4) Safvet-i asliye : Aslî hüviyet, öz.
5) Nazzam : Felsefî mes’elelere çok dalmış ve Mutezile mezhebinin Basra ekolünün temsilcilerinden bir şahıstır.
.
Mukaddes Azap
İnsanoğlu bu dünyada, kendini bulma, özüne erme uğrunda, tehlikeleri çok, geçidi yok; önünde sarp dağların, derin derelerin bulunduğu upuzun bir yolda, seyahata mecbur edilmiş garip bir yolcudur. O, bilmediği bu uzun yolda, karşısına çıkan güçlüklerle pençeleşerek, sıkıntıları göğüsleyerek, derbentleri aşarak, varıp kendisine gösterilen hedefe ulaşmak zorundadır. Zira böyle bir yolculuk, herkese ancak bir kere nasib olmakta ve her ferdin ölümsüzlüğe ermesi de bu biricik seferle temin edilebilmektedir.
Aslında böyle bir seyahat, sadece insanoğluna mahsus da değildir; belki derecesine göre her yaratık, daha ilk varlığa ererken, böyle çok meşakkatli bir sefer zarûretini de beraber getirir. Sonra da kendine has hüviyete ereceği, özüyle ortaya çıkacağı, hatta bazen ikinci bir varlığa dönüşeceği âna kadar da bir lâhza durup dinlenmeden, kalıptan kalıba dökülür ve şekil değiştirir durur... Izdıraplı, sıkıntılı ve her an birkaç defa ölüp dirilmek suretiyle...
Sular, hararet görmeden buharlaşıp duruluğa eremezler. Tohum, çatlayıp çürümeden sümbül ve başak hayatını netice veremez. Irmaklar çağlaya çağlaya, kayalara çarpa çarpa damınır, saflığa erer ve bulutun gözündeki damlalara denk hâle gelir... Kar-kış olmadan bahar gelmez; gelse de kadri kıymeti bilinmez. Altın, kıymet ve parlaklığını; çelik, mukavemet ve sağlamlığını, içinde eridikleri pota ve kazana borçludurlar. Kemikleşmiş toprak, tepesinde yıldırımların çaktığı nisbette, dirilir, kabarır ve binbir çiçeğe dâyelik makamına yükselir. Karanlık, kendi zararına, aydınlıkları bağrında geliştirir; kış, mekiğini, hep bahar hesabına hareket ettirir. Bundandır ki her kışı bir bahar, her geceyi bir nehâr1 takib eder durur. Ölümler, dirilmek için, ızdıraplar da daha revnakdar bir hayata ermek içindir. Fert, hayatı boyunca, ellibin defa ölüp dirilmekle, “egonun” karanlık ve yanıltıcı baskılarından kurtularak, rûhda ebediyete ulaşır. Cemaat, çektiği sıkıntılar ve karşısına çıkan gâilelerle pençeleşe pençeleşe pişer, olgunlaşır ve ölümsüzlüğe erer.
Ebedî varlığa ermek için, ölüp ölüp dirilmek ne zevkli; her hırpalanışı bir tenbîh sayarak silkinip kendine gelmek ne hoş; binbir bâdire içinde ümidini koruyarak, geleceği kucaklamak ne büyük kahramanlık!
Yaşadığı hayatı inanç ve şuurla yaşayanlar, düşüncelerinin aydınlığında ümitten kanatlarla, uçar gibi geçer giderler, bu mihnet yurdunu ve onun kandan irinden deryalarını. Bilirler durulup saflaşmak için buraya geldiklerini. Ve bu uğurda, Nesîmî gibi derilerinin yüzüleceğini, Mansûr gibi berdâr edileceklerini2. Kahr u lütfu bir bildiklerinden, dermanı dert içinde gördüklerinden, başlarına gelenleri, zevk ve hayranlıkla seyreder ve kat’iyyen paniğe kapılmazlar. Paniğe kapılmak şöyle dursun, her yeni musîbet, onların sînelerinde, değişik nağmeler meydana getiren bir mızrap hâline gelir ve onları yeni yeni heyecanlarla coşturur. Tipi-boran, ulu dağların zirvelerinde ne ise onlar için ızdırap da aynı şeydir. Hatta bir bakıma ızdırapsız yaşamak, onlar için dayanılması güç bir azap ve ölümdür. Hele milletleri muzdarip ve millî değerleri de tahrîb edilip duruyorsa!..
Hakk’ın en şanlı kulları, “bir an belâ-yı dertten cüdâ” 3 kalmadılar. Milletlerinin önüne düşüp onları aydınlığa çıkaranlar da... Günümüze kadar ter ü tâze fikirleri ve orijinal tesbitleriyle insanlığın ölümsüz rehberlerinden biri sayılan Ebû Hanîfe, saygısızca hırpalandı, zindanlara atıldı ve inim inim bir hayat yaşadı. Ahmet bin Hanbel, âdi bir insan gibi tartaklandı ve bayağılardan bayağı işkencelere maruz bırakıldı. Hem de yıllarca!.. Serahsî, koca kâmûsunu (el-Mebsût) habsedildiği kuyu dibinde te’lîf edip meydana getirdi. Ve daha çileli niceleri... Bu olgun rûhlar, âdeta preslerde sıkılıyor gibi işkencelere uğratıldıkça, başları gökler ötesi âlemlere yükseliyor ve aydınlanan gönülleriyle, milletlerin dirilişi yolunda, ebedî birer ışık kaynağı haline geliyorlardı. Campanella, zindanda; Cervantes esarette; Dostoyevski, kürek mahkûmu iken kendilerini keşfedebilmiş ve milletlerinin gönüllerinde ölümsüzlüğe ulaşmışlardı...
İnsanlığa hizmet düşüncesini taşıyan herkes, vazifesinin kudsî, seferin uzun, yolların da yokuş olduğunu ve bu yolda, çeşitli şirretliklerle karşılaşacağını,her köşe başında ölümle burun buruna geleceğini, bir canî, bir serseri gibi hakarete uğratılacağını; hattâ çok defa insanca yaşama haklarından mahrûm bırakılacağını bilip, bu kudsîler yoluna öyle baş koymalıdır. Yoksa, bir kısım çilesiz ham ruhların, çok ehemmiyetsiz sıkıntı ve mahrumiyetlerden ötürü, yol ve yön değiştirme ihtimâlleri vardır.
Âh miskin ruh! Yağmur yağsın, yalnız gök gürlemesin; etraf, zümrüt gibi yemyeşil olsun ama hiçbir tohum çürümesin, hiçbir dâne zâyi olmasın; analar çocuklar doğursun fakat ızdırap ve sancı çekmesin... Yani, feleğin geniş dairedeki çarkı ve hikmetli nizamı senin hendesene göre hareket etsin, istiyorsun!! Hayır, hayır! Sen bu dünyaya sırf keyif sürmek, heva ve hevesine göre yaşamak için gelmedin. İnsânî kabiliyetlerinin inkişâf ettirilmesi, mâhiyetindeki yüceliklerin tomurcuklaşıp ortaya çıkması, içinin aydınlanıp Hakk’ı aksettiren bir ana haline gelmesi için, tekrar tekrar potalara konup ateşe arzedilecek, defalarca iğneli fıçılardan geçirilecek, defalarca ırgalanacaksın!
Yol bu, töre bu, gerisi aldanma ve heves!
“Gevşeklik göstermeyiniz; tasalanmayınız,
İnanıyorsanız mutlakâ üstünsünüz!”
İşte yüreklere derman, diriltici nefes!
1) Nehar: Gündüz.
2) Berdar edilmek: İdam edilmek.
3) Cüdâ: Ayrılmış, ayrı.
.
İdealsiz Nesiller
Nesilller kendilerine gösterilecek yüksek hedef ve ulvî ideallerle canlılıklarını korurlar. Hedefsiz, mefkûresiz kaldıklarında da kadavralaşır ve birer iskelet haline gelirler. Otlar, ağaçlar, hatta tabiattaki bütün varlıklar, canlı kaldıkları sürece çiçek açar, meyve verir ve faydalı olabilirler. İnsan ise; ancak yüksek ideâlleri, aksiyon ve mücahedeleriyle canlı kalır ve varlığını sürdürebilir. Hareketsiz bir uzvun kireçlenip kuruması, kullanılmayan bir maddenin paslanıp çürümesi ne ise hedefsiz, gâyesiz, dolayısıyla da hareketsiz kalan nesillerin, delik deşik olup gitmesi de aynı şeydir.
Bir cemiyet, üzerinde kurulup geliştiği felsefe ve ma’nevî değerlere sımsıkı bağlı kaldığı müddetçe, ihtişam ve dinamizmiyle pâyidâr olur. Kendine has bu diriltici iklim ve bu esaslı kaidelerden uzaklaşmağa başladığı andan itibaren de içten içe kokuşup çürümeye ve dağılıp gitmeye yüz tutar. Onun içindir ki; millî vahdetimiz adına, millet fertlerinin, bir mihrab gibi her zaman etrafında toplanıp durdukları yüksek mefkûre ve mukaddes prensiplerin korunup kollanmasına ve “ilelebet” devam ettirilmesine milletçe gayret gösterilmelidir.
Milletin ümit kâsesini elinde taşıyanlar, herşeyden evvel, nesillerin gönüllerini bu yüksek mefkûre ve ideâllerle donatarak, onları, Hızır çeşmesine giden yollara irşad etmelidirler. Dertsiz, davasız, gayesiz ve ideâlsiz nesillerin önce içten içe yanarak karbonlaşması, sonra da bir alev, bir tûfan haline gelerek, etrafındaki herşeyi yakıp yok etmesi tabiî ve kaçınılmaz olur. Bizler, şu son bir-iki asır içinde, bu türlü ölüm deliklerinin, hem de en korkunçlarına, defalarca maruz kalmış bahtsız bir milletiz. Dostun vefa bilmediği, düşmanın hıyanet ve cefadan usanmadığı hasret ve inkisar dolu bu dönemde, millet ağacı defalarca ırgalandı; cemiyetin ruh kökü tekrar tekrar baltalandı; yığınlar her dönemeçte başka başka devler ve gulyabânilerle karşı karşıya kaldı. Eğer bu çeşit çeşit ölüm ağlarına, her mâruz kalışımızda bir inayet eli imdadımıza yetişmeseydi, milletçe bu cehennem çukurlarından birine gömülmüş ve tarih sayfalarından ebediyyen silinip gitmiş olacaktık...
Gelecek günlerde, bizleri nelerin beklediğini söylemeye ve bâtılı tasvir ederek, saf düşünceleri ümitsizlik içinde boğmaya gerek yok; millete, kendini yenileme yolları gösterilmeli ve istikbâli omuzunda bayraklaştıracak genç kuşaklar, ulvî hedeflere, yüksek ideâllere irşad edilerek gayesizlikten kurtarılmalıdırlar.
Bu yüce vazife, mektepten mâbede kadar, bütün millî müesseselerde hassasiyetle benimsenmeli ve imkân elverdiği nisbette de kafa ve kalb izdivacına muvaffak olmuş, aydın ve hasbî ruhlara gördürülmelidir. Zîra, mürşid ve muallim evvelâ kendi ruhunda hakikate eren, sonra da sînesinde tutuşturduğu ilham kıvılcımlarını, çıraklarının gönüllerine boşaltan olgun insandır. Evet, kâinatın dört bir bucağından gelen İlâhî tayflarla, dimağını aydınlatamamış ham ruhların, kitleleri insanlığa yükseltme yolunda yapacakları hiçbir şey olamayacağı gibi, düşünce dünyası itibariyle etrafını saran şüphelere “pes” demiş derbeder gönüllerin de talebelerine verecekleri herhangi bir şey yoktur. Olsa olsa böyleleri; kuvvetin temsil edildiği müesselerde, geçmişe ait destan ve türkülerle teselli olur; dînî hayat adına folklör ve merasimlere sığınır ve insanoğlunun Yüce Yaratıcı’yla olan münasebetlerinde, başkalarına ait menkıbelerle gürler, onlarla kendilerinden geçerler; ama kat’iyyen, ilhamları coşturucu, ruhları kanatlandırıcı ve yüreklere fer verici olamazlar.
Başkalarının destan ve menkıbeleriyle coşup teselli olmak, ferdî ve içtimâî sorumluluğunu yerine getirmemiş, âciz ve aşağılık duygusuna kapılmış kimselere has marazî bir keyfiyettir. Bu hastalığa mübtelâ olmuş bir cemiyette, fâtih-ruh yerini, geçmişi destanlaştıranlara, sırf eskiye ait türküleri mırıldananlara ve bütünüyle marşlara gömülüp gidenlere bırakır. Böyle bir toplumda dînî düşünce ve dînî mükellefiyetler, aşk ve heyecan mahrumu sefil bir gürûhun inhisarında, folklor haline getirilerek yığınları eğlendirici ve dinlendirici bir festivâl halini alır. Ve yine böyle bir cemiyette, kalb ve ruhun derece-i hayatına1 giden bütün yollarda söz ve devran; görüşleri sığ, düşünceleri fakir, himmetleri meflûç, iç dünyaları karanlık ve başkalarının yaşadığı hârikaları hikâye etmekle teselli olan bir kısım haddini bilmezlere kalır.
Evet, mâzi en üstün hislerle yâd’a getirilerek, atalarımıza ait kahramanlık türküleri gönülden heyecanlarla tekrar edilmeli; ruhuyla bütünleşerek başı yüce âlemlere ermiş kudsîler, sînelerimize taht kurup oturmalı; ama herşey bundan ibaret sayılmamalı ve hele kat’iyyen mezarlar ve mezar taşlarıyla teselli olunmamalıdır.
Yiğitlik, önce serhadlarda destanlaşır, sonra türkülerin ruhuna siner. Hak-eri olma, aşk ve heyecanla kanatlanıp, sonsuzla münasebete geçenlerin elde edebileceği bir pâyedir; gerçeğe inanmışlık, dînî mükellefiyetleri en tabiî bir ihtiyaç şuuruyla ve hayatın gayesi, yaratılışın neticesi olarak kabul etmekle tahakkuk eder.
Evet, hayâllerimizde ihtişama ulaşan geçmişle alâkalı her tablo, yeniden bizleri, bir ulu-millet olma yolunda harekete geçiriyor, sâye şevkimizi kamçılıyorsa, mukaddestir. Yoksa, günümüzle hesaplaşırken, mâziyi imdada çağırma gibi bir garâbet arz edecektir ki bu da ancak bir aldanma olur.
Bizler, mazinin gür ve pürüzsüz soluklarını, günümüzün en renkli ve canlı besteleriyle seslendirip, insanlığa yepyeni bir nağme duyurma mecburiyetindeyiz. Bu nağme bütün hususiyetleriyle ideâlizme susamış, boşluktaki nesilleri geçmişin atlas renkli kubbesi altında ve yaşadığımız zamanın aydın ikliminde bir araya getirecek, bir millî ruh nağmesi olmalıdır.
1) Derece-i hayat: Melekleşip ulvî hisleriyle yaşama...
.
Gevşeyen Gerilim
Zafer zafer üstüne harman ettiğimiz günlerde, bütün bir hasım dünyaya karşı, “inanç-azim” demiş yürümüş, “hasbîlik- yiğitlik” demiş şahlanmış bir ulu millet iken, bizi yükselten bu yüce vasıfları yitirip, iç çöküntülere mâruz kaldığımız günden itibaren, hep düşmanlarımızı güçlü, çalımlı görmüş ve kendi irâdemize kement vurmuşuzdur.
Malazgirt’den İstanbul’un fethine, Çaldıran’dan Mohaç’a kadar, tarihin sînesine serip boy boy teşhir ettiğimiz bilumum zaferlerimiz, hemen bütünüyle inanç ve azmin kolları arasında gerçekleşmişti. Buna karşılık, her türlü sarsıntı ve hezimetlerimiz de bir kısım zaaflarımızın bağrında gelişip durmuştu. İç çöküntülerimiz artıp, zaaflarımızın bir girdâb hâlini almasıyla, irâdemiz bütün bütün felç, ruhumuz da esir oldu. O günden bugüne de bütün tarihî falsolarımıza birer bahane bulma, düşmanlarımızı güçlü kuvvetli gösterme; milletin ümit ve azmini kırma psikozu içine girdik.
Artık, hep âlemin bize ettiklerinden bahisler açarak teselli oluyor, onların imkân ve tekniklerini destanlaştırarak başaşağı durumumuza izahlar getirmeye çalışıyor; yer yer düşmanlarımızın çok ilerlemiş olmalarından söz ederek atalarımıza sövüp sayıyor ve zaman zaman da hasımlarımızın hunharlığından dem vurup hayıflanıyor.. yani, kendimize bakacağımız yerde, başkalarının hesabı içinde boğulup gitme gibi, garib ve anlaşılmaz bir ruh hâletinin zebûnu oluyorduk. Böyle olmak ve böyle düşünmekle, âlemin bize ettiklerinin kat katını kendimize ettik ve sînelerde istikbâl ümidi namına birşey bırakmadık.
Şayet, bundan böyle de her mağlubiyet ve hezimetimizi düşmanın sayı üstünlüğü, mekanize edilmiş birlikleri, tekniği-teknolojisi ve ihanet dolu stratejileriyle izaha kalkışacaksak, kat’iyyen toparlanıp kendimize gelmemiz ve yıkılışımızın gerçek sebeblerini tesbitimiz mümkün olmayacaktır.
Ah, ne olurdu! Bir kere de kendimize bakıp iç dünyamızı kontrol edebilseydik!..
Rica ederim, söyleyin! Emin misiniz size düşen herşeyi yaptığınızdan; hareket ve faaliyetlerinizi hep doğru yolda sürdürdüğünüzden; irâde gücü ve iç mukavemetinizden; bayraklaştırdığınız dava ve düşünceyi tam temsil ettiğinizden?.. Yaptığınız her işin yerinde olduğunu; düşüncelerinizin, kin, nefret, garaz gibi kötü huylarla zedelenmediğini; plân ve projelerinizin hata kabul etmez bir buudda tanzim edildiğini iddia edebilir misiniz?.. Aman Allahım! Bu ne büyük bir çılgınlık, ne affedilmez bir kabahat olur!..
Aslında hep başkalarının eksik ve gedikleriyle meşgul olanlar, kendi hata ve kusurlarını görmeyecek kadar kör, gönüllerini coşturup ruhlarına istikamet veremeyecek kadar da irâdesiz ve mefluç kimselerdir. Böyleleri her söz ve davranışlarıyla, durmadan başkalarını gayyâlara yuvarlarken, firavunlaşmış egolarına göklerde bile taht bulamazlar. Nefsânîliğine "pes” demiş ve kendi içinde mağlub bu derbeder ruhlar, düşünce ve irâdelerini delik-deşik eden bu türlü zaaflardan kurtulacakları âna kadar da doğruyu göremeyecek, doğru karar veremeyecek ve hele kat’iyyen bellerini doğrultamayacaklardır.
Her düşüş ve hezimet, insanın iç düzeninin, rûhî âhenginin bozulmasıyla başlar ve dönüp kendini bulacağı, duygularıyla dirileceği güne kadar da devam eder. Kendi iç dünyalarında yıkılmış ferdlerin, evvelâ ailede, sonra da cemiyetin her kesiminde, peşi peşine sökün edip gelen bilumum bozulup dağılmalarda, etrafı cürümlerle karalayıp kendilerini mesûl görmemeleri ise, içtimaî problemleri bütün bütün içinden çıkılmaz hâle getirmiştir.
Bırakınız Allah aşkına, başkalarını suçlamayı! Biraz da kendinize bakınız!.. Yolunuz doğru, duygularınız hüşyâr, metafizik geriliminiz tam, yüreğiniz hizmet aşkıyla çarpıyorsa, size kimse zarar veremez ve veremeyecektir! Ne zarar, ne de kâr kimsenin elinde değildir; o, gökler ötesi âlemlerde programlanır, sonra da kararlarının önüne geçilmez bir ulu-el tarafından tatbike konur. Özünde duruluğa ermiş, azmi, inancı tam, hakkı tutup kaldırmada kararlı ve gözlerinde buğu buğu muhabbet kudsîler, o yüce takdirden, şimdiye kadar hep ruhu kanatlandıran mesajlar almışlardır.
Nice az topluluklar vardır ki hüküm ve kuvvet sahibinin izniyle kitle ve yığınlara galebe çalmışlardır. Ve nice gönül-eri rabbânîler vardır ki ruhlarını cihada adamış; Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü, gevşeklik göstermemiş, yılmamış; hele zaafa hiç düşmemiş ve hasımlarına boyun eğmemişlerdir. İşte bunlardır, istikbâllerine meleklerin koştuğu akyüzlüler! Ve işte bunlardır, arkadakilere bir yâd-ı cemîl1 olarak kalıp gidenler!
1) Yâd-ı cemîl: Güzel hâtıra.
.
İrade
Herhangi birşey yapıp yapmama hususunda, karar verme gücü veya “eğilim” diye tarif edeceğimiz “İrade muhtariyeti” insan olmanın şiârı ve ahlâkın biricik esasıdır. O olmadan ne fazîletten ne de insanlıktan bahsetmeye imkân yoktur.
Bir insanda irâde şuuru, onun kendi kendini idrak etmesi demektir. Bunun aksi ise ferdin deformasyonu ve bozulmasıdır ki böyle bir bozulmaya maruz kalan fert, hareketlerinde kararsız, düşüncelerinde de şaşkınlık içindedir. Onun bu kararsızlık ve şaşkınlıktan kurtarılması; dönüp yeniden kendini bulması ve irâdesiyle bütünleşmesi sayesinde mümkün olacaktır. Yoksa onun ne ruhunda istikrar, ne hareketlerinde denge, ne de “kendi olma” yolunda bir gayrette bulunması kat’iyyen tasavvur edilemez.
İradeli hareket, bir ilk plân ve karara muhtaçtır. Bu da zihnin hayat ve faaliyetlerine bağlıdır. Bu itibarla, tanıyabildiğimiz varlıklar arasında, irâdeli hareket yalnız ve yalnız insanoğluna has bir keyfiyettir. Yüce Yaratıcı’nın insanı şereflendirme ve kendi irâdesine bir davetçi, bir ilk sebep kılma maksadıyla onun derûnuna yerleştirdiği irâde, öyle bir şifre-çözen ve meş’aledir ki; bu meş’ale nerede yanarsa bütün kevn-ü mekânları idare eden Zat’ın nuru ve irâdesi de orada tecellî eder. Cüzî irâdesini Yaratıcı’nın sonsuz irâdesiyle bütünleştiren insan, sınırlı irâdesiyle sınırsızlığa ulaşır; iktidarsızken güçlü, âcizken kuvvetli, katre iken derya, zerre iken güneş ve bir hiçken bütün bir varlık kesilir!..
Evet, sınırlı dahi olsa insan irâdesi, Hakk’ın nâmütenahî irâdesinden, yeryüzünün bu en güzîde varlığına aksetmiş ilâhî bir armağandır. Bu armağanı şifreli bir anahtar kabul edip kullanabilenler, en muğlak mes’eleleri çözmeye, en karanlık noktaları aydınlatmaya, en muhkem görünen kapıları açmaya ve hazinelerin en kıymetlisini elde etmeye muktedir olabilirler.
İrade, sadece bir düşünce olmadığı gibi, bir hamle de değildir. O; ruh gücünün, gönül zindeliğinin, bedenî faâliyetlerin en birinci kaynağı ve dayanağı olduğu gibi, imkânlarının sınırlılığı içinde insana, sonsuzlaşma yollarını açan biricik sebeptir. Bu sebebi elde etmenin şuurunda olanlar, bir hamlede, dünyalar dolusu problemleri çözmeye muktedir olabilecekleri gibi, cehennem kapılarını kapayıp yıldız yıldız cennetlere uzanan yolları da keşfedebilirler.
Her dava ve düşünce evvelâ, irâdenin plân ve projeleriyle varlığa erer. Onun itici gücü ve çekici kuvvetiyle en sarp ve derin engebeleri aşarak zirvelere ulaşır. Sonra da yine onun yukarı âlemlere bağlı esrarlı oyunlarıyla, devamlılık kazanır ve yerinde kalır. Ay’la aramızdaki mesafe, şahlanan irâdenin kanatlarıyla aşıldı. Ağrı’nın zirvesi onunla didik didik edildi. Okyanuslar, küllî irâdenin tecellisine vesile, insanoğlunun elindeki bu meş’aleyle aydınlandı. Önümüzdeki günlerde, fezanın büyük bir kısmı da yine bu ışıkla nurlanıp okunan bir kitap haline gelecektir.
İnsanoğlunun, kalbî hayatını koruyup kollaması, çevresini saran binbir musibete karşı mukavemeti ve şehevanî arzularını aşarak insanlığını idrak etmesi de yine irâdenin dil ve duasına bağlıdır. Azim ve irâdesiyle, Rahmet-i Sonsuz’la münasebete geçen insan, O’nun kuvvetine dayanmış, himayesine girmiş ve nefsâniliğin gayyâlarına yuvarlanmaktan kurtulmuş olur. Evet, her var oluş ve yükseliş irâdenin kanatlarına bağlı olduğu gibi, her yıkılış ve tükeniş de o kanatların kırılmasıyla yakından alâkalıdır.
Birer kartal gibi zirveleri kollayan Bel’am ve Bersisa’nın1 irâde isteyen küçük bir husus ve bir anlık gafletle başaşağı olmalarına karşılık; Mısır azîzinin sarayında, dört bir yanı şehvetle sarıldığı bir zamanda, nefsin olanca saldırılarını Hakk’ın bir bürhanıyla2 tersyüz eden Azizoğlu Aziz, şahlanan ruhuyla fâni güzellik ve görkemine bir başka renk katıyor ve başı gökler ötesi âlemlere ulaşıyordu!..
Hayatın her dönemecinde, insanoğlunun zaaflarını kollayan bir sürü ifritten mes’ele ve gulyabâniler karşısında, ancak; irâde gücüyle kanatlanıp kâinatları elinde tutan, Sonsuz Kudret’le rezonans olmuş babayiğitler mukavemet edebilirler. Her yeni hâdiseyle biraz daha bilenen, her musibetle sertleşip gerilime geçen ve gelip etrafını alan düşmanlıklar üzerine bir tufan gibi yürüyen babayiğitler...
Her gürültüde paniğe kapılan, sarsıntının en küçüğüyle yıkılıp giden, dişini sıkıp dayanması gerektiği yerde dağınıklığa düşen, duygu ve düşünceleriyle oturaklaşamamış acemî ruhlar, muvakkaten göz kamaştırıcı ışıklar neşredip, yürekleri hoplatsalar bile, ebedî aydınlatıcı olamaz ve kitleleri şaşkınlık berzahından kurtaramazlar. Kurtarmak şöyle dursun, böylelerinin çıkardığı her gürültü, hasım dünyaların tahrik olmasına ve hizmet cephesi için şartların ağırlaştırılmasına sebebiyet verecektir. Asırlık kin ve nefretlerle bilenmiş, hasım bir dünya tarafından sezilmeden, hiç olmazsa belli bir süre için, aşma mecburiyetinde olduğumuz zaman tünelini, emniyetle geçebilmemiz için:
“Dışıyla mukassî, içiyle muallâ olmak;
Fevvâre değil, girdap gibi muammâ olmak...”
gerektir. Bunun içindir ki yıllarca, asırlarca beklemesini bilen, dört bir bucaktan gelip etrafını saran fırtınalara “pes” demeyen ve sonsuzluk yolunda bir Hakk-dostuna rehberlik yapan kedi gibi3 başı dönmeden, bakışı bulanmadan “yâ ebed!” deyip coşan ulu irâdeli, sarsılmaz yürekli, diri ruhlar olma mecburiyetindeyiz.
Rica ederim bana, bir yumurta başında ortalığı velveleye veren farfaracılardan bahis açmayınız!.. Bugün ruh-u perişanım, denizlerin derinliklerinde, ızdırap yudumlayıp gözyaşı soluyan ve bir kanlı çile içinde inleyip duran, mercandan bir nağme beklemektedir. Köpek balıklarına inat sahildeki insanları coşturacak bir nağme!.. Sadece ruhların sezebileceği, alabildiğine sessiz ve gösterişten uzak bir nağme!.. Durak4 ve beklemeleri yerinde, gönüllere sindire sindire, bu mübarek yolun karasevdalılarının iniltilerini aksettiren bir nağme!..
1) Bel’am ve Bersisa: Eski devirlerde yaşamış üsturevî iki ibadet kahramanı olup, ibadette çok ileri gitmiş olmalarına rağmen şeytana aldanmış ve irâde zaafı ile uzun bir süre içinde elde ettileri herşeyi kaybederek birer şakî olarak vefat etmişler.
2) K. Kerim’de Hz. Yusuf (as) ’a gösterilen irâde bürhanı.
3) Bir Hakk dostunun müşahedesiyle gözünü diktiği delikten ayrılmayan kedinin, beklediği şeyi yakalama hususunda bu sabır ve sebatı, manzaraya şahid olan Hakk dostunun derinleşip bütün bütün kendine gelmesine sebep olmuştur
4) Durak: Müzikte, bir ölçü uzunluğunda susma.
.Cehalet Çıkmazı
Yeni bir vazife dönemini daha idrak ederken, yüreklerimizde Zeliha’nın aşk u hicrânı, Yakub’un âh u efgânı, gözümüzü açacak, gönüllerimizi şâd edecek müjdeler bekliyoruz.
Ölü ve karanlık yılların, önüne katıp sürüklediği yığın yığın felâket molozu altında, çırpınıp duran insanımızın, yürekler acısı hâli karşısında azap çekmemek mümkün mü?
Gidiniz! Şu bizimle aynı çizgide olan ülkeleri birer birer geziniz! Eminim, yüreklerinize sızı inmeden geri dönemeyeceksiniz! En büyük merkezlerden en küçük şehirlere, en kalabalık kasabalardan en ücrâ köylere kadar hiçbir belde, hiçbir meskûn saha yoktur ki cehâletin hükümrân olduğuna, içtimaî sıkıntıların birer girdâb haline geldiğine şâhid olunmasın. Vaktinde tedavî yollarına başvurulmayan, nice müzminleşmiş hastalıklar müşâhede edeceksiniz ki bugün artık, onulmaz birer kangren hâlini almıştır.
Ne var ki bu hastalıklar arasında, en çok millî bünyemizi hırpalayan ve mevcudiyetimizi kemirip duran şifâ bilmez dert, cehâlettir. Birşey bilmeme, bildiği şeyleri değerlendirmeme, Hak’dan ve hak düşüncesinden mahrum bulunma ma’nâsında cehâlet, hemen her devir için felâket olmuştur. Her millet gibi, bizim de perişaniyetimizi hazırlayan bu uğursuz menbâ kurutulmadan, kitleler aydınlığa kavuşturulup, nesiller millî düşünce ve tarih şuuruna irşâd edilmeden ve bu milletin “ruh köküne” uymayan bütün menfî akımların önü alınmadan cemiyetimizi çepeçevre saran buhranlardan sıyrılmamız ve bir fâsit daire haline gelen hastalıklardan halâs olmamız kabil değildir.
Cehâlet sebebiyle değil miydi ki; dünyanın en verimli ovalarını, en bereketli obalarını ve yakuttan ırmaklarımızı değerlendiremeyerek, cennetlerden bir köşe, güzel vatanımızı vîranelere çevirdik. Her tarafı “bağ-ı irem” ülkemizin sînesindeki çeşit çeşit hazinelerden habersiz yaşayarak, toprağımızı değerlendiremedik ve madenlerimizi işletemedik. Bundan daha kötüsü de kendi kendimize bir iş yapamayacağımız kanaatine gömülerek ümit ve irâdemizi yitirdik. Ve milletimizi, içten içe kemirip duran cehâlet, en karanlık haliyle bugüne kadar süregeldi.
Milletçe tam kurtulma ümîdinin belirdiği, fen ve teknik düşüncenin gelişmeye başladığı bu yeni devrede, insanımız değişik bir cehâlet girdabına kapıldı. Muasırlarımızın ilim ve teknolojisi karşısında, bir kısım dönen başlar, bulanan bakışlar, memleketi kurtarma düşüncesiyle, gönülleri inanç, dimağları ilim ve hikmetle, yurdun dört bir bucağını da sanat ve ticaretle mâmur edip yükselteceklerine; millî düşünceyi çiğnemek, millî seciyeyi aşındırmak ve bütün bütün fazilet ve ahlâktan sıyrılmak suretiyle “çağdaş uygarlık düzeyine” çıkacaklarını zannederek, millî ruha en amansız darbeler indirdiler. Bir bakıma bu ikinci cehâlet, ülkemiz ve insanımız için daha tahribkâr, daha tehlikeli oldu. Zira, birincisinin, ilim karşısında sönüp gitmesine mukâbil; bu ikincisi ilim ve medeniyet adına heryere girebiliyor, her mahfilde “hüsn-ü kabul” görüyor ve heryerde alkışlanabiliyordu. İlki, memleketi baştan başa bir vîrane haline getirerek, sadece baykuşları sevindirmişti. İkincisi ise milletin topyekûn faziletlerini, ruh necâbetini, fedâkârlık hissini silip süpürdü ve kitleleri şaşkına çevirdi.
Geleceği hazırlamayı tekeffül etmiş mürşid ve terbiyeciler, bu her iki cehalete karşı da savaş îlan ederek, hatta bu yolda meşrû her vesileyi kullanarak, ülkemizi ve insanımızı aydınlığa çıkarma gayretinden bir an geri durmamalıdırlar. Bunun için de yuvadan okula, kahveden kışlaya, bütün vatan sathı mekteb haline getirilerek, umum yurtta bir kültür seferberliği ilânına zarûret hâsıl olmuştur. Cehâlete, fikirsizliğe, taklitçiliğe, millî kültür ve mefâhirden habersizliğe karşı umumî bir seferberlik îlan edilmeli ve peşin hükümlerle verilmiş kararlar kritiğe tâbî tutularak, ilimlere yeni bir bakış kazandırılmalıdır.
Hiç şüphe yok ki böyle bir durumda, bu mübarek vazifenin öncüleri de ancak, muallimler olacaktır. İnsanı, ruh-beden bütünlüğü içinde ele alan; onun kâinat içindeki yer ve münasebetini görüp gözeten; yaratılışın gâyesi istikametinde gönülleri şahlandıran, gayb ve şehâdeti bir vâhidin iki yüzü gibi görmeye ulaşmış talihli muallimler..!
Evet, insanın cismâniyetini inkâr eden ruhbanlık düşüncesi ve batı stili mistik anlayış, insanoğlu için ne kadar zararlı olmuşsa, onu sadece cismâniyet ve bedeniyle ele alan felsefî sistemler de o kadar, hatta daha fazla zararlı olmuşlardır. İnsanoğlunun müstesnâ bir yaratık olduğunu, kâinat içinde mühim bir yer işgal ettiğini ve yaratılışı itibariyle bir kısım yüksek vazifelere, dolayısıyla da değişik makam ve derecelere namzet bulunduğunu sezmemek, idrak etmemek mümkün mü..?
İlimlerin her çeşidinden faydalanmaya istidâdı olan; eşyâ ve hâdiselere müdâhele kabiliyetiyle şereflendirilen; güzelliğin her çeşidini idrâk edip benimseme melekeleriyle donatılmış bulunan; lezzetlerin türlü türlüsünü seçip ayırmasını bilen; ruhu sonsuzluk sevdâsıyla sarhoş, gönlü “ebed ebed!” diye inleyen bir varlık, nasıl vazifesiz ve geleceksiz olabilir ki..? Onu, vazifesiz ve mes’uliyetsiz, dolayısıyla da upuzun mutlu bir gelecekten mahrum görmek, bu en şerefli varlığı diğer canlılar seviyesine indirerek, onun maddî-manevî istidat ve duygularını inkâr etmek ve ona yolların en buhranlısını gösterip dünyalarını karartmak demektir. Bilmem ki insanoğluna bundan daha büyük zulüm ve haksızlık tasavvur edilebilir mi..?
Bize göre gerçek muallim ve mürşid, işte böyle herşey olma istidât ve melekeleriyle, dünyaya gönderilen insana, doğruyu öğreten, doğru düşündüren, onun gönlünü coşturup ruhunu kanatlandıran, yolunu kesen bütün karanlıkları ve kara delikleri bertaraf edip onu aydın menfezlere ulaştıran talihli insandır.
Vakti gelince, bu kutlu hakikat erinin elinde, taş-toprak, som-altın haline gelecek; değersiz gibi görünen şeyler kıymet kazanacak; en kararmış ruhlar şafak aydınlığına ulaşacak; boynu tasmalı nefsin âzad kabul etmez kulları ruhlarıyla bütünleşerek birer sultan kesilecektir.
Kendini irşad ve tebliğe adamış, çıraklarını adım adım takib eden; hayatın her dönemecinde onları, insanlığa yükseltme heyecanıyla dolup boşalan; ilimler adesesiyle onlara mutlak hakikatı gösterebilen; yer yer yıldırımlar gibi gerilen, sonra ruhunda yumuşatıp uslulaştırdığı ışık huzmeleriyle talebelerinin gönüllerini aydınlatan muallim ne mübarektir..!
.
Ak ve Kara
Yıllar var ki cehâlet, görgüsüzlük ve uyuşukluğun çevremizde meydana getirdiği karanlık atmosferi aşarak, şanlı mazimizi aydınlatan ışık kaynaklarından istifâde edemez ve aydınlanamaz olduk. Bizler yakın geçmişimiz itibariyle, atâlet ve rûh sefaleti adına, alabildiğine bir bolluk, ilim ve düşünce adına da yokluktan başka birşey görmedik. Bu uğursuz hâl, ülkemizi, en yıkıcı sadmelerle defalarca ırgaladı, defalarca öldürücü paletleri altına alıp çiğnedi ve bütün hayat kaynaklarını kurutarak insanımızı sefîl, ülkemizi de çöller, bozkırlar haline getirdi. Bundan daha acısı da bu bedbaht ülkenin evlatları, varlıklarını kemiren, rûh dünyalarını alabora eden çeşit çeşit hastalıklara karşı, hâlâ tedâvî lüzumunu hissetmemiş olmaları, can damarlarını koparan ve kanlarını kurutan türlü türlü illetlerden habersiz bulunmalarıdır.
Ah zavallı vatan! Yıllar yılı kaygısız evlâtlarının, şuursuz ve düşüncesiz davranışlarından meydana gelen bu kadar musîbetle, inim inim inledikten, düşmanca tavırlarla bu kadar hırpalandıktan ve canhırâş feryatlarla bu kadar sızlandıktan sonra, bugünkü nesillerden de aynı umursamazlığı mı görecektin!!!
Vaktiyle canlı-kanlı, dinç ve kendine sâhip zinde nesiller yetiştiren dünyamız; bugün bir bakıma, baştan başa yosunlu viraneler ve mikroplu hastahaneler hâline gelmiştir. Bir zamanların, o kolu bükülmeyen, bastığı yerleri titreten; hasımlarının korkulu rüyâları; sağlam, kuvvetli ve dinamik insanlarının yerinde, bugün, Merakeş’den Mısır’a, oradan da Balkanlar’a kadar, rûhları meflûç, vicdanları dermansız, fikirleri sığ, irâdeleri yetersiz bir sürü sıska yığınlar veya canlı cenazeler vardır.
Geçmişi cennet bu ülkede, bir uçtan bir uca en verimli ovalar, en göz kamaştırıcı obalar bozulmuş ve sevimsizleşmiş, en münbit vâdiler bir çoraklığa, en mahsûldar tarlalar bir dikenliğe, bağ ve bahçeler de birer sazlığa dönmüştür.
Evet, asırlarca bizi ayakta tutan rûh ve ma’nâ, durmadan baltalanmış, millet özünden uzaklaştırılmış, dünyamız serseriler tarafından işgâl edilerek, bu ülkenin insanına kan kusturulmuştur. Nihayet, ümit ışıkları gibi marifet nurları da bu bedbaht iklimde sönüp gitmiştir. Ve ne acıdır ki olup biten bunca şey karşısında, okuyup düşünen “aydınlarımız!” bu ürpertici felâketleri, bu acıklı manzaraları görmemek, işitmemek için fermuarlarını başlarına çekerek göz ve kulaklarını tıkamış, hayâllerinde canlandırdıkları sırça saraylarda yaşamışlardır. Verâset kanunuyla, evlâtların atalarına uyması gibi, arkadan gelen herkes de hemen öndekileri takib etmiş; böylece aynı lâ-kaytlık, aynı atâlet ve aynı umursamazlık sürüp gitmiştir. “Milliyet düşüncesi fıska bürünürken”, vatan inkirâzdan inkirâza yuvarlanırken bu ülkenin hamiyetli ve mütefekkir evlâtları, vicdânî mes’uliyet-lerden ve tarîh karşısında mahkûmiyetten nasıl kurtulacaklarını kat’iyyen düşünmemişlerdir.
Ah zavallı ülkem; acaba seni canıyla, îmanıyla seven evlâtların o gün neredeydi..?
Dün, bizim çoban ve kapı kullarımız olan, bir kısım sergerdan ve derbeder milletler, bugün ilimleri, terakkîleri ve muntazam idareleriyle bize caka satmaya başlamış, hatta fırsat buldukça haysiyetimizle oynar hâle gelmişlerdir... Bunlardan olsun ibret alınmalı değil miydi..? Düne kadar çevremizde halâyık gibi dolaşıp duran, cahil milletler, tarihsiz kavimler, ayaklar altında pây-ı mâl ırklar nasıl olmuş da inkirâzdan kurtulmuş ve bugünlere ulaşmışlardır..! Bunların hesabı, bugünün vicdanlı mütefekkir ve vatanperverlerine düşmez mi? Bugün olsun, bunlar üzerinde durulmaz ve milletin dertlerine derman aranmazsa; müzminleşen hastalıklarımızla, vatan çökmeye, millet ağacı da devrilmeye yüz tuttuğu zaman, gösterilecek telaşlar, koparılacak feryatlar, ama hiç mi hiç fayda vermeyecektir.
Birkaç asırdan beri gelip dünyamıza toslayan bütün felâketler, bu dünyanın, kendi ruhunu kaybetmesiyle başlamıştır. Etrafını saran bu kâbustan kurtuluşu da dönüp kendi rûhunu bulmasına bağlıdır. Ne var ki onun yetişip kendini bulması için de çok ciddî bir terbiyeye ihtiyacı vardır. Ona bu terbiyeyi götürecek ve onu, yıllardan beri içinde dönüp durduğu girdaptan kurtaracak zinde dimağlar, inançla gerilmiş rûhlar; bu vazifeyi ivazsız, garazsız, âhenk içinde ve sarsılmaz bir kanaatle sürdürdükleri takdirde, en büyük mânia ve engeller aşılacak, dağlar dümdüz, ovalar da pürüzsüz olacak ve insanımız mutlaka kurtulacaktır.
Çok yakın zamanlara kadar, etrafımızın binbir ızdırap ve helecanla inlemesine karşılık, bugün altın kuşağın rûhu sayılan ülkemizin, kendisini, canıyla, imanıyla seven evlâtlarının hizmetlerine şahit oluyor ve “arş-ı emânımız” 1 da durup bize yeniden dirilişimizin müjdelerini yağdıran kutlu nefeslerle kendimizden geçiyoruz. Ve artık inanıyoruz ki düne kadar binbir felâket ve sefâletin kol gezdiği bu ülke, inançlı, azimli, hasbî muhabbetle coşan ve müsamaha ile etrafına boşalan yiğitler sayesinde yükselecek; ve onun çölleri ve bozkırları bir kere daha İrem bağlarına dönecektir.
Son zamanlarda, yurdumuzun her köşesinde kendisini hissettiren samîmi gayretler, dünyaları aydınlatacak bir ışık kaynağının meydana gelmeye başladığını göstermektedir. Mukaddes emanetin talihli hizmetçileri, kendilerine düşen vazîfede kusur etmez, tarîhî rollerini güzelce oynayabilirlerse, milletimiz, yurdumuz, sıçrayıp dünyanın başına geçecek ve bu kudsîler ordusu da gelecek nesillerce bir “yâd-ı cemîl” 2 olarak kalıp gidecektir.
Şimdiden, yüce milletimizin talihine tebessüm eden bu rengârenk günleri düşünüyor ve saadetle coşuyoruz.
1) Arş-ı Emân: Kurtuluş kararının takdir edildiği Yüce Divan.
2) Yâd-ı Cemîl: Güzel bir hâtıra.
.
Gök Kubbe
Bu güzel ülke; münbit vahaları, cennet gibi ovaları, latif iklimi, bereketli toprağı ve sînesinde sakladığı çeşit çeşit hazineleriyle, çalışkan bir toplumu, saadetlerin zirvesine ulaştırabilecekken, bu kadar zenginlikler içinde kahrolup giden insanımızın, talihzedeler gibi, sefaletin dişleri arasında kıvranıp durması ne ürpertici bir tablodur!
Rahmet-i Sonsuz’un bu kadar bol nimetlerinden istifade edemeyen, daha doğrusu istifade zahmetine katlanamayan ölü gönüller, inkırazın kuduz dişleri arasında parçalanmaya mah-kûmdurlar. Bir vakitler dinç ve zinde ellerde, her bucağı cennetten bir köşe nice bereketli yörelerimiz vardı ki; bilgisiz, görgüsüz, kabiliyetsiz ve bir kısım harîs ellerde, zamanla çoraklaşmaya yüz tuttu. Bağlar bozulup tarlalar kurudu; saraylar harab olup yollar bozuldu; çaylar bataklığa dönüp köprüler çöktü ve ülke baştan başa bir çöl hâline geldi... Esasen, Hakk’ın sırlı birer mesajı sayılan “fıtrat kanunları” da hep, canlı-kanlı, münevver ruh ve dimağların yollarını ışıklandırıp, aydınlık iklimlere doğru onlara yol göstermelerine karşılık; yaşadığı devreye göre akord olamamış, beceriksiz, bedbin ve mefluç gönüllerin de inkırazını süratlendirmiştir. Muhit ve zamanın getirdiği ihtiyaç ve zaruretlere karşı lâkayd kalan veya inat gösterenler, zamanın insafsız paletleri altında ezilip giderler de feryatlarına kulak veren bile olmaz.
Beşer tarihi, bu hususu aydınlatan binler; yüzbinler misâlleriyle ne ibretli bir temâşâgâhtır; ama ibret alan kim...?
Milletler ailelerden, aileler de fertlerden meydana gelir. Aile izotopları; fert partikülleri ile, millet de aile molekülleri ile şekillenir iyi veya kötü bir vaziyet arz eder. Fertler ne kadar seciyeli, zinde, terbiye görmüş, olgunlaşma yoluna girmiş ve belli bir gaye, belli bir hedef istikametinde faaliyet gösteriyorlarsa, cemiyyet de o nisbette sağlam ve o ölçüde pâyidar olarak, sürçmeden, şaşkınlığa düşmeden, emin ve süratli bir tempo ile sıçrayıp asrının üstüne çıkabilir. Aksine, fertleri ayrı ayrı ideâllere gönül kaptırmış, ayrı ayrı yollara düşmüş bir millet ve o milletin endam aynası sayılan hükümet, daima sendeleyecek, istikrarsızlığa düşecek, güpegündüz yolunu şaşıracak, sonra da çeşit çeşit paradokslarla bütün bütün aşınıp gidecektir.
Nasıl ki bir insanın vücûdça sağlam ve sıhhatli olduğuna dair verilecek rapor, onun bünyesini meydana getiren dokular, uzuvlar ve ona ait bütün duyguların her türlü kusur ve ârızalardan berî olmasına bağlıdır. Zira, bedendeki herhangi bir ârıza, hücre faaliyetlerindeki herhangi bir tıkanıklık, umum bünyede sarsıntılar meydana getirerek, sıhhatli uzuvlara bile âhenk içinde vazife gördürmeyecektir. Öyle de; bir milletin zübdesi1 ve endam aynası sayılan hükümeti, bir şahsa benzetecek olursak, cemiyetin küçük üniteleri onun âzâları, fertler de hücreleri mesabesinde olacaktır. Buna göre, bir millet ve bir devletin sağlamlığı, evvelâ onu meydana getiren fert parçacıklarının, aile izotoplarının, canlı, ceyyid ve aktif olmalarında, sonra da bunların bütünleştirici bir ideâl etrafında birleşmelerinde aranmalıdır.
Evet, bir cemiyetin sürekli canlılığı, istikbâl ve ümit va’det-mesi, o cemiyeti teşkil eden inançlı, azimli, kararlı, hasbî; milletin ızdırabıyla başı daima yüce dağlar gibi dumanlı ve gözlerinde buğu buğu milletini zirvelerde görme hayâlini taşıyan asîl ruhların mevcudiyetine bağlıdır.
Fertlerde asâlet ve fazilet düşüncesinin uyarılması, “ego”-nun baskısından kurtarılarak, cemiyete yararlı birer uzuv hâline getirilmeleri de onların yetiştirilmesini en kudsî vazife bilen, o uğurda cehennemin alevlerini göğüslemeye kararlı olan, dünyanın ziynet ve debdebesine gönül kaptırmayan, bilumûm siyasî cereyanlardan uzak kalmasını bilen; her lâhza hamiyetle gerilip gayretle boşalan; kafası yaşadığı devri idrakla aydınlanmış, gönlü gökler ötesi âlemlerle diyalog içinde ve kendini milletine adamış gerçek mürşid ve terbiyecilerin feyizli iklimlerinde kâbil olacaktır.
Bu kudsîler sayesindedir ki en büyük şehirlerden en küçük köylere kadar, nurdan birer sütun halinde uzayıp gidecek olan aydınlatma ve insanlığa yükseltme hamlesi; yıllardan beri “cerâd-ı münteşire” 2 gibi etrafımızı ihata eden karanlık gönüllerin savrulup gitmesine; geceye destan kesen yarasaların susturulmasına; yeniden bayırlarımızı, kar çiçeği gibi millî ruh ve millî düşüncenin sarmasına ve asırlardan beri yurdun dört bir bucağına saçılmış çeşitli doz ve tesirdeki zehirler bertaraf edilerek, her türlü yabancılaşmaya son verilmesine vesîle olması bakımından, tarih çapında bir hamle olacaktır. Bunun yanında, diğer sahalardaki gayretler, ne kadar ehemmiyet arz ederse etsin hep ikinci üçüncü plânda kalacaktır.
Hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır ki; bir millet, arz edildiği ölçüde, kendini kurtaracak müessese ve ellerden mahrum kaldığı sürece, onun maddî refahı, iktisat ve ticareti, ziraat ve sanayii ve daha değişik istikametteki bütün hamleleri, batmaya yüz tutmuş bir vapurun direklerine boya çalmadan daha ileri bir ma’nâ ifâde etmeyecektir.
Evet, ziraat modernleştirilmeli; ticaret -meşrû çizgide- çağın icaplarına göre ıslah edilmeli; büyük sanayiye giden yollardaki tıkanıklıklar açılmalı, ama bütün bunlardan evvel ve mutlaka, o millet fertleri, dekolte düşüncelerden kurtarılmalı; onun arş-ı ismetine3 uzanan şeytanî el ve kulaklar koparılmalı; asırlardan beri “garbın kanlı kâbusu” altında ruhunu saran hafakan ve cinnetlerden halâs edilmeli ve kendi “gök kubbe”si altında, kendi ibrişim ve kendi kaneviçeleriyle, kendi dünyasına ait motifler ortaya koymasına imkân ve zemin hazırlanmalıdır. Aksine, ruhunu mefistoya satmış gönüllerin, Elene’nin kapısında, Elene’ye hasret gidecekleri mukadderdir.
1) Zübde: Kaymak, öz.
2) Cerâd-ı münteşire: Etrafı saran çekirgeler.
3) Arş-ı ismet: Milletin iffet semâsı.
.
Maarifin Va’dettikleri
Ülke saadetinin sağlam ve ümit verici olması, bugünkü nesillerin ciddiyetle ele alınmasına ve geleceğe göre kalb-kafa bütünlüğü içinde yetiştirilmesine bağlıdır. Günümüzün talihsiz gençleri, aile ihmâlkârlığının bağrında hayata gözlerini açtı ve kendini insafsız bir çevrenin, merhametsiz hâdiselerin, öldürücü fikir akımlarının ve felç edici neşriyatın kucağında buldu. Yarınları omuzlarında bayraklaştıracak olan bugünün dinamik güçleri, hâlihazırdaki durumun boğucu tesirinden kurtarılarak onlara kendi irâdeleri ile var olma ve yaşama yolunu göstermek, zamanımızın idareci ve zimamdârlarına1 düşen rabbânî bir vazifedir.
Yarınları kendilerine emanet edeceğimiz bu gençler, eğer irâdeleriyle var olma yolunda ciddî bir terbiye almaz veya alamazlarsa, diğer canlılar gibi, hatta daha aşağı bir seviyede, şehvet, hiddet, hırs misüllü alçaltıcı hislerin ve yetiştiği çevreden aldığı fena huyların baskısı altında kalır giderler ve bir daha da bu mahkûmiyetten kurtulamazlar. Şehvet, öfke, hırs ve verâset kanunlarının insan üzerindeki tesiri o kadar ciddî ve ağırlıklıdır ki; pedagojinin en yeni esaslarına göre, çok iyi terbiye görmüş gençlerde bile az çok kendisini hissettirmekte ve onları yanlış yollara zorlamaktadır.
İşte terbiye, pek çok maksat ve gâyeler için insan mahiyetine yerleştirilmiş bulunan bu türlü hislerin, azgınlaştırıcı tesirini kırıp onları iyiye, güzele doğru yönlendirerek zararlı gibi görünen bu duygulardan insanî kemâlâta giden yolları keşfetmek ve fertte fazilet duygusunu, irâde metanetini, düşünce kabiliyetini, hürriyet aşkını geliştirmek içindir. Hakk’a esaret ma’nâsındaki hürriyet aşkını!..
Şâyet, heves ve ihtirasların amansız pençesi altında hırpalanan nesillere, kendi ruhumuzu, iç dünyamızı aksettirici böyle bir terbiye verilmez, ahlâk ve fazilete giden yollarda onlara ışık tutulmazsa, milletimiz bugün de yarın da kargaşadan kurtulamayacaktır. Apaçık ortadadır ki kendi nesillerine soylu bir kültür ve irâdî terbiye veren milletler, geleceklerini teminat altına almış ve bütün mukaddeslerini emanet edecekleri en sağlam bekçileri keşfetmişler demektir. Çocuklarını ahlâk ve düşünce noktasında ihmâl eden cemiyetlere gelince; bunlar, yüksek değer ve mefhumlarıyla beraber, bütün bir milleti anarşi seylablarıyla baş başa bırakmış sayılırlar.
Her milletin, hayatiyet ve bekâsıyla bu kadar ciddî münasebeti olan tâlim ve terbiye mevzuu, hemen her ülkenin en başta gelen mes’elelerindendir. Bilhassa milletlerin buhranlı anları sayılan geçiş dönemlerinde, bu husus daha da ehemmiyet arzeder. Bu türlü dönemlerde ülke şartlarını kavrayamama, icraâtında, hissi mantığın üstünde tutma, plânlarını içinde yaşadığı krizli dönemin baskısı altında hazırlama ve kitlelerin hayhuyuyla şaşkınlığa düşüp yol ve yön değiştirme, millî bünyeyi, bir daha belini doğrultamayacak şekilde ırgalayacak ve yerle bir edecektir. Değil bunlar gibi ciddî mes’eleler; bu mevzuda en küçük bir hata, en ehemmiyetsiz gibi görünen bir dikkatsizlik, az bir ihmâl dahi, milleti altüst etmeye yetip artacaktır... Aslında bugüne kadar cemiyet fertlerinin hazan vurmuş yapraklar gibi savrulup gitmesi de hep iyi bir terbiye alamamış olmasından ve kültürsüzlükten kaynaklanmıştır. Yine de bu hassas nokta, daha az ehemmiyeti olan mes’elelerin yanında unutulup gidecekse “ya sabûr!” deyip bir hayli zaman daha Heraklit’imizi beklememiz icab edecektir.
Kanaatimce, bugün en ciddî, en derin, en büyük mes’e-lelerden daha büyük, daha hassas bir mes’ele varsa, o da geleceğin nesillerini kendi ruh kökümüze bağlı olarak yetiştirmek ve onları her türlü yabancılaşmadan kurtarmak mes’elesidir! Buna göre, bugün talim ve terbiye adına gösterilecek her gayret, yarının emniyet ve saâdetini; her ihmâl ve lâkaytlık da geleceğin sefâlet ve perişaniyetini netice verecektir.
Şu anda olsun, günümüzün mesûlleri, kitlelerin yıllar yılı perişaniyet ve derbederliğine sebebiyet veren hususları yeniden gözden geçirerek, ona göre bir bakış ve geleceğe aydınlık getirecek objektif bir anlayışla çocuklarımızın yetiştirilmesini ele almazlarsa, bu ülke ve bu millete çok yazık olacaktır.
Şimdi olsun, dünü bugünle, bugünü de yarınla iç içe ve müşterek mütalâa edebilecek, çağını idrak etmiş nesiller yetiştiremezsek -maâzallah- zamanın insafsız dişleri arasında çiğnenip gitmemiz mukadderdir. Evet, bulunduğu muhitin şartlarına göre duygu ve aletlerle teçhiz edilemediğinden ötürü inkiraza uğrayıp giden canlılar gibi, yaşadığı devri idrak edememiş milletler de yerlerini, var olmaya daha müsait başkalarına bırakır, mahvolur giderler. Tarihte yok olup gitmiş milletlerle nesli tükenmiş bir kısım canlı fosiller, Yaratıcı Kudret’in aynı kanunlarını göstermesi bakımından ne müthiş bir tablodur!
Mısır medeniyeti, Roma imparatorluğu, Endülüs kültürü, Osmanlı cihangirliği ve daha niceleri.. hep aynı gaddar dişler arasında çiğnenip gitmişlerdir. “İşte onlar, işte perişan yurtları!!” sönük bir renk, ölgün bir iz ve etnoğrafik bir kısım enkâz... Genç nesilleri belli bir gaye ve belli bir ideâl istikametinde ele almayan milletler için aynı korkunç girdap bütün ürperticiliğiyle ağzını açmış beklemektedir. Buna karşılık, çocuklarımızın ruhunda mayalayacağımız irâde gücü, terkipçi düşünce ve Hakk sevgisi, onları her türlü uyuşukluktan, yılgınlıktan, beklenmedik şeyler karşısında paniğe kapılmaktan kurtaracak ve çalışmaya şevklerini kamçılayarak, onlarda hamiyyet ve gayret düşüncesi uyaracaktır.
Günümüzün idareci ve zimamdârları, ilmî ve içtimâî hayatımızı yaşadığımız devir itibariyle nazar-ı itibare alma ve dünden bugüne, bugünden de geleceğe geçiş yollarını tesbit edip, yarınki nesillerin nasıl yetiştirileceği hususunu en parlak çizgileriyle belirleme, tâmim ve tâkib etme mecburiyetindedirler. Böyle bir düşünce ile şahlanmış ateşîn dimağların, aşk ve heyecanla coşan gönüllerin, bu mes’elenin üzerine yürüyecekleri güne kadar vatan ve milletin geleceğinden emin olmak ve ülkenin yükseleceğini beklemek oldukça zordur.
1) Zimamdar: İşi elinde tutan.
.
Nesillerin Maarifden Bekledikleri
Nesillerin Maarifden Bekledikleri
Tâlim ve terbiyeden ne anlamalıyız? Nesiller, nasıl ve ne suretle terbiye edilmelidir? Onlara, neleri, nasıl ve niçin okutmalıyız? Ve bu kudsî vazîfeyi kimler görecektir?
Terbiye ile alâkalı mevzûları ele alırken, kendi kendimize soracağımız bu suâllere, inandırıcı cevaplar bulma mecburiyetindeyiz.
Hedef ve gâyesi belirlenememiş bir talim ve terbiye sistemi, nesilleri şaşkına çevireceği gibi, nelerin nasıl öğretileceği ve terbiyede takip edilecek usûl ve metodun neler olacağı bilinmeden, gençlerin kafa ve ruhlarına yerleştirilen şeyler de onları sadece birer bilgi hamalı yapacaktır.
Milletlerin içtimaî yapılarıyla, terbiye usûl ve esasları arasında açık bir alâka, yakın bir bağ mevcuttur. Millet fertlerine nasıl bir terbiye verilirse, toplum da yavaş yavaş giderek o şekli almaya başlar. Zira, bugün yetiştirilen nesiller, yarının yetiştiricileri olarak vazife başına geçecek ve üstadlarından aldıkları aynı şeyleri, çıraklarının gönüllerine boşaltacaklardır. Milletlerin, cismanî varlıklarını devam ettirmelerinde, evlenme ve üreme ne ise onların ahlâkî ve içtimaî hayatları için terbiye de aynı şeydir. Evlenme mevzuunu sağlam esaslara bağlayamamış milletler, kendilerini inkirazdan kurtaramayacakları gibi, cemiyetin rûhî ve ahlâkî durumuna gereğince ehemmiyet veremeyen milletler de kat’iyyen uzun süre varlıklarını sürdüremeyeceklerdir.
Bir milleti meydana getiren fertlerden her biri, az çok diğerine tesir eder veya ondan birşeyler alarak onun tesirinde kalır. Bunun gibi an’ane ve gelenekler, uzak-yakın çevrenin tesiri de yetişmede önemli birer yer işgâl ederler. Bir âile reisi kendi âile fertleri arasında, milleti idare edenler de cemiyetin çeşitli kesimleri ve fertleri arasında kuvvetli tesir ve nüfûza sahiptirler. Buna göre, bir milletin kabiliyeti ölçüsünde yükselmenin en son noktasına ulaşması ve fonksiyonunu tamı tamına edâ etmesi, o milleti meydana getiren fertlerin düşünce, tasavvur, kültürüyle ve zimamdârlarının da plân, basîret ve hasbîlikleriyle yakından alâkalıdır. İdare edenlerin eğilip fertleri görüp gözetmeleri, fertlerin de birer içtimaî varlık hâline gelme yolundaki gayretleri, bir taraftan “herkes çoban ve herkes güttüğünden mes’ûldür” prensibinin, diğer taraftan da “yaşama yerine yaşatma zevkine” göre akort olmanın ifâdesidir.
Nesillerin yetiştirilmesiyle meşgûl olanlar, bu vazifeyi hangi nam altında yerine getirirse getirsinler, üzerlerine aldıkları mes’ûliyetin büyüklük ve ehemmiyetini bir an bile hatırdan çıkarmamalıdırlar. Bizler, çocuklarımızın geleceğini teminat altına alma uğrunda, her yolu dener, her ihtimâli değerlendirir, onların hiçbir şeye muhtaç olmamaları için her sıkıntıyı göğüsler, her zorluğa katlanır, onlara “cennet-âsâ” 1 bir dünya hazırlamaya çalışırız. Acaba onları, gerçek sermaye olan ahlâk ve fazilete yükseltemediğimiz; idrak ve kültürle istikrara ulaştıramadığımız zaman, bütün himmet ve gayretlerimiz boşa gitmeyecek midir?..
Evet, bir milletin en büyük sermayesi, ta’lim ve terbiyenin bağrında gelişen kültür, irâde sağlamlığı, ahlâk ve fazilet sermayesidir. Bu sermayeyi elde eden milletler, cihanları fethedebilecek bir silahı yakalamış ve dünya hazinelerini açabilecek sırlı bir anahtara mâlik olmuş sayılırlar. Aksine, bu terbiye ve bu anlayışa yükselememiş yığınlar, ilerde verecekleri hayat mücadelesinin daha ilk raundunda nakavt olup eleneceklerdir.
Eğer nesillerin dimağları yaşadıkları devrin fenleriyle, gönülleri de ötelerden gelen esintilerle donatılarak, rûhlarında birer fener hâline getireceğimiz tarih menşuruyla, onları geleceğe baktırabilirsek, inanın; bu uğurda sarfettiğimiz şeylerin en küçük parçası dahi heder olmayacaktır! Heder olmak şöyle dursun, kat kat fazlasını dahi alacağımız söylenebilir. Hatta diyebilirim ki; nesillerin yetiştirilmesi uğrunda harcanan her kuruş, o sağlam gönüllerde, o terbiye görmüş rûhlarda âdeta bir gelir kaynağı hâline gelecek ve milletçe, bitip tükenme bilmeyen bir hazine elde etmiş olacağız.
İyi bir terbiye görmüş ve yetiştirilmiş nesiller, hayat mücadelesinde, karşılarına çıkan her engeli göğüsleyebilecek, maddî-manevî her çeşit zorluğu yenebilecek ve hiçbir zaman ümitsizliğe düşmeyeceklerdir. Böyle bir idrakten mahrum tâlihsizler ise babalarından intikâl eden maddî serveti, har vurup harman savurdukları gibi, mânen de hep boşlukta, sallantıda ve karamsar bir hayat geçirecek, sonra da sefâletin kuduz dişleri arasında kahrolup gideceklerdir.
Bugün yolların ayrımında; kendi evlâtlarını ya insanlığa yükseltme veya insan azmanı olmaya terk etme mevkiinde bulunan zimamdarlar, nasıl Kaf dağından ağır bir sorumluluk yüklendiklerini düşünerek, yıllar yılı ihmâllerin meydana getirdiği ciddî çürümelere karşı; daha sağlam, daha tutarlı tedâvi yolları bulma mecburiyetindedirler. Yoksa bugüne kadar, çeşitli erozyonlarla, ellibin defa varlığının en kıymetli cevherlerini meçhûl denizlere kaptırmış bahtsız nesiller, bütün bütün “kuvve-i inbâtiye” lerini2 kaybederek, tamamen verimsizleşecek ve bir daha da kendi özleriyle varlığa eremeyecek, geçmişteki ihtişamlarına ulaşamayacaklardır.
1) Cennet-âsâ: Cennet gibi.
2) Kuvve-i inbâtiye: Nebâtı bitirme, tohumu yere dikip yeşillendirme hissi.
.
Utanma Ufku
“Geçmişin şanlı ve ibret dolu sayfaları ve hâlin düşündürücü tabloları karşısında, kimbilir şimdiye kadar, içlerinde burkuntu, ruhlarında hüzün niceleri ağlayıp inledi. Niceleri; şanlı fakat gurûru rencide olmuş bir milletin; muhteşem, fakat hırpalanmış bir devletin; her tarafı “bağ-ı irem” ken, vîrânelere dönmüş bir ülkenin, yürekler acısı umumî manzarasıyla âh u efgân ederek iki büklüm olup gitti.
Kaç defa insanımız, Eyyûb (a.s.) gibi hayat çeşmesinin çağıltılarını duyup sevindi, kaç defa Yakub (a.s.)’un hasreti içinde, Mısır’dan gelen gömleğin kokusundan dem vurup avundu ve kaç defa, şafak sonrası, yıllar süren bir upuzun gecede, elinde ümitten meş’ale, gözleri dolu dolu “seniyye-i vedâ” 1 türküleriyle güneşin yakında doğacağını mırıldanıp durdu... Aslında, bugüne kadar bir buhurdanlık gibi tütüp duran, gözlere aydınlık bu müjdeler olmasaydı, belki de biz ve ülkemiz bir bilinmez karadeliğe kapılarak zâyî olup gidecektik.! Evet, bin hasret ve iştiyak, bin ümid ve azimle, geleceğe açılanların ak ikliminde, birbirini kovalayan ışık tufanları sâyesindedir ki toplum, şu karmakarışık labirentlerde özünü koruyabildi ve millet, kendi orijiniyle bugünlere geldi ulaştı.
Nesiller; yüzleri ak, alınları açık, buradan göçüp giden bu aydın sîmâları, ebedlere kadar hep hayırla yâd edecek ve ruhlarında yaşatacaklardır.
Selâm; sînelerimizde “yâd-ı cemîl” olarak kalıp giden dostlara! Selâm; mukaddes mefkûresi uğrunda dünyayı ve hayatı hakîr gören ruhlara! Selâm; yarınlar, öbürgünler için toprağa tohumlar saçıp, sonra da arkasına bakmadan çekip gidenlere! Selâm; milletinin inanç ve düşünce istikâmeti yolunda, cehennemin alevleri içinde yanmaya râzı olmuş zirve insanlara! Selâm; hayatını kan-ter içinde yaşayıp arkadan gelenlere azim ve mücâdele yolunu açanlara..!
Onlar, bütün bütün yaşama zevkinden sıyrılarak başkaları için var oldu ve başkaları için yaşadılar. Onlar, bugün ve yarın kendilerini utandıracak şeylerden uzak kalmasını bildi, sonra da izzetleriyle buradan göçüp gittiler.
Millet binbir ızdırap içinde kıvranırken, onun dertlerine âşinâ olmayan çehreler utansın! Yıkılan düşünce dünyası, eriyen toplum ve yitirilen nesiller karşısında irkilmeyen ruhlar utansın! Taş taş devrilip yerle bir olan bir muhteşem medeniyet enkâzı arasında, gözü yaşarmadan, gönlü hoplamadan dolaşıp duran gamsızlar utansın! Kurumuş sularımızı, bozulmuş bağlarımızı, yıkılmış köprülerimizi, harab olmuş yollarımızı görmeden geçip giden körler utansın!
Utansın, ovayı çölleştirip obayı kirletenler; etrafa habâset saçarak karayı, denizi yaşanmaz hâle getirenler! Utansın, enkaza destan kesenler; yosun tutmuş mihrablar, örümcekli tavanlar karşısında ürpermeyenler! Utansın, elde ettikleri fırsatları değerlendiremeyip fertleri âtıl, müesseseleri de verimsiz bırakanlar! Utansın, ölülerin sırtında hakkı-ı temettü2 arayanlar ve kefen soymayı sanat edinenler..!
Utanıyorum; yıkılıp giden hayâ hissinden ve ortalığı saran yüzsüzlükten! Utanıyorum, milletime karşı vefâsızlıktan ve onun çeşitli erozyonlarla aşınıp gitmesi karşısında hissizlikten, umursamazlıktan! Utanıyorum, hakkı tutup kaldıramamadan ve onu bâtılın savletinden kurtaramamadan! Utanıyorum, mâzînin gürültülerini ruhumda duyamayışımdan; hiç olmazsa, izzetle ölüp gitmeyi, zilletle hayata tercih edemeyişimden! Utanıyorum, irtikâb ettiğim haksızlıklardan, ufkumu saran hiyânetlerden ve ruhumu karartan aldatmacalardan! Utanıyorum, mürâî çehrelerden, sahte davranışlardan, samîmiyet bilmeyen ruhlardan..!
Gönlümdeki kasvetten, duygularımdaki sefâletten, vicdanımı çepeçevre saran zilletten utanıyorum! Milletim uğrunda şahsî zevklerimi terk edemeyişimden, onun dertleriyle seccâdemi ıslatamayışımdan ve onun ızdıraplarıyla nefsimi, yurdumu, yuvamı unutamayışımdan utanıyorum!
Keşke, toplumun ma’nâ ve ruh sefâleti karşısında, ürpermeyen gönüllerimizden, yaşarmayan gözlerimizden utanabilseydik! Keşke, yıllar yılı insanımızın câhil ve görgüsüz bırakılışından, gençliğin insafsızca ihmâl edilişinden utanabilseydik! Keşke, bugünün işini yarına, yarınınkini de öbür güne bırakmış olmamızdan ve hâlledilmedik dağlar kadar problemlerden utanabilseydik! Tarihten ve gelecek nesillerden utanmasak bile, keşke Allah’dan utanabilseydik!
1) Seniyye-i vedâ: Medine-i Münevvere’ye girişte Efendimiz’in (a.s.) ilk defa görüldüğü tepe.
2) Hakk-ı temettu: Kazanç hakkı
.
Işık Süvarileri
Yıllar var ki milletimiz, bütün müesseseleriyle bir varoluş mücâdelesi içinde çırpınıp durmaktadır. Değişik çizgi ve değişik buudlarda cereyan eden bu mücâdelede, insanımıza gerçek diriliş vâ’deden çaplı hamleler olduğu gibi, onu özünden uzaklaşdıran, miyoplaştıran ve başını döndürerek yoldan saptıran gayretler de eksik olmamıştır.
Hemen her zaman bir yanda, ızdıraplı sînelerde, sonsuzdan gelen aydınlık ve esintilerle ortaya çıkan ve milleti “ba’sü ba’del-mevt” e götüren hakîki mücâdele; diğer yandan da his, heves ve ihtirasların bağrında gelişen reaksiyoner, sunî ve yapmacık mücâdele devam edip durmuştur. Yıllar yılı kültürsüz ve görgüsüz bırakılan yığınlar, bu mücâdelenin hakîkisinin yanında yerini aldığı gibi, çok defa, sahtesine aldandığı da olmuş ve yıldız böceğini yıldız; sineği kartal, saksağanı da tavus zannederek, tereddüt ve yanılmalara düşmüştür. Ama; bu yanılmalar kat’iyyen uzun sürmemiştir. O, yeniden toparlanarak kendine gelmiş ve yoluna devam etmiştir.
Evet, Sâmirî’den Müseyleme’ye, ondan da nifak şebekesinin reislerine kadar, peygamberâne tavırlarla ortaya çıkan bilumum yalan ve bâtılın temsilcileri; muvakkaten, cehâlet ve muhakemesizliğe vize ettirdikleri beraatlarla, bugüne kadar cemiyetin çeşitli kesimlerinde varlık gösterip yığınları iğfâl etmişler ise de ışığın tufan-tufan yayıldığı ve karanlığın hırıltıya düştüğü günümüzde, mihrabını bulmuş aydın gönüller için, öyle inanıyoruz ki artık bunlardan hiçbiri bahis mevzuu olmayacaktır. Zîra bugünün insanı, artık kat’iyyen dünün insanı değildir. O, yıldızların kolları arasında sergilenen, Yaratıcı Kudret’in donanma gecesiyle, çocukların havaya saldıkları fişeklerden meydana gelen sunî ışık oyunlarını, birbirinden tefrîk edecek kadar kendinde ve idrâkiyle iç içedir.
Şimdiye kadar insanlık tarihindeki her gerçek diriliş, ölümsüzlüğe ermişlerin ak ikliminde bir tomurcuk gibi belirmiş, sonra da gelişip gitmişti. Nefis ve benlikleri îtibâriyle başları yokluğa ulaşmış bu dev-âsâ kâmetlerdir ki ne kabirden korkarak geriye durmuş ne de hayat endişesiyle sarsılmışlardır. Korku ve endişe şöyle dursun, dostlara visâl kapısı saydıkları kabri ve ölümü gülerek karşılamış, hatta o yoldaki vesîleleri âdeta alkışlamışlardır.
Onların düşünce dünyalarında, ne varlığa bağlanıp onunla övünme ne de kaybettikleri şeyler karşısında mahzûn olma vardır. Gönülleri ebed melodilerine göre akord olmuş bu olgun ve doygun ruhlar, bütün gökler yıkılsa ve onlar altında kalsalar, ihtimâl ki başkalarına müthiş görünen bu manzara, onlarda sadece hayret ve hayranlık uyaracaktır!
Onlar iç yapıları itibâriyle insanlığın başı üstünde semâ gibidirler; bulutlanınca yağmurla imdâda koşar, açılınca da güneşten huzmelerle... Meyvedâr ağaç gibidirler; kâh çiçekleriyle yüzümüze gamze çakar gönüllerimizi hoplatırlar, kâh meyveleriyle çevrelerine tebessüm yağdırırlar... Bunlardır ki;
Ötelerden gelen sırlarla coşar,
Ellerde meş’ale ha bire koşar,
Derin vâdiler, sarp yokuşlar aşar,
Işık olur meltem olur eserler...
Kendini aşamamış, ruhunda ölümsüzlüğe erememiş derbeder gönüller ise yer yer ölüm ve zevâle takılıp kalırlar; vakit vakit bedenî hazlarında boğulurlar ve zaman zaman da nefsânîlikleriyle târumâr olup giderler. Perspektiflerinde ikbâl hırsı, sînelerinde şöhret arzusu, ruhlarında şehvet hissi ve bencilliğin kurutucu fırtınalarıyla her an hazâna maruz bu tâlihsizler, hep inançsız, hep ümitsiz ve hep karamsar oldukları için, ne peşi peşine sökün edip gelen baharlar ne de yukarılardan akıp gelen nurlar, onların gönüllerinde en ufak bir ümit kıvılcımı meydana getiremez. Ego’nun öldürücü atmosferinde felce uğramış bu bahtsızlar, feleğin çarkları onların hevâ ve heveslerine göre hareket etsin isterler: Güneş arzularına göre doğsun; rüzgâr onların isteklerine göre essin; yağmurlar gönüllerine göre yağsın... Tek kelimeyle, Hakk’ın binlerce hikmeti sussun, onların hevesleri konuşsun dilerler..! Olmayacak şeylere gönül kaptırmış bu serseri ve çocuk ruhlar, hiçbir zaman umduklarını bulamaz, dolayısıyla da bedbînlikten kurtulamazlar. Onlar için;
“Emeller âdeta kuyu içinde
Hiç erilmezlerin köyü içinde
Varılmaz sâhilin “koy”u içinde,
Hicran ve yeis, yürekler pek hissiz,
Düşler kâbuslu, çevre merhametsiz...” dir.
Yer-gök farklılığı içinde birbirine zıd bu iki düşüncenin de insanımızın hayatına maya olduğu ve onu kendi rengine göre şekillendirdiği zamanlar olmuştur. Ancak, azim ve inançla gerilmiş ışık süvarilerinin rehberliğinde, toplum, gönlü îtibâriyle, yüksek ideâllere dilbeste; rûhu îtibâriyle, mızrabını yemiş tel gibi inim inim; gözleri her zaman güneşin doğduğu iklimde ve dudaklarında “seniyye-i vedâ” türküsü kanatlanıp gitmiştir. Berikilerin arkasında ise fertler ümitsiz, kitle derbeder ve millet de bu titrek ellerde yıkılıp gitmekle yüz yüze, talihsizler yığını olup kalmıştır.
Şimdiye kadar, milletçe yaşadığımız bu iniş ve çıkışları göz önünde bulundurarak, son bir kere daha, omuzumuza alıp bayraklaştırmayı düşündüğümüz diriltici hakikatı belirleyemez ve ona yürekten hizmet edeceklerin imdâdına koşmazsak, yeniden bir düzine fâsit daireler içinde boğulup gitmemiz kaçınılmaz olacaktır.
.
İlim
Günümüzde ilmî gelişmeler görülmedik bir hız ve seviyeye ulaştı ve çağımız âdeta bir sürprizler çağı haline geldi. Diyebiliriz ki; şu son çeyrek asırda , ilmin insanoğluna armağan ettiği yeni buluş ve keşifler, önceki devrelere ait bütün buluş ve keşiflerden daha fazla olmuştur. Gün geçmiyor ki mikro âlemden- makro âleme kadar çok geniş bir sahada, bir sürü yeni yeni şeyler ortaya konmasın ve varlığa ait bir yığın meçhûl ve karanlık noktalar aydınlığa kavuşturulmasın. Atomlar âleminden nebülozlara, canlılar âleminden insan uzviyatına (organizma), teknoloji ve elektronikten lazere kadar sayısız keşif ve tesbitlerin hemen hergün, gazete ve mecmualar vasıtasıyla dünyanın dört bir bucağına yayıldığını duyuyor, ya seviniyor ya da korku ve paniğe kapılıyoruz.
Bu hız ve tempo ile gelişen ilim ve teknolojinin, çok yakın bir gelecekte, topyekün kanaat,düşünce ve ilim anlayışına tesir edebilecek, yeni keşifler ortaya koyacağı da gözden ırak tutulmamalıdır. Dönüp yakın geçmişimize baktığımız zaman, dünden bugüne, çok şeyin değişmiş olduğunu görürüz. Daha dün, herkesçe değişmezliği kabûl edilen Galilello’nun mekân telâkkisi, Newton’un câzibe-i umumiyesi (genel çekim) yerlerini “rölativizm”e terk ederek bugün tarihî birer faraziye (teori) hâline geldiler. Maddenin, herşeyin esası olma görüşü, bir hayli zamandan beri, herkesin kuşkuyla baktığı bir mevzu olmuştu. Bugün ise artık madde kadar, madde ötesi şeylerin de kendilerine has çizgide, araştırıcının perspektifine girdiğini görüyoruz. Öyle anlaşılıyor ki yakın bir gelecekte, madde kadar anti-madde, atom kadar anti-atom, ilim mahfillerinin müşterek araştırma mevzuu hâline gelecek ve fiziğin ele alındığı her yerde, mutlaka, metafizikten de bahsedilecektir.
İlim, “duyu organlarımız”la kavranan nesnelerle meşgul olur. Bunun dışında kalan gerçekleri de tecrübelere dayanılarak elde edilen neticelerin ışığı altında izah etmeye çalışır.Duyularla (hasse) tesbit edilememiş, doğruluğu ispatlanamamış bilgilere ise -ilmî metodolojiyle, gerçek olduğu belirleneceği âna kadar- bünyesinde yer vermez. Meselâ: Gözle gördüğümüz şeylerin keyfiyetleri bir tarafa, onların sabit birer hakikat olduğunda kimse tereddüt etmez. Keza; kulaklarımızla duyduğumuz, dokunarak hissettiğimiz ve diğer duyu organlarımızın sahasına giren eşya için de, aynı şeyleri düşünebiliriz... Duyu organlarımızla varlığını sezemediğimiz “manyetik” ve “elektronik” alanların mevcûdiyetini ise pusula ve benzeri aletlerle tesbite çalışırız. İlim, bugün, sahip bulunduğu alet ve vasıtalarla, ancak bu kadarını tesbit edebilmekte, “elektrik”, “manyetik” ve “kütle-çekim” sahalarının dışına çıkamamaktadır. Bu alanların mevcudiyet ve keyfiyetini ispatlayacak alet ve vasıtalar keşfedildikçe, bunlar da ilmin araştırma mevzûu içine girecektir.
Bu itibarla günümüzde, ilmin herşeyi ihâta ettiğini ve gidip nihaî hedefine ulaştığını iddia etmek, hem büyük bir yanlışlık, hem de fennin ortaya koyduğu şeyleri görmemezlikten gelmenin ifâdesidir. Aslında bugün, ilmin ortaya koyduğu keşif ve buluşlara bakıldığında, bildiklerimizin, bilmediklerimizin yanında “hiç” denecek kadar az olduğu görülecektir. Bunun aksini iddia etmek, hem realitelere aykırı, hem de mevcutla yetinme gibi, bir himmet zaafı ve bir irticaî harekettir. Her devirde, ilmin ulaştığı noktaları, varılabilecek en son hedef telâkkî edenler, böyle düşünmekle ilmî araştırmaların yolunu tıkamış ve kültür hayatının sîmasını karartmışlardır.
Onun için bizler, bugüne kadar öğrenip bildiklerimizin, yeni baştan kritiğe tâbi tutulmasını, eski bilgilerimizin, yeni keşiflerin ışığı altında tekrar ele alınmasını; hem yanlışlarımızın düzeltilmesi; hem de mevcut tıkanıklıkların açılması bakımından zarûrî görmekteyiz.
Evet, yeniden semâ ve yeryüzünün umumî durumları; birbirleriyle olan münasebetleri; gece ve gündüzün düzenli şekilde, ard arda gelmesi; canlı-cansız varlıkların kendi dünyaları içindeki hususiyetleri; insan ve hayvan organizmasının hareket, fonksiyon, hedef ve gâyeleri; nihayet toprak-su, bunların terkipleri ve canlılarla olan münasebetleri mutlaka ele alınmalı ve modern metodlarla tahlile tâbi tutulmalıdır. Ancak bu suretle, ilmî araştırma usûlüne (ilmî metodoloji) göre ispatlanamamış nazariyeler, yanlış tesbitlerle ortaya konmuş kaideler, yeni baştan gözden geçirelecek ve yanlışlar düzeltilmeye çalışılacaktır.
Bir ilim adamı için usûlüne göre araştırma yapmak, ilmin haysiyetine saygılı olmanın ifâdesidir. İlim yapıyorum diyerek, ispatlanamamış faraziyelerle, ilim yuvalarını meşgul edenler, hem yığınları aldatmış, hem de ilmin haysiyetiyle oynamış olurlar.
En basit şekliyle ilmî bir araştırmada usûl şudur: Evvelâ mevzu belirlenerek, öğrenilmek istenen şey açık-seçik olarak ortaya konur; sonra o mevzuda, daha önce yapılmış araştırmaların neticeleri gözden geçirilir; daha sonra, toplanıp değerlendirilen bu bilgilerden elde edilen sonuçlar tesbit edilir; yapılan bu tecrübelerle ortaya konan neticelerin, doğru olup olmadığını tam tayin etmek için, bir düzine yeni denemelere girişilir; bu denemelerle, ortaya konan nazariyenin doğrulanmadığı görülürse, yeniden başa dönülerek, daha başka araştırmalar yapılır; bilgiler toplanır ve eski-yeni bilgiler bir araya getirilerek, bu bilgilerin ışığı altında nazariyeye yeni şekil verilir. Böylece, tecrübelerle gerçek olduğu ortaya konan şeyler kaydedilir; sonra da sabit bir prensip hâline getirilmek istenen bu gerçeğin, umumileştirilip umumileştirilemiyeceği araştırılır; umumileştirilebilecekse, onunla benzeri hâdiseler arasındaki münasebetler değerlendirilerek bütünlük teminine gidilir.
Modern metodolojinin de benimsediği bu araştırma usûlü, ilmî tesbitler için “objektif”, bir usûldür. Binaenaleyh, böyle bir usûlle araştırmaya gidilmeden, bir şeyin doğru ve sabit olduğunu iddia etmek ve ona ters gelen şeyleri de red ve inkâr, kat’iyyen ilmî değildir. Zan ve tahminlere bina edilerek ortaya sürülen düşünceler, sadece birer nazariye ve bu nazariyelere dayanılarak elde edilen umumî kaideler de birer aldatmacadır. Bu türlü zan ve tahminlerle ilmî gerçeklere gidilemeyeceği gibi, bunlara dayanılarak, müşahede veya sıhhatli haberlerle teyid edilmiş, ya da usûlüne göre ispatlanmış hakikatler de inkâr edilemez.
.
Fikir Çilesi
Bugün hemen herkes, geleceğin mamûreleri için formüller arayıp durmaktadır. Biz, mızrabımızı bir kere daha ızdıraplı gönüller hesabına vuracak ve “fikir çilesi!” deyip inleyeceğiz... Izdırapsız gönüllerde, zonklamayan şakaklarda, rahata alışmış ruhlarda yapılacak tenbihin tesiri ne olursa olsun, bizler insanımızın gerçek ma’nâda mutluluğa ermesini, fikir çilesiyle pişmiş şerha şerha sînelerin aydınlık düşüncelerine teslim olmada görmekteyiz.
Bütün varlığı, sabah-akşam ruhunda hallac edip iplik iplik savuran, sonra da onu çeşitli kaneviçelerden geçirerek rengârenk gergefler hâline getirip teşhir eden bu muzdarip, fakat duru gönüller, durmadan arılar gibi dört bir yana seferler tertib edecek, rastladıkları çiçeklerin yapraklarına tahtlar kuracak ve onlara bal olma düşüncesini fısıldayacaklardır. Yerinde emekleyecek, yerinde kanatlanıp pervaz edecek; yüreğinde hep sancı, şakaklarında zonklama; uyuyamadığı haftalar, dinlenemediği aylar ve istirahat etme fırsatını bulamadığı yıllar, peşi peşine uçup gidecek de o bunların farkına bile varamayacakdır. Mevlânâ anlayışıyla hep bir pergel gibi kalacak: Bir yanıyla halkın içinde, diğer yanıyla da Hakk’la beraber... Her lahza, O’nun, önümüze serdiği eserleriyle coşacak, tekrar tekrar gerilip huzuruna varacak... Sonra da tadıp doyduğu o akıl almaz ruhanî zevkleriyle, halkın içine dönerek derin bir vazife şuuruyla kanatlanacaktır.
Günde birkaç defa düşünce mekiğini, yerle-gök arasında gezdiren ve her seferinde gönül atlasına yeni renk ve yeni buudlar kazandıran bu kudsîler ordusu sayesinde bizler, dimağlarımızda mihrab bağlamış küflü düşüncelerden sıyrılmaya muvaffak olur ve yosun tutmuş gönüllerimizi arındırarak insanlığımızı hatırlarız. Pencere ve kapıları sonsuza karşı dâima açık ve dâima onunla harman olan, kuşları dinleyip ağaçlarla inleyen; yıldızları okuyup denizlerle dertleşen; esen yelden, yağan yağmurdan, uçan kuştan, düşen yapraktan aldıkları ayrı ayrı mesajlarla gönüllerinde Hakk’la konuşan; “yol bu!” deyip süvarisini bulmuş bir küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşan bu Hakk katının kutluları, halk içinde gam yükünü çeken birer hamal, onların ızdıraplarını sînelerinde yaşayan birer müşfik hekim; elemde lezzete, ızdırapta mutluluğa ermiş birer teslimiyet eridirler.
Başlangıcı ve sonu düşünülmeyecek kadar geniş şu mekân boşluğunda, şimşeklerin ışığı, yıldırımların gürültüsü, güneşin rengârenk cilveleri, havanın tatlılık ve güzelliği, aydınlık kollarıyla hep onların düşüncelerini sarar, bahar çiçekleriyle, yaz olgunlaşmış meyveleriyle onlara birer fikir sofrası olur. Duyup sezdiklerinde, tadıp bildiklerinde, güzeller güzelinden çizgiler görür ve O’ndan fısıltılarla ürperirler. Onların irfanlaşan fikir ufkunda, nizam kendine has diliyle bambaşka şeyler mırıldanır; ışık renklerle sarmaş dolaş olur, ruh bu bezme pervane kesilir. Zaman gelir, yıldızlar ayakları altında toz ve ayaklar altındaki tozlar da nebüloz olur.
Ebedleşen gönüllerinde, kurup yaşattıkları cennetlerden ötürü, ne aşk ve şevkleri söner ne de çektiklerinden dolayı geriye dönerler. Her sabah yeni bir ümit, yeni bir şevkle ufkumuzda güneşle beraber doğar ve bize ötelerden birşeyler fısıldarlar.
Bugün topyekün dünya, hayatı güzellikleriyle kavramış ve bir mercan sabrı ve sessizliği içinde,ruhunda mayaladığı gerçeği her bucağı aşılama ateşiyle yanıp tutuşan bu kutlular kervanının yolunu gözlemektedir.
Bunlar makam ve mansıp, nam ve şeref sevdasına kapılmayacak; hep doğruluğun, emanetin, vazife şuuru, akıllılık ve iffetin timsali olarak kalacaklardır. Kusurlarını bilip nedametle kıvranacak, başkalarına karşı da Yaratıcı’nın tanıdığı müsamaha hakkını son sınırına kadar kullanacaklardır.
Servet yerine davâ ve düşünce şerefinin, menfaat yerine gerçeğin, lüzumsuz gösteriş yerine alçak gönüllülüğünün; şiddet, hiddet, öfke yerine yumuşaklık ve anlayışın koruyucusu olacak; istidat ve kabiliyetlerinin bütününü, evvelâ kendi dünyalarının, sonra da umum insanlığın gerçek hayata ermesi ve yükselmesi uğrunda seferber edeceklerdir. Yalan ve aldatmaya ruhlarında yer vermeyecek, bencillik ve gururdan, yılandan çiyandan kaçar gibi kaçacaklardır.
Önceden belirlenmiş yüksek ideâlleri ve mâkul mefkûreleri istikametinde şerefle ilerlerken, karşılarına çıkan engelleri, çelikleşmelerine vesile sayacak,darılmalara ve kırılmalara düşmeyeceklerdir.
Ve birgün gelecek onların, nefis ve bencillikleri adına yokluğa erdikleri aynı noktada, yarınki nesillerin baharı alkışlayan coşkun nârâları duyulacaktır
.
Kayan Yıldızlar
Ümitle şahlanıp şevkle gerildiğimiz şu günlerde, semamızda kayan her yıldızın, beynimize saplanmış bir zıpkın gibi yüreğimizi hoplatmasına karşılık; daha şevkli, daha canlı olmamız gerektiğini düşünüyor ve ahd u peymanlarımızı bir kere daha gözden geçirme lüzumunu duyuyoruz: Hakk yolunda olmayı hayatımızın gâyesi bilecek; mala menala meyletmiyecektik! Ellerimiz zonklayan şakaklarımızda, milletin yolunu aydınlatacak ve kendini yiyip bitiren bir mum gibi eriyip gidecektik! Ayaklarımızın ucuna kadar gelen dünya ve onun ziynet ve debdebesini itecek; halkımızın îman, ümit ve gelecekteki mutluluğu adına şahsî haz ve saadetlerimizi, ne burada ne de ötelerde aramayacakdık! Gök, bütün yıldızlarıyla kaldırım taşları gibi ayaklarımızın altına serpilip, o âlemin kudsî sakînleri de istikbâl ve perdedarlığımıza koşsaydı, biz yine soluk soluğa insanımızın imdadına koşacak ve onu yükseltme yolunda Kaf dağından ağır yükleri omuzlayarak ona hizmet yolunu seçecektik... Bayırlarımızı, kar çiçeklerinin sardığı gün gelince de vazifemizin bitmiş olduğu şuuruyla, dostların bulunduğu âleme yönelecek ve iştiyakla onlara kavuşmayı dileyecektik..!
Kaoslar göğüslene göğüslene bu günlere gelinmiş ve düşünce atlasımızın gökkuşağı gibi şu rengârenk keyfiyeti kazanması; millet uğrunda verilen hizmetlerin; öze bağlılık içinde, yeni anlayış ve yeni tefsirlerle, hâlihazırdaki duruma gelip ulaşması için, yıllarca hatta asırlarca beklenilmişti. Bu sisli dumanlı dönemde, yamaçlarımızda açan her çiçek için ayrı bir şehrâyin tertip ediyor, ufkumuzda beliren her yalancı kıvılcım ve şerâreyi ışık kaynağı diye alkışlıyorduk... Ve yine o günlerde, çevremizi saran isi-pası üzerimize inmiş “sekine” 1 sayarak aldandığımız, ölüm çığlıklarını velâdet velvelesi zannederek kendimizden geçtiğimiz, karanlığa destan keserek ışığı lanetlediğimiz; sahteliği ve sahtekârları göklere çıkarıp, kahramanlığı ve kahramanları yerin dibine batırdığımız çok olmuştu.
Biz, birkaç nesil bahar nedir bilmediğimiz için, şurada burada kış uykusundan henüz uyanmış bir-iki canlının çığlığında, yaz rüyaları görüyor, kar’a cemre düşüp buzların delinmesinde bahar türküleriyle kendimizden geçiyorduk... Derken, çevremiz yeniden, hazanla savrulan yapraklarla sarıldı. Yıldızlar, kayan kayana; yüreklerimizi korku ve ürperti sardı. Umûmî olmasa bile, bahara ermeden böyle bir hazan erken sayılmaz mıydı? Işıkla henüz kucaklaştık kucaklaşmadık, peşi peşine yıldızların kayması neye alâmetti? Müseylemelerin, Esvedlerin karanlık ikliminde, ışık süvarilerinin işi neydi? Nedendi bu yolunu yitirmişlik? Nedendi bu şaşkınlık ve geriye dönüş..?
Şöhret, bakışlarımızı bulandırdı. Şehvet bir sis gibi kalblerimizi sardı. Gurur ruhlarımızı felç edip, benlik boynumuza kemend oldu. Hasbîlik ve başkaları için yaşama düşüncesi gönüllerimizden silinip gitti; onun yerini menfaatperestlik aldı. Hepimiz benliğin (toz pembe) ikliminde tıpkı birer “süpernova” gibi şiştikçe şiştik; sonra da kendi enkaz ve küllerimiz altında ezilip gittik. Kendini benlik anaforuna kaptıran bizler, zamanla ruh dünyamıza o kadar yabancılaştık ki; hayatımız bütün bütün bir hezeyan oldu. Artık, pek çoğumuz itibariyle, aydın göremez, sâlim düşünemez, menfaat hislerinden sıyrılamaz ve diğergâmlıkla şahlanamaz olmuştuk. Azgınlaşan arzularımız, Hakk’ın isteklerinin önüne geçmiş ve yer yer rûh, nefsânîlik karşısında dize gelmeye başlamışdı. Ve tabiî, etrafımızı saran bu kadar sis ve duman içinde, aydınlık yolun yolcularından uzaklaştıkça uzaklaşmış ve nefsânîliğimizle yapayalnız kalmıştık. Daha acısı da, rûhumuz akrebin kıskacında olduğu hâlde, bizler çakırkeyf, bedenî hazlara temannâ durur olmuştuk. Gözlerimiz bağlı, karadeliklerin boy gezdiği iklimde dolaşıp duruyorduk ama; bunun farkında değildik.
Şimdi yeniden, bir hamlede sıçrayıp özümüzü bulamaz, dava düşüncemizle bütünleşemez ve kaçırdığımız kafileye yetişemezsek, zamanın acımasız dişleri arasında ezilip gitmemiz mukadderdir. Aslında biz, kendimize gelsek de gelmesek de; doğruyu, güzeli, hasbîlik ve fazîleti temsil eden kutlular, çevrenin amansızlığına, hasımların insafsızlığına, fırtınaların şiddetine rağmen yollarına devam etmektedirler ve edeceklerdir de. Azmin, inancın kollarında ve Hakk’ın inayetiyle, milleti yüceltme yolunda sürdürülen bu hizmet, karanlık ruhların ve karanlık düşüncelerin savulup gideceği âna kadar durmayacaktır.
1) Sekîne: İndiği kimseye güven ve düşmanlara korku veren semavî bir kuvvet
.
Zaman Muamması
Bizim, ileri ülkelerden, ne fizikî güç ne de ma’nevî değerlere sahib olma bakımından herhangi bir eksiğimizin olduğu kat’iyyen söylenemez. Ne var ki zamana sözünü geçirme, onunla içli-dışlı olma ve onun her parçasını bir pırlanta gibi değerlendirmeden yana, onlardan geri, hem çok geri olduğumuz da bir gerçektir.
Zaman, üzerinden geçilip gidilen bir boşluk değil; o, yakalanıp kullanılacak bir cevher, her günkü piyasa ve pazarın en kıymetli metâı ve dünya ticarethânesinde insanoğluna bahşedilmiş bir ana-para ve sermayedir. Dün ve bugün, zamanın sırrını kavrayanlar, eşyâ ve hâdiselere nüfuz ede ede onda var olmanın özünü keşfettiler. Zamanı bir boşluk telakkî edenler ise onun öğütücü dişleri arasında eriyip gittiler.
Eğer mazideki şerefli yerimizin yeniden kazanılması, ihtişam dönemimizin bir kere daha yaşanması ve milletlerarası işlerde, muvazene unsuru olmamız arzu ediliyorsa; evvelâ; zamana hâkim olmanın yolları araştırılmalı, bu ilâhî sermayenin zerresi dahi heder edilmemeli ve onu, en iyi şekilde değerlendirme usûl ve metodu nesillere ezberlettirilmelidir.
Geçmişimizin sımsıkı elde tutulması, geleceğe ait plân ve projelerin bu düşünce üzerinde gerçekleştirilmesi; bunları yaparken de herşeye, içinde yaşadığımız zamanı idrak adesesiyle bakılması bu yolun biricik esasıdır. Yoksa dün mutlu ve şanlı imişiz; bugüne faydası ne? Halihazır ve umûmî durum, rahat ve saadet bahşediciymiş; yarınlara bundan ne kalacak? Gelecek, hayâller üzerinde sırça saraylarsa bugünün bedbahtlarına kazandıracağı nedir? Evet, geçmiş, başlarda bir tâk gibi görülüp onunla övünülmelidir ama gelecek için de ölesiye gayretlerle, o seviyede hazırlanılmalıdır ki; o şanlı mazîler, kitapların güve düşmüş sayfalarında birer süslü üsture olarak kalmasın..!
Her zerresi bir hikmet dünyası, her lâhzası bir ders alma devresi olan varlık -ona dikkatle bakan uyanık ruhlar için- teşhir edilen her sayfasıyla gönüllere ilham kaynağı bir kitap, ondan duyulacak her ses de marifet aşılayan bir hitabdır.
Pırıl pırıl güneşi, masmavi semâyı, sonsuzluk düşüncesiyle kaynayıp duran uçsuz-bucaksız denizleri seyretmek; yer yer zirveler ve ovalar arasında, yerin halifesi şuuruyla çevreyi temâşâ edip durmak; teleskoplarla mekânın derinliklerini gözetleyerek uzak yıldızlarla yüz yüze gelmek; mini mini böcekler âlemine inerek onlarla içli-dışlı olmak; baharların, yazların, sonbaharların, kışların peşi peşine akıp gitmesi içinde tabiat hâdiselerini sezmeye ve tanımaya çalışmak; göz ve kulakların muhteşem dünyası üzerinde tekrar tekrar durup düşünmek; ormanların derinliklerindeki vahşî gürültüleri, rüzgârların tatlı esişini, ağaç hışırtıları ve yaprak sesleriyle beraber duymağa çalışmak; otların, ağaçların dallarında taht kurmuş gündüzün yanık bağırlı gazelhânlarını, gecenin beliğ hatiblerini dinlemek; mabedler ve başka san’at eserlerinin sîmalarında, dâhîyâne çehreleri görmeğe çalışmak; sıcağı-soğuğu, acıyı-tatlıyı, güzeli-çirkini peşi peşine seyredip zıtlardaki bütünleştirici ruhu görmek; hayatın her saniye, her salise, her âşiresine.. başka başka tefekkür tabloları takarak geleceğin dünyalarını, ruh ikliminde ve dış âlemde, ortaya koyacağımız yeni terkip, yeni tahlil, yeni buluş ve yeni keşiflerle selâmlamak... Evet, bütün bunlarla var olmak, varlığın akışına hız kazandırmak, sonra da bir hiç gibi sıyrılıp devreden çıkmak... İşte zamanla bütünleşmenin aydınlık yolu..!
Zamanın kısalığından dem vuranlar, çalışıp düşünmeye vakit bulamamadan şikayet edenler ve hep zamana sövüp ondan dert yananlar varsın gaflet ve dalâletlerinde bocalaya dursunlar; zamanın her parçasına ruhunun ilhamlarını işleyen büyük ruhlar, onu olduğundan daha fazla ve daha geniş bulmuş ve bu ilâhî armağanı değerlendirerek eşyâ ve hâdiselerin her yanını didik didik etmişlerdir. Gazâliler bu dikkat ve teyakkuzla varlığın verâsındaki gerçeği sezerek, onda ikinci bir varlığa ermiş; Mevlânalar, zamanın coşturucu soluklarıyla kendilerinden geçmiş ve bir velvele olarak cihanın her yanını sarmış; Newton’lar, bir elmanın yere düşmesi gibi en küçük hâdiseleri dahi değerlendirerek, kâinat kitabının sînesindeki “çekim kanunu”nu keşfetmiş ve zamanın herşeye yetebileceğini ispatlayıp ortaya koymuşlardı. Zamanla bütünleşmiş bu üstün kametler, geçmişin mirasını, en iyi şekilde değerlendirmiş, yaşadıkları devri tekrar tekrar hallaç etmiş, görünüp bilinecek noktaya çıktıkları andan itibaren de dünyanın dört bir yanında saygıyla selâmlanmış ve en sert kayalar üzerinde yeşeren tohumlar gibi, en ibtidâî toplumların vicdanlarında dahi kök salmışlardır.
Geleceğin bahtiyar nesilleri, zamanı değerlendirmesini bilecek; düşünürken çalışmayı, çalışırken okumayı, okurken de ideâlleri uğrunda hizmet vermeyi ihmâl etmeyecek, daima canlı, daima renkli olmasını bilecektir.
.
Örnekleri Kendinden Bir Hareket
"Örnekleri Kendinden Bir Hareket" Birkaç düzine kara sevdalı, kimsenin düşünmediği ve akledemediği bir dönemde hasret ve hicran mülâhazalarına takılmadan, “gurbet” ve “yâd eller” demeden, hedef Hak rızası açıldılar… - Allah sevgisi her şeyin başı ve bütün sevgilerin de en saf en duru kaynağıdır. - Dua, kulun Rabbine karşı iman, güven itimat ve tevhid telakkisinin bir gereğidir. - Gönül insanı, ufku, inancı ve davranışlarıyla tam bir ruh ve mânâ kahramanıdır. - Hakka adanmış ruhlar, her zaman mantık, muhakeme ve ilimlere karşı açık durur, bunu da gerçek imanın gereği bilirler. "Bir kere daha Asr-ı Saadet" sevdasıyla yollara düşen, günümüzün kara sevdalılarını anlamak için tarihe not düşen, bu yola adanmışlara vefa anlamı taşıyan bir eser.
Allah Sevgisi
Sinelerin düşmanlığa yenik düştüğü, ruhlarda bulantıların yaşandığı, kinin, nefretin bütün bütün azgınlaştığı, herkesin birbirinin kurdu hâline geldiği şu meş'um ve kapkara günlerde bizim, sudan, havadan daha çok sevgiye, merhamete ihtiyacımız olduğu açıktır. Şimdilerde sevgiyi unutmuş gibiyiz; şefkat de sözlüklerde müracaatçısı olmayan garip bir kelime. Yok birbirimize merhametimiz, insanlara sevgimiz. Acıma hislerimiz körelmiş gibi, yüreklerimiz kaskatı ve ufkumuz düşmanlık duygularıyla simsiyah.. ve simsiyah görüyoruz herkesi ve her şeyi. Hoşgörüden nefret eden bir sürü tiran bozması var her köşe başında. Diyaloğa lânet yağdıranların sayısı da az değil. Çoğumuz sürekli kavga vesilesi arıyor; yalan, iftira ve tezvirlerle birbirimizi karalıyor; dişle, pençeyle veya kan kokan sözlerle kendimizi ifadeye çalışıyoruz.
ekranlarındaki gaseyanlarımızı Arap'ın "Yâ Leylî"si gibi gündüz devam edeceğiz imalarıyla noktalıyor, hezeyana boğduğumuz hissiyatları "arkası yarın" der gibi yeni bir cedelleşme randevusuyla öldüren gerilimlere emanet ediyoruz. Kopuğuz birbirimizden ve her hâlimize aksediyor bu çözülüp dağılmalar. Bağı kopmuş tesbih taneleri gibi saçılmışız sağa sola; çekiyoruz birbirimizden, çekmediğimiz kadar gâvurlardan.
Aslında, biz Allah'tan koptuk, O da bizi birbirimizden kopardı. İnanıp sevemedik O'nu, sevilmesi gerektiği kadar; O da söküp aldı ruhlarımızdan sevme hissini. Şimdilerde, O'nsuzluğa mahkum o bomboş sinelerimizde, sürekli bencillik hırıltıları, "sen", "ben" homurtuları, "mürteci", "küfür yobazı" lakırdıları ve oturup kalkıp birbirimizi tepeleme projeleri üretiyoruz. Lânetlenmiş gibi bir hâlimiz var; hepimiz sevme-sevilme fakiriyiz; açız şefkate, merhamete, mürüvvete. Sevmemişiz ki O'nu, aldı elimizden sevgiyi, saygıyı. Şu anda olsun dönüp de O'nu sevebilsek, sevdirecek O da bizi birbirimize. Ama uzağız sevginin asıl kaynağından; yürüdüğümüz yollar bizi O'na götürmüyor; belki daha da uzaklaştırıyor. Yıllar var ruhlarımıza sevgi yağmıyor; bir zamanlar o sağanak sağanaktı. Gönüllerimiz kupkuru çöller gibi; iç âlemimizde bir sürü boşluk.. boşluklar da âdeta yılan-çıyan yuvası. Bütün bu olumsuzlukların bir devası var; o da, Allah sevgisi...
Allah sevgisi her şeyin başı ve bütün sevgilerin de en saf, en duru kaynağıdır. Hep O'ndan akar gelir, akıp gelecekse sinelerimize şefkat ve muhabbet. O'nunla olan alâkamız sayesinde güçlenip pekişecektir her türlü insanî münasebet. Allah sevgisi bizim dinimiz-imanımız, odur cesetlerde canımız. Yaşadığımızda hep onunla yaşadık. Günümüzde de eğer yaşamayı düşünüyorsak ancak onunla yaşayabiliriz. Varlığın özü, esası O'nun sevgisidir; neticesi de Cennet şeklinde o ilâhî muhabbetin bir açılımı. O sevgiye bağlı yaratmıştır yarattığı her şeyi ve sevilme zevk-i ruhanîsine raptetmiştir varlık ve insanlarla münasebetini.
Muhabbetin tecellî alanı ruhtur; biz onu nereye ve neye yönlendirirsek yönlendirelim o hep Allah'a müteveccihtir; kalbteki dağılma ve kesrette boğulmaların ızdırabı ise bize ait, bize râcidir. Her şeye karşı duyduğumuz ve duyacağımız sevgi ve alâkayı tamamen O'na bağlayıp aşk u muhabbeti gerçek değerine ulaştırabildiğimiz takdirde, hem değişik dağınıklıklara düşmekten kurtulacak hem de dış yüzleri itibarıyla sevilip alâka duyulan şeylerden ötürü şirke düşmemiş olacağız; olacak ve bütün varlığa karşı muhabbet ve münasebetlerimizde doğru yolda yürüyenler gibi kalacağız.
Putlar, onlara tapıldıkları için putperestlerce mabud telâkki edilegelmişlerdir; Allah ise Allah olduğu için mabud ve mahbubtur. O'nun ulûhiyeti de, rubûbiyeti de bizim O'na ubûdiyetimizi gerektirmektedir. Biz her zaman Hakk'a kullukta bulunur, O'nu sevdiğimizi dillendirir; mazhariyetlerimizin şükrünü eda eder ve her hâlimizle O'na karşı alâka, irtibat ve münasebetlerimizi seslendirmeye çalışırız.
Mecazî muhabbetlerde cemal, kemal, şekil, şekilde tenasüp, ululuk, ihtişam, servet, iktidar, makam, mansıb, ikbal, evlad ü iyal, soy-sop.. gibi hususlar birer sevgi vesilesi kabul edilegelmişlerdir. Bazen bunlara karşı duyulan aşırı muhabbet ve alâka ile şirke girenler de olmuştur ki, büyük ölçüde bütün putperestliklerin arkasında böyle bir inhiraf söz konusu olabilir. Böyleleri çok defa cemale meftun olur, kemali alkışlar, eda ve endama vurulur, ululuk ve ihtişam karşısında zillet gösterir; servet ve iktidar uğrunda insanlık ve hürriyetlerini feda eder, makam-mansıp hırsıyla el-etek öper.. ve her an değişik ihsan ve iltifatlarıyla, teveccüh ve ikramlarıyla kendini bize tanıttıran gerçek cemal ve kemal sahibi, ululuk ve azamet tahtının biricik sultanı, Ganiyy-i Mutlak ve Muktedir-i ale'l-ıtlak Zât'a karşı gösterilmesi gereken sevgiyi ve alâkayı bir sürü âciz mahlukata dağıtarak muhabbet gibi bir cevheri bâd-i heva harcamanın yanında, çok defa karşılık göremeyeceği bir mâşukun alâkasızlığı, değmezliği, vefasızlığı, onu avucunun içine alması, ona baş eğdirmesi, kul köle hâline getirmesiyle ölür ölür dirilir.
Mü'minlere gelince onlar, evvelen ve bizzat Allah'ı severler ve şayet duyacaklarsa O'ndan ötürü başkalarına karşı alâka duyarlar. Hakk'ın tecelli ve teveccühlerinin hatırına herkesle ve her nesneyle bir çeşit münasebete geçer, O'nun namına onlara takdirler yağdırır ve aşk u alâkalarını ilan ederler.
Aslında O nazar-ı itibara alınmadan şuna-buna, şu nesneye-bu objeye duyulan alâka darmadağınık, gelecek vaat etmeyen, kararsız, neticesiz bir sevgidir. Mü'min herkesten ve her şeyden evvel O'nu sevmeli, diğer bütün sevimli şeylere de O'nun isim ve sıfatlarının değişik renk, değişik desen ve değişik edada birer tecellisi olarak alâka duymalı, takdirlerle alkışlamalı ve O'ndan ötürü öpüp öpüp yüzüne-gözüne sürmeli ve her temâşâ ettiği şeyde "Bu da Senden." deyip âdeta bir vuslat faslı yaşamalıdır. Ne var ki, bunu böyle görüp böyle duymak için de;
"Cemâlini nice yüzden görem diyen diller,
Şikeste âyineler gibi pâre pâre gerek." (Anonim)
fehvasınca hep bir beyt-i Hudâ gibi tertemiz kalabilmiş gönüllere, her simada Hakk'ı okuyacak aşina dillere ihtiyaç vardır. Zatında, okuyabilenler için her varlık mücellâ bir ayna ve manzum bir kasidedir; hele sırr-ı Rahmâniyet'i aksettiren insan siması..
"Seni Hak âyine-i Zât etti
Zât-ı Yektâsına mir'ât etti." (Hâkânî)
sözleri ayn-ı hakikat ve insana konumunu hatırlatan önemli bir irşattır. Bu itibarla insan eğer o gizli güzelliğin sırlı bir aynası ise -ki öyle olduğunda şüphe yok- hep gönül gözleriyle O'na müteveccih olmalı, her zaman pusuda bekleyip tecelli avlamaya çalışmalı ve kendini daha derin sevgi iklimlerine alıp götürecek esintiler beklemelidir; beklemeli ve O'na ulaşmak veya O'nu hoşnut edip sevdikleri arasına girebilmek için kurbet yolunun bütün argümanlarını kullanmalı, O'nun teveccüh vesileleri arasında, buldum/bulacağım ümidiyle hep koşturmalı ve gönlü her zaman o "Kenz-i Mahfî"nin kilidinde bir anahtar gibi dönüp durmalıdır. Bu suretle, eğer muhabbet bir Süleyman, gönül de taht-ı revân ise, er geç sultanın gelip tahtına oturacağı muhakkaktır.
Bir de tahtla Süleyman buluştu mu artık insan hep O'nu düşünür, iç mülâhazalarında O'nunla hasbıhal eder, yudumladığı suda, çiğnediği yemekte, teneffüs ettiği havada gayet açık ve net olarak hep O'nun teveccühlerini duyar; O'nun yakınlığının sıcaklığıyla oturur kalkar. Kurbet-sevgi arası gel-gitler münasebeti daha da kızışır ve sinesi ocaklar gibi yanmaya başlar. Yer yer aşk u muhabbetle alevlenir, zaman zaman vuslat iştiyakıyla yanar tutuşur; ne var ki, aşkını da, iştiyakını da O'ndan gelen bir armağan bilir ve kat'iyen gam izhar eylemez; gam izhar edip ağyarı âhından âgâh eylemez. İçten içe fırınlar gibi yanar; fakat, ne alev çıkarır ne de duman.. namus gibi saklar aşk u iştiyakını ve sır vermez halden anlamayan nâdanlara.
Bu yol herkese açık olsa da yolcunun samimi ve kararlı olması şarttır. Herhangi bir mü'min bütün cemallerin, kemallerin, azametlerin, ululukların, ihtişamların, ihtişam üstü ihtişamların O'na ait olduğunu görüp hissedebildiği takdirde bütün bu vesilelerin gönülde hâsıl ettiği alâka, muhabbet ve iştiyakla O'na yönelir ve O'nu zatına münasip bir sevgiyle sever ki işte bu tutku -ve tabir yerindeyse- bu sevda O'nadır ve tevhid edalı bir aşk u iştiyak kaynağıdır. Zaten, tevhide kilitli ve İslâmî esaslara bağlı bir sinede sevgi inhirafı da düşünülemez.. ve hele asla muhabbet kaymaları olmaz ve olamaz. Bir muvahhid O'nu O olduğu için sever ve sevgisini de dünyevî-uhrevî hiçbir mülâhazaya bağlamaz. O, her zaman gönlünde köpürüp duran sevgi fevvarelerini, aşk u iştiyak çağlayanlarını Kur'ân'la, Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelü't-tehâyâ)'nın vaz'ettiği düsturlarla filtre ve test eder ve bunları insanî heyecanlarla yürüdüğü yollarda birer bariyer gibi kullanır, aşk ateşiyle cayır cayır yandığı zamanlarda bile hep istikamet soluklar; O'nu her şeyin gerçek mâliki, sahibi, görüp gözeteni, esmasıyla mâlum, sıfatlarıyla muhat bir Zât olarak kendine has münezzehiyeti, mukaddesiyeti, mübecceliyeti içinde derin bir aşkla sever; severken de kat'iyen şatahat ve laubaliliğe girmez.
Muvahhid mü'min, her şeyden evvel, her şeyden sonra, her şeyin önünde, her şeyin arkasında mutlak Mahbub, mutlak Maksud, mutlak Mâbud olarak Allah'a dilbeste olur; O'nu diler ve her haliyle O'nun kulu olduğunu haykırır; sonra da O'ndan ötürü, başta İnsanlığın İftihar Tablosu olmak üzere -ki O, Hakk'ın matmah-ı nazarı, memur-u sadığı, Zât, sıfât ve isimlerinin yanıltmayan tercümanı, divan-ı nübüvvetin hâtemi, risaletin özü, usaresi olması itibarıyla O'nun hatırına sevilenlerin başında gelir- bütün nebileri, velileri, O'nun saflardan saf berrak aynaları, daire-i ulûhiyetin has bendeleri olmaları ve O'nun maksatlarını takip ve temsil etmeleri, dahası hilâfet-i tâmme unvanıyla dünyanın imar, tanzim ve dizaynına nezarette bulunmaları yönüyle; gençliği, şu fâni hayatı tam duyup değerlendirebilme adına Hak tarafından insanlara avans mahiyetinde bahşedilmiş bir parametre olması cihetiyle; bu âlemi, O'nun güzel isimlerinin bir tecelligâhı ve sıfât-ı sübhâniye tezahürlerinin meşheri, öteki dünyaların da bir mezraası olması açısından; anne-babaları, birer şefkat ve merhamet kahramanı olarak evlâtlarının bakım ve görümünü yüklenmeleri, evlâtları da ebeveynlerini görüp gözetme hissiyle onlara gönülden yakınlık duymaları mülâhazasıyla... sever ki bunlar Allah'a karşı samimi alâka duymanın birer ifadesi olarak değerlendirilebilir ve Allah'tan ötürü bir sevgi sayılabilir.
Müşrikler sevdiklerini Allah gibi severler, mü'minler ise Allah'tan ötürü onlara karşı alâka duyar ve sinelerini açarlar. Allah'ı seviyor gibi sevmekle, Allah'tan ötürü sevmek birbirinden çok farklı şeylerdir. Böyle Hak yörüngeli bir sevgi, iman kaynaklı, ibadet edalı, ihsan televvünlü kutsal bir sevgidir ve kâmil mü'minlerin şiârıdır. Cismâniyet ve nefs-i emmâre üzerinde temellenen şehevânî muhabbetlerin, aşkların -ona da aşk denecekse- insan tabiatında meknûz bulunan fısk u fücûrun sesi-soluğu olmasına mukabil, Allah'a karşı olan aşk ve alâkadan başlayıp sonra her şeyi kuşatan sevgi ve o sevgiyle oturup kalkan muhibbin âh u vâhı, gökte meleklerin yudumlamaya koştukları kutsal bir iksir mesâbesindedir. Hele bir de muhabbet, maddî-mânevî bütün varlığı sevgiliye bağışlayıp kendine hiçbir şey bırakmama seviyesine yükselmişse -ki buna sevda da diyebiliriz- işte o zaman gönülde sadece mahbub mülâhazası kalır; kalb, ritmini ona bağlar, nabızlar o âhenkle atar, hisler bu âhenge dem tutar, gözler yaşlarla bu sevdayı dillendirir, kalbden, gözyaşlarının sır vermesine ve sinenin serinlemesine sitemler yükselir. Gözler çağlarken gönül ağyara dert yanma vefasızlığından iki büklüm olur ve ağlamalarına inler. Latîfe-i rabbâniye, içi kanarken, sinesi yanarken ağyara dert sızdırmamaya çalışır, çalışır ve kendi kendine;
"Âşığım dersin belâ-yı aşktan âh eyleme
Âh edip âhından ağyarı âgâh eyleme." (Anonim)
diye mırıldanır. Aslında muhabbet bir sultan, tahtı gönüller, sesi soluğu da en tenha yerlerde ve sadece O'na açık dakikalarda seccadelere boşalan ümit, hasret ve hicran iniltileridir.
Hakk'a ulaşmanın rampaları sayılan bu kuytu yerlerdeki O'na ait iniltiler ve sızlanışlar dışa vurularak hâl bilmezlerin oyuncağı haline getirilmemelidir. Muhabbet ya da aşk u hayret eğer o her şeyi bilen Sevgili uğrunda ise, o sadece O'nun bildiği en mahrem bir yerde kalmalı ve yuvasından uçurularak nâmahrem gözlere gösterilmemelidir.
Mecazî muhabbet çocukları sokak sokak dolaşır, sevgiciklerinin dellâllığını yapar; rast geldiklerine dert yanar; mecnun gibi davranır ve sevdiklerini dillere düşürürler. Hak âşıkları gürültüsüz ve içtendirler; başlarını O'nun eşiğine kor, içlerini O'na döker ve yer yer kendilerinden geçerler; ama, kat'iyen sırlarını fâş etmezler. Ellerini-ayaklarını, gözlerini-kulaklarını, dillerini-dudaklarını O'nun emrine verir; kalbleriyle hep sıfât-ı sübhâniye matla'larında dolaşırlar. O'nun ziyâ-i vücudu karşısında âdeta erir ve bir muhabbet fânisi haline gelirler: Duydukça daha derinden O'nu, yanarlar cayır cayır; yandıkça "daha!" derler.. yudumlarlar kâse kâse aşk şarabını; kandıkça "daha!" derler. Neler duyar neler hissederler gönüllerinin tepelerinde; duydukça "daha!" derler.. doymazlar bir türlü sevgiye; sever-sevilirler, "daha!" derler. Onlar "daha" dedikçe Hazreti Mahbub da onlara perdeler aralar, basiretlerine görülmedik şeyler sunar ve ruhlarına ne sırlar ne sırlar duyurur. Artık onlar duyarlarsa her zaman O'nu duyarlar, severlerse hep O'nu severler, düşünürlerse O'nu düşünürler ve her şeyde O'nun cemalinden, tasavvurları aşkın cilveler temâşâ ederler. An olur bütün bütün kendi havl ve kuvvetlerinden uzaklaşarak iradelerini O'nun iradesine bağlar, temayülleriyle O'nun isteklerinde erir ve bu yüce pâyeyi de O'nu gönülden sevip sevdirmeyle, bilip bildirmeyle değerlendirirler. Sevgilerini O'na itaatle seslendirir, aşklarını O'na vefa ve sadakatle dillendirir ve kalblerinin kapılarını ağyar düşüncesine karşı sürgü sürgü üstüne öyle bir sürgülerler ki giremez artık başka hayal o beyt-i ma'mura. Onlar bütün benlikleriyle Hakk'a nâzırdırlar ve O'nu takdir ve tebcilleri de kendi idrak ufuklarını çok çok aşkındır. Bunun yanında, böyle bir vefaya Hakk'ın teveccüh buyuracağına da ümitleri tamdır. Öyle ki, Hak nezdindeki yerlerini kendi nezdlerinde Hakk'a tahsis ettikleri yerle irtibatlı görür ve O'nun karşısında her zaman dimdik durmaya çalışırlar.
O'nu delice severken kat'iyen alacaklılar gibi davranmaz; her zaman verecekli olma hacâlet ve hulûsiyle, Râbiatü'l-Adeviye gibi: "Zâtına yemin ederim ki, Sana Cennet talebiyle kulluk yapmadım; Seni sevdim ve kulluğumu ona bağladım." der, yürürler O'nun ulu dergahına coşkun bir aşk sermayesiyle; yürür ve hep O'nun kendilerine olan lütuf ve ihsanlarını yâd ederler. Kalbleriyle sürekli O'na yakın durmaya çalışır, akl u fikirleriyle de O'nun merâyâ-yı esmâsında müşahededen müşahedeye koşar; her şeyde muhabbetten sesler dinler, her çiçekte aşk u şevkten ayrı bir rayiha ile mest olur, her güzel manzarayı O'nun güzelliğinin tecellisinden akisler gibi temâşâya alırlar. O'na karşı hep sevgi düşünür, sevgi duyar, sevgi konuşur, bütün eşyayı bir sevgi şöleni gibi seyreder ve bir sevgi armonisi gibi dinlerler.
Muhabbet, bu ölçüde otağını kalb yamaçlarına kurunca artık bütün zıt hâdiseler aynı şeymiş gibi duyulur; huzur-gaybet, nimet-musibet, acı-tatlı, rahat-mihnet, elem-lezzet hep aynı sesi verir ve aynı edada görünürler; zira, seven gönül cefayı-safayı bir bilir, derdi derman gibi görür, ızdırapları kevserler gibi yudumlar; zaman ve hâdiseler ne kadar amansız olursa olsun, durur o kımıldamadan durduğu yerde en derin bir vefa duygusuyla. Gözleri hep kendisine aralanacak kapı aralığında, yatar pusuya ve değişik dalga boyundaki teveccüh ve tecellilere açık durmaya çalışır. Sevgisini O'na saygı ve itaatle taçlandırır. Kalbi sürekli O'na inkıyat duygusuyla çarpar ve sevdiğine muhalif düşme korkusuyla tir tir titrer; titrer ve devrilmemek için de yine o biricik istinad ve istimdat kaynağına sığınır. Onun bu ölçüde sürekli sevdiğiyle muvafakat arayışı içinde olması, zamanla onu gökte ve yerde herkes tarafından sevilen bir mahbub haline getirir. Onun hesabında sadece Hak vardır; ötelere göre de olsa beklenti içinde bulunmayı aşkına ihanet sayar; ama kendi kendine gelen iltifat ve teveccühleri reddetmeyi de saygısızlık kabul eder ve ne gelirse öper, başına kor sonra da "Bunların istidraç olmalarından Sana sığınırım." der inler.
Seven için aşk u iştiyak en yüksek bir pâye, sevgilinin arzu ve isteklerinde eriyip gitmek de en erişilmez bir mazhariyettir. Muhabbetin mebdeinde tevbe, inâbe, evbe, teyakkuz, sabır gibi sevgiye giriş esasları; müntehâsında da aşk, şevk, iştiyak, üns, rıza, temkin.. gibi konumunun hakkını verme hususları söz konusudur. Seviyorum diyebilmek için kendinden, kendi isteklerinden arınmak, muhavere ve müzakerelerini hep O'na bağlamak, O'nu ihsas eden hususlar çerçevesinde dönüp durmak, O'nun tecelli edeceği mülâhazasıyla göz kırpmadan beklemek, bir gün mutlaka teveccüh buyurur düşüncesiyle yıllar ve yıllar boyu durduğu yerde kararlı durmak sevgi yolunun ilk âdâbıdır: Bu yolda bütün bütün sevdalanmaya muhabbet ve aşk; sürekli köpürüp duran arzu, istek, neş'e ve sevince şevk; bütün bunların, insan tabiatının önemli bir derinliği haline gelmesine iştiyak; Sevgili'nin her türlü muamelesini gönül hoşnutluğuyla karşılamaya rıza; duyma, hissetme, maiyyette bulunma mazhariyetinden ötürü kendinden geçme... gibi hislere karşı dikkatli ve ölçülü davranmaya da temkin demişlerdir.
Yukarıdaki hallerden birinin insan gönlüne tam hâkim olmasına göre onun tavırlarında da bir kısım değişiklikler olur: Yer yer gidip âh u efgânla inleyeceği tenha koylar arar ve içini O'na döker; zaman zaman değişik iç mülâhazalara dalarak O'nunla hasbıhal eder; firaktan dert yanar ağlar, visal ümidiyle inşirahlara açılır, sevinç gözyaşlarıyla serinler. Bazen görmez çevresinde olup biteni, kesrette hep vahdet yaşar; bazen de huzurun mehabetiyle bütün bütün silinir gider, kendi ses ve soluğunu bile duymaz olur.
Sevgi, mârifetin bağrında boy atar, gelişir; mârifet ilimle ve iç-dış ihsaslarla beslenir. Arif olmayan sevemez; ihsasları kapalı bilgisizler de mârifete eremez. Bazen sevgi Allah tarafından kalbe atılarak iç ihsasların harekete geçirilmesi de söz konusu olabilir -ki hepimiz bazen böyle ekstradan lütuflar bekleriz- ancak, plânlarını harikulâdeliklere bina ederek durgun bir bekleme başka, kıvrım kıvrım sancı içinde aktif bekleme daha başkadır. Hak kapısının sadık bendeleri beklentilerini harekete bağlar, dinamik bir duruşa geçerler; geçer ve o durgun gibi görülen halleriyle cihanlara yetecek bir enerji üreterek müthiş aktiviteler ortaya koyarlar.
Bunlar, âşık u sadıklardır ve belli hususiyetleri haizdirler: Sevgili'nin her muamelesini gönül hoşnutluğuyla karşılar ve Nesîmî gibi;
"Bir bîçare âşıkem ey Yâr Senden dönmezem,
Hançer ile yüreğimi yar Senden dönmezem.."
der, hep bir vefa tavrı sergilerler. Her zaman ciddi bir vuslat arzusuyla kıvranır dururlar; ama, hallerinden de asla şikayet etmezler. O'ndan başka bütün beklentileri kafalarından söker-atar, hep maiyyet rüyalarıyla oturur kalkarlar. Sohbetlerini hep sohbet-i Cânan haline getirir ve O'nun adıyla seslerini-soluklarını melekûtî bir derinliğe ulaştırırlar.
Sevgi onların canıdır; onlar, bedensiz durabilirler ama cansız edemezler. Onlara göre, cesede can hükmediyorsa artık o tende sadece Yâr sevdası olur, ağyar bulunmaz. Bu konumlarıyla onlar dünyanın en fakir ve en iktidarsızı olsalar da şahlara taç giydirecek bir mansıba sahiptirler. Küçüklükleri içinde büyük, aczleri yanında muktedir, ihtiyaçlarına rağmen dünyaları peyleyecek kadar servet sahibi ve sönük bir mum gibi görünmelerine mukabil güneşlere fer verecek birer enerji kaynağı mesabesindedirler. Herkes onlara koşsa da onların nereye ve kime koştukları bellidir. Sığmazlar mahiyet zenginlikleriyle cihanlara. Küçük bir kıvılcıma, kıvılcımdan da öte bir hiçe dönüşürler yöneldiklerinde O'na.
"Bir şulesi var ki, şem-i cânın,
Fânusuna sığmaz asumânın."
diyen Galib bu ufka tercüman gibi konuşur.
Bunlar O'nsuz geçen ömrü hiç mi hiç hesaba katmaz ve O'nsuz hayatı hayat saymazlar. Bir ömr-ü heder görürler sevmeden yaşamayı ve bir avunma kabul ederler O'nunla alâkası olmayan keyifleri, neşeleri, hazları. Oturur kalkar her zaman aşk u şevkten dem vururlar; Fuzulî edasıyla aşk u iştiyak bilmeyenleri de başka türlü (!) bir şey görürler.
Sızıntı, Haziran-Temmuz 2003, Cilt 25, Sayı 293-294
.
Arz-ı hâl etmek üzere artık kapının önündeyiz. Gözlerimiz zuhur edecek teveccüh tayfları ufkunda, dudaklarımızı Zât'ını tazimle süsleyip sinelerimizin âhlarını mırıldanarak, kulak kesilmiş takdirlerinizi bekliyoruz. Ayrı düştüğümüz o talihsiz günlerde aklımızı hevâ kapıp götürdü, kalblerimizi şeytan okları delip geçti, hem sarsık hem güçsüzüz. Evvela mârifet ve muhabbetle gönüllerimize hayat üfle ve bu mevhibelerini yeni iltifatlarla taçlandır. İnayetinle elimizden tut ve bizi şu birkaç asırlık sefaletten kurtar. Her yerde pusuya yatmış din düşmanları, dine-imana taarruz bahaneleri icat ediyor ve saldırı fırsatları kolluyor. Kapının kulları geçinen bir kısım densizler ise, insanların diyanet hislerini kullanarak dünya peşinde koşuyor. Dört bir yan, kin ve nefret hırıltıları, hırs ve makam homurtularıyla inim inim.. kitleler şaşkın, istikbal sis ve duman, yollar amansız, yol kesenler imansız, aldananlar ise hadd ü hesapsız; ya katından bize bir ışık ve burhan gönder, ya da artık bu yolu nezdine döndür...
Vücutlarımız rüzgarla sarsılan ağaçlar gibi tir tir, yüzlerimizde inkisar çizgileri ve gönüllerimiz de burkuk mu burkuk.. adem-i kabul endişelerimizi engin müsamahana bağlayarak haremgâh-ı sübhâniyeye yürüyor gibi Sana yaklaşma heyecanı içindeyiz. Sen şimdiye kadar o dergaha kimleri kabul etmedin ki.! Kabul etmekle de kalmadın isyanlarını, tuğyanlarını, küstahça baş kaldırmalarını afv u mağfiretinin çağlayanına salarak alıp onları baş köşeye oturttun; oturtup pişmanlıkla o tir tir sinelere yeniden diriliş kevserleri içirerek onlara ebedî varolma zevkini duyurdun. O kapıdan ne mütemerrid küstahlar ne de sürekli baş kaldırmış asiler kovulmadı, geriye döndürülmedi. Bir kere "Ya Rab" diyene binlerce lütufta bulundun.. adını dil ucuyla ananları bile sürekli yâd edilme hil'atleriyle şereflendirdin. Bütün bunlar ümitlerimize fer verdi, gönüllerimizi Sana koşma heyecanıyla şahlandırdı. Ellerimiz yukarıda, ruhlarımız afv u safh intizarı içinde.. söze ne hacet hâlimiz Sana ayan...
Sen biliyorsun, biz de bunun farkındayız; ömrümüzün hasenât kefesi bomboş, pek çoğumuz itibarıyla bir ihlâs bezginliği içindeyiz. Çoğumuz gafil, bedbin, dünsüz-yarınsız sefil birer hâlzede gibi aktüalite ile iç içeyiz. Her hâlimizde âlâyiş, gösteriş, köpük köpük hevâ ve heves; sürekli zevk ü sefâya, makama, mansıba, şöhrete, şana ve dünyevî hülyalara oynuyoruz. Yığınların rüya ve hülyaları ekonomi ve refah; taptıkları da dolar, dinar ve euro. Ruhlar meflûç, kalbler kötürüm, basîret âmâ, düşünceler kirli, davranışlar da tam buna göre... Gece ve gündüz gibi iki yüzlü yaşıyoruz, ak görünüyor kapkara davranıyoruz; idare ve siyaset deyip hem ışık türküleri söylüyor hem de karanlık ağıtları mırıldanıyoruz. Devirlere, dönemlere göre renkten renge giriyor, bukalemunları şaşırtacak mârifetler (!) sergiliyor ve aldatmayı beceri kabul ediyoruz. Bazen başımıza bir beyaz külah geçiriyor, bazen belimize zünnar bağlıyoruz; bazen minarelerin başında tevhidi ilan ediyor gibi bar bar bağırıyor, bazen de "lâyüad ve lâyuhsâ" şürekâya selam duruyoruz.
Zulüm ve lütuf duyguları içimizde âdeta yan yana, kahramanlık gösterileriyle cebânet tavırları aynı kalbde sarmaş-dolaş; hile, hud'ayı aklın en önemli derinlikleri sayıyoruz.. kendi hile ve komplolarına yenik düşenlerimizin ise hadd ü hesabı yok. Ellerimiz-ağızlarımız, gözlerimiz-kulaklarımız, dillerimiz-dudaklarımız yaratılış gayelerinden fersah fersah uzak ve âdeta nankörlüğe kilitli; eller memnû meyvelerde, ağızlar harama açık duruyor; gözler başkalarının kusur müfettişi.. yalan revaçta, hıyanet âdiyattan bir şey, hakkın ismi var sadece; adalet "sayyâd-ı bîinsaf"ların hazırladığı kapanların önüne saçılmış birkaç dane gibi bir şey; vefa Kafdağı'nın arkasında, ahde hürmet unutulup da bir köşede kalmış mı bilemiyorum; buna karşılık haksızlık firavunları utandıracak dorukta. "Lanetle anılan cebâbire"ye rahmet okutturacakların sayısını Allah bilir... Gerçi insan olduğunu fark edenlerin adedi de az değil; ama, canavarlaşan ruhların yanında bunlar deryada birer damla kalır. Zannediyorum nefis, sırtında taşıdıklarına hiçbir dönemde bu kadar başarılı küheylanlık gösterisi yapmadı. Binler-yüz binler nereye koştuğunun ya da koşturulduğunun farkında değil; yollar kıvrıla kıvrıla bir meçhule uzanıyor, yolcularsa bir hedefe doğru yol aldığını sanıyor. Mesafeler amansız, yürüyenler iz'ansız, planlar birer kuruntu, yapılanlar ise havanda su dövme.
Her durakta bir sürü hain düşünce rengârenk masallar üretiyor.. masallar birer büyü gibi dinleyenleri uyutuyor.. bâtıla açık şuuraltları, aldatan rüyalar görüyor. Bu rüyalarda küfre şahlık urbaları giydiriliyor; diyanete ise cadı elbiseleri. Mazi karanlık birkaç fotoğraf karesine hapsediliyor. Gelecek ve hususiyle de ebediyet âlemleri yokluk zindanları gibi gösteriliyor. Ruhun gözlerine kezzap dökülmüş.. vicdan mekanizmasına civa akıtılmış. Çevrede serpilip gelişen yeşilliklerin çehresine zift serpiştiriliyor.. ve her şey, ama her şey olduğundan başka gösterilmeye çalışılıyor.
Bugün pek çoğumuz itibarıyla küçük bir cennet olan gönül dünyamızda, cismânî arzular gelip yuva yapmış; sırrın kontak noktaları, nefsânî arzuların ağına takılmış; çoklarının o simsiyah alınları gibi bahtları da kapkara.. bunlar, diriler gibi görünseler de ölü sayılırlar. Aslına bakılırsa, şu anda çektiklerimizin arkasındaki sâiklerin hepsi çizgi çizgi bu fotoğrafta mevcut.
Biz çok erken bir dönemde aldatıldık, şu anda da bir aldanmalar fasit dairesi (kısır döngüsü) içinde bulunuyoruz. Önce şu hayat bize şeker-şerbet gibi gösterildi; sonra da, zehirle kirletilerek kâse kâse ruhlarımıza içirildi. Bugünkü karın ağrılarımız dünkü tükettiğimiz kâselerden, yarınki sancılarımız da -Allah'tan fevkalâde bir sıyânet olmazsa- bugün yudumladığımız o semm-i katilden olacaktır.
Tedaviye muhtaç aliller, ruhun perişaniyetiyle sarsık zeliller ve günahlarla Müslümanlığın ayıbı hâline gelmiş kirlileriz; ama, bizi arınma kurnalarına götürecek yollar perişan, köprüler de çoktan yıkılmış.. biz kansızlıkla kıvranıyoruz ama üzerimizde kan emen bir sürü sülük var; zafiyetle tir tir titreyip duruyoruz ama tepemize inip kalkan balyozlar da eksik olmuyor. Çok defa, hevâ, heves fırtınaları karşısında hazan yemiş yapraklar gibi savrulup duruyoruz.. rüzgarlar sert esiyor, barınaklar iğreti; hülyalarımız pamuk gibi yumuşak, realiteler ise tipi-boranla soluklanıyor.
Doğru-dürüst hiçbir şey olamamışız, her şey olmuşluğun hesaplarıyla oturup kalkıyoruz. Ortada mülk yok, saltanat yok, Süleymanlık rüyaları görüyoruz. Ne gönülden Ramazan olabildik, ne de oruç; ama her zaman sahur davulu gibi güm güm ötüp durduk. Boyumuzun kat kat üstünde bir gurur abidesi gibiyiz. Amansız hâdiseler karşısında karton gibi bir hâlimiz var; gel gör ki, granit olduğumuz iddiasındayız.
Makam sevgisi, şöhret hissi, rahat etme düşüncesi, tenperverlik duygusu boyunlarımızda âdeta çelikten bir kement; her biri birer gayya olan bu duygulardan bir türlü kurtulamıyor ve mahiyet-i nefsü'l-emriyemize göre kendimiz olamıyoruz. Dünya ve ukbâ kazancı adına ne ciddi bir hesap ne de tutarlı bir plana sahibiz. Kazançlar kuşağında sürekli kaybediyoruz; kaybederken de muhtemel daha kötü durumlarla teselli olmaya çalışıyoruz. Zamanı suçlama, şartlara lanetler yağdırma da ayrı bir avunma yolu. Suç ve günah bize ait, zamana sövmenin âlemi ne.! Zehiri içen biziz, kimyacıya küfretmek de neden!?. Devran ne bize ne de başkasına bir kötülükte bulundu; biz kendi devranımızı yıkıp târumar ettik. Yanlış okuma, yanlış yorumlama ve yanlış anlama bizi kuralsız bir toplum hâline getirdi. Dağınık, derbeder ve kullanılmaya müsait bir hâlimiz var; gelen başımıza basıp geçiyor, giden başımıza basıp geçiyor. Biz, "mevcutla iktifa" deyip istirahate çekilmişiz. Şeytanları şehrâyinlerle sevindirecek, melekleri üzüntüye boğacak bir tuhaflık içindeyiz. Zâhirî hâlimize bakılacak olursa, her yanımızda kıyamet ışıkları çakıp duruyor. Bu kıyamete "dur" diyecek seher yolculuğuna azmetmiş olanların ağzında birer fermuar var. Topraklarımıza Hârût-Mârût büyüsü düşmüş gibi anlaşılmaz ihtilâçlar yaşıyoruz. İnsanlar birbirine yabancı, vifak ve ittifak nikahı Allah'ın buğzettiği talâka emanet, nefsânî duygularımız yeni fırtınalar çıkarma cephesi oluşturma peşinde ve hepimiz şahsî düşüncelere ipotek gibiyiz.
Bütün bunlara rağmen, bizi bize bırakmaman en büyük dileğimiz. Kendimiz edip kendimiz bulsak da, rahmetin, istihkaklarımıza lütuf televvünlü haklar bahşedecek vüs'atte. Eğer göz kamaştıran güzelliklerle dönüp duran şu kâinatların etekleri mücevherlerle dolu ise, bu Senin rahmet ve servetinin sınırsızlığındandır. Eğer tabiatı gereği şu kuru zemin İrem Bağları gibi rengârenkse, o da Senin engin keremindendir. Gözlerimiz o geniş rahmetinin tüllenişinde, düşüncelerimiz her tarafa serpiştirdiğin kereminin tecellilerinde.. ümitlerimizi bir kere daha şahlandırarak, teveccüh ve yakınlığını, uzaklıklarıyla görünmez, duyulmaz hale getiren biz kullarına yakın olduğunu duyur. Vicdan kültüründen mahrum şu derbeder gönüllerimizi mârifetinle doyur.
Bize, her şeyde Seni okuyan gözler, her nağmede Seni duyan kulaklar ihsan ederek düşünce ve beyanlarımızı varlığına tercüman kıl! Yakınlığını gönüllerimize öyle duyur ki, ömrümüzü hep "Sen, Sen" demenin zemzemesi içinde geçirelim.
Bizler, bir zamanlar yoktuk; var olma ihtiyaç ve neş'esinden de habersizdik. Sen bizi cebr-i lütfîler tezgahından geçirerek, talep üstü, vücud, hayat, şuur, idrak, irade ve gönül gibi latîfelerle şereflendirip, rahmet yurdunun koridoru şu mihnet diyarına gönderdin. Verdiğin şeyleri istememiştik, isteyemezdik, isteyecek bir mahiyette de değildik. Ancak şimdilerde, bu lütuflarını anlamaya çalışıyor ve Hâlikımızın bîhemtâ bu atiyyeleri altında iki büklüm matiyyeler olarak, ihtiyaç ve ıztırar çığlıklarıyla inliyor ve bunca şeyden ciddî haberdar olamamanın hacâletiyle iki büklüm oluyoruz.
Hâlimiz Sana ayan; dün ayrı bir isyan, bugün ayrı bir isyan; ne iradelerimizde fer kaldı ne de dizlerimizde derman; her şeye rağmen kararttığımız kaderimiz Senin elinde; liyakatimize göre değil, istihkakımıza bakarak ne olur, sun ihsan üstüne ihsan, ey dertlerimize derman!
Üst üste musibetler kümelenmiş tepemizde.. yürüdüğümüz yollar zikzaklı ve yokuş.. bizler günah yolunun yorgunları, hiç de iç açıcı olmayan günlerin elinden zakkumlar yudumladık.. içimiz-dışımız yara-bere, enerjimiz bitmek üzere; yük ağır, akıl şaşkın, ruh bitkin, ümit mumu sönmek üzere - onu Sen hiçbir zaman söndürme- yollarda dökülüp kalanlar gelip gelip sinelerimize oturuyor.. oturma niyetinde değiliz ama, uzun zaman ayakta durabilecek gibi de görünmüyoruz. Sen bize her zaman yaptığın gibi sürprizden kapılar arala ve ekstra ihsanlarınla bizi bir kere daha inayetinin gölgesinde serinlet ve ümit çerağlarımıza nezdinden sönmeyen bir ışık gönder.
Bizden evvel, binlercesinin bu kabil dileklerine icabet edip onlara lütfundan kapılar araladın ve başlarına sağanak sağanak ihsanlar yağdırdın.
En son başvurulacak merci Sensin, arz-ı hâlimiz de Sanadır. Huzuruna gelip iç çekişlerimize, içten olup olmadığını bilemediğim gözyaşlarımıza, bükülmüş kaddimize, renk atmış benzimize merhamet buyur ve bize iman ve mârifetteki neş'eyi son bir kez daha duyur.
Dua edenlere cevap veren Sen, ızdırapları dindirip ihtiyaçları gideren Sen, devrilenleri kaldırıp doğrultan Sen, çatlayıp kırılanları sarıp-sarmalayıp tedavi eden de Sensin! Senden ayrı kalışımız ruhumuza renk attırdı; nefsânîlik ve gaflet, ibadetlerimizin mânâ ve özünü alıp götürdü; samimiyetsizlik dualarımızın kolunu-kanadını kırdı. Sinelerimiz bomboş, düşüncelerimiz tutarsız, kalbî ve ruhî hastalıklarımız bizi yere sermek üzere.. ey kimsesizler kimsesi, bize Eyyub'un hayat ırmağından bir çağıltı gönder, Mesih diyarından da bir nefes.! Hayır hayır! Bizi Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın nefehâtıyla yeniden dirilişe erdir.. yakınlığınla gözlerimizi aydınlat ve bizi uzaklığımızın zulmetlerinden kurtar.
Hepimiz önümüze atacağın bir lokmaya muhtaç, boynumuzu bükmüş böyle bir teveccüh bekliyoruz. İşimiz sürekli tuğyan ve her hâlimiz isyan olsa da gözlerimiz kamerin o sürpriz tulûu gibi ekstra bir doğuş intizarında. Hak dostları, Sana vasıl olunca hayret yaşarlar; bizse Seni tam bilememenin hayretleriyle şaşkınlık içindeyiz. Var eden Sensin, yok eden de Sen; uzak tutan Sensin, yaklaştıran da Sen; Sen bizi biz etmeseydin biz bu duyduklarımızı duyamaz ve bize imanın neş'esini tattırmasaydın şu söylediklerimizi mırıldanamazdık. Verdiklerin vereceklerinin referansı; diliyor ve dileniyoruz, bize yakınlığını duyur ve benliğimizde Sana karşı yaklaşma heyecanları uyar.
Talep ettiğimiz şeylerin biricik sahibi Sensin; her zaman acz u fakr ve ihtiyaçlarımızın ibresi de Seni gösteriyorsa başka hangi kapıya yönelebiliriz ki.!
Ey Rabb-i Rahîm! Biz güçsüz, hasımlarımız azgın; şeytan ve avenesi bir cephe oluşturmuş ki, Sen inayet etmezsen bunlarla baş etmemiz mümkün değil; her yanda düşmanlarımız gayzla köpürüyor; dostlarsa suskun ve temkin murâkabesinde. Sadece o kadar mı?. Hayır, bir sürü de dost kılığında düşman var ve hepsi de tam tekmil taarruz vaziyetinde. Hâdiseler acımasız cereyan ediyor; hicranla geçen zaman bir türlü bitmiyor.. mekan da, zamanın rengine bürünüyor. Bazen seherlerde esen yeller bile kasvetle esiyor; bazen de Sana niyaz içinde bir fecir aydınlığı ruhumuzu sarıyor. İnşirah duyup biraz seviniyoruz; biz sevinirken hasımlarımız da ha bire ha esiriyor; bu defa bize de olduğumuz yerde kalakalıp yutkunma düşüyor.
Bütün bunları Sana açıyor, içimizi Sana döküyor ve nazar-ı merhametine dehalet etmek istiyoruz. Aslında, Sen varken başkalarından yardım istemek şirk ve şuna-buna el açmak da bir saygısızlıktır. Yaralarımızı saracak Sen, ızdıraplarımızı dindirecek de Sensin. Sensin kin ve nefretle atan kaskatı kalbleri yumuşatacak; Sensin nifak gel-gitleri içinde bocalayıp duranlara istikamet üfleyecek. Nazarî insanlıktan amelî insan olmaya yükselememiş bahtsızların talihlerine de bir ışık yak. Uzakta duranları daha da uzaklaştırarak tazib etme; dudakları Seni tazimle süslü kulların yakarışları arasında bizim dileklerimize de icabet buyur.
Sızıntı, Aralık 2002, Cilt 24, Sayı 287
Bir Gönül İnsanı Portresi
Gönül insanı, ufku, inancı ve davranışlarıyla tam bir ruh ve mânâ kahramanıdır. Onun derinlik ve enginliği, bilgi ve müktesebâtıyla değil; gönül zenginliği, ruh saffeti ve Hakk'a kurbeti itibarıyladır. Ona göre, bilgi adına ortaya atılan ilimlerin kıymeti, insanı hakikate ulaştırmada rehberliği ölçüsündedir ve yine ona göre, varlık, eşya ve insan gerçeğini anlamamıza yardım etmeyen malûmatın ve hele, pratik yararı olmayan nazarî bilgilerin hiç mi hiç önemi yoktur.
Gönül insanı, kalbî ve rûhî hayata programlı, maddî-mânevî bütün kirlerden uzak durmaya kararlı, cismânî ve bedenî isteklere karşı her zaman teyakkuzda; kin, nefret, hırs, haset, bencillik ve şehvet gibi hastalıklarla mücadele azmiyle gerilmiş tam bir tevazu ve mahviyet âbidesidir. O her zaman hakkı tutup kaldırma peşinde; mülk ve melekût âlemiyle alâkalı duyup hissettiklerini başkalarına duyurma iştiyakıyla yanıp tutuşan bir diğergâm, olabildiğine sabırlı ve temkinli; konuşup gürültü çıkarmadan daha çok, inandıklarını yaşayan, yaşadıklarıyla başkalarına da örnek olan bir iman ve aksiyon insanıdır: o, dur-durak bilmeden sürekli koşar.. Hakk'a yürüyenlere yürümenin âdâbını öğretir.. iç dünyası itibarıyla her zaman ocaklar gibi cayır cayır yanar ve yanarken de asla gam izhar eylemez; eyleyip ağyârı âhına âgâh kılmayı düşünmez.. her zaman içten içe yanar ve kendine sığınanların ruhlarına hararet üfler.
Gönül insanının hedefinde hep öteler tüllenir durur. O, Hak rızasına bağlanmış, sürekli ilerleyen ve sürekli mesafelerle yaka paça olan öyle bir iman insanıdır ki, matlûbuna ulaşacağı ana kadar hep bir küheylan gibi koşar; koşarken de herhangi bir beklentiye girmez.
Gönül insanı, öylesine içten bir hakikat eridir ki, oturup kalkar sürekli yeryüzünde hakkı ikame etmeyi düşünür ve onun hatırı söz konusu olduğunda da rahatlıkla bütün arzularından, isteklerinden vazgeçebilir. O, herkese sinesini açar, herkesi şefkatle kucaklar ve toplum içinde hep bir sıyânet meleği görüntüsü sergiler. Ne var ki, Allah'tan başka kimseden de bir şey beklemez. Tavırları, davranışları itibarıyla herkesle uyum içinde olmaya çalışır; hiç kimseyle cedelleşmez, hiç kimseye karşı düşmanlık beslemez. Zaman zaman kendi içtihadları, kendi düşünceleri ve kendi mesleğine, meşrebine göre bir kısım tercihlerde bulunsa da, kat'iyen başkalarıyla rekabete, sürtüşmeye girmez. Aksine, dini, ülkesi, ülküsü adına hizmet eden hemen herkesi sever.. bütün olumlu faaliyetlerinden ötürü herkesi alkışlar.. alkışlar ve hem onların anlayışlarına hem de konumlarına saygılı kalmaya alabildiğine itina gösterir.
Gönül insanı, kendi gayret ve aktivitelerinin yanında, Cenâb-ı Hakk'ın tevfik ve inayetine de fevkalâde önem verir.. her hareketinde tevfike mazhar olma yollarını araştırır.. Kur'ân'da, Allah'ın inayetine vesile sayılan birliğe-beraberliğe olağanüstü ihtimam gösterir.. hareket çizgisi doğru olan hemen herkesle müşterek bir iş yapmaya koşar.. dahası, böylesine bir vifak anlayışı adına çok defa kendine rağmen bir yol izler. Birlikte rahmet olduğunu, ihtilaf ve iftirakla bir yere varılamayacağını düşünür, alabileceği herkesin himmetini yanına alır ve hep ilâhî inayet sağanaklarına açık durmaya çalışır.
Gönül insanı, bir Hak âşığı ve Hak rızası sevdalısıdır. Nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun bütün hareketlerini O'nun hoşnutluğuna bağlar.. O'nu memnun etme yolunda ölesiye bir hırs gösterir.. ve böyle bir hedefe ulaşmak için de bütün varını feda edebilir, dünyevî-uhrevî her şeyden vazgeçebilir. Gönül insanının düşünce dünyasında "benim yapmam", "benim başarmam", "benim sonuçlandırmam".. gibi merdud mülâhazaların asla yeri yoktur. O, yerine getirilmesi gerekli olan şeyleri kim yaparsa yapsın, kendi yapmış gibi memnun olur, onların başarılarını kendi başarıları sayar ve arkalarında yürür.. öncülük yapma şeref ve pâyesini de onlara bırakır. Dahası, iman ve insanlığa hizmet yolunda başkalarının kendinden daha başarılı, daha liyakatli olabileceklerini düşünerek, onlara daha rahat hareket etme ortamı hazırlar; sonra da bir adım geriye çekilip, "insanlardan bir insan olarak" yoluna devam eder.
Gönül insanı, her zaman kendiyle yaka-paça ve kendi ayıplarıyla meşgul bulunduğundan kimsenin eksiğiyle-gediğiyle uğraşamaz/uğraşmaz. Başkalarıyla uğraşmak bir yana, her fırsatta iyi bir insan olma örneği sergileyerek, onları daha yüksek ufuklara yönlendirir ve herkese bir hüsnümisal olur: İnsanların ayıplarına kusurlarına göz yumar.. onların olumsuz tavırlarına tebessümle karşılık verir, kötülüklerini iyilikle savar ve elli defa rencide edilse de, bir kerecik olsun kimseyi kırmayı düşünmez.
Gönül insanı, hayatını iman-ı kâmil yörüngeli ve ihlâs donanımlı yaşamayı en birinci mesele bilip, duyguları, düşünceleri ve davranışları itibarıyla öylesine Hak rızasına kilitlenmiş bir hakikat eridir ki, bütün dünya ve "mâsivâ"yı ona verseniz, yine de onu kat'iyen hedefinden döndüremezsiniz; hatta cennetlerle bile ona yol ve yön değiştirtemezsiniz.
Gönül insanı, aynı yolda yürüyüp, aynı mefkûreyi paylaşanlarla asla rekabete girmez.. onlara karşı kat'iyen kıskançlık duymaz.. aksine, onların noksanlarını giderir, eksiklerini tamamlar.. ve onlara karşı hareketlerinde hep bir vücudun uzuvlarından herhangi bir organmış gibi davranır: Tam bir îsâr rûhuyla, makam, mansıp, pâye, şöhret, nüfûz, müessiriyet.. gibi maddî-mânevî hemen her konuda yol arkadaşlarını öne çıkarır ve kendi gerilerden gerilere çekilerek onların başarılarının dellalı gibi davranır, mazhariyetlerini alkışlar ve muvaffakiyetlerini de bir bayram sevinciyle karşılar.
Gönül insanı, çok defa kendi yol ve yöntemine bağlı kalıp bütün faaliyetlerini şahsî mizaç ve mezakı çizgisinde götürse de, başkalarının düşünce ve hareketlerine karşı hep saygılı kalmaya çalışır.. paylaşmaya, beraber yaşamaya açık durur.. oturur kalkar aynı mefkûre insanlarıyla müşterek hareket etme yollarını araştırır.. müşterek projeler geliştirir.. ve "ben" yerine "biz"i ikame etme gayreti gösterir.. dahası, başkalarının mutluluğu yolunda rahatlıkla kendi saadetini feda edebilir.. ve bunları yaparken de kimseden herhangi bir teveccüh beklemez.. hatta böyle bir beklentiye girmeyi kendi hesabına bir sukût sayar; sayar da, yılandan-çıyandan kaçtığı gibi önde görünmekten, namdan-şandan kaçar ve unutulma murâkabesine dalar.
Gönül insanı, kimseye tecavüz etmez, saldırıya saldırıyla mukabelede bulunmaz. En kritik durumlarda bile hep "îtidâl-i dem"le hareket eder ve ne olursa olsun, bir gönül eri olmanın gereklerini tamı tamına yerine getirmekten asla geri durmaz. Her zaman fenalıklara karşı iyilikle mukabelede bulunur.. kötülükleri kötülerin işi sayar ve bir iyilik âbidesi gibi davranır.
Gönül insanı, hayatını Kur'ân ve Sünnet çizgisinde Hak dostluğu (vilâyet), takva, azimet ve ihsan şuuru çerçevesinde yaşar.. benlik, gurur, şöhret gibi kalbi öldüren hislere karşı sürekli tetikte bulunur.. kendine nisbet edilen güzellikleri "her şey O'ndan" deyip gerçek Sahibi'ne verir.. iradeye vâbeste işlerde de her zaman "ben"den kaçar, "biz"e sığınır.
Gönül insanı, hiç kimseden korkmaz. Hiçbir hâdise karşısında telâşa kapılmaz; "Allah'a dayanır, sa'ye sarılır, tevfîke râm olur" ve doğru bildiği şeylerden asla geriye durmaz..
Gönül insanı, kimseye gücenmez; hele Hakk'a dilbeste olanlara kat'iyen kırılmaz. Yol arkadaşlarını herhangi bir fenalık içinde gördüğünde onlardan uzaklaşmaz.. perdeyi yırtmaz.. onları utandırmaz; utandırmak bir yana, böyle bir fenalığı gördüğünden ötürü büyük bir hata işlemiş gibi kendini kınar ve kendine sorular yöneltir.
Gönül insanı, mü'minlerin farklı yorumlara açık tavırlarından dolayı onlar hakkında sûizanda bulunmadan kaçınır; görüp duyduğu şeylere iyi yorumlar getirir ve kat'iyen olumsuz mülâhazalara girmez.
Gönül insanı, hareket ve faaliyetlerini, bu dünyanın bir ücret yeri değil de, bir hizmet mahalli olduğu mülâhazasına bağlar.. ve her zaman memur bulunduğu sorumlulukları fevkalâde bir disiplin içinde yerine getirir.. netice ve sonuçla meşgul olmayı da Hakk'a karşı bir saygısızlık sayar. O, dine, imana ve insanlığa hizmeti, Hak rızası yolunda en büyük bir vazife bilir ve ne kadar büyük işler başarsa da, bundan nefsi adına maddî-mânevî herhangi bir pâye çıkarmayı hiç mi hiç düşünmez.
Gönül insanı, ne düzeninin bozulmasından ye'se düşer, ne de bütün insanların ona karşı olmasından dolayı sarsıntı yaşar.. "Bu dünya, darılma dünyası değil, bir dayanma âlemidir." diyerek dişini sıkar, sabreder, maruz kaldığı durumlardan kurtulmak için de alternatif çıkış yolları arar ve en kritik anlarda dahi değişik stratejiler üreterek hep azm ü ikdamda bulunur.
İnsanî değerlerin hor görüldüğü, dînî düşüncede kırılmaların yaşandığı, her taraf başı boşların gürültüleriyle inlediği günümüzde, başka bir şeye değil, bu kabil gönül insanlarına hem de hava kadar, su kadar ihtiyacımız olduğunu bir kere daha hatırlatıp bu faslı da noktalayalım.
Sızıntı, Ağustos 2000, Cilt 22, Sayı 259
.
Ramazan gelirken bin nazla ve dolu dolu düşüncelerle gelir. Gece-gündüz hep gufranla tüllenir durur. Mîâdı dolunca da kendini duyura duyura gider. Ne var ki Ramazanlaşan ruhlara tam bir boşluk yaşatmamak için de bizi, hayrı, bereketi, neş'esi sıkıştırılmış bir gün diyebileceğimiz bayrama emanet eder. Ramazandan sonra bayramın gelişi sürpriz olmasa da, yine de o alışılmışın çok çok üstünde bir canlılık ve ülfetlerin eskitemediği bir eda ile ufukta belirir; bir dolunay gibi yükselir ve gözlerimize, gönüllerimize kâse kâse heyecan sunar. Ramazanla sıcak alaka kurabilmiş hemen herkes bayramı, ilâhî ihsanların bir tevzî zamanı füsunuyla duyar, onu olabildiğine tılsımlı bulur ve onun bu semavî cazibe ve büyüsüyle muvakkaten dahi olsa, Ramazanın ayrılış şokunu oldukça hafif hisseder ve koca bir gufran ayının vedasıyla engin bir ihsan gününün şölenini iç içe yaşar.
Bizler, bayramı hemen her zaman süratle doğan, bir hamlede gelip tepemize yükselen ve adeta göz açıp-kapama sürati içinde de ömrünü tamamlayıp guruba yaslanan bir bedir gibi duyarız. Çarçabuk gelir, çarçabuk gider ve hasretlerimizi, hayallerimizdeki resimlerine emanet eder. Ancak böyle fevkalâde dar bir zaman dilimine sıkıştırılmış bayram o kadar zengin, o kadar muhtevalı ve o denli cömerttir ki, onda haftaların, ayların vâridâtının meknuz bulunduğunu söylemek mübalağa olmasa gerek. O her zaman semadan ufkumuza tıpkı bir avize gibi sarkıtılır; sinelerimize neş'e olur akar, semavîliğe açık gözlere ışık ziyafetleri çeker.. Ramazanı saygıyla uğurlayanlara göklerin saygı mesajlarını sunar.. ve hemen herkese -gönlünün vüsati ölçüsünde- ukbâ güzelliklerinden neler ve neler fısıldar.!
Bayram, dünya ve ötelere ait güzelliklerin birbirine karıştığı, insanların bütün bir Ramazan boyu değişik ibadetlerle melekleştiği, meleklerin bu benzerliğe teveccüh ve iltifat olarak bayramlaşan o temiz ruhlar arasında tenezzül dalga boyuyla uçuşup durduğu ve her şeyin lâhûtî bir güzelliğe büründüğü öyle büyülü bir gündür ki, onu tam duyup yaşayabilenler kendilerini uyanmak istemedikleri bir rüya aleminde sanırlar. Bu mübarek günde Ramazanın yaşandığı hemen her yer ruhanîlerin yıldızlar arası dünyalarda duyup zevk ettikleri mânevî ihtişama denk bir füsuna bürünür, ve o engin mânâ ve muhtevasıyla gönüllere işleye işleye mü'minleri, açılabildikleri kadar alır kalbî ve ruhî hayatın derinliklerine götürür, onlara ayları, güneşleri, kehkeşanları içine alabilecek vüsate erme rampaları hazırlar, ve herkese "kenz-i mahfî"ye pırıl pırıl bir ayna olabilme düşüncelerini fısıldar: Öyle ki, derecesine göre hemen herkes bayramın tedâî ettirdikleriyle uçmaya hazır kuşlar gibi gerilir, herhangi bir derinliğe açılıyormuşçasına boyunlarını uzatır.. ve uçup ulaştıkları/ulaşacakları zirvelerin hayretiyle hep mest ü mahmur dolaşır ve bu tek dünya gününü âdeta cennet zamanlarına çevirirler, evet onlar böyle bir hayret sermestisi içinde, her nesnede Hakk'a ait güzellikleri görme büyüsüyle mest, zaman sükûtun lisanıyla en beliğ hutbeler îrâd etmekte ve hemen bütün mekanlar da, bayram rengi ve bayram deseniyle onlara bestesiz, güftesiz en saf bir mûsıkîden en nefis nağmeler sunmaktadır. Zannediyorum eğer bayramın seslendirdiği bu mûsıkîyi ve bayramlaşan insanların edalarından dökülen şiiri çözmek, dile getirmek mümkün olsaydı, en enfes şiirlerin bercesteleri bile bu büyülü nağmelerin yanında renk atmış, sararmış kupkuru birer lakırdıya dönüşürdü.
Bazen bayramın gelişiyle-duyanlar için-dört bir yanı öyle bir "üns" esintisi kaplar ki, insan görüp temâşâ ettiği her çehrede ötelerin vefasının tüllendiğini görüyormuşçasına ve hem burası hem de öteler, her iki âlemin birleşik noktasında bulunuyor olma hülyalarıyla zevkle gerilir, haşyetle ürperir ve kendini bir havf-reca zemzemesi içinde bulur. Bazen insan, bayramda her şeyi olduğundan çok farklı duyar ve farklı değerlendirir: Öyle ki o kendine hükmeden bir kısım duygu anaforlarıyla göklerin ve yerin iç içe girdiğini, arzdan kopup bir ölçüde semavileştiğini, ruhanîlerin arasına girip onların dünyalarını paylaştığını sanır; açılır, genişler, "la mekânî" bir hâl alır ve kendini sahili olmayan derinliklere salmışçasına mahiyetin sınırlarını çok aşkın bir serhadde ulaşmış gibi olur.
Bayramda duygular o kadar yumuşar, ruh öylesine hafifler ve mantık gönülle o denli içli-dışlı olur ki, insan bazen bu seviyedeki bir farklılaşma karşısında hayretten hayrete girer. Kim bilir belki de ona bu ölçüde insanî değerleri hatırlattığından ötürü bayramın daha sık gelmesini arzu eder... Bütün imanlı gönüller bayramı duyarlar ama o, bizim ülkemizde daha bir nazlı, daha bir sevimli, daha bir şirin ve daha bir candandır; zira yüzlerce seneden beri hep aziz bir misafir gibi gelen, başımıza yümnünü, bereketini boşaltan ve bizi şefkatle kucaklayan bayram, o kadar bizim olmuştur ki onu hep evlerimizde-odalarımızda, mâbedlerimizde-sokaklarımızda bizden biri gibi duymuş ve sinelerimizi açarak muânakasına koşmuşuzdur. Evet bayram her gelişinde duygu, düşünce, his ve şuurlarımıza öyle derince tesir eder ve benliğimizi öyle yumuşakça sarar ki, onu tıpkı teneffüs edilen bir koku, dilimizde-damağımızda dolaşan bir lezzet, gönüllerimizde duyulan bir haz ve ufkumuzda tüllenen bir şölen gibi hissederiz; biz hissederiz, o da günün hemen her saatinde bize, harflerle, kelimelerle kayıt altına alınamayacak ne sözler ne sözler söyler, her şeyi evirir çevirir kendi uhrevî güzelliğinin cazibesine bağlar, hafıza, hayal ve hatıralarımızı en enfes resimlerle süsler ve bir gün çekip gitse de, hayalhanemizde her zaman en tatlı rüyalar gibi hep taptaze kalmasını bilir.
Biz, günümüzdeki bayramları, önceki bayramlara nispeten daha bir ehemmiyetli, daha bir kucaklayıcı ve bir mânâda da koruyucu görüyoruz. Her şeyden evvel o, bizleri, günlük hayatın gündelik dedikodularından, "yaşamın" kirli yanlarının tozundan-toprağından uzaklaştırarak, hatta arındırarak kendine benzetir ve aktüalitenin isi-pası içinde bunalmış günümüzün insanına öteden iksirler sunmak suretiyle, onu gerçek insanî değerlere uyarır; uyarır ve her yanını saran kirli duygularını, mülâhazalarını eriterek, çözerek onu talihinin gülen yüzüyle buluşturur.
Bilhassa, hayatını kalb ve ruh seviyesinde götürebilenler için bayram bazen öyle şaşaalı ve pırıl pırıl gelir ki, insan onu yaşamadan-duymadan asla bıkmaz ve gündüzün gitmesini, gecenin gelmesini, uykunun gelip hayatın üzerine abanmasını kat'iyen istemez. Nasıl ister ki bayram, mü'minlere servet ve vâridâtını israf derecesinde ikram eder ve onunla şöyle-böyle uzak bir tanışıklığı olanları bile o sihirli armağanlarıyla sevindirir, ve miadını doldurarak gidip guruba kapandığında da zihinlere bıraktığı fotoğraflarla tedâî menfezlerini açık tutar ve her fırsatta duygularımıza bir sürü şey söyler: Öyle ki insan ne zaman onun adını ansa, birdenbire hafızasında yüzlerce çağrışım vetiresi başlar, onun ismiyle zihinlerimizde bir sürü mefhum şekillenir., en taze mânâlar sökün eder gelir ve kendilerine has çerçeveye oturur, duygularımızda garip kıpırdanışlar belirir ve hayallerimizin vüs'atine göre, zamanın bilmem hangi diliminde yaşadığımız bayramları bütün saniye, dakika ve saatleriyle bir kere daha yaşar ve o nefis zaman parçacıklarını, yaşadığımız hayatın birer derinliği gibi duyarız. Evet, onu anınca hayalimizde cemaatle tıklım tıklım camiler belirir.. kulaklarımızda tekbir ve tehlil avazı uğuldar durur.. aşk u şevkin coşturduğu gönüllerden taşan çığlıklar birer mızrap gibi sinelerimize kalkıp inmeye başlar. Çocukların cıvıl cıvıl sevinçlerini, yaşlıların vakur ve murâkabeyi andıran duruşlarını, kadın-erkek, genç-ihtiyar herkesin neş'eyle köpürüp sevgiyle birbirini kucakladıklarını bütün canlılığıyla bir kere daha duyar ve kendimizi zaman üstü bir âlemin, her iklime açık büyülü bir koyunda sanırız.
Ben şimdilerde, milletçe yaşadığımız o mübarek günlerin hasretiyle hep içimi çekip dursam da, bir zamanlar bayramlarla aydınlanmış, renklenmiş o müstesna zaman dilimlerini saat, dakika ve saniyeleriyle duyup tadabiliyor ve dostlarla el ele, gönül gönüle bulunduğum o "eyyâmullah"ı bütün letâfetiyle hissedebiliyorum. Evet, o mübarek günleri, kendi insanımızla, cami hariminde, şadırvan başında, mâbed yolunda bütün hususiyetleriyle önce nasıl duymuşsam, bunca uzaklık ve bunca toz dumana rağmen o günkü revnakdarlığıyla ruhumda bir kere daha yaşayabiliyorum.
Evet o eski günlerde hemen herkes, heyecanla dopdolu, saygıyla karşılayacağımız bir telaş içinde, bir oraya-bir buraya koşar, yer yer toparlanır, zaman zaman dağılır, bayramın ebediyet buudlu güzelliklerinden tam nasip alabilme atmosferinde, namaz, va'z u nasihat, Allah'a iç dökme, cami avlusunda dostlarla sarmaş-dolaş olma ve onlarla hasbıhal etme gibi konularla kendini farklı hallerle ifade eder, gün boyu Allah ve Peygamber'e açık durur, başkalarıyla münasebetlerini sevgi ve şefkate bağlı götürür, çevresine basiretle bakar, her şeyi kalbiyle değerlendirir, vicdanıyla tartar, ve sabahtan akşama kadar çeşitli aktivitelerle o mübarek günün tek santimini dahi heder etmemeye çalışırdı...
Ruhlarımız o bayramları bir şiir, bir mûsıkî gibi dinlerdi ve o günlerde hemen herkese ve her yerde, kâse kâse bayram ruhu sunulurdu. Çehrelerdeki beşâşet, sinelerdeki genişlik birbirine denk israf hududunda bir cömertlikle, hep verme ve dağıtma yarışında bulunur, ne olursa olsun herkes o aydınlık günleri çocuklar gibi pür-neş'e ama mutlaka bir temkin tavrı içinde yaşar ve derinleştirirdi.
Dünya durdukça o bayramlar da bütün canlılığıyla hafızalarımızda yaşayacak ve gelecek yeni bayramlarımıza birer model teşkil edeceklerdir; model teşkil edecek ve ömürlerimizin en ak çizgileri olarak her zaman kanatlarını hayallerimizin ufkuna gererek, en karanlık, en tozlu-dumanlı günlerde dahi hafızalarımızda bize şehrâyinler yaşatacaklardır. Bizler yıllarca, o nurefşân ve rengârenk günlerin füsunuyla yaşadık. Bir gün -Allah göstermesin- her şeyin sesi kesilse, ruhanî hazlarımıza zift püskürtülse ve bütün zevklerimiz acılaşsa, biz yine gönüllerimizin derinliklerinde duyduğumuz o rengârenk bayramları hatırlayacak, onların yıllarca yaşanmış olmasını, bundan sonra da o tür bayramların yaşanabileceğine emare sayarak, her zaman canlı duracak ve duygu dumuruna düşmemek için de sık sık hatıralar albümündeki o bayram fotoğraflarını karıştırarak nisyanla savaşta heyecanlarımızın yanında olmaya çalışacağız.
Sızıntı, Ocak 2001, Cilt 22, Sayı 264
.
Milletçe birbirimize karşı saygının, sevginin, insanî münasebetlerin yeniden canlandığı yakın geçmişteki o kısa dönemde, bir baştan bir başa bütün ülkede her şey daha bir farklı görünüyor ve daha bir sıcak hissediliyordu. Ara sıra bir kısım münasebetsiz ve can sıkıcı sesler duyulsa da, toplum hemen her kesimiyle âdeta bir nevruz heyecanı yaşıyor ve upuzun yaz rüyaları görüyordu.
Hemen hepimiz, hatıralardaki altın günlerimizi, bugünler içindeki kendi şive ve kendi edâmızı yeniden bulmuş gibi pürneş'e, birbirimizle kucaklaşıyor, koklaşıyor; birbirimizden haberdar olmanın, birbirimize kavuşmanın, hatta birbirimizi bir kere daha keşfetmenin inşirahlarıyla hep sevgi türküleri söylüyorduk. Hülya ve rüyalarımızda her gün biraz daha derinleşen sevenler ve sevilenler dünyasından pırıl pırıl renkli fotoğraflar, her yerde teneffüs edilen sımsıcak hava, her yanda tüllenen derin bir şefkat ve merhamet, yürüyorduk kinin, nefretin bulunmadığı-bulunamayacağı günlere. Ümitlerimizi, beklentilerimizi bütün canlılığıyla içimizde duyarak her şeyin bizcesine açılıyor ve benliğimizi saran bir büyü ile, bir zamanlar hayatımızı onun etrafında örgülediğimiz sevgi, saygı ve hoşgörü günlerine dalarcasına "eyyâmullah" diyeceğimiz altın çağlarımıza abanıyor ve yakın geçmişimiz itibarıyla, milletçe bir türlü gerçekleştiremediğimiz sevgiyi sevme, nefretten nefret etme ve sînelerimizdeki düşmanlık duygusuna karşı tavır alma istikametinde ümitle, iştiyakla durmadan koşuyor ve kendimiz olmaya çalışıyorduk.
İhtiyarlamaya yüz tutmuş ruhlarımıza gençlik aşılamaya, renk atmış duygularımıza imanlarımızın boyasını çalmaya ve hâlâ yaşadığına inandığımız saatlere zamanın sihrini duyurmaya; duyurup akrep ve yelkovanı bir hayli zamandan beri bağlı bulundukları paslı zembereğin tesirinden kurtarmaya ihtiyaç vardı ve bunlar mutlaka yapılmalıydı.! İhtiyaç duyulan bu hususlar tam yapıldı veya yapılmadı o ayrı bir konu ama, yapılmak istenenler işte bunlardı.
Yakın geçmişimiz itibarıyla biz, işte böyle bir diyalog vetiresi (süreç) içinde hep günlerin bahara kaydığını görür gibi oluyor; yeşeren ümitlerimizle kendimizden geçiyor ve bu ince, nazlı, yumuşak havanın, toplumun hemen bütün kesimlerince benimsenip yaşanabileceği hülyalarıyla oturup kalkıyor; her hamleyi az ilerideki sevgi günlerinin şafak emareleri gibi değerlendiriyor ve âdeta bir "şeb-i arûs"a hazırlanıyormuşçasına seviniyor, heyecanlanıyor, ümitlerimizin ufkuna doğru kanat çırpıyor ve gönüllerimizin zarını yırtacak seviyedeki bir neş'e ve cûşişle yitirdiğimiz saatlerin, günlerin bize iade edildiğini/edileceğini duyar gibi oluyorduk.
Keşke böyle bir vetireyi ümit, hayal ve beklentilerimizdeki enginlik ve zenginliğiyle devam ettirebilseydik.! Aslında ettirilmemesi için zahiren hiçbir sebep de yoktu. Yoktu ama, doğrusu biz bu konuda ümit ve hayallerimizin çok çok gerisinde kalmıştık; kalmış ve her şeyi iyimserlik, hoşgörü ve hüsnüzanna bağlı değerlendirerek pusuda fırsat kollayan kini, nefreti, gayzı, öfkeyi, bağnazlığı, yobazlığı bütün bütün düşünemez olmuştuk; mâzur da sayılabilirdik; zira bizler medenî bir dünyada, aydınlar arasında tarihten kalma bu mel'ûn düşüncelerin bütünüyle ölüp gömüldüğünü; iyiliklerin, güzelliklerin, faziletlerin ve evrensel değerlerin peşi peşine "ba'sü ba'de'l-mevt"lerinin yaşandığı bir dönemde bunların bir daha da hortlatılamayacaklarını sanıyorduk.. keşke yanılmamış olsaydık!. Ne var ki biz, insanlara saygıya ve hüsnüzanna takılarak yanılmıştık...
Bir daha dirilmez sandığımız bütün kötü duygular, kötü tutkular yeniden hortlamış ve birer gulyabâni gibi her köşe başını tutmuştu; işte bu duygu ve tutku sergerdanları, bir Karmatî hezeyanıyla her şeye saldırıyor, bir Hâricî mantığıyla her şeyi ve herkesi kesip-biçiyor; bir anarşist tavrıyla her şeye tecavüz ediyor; kinin, nefretin, gayzın, öfkenin güdümünde vahşetten vahşete koşuyor; sevgiye, hoşgörüye uzanan köprüleri yıkıyor, yolları harap edip yürünmez hâle getiriyor, seven ruhları sindiriyor, sevgiyle çarpan sînelere şiddet, hiddet aşılıyor; çevresine şefkatle bakan çehrelerdeki tebessümleri karartıyor ve değişik çevre ve kesimlerin birbirleriyle olan iltisak noktalarını kırıyor, yıkıyor; onlar arasındaki birlik ruhunu kesiyor, biçiyor, parçalıyor ve ulaşabildiği bütün gönüllere düşmanlık tohumları saçıyorlardı..
Evet, bunlar, önce, toplumu teşkil eden fertlerin birbirlerine karşı güvenlerini sarsıyor; milletin değişik kesimleri arasına sûizan ve kuşku tohumları saçıyor; sonra da hoşgörü temsilcileri hakkında akla-hayale gelmedik iftira ve tezvirlerle, onların en samimî davranışlarını dahi evirip-çevirip hiç olmayacak bir kısım gayelere, hedeflere bağlayarak bütün hayırlı işleri âdeta kundaklıyorlardı. En olumlu gayretler etrafında şüpheler uyarıyor; diyalog adına ortaya atılan tekliflerde başka maksatlar arıyor; en yararlı sözleri, beyanları sağa-sola çekiyor, bölüyor, parçalıyor, montajlarla farklı kalıplara ifrağ ediyor ve tahribin en utandırıcı örneklerini sergiliyorlardı.
İşte bu şeytanî gayretler, millet çoğunluğu üzerinde müessir olmasa da, öteden beri hayatını şiddete, hiddete, kine, nefrete bağlamış ve düşmanlıktan başka bir şey düşünmeyen marjinal bir kesimi ayaklandırmaya yetmişti. Ayaklandılar ve "hoşgörü", "diyalog", "sevgi", "herkesi kendi konumunda kabul etme" ve "kavgasız bir dünya".. gibi kavramlara karşı âdeta savaş ilân ettiler. Yüreklerdeki ümitleri sarstı, insanların birbirine karşı güven ve itimadını yıktı, toplumun değişik kesimlerini birbirine bağlayan esasları parçaladı, dağıttı ve yerle bir ettiler.
Herkesi aldatamadıkları, her sîneye giremedikleri, her dimağda şüphe uyaramadıkları ve çoğunluğu iğfal edemedikleri muhakkaktı; ancak bu kesme-biçme, bölme-parçalama ve her şeyi hurdahaş etme gayretleri tamamen de neticesiz kalmamıştı. Eski kavgalı günlerden henüz sıyrılmış bulunan ve fakat durduğu yerde biraz da iğreti duran pek çok kimse, yeniden sarsılmış ve bunların hoşgörü çağrılarıyla alâkalı bütün duyguları, düşünceleri alt-üst olmuştu. Bu da, yıllardan beri kardeşlik, dostluk ve diyalog adına ortaya konan gayretlerin hebâ olması ve bu çizgide gayretlerle gerçekleştirilmesi muhtemel diyalog ve barışa giden yolların muvakkaten de olsa yürünmez hâle gelmesi demekti...
Şimdilerde ben, bugüne kadar yapılan onca güzel iş ve gayretin baltalanmasını ve onca olumlu gelişmenin tahrip edilmesini ruhumda olsun duymamak için, olup bitenler ne zaman aklıma gelse, hayalimin yüzünü başka tarafa çeviriyor ve realitelerden kaçarak hafakanlarımı bastırmaya çalışıyorum. Doğrusu şu anda, kalbimde sıkışmalar hâsıl eden, tansiyonumu yükselten, vücudumda tavattun etmeye karar vermiş hastalıklara taarruz gedikleri açan böyle öldürücü hayallere karşı yapacak başka bir şey de düşünemiyorum. Ne var ki, ben onlardan ne kadar uzak durmaya çalışsam da, yine de olup bitenler, herhangi bir boşluktan sızıp düşünce dünyamın içine giriyor, bazen bir zehirli ok gibi kalbime saplanıyor; istemediğim hâlde zihnime akan bu meş'ûm bilgilerle inliyor, kıvranıyor ve kimbilir günde kaç defa Rabbime el kaldırıyor, "Rabbenâ feracen ve mahracen." deyip sızlanıyorum...
Bazen, toplumun değişik kesimleri arasındaki sevgi ağlarının yırtıldığını görür gibi oluyor; bazen gelip duygularıma çarpan hoşgörü ve diyalog etrafındaki homurtularla ürperiyor; kin ve nefret aktörlerinin öldürücü darbeleri altında inleyen dostluk ve kardeşlik hislerinin acı talihlerini düşünüyor ve irkiliyorum. Bazen de hiçbir şey düşünmeden olduğum yerde kalakalıyorum.
Kardeşlik ve dostluğa açık o sımsıcak günlerin, şimdilerde uçmuş renklerini, gönüllerde soldurulmuş nakışlarını, karartılmış ufuklarını her tasavvur ve tahayyül edişimde, ölüme yürüyen bir insanın çehresini ya da inkırâza yüz tutmuş mâil-i inhidam bir binanın hâlini temâşâ ediyor gibi oluyor ve hiçbir şey yapamamanın çaresizliği içinde sadece inleyerek tepkimi ortaya koyuyor ve gönlümü bununla serinletmeye çalışıyorum. Bir duygu, bir düşünce, bir anlayış, bir felsefe bu kadar hoyratça bir muameleye maruz kalınca ne kadar iflâh olur ve ne kadar var olma gayesini edâ edebilirdi, onu her şeyi yakından takip eden insaf dünyasının insafına bırakıyorum.
İddialar mesnetsiz olsa da, taarruz insafsız, koparılan gürültü korkunç, kampanya plânlı, komplo şeytanî ve bütün bu hareketlerin hedefi de dostluk, kardeşlik ve sevgiydi. Bir kere daha Çanakkale işgali yaşamıştık; ama bu defa Çanakkale içinde vurulan, işte bu değerler olmuştu. Toplum ne kadar sağduyulu hareket etse de, gönüllerden birçok şey kopup gitmiş ve değişik kesimlerin birbirlerine karşı güveni büyük ölçüde sarsılmıştı. Bu korkunç gürültü ve yaygaradan sonra artık, insanlar eskisi gibi birbirini sevemeyecek, birbirine güvenemeyecek, gönül rahatlığı içinde bir araya gelemeyecek, gelseler bile birbirlerini yürekten kucaklayamayacaklardı. Otel lobileri ya da değişik toplantı salonları artık tebessüm alış verişi göremeyecek, insanlar gönülden birbirlerinin elini sıkamayacak, sîneler şefkatle çarpamayacak ve o sımsıcak günler bir garip Şubat soğuğuna yenik düşecekti. Demek ki, artık gönül kapıları o eski sıcaklığıyla herkese aralanamayacak, gözler tebessüm cimriliğine gidecek, dudaklar da sevgi mırıldanmayacaktı.
Sanki, gelecek adına görülen rüyalar bitmiş, birlik-beraberlik hülyaları yıkılmış, sînelerdeki ümit ışıkları sönmüş, emniyet soluklayan nefesler susmuş/susturulmuş, -Allah bu garip sessizliği bir daha göstermesin- her şey endişe verici bir sükûta teslim olmuş gibiydi... Ben her gün birkaç kere hayalimle bu ürperten resimleri seyrediyor ve kırılıp dökülen, parçalanıp sağa-sola saçılan sevgi, beşerî münasebetler, hoşgörü, diyalog ve birbirimizi anlama... gibi kazanılmış güzelliklerin horlanıp hakir görülmesi karşısında iki büklüm oluyor ve inliyorum.. iki büklüm olup inliyorum çok ciddi gayretlerle elde edilen başarıların altının oyulmasına; o sevgi atmosferinin delinip yırtılmasına, toplumun değişik kesimleri arasında yeniden kavgaya start verilmesine; kinin, nefretin mergup bir metâ gibi gelip baş köşeye oturmasına; sevginin, merhametin, şefkatin ve bunlara bağlı olarak da gelecek adına ümitlerimizin kapı kapı kovulmasına; sînelerde uykuya yatmış düşmanlıkların bir kere daha hortlatılmasına.. evet bütün bunlar karşısında kaddim bükülüyor; kendimi âdeta öldürülmüş bir sürü güzel şeyin mezarı başında tahayyül ediyor, acıyla kıvranıyor ve ürperiyorum.
Ne var ki, olup biten bunca kemlik, bunca kötülük ve bunca vefasızlığa rağmen hâlâ o günlerin avdet edeceğini gösteren ve onları bize geri veriyor gibi görünen saatlerin emâreleri de başımızın üstünde. Yarısı uçurulmuş bir bina veya eksik kalmış bir mısra gibi imara azmi şahlandıracak, kalemi bir kere daha coşturacak bir hayli ışık var geçtiğimiz yollarda. Yıkılıp giden, sökülüp atılan o ümit dünyasından geriye kalan her parça bize: "Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol.../Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol." (Âkif) diyor gibi. Gerçi mevcut durum, bir yıkık rüyaya benzeyen hâliyle bana oldukça dokunuyor ve yapılanlar çok gücüme gidiyor; ama yürüdüğümüz yol millet yolu olduğuna göre, neye maruz kalırsak kalalım, başımıza gelen her şeyi sabırla, tevekkülle karşılamaya kararlıyız. Gönül gözlerimizle milletimizin mutlu yarınlarını süzerek, yaşatma zevkiyle hasret ve hicranlarımızı tadil edip, yolda bulunmanın hakkını vermeye çalışacağız.
Bir kısım yobazca düşünceler, yürüdüğümüz yolları yürünmez birer patika hâline getirse de, hâlâ her tarafta salınıp duran yeşillikler, gönüllerimizde yol yürüme heyecanı uyaran yol arkadaşları, insanî duygularıyla diyaloğa açık sîneler; el sıkışmasını, kucaklaşmasını ve etrafına tebessümler yağdırmasını devam ettiren gönül insanları; günahını bilen vicdanlar, hatalarına pişmanlık duyan ruhlar, geleceği mantık ve muhâkeme üzerine bina etmek isteyen dimağlar mevcudiyetlerini devam ettirdikleri sürece, ruhumuzun sarsılan sistemlerini yeniden derleyip toparlayacak ve "yeni baştan" deyip herkesi sevmeye devam edeceğiz.
Şimdilerde hemen her yanda duyulan o sun'î ağıtların, solgun nefeslerin pörsüttüğü duygular, düşünceler, mevsimi gelince yeniden canlanacak ve her yanda bir kere daha bahar nârâları duyulacaktır.
Ben bunca yıkılış, kırılış ve dökülüş karşısında imanımın gereği olarak bir gadr u efgânı, bir azim ve diriliş duygusunu dile getirmeye çalıştım. Beklentilerimin, Hz. Kâdiyü'l-hâcât dergâhında birer dua yerine geçeceği ümidini besliyorum.
Sızıntı, Nisan 2001, Cilt 23, Sayı 267
.
Aciz, fakir, muhtaç ve kendine yetmediğinin şuurunda olan kulun, tazarru, tezellül ve alçak gönüllülük içinde, Rahmeti Sonsuz'a yönelip, hâlini O'na arz ederek istediklerini O'ndan istemesinin ayrı bir unvanı sayılan dua, kulun Rabbi'ne karşı iman, güven, itimat ve tevhid telâkkisinin bir gereğidir.
Bu mülâhazalar çerçevesinde, O'na yönelen kul, sımsıkı havf u reca duygularına kilitlenir; "Başkalarının nazarlarından uzak, gönülden sadece Rabbi'ne yalvarır ve gizliden gizliye O'na dua eder." Bu mazmuna bağlılık duada bir esastır ve bu esas ancak Şâri'in açıp genişletmesi ölçüsünde, açıp genişlettiği yerlerde tecviz, hatta teşvik edilebilir.
Allah bize, "Hem endişe içinde hem de ümitlerle dopdolu olarak yalnız O'na yalvarın; bilin ki, O'nun rahmeti, kalbleri ihsan şuuruyla çarpan kimselerle beraberdir." ferman ederek, hem teveccüh edeceğimiz kapıyı gösterir hem de o kapının önünde durmanın adabını öğretir.
Aslında, her hâlimizde O'na yönelmek, O'na el açmak, dert ve elemlerimizi O'na şerh etmek hem bir mazhariyet ve ilk mevhibe hem de Hakk'ın cevabî teveccühleri adına atılmış önemli bir ilk adımdır. O, "Kullarım Bana isteklerini yöneltirlerse, bilmelidirler ki, Ben yakınlardan yakınım; Bana dua ile yönelenin duasına icabet ederim." buyurur. Elverir ki, bu iç dökme ve yakarış "Siz, dua ve niyazlarınızı gönülden, hâlisane ve Hak rızasına bağlayarak yapınız." medlûlü çizgisinde icra edilsin. Evet, halk içinde bağırıp çağırarak başkalarına duyurma, gösterme yerine, duyması ve görmesi mânâlar üstü mânâ ifade eden Hazreti Allâmü'l-Guyûb'a, hem de tamamen halka kapalı ve O'na açık bir hâl ve atmosfer içinde, nefeslerimizi gizlilik ve içtenlikle derinleştirerek arz etmeliyiz ki, O'na iç dökmemiz gizliliğin büyüsünü taşısın ve sesimizi-soluğumuzu başka mülâhazaların şerareleri kirletmesin..
Başka her şeye kapanıp, içini sadece O'na açan, hâlini O'na şikayet eden hep O'na yakın durmanın insiyakları içinde bulunur ve O'nun dergahından eli boş dönmez. Evet, insan ihtiyaçlarını, onları karşılayabilecek birine açmalı; belâ-yı dertten "âh" edecekse derde derman bir hekimin yanında inlemeli.
Kul, efendisine arzuhâlde bulunacaksa, ağyâra bütün bütün kapanarak, aklıyla, şuuruyla, hissiyle hep O'na açık durmalıdır; durmalı, sesini-sözünü O'na göre ayarlamalı ve kendine yakınlardan daha yakın birinin huzurunda iç çektiğini düşünerek nağmelerinden ses ihtizazlarına, tavırlarından mimiklerine kadar her hâliyle bir temkin örneği sergilemelidir.
Kime el açtığının farkında olan bir sadık kul, düşünce ve dualarını niyeti ve içtenliğiyle sık sık kalibrasyondan geçirir; ifade ve hislerini her türlü şerareden arı-duru tutmaya çalışır ve duymasını istediğinden başkalarının duymalarına karşı âdeta dilsiz kesilir. Yer ve zamana göre kendi sesini ve kendi sözlerini kendinden bile kıskanır.
Bir kulun, dua ve niyazlarını hâlinin saffetine bağlamasının yanında, nabızlarının "Allah Allah" diye attığı dakika ve saniyeleri kollaması; mübarek gün ve geceleri ilâhî mevhibelere açık kutlu vakitler sayarak dolu dolu yaşaması; ve bilhassa, Hak rahmeti sağanaklarının nüzûl emare ve işaretleri sayılan namaz saatlerini, iftar zamanlarını, secde ve rüku hâllerini santim zayi etmeden değerlendirmesi; sonra, arzu ettikleri olmuş-olmamış, şartlar aleyhine dönmüş veya lehinde cereyan etmiş, ciddi bir vefa hissiyle ara vermeden yaptıklarını devam ettirmesi hem duanın kabulü için bir esas hem de sadakat ve samimiyetin gereğidir.
Hakk'a inanan bir insan için, yaz gününü kar bastırmış, baharı hazan vurmuş, gündüzler kör kabirler gibi kararmış, her tarafı çeşit çeşit karakura basmış hiçbir önemi yoktur; Allah, "Siz, muztar kalıp ıztırar diliyle dua ettiğinizde, sizi kara ve denizlerin karanlıklarından kurtaran kim?!." diyerek kendini, gücünün her şeyi ihatasını hatırlattıktan sonra ne önemi var zalâm zalâm üstüne dört bir yanın kararmasının.. ne önemi var, Kudreti Sonsuz "Çaresiz kalıp da O'na yalvaranın duasını kabul ederek sıkıntılarını gideren Allah'tan başka kimdir?" deyip mevcudiyetini vicdanlarımıza duyurduktan sonra!
Kur'ân, varlığın tercümesi; hâdiselerin tercümanı; makro ve mikro âlemlerin müfessiri; bu dünyada âlem-i gaybın lisanı; insanoğluna ilâhî iltifatların senedi; İslâmiyet'in özü, esası, nur ve ziyası; uhrevî âlemlerin haritası ve ona inananların vesile-i saadeti olduğu gibi aynı zamanda açık-kapalı, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak bir dua mecmuasıdır.
Kur'ân, Fatiha sûresiyle lâl ü güherlerini saçmaya başladığı andan itibaren, hamd ü senâ ile bir dua mukaddimesi vaz'eder ve sırat-ı müstakim talebiyle işe başlar. Bakara sûre-i celîlesi zımnî dua şivelerinin arasında sesini sarahatinin nağmeleriyle yükselterek "Rabbimiz, bize dünyada da ahirette de hasene ihsan eyle!" der ve bizi duaya çağırmanın yanında, Cenâb-ı Hak'tan ne istenileceği konusunda da irşad eder. Birkaç sayfa sonra, "Rabbimiz! Üstümüze sağanak sağanak sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl, kaydırma ve kâfirler güruhuna karşı bize yardım eyle!" istimdat edâlı beyanıyla, zor şartlar altında mü'minlere sığınacakları sera ve siperleri gösterir.
Daha bir sürü dua televvünlü beyandan sonra sûrenin Miraç armağanı son âyetinde "Rabbimiz! Eğer unuttu veya hata ettiysek, bundan dolayı bizi muaheze etme. Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz şeylerle bizi sorumlu tutma. Bizi affet; kusurlarımızı bağışla; bize merhamet buyur; Sen bizim mevlâmızsın, kâfirlere karşı bize yardımda bulun." ifadeleriyle daha şümullü bir çerçevede, her zaman vird ü zebanımız olması gereken bir dua ve niyazı ihtar eder. Âl-i İmrân sûresinin ilk sayfasında "Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi zeyğe uğratıp kaydırma ve nezd-i ulûhiyetinden bizlere hususî rahmette bulun." diyerek mü'minler için en hayatî bir duayı hatırlatır. Birkaç âyet sonra "Ey Rabbimiz! Bizler Sana inandık, günahlarımızı bağışla; bizi cehennem azabından koru." çığlıklarıyla el açıp yalvaran müttakilerin niyaz ve teveccühlerini referans göstererek bizi bir kez daha duaya çağırır. Birkaç makta sonra havârîlerin, "Ey Rabbimiz! Biz Senin indirdiğin kitaba iman edip gönderdiğin elçiye tâbi olduk; bizi Hakk'ın şahitleri olarak kaydet ve tesbit buyur." şeklindeki içinde sorumluluk da bulunan yakarışlarına dikkatlerimizi çeker. Sonra nebiler çevresinde saf bağlayıp mücadele veren "ribbiyyûn"un "Ey Rabb-i Kerimimiz! Günahlarımızı ve bilmeyerek içine düştüğümüz aşırılıklarımızı affeyle; bizleri doğru yolda sabit kadem kıl ve küfr ü küfran içindekilere karşı bize yardımcı ol." diyerek bu defa da rabbanilerin dilinden bir dua armağan eder. Sûrenin sonuna doğru açtığı tefekkür faslını "Ey Rabbimiz! Bizler "Rabbinize inanın!" deyip imana çağıran, iz'âna davet eden münâdîyi işittik ve ona icabet ettik. Artık Sen de bizi affeyle, kusurlarımızı bağışla, (canımızı alırken de) bizi ebrar sırasında vefat ettir." fermanıyla içinde hüsn-ü âkıbet dileği de bulunan bir niyazla noktalar. Kendi kendine haksızlık ettiği mülâhazasıyla ürperen gönüllerin "Rabbimiz nefsimize zulmettik, şayet kusurumuzu bağışlayıp bize merhamet buyurmazsan apaçık maruz-u hüsran oluruz." inkisar içinde sızlanışlarıyla ruhlarımıza ra'şeler salan farklı bir çığlığı hatırlatır. "Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatır. Biz de yalnız Allah'a dayanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle şu "münkir" topluluk arasında artık ver o adil hükmünü; (ver de) haklı-haksız açığa çıksın." gayretullaha çağrı edalı beyanla, bütün bütün küstahlaşmış inkârcı bir toplum karşısında, gönlü itminanla çarpan, dili ihkâk-ı hak mırıldanan bir nebînin teslimiyet derinlikli yakarışlarıyla ruhlarımıza farklı bir talep üslûbu fısıldar.
Kur'ân, sık sık, biraz da konumlarına göre, nebîlerin yakarışlarından, iç çekişlerinden ve yardım taleplerinden, "Velimiz Sensin yarlığa bizi.." "Rabbimiz! Bizi o zalimlerin zulmüne maruz bırakıp işkence etme.." "Sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin; doğrusu ben kendi kendime zulmettim, affını bekliyorum" ... dar çerçeveli kareler sunar ve açık-kapalı yüzlerce âyetle bizi kendimizi sorgulamaya, arzuhâle, olumsuz yanlarımızdan dert yanmaya çağırır; çağırır ve duanın, konumuna göre belli sorumlulukları olanlara bir güç kaynağı, günaha girmiş olanlara bir arınma kurnası, darda kalmışlara bir çare, musibetzedelere bir inayet eli, acz u fakr ve ihtiyaç içinde kıvrananlara bir hazine anahtarı, derd-mend olanlara bir tabip, ümidini yitirenlere bir reca esintisi, mazlumlara-mağdurlara da bir havale çağrısı olduğunu gösterir. Dünya gailelerinden ve ukbâ endişelerinden kurtulma adına hep dua ve tazarruu nazara verir ve onu gönlünün gözleriyle süzüp, ruhunun diliyle mırıldananları sürekli Hakk'a teveccüh ve niyaz koylarında gezdirir.
Kur'ân'ın bu dua televvünlü ufkuna muhazi olarak, dua, tazarru ve niyaz sultanı Efendimiz'in hayat-ı seniyyeleri de âdeta bir yalvarış ve yakarış dantelâsı mahiyetindedir; O, sabah kalktıklarında, akşamı idrak ettiklerinde, geceleri Hak karşısında divan durduklarında, abdeste yöneldiklerinde, namaza yürüdüklerinde, bu miraç ölçüsündeki ibadeti eda esnasında, ezanı dinlediklerinde, kametle kıyam ettiklerinde, Hakk'a kurbet vesilesi sayılan her ibadetin içinde ve sonunda, yeme-içme, uyuma, yolculuğa çıkma, seferden dönme, düşmanla karşılaşma, arzî ve semavî belâ ve musibetlere maruz kalma esnasında, sürpriz vak'alarla karşılaştığında, harika hâdiseleri müşahede anında, hastalık ve rahatsızlıklara müptelâ olduğunda, keder ve sevinç vesilelerinin zuhuru hengamında hep el açar, Rabbine yönelir; yerinde şükür ve senâlarla gerilir, yerinde tazarru ve niyazla iki büklüm olur ve sürekli O'na yalvarırdı. Bu icmâlin tafsil ve teferruatını dua mecmualarına havale ederek geçiyorum.
Dua, Hakk'ın tükenmez hazinelerinin sırlı bir anahtarı; fakir, yoksul ve kalbi kırıkların istinatgâhı ve ıztırarla kıvranıp duranların da en emin sığınağıdır. Bu sığınağa adım atan, o sihirli anahtarı elde etmiş sayılır; onun vesayetine dehalet eden fakir, miskin, âciz ve muhtaçlar da umduklarını elde etmiş olurlar.
Gök ehlince elden ele dolaşan dua, bir muztarrın tavır ve davranışlarıyla sergilediği hâl duasıdır. Sıkışmış, canı gırtlağına gelmiş bir perişan ve muzdariptir ki, O'na yönelip düşünürken, içini O'na dökerken, ne deyip ne ettiğinin, nerede durup ne istediğinin farkındadır. Böyle birinin duasıyla, gözleri kurumuş sema beklenmedik şekilde salar gözyaşlarını ve ağlamaya durur. Çevreyi tehdit eden hortumlar yol değiştirir, her şeyi alabora eden dalgalar diner ve selâmet ufku görünür. Kırılan faylar sürpriz kararlara teslim olur ve faylardan boşalan gazlar atmosfer içinde eriyip gider. Böyle bir duanın meydana getirdiği meltemle arz dirilir, feza aydınlanır. Sîneler inşirahla atmaya başlar; otlar-ağaçlar semâa kalkar; güller-çiçekler etrafa tebessümler yağdırmaya durur.
Dua, sebepler üstü kutsal bir talebin Yüceler Yücesi'ne arzı ve Hakk'ın gizli-açık her şeye nigehban bulunmasına iz'anın da bir unvanıdır. İnsanlar, cinler ve melekler bilhassa iktidar ve ihtiyarlarını aşan bütün konularda -sebepler dairesinde esbâba riâyet mülâhazası mahfuz- ellerini O'na açar.. içlerini O'na döker.. nâçâr kaldıkları yerde "çare" der inler.. dertlerine derman arayanlar da dermanı O'ndan bekler ve her zaman gönül gözleriyle günebakan çiçekler gibi O'na bakar ve O'nunla muamele içinde bulunurlar.
Ey çaresizler çaresi! Sebeplerin sukût ettiği, içtimaî ahvalin boz-bulanık bir hâl aldığı, her yanda zalimlerin "hay-hûy"unun duyulduğu, yığınların çaresizlikle kâh sağa, kâh sola toslayıp durduğu şu karanlık günlerde, zulmet zulmet içinde kıvrananlara nezdinden bir ışık gönder.. sonsuz kudretinle bütün zulüm ve haksızlık ateşlerine bir su serp.. şeytanın ocaklarını söndür ve iblislerin boyunlarına çözemeyecekleri tasmalar geçir. Ufuklarımızdaki ilham esintileri bir yere takıldı, gönüllerimizde heyecanlar söndü, dillerimizde bir kekemelik var; rahmet ilinden bize dirilten bir meltem gönder.. hakkındaki recâ ve hüsnüzannımızı rahmetinin serhaddine ulaştır ve bizi o ufkun ümitli dilencileri kabul ederek gönüllerimizi imanî heyecanla şahlandır ve dillerimizdeki bağları çöz; çöz ki hâlimizi arz ederken yeni bir günah işlemeyelim.
Mücrimiz, düşkünüz, derbederiz. Ve yakın tarihimiz itibarıyla hiç bu kadar dağılmamış, bu kadar zaafa düşmemiş, bu kadar Senden uzak kalmamış; sürekli "Sen Sen" diyenler dahil asla bu ölçüde Sensizlik yaşamamıştık.
Ey talihsizlerin sığınağı, ey âcizlerin güç kaynağı, ey dertlilerin tabibi ve ey yolda kalmışların hâdîsi ve yol göstereni! Bir kere daha Sana dehalet ediyor ve içimizi son bir kez daha Sana döküyoruz. Boş şeylerin arkasından koşup durduk; olmayacak hülyalara gönül bağladık. Ümit ettiklerimiz yüzümüze bakmadı ve bel bağladıklarımız asla bizi umursamadı. Bugüne kadar Senden başka sesimizi duyan, başımızı okşayan olmadı. Duygularımızla alay edildi; düşüncelerimiz cürüm sayıldı. Her yanda kundaklamalar yaşandı.. her tarafta fitne ateşleri körüklendi.. yananlar ocaklar gibi yandı ve yapılanlar ismet-i dine dayandı.
Şu anda duygularımız derbeder, davranışlarımız ahenksiz, ruhlarımız kirli, ayaklarımız titrek, ellerimiz mefluç, çoğumuz itibarıyla ümitlerimiz sarsık, havalar boz-bulanık, mağripler hicranla tül tül, maşrıklar lütfuna kalmış... İşte böyle bir dağınıklık içinde Sana geldik. Böyle gelenlerin ilki değiliz, sonuncusu da olmayacağız. Rahmetin, bu garip pişmanların ümit kapısı, bizler de bu kapının önündeki liyakatsiz dilenciler. Şimdiye kadar gelip Senin kapında ihtiyaç izhar edenlerden boş dönen hiç olmamış; hiçbir kaçkın ve pişman da o kapıdan kovulmamıştır. O kapı Senin kapın, onun başkalarından farkı da her gelene affındır. Bizi hilm ü silminle güçlendir. Zalimlere de varlığını duyur.
Ey her duada bulunana icabet eden ululuk tahtının Sultanı! Şu anda binler, yüz binler Senin karşında divan durarak ellerimizi Sana açıyor ve külliyet kesbetmiş niyaz edalı soluklarımızla, kullarına her zaman açık bulunan, hiç olmazsa aralık duran rahmet desenli kapının tokmağına inleyerek dokunuyor ve "Biz geldik" diyoruz. Herkesi ve her şeyi görüp gözettiğine, her sese ve herkese merhamet ettiğine gönülden inanarak kaçkınlığımızı muvakkat dahi olsa görmüyor, günahlarımızı af çağlayanların içinde tasavvur ediyor, karıştırdığımız haltlara değil, Senin afv u safhına bakıyor ve ümitlerimizi ona bağlıyoruz; bağlıyor ve Sen varsan -ki aslında kendinden var olan sadece Sensin- bizim terk edilmemiz söz konusu olamaz. Enîsimiz Sen isen, çevrenin vahşetinden bize ne! Her yanda şeytan ve avenesi içten içe homurdanıp duruyorlarmış, Sen bizimle olduktan sonra ne ifade eder ki! Sen her şeyin biricik hâkimisin ve hükmünü engelleyecek bir güç de yoktur. Sen saltanat dairen içinde en küçük şeyleri görür, en cılız sesleri işitir, hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi cevapsız bırakmazsın.
Şimdi biz de, bize verdiğin isteme duygusu ve istenenleri vereceğin inancıyla rahmetinin vüs'ati genişliğindeki kapına dayanıyor, son bir kere daha hâlimizi arz etmek istiyoruz. Hâlimiz Sana ayan, söyleyeceklerimiz bildiklerinin bir kısmını beyan. Beklediğimiz asırlardan beri bizi kıvrım kıvrım kıvrandıran dertlerimize derman.. icabet buyur ey Rahîm ü Rahmân!
Sızıntı, Kasım 2002, Cilt 24, Sayı 286
.
Bir zamanlar bu mübarek dünya; rengi, deseni, havası, insanı, ruhanî iklimi, millet olarak kendi kimliğini koruma azm ü gayreti, geçmişten tevarüs ettiği değerleri, kökleri semaviliğe dayanan âdetleri, an'aneleri ve bütün bunların mecmuundan kaynaklanan maddî-mânevî güzellikleriyle bambaşka bir âlemdi. Çarşısı-pazarı, caddesi-sokağı tıpkı birer mâbed harîmi, cami ve mescitleri de âdeta Kâbe'nin izdüşümü gibiydi. Bu dünya insanları, uğradıkları her yerde, duyguları, düşünceleri ve gönül enginlikleriyle ruhanîleri hatırlatan olabildiğine derin, incelerden ince, fevkalâde nazik ve hâllerinden memnun çehrelerle karşılaşır; onların sımsıcak mukabeleleriyle banyo yapmış gibi olur ve böyle bir ülkede bulunma bahtiyarlığıyla hep "şükür" mırıldanırlardı. Yükselen hemen her seste, her solukta göklerin merhameti, meleklerin mehâbeti, annelerin şefkati duyulur ve her bucak bir güven koyu gibi tüllenirdi. Burada yer yer insanlar Hakk'ı tazim duygusuyla ciddileşir, zaman zaman da şükranla gürler ve hep tebessüm düşünür, tebessüm söylerlerdi. Bu mütebessim simaların dolaştıkları hemen her yerde tılsımlı bir meltem esiyormuşçasına, hâdiselerin tazyikinden bunalmış gönüller ve muvakkat bazı olumsuzluklarla sıkışmış ruhlar bu sihirli atmosferde cennet gölgeliklerine sığınmış gibi bütün hafakanlarını atar, mânevî bir banyo almış gibi rahatlar ve serinlerlerdi.
Mektepler her zaman, ilim, irfan parıltılarıyla ışıldar durur; mâbedler birer haremgâh-ı ilâhî nuraniyet ve mehâbetiyle gün boyu tıpkı bir mürşit, bir muallim gibi çevresine ışıklar saçar; gelip bağrına sığınanlara semavî üslûbuyla bir şeyler fısıldar; kürsüler, minberler mukaddes feyizlerin mahall-i feverânı gibi lâhût edalı beyanlarla gönüllere râşeler salar; evler, konaklar buralardan taşıp gelen meltemlerle, mektebin, mâbedin, minberin, mihrabın ışıklarının, seslerinin ulaştığı hepsinin tıpkı bir mâbeyni gibi ruh ve mânâ ile inlemeye durur; caddeler, sokaklar İslâmî ruhun, o ak alınlı, aydın ruhlu hakka açık temsilcileriyle her zaman mektep ve mâbed vâridâtının meşheri olma görüntüsünü sergiler; derken her taraf âdeta birer mescit harîmi ve birer medrese revakı hâlini alırdı.
O günün insanları, günümüzde olduğu ölçüde ne yalan bilir ne tezvirde bulunur, ne iftira ile başkalarını karalar ne de komplo gibi bayağılıklara tenezzül ederdi. Ara-sıra insanî değerlerden habersiz, halka da Hakk'a da saygısı olmayan birkaç sefilin sefalet hırıltıları veya gadr u zulüm "hay-hûy"ları duyulsa da, toplumun hemen büyük çoğunluğunun temel karakteri, böyle aşağılık ruhların sermayesi sayılan bayağılıklara karşı hep kapalı bulunurdu. Onlar arasında ahlâksızlık, hiçbir zaman millet çehresini karartacak şekilde alenîleşip yüze vurmaz; fenalıklar uzun boylu yaşama imkânı bulamaz; hayasızlık kat'iyen yaygınlaşamaz; günah ve isyan istidadı, gücünü denese bile gizlilik içinde dener; bu denemelerse asla tutmaz, tutsa dahi devam etmez; doğmasıyla ölmesi bir olur ve onun yerini de hayat boyu unutulmayan bir nedamet hissi alırdı. O günün insanları hata işlesin işlemesin arınmak niyetiyle sık sık tevbe ve inâbe kurnaları altına koşar; dua ve niyazlarla sürekli iradelerini güçlendirir ve her zaman Hakk'a yakın durmaya çalışırlardı.
O toplumda, herkes herkese güvenle bakar, güvenilir olma konusunda olabildiğine titiz davranır ve kimse kimseden endişe duymazdı. Nadir de olsa, başkalarının onları aldattığı olurdu ama, onlar kat'iyen kimseyi aldatmaz, aldatmayı düşünmez; birine hile ve hud'ada bulunmayı insan olma hakikatine karşı en büyük saygısızlık kabul eder ve itibarlarını bir namus gibi korurlardı. Onların arasında "dediğim dedik" kaba kuvvetin sesi soluğu fazla duyulmazdı; yer yer bir kısım münasebetsiz çıkışlar veya başkaldırmalar olsa da, bu tür kimselerin önüne birer kemik atılıverince hemen sesleri kesilir ve âhenk de yeniden teessüs ederdi.
Başka yerlerde, başka zamanlarda kuvvetin hâkim, hukukun derbeder, keyfiliğin hükümfermâ olmasına mukabil bu mübarek toplumda, hukuk esas, adalet şâyi, insanlar birbirine yardımcı ve kuvvet de her zaman hakkın emrindeydi. Bir vücudun uzuvları gibiydi millet fertleri; birbirlerine saygılı davranır, biri diğerinin önem ve lüzumuna inanır; paylaşmasını bilir; farklı düşünce ve mütalâaları zenginlik sayar, hürmetle karşılar ve değişik düşüncelere karşı da saygı ufuklarını her zaman engin tutarlardı. Kimse kimseye "mürtecî" demez; kimse kimseyi küfür ve dalâlet yobazlığıyla karalamaz; çok dar aralıklı bazı dönemler müstesnâ, hiç kimse herhangi bir baskına uğrayacağı endişesini duymaz ve birilerinin gelip tepesine bineceğini asla düşünmezdi. Sînelerinde ahde vefa hissi, emanet düşüncesi, şefkat ve merhamet hâkimdi. Yalan, bir lafz-ı kâfir kabul edilir, gadr ü hıyanetin telaffuzundan bile utanılır; zulüm ve tecavüz her zaman tiksintiyle karşılanır ve cana kıymak da canavarlık sayılırdı.
O zamanlar, günümüzün problemleri sayılan hortumlama hiç mi hiç bilinmez; spekülasyona sadece bazı Frenkçe sözlüklerde rastlanılır; haram yeme, haramîlik sayılır; çalma-çırpma da eşkıyalık kabul edilirdi. Dahası, bu türlü levsiyâta bulaşmak sadece o münkerâtı işleyenler için değil, onların aileleri, mensup bulundukları oymakları, ikamet ettikleri köyleri, kasabaları için de birer ar sebebi telakki edilirdi. Dinî duygu, dinî düşünce onların iliklerine kadar işlemiş bir ruh ve can; ahlâk "olmazsa olmaz" en yüce hakikat ve diyanet de insan olmanın zaruri bir gereği sayılırdı. Herkes hemen her zaman "iman", "ilim", "mârifet" mülâhazalarıyla oturup kalkar; ve çok defa mehâfet ve mehâbet soluklardı. Kimse kimsenin hukukuna tecavüz etmez, kimseye haksızlıkta bulunmaz; kazara böyle bir şeye maruz kaldığında da, hak ölçülerine bağlılık içinde "Zulme zulümle mukabele edilmez." felsefesiyle hareket eder ve hep Müslümanca davranırdı. Defaatle aldatılsa dahi alçakların işi saydığı aldatmaya asla tenezzülde bulunmaz, gördüğü vefasızlıkları, beklentisiz bir vefa duygusuyla yumuşatmaya çalışır; hoyratlık ve kabalıkları "karşı tarafa ders" deyip centilmenlikle savar ve kendisine yapılan bütün kötülükleri de tek yanlı kalmaya mahkûm ederek, fena sonuçlar doğurması muhtemel bütün olumsuzlukları "lâakal" yarıya indirirdi.
Son birkaç asır var ki, bütün bütün olmasa bile biz, toplum olarak bu yüksek insanî değerlerden bir hayli uzaklaştık. Millî düşünce ve karakterimizde üst üste kırılmalar oldu. Bizi biz yapan inançlarımızın, düşüncelerimizin çehrelerinde renk atmalar, matlaşmalar, hatta bazılarımız itibarıyla kirlenmeler görülmeye başladı. O eski güleç ve gökçek yüzlerin yerlerini, abus, şikayet edalı, somurtkan; çok defa kinle, nefretle moraran ve öfkeyle kızaran simalar aldı. Sanki bir zamanlar, o olabildiğine canlı, neşeli, sımsıcak ve herkese açık bu incelerden ince millet fertlerinin yerini özü, usaresi ve ruhu itibarıyla karbonlaşmaya yüz tutmuş fevkalâde sert, kaba, kırılgan, insan görünümünde bir kısım cisimler almıştı.
Vâkıa, böyle bir durum herkes için hiçbir zaman söz konusu olmamıştı; olmamıştı ve içten içe çürüyenlerin, değişip başkalaşanların ve millî kimliğini inkâr edenlerin yanında sağlam ruh, bozulmamış karakter, mânâ köklerine bağlı saf ve dupduru kalmış bir hayli insan da vardı; vardı ve bunlar, uyaran bir ışık, samimî bir ses, içten bir diriliş çağrısı ve çağın sesiyle bir ezan bekliyorlardı; bekliyorlardı ve mânâ köklerinden sızıp gelmiş mülâyemet hissi, cibilliyetlerindeki iyilik duygusu, herkese saygılı davranma tavrı ve afv u safh enginlikleriyle, kendilerini ifade edecekleri bir eşref saat intizarında idiler. Aslında, arzu edilen ölçüde olmasa da bir hayli zamandan beri bu insanlar, geçmişten tevarüs ettikleri yüksek duygu ve düşünceler etrafında yer yer bir araya geliyor, vifak ve ittifak denemeleri yapıyor; bunlarla Hakk'ın ekstra lütuflarına davetiyeler çıkarıyor ve İsrâfil'den sûr sesi almışçasına bilerek veya bilmeyerek yavaş yavaş, ama âhenkle bir dirilişe doğru yürüyorlardı. Tuzlu denizler içinde tatlı su akıntılarına benzeteceğimiz bu temiz ruhlar, görünüşleriyle o kadar inandırıcı, o kadar içten, o kadar tevekküllü ve teslimiyet içinde idiler ki, her göründüklerinde Hakk'ı hatırlatıyor ve insanlar üzerinde her zaman büyülü bir tesir uyarıyorlardı.
Bunlar sadece insanlarla değil, yer-gök ve bütün varlıkla uyum içinde, herkesle barışık, dostluğa dost, kine, nefrete düşman; paylaşmaya açık, menfaat ve çıkar düşünceleri gibi şeylere kapalı; gözlerinde ümit parıltıları, gönüllerinde aşk u heyecan, çevrelerindeki kızıl kıyamete takılmadan yürüyorlardı hakiki insan olma ufkuna. Ahirete ve ebediyete inançları yürektendi; belli yanları itibarıyla dünya ile alâkaları da tamdı. Hâdiseleri iyi okuyor, yorumlarını burası ve ötelerin birleşik noktasına bağlıyor, her zaman gönüllerinin renk ve desenine göre yaşamaya çalışıyor ve ötelere müteveccih ulü'l-azmâne bir duruş sergiliyorlardı. Talepsiz kendi kendine gelen zevklere, lezzetlere, zayıflara bahşedilegelen birer avans nazarıyla bakıyor ve gördükleri iltifatları da tenezzül dalgaboylu birer teşrifat usulü kabul ediyorlardı.
Ne var ki, şimdilerde henüz dar bir kesimce duyulup hissedilen bu mânâların umuma mal edilmesi, hiç olmazsa çoğunluk açısından benimsenip yaşanması; yaşanıp kıvama ermesi için büyük ölçüde hakikat ve araştırma aşkına, tahlil ve terkip aktivitesine ve sürekli bir beyin fırtınasına ihtiyaç olduğu da açıktı. Günü gelip de bunlar gerçekleşebildiği takdirde, dimağlar ilimle donanmış olacak, muhakemeler birer mârifet havzı haline gelecek, kalbler yumuşayıp sevgiyle atmaya başlayacak.. ve işte o zaman hakiki insan olmanın farklılığı da bütün vuzûhuyla ortaya çıkacaktı.
Bu itibarla, bu seviyeyi yakalamak ve bu ufka ulaşmak önemli olduğu kadar da zor görünüyordu. Bizden evvelkiler, bayrak diktikleri zirvelere yükselmek için kim bilir ne zahmetlere katlanmış; ne kadar aktif bekleyiş içinde bulunmuş; ne uçurumlarla karşılaşmış; ne hayal ve melâller yaşamış; ne emekler ortaya koymuş; ne kadar terlemiş; ne çileler çekmiş; ne ciğersûz hâdiselerle sızlanmış; kaç kere ölüp ölüp dirilmiş ve kaç kez çaresizlikle iç çekip inlemişlerdi..?
Evet, insanın kendi olarak kalması oldukça zor, kendini keşfedip yükselmesi gerekli olan noktaya ulaşması ise zorlardan da zordur. Böyle bir iş, her şeyden evvel iman ister, araştırma cehdi iser, ızdırap çekmek ister, aşk ister ve var olabilme ümitleri yanında yok olma ihtimalleri de söz konusu ise "kader-denk" noktasını yerinde değerlendirmek ister...
Bugüne kadar, bu zorlardan zor işi bir hayli insan başardı. Bu başarılar ve bunların kahramanları, gelecekteki muhtemel muvaffakiyetlerin de referansı sayılabilirler. Bizler, şimdilerde durmuş, yıllardan beri rüyalarını gördüğümüz o aydınlık âtî ile gelecek sevgi, merhamet, şefkat, anlayış ve herkesin konumuna saygıdan örülmüş ışıktan çağların hülyaları ile teselli oluyor ve her fecri, fecir süvarilerinin ortaya çıkacağı bir eşref saat heyecanıyla bekliyoruz.
Sızıntı, Nisan 2003, Cilt 25, Sayı 291
.
Biz, düşüncelerin hayata dönüştüğü, hayatın, bütün zamanları aşkın bir hızla akıp gittiği, rüyalara sığmayan bir aydınlık geçmişten geliyoruz. Bugüne kadar pek çok defa aşılmaz gibi görülen bâdireleri -Hakk'ın inayetiyle- aştık; geçilmez kabul edilen engebeleri geçtik ve gelip bugünlere ulaştık. Ne önümüzü kesen tersliklere takıldık ne de yol boyu karşımıza çıkan ifritten handikaplara pes ettik. Yürüdük yolumuza her şeye rağmen.. azmimizi biledi karşılaştığımız engeller.. iradelerimize fer kaynağı oldu hasımların kini, nefreti.. imanın yenilmez gücü ve imanlı ruhların sımsıcak sîneleri eritti yollardaki karı-buzu.. ve şimdi semalara açık yamaçlarda, başları döndüren mini mini baharlar tülleniyor.. hâlâ, karın-kışın hükmettiği yerleri de mü'min ruhların sıcaklığı yumuşatıyor ve hazanla inleyen yerlerdeki mağmumları ümit neşideleriyle dayanmaya çağırıyor.
Aslında biz, hayatı hep böyle duyduk ve hâdiseleri de hep böyle yorumladık. Ne dün ne de bugün, karı-buzu, tipiyi-boranı başkalarının yorumlayıp paniklediği gibi ekşi çehreleriyle hiç mi hiç duyup hissetmedik. Öyle ki en karanlık dönemlerde dahi "Hak şerleri hayr eyler/Sen sanma ki gayr eyler/Arif onu seyr eyler/Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler." (İbrahim Hakkı) deyip yürüdük Hakk'a kendimizce..
Gönüllerimiz acz u fakr düşüncesine kilitli, dillerimizde şevk u şükür türküleri ve ellerimizde ihtiyaç tezkeresi dayandık Kudreti Sonsuz'un kapısına. Allah'ın izniyle, ne yıkılma, ne devrilme; köpürüp cehennem gelse üzerimize, kurtulma telaşı değil, kurtarma azmiyle karar verdik kendimizi o magmaların içine salmaya.
Biz hep böyle düşündük ama, içimizde bir hayli devrilenler de oldu. Bunları görüp duydukça her zaman içimiz kanadı. Dimdik duramamışlardı tipi-boran karşısında.. önce kalblerinin ritmi bozulmuş, sonra başları dönmüş, bakışları bulanmıştı.. ve yer değiştirmişlerdi bir kısım yalancı vaatlere kapılarak. Bunlar, tarihî bir yanılgıyla geçmişten tevârüs ettikleri değerleri şuraya-buraya saçıp başkalarının el ve eteklerindeki çakıl taşlarına talip olmuşlardı. Evlerini, köylerini, şehirlerini, neden kaynaklandığı belli olmayan maceralara kurban ediyor ve her biri birer cennet köşesi hânelerinin ruh ve mânâsını söküp dışarıya fırlatıyor ve o mübarek yuvaları kaba, hoyrat birer madde meşheri haline getiriyorlardı; getiriyor ve altından, gümüşten, billûrdan, mercandan, yakuttan, zümrütten değerlerimizin yerlerini bakır kırıntılarıyla doldurma fantezileri yaşıyor ve sırmadan, atlastan, ipekten, bürümcükten, kadifeden, canfesten örülmüş bediî zevklerimizin akisleri sayılan o muhteşem güzellik unsurlarının yerlerini de şunun-bunun çuluyla, partalıyla kirletiyorlardı. Her yanıyla bir hülya iklimi, bize ait o büyülü saraylar zincirini, dünya ve ukbânın birleşik noktası sayılan ve her yanıyla tam bir uyum içinde bulunan o ruh ve mânâ renkli kendi atlasımızı, resim denemesi yapan çocukların kirlettikleri tuvale benzetiyorlardı..!
Şimdilerde o şanlı geçmişimiz ve onun hakiki ruhu, mânâsı sayılan dinî, millî değerlerimiz; tıpkı bir canlı misillû hafakanlarla çarpan kalbi ve ağlaya ağlaya kan çanağına dönmüş gözleriyle bize yönelip rikkatle yüzümüze bakıyor ve en içten iniltilerle "Hâlâ beni hatırlamayacak mısınız?" dercesine -bütün bütün yitirmemişsek- insaflarımıza sesleniyor gibi bir hâli var. O yönelip bize sesleniyor veya biz öyle farz ediyoruz, çok önemli değil; önemli olan bunca hasret ve bunca hicrandan sonra hâlâ ona "dâüssılalar" yaşatmamızdır.
Aslında, ne hasımların ardı-arkası kesilmeyen ihanetleri, ne de dostların vefasızlığı, onun, benliğimizde meknûz şuuraltı ihtişamına hiç mi hiç dokunamadı ve onun renklerini asla solduramadı. Aksine o hep kadirşinas gönüllerle hasbıhal etti ve mânâ köklerine bağlı vicdanlara kendi sesinden ne besteler ne besteler sundu! Kim ne derse desin o hâlâ, değişik çağrışımlara açık hülyalarımıza, harfsiz-kelimesiz, fakat çok engin, çok muhtevâlı, en renkli beyanlardan daha beliğ hutbeler îrad etmekte ve bir gün mutlaka geriye döneceği bişâretiyle yüreklerimizi hoplatmaktadır.
Bize göre, geçmişten tevârüs ettiğimiz millî ve dinî değerler, milletimizin canı-kanı mesâbesinde ve olmazsa olmaz hususlardandır. Biz onları yaşarken âdeta, mazinin kalb atışlarını, hâlin hesap, plân ve aktivitelerini, geleceğin de ümitlerini, hülyalarını duyar ve kendimizi cedlerimizin "hay-hû"ları arasında sanırız; sanırız da bu büyülü rüyadan bir daha da uyanmak istemeyiz. Kim bilir şimdiye kadar kaç kere geçmişin sessizlikten örülmüş melodileriyle değişik hafakanlarımızdan sıyrılmış ve yürüdüğümüz o upuzun ve çetrefilli yollarda, onun refâkat ve vesâyetinde serinlemişizdir.! Kaç kere hülyalarımızın menfezleriyle onu temâşâ etmiş ve atalarımızın azm u ikdâmıyla şahlanıp kendimiz olmaya doğru yürümüş ve hemen her zaman sağlam düşünen, yaşadığı dönemi iyi okuyan, okuduklarını da doğru yorumlayan o üstün karakterlerin vesâyetine koşmuşuzdur..!
Gerçi onlar da bizim gibi insandı; onların da bir kısım zaafları vardı. Yer yer nefsânîliğe yenik düşüyor, zaman zaman ruhî âhenkleri bozuluyor ve bazen ciddi denecek ölçüde aralarında hır-gür yaşıyor ve birbirlerine düşüp kavga ettikleri de oluyordu; hatta bazen tamamen istikamete kilitlenmişlerin yanında bir kısım aldatanlar, dimdik duranların yanında eğri-büğrü oturanlar; hiçbir zaman haktan, adaletten şaşmayanların yanında benciller, kıskançlar, zalimler de bulunabiliyordu. Ne var ki, bu olumsuzlukların hiçbiri yaygın ve mütemâdî değildi.
Aslında, peygamberler müstesna, insanoğlu hiçbir dönemde melekler gibi sürekli müstakîm kalamamış, nefis ve hevâsı karşısında kıvamını koruyarak her zaman dimdik duramamış ve irtifâ kaybetmeden hep yüksek uçuşlarını devam ettirememiştir. Onun, Hak'la münasebetlerini rûhânîlerle atbaşı götürdüğü aynı anda, ervâh-ı habîse ile en pes şeyleri paylaştığı, nefsânî arzuların önünde hazan yemiş yapraklar gibi sağa-sola savrulduğu ve cismâniyetin çekim alanına girerek gidip baş aşağı bir yere kakıldığı hiç de az değildir. Aslında, bunun garipsenecek bir yanı da yoktur. Onca gayret ve temkine rağmen, bugün dahi çok yakınımızda bulunan bazı kimselerin inhiraflarından, her zaman içimizi kanatan değişik münasebetsizliklerinden, Hakk'ın çiğnenmesi karşısında vurdumduymazlıklarından, yaramaz düşünce, yaramaz söz ve yaramaz tavırlarından şikayet etmiyor muyuz.! Hem de bunca aydınlanma, bunca eğitim gayreti ve bunca caydırıcı müeyyidelere rağmen...
Bu itibarla da geçmişi bugünle ve cedlerimizi de bizimle mukâyese etmek doğru olmasa gerek. Geçmiş çok farklı ve atalarımız da örnek birer karakter insanı idiler. Onlar, yürekten inandıkları Allah'a gönül vermiş birer ruh insanı, bütün süflîliklerden ve bayağılıklardan arınmış birer nezâhet âbidesi; maddiyatları mâneviyat destekli, düşünceleri ukbâ eksenli öyle pırıl pırıl simalardı ki, yaşadıkları dönem bir altın çağdı dense mübalâğa edilmiş sayılmaz. İşte bu mülâhazalara bağlı biz ne zaman o büyülü dönemi ansak, hayallerimizde bütün ülke birdenbire mâbetleşir ve sokaklardaki insanlar âdeta ruhânîleşir; derken dört bir yana ışıklar yağmaya başlar.
Şimdilerde, hülyalarımıza küçük mumlar gibi mini ışıklar salan bu rüyanın bir gün mutlaka gerçekleşip bir aydınlık tufanına dönüşerek bütün dünyaları ışığa gark edeceğine inancımız tamdır.
Sızıntı, Ekim 2002, Cilt 24, Sayı 285
.
Gün batıp herkes yuvaya dönünce, çarşı-pazar dört bir yanı düşündüren bir sessizlik kaplar; bir mânâda her şey susar; sadece gece konuşmaya başlar ve bunu da büyük ölçüde leylîler anlar. Leylîler için bir başkadır gecelerin harfsiz, kelimesiz mırıltıları!. Evet o, ufkumuza otağını kurup kendini dinletmeye durunca, bizler de onun o sessiz mûsıkîsi karşısında kendimizi ne keşfedilmedik duygulara salar ve ufkumuzu aşkın ne hülyâlarla oturur kalkarız. Her gece, hemen herkes ve bütün eşya yerli yerinde durduğu halde, biz duygularımızın derinliği, merkezle irtibatımızın sağlamlığı ve canlılığı ölçüsünde, anne-baba ve çocuklarımız.. gibi bütün aile fertlerini, evin iç ve dış aksesuarını hemen her akşam daha farklı görür, en içten ve en tabiî alâkalarla onların üzerlerine eğilir, bütün benliğimizle bu yeni dünya ile bütünleşir ve o dar ferdiyet âlemimizi onlarla genişleterek, her yanıyla çok iyi tanıdığımız o her günkü hânemizi ilk defa müşahede ediyormuşçasına sımsıcak bir cennet köşesi gibi duyar ve zâhirî ihsasların, kaba mantığın büzüp daralttığı bu malum mekânı, tahayyüllerin sihirli atmosferinde olabildiğine genişlemiş bulur, sık sık Allah'la münasebetin, kalb ve idrak ufkumuzda hâsıl ettiği tesirler karşısında hayretten hayrete girer ve mehâbetle ürpeririz.
Hemen her akşam gecenin, varlığın üzerine çullanıp her şeye kendi rengini çalarak ufuklarımızı karartmasının hüznü yanında, o sımsıcak yuvalarımızın cennetlere açık menfezlerinden öteleri tahayyül, hatta derecelerimize göre temâşâ edebilmemiz ölçüsünde içimize uhrevî lezzetlerin aktığını hisseder gibi olur ve âdeta öbür âlemin başımızın üstünde dönüp durduğunu sanırız. Biz, tam bu hülyalı maviliklerde yüzerken -sözüm yüzebilenler için- birdenbire minareler en derin füsunla son bir kez daha gürler ve her yanı velveleye verirler. Onlardan yükselen sesler mâbed harîmini aşarak gelir tâ evlerimizin içinde bizi bulur ve yatak odalarımıza kadar her yana şiirini, şîvesini boşaltır, bize en tatlı işâ şerbetleri sunar. Biz de, bütün benliğimizle ona mukabelede bulunur ve yatıp istirahat etmeyi yatsıyla uhrevîliğe bağlar; uyku ile ölümü kardeş görme mülâhazasıyla, gönlümüz, gözümüz Hak'ta, duygularımız O'na kilitli, huzurunda bir kere daha huzur arar; o günkü sergüzeştimizin muhasebesini gözden geçirir; istiğfar, tevbe ve inâbelerimizle, şer düşüncelerinin ayaklarına zincir vurur, önlerini keser; tazarru, niyaz ve dualarımızla da hayır temayüllerimizi güçlendirir; gönüllerimizi birer "Beyt-i Hudâ" gibi mâsivâ kirlerinden temizleyerek Sultan'ın teveccüh ve tecellîsine hazır hâle getirir; böylece uyku ve istirahatimizi dahi ibadet rengiyle bezemeye çalışırız. Buna muvaffak olmamız ölçüsünde de, cismâniyetimizin tabiatı gereği yer yer ufkumuzu saran kasvetlerden sıyrılır ve huzur soluklamaya başlarız. Derken, yatak odalarımıza kadar evimizin her yanı sımsıcak bir anne kucağına döner.. ve zaman, mekân birbiriyle öylesine kaynaşır ve bütünleşir ki; bazen onları âdeta tek bir şeyin iki ayrı yüzü sanırız. Hatta çok defa kendimizi de o vahdet içinde, zaman-mekân vâhidinin en önemli buudu ve en temel unsuru gibi görür; "ibnü'z-zaman", "ibnü'l-vakt" olma ufkunu aşarak zamanı da, mekânı da kendi çocuklarımız ve emirber neferlerimiz gibi tahayyül ederiz. Böyle bir mülâhaza ile kalblerimiz, ruhlarımız değişik semâvî vâridâtla dolar-taşar ve zaman bize en mahrem sırlarını fâşetmeye başlar.
Her zaman bir büyü ile gelip başımızın üstünden geçen o canlı geceler, hep aynı çerçevede karşımıza çıkıyor gibi görünseler de, mevhibeleri ve çağrıştırdıklarıyla, bize farklı ses ve soluklarla neler ve neler mırıldanırlar. Na'tlar dinleriz onlardan; münâcâtlarıyla coşarız; onların karanlık sinelerinden fışkıran ışık hüzmeleriyle hayretler yaşar ve sükutlarında da en duyulmaz sesleri duyarız.
Gecelerin öyle füsunkâr bir güzelliği vardır ki, içlerinde cereyan eden hemen her şey alışılmış ve bellenmiş olmasına rağmen, onlar bu sihirleriyle ötelere gündüzlerden daha açıktırlar ve tıpkı bir "şeb-i arûs" koridoru olmaları itibarıyla da âdeta birer tahayyül, istiğrak ve muâşaka atmosferi gibidirler. Onların o sırlı ve sihirli iklimlerinde her zaman Cânan ilinden gelen esintilerin inceliği ve bu inceliği duyan ruhların vecd ü heyecanı hissedilir; hissedilir de gönül, bütün leylîlere o kendine has temâşâ ufkundan, İbrahim Hakkı gibi:
"Ey dîde nedir uyku gel uyan gecelerde,
Kevkeblerin et seyrini seyrân gecelerde.
Bak hey'et-i âlemde bu hikmetleri seyret,
Bul Sâni'ini ol âna mihman gecelerde."
diyerek seslenir ve onları sonsuzu rasat etmeye çağırır.
Bu çağrıyla kimileri hemen toparlanır, tâ göklere kadar bütün âfâkı rasat etmeye durur; mehtaptan işaretler alır; yıldızların büyülü edalarıyla kendinden geçer;
"Dinle de yıldızların şu hutbe-i şîrînini,
Nâme-i nûrunu hikmet, bak ne takrîr eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş Hak lisanıyla derler:
"Bir Kadîr-i Zülcelâl'in haşmet-i sultânına,
Birer bürhân-ı nur-efşânız vücûd-u Sâni'a;
Hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz!
...
Böyle yüz bin dil ile yüz bin bürhân gösteririz;
İşittiririz insan olan insana..
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü;
Hem işitmez sözümüzü, hak söyleyen âyetleriz biz!" (Bediüzzaman)
der ve bütün bir gece boyu hayret, hayranlık arası gelip gitmeye başlar..
Kimileri koşar seccadesine; el pençe divan durur; tesbihten hamd ü senâya yürür; tekbirlerle gürler, tâzimâtını tâ göklere duyurur. Saniyelerini seneler hükmüne getirir ve saatlerine de ebediyetleri sıkıştırmaya çalışır..
Kimileri yürür sessizce seccadesine; yatar pusuya; dalar vuslat hülyâlarına; uzaklaşır kendi sahillerinden ve gözleri ufuklarda Sultan'a kurbet yolları arar..
Kimileri hep tenha yerleri kollar; her zaman gönlünden tütüp duran iştiyaklarla gürler; hasret ve hicrandan dert yanar; vuslat intizarlarını dillendirir ve sabahlara kadar bir buhurdan gibi tüter durur..
Kimileri ak çağların hasretiyle yanar kavrulur ve "Acaba talih bir kere daha yüzümüze gülmez mi?!" der inler..
Kimileri çaresizliğini âh u efgânla seslendirir; deliler gibi dolaşır durur; fecrin tulûuna ve fecir süvarilerine türküler söyleyerek teselli olmaya çalışır..
Kimileri de geleceğin aydınlık günleri yolunda projeden projeye koşar ve oturur kalkar şafakların sökün edeceği eşref saatleri bekler.
Hâsılı, her tarafta yüz bin muzdarip dolaplar gibi inler, neyler gibi sızlar ve o kapkaranlık gecelerde akla hayale gelmedik sesten-soluktan, renkten-ışıktan dünyalar kurar ve hâle tepkilerini dile getirmeye çalışır.
Evet, bizim ufkumuzda gece de gündüz de ışığa açık ve hep rengârenktir; bizler sabahtan akşama, akşamdan sabaha hemen her zaman büyüsünü ruhlarımızda duyduğumuz o altın saat, altın dakika ve altın saniyelerde sürekli hasret-vuslat arası gel-gitler yaşar.. ebediyet beklentisiyle oturur kalkar.. ve meyvelerini ilerde toplayacağımız, tatlarını ötelerde duyacağımız, gurub bilmeyen masmavi günlerin hülyâlarıyla köpürür durur.. sonsuzun o tasavvurları aşkın zevkleriyle mırıldanır ve ömrümüzün ışıktan dakika, saniye ve saliselerinin çok farklı, olabildiğine derin ve rengârenk şekillere bürünerek, bizim hesabımıza bir ebediyet havzına boşaldığına/boşalacağına inanırız; inanır ve yapmaya çalıştığımız şeylerin bir santiminin bile zayi olmayacağını düşünürüz. Dünyada yaşadığımız o nur-efşân günlerin, o aydınlık saatlerin, o aşklı, şevkli, şiirli zamanların bir başka âlemde güller gibi açacağını, ağaçlar gibi çiçek ve meyvelerle salınacağını; orada bütün güzelliklerin tasavvurları aşkın bir uhrevî derinlikle devam edeceğini düşünür ve bu dar âlemi öteler vüs'atinde duyuyor gibi oluruz.
İman, tevekkül, teslim ve ebedî saadet çizgisindeki hayatımız bize, her zaman en erişilmez güzellikleri, en derin zevkleri duyurarak bizi hemen her an en cazibedar, en zevk-efzâ şeylerden müstağni kılmıştır/kılar. Bizler iman ve ümitlerimiz sayesinde hep masmavi geçen ömrümüzde zamanın hemen her parçasından en seviyeli nesirlerle, en büyüleyici şiirlerle anlatılamayacak öyle şeyler dinleriz ki, kendi kendimize: "Yoksa bunlar rûhânîlerin muhâvereleri mi?" diye düşünürüz.
Bu ışıktan dünyada, bu sihirli ufukta ve o nur-efşân saat, dakika ve saniyelerde bizim duyup anlayabildiklerimiz bunlar.. kim bilir, zamana kendi düşüncesinin boyasını çalabilmiş zaman ve mekân üstü ruhlar ondan daha ne derin ve ne renkli şeyler dinliyorlardır... Ne var ki, belli ölçüde de olsa, kendi enginliğiyle zamanın o büyüleyici esrarını duyabilmek için zihnî, fikrî, ruhî, hissî ve kalbî bir rehabilitasyona ihtiyaç olduğunu da unutmamak lâzım. Böyle bir rehabilitasyonun en kestirme ve yanıltmayan yolu da, Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'a teslimiyetle kalb ve ruhun zümrüt tepelerinde seyahat olsa gerek...
Sızıntı, Mart 2003, Cilt 25, Sayı 290
.
Gelin Bir Kere Daha Kendimiz Olalım
Gelin, milletçe gönüllerimizi cehaletten, kabalıktan, bağnazlıktan, kinden, nefretten, hasetten arındırarak, dinî desen ve millî renklerimiz çerçevesinde yeniden kendimiz olalım. "Erbaîn"ler çıkarırcasına, gece-gündüz sürekli nefsânî arzularımıza karşı durarak, kalblerimize ve ruhlarımıza rahat bir nefes aldıralım.
Gelin son bir kez daha, bizi Hak'tan uzaklaştırıp cismâniyetin esiri hâline getiren nefis ve şeytanın bütün karanlık oyunlarına "yeter" diyerek, inancımızın gücüyle, Kudreti Sonsuz'un birer nüve şeklinde mahiyetimize yükleyip genlerimize işlediği "ahsen-i takvîm"e mazhariyetin esasları sayılan iç dinamiklerimize yönelip insânî husûsiyetlerimizin gereklerini yerine getirelim.
Zaten eğer, içinde bulunduğumuz şu kritik günlerde, bütün bilgi, görgü ve müktesebâtımızı insan, kâinat ve Yaratıcı münasebetlerine bağlayarak gerçek ilim ve mârifete yönelmezsek, ilim adına bir kısım vehimlere kurban gitmemiz, kazanma kuşağında kaybetmemiz ve "Onlara, kendisine âyetlerimizi verip duyurduğumuz densizin kıssasını da anlat; anlat ki o, sahip olduğu bilgisine rağmen, sıyrılıp (tekvînî veya tenzîlî) âyetleri (idrak çerçevesinin) dışına çıktı. Derken şeytan onu kendine uydurup kendine benzetti; o da onun arkasına takıldı ve azgınlardan biri oldu." (A'raf, 6/175) âyetinde anlatılan talihsizin durumuna düşmemiz kaçınılmaz olacaktır. İlimlerin evhama dönüştüğü, hikmetin abeslere inkılâp ederek tam bir tereddüt kaynağı oluşturduğu, bütün varlık ve eşyanın ürperten cenazeler halini alıp içlerimize korkular saldığı bir duruma düşmenin ise, düz cehaletten daha tehlikeli olduğu açıktır.
İnsanı, haktan, varlığın hakikatından uzaklaştırıp kendi özüne de yabancılaştıran gâyesiz, hedefsiz bilgi ve müktesebâtı, bir meçhul şairimiz şöyle ifade eder:
"Ümmî kalıp cazibe-i dîne incizâb,
Evlâ değil mi âlim olup çekmeden azâb."
Öyle ise gelin, bilmeyi bilelim; kendi özümüzü keşfetmeye çalışalım ve vicdanlarımızı mârifetle harekete geçirerek el ele, gönül gönüle hep beraber Hakk'a yürüyelim. Suların döne döne ve değişe değişe ummana yürüdüğü gibi "Biz hepimiz Allah'a aidiz -bu aidiyete ruhlarımız feda olsun- ve mutlaka O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156) mülâhazasıyla, varlığımızı değerler üstü değerlere yükseltecek üst üste süreçlerden (vetîre) geçip kendi mahiyetimize münasip bir şekil almaya, ruhumuzun ufkuna ulaşmaya veya özümüzle bütünleşmeye daha ciddî gayretler gösterelim.
Evet sular, ummandan, mini mini nem parçacıkları halinde ayrılır; enerjilerini kullana kullana, mahiyetlerinin müsaadesi çerçevesinde zıtlıkları aşar, "çiy noktası"na ulaşır.. birbiriyle bütünleşir ve ayrı bir mahiyet alırlar; ardından da bin bir tarraka ve ışık oyunları içinde yeniden baş aşağı toprağın bağrına boşalır; arzın derinliklerinde rezervi azalan veya tamamen biten havuzları doldurur; kuruyup ciğeri yanmış ovanın-obanın imdadına koşar; bağların-bahçelerin yüzünü güldürür ve geçtiği her yerde yolunu gözleyenlere tebessümle mukabelede bulunurlar. Her şeyle ve herkesle sarmaş-dolaş olur, hemen bütün muhtaçları şefkatle kucaklar ve hiçbir ayırım gözetmeden hemen hepsinin hararetini giderirler. Sonra da, yeniden, derin bir birleşme tutkusu ve kendi havuzuna ulaşma sevdasıyla, çaylar-ırmaklar oluşturarak yürürler değişik çağıltı mûsıkileriyle göllere-deryalara.. her zaman bir gözü atmosferin derinliklerinde, diğeri arzın enginliklerinde, bitmeyen bir aşk u şevkle döner dururlar yer-gök arasında.. hem de edip eylediklerini başa kakmadan, kimseyi mahrum bırakmadan, herkesi, her şeyi, her yeri sevindirir ve bütün muhtaçların yüzlerini güldürürler; güldürür, insaf ve insaniyetimize tembihlerde bulunarak, bizi iradelerimizin hakkını vermeye çağırırlar.
Aslında, canlı-cansız ekosistemin bütün unsurları birbirleriyle el ele, omuz omuza öyle bir birlik içindedir ki, dahası olamaz: Evet, en küçük ve önemsiz görünen yaratıklardan en dev ve cesametli varlıklara kadar her şey ve her nesne, bir vücudun uzuvları gibi belli bir plân çerçevesinde, hep birbirinin imdadına koşmakta, birbirine yardım ellerini uzatmakta hatta çok defa hayatlarını hep başkalarını yaşatmaya bağlı sürdürüp tam bir dayanışma ve yardımlaşma örneği sergilemektedirler: Güneş, o dev cesameti ve o her şeyi kucaklayan sımsıcak atmosferiyle, tıpkı şefkatli bir anne gibi, tesir alanına giren hemen herkesi ve her şeyi sıyânet kanatları altına almakta, hiçbirini mahrum etmeden hemen hepsini görüp gözetmekte ve vâridâtını onların başlarına boşaltarak türlü türlü ışık-renk oyunlarıyla her zaman emre âmâde olduğunu haykırmaktadır. Toprak, su, hava ve bunları teşkil eden daha küçük elementler, apaçık birer hizmetkâr gibi, bizim ve daha başkalarının imdadına koşmakta, yaşamamıza, varlığımızı sürdürmemize kol-kanat germektedirler. Bağlar-bahçeler, bağlarda-bahçelerde meyveler-sebzeler, semavî sofralar şeklinde önümüze konup-kalkmakta ve bize ziyafetlerin en nefislerini sunmaktadırlar; sunmakta ve kâinatta cârî umumî ahenk adına ruhlarımıza teâvün ve tesânüt duyguları fısıldayarak gönüllerimizi yüksek insanî değerlere uyarmaktadırlar.
Öyleyse gelin, bütün varlık ve eşya, varlık ve eşyanın arkasındaki ruhânîler ve melekler gibi biz de, el ele, gönül gönüle birbirimizi candan kucaklayalım ve iradelerimizin hakkını eda etme azmiyle, içimizdeki kin, nefret, ihtiras, düşmanlık, şehvet.. gibi hayvanî hisleri söküp atarak, ruhânîlerin o tertemiz havasına dem tutmaya çalışalım.. kalbî ve ruhî hayat ufkuna otağlar kurarak hak yakınlığına açık duralım.. ve içlerimize akan arz u semanın güzelliklerinden, lâhut âleminin o el değmemiş güllerinden, çiçeklerinden hazırladığımız buketlerle sevgiye ve güzelliğe aç gönüllere bayram şölenleri yaşatalım..
Gelin, cismâniyet ve nefsânîliğin o boğan, bunaltan dar mahbesinden sıyrılarak, biraz da ruhların ferah-feza ikliminde kanat çırpıp pervaz etmeyi deneyelim: Sürekli Allah için işleyip Allah için başlayalım.. Allah için görüşüp Allah için konuşalım.. ve O'nun hoşnutluğuna götürmeyen her davranıştan da uzak durarak, ömürlerimizi bütün bütün O'nu memnun etmeye adayalım: Ellerimizi-ayaklarımızı, gözlerimizi-kulaklarımızı, dillerimizi-dudaklarımızı O'nun istediklerine bağlayarak, her hamle ve her hareketimizde O'nun sadık bendeleri olduğumuzu haykıralım.. ömrümüz oldukça hep hak aşkı, insanlık sevgisiyle oturup kalkalım.. dünyadan göçüp gideceğimiz zaman da birer aşk ve muhabbet şehidi gibi, ruhânîlerin uçuşup durduğu âleme gidiyor olma şuuruyla ayrı bir aşkınlık neş'esi ortaya koyalım...
Gelin, bütün benliğimizle Hakk'a yönelip Hak'ta buluşalım.. böyle bir nokta itibarıyla unutulacak şeyleri bütünüyle gönüllerimizden çıkarıp atalım ve tutulup korunması gereken değerleri de birer göz nuru gibi canlarımızdan daha aziz bilerek, sînelerimizin nefse ve şeytana kapalı en mahrem yerlerinde sımsıkı korumaya alalım; ulaşmasın, ulaşamasın ona hiçbir hain düşünce ve zalim el, ilişemesin hiçbir menfur emel.
Gelin, vicdanlarımızın Hakk'a ulaşma heyecanını bir iman derinliği, bir "şeb-i arûs" neşvesi gibi duyup, bu neşveyi sînelerimizin en yüksek tepelerinden bir ezan edasıyla haykırarak, bin bir yabancı gürültüyle sağırlaşmış bütün kulaklara yepyeni bir ezel bestesi duyuralım; duyurup bütün gönülleri coşturalım. Bir yandan çehrelerimizin kirlerini gözyaşlarıyla giderirken, diğer yandan da sînelerimizi en mahrem duyguların heyecanlarıyla coşturabildiğimiz kadar coşturup bütün samimiyetimizle; "Dil bir beyt-i Hudâ ise, temizledik onu mâsivâ kirlerinden; ey can, doğ artık ruhlarımıza ve bize yalnız olmadığımızı duyur; duyur ve gurbetlerin en acısıyla kıvranıp duran gönüllerimizi mârifetinle doyur." diyerek varlığımızı bir kere daha cihanlara haykıralım.
Gelin ne olur.! Öyle bir canı kucaklayalım ki, kucaklamaya ve beraberliğe değsin ve neticede asla pişmanlık duyulmasın. Bence, fânilik kirlerinden arınmanın ve ömür boyu melekler gibi tertemiz yaşamanın yolu da bu olsa gerek.. gelin hep bu yolda olalım ve yok olup gitmekten kurtulalım. Zaten, yazda doğup kışta ölenlere, baharda hazan endişesiyle tir tir titreyenlere gönül vermeye de değmez ya...
Gelin, bütün insanlar karşısında, tıpkı meyveli ağaçlar gibi olalım; olalım ve semtimize sokulanları, gölgeden daha başka şeylerle de mükâfatlandırarak, bütün vâridâtımızla onların başlarına boşalıp duralım ve tabiî kendimiz de her zaman toprakla sarmaş-dolaş kalalım...
Gelin, güç, kuvvet, servet, hakimiyet ve daha değişik imkânlar gibi, bir kısım zahirî fâikiyet unsurlarını, Hakk'a karşı birer medyûniyet, tevazu ve mahviyet vesilesi sayarak, Allah'ın ihsan ettiği bütün bu mazhariyetleri, O'na bağlı görme idrak ve şuuruyla ölçüp, biçip, değerlendirip onları gönüllerimizde iki büklüm olma duygusuna çevirelim; çevirip bütün tavır ve davranışlarımızı Hak karşısında rükû ve secde hâliyle, insanlar karşısında da saygı ve muhabbetle bezeyelim.
Sızıntı, Eylül 2000, Cilt 22, Sayı 260
.
Günümüzün Karasevdalıları
Yüksek düşünceleri, yüce gâyeleri, büyük ve evrensel projeleri ancak, her zaman yüksek uçabilen, uzun soluklu; yürüdüğü yolda hız kesmeden yürüyen, durduğu yerde kararlı duran, uhrevî zevklerle gerilmiş karasevdalılar gerçekleştirebilir. Şimdilerde bizim şuna-buna değil, bu seviyede düşünen, inanan, düşüncelerini hayata geçirerek önce kendi milletini, sonra da bütün insanlığı aydınlığa çıkarıp, onların Hak'la buluşmalarını sağlayabilen, kendini hakikate adamış ruhlara ihtiyacımız var. Düşünülmesi gerekli olan şeyleri düşünüp, bilinmesi icap eden şeyleri bilen, bildiklerini hemen pratiğe dönüştüren ve bütün ölü ruhları yeni bir "ba'sü ba'de'l-mevt"e hazırlama azmiyle sûru dudağında İsrâfil gibi gezen; gezip her yerde herkese hayat üfleyen; ifade kabiliyeti var ise beyan gücüyle, eli kalem tutuyorsa kalemin diliyle, bediiyyâta açıksa herhangi bir sanatın desen ve çizgileriyle, şairse şiirin sihriyle, mûsıkîşinassa değişik beste ve nağmelerin büyüsüyle her zaman ruhunun ilhamlarını haykıran, her fırsatta iç ihsaslarını seslendiren, dili gönlünün derinliklerine bağlı, gönlü de samimiyetle çarpan en yüce hakikate adanmış ruhlara...
Bu kahramanları, sahnedeki örnekleriyle değerlendirecek olursak; bunlar hacca gidiyor gibi dünyanın dört bir yanına seyahatler tertip eder, seyahatlerini hicret ruhuyla taçlandırır; uğradıkları herkese hâl ve gönül diliyle bir şeyler fısıldar, çevrelerine hep sevgi mırıldanır, karşılaştıkları ruhları sevgiye uyarır ve yürür, sînelere sevgiden tahtlar kurarlar. Dirilir onlar sayesinde muhabbete susamış ruhlar ve dinler onları bütün dirilen gönüller. Hem bu duygu ile göç edenler hem de onları kabullenenler, her türlü dünyevilikten uzak ve tamamen ihlâs edalıdırlar: Söyleyenle dinleyen, özündeki ruh ve mânâyı sergileyenle onu temâşâ eden, elinde hayat kâsesi taşıyanla toparlanıp kendine gelen ve destekleyeniyle desteklenen arasında herhangi bir çıkar ilişkisi bahis mevzuu olmadığı gibi, Allah rızasının dışında herhangi bir mülâhaza da kat'iyen söz konusu değildir. Bu derin ve gönülden münasebetler, tamamen evrensel insanî değerlere dayanmakta ve bu değerlere karşı duyulan müşterek saygıdan kaynaklanmaktadır.
Bizler, yakın geçmişimiz itibarıyla, sağlam bir ruh köküne bağlı bulunduğumuzu, tarih boyu pek çok yüksek medeniyetler kurduğumuzu bütün bütün unutarak mazisi olmayan bir millet görünümü sergilemeye başladık. Dahası, bir kısım komplekslere girerek kendimizi de, geçmişimizi de inkâr ettik. Hatta bazılarımız itibarıyla millî kimliğimizden utanır hale geldik. Böylece her gün biraz daha kendimizden uzaklaşarak âdeta yabancı değerler bağımlısı olduk. Şanlı geçmişimiz itibarıyla her zaman, düşünen, konuşan, kendini ifade eden, uğradığı her yere inanç ve estetik telâkkilerini aksettiren abideleriyle tarihin "yâd-ı cemil"i olmuş bir milletin; evet bu ölçüdeki bir bilinirliğin, şehametin, ihtişamın zirvelerinden; bilinmezliğin, tanınmazlığın, saygı duyulmazlığın çukurlarına yuvarlanması ne hazindir!
Bu millet böyle hazin bir duruma müstahak değildi ve bu meş'um durum "ilelebed" böyle sürüp gidemezdi de. O, şimdiye kadar elli defa ölüm çukurlarını -Allah'ın izniyle- diriliş şehrahlarına çevirmiş, elli defa inkıraz gibi görünen durumları yenilenme vesilesi gibi değerlendirmiş ve her zaman olağanüstü bir performans göstererek -bir kısım beden insanı menfaatçiler, gününü gün etmek isteyen çıkarcılar veya millî ve dinî değerlerimizi inkâr eden küfür yobazları istemeseler de- aydınlık geleceğe yürüme adına yepyeni yöntemler geliştirmiş ve hemen her sarsıntıdan sonra, bir kere daha "vira bismillâh" deyip ayakları üzerine doğrulmuş; kendine ait duyguları ve düşünceleriyle yeniden dört bir yana açılabilmiştir. Şöhret u şandan uzak, her türlü âlâyiş ve gösterişe kapalı, tevazu ve mahviyetle kanatlı, sadakat ve emniyet edalı, nefsanî arzular karşısında da fevkalâde mukavemetli bu hamiyet erleri, atalarından tevarüs ettikleri tarih şuuruyla dinî ve millî değerlerimizi dünyaya tanıtmanın havarileri olmuş ve tıpkı ilkler gibi: "Girdik reh-i sevdaya..." diyerek zahmeti rahata tercih edip çağın en önemli hâdiselerinden birini gerçekleştirmişlerdir.
Bugün, dünyanın dört bir yanında kızaran güller renklerini bu ay yüzlülerden ve bu ay yüzlülerin ruhlarında taşıdıkları mânâlardan almakta; içtimaî coğrafya onların düşünce kanaviçelerine göre çağ edalı bir dantelâ gibi örgülenmekte ve bütün insanlık âdeta onların kadim fakat eskimeyen bestelerini mırıldanmakta. Bu tertemiz duygu ve düşünceler mebde'lerine ait görüntüleriyle küçük birer damla gibi görünseler de, işin ruh ve mânâsını kavrayabilenlerce, her zaman değişik vâridâtla köpüren engin denizler mahiyetindedirler.
İşin tabiatının gereği, belli süre sadece kendi çevrelerini aydınlatmakla meşgul görünen bu ışık süvarileri, şimdilerde, hakikî derinlik ve ruh güçlerini öne çıkararak, tıpkı yağmur yüklü bulutlar gibi, sevinç olup, neş'e olup, ümit olup, sevgi olup şakır şakır her yana boşalarak muhabbete, hoşgörüye susamış kupkuru gönülleri cennet bahçelerine çevirme humması yaşıyorlar. Denebilir ki, bugün yeryüzü, bir baştan bir başa, onların saçtıkları tohumlarla yeni bir bahara hâmile ve bir kutlu vilâdet heyecanı içinde; tekmil insanlık da böyle bir oluşumun "hissi kable'l-vuku" esintileriyle gelen bişaretlerle coşkun mu coşkun. Sesler, nağmeler farklı farklı olsa da, vicdanlarda duyulup sezilen hep aynı mânâ.. ve seherlerde esen yeller Eyyub'a hayat ırmağından bir ses, Yakub'a Yusuf'un gömleğinden İbrahimî bir koku duyurmakta.
Bu bizim, son bir kere daha geriye dönüşümüz, hakikî konumumuza yürüyüşümüz sayılabileceği gibi, bütün insanlığa alternatif bir diriliş mesajı da sayılabilir. Aslında bugün, değişik buhranlarla kıvrım kıvrım hafakanlar yaşayan milletler de, ümit adına böyle bir meltem beklemekteydi. Ne mutlu, böyle bir meltemi harekete geçirecek olan merkezdeki kutlulara!. Ne mutlu, bu diriliş esintilerine karşı sînelerini açıp bekleyenlere!.
Biz, sevgiye açık ve kendilerini, insanî değerler abidesini ikame etmeye adamış bu kahramanlarla bir gün mutlaka dünyanın renk ve deseninin değişeceğine ve insanlığın rahat bir nefes alacağına inanıyoruz. İhtimal, geleceğin dünyasında, insanî düşünce son bir kere daha ışığını onlarla parlatacak.. insanî emeller onlarla realize edilecek ve ütopyalara inat pek çok hülyalarımız da onlarla gerçekleşecektir.. evet bir gün bütün bunlar mutlaka olacak ve mevsimi gelince, o gönlü boş, talihi karanlık kimseler, bu aydınlık ruhlar karşısında diz çöküp af dileyecek ve ettiklerine nadim olup ağlayacaklardır. Ne var ki, kaçırdıkları fırsatları da hiçbir zaman telâfi edemeyeceklerdir. Keşke duyguları süflî, düşünceleri azgın, tavırları da haşin bu kaba ruhlar; bir yakın gelecekte, çaresiz vicdan azabıyla kıvranacakları gün gelmeden, hakperestlik ve kadirşinaslık duygularına sığınarak biraz daha insaflı olabilselerdi; insaflı olup yarınlarını karartmasalardı..!
Günümüzde fedakârlığın sahâbîcesiyle, dört bir bucağa, yedi cihana yetişmeye çalışan ve her zaman yaşama tutkularını baskı altına alıp yaşatma hisleriyle hareket eden ve hareket ederken de gösterişe-âlayişe girmeyen; her halleriyle tevazu ve mahviyet diyen bu esâtirî kahramanlar, bütün olumsuzluklara rağmen, o hiçbir zaman dinmeyen aşk u şevkleri, sürekli köpürüp duran himmet ü heyecanları ve insanlığa hizmet iştiyaklarıyla tarihte emsali az görülmüş bir civanmertlik sergilemekte; uğradıkları herkese gönüllerinin dilinden bir şeyler fısıldamakta; her yere taze fideler dikip her yanı cennetlere çevirmekte; her zaman canlı, her zaman hızlı, her zaman müthiş bir performans göstererek kendilerini ifade etmeye çalışmakta ve tabiî herkesi sonsuza çağırmaktadırlar; imanlı, azimli, kararlı ve gelecek adına da ümitle dopdolu olarak... Yürüdükleri yol yürünmez gibi görünebilir; ne var ki onlar, zaten bunun böyle olacağının farkındadırlar. Evet onlar bir gün yolların bütün bütün sarpa saracağını; bütün köprülerin yıkılacağını daha baştan hesaba katmışlardı; biliyorlardı zaman zaman bir kısım gulyabanîler tarafından yollarının kesileceğini.. çevrelerinde kin, nefret ve düşmanlık fırtınalarının estirileceğini; evet yürüdükleri yolun doğru olduğuna inançları tamdı ama, akla-hayale gelmedik bazı şeylerle engellenebileceklerini de hiçbir zaman gözardı etmemişlerdi. Bu itibarla da onlar, bütün olup biten bu şeyleri ve olacakları Hak yolunun hususî meşakkatleri sayıyor ve heyecanlarından hiçbir şey kaybetmeden sürekli koşuyor; endişelerine takılan menfilikler karşısında da Allah'a teslim oluyor, imanın o sarsılmaz kalesine sığınıyor, yaşadıkları çağı ve hâdiseleri iyi okumaya çalışıyor ve Cenâb-ı Hakk'ın muvaffakiyet vaadine güvenerek yürüyorlardı/yürüyeceklerdi rıza ufkuna doğru.
Aslında, kalb-kafa bütünlüğü mülâhazasına bağlı yaşayan, özü-sözü doğru bu insanları, şimdiye kadar inandıkları değerlerden vazgeçirmeye kimsenin gücü yetmediği gibi, onları Allah rızası yörüngesinde hareket etmekten ve bu duygularını da, Yaratan'ı, bütün cihanlara anlatma gayretine bağlamaktan alıkoyamazdı. Onlar böyle bir sorumluluk duygusu ve vazife şuuruyla ömür boyu sıradağlar gibi dimdik yerlerinde durabilmiş, her zaman tipiye-borana meydan okumuş, sürekli karla-buzla savaşmış ve her mevsim meyve veriyor olmanın sırrını keşfederek hep gül yetiştirmiş ve gül türküleri söyleyegelmişlerdir.
Onlar, hareketleri itibarıyla her zaman bir saat gibi ahenkli, beyanları itibarıyla da heyecan, tazelik ve istikamet örneğidirler. Ne hareketlerinde bir aritmi ne de sözlerinde bir halâvetsizlik vardır. Kalbleri bir melek kalbi gibi saf ve duru, dilleri de iç derinliklerinin sadık birer tercümanıdır. Bu itibarla da, onlar hemen her zaman tavır ve davranışlarıyla imrendirici, söz ve beyanlarıyla da heyecan uyandırıcı olmuşlardır. Onların gönül dünyalarında sürekli Hak mülâhazası köpürür durur; beyanlarında ise, derin bir Allah aşkı, varlık sevgisi ve insanlara karşı da bir muhabbet, bir şefkat, bir müsamaha, bir af nümâyândır. Hak rızası, onların kilitlendikleri biricik hedef; eşya ve hâdiseleri doğru okuyup, doğru yorumlamak, vazgeçemeyecekleri bir tutku; insanları sevip herkese sîne açmaları da tabiatlarının gerçek rengidir.
Onlar, o derinlerden derin aşklarıyla Hakk'a bakan duruşlarını seslendirdikleri aynı anda, sevginin sırlı ve sihirli anahtarlarıyla da paslanmış ve küflenmiş gibi görülen en katı kalbleri, en sert tabiatları balmumu gibi yumuşatarak içine girer ve Yüce Yaratıcı'nın teveccühüne mazhariyetin hakkını eda etmeye çalışırlar. Sevilirler, severler; en amansız ve imansız saldırılar karşısında dahi peygamberâne bir azimle sarsılmadan, hep dağlar gibi yerlerinde dururlar; çevrelerine bakarken de göklerin gözleriyle bakarlar; ne hışımla gelip çarpan fırtınayla devrilir ne de en müthiş zelzeleyle sarsılırlar. Gelen dalga ve sağanaklara bağırlarını açarlar; gidenlere de bir avuç toprakla dahi olsa cömertlik saçarlar.
Bu koçyiğitler, Hak rızası gibi en büyük bir işe gönül vermiş olmanın şuurundadırlar ve ona ulaşma uğrunda da her şeyi göğüslemeye kararlıdırlar. Şahısları itibarıyla hep mum gibi başları önlerinde küçük görünümlü, yanıp aydınlatmaya teşne ve iddiasız göründükleri aynı anda her zaman gerilimde ve kanatlarını germiş bekleyen üveyikler gibi ruhânîlerle yarışmaya da hazırdırlar. Onlar, duruyor gibi göründükleri zamanlarda bile, iç aktiviteleriyle hep canlı, hep kararlı ve hep hummalıdırlar. Yer yer, denizler gibi çevrelerini dalgalarıyla sularlar, zaman zaman da uzakları buharlarından oluşan bulutlarla serinletirler. Yakın-uzak her tarafa âb-ı hayat sunar ve nice yıldan beri sürüm sürüm hale gelmiş cansız cesetlere diriliş üfler gezerler. Oturur-kalkar hiç durmadan çevrelerine ruhlarının diliyle gönül hikâyeleri söyler ve her türlü dedikoduya ve toplum içinde kin-nefret uyaracak tartışmalara karşı sürekli kapalı dururlar.
Ve yine onlar, her zaman insanlara yararlı olma hülyalarıyla yaşarlar; insanlığın değişik bunalım ve mânevî ızdıraplarını ruhlarının derinliklerinde duyar; semtlerine uğrayanlara sürekli açık durur; dert dinler, dertlerle inler, dertli sîneler arar; kendileri gibi muzdarip gönüllerle el ele vererek âh u efgân dindirmeye koşarlar. Yerinde fitne-fesat ateşleri üzerine yürür; dikenler arasında da olsa mutlaka gül diker ve hep gül türküleri söylerler.
Bazen o gül renkleri filizinden dışarıya fırlamış tomurcuklar gibi bin bir ızdırabın teessürüyle kan rengine bürünür; bazen hafakandan çatlayacak hale gelir, nağmeleri âdeta bir çığlığa dönüşür; ama her şeye rağmen, ellerini göğüslerine kor, bir "eyvallah" mırıldanır ve yürürler hedeflerine doğru çevrelerine tebessümler yağdırarak; yürürler ve uğradıkları her yer, cennet bahçeleri gibi yeşerir.. el verdikleri kimseler âb-ı hayat içmiş gibi dirilir.. himmet elleri "yed-i beyzâ" gibi göz kamaştırır.. gayretleri bütün sihirbazların büyülerini bozar ve gezip uğradıkları yerlerde en firavunca düşünceler dahi dize gelir.
Onlar, iman kaynaklı öyle bir vâridât ve zenginliğe sahiptirler ki, Karun'un hazineleri onların servetlerine nispeten çer çöp gibi kalır; hatta eğer isteseler, bu ilâhî servet ve gınâ ile cihanları bile peyleyebilirler. Onların ömürlerinin kazanç ve mevhibe kefesi her zaman dopdolu; ziyan kefesi ise, şeytanları çileden çıkaracak mahiyettedir.
Onlar, ömür sermayelerini nerelerde değerlendireceklerini çok iyi bilirler.. ve fâni şeyleri bâki hakikatlerle değiştirmede fevkalâde mahirdirler. Vakitlerini asla boş geçirmez; iş ve hizmette geri kalmayı ise kat'iyen hazmedemezler. Himmetleri âlî, iradeleri güçlü, azimleri de mütemâdîdir; iman ve aksiyon onların en önemli birer kalb ve davranış disiplinidir. Allah'tan başka kimseden korkmaz, kimseden endişe duymaz ve her zaman dimdik dururlar; dimdik durur yürürler fevkalâde bir tevazu ve mahviyet içinde cihanları aydınlatmaya doğru. Her zaman yüzleri yerde ve alçak gönüllüdürler. Bazen o semavî düşünceleriyle rüzgârlar gibi eser ve her tarafa tohumlar saçarlar; bazen de her yana yağmurlar gibi boşalır, yeryüzünde hayat olur akarlar. Ne işlerinin iyi gitmemesi, ne ticaretlerinin kesada takılması, ne üst üste krizlerin, buhranların ümitleri alıp götürmesi kat'iyen onları sarsamaz. Sık sık ahd ü peymanlarını yeniler ve Allah'ın kendilerine lütfettiği maddî-mânevî her çeşit nimeti; şeâiri ihyâ mânâsına ruhlarının abidelerini ikame etme yolunda harcarlar. Din-diyanet nerede ve Yaratan'ın teveccühü hangi yönde ise hep orada durmaya çalışır ve sürekli O'nun isteklerini yerine getirme istikametinde koşarlar. Bunu yaparken de dünya işlerinde başarılı olmaya fevkalâde özen gösterirler. Öyle ki, o koçyiğitleri sadece bu yönleriyle görüp tanıyanlar, onları Ahiret-bilmez dünyalılar sanırlar. Hak rızasıyla irtibatlarını gördüklerinde de, onların aşk u heyecanıyla ürperir ve kendilerini ilk saftakilerin arasında zannederler.
Onlar boş durmayı ve avare ömür tüketmeyi hiç mi hiç sevmezler. Sürekli hareket halinde ve her zaman din ü dünyayı imar peşindedirler: okuyup yazma biliyorlarsa, bir şeyler karalayarak, bilmiyorlarsa bilene bir kalem armağan ederek, ne yapıp yapıp hizmet kervanına iştiraklerini devam ettirmeye çalışırlar. Her zaman ilmi sever; âlime karşı saygılı davranır; aklı başında ve kalbi hüşyâr kimselerle oturur-kalkar ve sürekli, sohbet-i Cânan'la nefes alır verirler.
Yeryüzünde hakikî insan kalmasa, dört bir yandan ufukları toz duman kaplasa, sokaklar bütün bütün çamur seylaplarına yenik düşse; her tarafı dikenler sarsa ve zakkumlar gülleri gölgede bıraksa; meydanlar saksağanlarla dolsa ve saksağan sesleri bülbül nağmelerini bastırsa, bal kâselerinin etrafında eşek arıları uçuşup dursa; ormanların ürperten vahşeti sokaklarımızda kol gezse, ilme hürmet kalmasa, mârifet kapı kapı kovulsa, insanlık bütün bütün vefasızlığa kurban gitse; dostluklar yıkılıp dostlar düşman tavrını alsa onlar sarsılmadan hep yerlerinde durur ve "Her şey devrilebilir ben ayaktayım ya.! Her taraf kupkuru çöle dönmüş; gözyaşları gibi bir kaynağım olduktan sonra ne ehemmiyeti var.! Yürümek için Allah iki ayak lütfetmiş, iş yapmak için de iki pençe; iman gibi bir sermayem var, gönlüm gibi de bir serhaddim.. dünyaları imara yetecek fırsatlar değerlendirme bekliyor; Rabbime dayanıp bunlarla cihanı cennetlere çevirebilirim.. toprağa atılan her tohum birkaç başak verdikten sonra, gelecek adına gam u keder de niye.! Ve hele bir de, Allah ötede birleri binlere ulaştıracağını vadediyorsa!." der yürürler hedeflerine doğru, harap olmuş yollara ve yıkılmış köprülere rağmen. Yürür ve ırmaklar gibi geçtikleri her yere hayat götürür, herkesin ve her şeyin ateşini söndürür.. ateş gibi kendilerini yeyip bitirme pahasına başkalarını soğuktan korur.. mumlar gibi erir gider; erir gider ama, binlerce göze ışık olur akarlar. Kâh leylîler gibi pusuya yatar ve bağırlarını rahmet esintilerine açarlar, kâh eşref-i saatlerde âhlarla inler ve ızdırap rıhtımlarından ekstra inayetlere yürürler. Onların yürüdükleri bu yol, hak dostlarının gelip geçtiği bir güzergahtır ve bu yolda yürüyenlerin de yolda kaldıkları hiç görülmemiştir.
Onlar her zaman imanlı, ümitli, pür-heyecan ve her şeylerini Hak yolunda bezledecek kadar da cömerttirler; burada bir verip, ötede onlarcasını elde edecekleri ümidiyle ömürlerini hep verme şölenleriyle geçirirler. Onların nazarında, dini koruma, kollama ve onu dünyanın dört bir yanında imrendirecek seviyede temsil etmeden daha büyük bir pâye yoktur. Bu yüce pâyeye ermeyi hayatlarının biricik gayesi bilir ve dünyada bulunmalarını da sadece ve sadece ona bağlı götürmeye çalışırlar. Hep bu duygularla nefes alır verir; her zaman bu düşüncelerini projelendirme etrafında bir araya gelir ve bir araya gelişlerini de Hak'la irtibatlandırarak derinleştirirler.. "Mele-i A'lâ"nın sakinleri de, onları tebrik neşideleriyle alkışlar ve teyit dilekleriyle yollarına sular serper.
Onlar, hiçbir zaman kendi rahatlarını düşünmez; sürekli "Allah" der, "fazilet" der ve insanî değerler arkasında koşarlar, peygamberâne bir tavırla herkese sînelerini açar ve her zaman başkaları için yaşarlar. Onların bu ölçüdeki hasbîliklerine karşılık Allah da, ellerin-ayakların işe yaramadığı çetin bir günde, bu gönül insanlarına melek kanadından tüyler ihsan ederek dünyada onları beklenmedik muvaffakiyet sürprizleriyle şereflendirir; ötede de vuslat gölgesiyle serinletir.. kudsîler arasına alır.. özel konuklarına gösterdiği iltifatı gösterir.. sonra da bütün bu lütuflarını hoşnutluğuyla taçlandırır.
Sızıntı, Eylül 2002, Cilt 24, Sayı 284
.
Hayatlarını Allah rızasını kazanma yolunda, O'nu sevip O'nun tarafından sevilme idealine bağlamış adanmışların en çarpıcı yanları, en önemli güç kaynakları, maddî-mânevî herhangi bir beklentilerinin olmamasında aranmalıdır. Onların hesap ve plânlarında, ehl-i dünyanın çok önem verdiği maliyet-kâr-emek-kazanç-servet-refah.. gibi hususların hiçbir kıymeti yoktur; asla değer ifade etmezler ve ölçü de kabul edilemezler.
Adanmışın mefkûre kıymeti, dünyevî değerlerin o kadar üstündedir ki, hedefe -o, garazsız-ivazsız Allah'ın hoşnutluğudur- kilitlenmiş böyle birine yörünge değiştirtmek çok zor, başka bir bedele bağlamak ise âdeta imkânsızdır. Aslında o, kalben, fâni ve zâil şeylerden tamamen sıyrılarak bütün bütün bâkiye müteveccih olma yönünde öyle bir değişim yaşamıştır ki, bir daha da dönüşüp başka bir şey olması ya da yükselip başka bir hâl alması -mefkûresinin üstünde herhangi bir yükseklik tanımadığı için- mümkün değildir. O, kendini tamamen, insanlara Hakk'ı sevdirme ve Hak tarafından da sevilme gâyesini gerçekleştirmeye adadığı ve hayatını da başkalarını yaşatmaya bağladığı, gelip geçici beklentilerden sıyrılıp bir mânâda hedefini daraltarak kıymetlendirdiği ve dağınıklıktan kurtulup tevhid-i kıbleye muvaffak olduğundan ötürü, toplum içinde "onlar" ve "biz", "ötekiler" ve "bizimkiler".. gibi bölücü, parçalayıcı ve kavgaya sürükleyici mülâhazaların tamamen dışındadır ve kimseyle açık-kapalı herhangi bir problemi yoktur. Problemi olması bir yana o, hep çevresine yararlı olma mülâhazalarıyla oturup-kalkmakta, içinde bulunduğu toplumla sürtüşmemeye fevkalâde ihtimam göstermekte, toplum içinde görüp sezdiği arızalar karşısında da bir savaşçı gibi değil de, bir mürşit gibi davranarak, fertleri fazilete, yüce ahlâka yönlendirme istikametinde aktiviteler ortaya koymakta ve elden geldiğince, siyasî nüfuzdan ve ne sûretle olursa olsun hâkim olma, idare etme düşüncesinden uzak durmaktadır.
Bilgi, bilginin değerlendirilmesi, sağlam bir ahlâkî telakkî ve bunun, hayatın her alanına hâkim kılınması, imanlı fazilet ve onun vazgeçilmezliği.. gibi hususlar adanmış ruhların en önemli derinliklerini teşkil eder. Onlar, yarınları ve hususiyle de ahiretleri adına bir şey vadetmeyen nam u nişan, çıkar eksenli soğuk propaganda ve şov türü tavır ve davranışlardan sürekli uzak durur; ufuklarının enginliği ölçüsünde her zaman bilgi ve düşüncelerini temsille mânâlandırarak, kendilerini merakla takip ve taklit edenleri yüksek insanî değerlere yönlendirme hesabına ölesiye bir gayret sergilerler. Bunu yaparken de, kendilerine herhangi bir pay çıkarmayı hiç mi hiç düşünmez ve yılandan-çıyandan kaçtıkları gibi şahsî menfaat ve çıkarlardan uzak durmaya çalışırlar. Zaten onların iç zenginlikleri de, bu türden reklama, ağız kalabalığına, vitrinciliğe ihtiyaç bırakmayacak ölçüde "ilel-merkez" bir güce sahiptir. Ayrıca onların ruhlarından sızıp dışa vuran o şeker-şerbet davranışları da, ağızlarının tadını bilen herkesi büyüleyip arkalarından koşturacak mahiyettedir.
Bu itibarla da onlar, hiçbir zaman kendilerini anlatmayı düşünmez; kredilerini yükseltme adına reklama, propagandaya başvurmaz ve tanınıp bilinme hususunda asla hırs göstermezler. Bunun yerine bütün güç ve kuvvetleriyle kalbî, rûhî hayat seviyesine ulaşmaya çalışır ve bu konudaki aktivitelerini de ihlâsa bağlar; sadece ve sadece Allah'ı hoşnut etmeyi düşünürler. Tabir-i diğerle bunlar, bütün faaliyetleriyle Allah rızasını hedefler ve ölesiye bir gayretle bu yüce hedefe ulaşmak için sürekli çırpınır durur ve o peygamberâne azimlerini dünyevî neticeler, hırs ve insanların teveccühü gibi hususlarla asla kirletmezler.
Günümüzde, doğrudan doğruya, iman, İslâm ve Kur'ân tenkide tâbi tutulup sorgulandığı için, himmetler de bütünüyle bu taarruz noktalarına teksif edilmesine, fertlerin, İslâmî duygu ve düşünce açısından takviye edilmesine, kitlelerin de hedefsizlikten kurtarılarak yüksek mefkûrelerle irtibatlandırılmalarına ihtiyaç var. Fertleri her türlü arayıştan vâreste kılacak böyle bir ihtiyacın karşılanması ise, ancak ve ancak imanın kendi renk, kendi desen ve kendi şivesiyle yeniden gönüllerde canlanmasına bağlıdır. İsterseniz siz buna, insanların yeniden kalbî ve rûhî hayata yönlendirilmesi de diyebilirsiniz. Bazılarının her şeyi, içtimaî yapının değiştirilip dönüştürülmesine, dönüştürülüp yeni kalıplara ifrağ edilmesine bağladığı bir dönemde, böyle bir yaklaşım fevkalâde önemlidir. Zira, diğer mülâhazada muhtemel bir kısım vuruşmaların, sürtüşmelerin, ayrışmaların bahis mevzuu olmasına karşılık, böyle bir yönelişte her zaman, anlaşmalar, uzlaşmalar ve dayanışmalar söz konusudur.
Hak rızasına adanmış ruhlar, böyle bir tevhid-i kıble mülâhazasından ötürü aklî ve mantıkî hayatları adına herhangi bir boşluk yaşamazlar. Aksine onlar, her zaman mantık, muhakeme ve ilimlere karşı açık durur ve bunu da gerçek imanın gereği bilirler. Ne var ki, bunların dünyevî tutkuları ve cismânî arzuları -herkesin istidadına göre- Hakk'a yakın durmalarının enginliğinde ve bir okyanus mahiyetindeki tevhidî mülâhazalarının derinliğinde tamamen eriyip gittiğinden, onların bu isteklerinin yerini, farklı bir desen ve şiveyle Hak hoşnutluğundan kaynaklanan bir zevk-i rûhânî almıştır. Bu itibarla da, Hak rızasına adanmış ruhlar, kalbî ve rûhî hayatın zirvelerinde meleklerle fizik ötesi bir havayı solukladıkları aynı anda, dünyalılarla da örfâneler teşkil ederek hasbıhalde bulunabilir ve dünyevîliğin meşrû bütün gereklerini yerine getirebilirler. Bu açıdan da onlar, hem dünyevî hem de uhrevî sayılırlar. Dünyevîlikleri, sebepler dairesinde bulunmalarından ve sebeplere riâyet etme sorumluluğundan, uhrevîlikleri de her meseleyi kalbî ve rûhî hayatlarına göre değerlendirmelerindendir. Kalbî ve rûhî hayatın belli ölçüde dünyevîliği tahdîdi, tamamen bir terk mânâsına gelmediği için, onların dünyadan bütün bütün kopmaları da söz konusu olmasa gerek. Dünyadan kopmaları bir yana, onlar, her zaman dünyanın tam göbeğinde durur ve ona hükmederler; ama bu duruş hiçbir zaman dünya için ve dünya adına bir duruş değildir. Aksine bu duruş, Allah adına esbaba riâyet ve her şeyi ötelere bağlama hesabına bir duruştur.
Esasen, bedeni kendi çerçevesinde, rûhu da kendi ufkunda tutmanın; ya da hayatı, kalb ve ruh hakimiyetine bağlı götürmenin yolu da bu olsa gerek. Sınırlı beden hayatının çerçevesi cismâniyetin darlığı ölçüsünde, aksine her zaman sonsuza açık bulunan rûhî hayatın ufku da nâmütenâhiliklere müteveccih olmalıdır. İşte insan, bu seviyedeki hayat ufku itibarıyla eğer, hep müteal düşüncelerle oturur-kalkar; hayatını onu bahşedene bağlı götürür, yaşatmayı yaşamanın en önemli derinliği sayar ve hep zirveleri kollarsa, ister istemez müteal bir programın uygulayıcısı hâline gelir; dolayısıyla da, belli çerçevede şahsî hazlarını ve zevklerini sınırlandırmış olur.
Şüphesiz hayatı bu ölçüde bir derinliğe bağlı götürmek oldukça zordur; ama bu zor iş, kendini Allah'a adamış, O'nu tanıtıp sevdirmeyi hayatının gâyesi hâline getirmiş; sabah-akşam bir eli insanların kalb kapılarında, diğer eli de Hakk'ın kapısının tokmağında hiç bitmeyen bir mekik hareketiyle gelip-gidip herkesi Hak'la buluşturmaya çalışan ruhlar için gayet kolaydır.
Aslında, her zaman sînesinde Yaradan'a imanın sıcaklığını duyan, bazen haşyet, bazen de muhabbetle çevresine gönlünün dilinden bir şeyler anlatmaya çalışan biri için, hiçbir meselede zorluk söz konusu olamaz. Böyle bir gönül eri daha baştan, O'na tahsis-i nazar edip sırf O'nu düşündüğü, O'nunla münasebete geçme yolları araştırmasına, her vesileyi O'na ulaşma istikametinde değerlendirmesine mukabil, Allah da ona, özel teveccühte bulunur, onun, nezd-i ulûhiyetindeki konumunu nazara vererek, herkesin ona saygılı olması gerektiğini hatırlatır ve arzî küçük bir vefayı, semâvî vefanın kat katıyla mükâfatlandırır. İşte o semâvî iltifattan tek damlaya sıkıştırılmış koca bir derya: "Sabah-akşam Rabbilerine, sırf O'nun cemal ve rızasına müştak niyaz edip duranları sakın yanından uzaklaştırma! Ne sen onlardan ne de onlar senden sorumlu değilsiniz..." (En'am, 6/52) Burada Allah'ın, peygamberini ikaz edip "kovma!" dediği bu kimseler, Resûlullah meclisinin müdavimleri ve kendilerini Hak hoşnutluğunu tahsile adamış ruhlardan başkaları değildi.
Adanmışlığın yürekten ve samimî olmasına göre her zaman, böylelerine Cenâb-ı Hak tarafından özel bir teveccüh söz konusudur. Evet bir insan, gönülden Allah'a bağlanması ve O'nu hoşnut etmeyi hayatının gâyesi hâline getirmesi ölçüsünde iltifat görür, takdir alır ve gökler ötesi âlemlerin muhavere mevzuu olur. Böyle birinin bu dünyadaki her samimî düşünce, söz ve davranışı, ötede, "talihin gülen yüzü" diyebileceğimiz ışıktan bir atmosfere dönüşerek, kaderinin tebessümler yağdıran sahifeleri hâline gelecektir. Yelkenlerini ak bahtının rüzgârlarıyla doldurmuş işte böyle bir talihli, O'na tahsis-i nazar etmesi ölçüsünde yüzer hususî teveccüh esintileriyle ve hiçbir şeye takılmadan hep O'na doğru. Böyleleriyle alâkalı Kur'ân'ın ortaya koyduğu resim temâşâya değer bir resimdir: "Onlar öyle bahtiyar yiğitlerdir ki, ne ticaret, ne alış veriş alıkoymaz onları Hakk'ı anmaktan, namaz kılıp zekat vermekten.. (Nasıl alıkor ki) onlar, kalb ve gözlerinin dehşetle hâlden hâle gireceği bir (müthiş) günün endişesiyle hep korkar dururlar. Allah da onlara, bu hâllerine karşılık mükâfatların en güzelini verir ve dilediğine (fazlından) daha da fazlasını lütfeder." (Nur, 24/37-38)
Omuzlarından bütün gam ve keder yüklerini atmış ve Hakk'a teslimiyetle bütün sıkıntılardan kurtulmuş bu kabil âzâd gönüllerin, artık arayıp bulacakları hiçbir şey kalmamıştır; zira kalb ve ruh dünyaları itibarıyla onların mazhariyetlerinin yanında bütün fâni nimetler, zevkler, safalar bulaşık masalar üzerinde boş kâselerden farksızdır. Onların gönül dünyalarında tüllenen güzellikler karşısında, dünya ve içindekiler yalancı bir masaldan ibarettir. Zaten baharda yeşerip de yazda renk atanların başka türlü olması da düşünülemez. İşte her zaman bu gerçeğin şuurunda olan bekâ yörüngeli ruhlar, ebedî maiyyet vadetmeyen her şeye bir iptal çizgisi çeker ve arkalarına bakmadan yürürler gönül koridorlarıyla sonsuzun bağ ve bahçelerine.. takılmazlar dünyaya ve dünyevîliklere..
Sızıntı, Ekim 2000, Cilt 22, Sayı 261
.
Her Şeye Rağmen Bizdeki Ramazanlar
Bir başkadır bizim dünyamızda Ramazan ve oruç. O, gelirken yolu gözlenen nazlı bir misafir gibi gelir; giderken de —bayramlar muvakkaten sînelerimizi serinletebilir— içimize bir gurub burukluğu salar öyle gider. Ramazan, bizim dünyamızda o kadar sıcak, o kadar candan ve o kadar bizimle uyuşmuştur ki, onu her misafir edişimizde, bin seneden beri gele-gide, millî töre, millî kültür ve millî karakterimizle kaynaşmış, bütünleşmiş, bizimle içli-dışlı olmuş bir kardeşle, bir arkadaşla karşılaşıyor gibi oluruz.
Millet olarak hemen her Ramazanda, kendimize ait bir derinliği yeniden keşfediyor olmanın sevinç ve inşirahıyla âdeta bir milat yaşar; hayata baştan başlar ve Ramazanı, özündeki ruh ve mânâ itibarıyla tam kavrayabilmişsek gençleşir, dinçleşir ve Hakk'a kulluğa bir kere daha "vira bismillâh" deriz.
Ramazanda bizim dünyamız, onu sahiplenen talihli insanların çehrelerinden mâbetlerin nûrefşân harîmlerine, minarelerdeki pırıl pırıl mahyalardan bizi gökler ve gökler ötesi ziyâ kaynaklarına bağlayan gönüllerimizdeki aydınlığa kadar her şeyiyle âdeta bir renk ve ışık ülkesidir. Hele mübarek gün ve gecelerde bu ziyâ ve renk diyarı, öyle büyülü bir hâl alır ve ülfetle bütün bütün kör olmamış gözlere öyle şehrâyinler öyle şehrâyinler gösterir! Bu dünyada, günün hemen her saatinde, farklı bir mânâ ile ışıldayan yuvalarımızdan, inanan sakinleri sayesinde daha çok cami revaklarını andıran çarşı-pazarlarımıza, her biri birer mâbet koridoru gibi sırlı ve derin sokaklarımızdan tesbih ve tehlillerle inleyen ibadethanelerimize, mâbetlerdeki his ve heyecan tufanından mü'minlerin o sarmaş-dolaş hâllerine kadar hemen her şeyde, insan âdeta ötelerin güzelliklerini temâşâ ediyor ve firdevsî mûsıkîler dinliyor gibi olur.
Dinin gönüllerde kendini tam hissettirmesi; hayatın iman, mârifet, muhabbet ve rûhanî zevklere bağlı sürdürülmesi bu mûsıkînin temel unsurlarıdır. Hayatlarını bu unsurlarla mânâlandırabilenler, kendilerini öyle bir zevk u şevk zemzemesi içinde bulurlar ki, dahasını tasavvur etmek mümkün değildir. İsterseniz siz buna, yürekten Hakk'a yönelen kimselere, O'nun tarafından bahşedilmiş avans ya da inanmanın özündeki Cennet çekirdeğinin bir tür duyulup hissedilmesi de diyebilirsiniz.. asıl elemsiz lezzet ve mütemadî hazza gelince, onların yeri burası değildir; onlar kalb selâmetiyle son durağa ulaşmış ruhlara, Allah'ın sürprizleri olarak sunulacaktır.
Ramazanda ve hele bizim ülkemizdeki Ramazanlarda, inanmış sînelerden kopup gelen, mâbetlerde yankılanıp sokak, çarşı-pazar her tarafa ulaşan tekbirler, tehliller, temcitler, gönülleri öylesine rikkate getirir, öylesine yumuşatır ve onları öylesine bütünleştirir ki; kaderin bu talihli bendeleri sayesinde herkes, âdeta ülkenin bir baştan bir başa pek çok köşesi, maksûresi, mahfili bulunan büyük bir mâbede dönüştüğünü, genç-ihtiyar, kadın-erkek, köylü-kentli bütün insanımızın da bu geniş caminin cemaati hâline geldiğini sanır. Öyle ki o, bu engin mülâhazalarla sıçrayıp bir adım daha atıverse, bütün yeryüzünü bir mescit, Kâbe'yi bir mihrap, Ravza'yı bir minber ve umum ehl-i kıbleyi de bu geniş mâbedin cemaati gibi tasavvur ederek, Hz. Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın arkasında namaz kılıyor olmanın zevkini duyabilir.
İşte her şeyin bu ölçüde zaman ve mekânüstü bir derinliğe ulaştığı ve her anın ayrı bir "eşref saat" seviyesine yükseldiği Ramazan ve ondaki bütün dakikalar; hususiyle Rabb'e yürüme ve yükselme rıhtımları, rampaları sayılan sahur, iftar ve teravih vakitlerinde her hareket ve davranış öyle büyülü bir hâl alır ki; âdeta gökler ve gökler ötesi âlemlerin ışıkları, sesleri başımıza dökülüyor gibi olur ve bize kendi tesbih, tehlil ve hamd ü senâlarımız içinde, annelerimizin yüreklerinden kopup gelen ninniler kadar içli ve sıcak, meleklerin tazim ve tebcilleri kadar da derin ve mehîp mülâhazalardan ne büyülü mazmunlar fısıldar..!
Dünyada bizim Ramazanlarımız kadar -şimdilerde biraz hüzünlü, biraz buğulu olsa da- füsunlu, derin ve geceleri ayrı bir şölen, gündüzleri de ayrı bir şölen olanını hiç görmedim ve göreceğime de ihtimal vermiyorum. Bizim Ramazanlarımız -semavî özü mahfuz- örf ve âdetlerimizden aldığı farklı renk, farklı desen ve farklı ışıklarıyla, yirmi dört saatimize kendi boyasını çalar, bize kendi şivesini meşk ettirir ve saygıyla harîmine girenlere günün her saatinde ayrı bir gök davetiyesi sunar.. ve hele tamamen Ramazanlaşanlar için o, öyle büyülü bir edaya bürünür ve öylesine uhrevîleşir ki, onun bu sihriyle büyülenmiş kıvamında bazı ruhlar, kendilerini "yemez-içmez, göz açıp kapayıncaya kadar olsun Yaradan'a muhalefet etmez" çerçevesiyle ifade edeceğimiz semâvîler arasında sanırlar. Gerçekten de onların üzerlerinden zaman geçer mi-geçmez mi o ayrı bir konu; ama bu talihlilerin kendilerinden geçip hayret yaşadıkları açıktır...
Her zaman ve herkes için olmasa da, bizim dünyamızdaki bu derin Ramazanlarda, köylerin-kentlerin sınırları bütünüyle silinir gider, topyekün ülke büyük bir mâbedin veya geniş müştemilatlı kompleksin muhtelif hicirleri, maksûreleri, mahfilleri ve sofalarıymışçasına bir bütünlük arz eder; arz eder de kendimizi ülke çapındaki büyük bir cemaatin safları arasında sanır; onların soluklarını duyar gibi olur.. onlarla aynı şeyleri mırıldanır.. aynı havaya dem tutar.. aynı his tufanını yaşar.. ve hayallerimizin vüs'ati ölçüsünde bazen ta "Mele-i A'lâ"da göklerin sırlarına açık ruhlarla saf birliğine erer; hem öyle bir erer ki, bir hamle daha yapıp sıçradığımızda, ebedî hayatın "hay-hûy"unu duyacakmış gibi oluruz.
Ramazanı, tam Ramazanlaşıp kendi derinliğiyle duyabildiğimiz ölçüde, bütün benliğimizi bir yumuşaklık, bir sıcaklık sarar.. her yanımızda tatlı tatlı duygu meltemleri esmeye başlar.. ve o, aşina olduğumuz bir nefes gibi bize aşk u vuslattan neler neler söyler!
Bizim Ramazanlarımızda, hiçbir zaman tamamen dinmeyen bir uhrevîlik heyecanı çağlar; gecelerin esâtîrî güzelliklerinden, seherlerin sihirli dakikalarına; gündüzlerin Ramazanlaşmış çehrelerinden gurubların rü'yet yamaçlarını hatırlatan renklerine kadar her an ayrı bir duygu tufanı köpürür durur: Seherler, o kendilerine mahsus büyülü ve mahrem edalarıyla bizlere, arzu ve ihtiyaçlarımızın yerine getirileceği koyları gösterir.. ve oralara ulaşma yollarını fısıldar. Gündüzler, hemen her zaman canlı, fakat yumuşaklardan yumuşak, bir hayli sesli, ama sımsıcak bir esintiyle gelir, bizi kucaklar, en az günde beş defa namaz ve niyazdan fışkıran bir lezzetle kendilerini hissettirir, sonra da gurubun tüllenen renkleri arasında henüz bitmemiş bir faslı, daha sonra gelip tamamlama vadiyle son gülücüklerini başımıza boşaltır öyle giderler. Akşamlar, her zaman bir şölen ihtişamıyla ufukta belirir, hem beden hem de ruhlarımıza ait iç içe işlerle alâkalı bir sürü telaşla kendilerini duyurur, her yanımızı iftar ve teravih heyecanıyla sarar, bize gizli bir âlemin kapısının önünde bulunduğumuzu ihsas eder, gönüllerimize aşk kıvılcımlarının yanında vuslat heyecanları da üfler ve ruhlarımıza mü'mince yaşamanın bütün zevklerini duyururlar. Geceler, bir sessizlik büyüsüyle ufkumuzu tutar, bize Yâr'la halvet olma duygusunu fısıldar, aşkın yaşama yollarını gösterir ve duyabilenler için Cennet nağmelerinden besteler sunarlar. Bizler her zaman, gecelerin ne dediklerini anlamasak da, onlar hep bir şeyler söylemeye devam ederler. Bu sözler, bazen halka halka birbirine eklenerek öyle edalara ulaşır ki, bütün bütün kör ve sağır olmayanlar, bu harfsiz ve kelimesiz hutbeler karşısında dillerini tutar, hayret murâkabesine dalarlar.
Bizim hislerimiz, bizim düşüncelerimiz Ramazana bağlı olarak değişip derinleştiği gibi, Ramazan da, bizim hülyalarımız ve bizim tasavvurlarımızla farklı mânâlara, farklı muhtevalara ulaşır ve hislerimizin, fikirlerimizin derinliğiyle mebsûten mütenâsip (doğru orantılı) o kadar beliğ şeyler söyler ki, onun îrad ettiği o muttasıl hitabeleri, hiçbir hatip, hiçbir edip, hiçbir mütefekkir ve hiçbir filozofun eserinde görmek mümkün değildir. Ne var ki, onun bu derin ve muhtevalı sözlerindeki inceliği kavramak için de İslâm'ın dilini anlamaya ihtiyaç vardır. Bu dili tam anlayabildiğimiz takdirde Ramazan, gecesiyle-gündüzüyle, orucuyla-teravihiyle o kadar gönüllerimize nüfuz eder ve benliğimize işler ki, ruhumuz ondaki derûnî sesleri-solukları, minarelerden yükselen ezan ve temcitler gibi duymaya başlar; başlar da artık his, şuur ve hülyalarımızdan örülmüş böyle bir dünyadan ayrılmayı asla düşünmeyiz.
Şimdilerde, doğrudan doğruya böyle bir Ramazanın aydınlık ikliminden mahrum bulunsam da, pırıl pırıl ışıklarıyla âdeta gökyüzünü andıran cami çevrelerini, Ramazana hoş-âmedî etme mânâsında, minarelerde mahyalaşan mü'min duygularını, mâbetleri tıklım tıklım dolduran mü'minlerin nûrefşân simalarını, samimane gürleyen sînelerini, heyecanla atan nabızlarını tahayyül edebiliyorum. Ramazanlaşan insanların güvenle tüllenen çehrelerini, kimseden esirgemedikleri o sımsıcak bakışlarını, çevrelerine yağdırıp geçtikleri tebessümlerini, herkese açık ve sıcak tuttukları gönüllerini, iyilik hislerini, mü'mince tavırlarını hayalimde canlandırıp onların duygularını paylaşabiliyorum.. bin seneden beri devam edegelen inanç, anlayış, duygu, düşünce ve telâkkilerimizden süzülüp; örf, âdet ve törelerimizin potasında yoğrula yoğrula bugünkü kıvamına ulaşmış kültür zenginliklerimizin temsil edildiğini görür gibi oluyor ve kendimi rahatlıkla bir sahur misafiri, bir iftar davetlisi gibi düşünebiliyorum.. derin bir ibadet neşvesi içinde camiye giden dırahşan çehreleri, şadırvanların başında uhrevîliğe hazırlanan o heyecanlı ruhların "hay-hûy"larını ve kullukla iki büklüm olmuş bu tertemiz insanların niyetlerini sezebiliyorum.. evet, Türkiye'de Ramazanlaşan herkesi ve her şeyi, kendine has şivesi, kendine has üslubuyla tasavvur edebiliyor ve tamamen uhrevîleşen o atmosferi bütün zenginlikleriyle duyabiliyorum..
İsteyen Ramazanda dahi kinle-nefretle oturup kalksın, isteyen iman ve İslâm gerçeği karşısında bulantılar yaşasın, isteyen ışığa lânetler yağdırsın, isteyen sevgiye, diyaloga, hoşgörüye savaş ilan etsin, Ramazan bütün ışığı ve bütün büyüsüyle bize kendi sesinden, millî törelerimizi, mânevî zenginliklerimizi duyurmakta; duyurup aç gönüllerimizi en bereketli semavî sofralarla doyurmakta, en karanlık ruhlara karşı dahi hep açık durmakta ve gölgesiyle kinlerimizi, nefretlerimizi eriterek ruhlarımızı uhrevî esintilerle serinletmeye devam etmektedir. Şu anda bir baştan bir başa bütün ülkede sadece o, kalıcı bir şeyler konuşuyor ve herkes onu dinlemeye koşuyor. Mâbetler onu terennüm eden bülbül sesleri ve bu seslerin meftunu heyecanlı gönüllerle dolup taşıyor. Kubbelere çarpıp akisler yapan ve minarelerden taşıp ta gök kubbeye ulaşan bin senelik sesimiz-soluğumuz bir kere daha arzdan semaya yeni bir sağanak töresi peşinde. Biz, Ramazanı bütün benliğimizle duymaya çalışıyoruz; o da bize, en içli, en duygulu, en derin anlarıyla kâse kâse sevgi, alâka ve heyecan ikram ediyor.. gönül açlığımıza salkım salkım ümit ve emeller sunarak bütün mağmum yüzleri güldürüyor.
Bu itibarla da, Ramazanın bizi terk etmesini hiç istemiyoruz; biz istemiyoruz ama, bir bir gelen her şeyin sırası gelince bir bir gittiği gibi, o da aramıza sevindiren bir konuk olarak gelip bir müddet kaldıktan sonra, bir misafir gibi de ayrılıp gidiyor.. ve ardından da bu muhteşem ayın bütün vâridâtına vâris-i has olarak bayram geliyor...
Sızıntı, Aralık 2000, Cilt 22, Sayı 263
.
Ey Merhametlilerin En Merhametlisi!
Bu koskoca kâinatları bir kitap gibi önümüze seren Sen; onun esrarını vicdanlarımıza duyuran Sen ve vicdanlarımızı lâhûtî esrarının mevcelenip geldiği iklime bir sahil yapan yine Sensin! Bizler, Senin kapının boynu tasmalı kulları, vicdanlarımıza aksedip duran parıltılar da Senin varlığının ziyasıdır. Biz neye mâliksek Senin vergin, Senin atândır. Bunu bir kere daha ilân ediyor, kapının âzâd kabul etmez kulları olduğumuzu itirafla, ahd ü peymanımızı yenilemek istiyoruz.
Asırlar var ki, saçlarına çoktan ölümün habercisi akların düştüğü ve vücûdunda hastalıkların ne zamandır tavattun ettiği bu yaşlı dünyada kaç nesil, gözlerini hep bitmez bir geceye, bir şeb-i yeldâya açtı. İki büklüm olmuş âb-endâm kametleri, dağılmış perişan kâkülleri, buruk boyun ve mahzun bakışları gördükçe, kaç defa kaddimiz büküldü, gözlerimiz doldu. Sînemizde hep Yakub'un âh u efganını, içimizde Zeliha'nın aşk u hicranını taşıdık durduk ve Yusuf ne zaman zindandan çıkar da, bu iki büklüm olmuş kametlere, perişan kâküllere, buruk boyun ve mahzun bakışlara el uzatır diye beklemeye koyulduk. Beyni söndürülen, kalbi kursağına yedirilen, içinde bulunduğu büsbütün hâlî diyarda âşina kimse göremeyen nesillerin sızlanışını güya dindirmek için koşanlar ise, sadece midenin arzu ve isteklerine koşuyorlardı.
Bu şeb-i yeldâda bazıları sadece karanlık görüyor, kapkaranlık düşünüyor; geceye yenilerek elenip gidiyor, bazıları da, duyup dinleyecekleri sesleri, görüp seyredecekleri manzaraları bir tarafa bırakıp, dikenler arasında saksağan sesleriyle meşgul ola ola ömürlerini tüketiyorlardı. Gece, muzdarip ve çilekeşlerin, ızdıraplarını, içinde besteleyip gönül mizmarıyla seslendirdikleri öylesine muhteşem, öylesine sırlı bir konservatuvar olmasına mukabil bunlar, gecenin örtüsü içinde ne onun sırlı sesini duyabiliyor ne de etrafta olup bitenlerden bir şey anlayabiliyorlardı. Vefasız nazarlardan, ölü niyetlerden, eğri düşünce ve çarpık kanaatlerden esasen başka bir şey de beklenmezdi.
Bize göre ışık, varlık, hayat ve kudret elinin tabiatın çehresine saçtığı daha binlerce güzelliğin, birer tohum gibi bağrında uyanıp mayalandığı bir iklim olan gecenin derinliklerinde, bir hayat mûsıkisi besteleyelim ve bunun için de, bütün bir tarih boyu ağlamayı unutmuş gamsızlar, dertsizler ve ağlanacak hâllerine gülenler olarak, kaç asırlık gamsızlığımıza bir son verip beraber ağlayalım dedik! Cehaletimize ağlayalım, kaybettiğimiz şeylerden habersizliğimize ağlayalım, kusurdan bir heykel hâline gelmiş mahiyetimize, duygularımızın dumura uğrayışına ve hoyratlaşan gönlümüze ağlayalım; bu vaziyette öleceğimize, öldüğümüz gibi dirileceğimize, tasmalı ve prangalı büyük imtihanda, en büyük merasimde fevc fevc geçecek olan mâzinin şanlıları ve istikbalin bahtiyarları arasında yer bulamayacağımıza ağlayalım; daldan kopan bir meyve gibi yalnız düşüşümüze, ayaklar altında ezilişimize, rahmetten cüdâ kalışımıza ağlayalım; ağlayalım ve yukarılara doğru güvercinler gibi kanat çırparak, çok yükseklerde öyle bir 'âh' edelim ki ünümüz, gözyaşlarından meydana gelen bulutları harekete getirsin ve sonra da ateşimizi söndürecek o damlalar, yağmurlar gibi başımızdan aşağıya insin ve ateşimizi söndürsün, kin ve nefret ateşini, bütün dünya ve ukbâ ateşini söndürsün istedik.
İşte, ey zikri, fikri ruhlara itminan veren gönüller Sultanı! Ey bizleri varlığa erdiren ve varolmadaki sonsuz zevki gönüllerimize duyuran Güzeller Güzeli Yüce Yaratıcı! Dört bir yanda mışıldayan suları, yer yer ışıldayan lambaları, gelip gelip ruhları saran hülyâları ve tohumlar gibi hülyâların bağrına saçılan inanç, azim, ümit ve güzellik duygularıyla, şiir ve sanatın bütün unsurlarını toplayarak hâtıralarda silinmez birer edaya ulaşan gecede, göğün renklerinin, suların seslerinin, kuş çığlıklarının akıp akıp ruhlara dolduğu, hayat ve varlığın daha bir muammalaştığı, derinleştiği bu sır âleminde, Senin öğrettiğin ve ruhlarımıza duyurduğun şeyleri, gönülleri gönüllerimiz gibi mürde ve derbeder olanlara ulaştırmak için, yer yer eşya ve hâdiselerin dolapları içine girerek, yer yer benliğimize dönerek olup biten şeylerden ve bu umûmî gidişattan Senin varlığına bakan pencereleri, Senin huzuruna yükseltecek yolları araştırıp tespite çalıştık.
Bu yola koyulurken, insanî değerlerin katlanıp derinleştiği, duyguların bütünüyle uhrevîleştiği, bedenin, aynı rûhî değerleri paylaştığı ve öteden beri his dünyamızda arayageldiğimiz 'yitirilmiş cennet'in tasavvurlarımızı aşan en nâdide parçalarından meydana getirilmiş, zamanın enfes bir altın dilimini gönül gözlerimizle temâşâ ediyor ve onun vâridâtının gelip gelip hülyâlarımıza, rüyâlarımıza aktığını duyar gibi oluyorduk.. duyar gibi oluyorduk da, o dönemin talihli insanları, engin inanç, engin tevekkül ve engin teslimiyetleri sayesinde ömürlerini mânevî haz ve lezzetlerin en büyüleyici atmosferinde sürdürürken, bu engin haz ve bu lezzetlerin biricik sahipleriymiş gibi onların kalblerinin hep iyilik ve güzellikle attığını, gözlerinin hoşgörü ve müsamaha düşüncesiyle açılıp kapandığını, dünyayı tıpkı bir cennet gibi duyup yaşadıklarını ve hemen her zaman kendi duygularında olduğu kadar bütün gönüllerden, hatta topyekün varlığın içinden en rengin bir şiiri dinlediklerini daha o anda tasavvur edebiliyor, ümitlerimizin medlerinde onlarla beraber saadetlerin en enginlerini paylaşıyor ve bu nesl-i âtînin talihine tebessümler yağdırıyorduk.
Ümit, recâ ve iman dünyamızda tüllenen bu yeni baharın genç tenli, uzun boylu masmavi günlerinin içinde hayat, hülyalarımıza o kadar yumuşak, o kadar sıcak ve o kadar renkli boşalıyordu ki, her zaman onda cennetlerin tasavvurlar üstü derinliklerini duyar gibi oluyor.. oluyor ve bütün varlıkla kucaklaşıyor, bütün canlıları şefkatle selâmlıyor, bütün insanları muhabbetle bağrımıza basıyor ve kendi kendimize, 'Yaratan'ın kâinatları var etmedeki gayesi de bu olsa gerek!' diyorduk. Bugün de hülyalarımızı dolduran bu gökkuşağı dünyada, hoyratlık, kabalık, hırs, tûl-i emel, münakaşa, cidâl, hıyanet, ihanet, yalan, gadir, zulüm, irtikâp, ihtilas yoktu. Bu dünyada civanmertlik, incelik, dirilme azmi, yaşama sevgisi, mülâyemet ve diyalog; hakka karşı saygılı olma, emanet duygusu, vefa hissi, doğruluk ruhu, adalet ve istikamet düşüncesi vardı. Bu dünyanın insanları hakikî mânâdaki kin, nefret ve kavgayı lügatlerinden söküp atmış, hayatlarını sevgi, yumuşaklık ve insanlarla münasebet üzerine kurmuşlardı. Onlar çevrelerindeki insanları oldukları gibi kabul ediyor; farklı anlayış, farklı yorum ve farklı davranışları, vuruşma vesilesi görme yerine, düşünce enginliklerini sergileme fırsatı bilerek, insanlara insanca yaşamanın varyantlarını gösteriyorlardı.
Evet, her türlü hoyratlıkla muhat ve memlû gibi görünen bugünün isli-paslı penceresinden hülyalarımızın dünyasına bakarken, yine hayatın bir güneş gibi yeniden doğduğunu, dört bir yanın güzelliklerle ağardığını; al, pembe, sarı çiçeklerin salınıp etrafa gamzeler yağdırdığını, papatyaların raksa durup, erguvanların lâleden alev aldıklarını, çeşit çeşit güzelliklerle dolgunlaşan umûmî hava ve atmosferin gönüllerimizi saadet vaadiyle kapladığını, ruhlarımızda ebed televvünlü engin bir ferahın çağladığını, koyun-kuzu melemesi, kuş cıvıltısı, ağaç sesi, su sesi, yaprak hışırtısı ile dolu, anne heyecanı ve çocuk neşesi tadındaki bir 'ba'sü ba'de'l-mevt'in, sevilen çehrelerdeki gibi büyülü ve tesirli, seven gönüllerdeki gibi dolgun, inandırıcı, nazik ve ince tüllenişlerini yine duyabiliyoruz.
Fakat Allah'ım, Kelâmında anlatılıp resmedilen; en ince teferruatına kadar haritası çizilen; nihayet bir Kutlunun mir'âcıyla bütün bütün kapıları açılıp her mârifet erinin gönlündeki arşiyeleriyle, o âlemlere yükselme imkânı doğan bir ulu seyahatte, haddimizi aşıp esrarlı kapılarının tokmağına dokundu isek, edep ve erkân bilmeyen ham ruhlarımızın görgüsüzlüğüne vererek, bizi bağışlamanı diler, affına sığınırız. Zât-ı Ulûhiyetini ve perdesiz manisiz Seninle görüşeceğimiz o mutlu günü muhtaç gönüllere duyurmak isterken, en saf ve duru ifadelerin resm ve nakşettiği yüce hakikatlara ihtimal ki bağlı kalamadık. Kışırda kalmış; gönlünü şu âlemin sûrî güzelliklerine kaptırmış bir kısım ham ruhlara bir şeyler anlatabilme düşüncesiyle mücerredin kudsî cidarlarını sarsarak, müşahhasa ve maddeye yahşiler çektik. Belki de, en açık hakikatları saffet-i asliyesi içinde sunamadığımızdan cürümler işledik, hevâ ve hevesimize hizmet ettik.
Hata ettikse, Sana gelirken ve başkalarına yol göstermeye çalışırken ettik. Kusur yaptıksa Senin yolunda yaptık. Hata daima hata, kusur da daima kusurdur. Bizler kalbleri kırık, ruhları iki büklüm, boyunlarında tasma vereceğin hükmü bin can ile intizar etmekteyiz. Bunu derken biliyoruz ki, Senin sonsuzluğa kadar gidip dayanan rahmetin, daima gazabının önünde olmuştur. Senin lütuflarını idrak etmiş kapı kullarına, kusurun yaraşıp yakışmadığı muhakkak; ama, affın Sana çok yakıştığını söylememize lütfen müsaade buyurunuz!
Evet Sultanım! 'Sultana sultanlık, nitekim gedâya da gedâlık yaraşır.' Bu bakımdan, bir defa daha Sen'den diliyor ve dileniyoruz: Gözlerimize yaş ver ve bizi ağlat! Merhamet etmen için, Sen'den uzak kalış hasretini duyamayışımıza ağlat! Gönüllerimizin ayrılık ızdırabı ve kavuşma hasretiyle şâk şâk olamayışına, ağyar ateşine yanışına öyle ağlat ki, sîneler kebap olsun; ondan bir feryat çıksın, meleği ve feleği velveleye versin. Kararmış ruhlarımıza şefkat et de ağlat! Ağlamalarımıza dahi ağlamamız lâzım geldiği için ağlat! Bükülmüş şu kaddime, dağılmış kâkülüme, solgun ve ölgün rengime, burulmuş boynuma ve kırık kalbime merhamet et de ağlat! Şu en sakin anda, sızlanışlara cevap verdiğin dakikalarda, Sen'den başkasına secde etmeyen başımla Sana dönüyor, titreyen dudaklarımla, bu çöllerde bizi perişan etmemeni ve gözyaşlarımızla bu beyâbânı gülzâra çevirmeni diliyorum.
Allahım! Bizim uzaklığımız itibarıyla değil, Senin yakınlığın hürmetine kalbimize rikkat ver ve bizi öyle ağlat ki, kendimizi kaybedelim, yolunda ar ve haysiyetten geçelim, tâ ki 'Bunlar delirmiş.' desinler...
Sızıntı, Şubat 2001, Cilt 23, Sayı 265
..
İnanan Sarsılsa da Devrilmez
"Gevşeklik göstermeyin, tasalanmayın; Eğer iman ediyorsanız üstünsünüz." (Âl-i İmrân, 3/139)
Hâlihazırdaki tablo oldukça ürpertici; ancak iman, ümit ve Allah'a teveccüh sayesinde aşılmayacak gibi de değil. Eğer insan, güneşe doğru yürür veya uçarsa, gölgesini arkasına almış olur; sırtını güneşe dönerse bu defa da gölgesinin arkasında kalmış olur. Bu itibarla gözlerimiz hep sonsuz ışık kaynağında olmalıdır. Evet her şey, Âkif'çe ifadesiyle: Allah'a dayanıp, sa'ye sarılıp, hikmete râm olmaktan geçmektedir. Ülkede iç içe kriz yaşandığı bir gerçek; ancak, sebepleri bilinip, iman, ümit ve azimle karşı çıkıldığında, bu kabil krizler hemen her zaman aşılmış; aksine problemler vehim ve hayallerle köpürtülüp ya da onlar üzerinde politika yapıldığında şişmiş, büyümüş, olduğunun üstünde bir görünüme ulaşmış ve psikolojik tahribatıyla içinden çıkılmaz hâle gelmiştir.
Günümüzde, târihî tekerrürler devr-i dâimlerinden biriyle daha karşı karşıya bulunuyoruz; her tarafta üst üste felâketler, her yerde toplumu sarsan musibetler; depremler, seller, yangınlar, trafik faciaları ve bilmem daha ne belâlar.! Sonra değişik türden zulümler, istibdatlar, komplolar, cinayetler, vicdanlara baskılar.. ve onca mazlumiyetlere, mağduriyetlere rağmen "belâ-yı dertten" âh etmeyen iradesizler, sessizler.. buna karşılık insanlara zulüm ve gadirde bulunan, zulmederken de ağlayıp-sızlayıp mazlumu haksız göstermeye çalışan şarlatan zalimler.. değişik sâiklerden ötürü her zaman öfkeyle oturup-kalkan muvazenesiz yığınlar; onları her an biraz daha şiddete, hiddete iten farklı çevreler: Mütegallipler, vurdumduymazlar, idare bilmezler ve tahrikçiler.. aldatmayı akıllılık, hırsızlığı mârifet sayan hortumcular; hortumculardan pay alan fırsatçılar.. teşriî masûniyete sığınan haramhor ahlâkzedeler.. tekvînî masûniyet (!) gücünü "Hak kuvvettedir." deyip sonuna kadar kullanan Yezid ve Şimirzâdeler.. rüşvetçiler, irtikapçılar, ihtilâsçılar, silah kaçakçıları, uyuşturucu şebekeleri ve uyuşturucular.. ve daha adı konmamış ne mel'ûn organizasyonlar..!
Evet, bugün hemen her bucakta ürperten bir hazân ve her yerde insanî değerler ayaklar altında; ne insana saygı var ne de evrensel değerlere. Üç-beş tane saygılı gibi davranan bulunsa da, onlar da gösterdikleri saygıya ücret peşinde. Kitleler, her kesimiyle hemen her yerde yığın telâkki edilmekte; yığınların hâli ise en acı şekliyle gelip yüreklere oturmakta. İş-aş-ekmek vaadi seçim zamanlarında sıkça duyulan sözlerden. Bugüne kadar onunla da yüz yüze görüşüp tanışma imkânı olmadığından şimdilerde o türlü vaatlere de kimse itibar etmiyor. Her yerde ilim Allah'a emanet!. Mârifet Kafdağı'nın arkasında.. sanat ideolojilere kavaslık yapıyor.. pek çoğu itibarıyla ilim yuvaları taklide teslim.. hakikat aşkı, ilim tutkusu, araştırma şevki iltifat görmeyen gayretler.. iltifat görmeyen bir kısım gayretler de ihtimal birer hobiden ibaret.. bugünümüzü-yarınımızı emanet edeceğimiz hayatî müesseselerde hayattan eser yok.. propagandalara bakınca, dünyalara yetecek kadar bir güce sahip gibiyiz; oysaki realiteler bir kasabaya bile yetmediğimizi haykırıyor. Ahlâkî değerler, sorumluluk duygusu, hak düşüncesi, adalet mülâhazası açısından dünya standartlarının çok çok altında olduğumuz apaçık: Çoğumuz itibarıyla ne ar, ne hayâ, ne hakka saygı ne de düşünceye hürmetimiz var.. Allah korkusu, fazilet hissi çoktan unutulmuş.. kuldan utanma ise şimdilerde o can sıkan duygudan da (!) kurtulma peşindeyiz.. bir yığın kalbsizler, ruhsuzlar hâline geldiğimiz yüzlerimizden okunuyor; çoğumuzda ne merhamet ve şefkat hissi ne de hürmet duygusu kaldı. Dini, diyaneti eski-püskü-partal bir müessese kabul edenlerin sayısı hiç de az değil.. her yerde dinî duygular harap, dindarlık makhur; her tarafta lâubâlîlik ve ahlâkî çöküntü; her yanda iç içe hıyanet ve her bucakta âh u efgân.. insanî duygular açısından erozyona uğramış ruhlarda hissizlik, hareketsizlik.. veya "Âlemi ben mi kurtaracağım?" mazeretleri.. müteessir gönüller heyecanlarının esiri ve muvazenesiz.. "Gün bugündür, dem bu demdir." diyenlerin sayısı belli değil.. hayatını köşe dönmeye veya köşe kapmaya bağlamışların adedini Allah bilir. Bütün bunlara karşılık azıcık duyan ve düşünen kafalar ise, kaba kuvvetin balyozları altında inim inim.. millete hizmet edenlerin kaderi ezilmek ve samimiyetle çarpan sinelere karşı her köşe başında ayrı bir şeytanî tuzak.. şimdilik sessiz duranlara bir şey diyen yok.. yarın, öbür gün ne olacak, onu da bekleyip göreceğiz...
Hemen her fırsatta iman, İslâm ve insanî değerlerin karşısına çıkan marjinal fakat çığırtkan bir kesim var ki dine, imana düşman oldukları kadar hür düşünceye, gerçek demokrasiye, insan haklarına karşı da fevkalâde saygısızlar. Bunlar, kendilerine ters gelen her düşünce, her görüşe karşı hemen savaş ilân etmekte; farklı görüş taşıyan hemen herkesi karalamakta; haysiyetleriyle, şerefleriyle oynamakta, hatta baş edemedikleri düşünceleri kontrgerillâlarla ortadan kaldırarak muhalif her sesi kesmekteler. Hele bunların içinde öyle tipler var ki ne fikir namusu tanırlar ne de ruh iffeti. Bugün doğru dediklerine yarın rahatlıkla yalan diyebilir; bugün alkışlayıp göklere çıkardıklarını yarın yerin dibine batırabilirler. İki yüzlü bu fıtrat garibelerinin hiç değişmeyen bir yanları varsa o da, her zaman yüzüp gezmeleri ve her zaman yılan gibi zehirlemekten lezzet almalarıdır. Hele bazılarında bir küfür yobazlığı var ki hiç sorma!. Ne Allah bilir ne de Peygamber tanırlar.. bunlar basiretleri açısından kördürler görmezler, kulakları sağırdır işitmezler. Ne ruhla münasebetleri vardır, ne de beyinle ciddî bir alâkaları, ne Allah'a karşı saygı taşırlar, ne de Peygamber hürmeti bilirler.. çoğu öyle mük'ap cahildir ki; bilmezler, bilmediklerini de bilmezler, ama kendilerini bilir sanırlar.
Hâsılı, bugün, olmamasını arzu ettiğimiz ne kadar menfilik varsa, her yerde diz boyu, hatta ondan da öte; yıllardan beri milletçe beklediğimiz şeylere gelince onlardan da hiç mi hiç haber yok. Manzara bu olunca, ümitten, azimden söz etmek de oldukça zor; ama biz milletçe bu zoru aşma mecburiyetindeyiz. Bugün başımıza gelenler, gelecekte de katlanarak karşımıza çıkabilir.. ülke bir baştan bir başa mezaristan hâlini alabilir.. milletin azmi, ümidi tıpkı bir kefen gibi onun başına geçirilebilir.. ırmaklar Revân Nehri'ne, çöller Kerbelâ'ya, düşmanlar Şimir'e, aylar muharreme dönüşebilir.. kundaklamayı kundaklamalar takip edebilir.. dev yangınlar olabilir, yangınlar evlerimizin-barklarımızın yanında, beklentilerimizi, plânlarımızı da kül edebilir.. dost-düşman herkes bizi yalnız bırakabilir; yalnız bırakmaktan da öte hiç ummadığımız kimselerce arkadan hançerlenebiliriz. Evet, işte düşmanların böyle esirip köpürdüğü, dostların vefasızlık gösterip bizi bütün bütün terk ettiği durumlarda dahi kat'iyen teslim olmamalı, eğilmemeli; iman ve ümitlerimize dayanarak dimdik ayakta durmalı ve bir küheylan gibi hız kesmeden çatlayıncaya kadar koşmasını bilmeliyiz.
Hatta hâlihazırdaki fecâyi ve fezâyi şimdikinin kat katına ulaşsa.. etrafımız âh u efgân ile inlese.. çevremizdeki çığlıklar gidip tâ âsumana dayansa.. yaşanan ızdıraplar magmalar gibi köpürüp yüreklere vursa ve bütün bir millet çaresizlikle kıvranıp dursa.. düşünen başlar üzerinde kılıçlar kavisler çizse, beyinler balyozlarla ezilse.. dört bir yanda sadece zalimlerin "hay-hûy"u duyulsa.. en canlı, en temiz vicdanları simsiyah bir yeis sarsa.. hanlar devrilip hânümanlar yerle bir olsa.. ay batsa, güneş sönse, nazarlarla beraber gönüller de karanlığa gömülse.. kuvvet gemi azıya alsa, hak kaba kuvvetin paletleri altında kalıp ezilse.. her yerde dişli dişini gösterip gezse, zayıf dilini tutup sessizlik murâkabesine dalsa.. bütün mukavemetsiz ruhlar bir bir yıkılsa ve kalbzedeler üst üste devrilse...
Her şeye rağmen biz duruşumuzu, tavrımızı değiştirmeden konumumuzun hakkını vermeli, yerimizde durmalı, herkesin başvuracağı bir güç, bir ümit kaynağı olmalı ve sönmeye yüz tutan bütün meş'aleleri yeniden tutuşturmaya çalışmalıyız.
Allah'a inancımız tam ise, ümit, azim, kararlılık şiarımız olmalı; millete hizmet de vazifemiz. O kadar Hakk'a saygı duymalı ve o denli hayatımızı başkalarının mutluluğu içinde görmeliyiz ki, yemeyip yedirdiğimizi, giymeyip giydirdiğimizi ve kendimize rağmen yaşadığımızı görenler, emanette emin bir kısım kimselerle karşılaşmanın mutluluğunu yaşasınlar. Biz o denli nezih yaşamalıyız ki; haramlar, gayrimeşrular değil hayatımızı, rüyalarımızın ufkunu bile kirletmemeli.. aslında böyle bir kirlenme, kim bilir belki de hiç beklenmedik şekilde ne irtifa kayıplarına sebebiyet veriyordur..! Konumunun hakkını veremeyip bulunduğu noktadan kayanların iflâh olduğu hiç görülmemiştir. Kaldı ki biz, değil bir kısım dünyevî mülâhazalar, yaşama sevdasını ya da menfaat ve çıkar düşüncesini dahi intihar sayma konumundayız. Dahası biz Cennet'i bile kulluğumuza gaye yapmaktan kaçınmalı ve bütün gönlümüzü Hak rızasının engin vâridâtına bağlayarak şahsî isteklerimize karşı kat'î bir tavır alma durumundayız. Hiçbir zaman almayı düşünmeden hep vermeli, geriye döneceğini beklemeden de sürekli ihsanda bulunmalıyız.. ve "Cânan" deyip sefere azmettiğimiz bu kutlular yolunda hiç ama hiç mi hiç "can" sevdasına düşmemeliyiz.
Dünden bugüne bu kutlular yoluna baş koyanlar dört bir yanda düşmanlık duygularının körüklendiği, dost gönüllerin bile vefasızlık edip hasımları sevindirdiği, varlığını kine, nefrete bağlamış ruhların diş gıcırdatıp hiddetle üzerlerine geldikleri durumlarda bile ne yeis, ne sarsıntı, ne öfke ne de düşmanca duygularla onlara karşılık vermeyi düşünmemiş; kötülükleri hep iyilikle savmış; fena muameleleri hüsnühâl, yumuşak beyan ve farklı ihsanlarla rehabilite ederek, âdeta bütün kırılmaları ve tahribatı tamire çevirmiş ve yıkma düşüncelerine yapma hamleleriyle mukabelede bulunmuşlardır. Bu itibarla da -maâzallah- bir gün ülkede her şey alt-üst olsa, yığınlar gidip karanlıklara gömülse, yollar harap olup köprüler yıkılsa; bu insanlar paniklemeyi inanç ve iradelerine karşı saygısızlık sayarak yeis ve durgunluk içinde ölüm görüntüleri sergilemektense, başkalarının yaşama hislerini harekete geçirmek için uçma gayretlerinde bulunacak ve her hâlleriyle, yürüyebilene yolların açık olduğunu haykıracaklardır.
Ben inanıyorum ki, bu azim kahramanlarına, bugün olmasa da yarın mutlaka bir inayet eli uzanacak.. yollarını kesen tipi-boran dinecek.. kar-buz eriyip gidecek ve çevrelerindeki birkaç asırlık o kupkuru çöller cennetlere dönecek ve mutlaka talih onlara da gülecektir.
Yeis, yol kesen bir gulyabâni, acz ve çaresizlik düşüncesi ise ruhu öldüren birer hastalıktır. Şanlı geçmişimizde yol alanlar, hep imanla, ümitle yol almışlardır. Kendini acz ve ümitsizliğe salanlar da yollarda kalmışlardır. Hissizler, hareketsizler yol alamazlar.. uyuyanlar hedefe ulaşamazlar.. hele azmini, iradesini yitirenler asla uzun zaman ayakta kalamazlar.
Şimdi eğer, yarınlarımızı düşünüyor ve dipdiri geleceğe varmayı düşlüyorsak, yolların yürünerek alınabileceğini ve zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabileceğini asla hatırdan çıkarmamalıyız. Ulaşılmaz gibi görünen zirveler şimdiye kadar defaatle aşıldı; defaatle yüksek tepeler azmin, iradenin ayaklarına yüz sürdü ve onlarda ulaşılmaz şahikalara ulaşma azmini coşturdu. Aslında hangi devirde olursa olsun yürüdüğü yolun, yöneldiği gayenin ve dayanıp bel bağladığı kuvvetin farkında olanlar bu şuur ve kendi iç dinamikleri sayesinde tekrar tekrar o zirveleri aşmış ve o şahikalara ulaşmışlardır. Arz onların ayaklarının altında küçüldükçe küçülmüş, gökler onların irfanlarına sine açmış, mesafeler onların gayretlerine selâm durmuş ve karşılarına çıkan engeller de onları hedefe taşıyan birer köprü hâline gelmiştir.. evet bu babayiğitler karşısında karanlıklar her zaman bozgun yaşamış, musibetler rahmete inkılâp etmiş, sıkıntılar kurtuluş yolu olmuş, tazyikler de birer terakki rampası...
İşte böyle birinin bugününü bütün bütün yıksalar, o yönelir yarınlara ve yoluna o kulvarda devam eder; yarınlarını da yok etseler atını mahmuzlar ve öbür günlere koşar. Baş edemezler böyle biriyle ve edememeliler de. Zira o imanı, azmi, ümidi sayesinde, bozgunlar yaşadığı ya da yıkıldığı durumlarda bile hep bir başka muvaffakiyet ve zaferin projeleriyle serinlemiştir. Ve yine böyle biri, önünde kinlerin, nefretlerin kudurup durduğu, ufkunu üst üste karanlıkların sardığı anlarda bile asla ümitsizliğe düşmemiş ve paniğe kapılmamıştır. Zira o, ne sadece dün, ne bugün ne de yarındır. O bütün bu zamanların hepsine sözünü geçirme konumunda bir "sahibü'l-vakt" ve bir "ibnü'z-zaman"dır. [1] Bilir yaşadığı zamanın dilini, bildiği gibi dinin ruhunu, Kitab'ının esrarını. Görüldüğü ve hissedildiği her yerde hatırlatır Saadet Çağı'nın insanlarını. O, duyguları, düşünceleri, iffeti, ismeti, vefası, sadakati ve eğilip bükülme bilmeyen sağlam karakteriyle âdeta granitten bir âbide gibidir; çevresinde her şey üst üste devrilse -alimallah- tırnak kadar bir parçası dahi kopup düşmez.
Öyle ümit ediyoruz ki; işte bu sağlam karakter sayesinde, bugün olmasa da yarın mutlaka, hicranla yanan sinelerin hicranı dinecek, asırlardan beri iki büklüm yaşayanlar bellerini doğrultarak var olduklarını haykıracak, zulmetlere yenik ruhlar dirilip çevrelerini saran karanlıkları kovacak ve herkes olağanüstü bir gayret ve performansla kendi ruh ve mânâ köklerinin kılavuzluğunda bütün engelleri aşarak, özüyle bütünleşip talihinin zirvesine ulaşacaktır.
[1] Tasavvufta bu kelimelere yüklenen farklı mânâlar mahfuz, 'ibnü'z-zaman' kendi çağının çocuğu, 'sahibu'l-vakt' de içinde bulunduğu dönemin hakimi demektir.
Sızıntı, Mayıs 2001, Cilt 23, Sayı 268
.Ana SayfaÖrnekleri Kendinden Bir Hareketİslâm'ın Gölgesinde Hayat
İslâm'ın Gölgesinde Hayat
İslâm'ın gölgesinde hayat, insanın ilâhî lütuflara mazhariyetinin bir değişik unvanıdır. Hayatını Kur'ân'a bağlı yaşama bahtiyarlığına erememiş kimselerin, İslâm'ın gölgesinde yaşamanın büyüsünü anlamaları mümkün değildir. Onu, kendi nev'i şahsına mahsus çerçevesiyle duyup yaşayanlardır ki, ömürlerini cennetlerin bekleme salonlarında geçiriyor gibi, gözlerini açar-kapar etraflarına sürekli tebessümler yağdırırlar. Hamd ederler İslâm'ın gölgesinde bulunduklarına, çevrelerini tefekkürle müşahede edip sürekli iman solukladıklarına, görüp duydukları her şeyin Kur'ân'ı çağrıştırması karşısında Furkan mırıldandıklarına; eşya ve hâdiseleri derin bir temâşâ zevkiyle seyredip içlerine akan yorumlarla kendilerinden geçtiklerine...
Onlar Kur'ân'ın aydınlık dünyasında düşünce hayatları adına oluşturdukları âhenk sayesinde, hep doğru görür, doğru düşünür, hâdiseleri doğru yorumlar; anladıklarında anlamanın zevkini yaşar, anlamadıklarını da Allah'a itimadın gereği bir hikmete bağlar ve hiçbir zaman mütemadi sıkıntı, kaos ve bunalımla karşılaşmazlar. Aksine, sevinç ve neş'e veren durumlarını hamd ü senâlarla mânâlandırır, derinleştirir; "belâ" ve "musibet" diyecekleri dış yüzü ekşi hâdiseleri de "Yahu bu da geçer." esprisiyle yumuşatarak herkesin buhranlarla kıvrandığı en karanlık durumlarda bile, şevk u şükürden rengârenk dantelalar örerek semtlerine uğrayanlara cennettekilerin şevk u târâblarını yaşatırlar.
İslâm'ı, tam kendi derinlik, kendi renk ve kendi deseniyle temsile çalışıp Kur'ân'la içli-dışlı olduğumuz ölçüde, biz hemen hepimiz, âdeta hayatımızın onunla yükselip derinleştiğini, farklılaşıp uhrevîleştiğini duyup hisseder; onun sayesinde varlığın gâyesini, yaratılışın hikmetini, insan olmanın sır ve mânâsını, buraya gönderilişimizin hedefini, gideceğimiz yerin kıymet ve değerini anlar.. ve bir ucu gönüllerimizde nurdan bir helezonla, fânilerin Bâkî'den ayrıldığı ufka ulaştığımızı duyar gibi olur ve kendi kendimize "Meğer hakikî hayat buymuş." diyerek talihimizin gülen yüzü karşısında kendimizden geçeriz.
Biz, herkesin varlık, eşya ve hâdiselerin ürperticiliği ve dehşetiyle yalnızlık ve gurbetler yaşamalarına karşılık, İslâm'ın aydınlık ikliminde, Allah'a itaat ve inkıyatla, kâinatta cârî umumî hareket arasındaki uyumu, iç içeliği kavrar, idrak eder; bu koca dünyayı hânemiz gibi görür, her nesneyle bir ülfet havası yaşar, her varlıkla bir tür muâşakaya girer ve böyle bir bahtiyarlığa mazhariyetimizden ötürü Allah'a gönül dolusu hamd ü senâlarda bulunuruz.
Kur'ân'ın, gözlerimize, gönüllerimize saçtığı nurlar sayesinde, bütün varlığı, aklın zâhirî nazarındaki fotoğraflarından daha farklı, daha muhtevalı, daha anlamlı ve daha zengince görür ve âdeta şu üç buutlu mekânda buutlar üstü yaşıyor gibi kendimizi bir sihirli âlemin temâşâsında sanırız. Böyle bir temâşâ herkes için aynı seviyede olmasa da, bir ölçüde hemen hepimiz, imanın gönüllerimizde hâsıl ettiği zenginlik ve Kur'ân'ın düşünce dünyamıza saldığı ışıklarla, başkalarının içinde sıkışıp bocaladığı ve çok defa bunalımdan bunalıma sürüklendiği bu dünyayı, zahir vüs'atinin kat kat üstünde ve genişlerden geniş bulur; kendilerini her zaman zindanlarda ve prangalar içinde vehmedenlere karşılık, kendimizi ucu-bucağı olmayan sarayların onurlu misafirleri gibi sımsıcak istikballerin atmosferinde zannederiz.
Aslında, İslâmî düşünce atlasında, bu kadar ferah-fezâ bulup zevk ettiğimiz bu dünya, üzerinde tenteneli bir perde gibi tüllenip durduğu, güzelliklerin gerçek meşheri ötelerin sadece bir buudundan ibarettir.. evet, İslâm'ın düşünce atlasında, onca ihtişamına rağmen bütün fizikî âlemler, metafizik dünyaların yanında tene nispeten can gibi, evimiz-köyümüz karşısında da cihan gibidir. Bu atlasta, her şey başka bir âlemde başlar ve bu âlemden sonra da renk, şekil, desen değiştirerek sürer gider.. ve yine bu atlasta, bütün debdebesiyle şu koca dünya sadece bir menzil, onun nimetleri de iştah açma türünden birer kahvaltıdan farksızdır. Berzah, herkesin buğulu bir cam arkasından akıbetini seyrettiği bir istasyon veya rıhtım.. mahşer, gönülleri ürperten ve ayakların bağını çözen -içinde rahmete bağlı ümitler esse de- korkunç bir güzergah, daha ötesi ise ya sürekli tüllenip güzelleşen firdevsî bahçeler veya her an değişik gayızlarla köpürüp duran bir gayyâ.. dünyanın sona erişiyle başlayan "Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan tasavvurunu aşkın..." sözlerine emanet belirsizliğiyle öbür âlem, bu upuzun yolculuğun son durağı.. dünyadaki mütemadi gelip gitmelerin bir adım ötesi olmayan karargahı ve mü'minlerin de mutluluk otağıdır.
İslâm'ın düşünce atlasında bu dünya, her şey olmadığı gibi ölüm de bir son değildir; o, muvakkat bir nefes alma veya akıbeti yakından görme faslıdır; kabir ise, oradan başlayarak değişik mekânlara yolların uzayıp gittiği bir garipler hanı ve mutlak akıbetin hem endişe hem de ümitlerle derinden derine duyulduğu kapalı bir koridordur.. evet kabir, kimileri için ümitlere açık sevindiren bir durak olmasına karşılık, kimileri için de yılan-çıyan arkadaşlığına bağlı bir zindandır. Onun bir saray olarak duyulup yaşanması da, bir zindan hâline getirilmesi de bizim buradaki duygu, düşünce ve davranışlarımızla yakından alâkalıdır. Burada istikamet ve gayret, ötede ebedî saadet.. işte bütün bu mülâhazaları "Dünya ahiretin mezraasıdır." sözüyle özetlemek mümkündür.
Böyle bir anlayış enginliğiyle bir Müslüman, her zaman başkalarıyla iç içe yaşasa da, her şeyi farklı görür, farklı duyar, farklı değerlendirir ve her hâliyle sürekli bir farklılık sergiler. Her şeyden evvel böyle bir ufuk itibarıyla o, yeryüzünde Allah'ın halifesidir. Bütün dünya ve içindekilerin, onun tasarrufuna verildiğinin de farkındadır. O her zaman, vicdanının derinliklerinde: "Hani Rabbin meleklere 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' demişti." (Bakara, 2/30) gerçeğinin yankılandığını duyar; "Arz ve üzerindeki her şey sizin emrinize musahhar kılınmıştır." (Câsiye, 45/13) ilâhî teveccühüyle iki büklüm olur ve zamanüstü derinliklerden kopup gelen baş döndürücü bu iltifat ve nişanı ilk defa duyuyor, ilk defa elde ediyor gibi sevinçle karşılar, bugüne kadar verilenleri bundan sonra verileceklerin referansı sayar ve koşar soluk soluğa peygamberlerin yürüdüğü yolda. Yürür bu yolda ve Hakk'a güvenip dayanmada da asla kusur etmez; sebeplere riâyeti ise esbap dairesi içinde bulunanlara Allah'ın yüklediği bir sorumluluk olarak görür, dolayısıyla da bütün sa'y u gayretlerinin neticesini de sadece ve sadece Allah'tan bekler. O, hayatını böyle dengeli bir anlayışa bağlı götürdüğünden, sürekli Allah'ın himayesinde bulunduğu şuuruyla her zaman huzur, emniyet ve itminan soluklar. İşte böyle bir tasavvurdan doğan gönül rahatlığı ne hoş.! Böyle bir ufkun hislere saldığı neş'e ve sevinç ne lâtif.! Ve Allah'a güvenip O'na itimattaki kuvvet ne sağlam bir dayanaktır!
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, yeryüzünde, belli ölçüde de olsa, fesadın giderilmesi, milletler arası kalıcı bir barış ve diyaloğun sağlanması, bütün bütün huzursuz hâle gelmiş insanlığın yeniden arayıp özlediği huzura kavuşabilmesi, insanî hayatla kâinat ve tabiat arasındaki uyumun keşfedilip, toplumların ve milletlerin yaşama biçimlerine aksettirilebilmesi, evet bütün bunlar ancak ve ancak gönüllerin Allah'a yönelmesinin bir başka unvanı olan "İslâm'ın gölgesindeki hayat"la mümkün görülmektedir. Eğer bugün İslâm'ın vadettiklerini bütünüyle göremiyorsak, bunu onun yetersizliğinde değil, onun dost ve müntesiplerinin vefasızlığında, aymazlığında; ona hasmâne tavır alan cephenin de kin, nefret, iğbirar ve ön yargılarında aramalıyız. Zira Cenâb-ı Hak: "Biz bu Kur'ân'ı bir şifa ve rahmet kaynağı olarak ceste ceste indiriyoruz." (İsrâ, 17/82) buyurarak, onun bütün dertlere derman, bütün sıkıntılara çare olduğunu hatırlatıp ona yönelmemizi istemekte ve "Doğrusu bu Kur'ân, insanları yolların en sağlam ve en eminine ulaştıran bir rehberdir." (İsrâ, 17/9) fermanıyla da bize her kapıyı açabilecek, her problemi çözebilecek sırlı bir anahtar vermektedir; vermektedir ama, çoklarımız, hâlâ anlaşılmaz bir temerrüt ve cehalete takılarak, hazineler kıymetindeki bu anahtarı bir türlü değerlendirememekteyiz. Gariptir, herhangi bir alet ve cihaz bozulduğunda, o alet ve cihazın firmasına ya da o konudaki uzmanlara başvurduğumuz hâlde, nedense, aynı usulü kalbî ve rûhî hayatımızla alâkalı problemler karşısında uygulamaya bir türlü yanaşmamakta ve Yaratıcı'nın tavsiye ve direktiflerini almayı düşünmemekteyiz. Oysaki "Yapan bilir, üreten onarır." fehvasınca, çok kıymetli ve kıymetli olduğu kadar da kompleks bir yapıya sahip olan insanoğlunun, zâhirî ve bâtınî yanlarıyla alâkalı hemen bütün problemlerinde, kendini "Alîm" ve "Habîr" olarak tanıtan Zât'a müracaat etmek icap ederdi; böyle hareket aklın ve mantığın yolu olduğu gibi genel davranışlarımızda da tenakuza düşmemenin gereğiydi. Allah, kalbî ve rûhî problemlerimizi giderme konusunda bize sürekli Kur'ân'ı referans olarak göstermekte, İslâmî hayatı salıklamakta ve "Şu bir gerçektir ki, Allah gönüllerin her yanını bilir. O, yarattıklarını hiç bilmez olur mu? İlmi her şeye nüfûz eden Lâtif O, her şeyden haberdar olan Habîr de O'dur." (Mülk, 67/13-14)
Bugün insanlığın büyük bir kısmının, İslâm'a karşı alâkasızlığı ve Kur'ân'ı duymazlıktan gelmesi, istikbalde onun talihsizliği olarak tarihe geçecektir. Zannediyorum geleceğin nesilleri bu konuyu değerlendirirken: "Keşke azıcık basiretlice davranılsaydı.!" diyerek hep teessüf ve telehhüfte bulunacaklar; bulunacaklar ama, o gün böyle bir hasret ve inkisar neye yarar ki..! Önemli olan bugün, o büyük gerçeğin duyulması ve o tarihî yönelişin gerçekleştirilmesidir. Bakalım günümüzün "kaderdenk" noktasındaki nesilleri bunu başarabilecekler mi.? Keşke başarabilseler..!
Günümüzün nesillerinin son bir kere daha İslâm'a ve Kur'ân'ın seslendirdiği ruh ve mânâya yönelmesi onların yeniden doğuşu olacaktır. Evet, İslâm'ın kitabı Kur'ân, insanî değerler, varlık, kâinat ve hayat hakkında en orijinal fikirlerin, hiçbir zaman eskimeyen disiplinlerin ve hep ter ü tâze kalabilen esasların biricik kaynağıdır. Onun, günümüzün toplumlarına da, yeni ufuklar açacağına, onlara alternatif düşünce sistemleri sunacağına ve insanımızın ızdıraplarını dindireceğine inancımız tamdır. Elverir ki, varlık içindeki yer ve konumumuzu bir kere daha gözden geçirerek mazhariyet ve mevhibelerimizi yerli yerince iyi değerlendirebilelim. Aslında birkaç asırlık uzun bir uykudan sonra bizdeki böyle bir "ba'sü ba'de'l-mevt" dünyanın da rengini değiştirecektir.
Şurası da bir gerçek ki, tarihte İslâm âleminin hemen her dirilişi, onun bir yandan kendini, diğer yandan da umumî hayat kanunlarını, varlık ve tabiatın esrarını dinî düşüncesiyle telif ettiği, tekvînî emirlerle teşriî emirler arasına sokuşturulan zıtlıkları aştığı, dinin yanında eşya ve hâdiselere açık durduğu dönemlere rastlar; çöküşü ve çözülüşü de bu telif ve terkibi kavrayamadığı ve koruyamadığı zamanlara. O, büyük ölçüde bugün de, insan, kâinat ve Allah arasındaki münasebeti tam kavrayamadığı ve koruyamadığından dolayıdır ki, ızdıraplar içinde kıvranmakta, iç içe şaşkınlıklar yaşamakta ve bunalımdan bunalıma sürüklenmektedir. Onun, bu şaşkınlık ve bunalımlardan kurtulmasının yolu ise, çağdaş bilgilerin ışığı altında İslâmî tefekkürü bir kere daha harekete geçirerek, bütün varlığı kuşatan "sünnetullah" ve onun cereyanıyla, teşriî emirler vasıtasıyla düzenlenen insan-Allah münasebetindeki uyumun yeniden ortaya konması olsa gerek. Yakın geçmişte bu münasebet tam kavranamamış, tekvînî kanunlarla, teşriî emirler arasındaki irtibat sezilememiş, hatta yok farz edilmiş; derken hayattaki âhenk bütün bütün bozularak her şey içinden çıkılmaz bir hâle gelmiştir.. evet biz, varlıkla aramızdaki âhengi bozmuşuz; Allah da lütfettiği nimetleri elimizden almış; işte hepsi bu kadar. Bu Allah'ın değişmeyen bir kanunu ve "sünnetullah"tır. "Bir toplum (değişik iç deformasyonlarla) kendi kendini değiştirmedikçe, Allah ona lütfettiği nimetlerini değiştirecek değildir." (Enfal, 8/53) Değişmeden, hem Allah hem de varlıkla olan münasebetlerimizde olduğumuz yerde durup, olduğumuz gibi kalmamız, korunmamızın da en selâmetli yoludur. Bu, önemli işi de şimdiye kadar sadece hakikî Kur'ân nesli -üzerinde durmayı düşünürüm- başarabilmiştir..
Sızıntı, Kasım 2000, Cilt 22, Sayı 262
.
Günümüzde hâdiseler, sırf dış yüzleri itibarıyla değerlendirilmekte; sürekli korku, telâş, endişe ve ürperten bir belirsizlik var olup biten her işte. Niyetler olabildiğine karanlık, söz ve davranışlar aldatıcı, emeller hırsların güdümünde ve şu koca dünya fevkalâde hassas dengeler üzerindeki o iğreti duruşuyla birkaç macerapereste emanet. Kimin ne yaptığı, ne yapacağı belli değil; arzular başka, sözler-vaatler başka; aldatan aldatana. Kimse inanmasa da, öldürenler ve ezenler bir sürü bahane uydurabiliyor; mazlum ve mağdurlar ise olup biten şeylerden bütün bütün habersiz. Ölene şehit diyorlar, kalana da gazi. Aslında bunlarla teselli olmak için de imana ihtiyaç var. Böyle bir desteği olmayanlar da ödüllerle, madalyalarla avutuluyor.
Her yanda yürekler tıpkı kamış kalemler gibi cızır cızır.. ve cızırdayan bu kalemler, kan rengindeki mürekkepleriyle tarihin en kirli sayfalarından birine ne utandıran notlar düşüyor: Her tarafta toz-duman, her bucakta kan, irin ve gözyaşı. Gövdeler canlara kalkan, canlar yaşama heyecanı ve ölüm hafakanıyla tir tir.. ezenler kan kokusu almış köpekbalıkları gibi av peşinde; her gördüğüne saldırıyor ve herkese diş gösteriyor. Mazlumlar-mağdurlar ise, sürekli şaşkınlık içinde ve beyhude eforların yorgunu. Her yanda kurt ulumaları, çakal sesleri; bu seslere açık sînelerde ise çaresizlik iniltileri. Hayattan kâm almak şöyle dursun, dört bir yandan gelip ruhlara çarpan acı haberlerle yığınlar sürekli tedirginlik içinde. Umumî atmosfer bugünkü insanların yüzleri gibi simsiyah; hâdiseler de tıpkı onların kafaları gibi hep sisli-dumanlı.. ne yaşamanın hakkı verilebiliyor, ne de hayat kendi derinlikleriyle duyulabiliyor.. sürekli emel, elem arası gel-gitler yaşanıyor, insanlar da her an ayrı bir acı ve ızdırapla ölüp ölüp diriliyorlar.
Yer yer hâllerinden şikayet ettikleri de oluyor; ama, o da musibeti ikileştirmeden başka bir şeye yaramıyor. Hemen her zaman ayrı bir düşünce kayması ve bakış inhirafı içindeler; içindeler ve öyle derin bir gaflet yaşıyorlar ki, ihtimal sûr sesiyle dahi uyanmayacak gibiler...
Bunların yanında, gözleri fizik ötesi âlemlere açık, başları mumlar gibi önlerinde ve gönüllerinden kopup gelen çığlıklarla Hakk'a arz-ı hâl edenlerin sayısı da az değil. İmanları sağlam, ümitleri pek, her işlerini hesaba bağlı götüren, hesapları da tam bu insanlar, hâdiselerin sadece dış yüzlerine bakarak ve her şeyi hâle sıkıştırarak değil; varlığı, varlık içinde de kendilerini doğru okuyarak, doğru yorumlayarak onları maddî-mânevî bütün derinlikleriyle ve bir küll halinde mütalâa ediyor; çirkin gibi görülen şeylerin arkasındaki güzellikleri de seziyor; ızdıraplara terettüp eden ledünnî zevkleri duyuyor ve sürekli musibet kâselerinden kevserler yudumluyorlar.
Aslında, nâhoş görünen her ilâhî icraatın gizli bir kısım güzel yanları da var; evet bazen öyle ilâhî iş ve faaliyetler oluyor ki, dış yüzleri itibarıyla insan onlarda hiçbir güzellik göremiyor; ama, iç yüzleri, neticeleri ve herkese, her şeye bakan farklı yanları itibarıyla bunlar o kadar yerinde ve nefistirler ki, bunu böyle görüp sezebilenler, ah-of yerine, "Dahası olamaz." deyip hayranlık izhar ediyorlar.
Evet, karın-kışın bağırlarında baharları beslemeleri, rüzgârların çok geniş alanlı aşılama fonksiyonları, yeryüzündeki değişik tebeddül ve tegayyürlerle yeni yeni güzel manzaraların oluşması ve bize vahşice görünen pek çok hâdisenin, ekosistem açısından getirdikleri o kadar güzeldir ki, duyup sezenler için bunlara hayran olmamak mümkün değildir; değildir ve bunların hemen hepsi de mükemmel, yerinde ve fevkalâde güzeldirler; ama her şeyin, kendi heva ve heveslerine göre cereyan etmesini isteyenlere bunları anlatmak çok zor olsa gerek...
Gökte ve yerde ne varsa hepsinin, ilmî bir programa göre Yaratan'ın meşîetine bağlı cereyan ettiğini sezip anlayanlar, her şeyi daha farklı görür ve daha farklı değerlendirirler. Onların ufkunda guruplar tulû televvünlü, felaketler saadet renkli, elemler muvaffakiyet edalı, elde olmayan mazlumiyet ve mağduriyetler de müstakbel mutlulukların vesilesidir. Onlar, hâdiselerin o ekşi çehrelerinden daha çok gülen yüzüne bakar ve olayların acı yanları yanında tatlı taraflarını da görmeye çalışırlar. Dolayısıyla da, onların o aydınlık dimağlarında, yerinde toprak altın kesilir; zehir, şeker-şerbet olur; tipi-boran rahmet rengine bürünür; elemler emellerin koridorları hâline gelir ve ızdıraplar da birer doğum sancısına dönüşür. Hatta umumî ölümler ve geniş alanlı musibetler onların nazarında birer yeni bahar mesajı gibidirler. Onlar, ağaçlar üzerindeki kurumuş dalların budanmasına, taze filizlere yol açma nazarıyla bakarlar.. ve saygıyla karşılarlar kaderden gelen kesip biçmeleri. Dahası, olup bitenleri ettiklerine ceza, kadere rıza, günahlarına kefâret ve yeni bir kısım Hak inayetlerine çağrı mevsimi, teveccüh vesilesi sayar ve her zaman Allah karşısında iki büklüm olurlar; olur, belâ ve musibetlerle yüz yüze geldiklerinde hep dimdik durmasını bilirler. Zaten onlar bu dünyaya, herhangi bir rüzgârla sürüklenip gelmediklerinin şuurundadırlar ve en şiddetli fırtınalarla savrulup gitmeyecek kadar da konumlarının hakkını verme adına sabit-kademdirler. Öyle bir duruşları vardır ki, ne harp ü darp ne de kıyamete denk hâdiseler onları -Allah'ın sıyânetiyle- asla yerlerinden kımıldatamaz.
Şerler, böylelerinin atmosferinde hayır rengini alır; ızdırap ve acılar da onların saflaşıp özlerine ermelerini netice verir. Havaların kararması, ortamın yaşanmaz hâle gelmesi onların gerilimlerini artırarak daha bir teyakkuza sevk eder. Zalimlerin zulmü, müstebitlerin ardı arkası kesilmeyen dayatmaları, aleyhlerinde komploları komploların takip etmesi ve bir ölçüde sebeplerin sukûtuyla çarelerin bütün bütün bitmesi onları daha bir yürekten Çaresizler Çaresi'ne yönlendirir ve kendi kendilerine: "Nâçâr kaldığın yerde/Nâgâh açar ol perde/Derman olur her derde" (İ. Hakkı) der; her şeyi daha iyi okur, daha iyi değerlendirir ve kaybetmeler kuşağında iç içe kazançlar yaşarlar.
Yıllar var bizler, hep bu anlayışa sadık kalmaya çalıştık: Fitne ve fesada karşı koymak şiarımız oldu. Milletin selâmeti adına, tecavüzlere, tasallutlara ses çıkarmadan fenalıkları sürekli iyiliklerle savmaya uğraştık. Bize zulmedenlere, akla-hayale gelmedik komplolar kuranlara tek bir sözle olsun mukabelede bulunmadık. İftira ve tezvîre kilitlenmiş olanlara dahi bir kerecik olsun "Allah onları kahretsin." demedik.
Dünya peşinde koşmayı, sâfiyane Allah yolunda bulunma ile telif edemediğimizden, O'nun rızasına bağlılık içinde îlâ-yı hak mecburi seçeneğimiz oldu. Yürüdüğümüz yolda hep başkaları için yürüdük ve her zaman onları yaşatma mülâhazaları, yaşama arzularımızın önünde bulundu. İnanmış ve sevgiyle atan sînelere refakatin dışında dünyevî zevk, lezzet adına bir şey duyup tatmadık. Dünyaya ait büyük-küçük herhangi bir talebimiz olmadığı gibi, dünyevî sayılan yanları itibarıyla -siyaset dahil- her şeye karşı bilerek mesafeli durmaya fevkalâde gayret gösterdik. Saf Allah hoşnutluğunu bulandırır ve Rabbimizle kulluk münasebetlerimizi zedeler mülâhazasıyla makam, mansıp düşüncelerini kalbî ve ruhî hayatımız adına birer kirlenme sayarak bu tür arzu ve beklentilerden hep uzak durduk.
Evet biz, tâ baştan itibaren hep böyle davrandık; ama, insanları kendilerine medyun edip bu medyuniyeti de bir koz gibi kullanmak isteyen bazı çevreler, ayrıca her güzel şeyi kendilerine mal etme peşinde koşup duran ve müspet hiçbir hizmetleri olmadığı hâlde her olumlu işin önünde görünmek isteyen hasta bir kısım mütegallip zorbalar, aslında meziyet sayılan bazı millî faaliyetlere ve onların temsilcilerine karşı -ma'şerî vicdan "evet" dese de- iftira, isnat ve her türlü tezvire başvurmadan geri kalmadılar. Bu tür hareket etmekle onurumuzu kırmak, ma'şerî vicdan nezdinde bizi ademe mahkum etmek istediler. Böyle davrananların sayısı belki azdı; ama, yapılanların keyfiyet ve temâdîsi oldukça ürperticiydi. Bunların hemen hepsi de onur kırıcı şeylerdi ve iffetli yaşamış insanları fevkalâde rencide edecek mahiyetteydi. Ne var ki, kendini milletine adamış bir mü'min için bunlar mutlaka ve mutlaka katlanılması gerekli olan şeylerdendi. Bu itibarla da bana göre, gönül erleri, geçmişte olduğu gibi gelecekte de olması muhtemel bu kabil densizlikleri gülerek karşılamalı; "Hoştur bana Senden gelen/Ya hil'at ü yahut kefen/Ya taze gül yahut diken/Lütfun da hoş, kahrın da hoş." demeli ve her zaman dimdik durmalıdırlar.
Bizim için önemli olan, milletimiz ve onun onurudur. Eğer millet derbeder, kitleler fakr u zaruret içinde inliyor, toplum tefrikaya yenik, yığınlar birbirini yiyor ve haramiliğe prim verilip şekavet de alkışlanıyorsa, işte o zaman bize oturup ağlamak düşer.. evet, kendini milletine adamış hasbî bir ruh, şahsı veya yakınlarının maruz kaldığı tecavüzler, tahkirler karşısında değil, dinine, diyanetine, mukaddes değerlerine dokunulduğu zaman hafakanlara girer; bir itfaiyeci edasıyla "çare" der, sağa-sola koşar ve gözü başka bir şey görmeyen sevdalılar gibi gerekirse her şeyini feda eder; feda eder de, kat'iyen millî ve dinî değerlerine toz kondurmaz. Yürüdüğü yol mazlumların, mağdurların yolu olmuş; ömür boyu hep çile çekmiş ve dünya zevki namına hiçbir şey tatmamış; sürgün yaşamış, zindanlarda çürümeye terk edilmiş; değişik baskılarla sürekli preslenmiş; her zaman bir haydut ve şaki muamelesi görmüş... önemsemez bunların hiçbirini; önemsemek bir yana, böyle şeyleri düşünmeyi bile düşünce adına israf kabul eder ve oturur kalkar milletin problemlerine çözüm bulmaya çalışır.
Zulme maruz kalır, haksızlığa uğrar; ama o, ne zalimi görür ne de gadredenler üzerinde durur; hâlini her şeyi bilen "Allâmü'l-Guyûb"a havale eder ve yürür Hak rızası hedefli yoluna. Yürüdüğü yolda musibetlerin biri gider, diğeri gelir ve belâlar da sağanak sağanaktır tepesinde. Ne var ki, o bütün bunları, Hak'la münasebetleri açısından kendi kusur ve eksikliklerine verir; maruz kaldığı bu şeylerin, günahlarına kefâret olacağını düşünür; kısmen de olsa hatalarından arındığı/arınacağı ümidiyle acı çekerken dahi sevinir; dahası, olup biten bu şeylerin bir kısım sürpriz sonuçları olabileceği mülâhazasıyla da içinde bulunduğu o ızdırap karelerini ve bunların bütününden hâsıl olan gâile ve bâdireler silsilesini Cennet yolunun yokuşları gibi algılar; başkalarının âh u vâh ettiği en canhıraş durumlarda bile sürekli şükranla gürler ve "Bırak bîçâre feryadı belâdan, kıl tevekkül; zira feryat, belâ-ender, hata-ender belâdır bil/Belâ vereni buldunsa eğer, vefa-ender, atâ-ender belâdır bil/...Cihan dolusu belâ başında varken ne bağırırsın küçük bir belâdan, gel tevekkül kıl/Tevekkül ile belâ yüzüne gül, tâ o da gülsün; o güldükçe küçülür, eder tebeddül." (Mektubat) der kendini sorgular. Zulümden zulme koşanlar, hayatlarını kin, nefret, iğbirar ve intikam hisleriyle karartanlar kararta dursunlar; o, kendi gibi hareket eder; gayzları mülâyemetle savmaya çalışır; en insafsızca tecavüzleri gülücüklerle tesirsiz hâle getirir; yılmadan, usanmadan hep insanca tavırlar sergiler; her şeye rağmen başına gelenleri de, istihkakına binaen rahmetin yol verdiği kaderin adaletine bağlayarak rıza ile karşılar; karşılar ve hemen toparlanır, kendine gelir, yanlışlarını görmeye çalışır ve bir kere daha yaşama düzenini hüsn-ü âkıbete göre plânlayarak yürür Hak hoşnutluğuna.
Başa gelenlerin gerçek sebeplerini keşfedemeyenlere gelince; onlar, yer yer çevrelerinde suçlu arar, zaman zaman kadere taşlar atar; varsa Hak'la bir parçacık münasebetleri onu da zedeler ve yanlışla oturur, yanlışla kalkarlar.. derken yeni yeni hatalarla daha değişik zulümlere de davetiyeler çıkarırlar.
Fertler için söz konusu olan bütün bu hususlar, aynıyla toplumlar için de vâki ve vârittir: Bugün yeryüzünde zulümleri zulümler takip ediyor; güçlüler güçsüzleri eziyor; kuvveti elinde bulunduranlar, kimsenin gözünün yaşına bakmadan önüne gelen herkese saldırıyor. Bu kabil saldırı ve tecavüzler esnasında bir sürü masum gadre uğruyor; bir sürü insan ölüyor veya esarete dûçâr oluyor ve bütün bu hâdiseler, dış yüzleri itibarıyla yürekleri kanatacak mahiyette cereyan ediyor. Ne var ki, kader açısından bakınca mesele hiç de öyle değil; biz, bazen şöyle-böyle üzülebiliriz; ama, her şeyde kaderin adaletinin olduğu da bir gerçek: Bir kere her şeyden evvel, dünkü zalimler bugün zulümlerinin cezasını çekiyor, mazlumlar ve onların yakınları da ebedî saadet inancıyla serinliyor ve teselli oluyorlar.
Evet, bugüne kadar o zalimler, önlerine gelen herkesi eziyor, kendileri gibi düşünmeyenlere kan kusturuyor ve ettiklerinin bir gün gayretullaha dokunacağını hiç mi hiç düşünmüyorlardı. Ezilip horlananlarsa, hiçbir şey yapamama hafakanlarını, sadece onları Allah'a havale etmekle yatıştırmaya çalışıyorlardı. Yıllar hep böyle Muharrem gibi geçti; gözyaşları da Revân Nehri gibi çağlayıp durdu.. derken yapılanlar ilâhî izzete dokundu ve Allah zulmedeni de, zulmü alkışlayıp zalimi seveni de, haksızlıklar karşısında sessiz kalanı da toptan tedip etti/ediyor ve edecektir de. Atalarımız "Zulmile âbâd olanın âhiri berbat olur." demişlerdir ki tarih bunun yüzlerce misaliyle mâlemâldir. Dahası, iğneden ipliğe her şeyin hesabının sorulacağı bir gün var ki, o gün vay haline o zalimlerin..!
Biz, şimdi her şeyi Sahibine havale ederek bir kere daha:
"Zalimin zulmü varsa mazlumun da Allah'ı var,
Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk'ın divanı var."
deyip geçelim. Allah dünkü zalimleri bugün cezalandırdığı gibi, günümüzün gaddarlarını da çok yakın bir gelecekte mutlaka tecziye edecektir. Bugün, şahlar, şehinşahlar gibi yaşayanlar, günü gelince sürekli ızdırapla kıvranacak ve sefalet içinde yutkunup duracaklardır. Bu dünya, var olduğu günden beri her zaman yarısı ışık, yarısı da karanlık olagelmiştir. Bugün karanlık yaşayanlar, yakın bir gelecekte -eğer iradelerine emanet edilen dinamikleri iyi kullanırlarsa- aydınlıklara yürüyecek, içinde bulundukları zamanı günahlarıyla kirletenler de karanlıklara yuvarlanacaklardır.
Şimdilerde bize, geceleri hep seher kuşları gibi inleyip durmak ve âh u enînlerle gök kapılarını zorlamak düşüyor. Kim bilir belki de, toplarla, tüfeklerle çözülemeyen problemler hiç umulmadık şekilde bir gün gözyaşlarıyla ve Hakk'a yakarışlarla çözülecektir. Aksine eğer bir an evvel kendimize dönüp, kendi değerlerimizi, kendi dinamiklerimizi harekete geçirmezsek, daha uzun süre mahrumiyetler içinde kıvranıp durmamız kaçınılmaz olacaktır. Evet, bugün kendini rahata salanlar şimdilerin miskinleri, yarınların da zelilleri olmaya mahkûmdurlar. Ömürlerini hissiz ve hareketsiz geçirenler, çevrelerinde ölüm sûrları ötmeye başlayınca çaresizlikle hep şaşkınlık yaşayacaklardır; yaşayacaklardır ama, yaz ve bahardaki fırsatları fevt edenler, kışta âh u vâh etmiş ve nedamet duymuşlar neye yarar ki..! İnsan, bugününü, gelecekte "keşke keşke" demeyecek şekilde değerlendirmeli ve yarınlarını karartmamaya çalışmalıdır.
Sızıntı, Mayıs 2003, Cilt 25, Sayı 292
.
Mâbedlerin Büyülü Dünyası veya Mâbed Medeniyeti
Bizim medeniyetimizin en önemli buudunu mâbed kültürümüz teşkil eder. Bizde mâbedler, bütün çevre ve müştemilâtıyla tamamen kendi medeniyet ve kendi kültürümüzün ürünüdür. Bu mâbedler, o kadar ruh ve mânâ köklerimizle irtibatlı, onların gölgesinde hayat o kadar bize ait ve o denli sıcaktır ki, şehirlerimize, şehirlerimizde belli semtlere, hatta köylere ve kentlere birer ufuk teşkil eden bu mâbedler, bulundukları yerlerin sakinleri için birer ana kucağı kadar şefkatli ve birer yuva kadar da sıcaktırlar. Dört bir yandan gidip mâbede dayanan yollarda mü'minler, günde birkaç defa âdeta vuslat havası yaşar ve Allah'a ulaşıyor olmanın neşvesini duyarlar.
Bizler, nerede olursak olalım, hemen her zaman mâbedlerin gönüllerimize boşalttığı ruh ve mânâyı tabiî bir ihtiyaç çerçevesinde, su gibi, hava gibi yudumlar, teneffüs eder ve bu iklimden yükselen her ses ve sözü, büyülü bir şiir gibi dinleriz. Anadolu -belli bir dönemde onun bu husustaki ihtişamı muvakkat bir küsûfla kararmış olsa da- ondaki mâbedler ve bu mâbedlerin müştemilâtı, kendi aralarındaki mânevî bir râbıta ve değişik sırlı alâkalar ile tek bir mâbed gibidir. Bu büyük mâbedin, teessüs gayesine bağlı kendine göre hizmetlileri, ihtiyar heyetleri ve müdavim cemaatleriyle Allah rızası çizgisinde ve hedef birliği yörüngesinde öyle sağlam bir duruşları ve öylesine inandırıcı bir mahiyetleri vardır ki, bu sihirli kompleksle ilk defa karşılaşan hemen herkes, onu dayandığı uhrevî esasları ve her yanında tüllenen lâhûtî çizgileriyle olabildiğine mucizevî bulur ve âdeta ona büyülenir.
Mâbedler, büyük çoğunluğu itibarıyla bulundukları yerlerde yalnız değillerdir; bunlar, çevrelerindeki medreseler, imarethaneler, misafirhaneler, hatta bazıları itibarıyla tekyeler, zaviyeler, şifahaneler, hamamlar ve kervansaraylar.. gibi tamamlayıcı müştemilâtlarıyla bir bütündürler. Onları bu mülâhaza ile temâşâ eden kimse, her şeyi tastamam düzgün bir insan çehresiyle karşılaşmış gibi olur. Ondan, ruhuna akseden çok farklı ima ve işaretlerle ürperir, ve o iklime açık durabildiği ölçüde ondan sımsıcak hoşâmedîler aldığı hissine kapılır. Evet, Mâbud'a açık gönüller için birer iman ve İslâm atlası gibi duran bu mâbedlerin harîminde, her zaman aşk u şevkin, ümit ve emniyetin en büyüleyici şiirleri duyulur, en nefis besteleri işitilir.
Bu mâbedler dünyasında, doğudan batıya doğru gidildikçe, günün hemen her saatinde insan göklerin nura gark olduğunu, arzdan semaya "kelime-i tayyibe"lerin yükseldiğini, yerlerin semâvîleştiğini ve göklerin renk ve desen olarak bütün derinlikleriyle arza aksettiğini görüyor gibi olur ve râşelerle yerinde kalakalır. Evet, her an ayrı bir arz dairesinde,
"Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,
Şehbâl açınca rûh-u revân-ı Muhammedî;
Ervah cümleten görür "Allahu Ekber"i,
Aks eyleyince arşa lisân-ı Muhammedî." (Yahya Kemâl)
hakikati tüllenir ve bütün gönüllere dalga dalga ibadet duygusu, şefaat hissi, rahmet esintisi yayılır. Mâbedler, kuruluş gayeleri çizgisinde hey'etleri, şekilleri, kubbeleri, minareleri ve harîmindeki mü'minlerin aşk u heyecanları, temkin ve ciddiyetleriyle hep yukarılara işaret eder, ötelerin izdüşümü gibi görünür ve âdeta öteleri gösterirler. Pencerelerden dışarıya akseden aydınlıktan, gökyüzündeki yıldızlarla iç içe girmişçesine sürekli bizlere göz kırpan mahyalara kadar her şey, ukbânın menfezlerinden sızıp bizi saran bir büyü gibi kendine bağlar ve bize tasavvurlarımızı aşkın neler ve neler fısıldar. Biz, her zaman onların çehrelerinde ebediyet âleminin güzelliklerini, kalbî ve ruhî hayat ufkunun aydınlığını, şanlı geçmişimizin renk ve desenini görüyor gibi olur; oralardan yükselen ses ve sözler içinde Hakk'a çağıran kelimelerin büyüsünü duyar, uzak ve yakın geleceğimizle alâkalı beklentilerimiz adına yanıltmayan sinyaller alırız.
İşte bu ölçüdeki zengin ufku itibarıyla bütün mâbedler, bir eğitim müessesesi, bir riyazet ocağı; his dünyamızda öteleri duyma hesabına birer tarassut ve tecessüs rasathanesi ve değişik kulluk çeşitleriyle Hakk'a yükselme rampaları gibidirler. Günde birkaç kez bu rampalara uğrayanların ve onların hususî vâridatıyla kendilerini yenileyenlerin yolda kalmaları, onlara tavır alanların da Hakk'a varmaları söz konusu olmasa gerek.
Ruh dünyamızın aynaları sayılan mâbedler, kuruluşlarına esas teşkil eden fonksiyonlarını eda ettikleri; imanlı gönüllerin, uhrevîlik teneffüs etmek üzere günde birkaç kez koşup onlara sığındığı; sabah-akşam minarelerde ruh-u revân-ı Muhammedî'nin şehbal açtığı; şadırvanların başında abdest alanların iç çekişlerinin su çağıltılarına karışıp Allah'a yükseldiği; güvercinlerin kanat sesleriyle mü'min sînelerden yükselen iniltilerin birer koro teşkil edip revaklarda yankılandığı; gönüllerin o mübarek hazîrelerde her gün Kur'ân ve ilâhilerle banyo yapmaya devam ettiği; gözyaşlarının, musluklardan akan sularla yarışlar yaşadığı; alınların secdeye teşne bulunup, ruhların secde gölgesinde serinlediği sürece bu mâbedler medeniyeti, insanlık âleminin, tıpkı bir metâf gibi ziyaretgâhı olmaya devam edecektir.
Bizim medeniyetimizin sikkesi ve mührü sayılan bu mâbedler, şuradan-buradan alınmış herhangi bir hendesî şablon ve plâna değil de, şeâiri ilan esprisine bağlı engin, uhrevî buudlu, bizlere öteleri rasat etme imkânını veren bir blokaja oturtulmuş gibidirler. Onların çehrelerine dikkatle bakıldığında, bu çehrelerde, engin ruh zenginliğimizi, buğu buğu sonsuzluk duygularımızı, mücerredin çerçevesinde iman esaslarına ait tasavvurlarımızı, İslâm şeâirinin renkli çizgilerini, kendi yolumuzda sevinç ve kederlerimizi aksettiren işaretleri, ümitlerimizden fışkıran ışıkları, zaferlerimizden taşan renkleri, hamaset destanlarımızdan en canlı motifleri, kendi romantizmimizden aşk u vuslatları temâşâ edebiliriz. Kezâ, bu mâbedlerin çehrelerinde, büyük niyetlerin nurlarını, yürekten nezirlerin televvünlerini, ana-babaya armağan edilmiş olmanın saygısını, evlât hatırasına inşa edilişin şefkatini, bir hasret ve bir hicrana karşı teselli olmanın izlerini, hatalara kefaret duygusunun solgun renklerini, değişik mazhariyetlere ait şükranın parıltılarını görmek de mümkündür.. evet, bir uçtan bir uca bu mâbedler medeniyetini ne zaman temâşâ ve dinlemeye koyulsak, yukarıda söz konusu edilen hususlardan hiç olmazsa birkaçıyla karşılaşır ve bu Hak evlerini bizden biri gibi buluruz; biz öyle buluruz, onlar da karşılaştığımız her yerde bizim üzerimizde âdeta birer canlı hissi uyarır ve hayallerimize, heykellerinin arkasındaki ruh ve mânâyı aksettirirler.
Bu mâbedler zinciri içinde, hükümdarlık remzi olarak koca koca tepeleri hatırlatan pek muhteşemleri olduğu gibi, sıradan insanlara işaret eden orta vüs'attekileri ve ince, zarif hâlleriyle çocuklar ya da gençler için yapılmış gibi görünenleri de vardır. Ne var ki, en büyük ve muhteşeminden en küçük ve en mütevaziine kadar hemen hepsi, aynı ruh, aynı mânâ ve aynı iç muhtevaya bağlılık açısından âdeta bir bütünün parçaları gibidirler. Onlar bize, hep aynı şeyleri mırıldanır, aynı hususlara göndermelerde bulunur ve aynı meseleleri hatırlatırlar; biz de dillerinden anlayabildiğimiz ölçüde onları birer mûsıkî gibi dinler, ifade ettikleri mânâları paylaşır ve onların harîminde bulunduğumuz sırlı zaman içinde bizimle beraber Hazreti Kâdiyü'l-hâcât'a el kaldırıp yalvardıklarını duyar gibi oluruz.
Bu mâbedlerden kimileri otağını, herkes tarafından görülebilen yüksek bir tepeye kurmuş, muhteşem ve fevkalâde görünümü ile içlerimize haşyet salan manzarasının yanında hayallerimizde dünya ve âhiretin birleşik noktasında duruyor olma hissini uyararak, arzularımızı, iştiyaklarımızı, dâüssılalarımızı harekete geçirip bizi bulunduğumuz zaman ötesine çağırır ve bize kendi iç sırlarından neler ve neler duyururlar.
Kimileri, ince, zarif, yumuşak ve annelerimizin kucağı kadar sıcak iklimleriyle bizlere bağırlarını açmış gibi durur ve ezan çağrısına ihtiyaç bırakmayacak şekilde gönüllerimizi ezelî şefkatin nağmeleriyle kendilerine çağırırlar.
Kimileri, postunu düzlüğe sermiş, herkese açık ve günün her saatinde semtine uğrayanlara hoşâmedîleriyle elleri göğsünde "eyvallah" diyen bir dervişe.. kimileri, ilim ve araştırmaya açık ufukları, herkese tesir edecek şekilde vakur duruşlarıyla bir müderrise.. kimileri de halkvârî eda ve hâlleriyle hemen her yerde karşılaşacağımız bizim insanımıza benzerler.
Her biri kendi çapında "Sidretü'l-müntehâ"nın birer gölgesi gibi duran bu kudsî mekânlar neye benzerlerse benzesinler, bunların hemen hepsi de bizim ülkemizin özünden-usaresinden, ruhundan-mânâsından süzülüp çıkmış gibi bir edaya sahiptirler ve bizim mânâ köklerimizle, iç muhtevamızla o kadar uyum içindedirler ki, onlarla ne zaman karşılaşsak, his, idrak veya şuuraltı müktesebatımızdan bir kesitle karşılaşmış gibi oluruz.
Bu mâbedler aynı zamanda, inşa edildikleri yerler itibarıyla da sırlı bir kısım hususiyetleri haizdirler: Onların, o mehabetli ve ledünnî görünüşlerinin yanında, incelik, güzellik, zarâfet, ihtiyaç ve estetik gibi yanları itibarıyla da öyle fevkalâde ve mükemmel hâlleri vardır ki; eğer sağlarına-sollarına münasebetsizce yerleştirdiğimiz o hoyrat beton yığınlarını görmez ya da yok farz edersek, onları bulundukları mekânlarla uyum içinde en enfes birer sanat harikası olarak bulur ve büyüleniriz; evet insan, pek çoğu itibarıyla bu sihirli mekânlara doğru yürürken, kendini bir zirveye doğru yükseliyor gibi hisseder.. ve mâbedde hakikîsine ulaşacağı bir terakkînin ilk basamaklarında bulunduğunu sanır. Bilhassa mâbede bağlı eskiden kalma nâzım plânların korunduğu yerlerde, insan yol boyu mâbed hedefli cadde ve sokaklarla, pek çok mescid mücâviri evlerin önünden geçerken hep Allah'a yürüyor gibi Allah evine yürür.. yürüdükçe içi açılır.. her adımda yeni bir inşirah duyar.. bazen uzun bazen de kısa, ona götüren bütün yolları, duygularında, düşüncelerinde mâbedleştirerek her şeyi zâtî kıymetlerinin çok çok üstünde değerlere ulaştırır.
Geçtiği mahalleleri, yürüdüğü sokakları, uğradığı bina önlerini, gölgesine sığındığı duvarları tıpkı tanıdığı insanların yüzleri gibi görür; görür ve âdeta onlardan selâm alır, onlara selâm verir, hepsinden yakınlık duyar, hepsine yakınlığını duyurur.. önünden geçtiği pencereler ışıl ışıl gülücüklerle ona hoşâmedîde bulunur.. uğradığı her yer ve birbirinden ayrı sayılan her mesafe şuurlu birer varlık, hatta bir yol arkadaşı gibi ona refakat eder.. sonra da onu başka refiklere bırakıyor gibi el sallar ve ayrılır. Gelip mâbedin revaklarına veya mâbedi çevreleyen bahçeye ulaştığında da, şadırvan kurnalarından boşalıp dört bir yanda yankılanan su çağıltısı, kanat sesi, ağaç hışırtısı, kuş cıvıltısı ve abdest alanların iç çekişlerinden hasıl olan koro şeklindeki bir hoşâmedîyle karşılanır.. her şeyi, her sesi, her nağmeyi, her güzelliği bir kevser gibi yudumlar.. ve harem dairesine yürüyormuşçasına, kapalı ve olabildiğine mahrem bir kısım hislerle kendisiyle öteler arasında gelir-gider.. sonra da tamamıyla ebedî mihrabına kilitlenir ve sadece O'nu sayıklar. Artık ne su çağıltısı, ne kanat sesi, ne ağaç hışırtısı, ne de kuş cıvıltısı; tekbirlerle gönlüne akan mânâları duyar ve ürperir.. tehlillerle nefes alır-verir ve soluklanır.. tesbihlerle dolar boşalır.. her seste, her sözde O'nu duymaya çalışır.
Evet, namaz yolcusu, gidip bu noktaya ulaşınca artık bütün bütün bulunduğu mekânın havasıyla mest olur ve tasavvurları aşkın lâhûtî bir lezzetle kendini iştiyak ve temkinin gel-gitlerine salar ki, bir mânâda "haremgâh-ı ilâhî" de sayılan fizikî bu son durak, duyup hissedenler için canlı-cansız aksesuarıyla âdeta ötelerin nağmeleriyle inler.. insanları huzura hazırlar ve daha ötesine biler.. evet, hüşyâr gönüller için burada her şey hususî lisanıyla O'nu anar ve her tavır ve davranıştan O'na ait gizli bir kısım fısıltılar duyulur.
Hele bir de bu namaz yolcusu, ezanla, kametle ve niyetle bütün bütün dünyevî duygulardan arınıp, "Allahu Ekber" diyerek Rabbinin karşısında el pençe divan durabilmişse; işte o zaman, bütünüyle semâvî bir hâl alır ve kendini, enbiyâ, asfiyâ ve evliyânın, Hak karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde bulundukları saflar arasında hissetmeye başlar.. ve önündeki imama uyduğu aynı anda, imamlar imamı Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'a da iktida etmiş olmanın sonsuz hazzını duyar.. kalbinin saffeti ölçüsünde bedenî isteklerine ve cismanî arzularına karşı tamamen kayıtsızlaşır ve âdeta Hak hoşnutluğuna abanmış gibi olur.. gönlünü tamamen O'nunla doldurur; hiç olmazsa doldurma gayreti içine girer.. bulunduğu hâlin boyasına boyanır.. işte böyle birinin bu şekildeki ledünnî insibağı namaz süresince onu hep huzurun mehabetli yamaçlarında dolaştırır ve ona, dünyada ulaşılması imkânsız mehâfet ve muhabbet ziyafetleri çeker.
Mâbedin bu iç derinliğinden ötürüdür ki onu, kalben inkişaf etmiş kimseler âdeta, Hakk'a yürümenin rampası gibi görür.. değil günde beş defa, ona her gün onlarca defa uğrasalar da, her zaman taptaze bir ümit, bilenmiş bir azim ve bembeyaz hülyalarla uğrar; her uğrayışlarında iç içe vuslatlar yaşar, her ayrılışlarında da hicranla ayrılır ve hasretlerini de bir kere daha uğrayacakları mülâhazasıyla serinletirler.. gözleri mâbedde, kulakları minarelerde, ömürlerini minarelerden yükselen çağrıya bağlılık içinde geçirir ve hep mâbed ufuklu yaşarlar.
Sızıntı, Mart 2001, Cilt 23, Sayı 266
.
Minarelerin sesi asırlardır milletimizin sesi olagelmiştir. Biz, o seslerin çağlayanlar gibi üzerimize döküldüğü bir dünyada doğup büyüdük. O altın seslerle güne başladık, onlarla gün boyu yaşadık, onlarla oturup kalktık ve hâlâ onlarla oturup kalkıyoruz. Aslında o sesler, günde beş defa bize, kim olduğumuzu ve nasıl bir konumda bulunduğumuzu hatırlatır; biz de onlarla derlenir-toparlanır ve varoluş gayemize, gerçek insanî ufka yöneliriz.
Bu semâvî çağrı bizim dünyamızda, gökten indiği andan itibaren hep kendi orijiniyle gürleyip durdu, asla susmadı ve onca münasebetsiz hırıltıya rağmen ona icabet de hiç mi hiç kesilmedi. Her şeyin künde künde üstüne devrildiği dar bir zaman diliminde, bir kısım alafranga düşüncelerin tesiriyle onda da muvakkaten bir alaturkalaşma oldu ise de, o hemen bütün zaman ve mekânlarda kendine has örgüsü ve şîvesiyle hep devam etti ve gelip bugünlere ulaştı. Bundan sonra da -inşaallah- "ebed müddet" böyle sürüp gidecektir.
Her zaman gürül gürüldür minarelerin sesi bizim dünyamızda. Bu ses, her gürleyişinde pek çok mü'min gönlü âbâd, bir hayli şeytanî hânümânı da târumâr etmiştir.. evet minarelerin sesi duyulunca, Arz'a ruhânîlerle beraber itminan ve sekine iner, bu esnada habis ruhlarsa kuyruklarını kısar ve saklanacak yer ararlar. Arz u semâda bir velvele olur minarelerin sesi duyulunca; kimileri ona koşar, kimileri de ondan kaçar. Yarasalar rahatsız olur, güvercinler ona dem tutmaya durur. Gönüller pür heyecan şahlanır, nefislerse yeisle yutkunur.
Minareler bazen bulundukları yer itibarıyla yalnızdırlar, tek başlarına söze başlarlar. Ne var ki, sağa-sola doğru birkaç adım atınca, daha başka seslerin de onlara eşlik ettiği duyulur. Bazen de minareler birbirlerine yakın bulunuyor olmanın hakkını eda sadedinde, vakit "tık" deyince hepsi birden gürler.. ve ayrı ayrı enstrümanlar gibi birbirinden farklı sesler çıkarırlar. Sesler birbirinden farklıdır ama yine de bir korodaki âhenk bütünlüğü içinde hep bir beraberlik arz ederler. En azından biz onu öyle duyar, öyle hisseder ve öyle anlarız.
Sabah ayrı, öğlen ayrı, akşam ayrıdır minarelerin o ince, o narin ve o içten sesleri. Ruh ve gönüller üzerindeki füsunlu tesirleriyle her zaman farklı birer mûsıkî faslı gibi boşalır başımızdan aşağı bu lâhûtî sesler ve soluklar. Onları duyar duymaz da -en azından inanan gönüller için bu böyledir- ayaklarımız yerden kesilir gibi olur, derken bulunduğumuz zaman ve mekânla alâkamız kalmamışçasına yürürüz bir sihirli derinliğe doğru. Yürürüz o sesleri mırıldana mırıldana Firdevslere yürüyor gibi mâbede... Varıp Hak karşısında el-pençe divan duracağımız âna kadar da gönüllerimiz hep bu seslerle çarpar, dil ve dudaklarımız da sürekli onlara eşlik eder.
Minarelerin sesleri, bir yandan kulaklarımıza çarpıp bizi semâvîliğe çağırdıkları aynı anda, diğer yandan da göklerin derinliklerine doğru yankılanarak "Sözlerin en temiz ve en güzel olanı O'na yükselir." fehvasınca semâ kapılarını aşar ve gider tâ ötelere, ötelerin de ötesine ulaşırlar; ulaşırlar da geçtikleri her kapı ve ulaştıkları her noktada hummalı bir faaliyet başlar: İnsanlar fevç fevç abdeste koşar, tâzim u tekrîmle namaza yürür ve herkes bir çeşit vuslat yaşar; buna karşılık gök ehli de ihtimal, safvetlerinin derinliğiyle mütenasip, olabildiğine bir temkin ve huşû içinde, ona yönelir ve kendilerince Hakk'a tebcîlât ve tekrîmâtlarını arz ederler.. evet, bu seslerin büyüsüyle hemen herkes, olduğundan ve bulunduğundan daha farklı yeni bir duruşa geçer; yeni bir duyuş, yeni bir sezişle öteleri daha anlamlı bir temâşâya koyulur. Öyle ki, bu seslerin ulaştığı hemen her yer âdeta ruhânîlerin metâfı hâline gelir. Herhalde semâ sakinleri de yerdekilere gıpta etmeye dururlar.
Minarelerden yükselen o lâhûtî âvaz, bazen bize bir sûr sesi gibi gelir, uyarır hepimizi içinde bulunduğumuz dünyevîlikten; akseder dil ve dudaklarımıza o büyülü kelimeler; mırıldanırız aynı şeyleri hep beraber ve sihirli bir koro oluşur bulunduğumuz kuşakta. Şehbal açar peygamber unvanı Hakk'ı yâd etmenin yanında. Dalgalanan bir bayrağa dönüşür gökyüzünde bu altın sesler; onların gölgesinde ötelere açılma hissi belirir sinelerimizde; belirir de, ne zaman mâbede yürüsek, kanatlarını germiş, semânın derinliklerine doğru açılan kuşlar gibi sanırız kendimizi.
Minarelerin sesini bazen yitirdiğimiz Cennet'e bir çağrı gibi duyar ve koşarız binlerce yıllık yitiğimizi bulmaya, o öldüren hasretten kurtulmaya doğru: Minareler "Allah büyüktür" der, biz de Firdevs'e gidiyor gibi mâbede yürürüz. Onlar gürler "kelime-i şehadet"le, biz de "İşte hedef bu" der köpürürüz gönülden. Onlar haykırır o Sonsuz Nur'u, ışık yağar öteden gözlerimize, gönüllerimize. Ardından "Yürüyün Hakk'ın rahmet ufkuna, meleklerin istiğfar sağanağına" diye inler minareler; coşarız pürheyecan bir kere daha ve günahlardan arınmaya yürürüz. Ürpeririz "Haydin kurtuluşa" sesleriyle, duyarız duyulmadık neş'e ve inşirahı, koşarız namazgâha çocuklar gibi sevinçle...
Minareler hep aynı şeyleri söyleseler de, değişik kesimlerce birbirinden çok farklı algılanır bu sesler: Çocuklar, bir ninni gibi dinler; hasta ve alîller, Hakk'a teveccüh daveti şeklinde yorumlar; yaşlılar, rahmetle tüllenen bir âleme hazırlanma tenbîhi olarak algılar; gençler, iradelerini hatırlatma çağrısı gibi duyarlar bu sesleri. Evet, kelimeler-sesler aynı olsa da duyup değerlendirmelere göre farklı farklıdır minare seslerinin ruhlara çarpıp yankılanışı. Anne sesleri gibi rikkatle okşar-geçerler körpe dimağları; şefkatle kucaklarlar dertle kıvrananları; yıldırımlar gibi gürlerler feverandaki duyguların tepelerinde ve herkese onların ufku itibarıyla demet demet mesajlar sunarlar; onlar, gönüllere sundukları bu şeyleri bir daha kimsenin söküp atamayacağı şekilde de âdeta altın çivilerle mıhlarlar. Fecrin ışıktan sinyalleriyle başlayıp tâ yatma zamanına kadar devam eden bu uhrevî nağmeler, inanan gönüllere kâse kâse mûsıkî kevserleri sunar durur ve üst üste zevk fasılları yaşanır bütün bir gün...
Bazen minarelerin sesleri, birer kıvılcım gibi gönüllerimizin üzerine saçılır ve ardından hayallerimizde sönmeyen birer meş'aleye dönüşür.. bulunduğumuz yerle varacağımız ufuk arasındaki bütün mesafeleri aydınlatarak, korku ve endişelerimizi siler, süpürür, götürür ve gönüllerimizde apak yol mülâhazaları ve hedef iştiyakı uyarır. Hatta, bazen alır bizi tâ teşrî çağında gezdirir; Nebi (sallâllahu aleyhi ve sellem) mescidine ulaştırır; Bilâl'in (radıyallahu anh) sesiyle buluşturur ve bize âdeta zaman üstü olmanın hazlarını duyurur; duyurur da ilklerle ezan seslerini paylaşır gibi olur ve kendi kendimize: "Bu ses onların sesi, bu velvele de onların velvelesi; öyle ise bütün bunların bir arkası da olmalı..." diye mırıldanır; "tayy-ı zaman" "tayy-ı mekân" yapmış gibi o aydınlık günleri bütün tarâvetiyle şu yaşadığımız zamanla iç içe duyar ve böyle bir bahtiyarlığa bir kere daha "eyvallah" çekeriz.
Minarelerin sesi çok defa bize, bezm-i ezeli, "bîkem u keyf" Hak'la muhavereyi, ruhlarımızın O'na verdiği sözü hatırlatır; hatırlarız "Elestü bi Rabbiküm = Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" istintâkını; cevaplarız fiilen "Evet Rabbimizsin" diyerek. Sonra da O'na en yakın duracağımıza inandığımız bir rasat noktasına koşar, en içten inleyiş ve sızlanışlarla yenileriz ahd ü peymanlarımızı, bir kere daha yeni bir vefa faslına "vira bismillâh" diyerek.
Bazen minarelerin sesi, o kadar dokunaklı, o kadar derin ve o denli büyüleyici bir ahenge ulaşır ki, en katı kalbler bile dayanamaz da muvakkaten dahi olsa onlar da kapı aralayıverirler.. ve akar bütün teşne gönüllere en güzel semâvî kelimelerle örgülenmiş ses hevenkleri; akar ve birer ruh gibi bütün insanî duyguları tesiri altına alır. Sûr sesi almış gibi canlanır vicdanlarımız, dirilir iradelerimiz ve koşarız böyle bir imtiyazla serfiraz olmanın hakkını eda etmeye.
Bazen minarelerin sesi bir meltem yumuşaklığıyla dalga dalga her yana yayılır; derken üstümüzde yağmur yüklü bulutlara dönüşür. Sonra da "çiy" noktasına ulaşmış nem habbecikleri gibi dökülmeye durur başımızdan aşağı. Meleklerin kanat seslerine karışmış gibi başımızdan aşağı boşalan bu nağme ve ışık tufanı karşısında kendimizi âdeta bir ziya çağlayanı içinde sanırız. Alır götürür bu ışık çağlayanı bizi yolların Cennet'e açıldığı kavşağa. Tetikler iştiyaklarımızı, heyecan salar sinelerimize; benliğimizin hudutlarını aşıyor gibi oluruz ve kanatlanırız mevcudiyetini vicdanlarımızda duyup hissettiğimiz Firdevslere doğru.
Minarelerin bu olabildiğine tatlı, içli ve biraz da "dâüssıla" edalı seslerini her duyuşumuzda, annelerimizin şefkat kokan nefeslerini ve o yumuşaklardan yumuşak ninnilerini duyar gibi olur, kendimizi hülyalarımızın oluşturduğu o engin şefkate salar; sonra da gönüllerimizin derd ü hicranını dökmeye durur; çocuklar gibi içimizi çeker ve ne hülyalara dalarız!
Bizim için ezanlar her zaman, gönüllerimizle konuşan sihirli birer beyan olmuştur. Minareler ne zaman onlarla gürlese, ruhlarımızı kendi iklimlerine çeker, onları kendi dünyalarında dolaştırır, herkesle, onların anlayabilecekleri bir dil kullanarak konuşur ve ne yapıp yapıp kendilerini onlara ifade ederler. Bu seslerin ne mânâya geldiğini, neye çağırdığını, niye çağırdığını bilenler bilir ve her zaman onu/onları severler; bu itibarla da minareler o lâhûtî sesleriyle ne zaman gürleseler, onlar da soluklarını tutar ve derin bir haşyetle o sesleri mırıldanmaya dururlar. Bu seslerin aynı ölçüde onlara âşinâ olmayanlar üzerinde de ciddi tesirleri söz konusudur. Hele onlar içten, samimi, usta bir sesle ve gönül-dil uyumuyla icrâ ediliyorlarsa.. evet, işte o zaman:
'Gök nura gark olur nice yüz bin minareden,
Şehbal açarak (açınca) Ruh-u Revân-ı Muhammedî..
Ervah cümleten görür "Allahu Ekber"i,
Akseyleyince arşa lisan-ı Muhammedî.' (Yahya Kemâl)
mazmununca arz u semâ inler o soluklarla; inler de çok defa biz bu fâni seslerin ötelere bir şeyler ifade etme gayretiyle insan üstü bir hâl aldıklarını tahayyül eder ve bu nefeslerde âdeta birer sermediyet şîvesi duyar gibi oluruz. Bu ses ve bu mutasavver şîve uykuda olan bütün hislerimizi uyarır; bizi lezzetten haşyete, vazife şuurundan haz alaşımlı mehabet ufkuna çeker, gönüllerimize beşiklerin başında mırıldanan ninniler safvetinde en masum zevkleri duyurur.
Bir ân gelir ki, bizim bulunduğumuz zaman dilimi itibarıyla bütün minareler seslerini keser; ama müezzin, uhrevî heyecanlarımızın biraz daha devam etmesi için farklı fasıllarla gönlünün dilinden daha değişik şeyler meşk etmeyi sürdürür: Kametle bizi Hak karşısında divan durmaya çağırır.. yeri geldiğinde "tekbir" ve "tahmîd"de imama eşlik eder.. "Allahümme Ente's-Selâm"la, mü'minlerin herkese esenlik vâdettiklerini haykırır.. gönüllerimizi, tesbih, hamd ü senâ ve tekbirle son bir kez daha şahlandırır ve bize başlarımızı döndürecek yeni yeni uhrevî pencereler açar; hem öyle bir açar ki, kendini bu çağlayana kaptırmış pek çok kimse, iç insiyaklarıyla Kudreti Sonsuz karşısında hemen diz çöker ve yakarışa geçer.
Kametten, böyle bir yakarış faslına kadar mâbedin içindeki ses-söz, harem dairesinde bulunuyormuşçasına olabildiğine yumuşak, ince, narin, haşyet edalı ve edep televvünlüdür. Hele bu sesler ve sözler hüşyar ruh ve ötelere açık gönüllerin iniltisi ise...
Biz ne zaman yer yer cemaatin de ses kattığı bu nazlı nağmeleri dinlesek, göklerin ruh ve mânâsının tıpkı şelâleler gibi üzerimize döküldüğünü ve bu hamd ü senâ, tesbih u tekbir zemzemesiyle banyo yapmış gibi arınmış ve hiffet kazanmış olduğumuzu sanırız.
Ezanla, kametle Hakk'ı ilana doymamış gibi sürekli bir şeyler bulup söyleyen bu sesler, bazen okudukları evrâd u ezkâr, münâcât ü naatlar ve bunların her birine göre başvurdukları eski-yeni makam ve usullerle her ağızlarını açışlarında bize dünyalar dolusu altın mülâhazalar bahşetmiş gibi olurlar; bizi şanlı geçmişimizin yamaçlarında dolaştırır; kendi düşünce dünyamızın mefkûre atlasında konuk eder; bugünkü şîveyi dünkü üslûbuyla harman yaparak bize gönüllerimizi büyüleyen değişik ses ve söz demetlerinden ne buketler ne buketler sunarlar.
Evet biz, bu ses ve bu sözlerde mübarek bir milletin bütün bir geçmişini, bu koskoca geçmişte oluşup gelişen değişik değerler manzumelerini görür, duyar, dinler; o dağlar cesametindeki millî vâridatımızın -hayallerimizde olsun- temâşâsıyla âdeta mest olur ve kendi kendimize: "Meğer ne âlî bir kavimmişiz!" diye mırıldanırız; mırıldanırız zira, minarede başlayıp mâbedin içinde noktalanan bu sesler bazen o kadar mazi televvünlü, o kadar millî ve o kadar bizden birer nağme gibi duyulur ki, bu ses ve bu sözlerin her bir demetinde bütün tarihimizi ve onun arkasındaki atalarımızın o enginlerden engin his ve heyecanlarını duyuyor gibi olur ve kendimizi onların arasında sanırız; sanırız da bu seslerin ve bu sözlerin bitmesini hiç mi hiç istemeyiz.
Ama her şey gibi, onlar da mevsimi gelince bizim bulunduğumuz yer itibarıyla biter ve yerlerini büyülü bir sükûta terk ederler. Biraz mutmain biraz da buruk olarak ayrılırız olduğumuz yerden. Ayrılırız mağribe doğru açıldıkça yeni ses hevenklerinin yükseliyor olduğu tahayyülleriyle ve "Nasıl olsa bu sesler bir müddet sonra gelip yine minarelerimizde gürleyecektir" tasavvurlarıyla..
Sızıntı, Eylül 2003, Cilt 25, Sayı 296
.
Mü'min ufkunda zaman hep bir büyü ile cereyan eder; çok defa fevkalâdeliklerle tüllenir ve sihrini tam duyabilenlere zaman ve mekan üstü neler ve neler fısıldar! Hakîkî bir mü'minin, bütün bir ömrünü ya da bir yılını değil; bazen değişik vâridât ve televvünleri itibarıyla bir gününü bile tavsîfe gücümüz yetmez. Dahası, biz bir şeyler anlatabilsek de, imandaki sırrı tam tadıp duymamış olanlar onu körler ve sağırlar gibi dinleyecek ve hiçbir şey anlamayacaklardır. Parmağı bala banmamış, damağı onunla tanışmamış, gözü gül görmemiş ve burnu onu koklamamış birine baldaki tadı, güldeki renk ve kokuyu tarif etmek mümkün olmadığı gibi, inanmayana, mü'min ufkunda zamanın nasıl bir sihirle cereyan ettiğini anlatmak da öyle imkânsızdır.
Mü'min ufkunda zaman hep bir sihirle gelir gider; hele bazı vakitlerde ruh, şartlı reflekslere bağlı hareket ediyormuşçasına birdenbire teyakkuza geçer; insanî melekeler bir yerden sinyal almış gibi toparlanır; bütün lâtifeler heyecan, telaş, ümit ve endişe ile uyanır ve her hâlleriyle âdeta karşı konulmaz bir emre âmâde olduklarını îmâ ederler. Bütün pencereler sımsıkı kapalı, panjurlar inik, perdeler de çekili olduğu hâlde, bazen ezanla beraber, bazen de ezandan evvel, fecrin o sihirli esintileri camı, tülü, perdeyi delip geçerek gelir gönüllerimizi sarar ve bir temcid sesiyle bizi Hak huzuruna çağırır. Gözlerimizi açar-açmaz ilk defa minarelerin cümbüşüyle -kerameti şerefelerden yükselen o nurlu kelimelere ait- bir mûsıkî banyosu yapar; sonra, namaz için özel tahâret kurnaları altında taabbüdî arınmadan geçer; ardından da yüz yere sürüp içimizi Rabbimize dökeceğimiz namazgâha yürürüz.
Namaz hemen her zaman, o kendine has büyüsüyle, pencerelerden süzülüp içeriye girerek alışık olduğumuz bir misafir gibi -ev sakinlerinden daha sıcak bir misafir gibi- seccadelerimizde bizi karşılar ve henüz başladığımız o taptaze güne kendi boyasını çalarak gelecek saatlerin mânevî hazzını ruhlarımıza duyurur ve mü'min ufkuna ait ilk sihirli farklılığı ortaya koyar. Böylece, bütünüyle Allah'a açık duygularımızla başlarız güne. Duyarız bir Cennet sabahı neşvesini bütün benliğimizle. İbadet, evrâd u ezkâr, kahvaltı ve daha bir sürü meşgale ve sorumluluk bu ince, nârin ve yemyeşil başlangıcın birer devamı hâlini alır; biz istemesek de her işimize sirayet eder, her davranışımızı kendi şivesiyle konuşturur. Derken, hareket ve faaliyetlerimiz ukbâ edalı bir inceliğe bürünür; zâhiren başkalarıyla aynı zaman dilimi içinde, aynı mekânda, aynı şeyleri paylaşıyor gibi görünsek de, niyet ve nazarlarımızın farklılığıyla hamle ve hareketlerimizde hep Allah'a emanet olmanın esrarını duyarız. Çevremizi, O'na ait tecellîlerle sürekli tül pembe görür.. her simada O'na işaret eden çizgiler müşâhede eder.. bu mülâhazalarla dünyevîlik-uhrevîlik arasında gelir-gider ve inançlarımızın davranışlarımıza aktığını duyar gibi oluruz. Böyle bir ledünnîlikle idrak ufkumuza giren hemen her şeyi daha munis, daha sıcak, daha içli, daha anlamlı bulur ve karşımıza çıkan herkesi, her nesneyi bağrımızda büyüttüğümüz çocuklarımız gibi okşar, koklar ve inançlarımız sâyesinde kendimizi olabildiğine genişlemiş, sihirli bir atmosfer içinde sanırız: Canlı-cansız bütün eşya renk, şekil, desen, mahiyet değiştirip de başkalaşmış gibi güler yüzümüze.. ve ruh olur, mânâ olur akar içimize. Taş-toprak, ağaç-yaprak, gül-çiçek, kuş-böcek.. her şey ama her şey gönül ufkumuzdan ruhlarımıza sürekli bir şeyler fısıldar. Bütün tekvînî emirler, satır satır, paragraf paragraf birer mesaja dönüşür, his ve şuurlarımıza harfsiz-kelimesiz "sehl-i mümteni" ne hutbeler ne hutbeler îrad eder. Teneffüs ettiğimiz hava, yudumladığımız su, çiğnediğimiz lokma, gözlerimizden gönüllerimize akan güzellikler, bize, bütün bunlarla mâhiyetlerimizin münasebetlerini, tat ile tat alma duygularımızın muâşakasını, hayatla umumî atmosferin aynı hesap ve aynı hendeseye göre hareketlerini söyler ve ruhlarımıza mârifet kevserleri içirir.
Böylece, günün ilk dakikalarından itibaren hayatımızı duya duya yaşar ve sürekli fecir şîvesiyle oturup kalkmaya başlarız; derken, saatlerin ilerlemesiyle bu neşve ve heyecan az da olsa, zeval rengine bürünür.. ve işte tam bu esnâda yepyeni bir bekâ esintisiyle öğlenin o serinleten gölgesi düşer üzerimize; düşer ve bizi, günün iş, meşgale ve daha değişik aktiviteleriyle akıp giden o sımsıcak dakikalarında "Arş-ı Rahmet"in izdüşümü diyebileceğimiz bir mâbede veya herhangi bir namazgâha çağırır. Bu çağrıya uyup bir kere daha yüz yere sürmek için "Hazîretü'l-Kuds"ün gölgesi böyle bir mekana doğru yürürken, hemen her adımda vicdanlarımızın eline tutuşturulan mârifet, mehâbet ve muhabbet kâselerinden kevserler yudumlar, varacağımız yere derin bir yol zevki içinde ulaşır, revaka adım attığımızda farklı hazlarla ürperir.. şadırvanın başında ayrı bir inşirahla serinler.. bizimle aynı duygu ve aynı düşünceyi paylaşan aydınlık simalarla bir arada bulunmanın neş'e ve sevinciyle soluklanır, uhrevî mülâhazaların ra'şeleriyle iç çeker ve yürürüz bir kere daha gün ortasında iman ve İslâm farklılığının vâridâtını duymaya. İçinde, yemek, çay, sohbet ve gelme-gitme adına belli ölçüdeki değişik aktivitelere bağlı uzun bir ruhî dinlenme faslıyla, beden, cismâniyet ve "akl-ı meâş"ın kalbin sırtına yüklediği ağırlıklardan sıyrılır.. gönlümüzün merkezle irtibatını yeniler; oldukça ciddî bir mânevî donanımla yeniden işimizin başına döner ve bir gözümüz dünyada, diğeri ukbâda, ikindinin o masmavi dakikaları gelip çatacağı ana kadar hep dünyevîler gibi, fakat bütün bütün uhrevîliğe bağlılık içinde soluk soluğa çalışır-koşturur, yazar-çizer, okur-düşünür, öğretir-öğrenir, alır-satar, planlar-uygular, hâl hatır sorar-gönül alır ve âdeta dünya ve ukbâ iç içe yaşarız.
Bu sihirli dakika ve saatler, kim bilir, bizim duyup sezemediğimiz daha neler neler ifade ediyordur.! Ama itiraf etmeliyim ki, ben hemen her zaman, bu nefislerden nefis, tatlı ve derin dakikaları kendi değerleri çizgisinde dile getirememe, resmedememe hicabı içinde oldum; hicabı içinde oldum, zira, mü'mince duyulan bu dakika ve saatleri kusursuz ifade edebilmek için ciddî bir şiir kabiliyetine; Müslümanca bu hareketler içindeki âhengi resmedebilmek için mücerredi tasavvur edebilme istidadına ve her zaman üzerimizde büyüsünü hissettiğimiz zaman parçacıklarını kendi letâfetleriyle duymak için de mûsıkîşinas olmaya ihtiyaç vardır. Benim böyle bir istidat ve kabiliyetim olmadığına göre, ihtimal bu perişan sözlerimle mü'minlere ait zamanın o nurefşân çehresini karartmış bulunuyorum. Eğer bu perişan beyanlar söz üstatlarını harekete geçirme vazifesini görecekse, dolayısıyla maksadın hasıl olduğunu düşünerek teselli de olabilirim...
İşte böyle bir teselli ile mü'min ufkunda zamanı hecelemeye devam ediyorum: Derken zaman akar, saatler saatleri takip eder; biz yorgun, gündüz yorgun, güneş solgun; bir sürü tebeddül, tagayyür, ümit ve inkisar çağrışımlarıyla birdenbire ufukta ikindi beliriverir. "Salât-ı Vustâ" farklılığıyla bize gürül gürül bir "hazır ol" çeker.. cismânî bitkinliğimizi atabilmemiz için ruhlarımıza "revh u reyhan" ufkunu gösterir; bizleri yorgun olmayan dakikaların ferahfezâ iklimine çağırır ve gönüllerimize, gurupta renk atmış güneşe bedel, bir ezelî ışık kaynağından kâse kâse ziyâ içirerek ebediyet iştiyakıyla yanıp tutuşan ruhlarımızı ufuk ötesi âlemlerin sihriyle baş başa bırakır. Böylece, günün son çeyreğinde seccadelerimizle bir kere daha selâmlaşır; selâmlaşmak da ne demek, koklaşır; onlara yüz sürer; ses, soluk ve sızlanışlarımızı emanet eder.. ve ayların, güneşlerin, yıldızların, emrine âmâde bulundukları Zât'ı, bütün varlık adına ve insanî ufka yaraşır şekilde elpençe divan durarak tazimde bulunur.. bu tazim ve tebcîli rüku ile derinleştirir.. secde ile kendi uzaklığımızı aşarak O'nun yakınlığına yürür.. ve böylece ufkumuza damlamaya başlamış akşamın alaca tahassürlerini O'nun huzuruyla ve huzurunda bulunuyor olma ümidiyle yumuşatır; vedâ rengine bürünen hicranlı gün bitimini yeni bir vuslat faslına çevirerek o Ulu Dergâh'ın kapısını tıklatıp "Biz geldik" şeklinde mırıldanır ve herkesin iç içe yalnızlıklar yaşadığı saniyelerde inşirahlarla, sevinçlerle soluklanır ve ciddî bir iç temâşâ ile ufkumuzun enginliğine dalar gideriz. Biz, bu ledünnî dalgınlığı yaşayaduralım, yoğrük bir eda ile dört bir yanda akşam ezanları yankılanmaya başlar. Sevinci tasasına galip bu gurup gurbeti esnasında, minarelerden yükselen semâvî sesler nazla gelip içimize akar ve sinelerimizde bir kurbet çağrısı gibi duyulur. Biz bu çağrıda hemen her zaman bir göç ve intikal edası hissederiz; hisseder ve gündüzden geceye, hareket ve faaliyetten sükûnete, değişik aktivitelerden istirahata geçişi bedâhetin çehresinde okuduğumuz gibi, dünyadan ukbâya, hizmet ve vazifeden ücret almaya, cismâniyetin dağdağalarından rûhâniyâtın ferahfezâ iklimlerine göç edeceğimizi de işaretlerin dilinden dinliyor gibi oluruz. Bütün bunları duyup dinlerken, sürekli gözlerimizden gönüllerimize ve gönüllerimizden de his, şuur ve idraklerimize sımsıcak mânâlar akar; akar da, bu olabildiğine nazlı ve hülyalı dakikalarda iç müşâhedelerimizle âdeta ayrı bir âleme açılıyor olmanın zevkini duyarız. Bir yandan her şeyin ve herkesin derin bir sükûnete teslim olmuş gibi sessizleştiği, diğer yandan zaman ve içindekilerin daha bir içli hâl aldığı bu kasvetli veya durgun gibi görünen saatlerde çok defa realitelerle hülyalar birbirine karışır.. varlık bütün hey'etiyle tıpkı bir hayalet hâlini alır ve insanlar da âdeta rûhânîlere dönüşür.
Yavaş yavaş koyulaşan karanlığın, mü'min ruhlarda çağrıştırdığı mânâlarla, gece ve gündüzün iltikâ noktası diyeceğimiz bu esrarlı dakikalarda, bir kere daha kendimizi, göklerin sihirli sesleri ve ötelerin esrarlı ışıkları arasında seccadelerin üzerinde buluruz. Biyolojik hayatın yorgunluğuna karşılık insanî ruhun günü ibadetle bitirme şevkiyle şahlandığı bu yeni fasılda, acz u ihtiyaçlarımızı daha derinden duyar, şevk u şükrü beraber yaşar ve Yaratan'ın ululuğu karşısında, tepeden tırnağa hislerle dopdolu olarak koşarız yeniden yüzümüzü yerlere sürmeye ve içimizi O'na dökmeye.
Derken, karanlıklar her tarafı kaplar; her şey daha bir lacivertleşir; çevremizdeki nesneler yavaş yavaş silinir gider.. ve işte o zaman arkada bıraktığımız gündüzü, ruhumuzdaki ebedî aydınlık ihtiyacıyla daha derinden hisseder ve bütün benliğimizle, her saati, her dakikası, her saniyesi sonsuz bir saadeti kazanmaya yetecek koskoca bir günün iyi değerlendirilip değerlendirilmediği mülâhaza, muhasebe ve telâşıyla oturup kalkmaya durur.. ve ebedî zulmet, mütemâdî yokluk ve daha bir sürü boşluğa ait seslerin, mâhiyetimizin nefsânîlik pencerelerinden içimize sızıp ruhumuzun üzerine çullanmasına karşılık, toparlanır ve "Nasıl olsa önümüzde upuzun bir gece var!" der, seccadelerimizde pusuya yatıp tecellî avlamaya çalışacağımız yeni eşref saatler beklemeye koyuluruz. Ardından da hepimizi derin derin düşünceye salan füsunlu gece gelir.
Sızıntı, Şubat 2003, Cilt 25, Sayı 289
.
Yıllar var hasret kaderimiz oldu. Bulunduğumuz yerde kalmaya hâlimiz müsait değil. Çırpınıp duruyoruz çaresizlik içinde. Dört bir yandan kuşatılmış gibiyiz ve düşürülmek istenen bir kaledekilerin heyecanını yaşıyoruz. İçte-dışta ihanet düşünceleri diz boyu; vefa beklediğimiz sinelerde kin, nefret ve hıyanet. Düşmanlık duygularıyla esirip duranların adedini Allah bilir; vefasız dostların sayısı ise ondan daha az değil. Hakk'ın gazabına çarpılıp rahmetinden mahrum kalma endişesi bazıları için ürperten bir his. Duygu, düşünce istikametini koruyamama, sürekli hâlden hâle girip durma ve bir kısım olumsuzluklar fasit dairesi içinde telâş yaşama her günkü hâlimiz. Ne mehâbet hissi, ne mehâfet duygusu, öldüren bir korku ile tir tir titriyor ve iç içe panikler yaşıyoruz. İnançlarımız zayıf; mârifetten hiç haberimiz yok; sağlam itikadın, mârifetle inkişaf eden imanın gücünden ne anladığımız belirsiz.
Ey Rab, gizli açık hâlimiz bu.. ve hâl-i pürmelâlimiz sana ayân; gaye, düşünce ve iç hesaplarımıza da Sen nigehbansın; bilirsin ne yapıp ne düşündüğümüzü. Ne yaptıklarımız ele alınacak gibi ne de düşündüklerimiz. Her yanımızda bir sürü yara-bere, muzmerâtımız ise mesâvi defterlerimiz gibi kapkara. İktidar ve iradelerimiz Sana emanet. Çaresizliğimiz her hâlimizden belli. Her zaman iç içe hayretler yaşıyor ve bir türlü isabetli karar veremiyoruz. Yaptıklarımız sadece bizim ve bugünün değil, bütün bir tarihin yüzünü karartacak kadar çirkin ve olabildiğine geniş alanlı. Hâlimiz, mâzimizle mukayese edilince simsiyah ve gelecek adına ümitlerimizi alıp götürecek kadar da belirsiz, bulaşık ve iç bulandıracak mahiyette. Yürüdüğümüz yollar yürünür gibi değil. Yol dediklerimiz patikadan farksız. Önümüzde bir sürü kapı; kapılar kapalı ve arkalarında da sürgü var. Varılacak nokta bilmem kaç konak ötede. Dertlerimiz en güçlü bedenleri bile yere serecek kadar amansız ve müzmin; sıkıntılarımız en uzun solukları kesecek ölçüde ciddî ve kronik. Öyle gurbetler yaşıyoruz ki emsali görülmemiş. Öyle hasretlerle kıvrım kıvrımız ki, benzeri sebkat etmemiş. Bir sürü garipleriz, bakmıyor kimse yüzümüze; âcizleriz yok elden tutanımız. Canımız çıkacak şekilde dört bir yandan sıkıştırılmış gibi bir hâlimiz var. Yakın kabul ettiklerimiz katmerli bir vefasızlık içindeler ki düşmanların kinini, nefretini aşkın; düşmanın iftirası, isnadı, tazyiki lütfedilecek sabra kalmış. Birbirimize karşı duyduğumuz kin, nefret, haset ve hazımsızlık vahşilerin vahşeti seviyesinde. Her olumsuzluk bizi bulunduğumuz noktadan aşağıya doğru çekiyor; kendimize takılıyor ve sürekli irtifa kaybediyoruz.
Ey Rab! Tam yolda değiliz; "dâllîn"den sayılmayacağımızı ümit ederim. Zihnî, fikrî, ruhî boşluklar içinde bulunduğumuz muhakkak. Anlayış ve düşünce fakirleri olduğumuzda ise hiç şüphe yok. Kendi iç dünyamızla ayakta durduğumuz söylenemez. Fakr ve cehaletlerimizin yanında hele bir de tefrika zaafımız var ki hiç sorma.. Senin ölçü ve kıstasların muvacehesinde günahlarımız, tarihin en günahkârlarını arattıracak seviyede. Maruz kaldığımız musibetler, helâk olmuş kavimlerin başlarına gelenlere denk. Bütün bunlardan bir şey anlamayanlar serâzad ve çakırkeyf; anlayanların hüznü, kederi ise yürekleri çatlatacak ölçüde. Gelip gelip kendi ürettiğimiz problemlere takılıyor; yapalım derken yıkıyor ve kendi enkazımız altında kalıyoruz. Kötülük düşüncesine bağlı meyillerimiz tabiatımız hâline gelmiş ve olabildiğine azgın; iradelerimiz çelimsiz, yüreklerimiz de bomboş. Derdmend olanların his dünyaları perişan, sineleri çatlayacak gibi, duyguları feveranda, ama hepsi de çaresizlik içinde ve suskunluk murâkabesi yaşıyor: Hiddetlerini yutkunarak geçiştiriyor, öfkelerini "lâ havle"lerle atmaya çalışıyor ve ufku görünmez, upuzun karanlık bir vetirenin düşe-kalka yolcuları olarak düşerken "of" ediyor, kalkınca da sabır taşlarını bile çatlatacak yeni bir beklentiye giriyorlar.
Yıllar var, hep başkalarına bağlanıp kaldık ve affedilmeyen bir sürü günahlar işledik; Seni tanımama, kendimizi bilememe, dine vefasızlık, millet ruhuna da saygısızlıkta bulunma günahı. Oysaki Seni söylemeyen her şeyi unutmaya, Sana saygısızlık edenlerin üstüne bir çizgi çekmeye vicdanî ahd ü peymanımız vardı. Öyle davranamayıp ruhumuzun bütün kaidelerini yıktık; maddî-mânevî dünyamızın şeklini değiştirdik; millî ve dinî hayatımızın âhengini bozduk; derken bütün değerlerimiz bağı kopmuş tespih taneleri gibi sağa-sola saçılıp gitti. Kendi özümüzü inkâr ettik. Birer materyalist, natüralist mukallidi hâline geldik. Hevâ-yı nefsimize uyduk, akla hayale gelmeyecek hatalar işledik. Hatalarımızı sezemedik, günahlarımızı göremedik ve durumumuzun vehametini değerlendirerek bir türlü Sana yönelemedik.
Meçhul bir rıhtımdan yanlışa açılmamız üzerinden yıllar ve yıllar geçti. Bulunduğumuz yerden uzaklaştık, ama mevhum hedefe de asla ulaşamadık; sürüm sürüm yollardayız; ne dizimizde derman kaldı ne iradelerimizde fer. Azimlerimiz iki büklüm; kanatlarımız kırık; yol-iz bilmezlerin gurbet, hayret ve dehşeti içinde "Bir kapı" deyip inliyor ve vicdanlarımızda "Siz mi geldiniz?" şeklinde değerlendireceğimiz bir emare ve bir işaretin yankılanacağı "eşref saati" bekliyoruz. Beklerken de yer yer ettiklerimiz karşımıza dikiliyor ve tam ümitlendiğimiz bir sırada kendi kendimize: "Nerede o mazhariyet nerede siz?" diye mırıldanıyor; bir kere daha sendeliyoruz.
Ey Yüce Dost, seneler var ışığına hasret gidiyoruz ve kopkoyu bir gölgedeyiz; ne simalarımızda renk kaldı, ne düşüncelerimizde hayat. Kendi vehimlerimizin cinnetini yaşıyor ve sürekli kendi kendimizi mıncıklıyoruz. İki büklümüz, harekete geçip doğrulamıyor ve bir türlü beklenen yenilenmeyi gerçekleştiremiyoruz. Ektiklerimizi küfür fırtınaları tehdit ediyor. Yeşeren düşüncelerimiz nifak rüzgârlarının baskısı altında. Bir türlü ayaklarımız üzerinde duramıyor, bir türlü tevhid-i kıbleye muvaffak olamıyor ve bir türlü zihnî, fikrî teşevvüşten, ikilemden kurtulamıyoruz. Bir sürü başıboşlar hâline geldik; bu hâlimizle İslâm'ın çehresini karartıyor; çevremizdeki mütereddit ve mütehayyirleri de şüphelere sevk ediyoruz. Konuştuğumuz sözler, kalb ve kafa izdivacından doğmuş nesebi sahih beyanlar değil; yazıp-çizdiklerimize gönüllerimizin sesi diyemeyeceğim. Her hâlimizde ayrı bir ukalâlık ve iddia nümâyan. Çoğu hareketlerimiz mele-i a'lânın sakinlerini utandırmaya karşılık şeytanları sevindirecek mahiyette. Affına sığındık, bize nezdinden bir ışık gönder ve zulmetlerin oyununu boz ve bir Süleyman lütfeyle ki çevremizi saran bütün şeytanları zincire vursun.
İfritten bir devirdeyiz; dinde tahripler yaşıyoruz ki emsali görülmemiş. Milliyet düşüncesi en talihsiz yorumlar ağında olabildiğine derbeder; mânâ köklerimiz, insafsız hasımların darbeleri yanında vefasız dostların ihanetiyle de paramparça. Selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh isteyenler "Yâ mahşer" deyip uykuya çekilmiş; mânâya bağlı görünenlerse rüyalarla teselli olma peşinde; uyurgezerlerin haddi hesabı yok. Her yerde bir sürü günah işleyen arsız, bir sürü de bu arsızlığı seyreden hissiz var. Günahkâr tevbe bilmiyor, seyredenlerden de samimi bir ses yükselmiyor.
Senin yolundan ayrı düştüğümüz günden itibaren, bizi biz yapan bütün değerleri de bir bir yitirdik; yitirdik iman yolunu, İslâm'ın getirdiklerini, Cennet'e yürüme üslûbunu.. sonra da dağılıp döküldük ve ayaklar altında pâyimal olduk. Düşüncelerimizde boşluk, sözlerimizde tutarsızlık, tedbirlerimizde kararsızlık her hâlimizle âdeta bir sevimsizler topluluğu hâline geldik. Şimdilerde, her şey o denli alt-üst oldu ki, inayetin olmazsa Mehdi bile gelse bu işler düzelecek gibi görünmüyor...
Senden uzaklaşalı asırlar oldu; çok kapı tokmağı tıklattık, çok kimseye müracaat ettik. Perişaniyetimizi görecek, dertlerimize derman olacak kimse çıkmadı. Kaçkın olmanın hicabıyla beraber kimsesizliğin sefaletiyle de hep kıvranıp durduk; ama dahasına tâkatimiz kalmadı. Biraz da ıztırarların evirip-çevirmesiyle şu anda boynumuzda kulluk tasması huzurunda el-pençeyiz. Ben şimdilerde dahi Seni tam anladığımızı ve dergâhına gönülden yöneldiğimizi söyleyemeyeceğim -dergâhın uludur, kıtmir kulundur-. Anlayıp yönelebilseydik her şeyi hâle bağlar ve "hâlimiz ayân" der sükûtla içimizi dökerdik. Ama, mücrim de olsak, rahmetinin enginliğine çağıran Sen, günahkârların affına ferman çıkaran da Sensin. Dua adına konuşmamıza müsaaden olmasaydı, böyle bir teveccühe yeltenemez ve huzurunda içimizi dökme saygısızlığında bulunmazdık...
Ey Yüce Yaratıcı, bunca zaman yâd ellerde dolaşıp yabancılık yaşadıktan sonra sırtımızda yılların vebali, perişan bir dil, kırık bir kol ve kanatla nihayet kapına yöneldik -ben öyle sanabilirim- bir yandan mahcubiyet yaşarken bir yandan da Sana dönmüş olmanın sevinci içindeyiz. Huzuruna nasıl gelirsek gelelim gönüllerimiz Seni bulmanın heyecanıyla çarpıyor ve nabızlarımız da ümitlerimizin ritmiyle atıyor. İşte böyle bir ruh hâletiyle bütün duygularımızı Senin hakkındaki reca ve beklentilerimize bağlayarak "Meded ey keremler kânı, kaçkınları affet, ihtiyaçları zaruret kertesinde rahmete muhtaç olanları affet." deyip inliyoruz.
Yeis ümitlerimize çelme takma peşinde, düşüncelerimiz plânsızlığın cenderesinde ve hemen hepimiz müterakim ihmallerin doğurduğu bir çaresizlik içindeyiz. "Kimsemiz yok" diyemem; çünkü Sen varsın; tamamen nâçar kaldığımızı söyleyemem; zira Sen çaresizlerin çaresisin. Ey sevgisi bütün sevgilerin önünde Sultanlar Sultanı, bizi bir kere daha yakınlığına kabul buyur ve Senden hususî iltifat bekleyenleri kendi uzaklıklarıyla baş başa bırakma; bırakıp hicranla yakma. Bizden önce de binler-yüz binler kaçak yaşadı; sonra döndü bunlardan bazıları Senin merhametine el açtı; el açtı ve başını eşiğine koyup gözyaşlarıyla içini sadece Sana döktü. Sen de onların hepsini şefkat kurnalarında arındırdın, sonra da alıp hususî sıyânetinde barındırdın. Bunca yıl sonra bizler de, durmuş kapında Senin kulların olduğumuzu mırıldanıyor, iltifatta bulunup kabul ettiklerine teveccüh buyurduğun gibi bize de bir kapı aralayıp "Geçin içeriye" diyeceğin anı intizar ediyoruz.
Senin kapına yönelmek, gözden günahları, gönülden pasları silmenin biricik yoludur. Kapına yönelen mücrimleri sevgi ve merhametine konuk etmek Senin usûlündür. Sana yönelirken yol zâd u zahiresini ve kapına dayanıp durma iradesini de yine Senden bekliyoruz. İradelerimize fer, sinelerimize genişlik lütfederek bu uzun maratonu yüzümüzün akıyla bitirmeye bizi muvaffak eyle. Böyle bir lütuf yıllardan beri süregelen bir upuzun geceyi gündüzlere çevirecek ve bize hayatın görülüp duyulması gereken öbür yüzünü de gösterecektir. İsyanlarımız dağlar azametinde, kulluğumuz ölçülere gelmeyecek kadar küçük; ama Sen istersen damlayı derya, zerreyi güneş ve hiçleri de cihan değer seviyelere yükseltebilirsin. Senin rahmet kazanındaki bir damla Sultan Süleymanların bütün hazinelerinden daha değerlidir. Bütün varlık Senin cömertliğin sayesinde her istediğini rahatlıkla bulabilmektedir. Küçük bir teveccühün bütün dilencileri sultanlar seviyesine yükseltmeye yeter. Şimdi aç hazinelerinin kapısını ki dünya hükümdarlarının gözleri servet görsün; saç kendi bağının güllerini ki her taraf ıtriyat çarşısına dönsün. Gönüllerimiz, rahmetinin gazabına sebkat ettiği mülâhazasıyla çarpıyor, gözlerimiz bir ışık beklentisiyle açılıp kapanıyor. Devrildiğimiz ve bize ait her şeyi de devirdiğimiz günden beri bizi kaldırıp eski konumumuza yükseltecek inayetinin tecelli edeceği ümidi olmasaydı, asla ayakta kalamazdık.
Senden uzaklık her şeyimizi alıp götürdü; düşüncelerimiz ufuksuzluğa takılıp kaldı. Akıllarımız her gün ayrı bir fantezinin peşinde ve hezeyandan hezeyana koşup durdu. Kalblerimiz kendi özlerine rağmen karardı ve simsiyah kesildi; canlarımız gırtlakta, başımızı kapının eşiğine koyuyor Senden yeni bir diriliş dileniyoruz. Sergerdanlığımız riâyetine bir çağrı, tutarsızlığımız irade ve kudretine bir davetiye, yalnızlık ve gurbetimiz himayene bir sığınma dileğidir; bizi maiyyetine yükselt ve yakınlığınla şereflendir.
Ey Merhametliler Merhametlisi, hâlimizi sadece Sana açıyor, içimizi yalnız Sana döküyor ve son bir kere daha en içten iniltilerle engin rahmetinin kapısını tıklatıyoruz; tıklatıyor ve "Meded ey Kafile-sâlâr-ı rusül huz biyedî.!" diyoruz. Meded ey gizli açık her hâlimizi bilen.! Meded ey hayat ve kaderimize hükmeden.! Meded ey ilk kapı ve ilk-son mercî; Senden ayrı düştüğümüz şu meş'um dönemde hiç kimse imdadımıza koşmadı; feryadımızı duyup şefkatle el uzatan da olmadı; hep hicranla inledik ve hasretle yutkunup durduk. Eyyub'a hayatın ırmağının çağı göründüğü, Yakub'a Yusuf'un gömleğinden kokular gelip ulaştığı şu günlerde, tıpkı o hasretkeş Nebî gibi tasamızı, dağınıklığımızı Sana arz ediyor ve rahmetinin ihtizazını bekliyoruz.
Aslında, herkesin kapılarını yüzümüze kapadığı ve çığlıklarımıza kulaklarını tıkadığı dönemlerde dahi, Senin kapıların müracaat eden herkese açık, lütuf ve ihsanların sağanak sağanak, teveccühlerin de başımızın üzerindeydi.. yoldan çıkan biz, yolsuzluk yaşayan biz, ufkumuzu karartan da bizdik.. ey bizi hiçbir zaman terk etmeyen Rabbimiz, şu renk atmış simalarımıza, şu tekleyen nabızlarımıza, şu ritmi bozulmuş kalblerimize ve şu yürekler acısı hâlimize merhamet buyur da, içinde bulunduğumuz kahredici şu sıkıntılardan bir çıkış yolu göster ve dirilmemize izin ver.. çaresizlikle kıvranırken dahi ümitle çarpan sinelerimize, yaşlarla dolan gözlerimize, hacâletle kızaran yüzlerimize şefkatle teveccüh buyur, bir kez daha kapı kullarını bağışla...
Problemlerimizin bütün bütün çözülmez bir hâl aldığı, işlerimizin her gün biraz daha çetrefilleştiği, yapma teşebbüslerimizin bile yıkımlara sebebiyet verdiği ve iç içe yanlışlıklar ağına takılıp kaldığımız bir kapkara zamanda ey her hâlimize nigehban olan Efendimiz, ruhlarımıza, Zâtına sığınma ihtiyacını tam duyur, gönüllerimizi yakarış hissiyle coştur; solgun ve tadı-tuzu kalmamış dualarımızı hususî teveccühlerinle renklendirerek onları kabul ufkuna ulaştır. Âcizlere, fakirlere, muhtaçlara ve ihtiyaçları zaruret çizgisinde bulunanlara iltifatın türünden bizleri de teveccühlerinle sevindir. Ve bu bîçarelere çare ol. Kurtuluşumuz Senin hususî iltifatına kalmış; ümidimiz Sensin, beklentilerimiz de Sendendir.
Hatalarımız bütün denizleri kirletecek kadar cesim ve ürpertici; Sana karşı tavırlarımız mahvolmuş kavimlerin hâllerinden birkaç kadem daha ileri; kalbî, ruhî hastalıklarımız cüzzamdan, kanserden daha amansız; dertlerimizi dergahına açıyor, dermanı da Senden ümit ediyoruz. Sen kimsesizler kimsesi ve bizlerin melceisin. Senden başka ilâh yok ki ona el açıp yalvaralım. Kapından gayri kapı yok ki varıp ona dayanalım. Senden başka sığınak bilmiyor, Senden başka güç ve kuvvet de tanımıyoruz. Gören, bilen, duyan sadece Sensin; aç ufkumuzu ve bize kendimiz olma idrakini lütfeyle. Amellerimizi ihlâsla derinleştir ve ümitlerimizi de ye'sin insafsızlığına bırakma...
Sızıntı, Haziran 2001, Cilt 23, Sayı 269
.
Orada uzakta buğu buğu mazi kokan bir cami vardı. Aslında hemen her mescit, cemaati, gelip gideni ve Hakk'a açık ufkuyla yeryüzünde gökler ötesine en yakın bir mekan, ötelere bakan bir rasathane ve bir mânâda "Sidretü'l-Müntehâ" nın izdüşümü olsa da, o farklı cami -kerameti cemaatine ait- her zaman bağrından yükselip tâ dışarılara kadar akseden içindeki köpük köpük his tufanı, müdavimlerinin dupduru heyecanı ve harîminde sürekli duymaya alışık olduğumuz o aşk u şevk insanlarının âh u efgânıyla âdeta bir farklılığın remzi olmuştu. Harîmine girdiğimiz andan itibaren oradaki sesleri-solukları, tehlilleri-tekbirleri, gönüllerimizin muhabbetle köpüren hisleri gibi yumuşak, sımsıcak bulur ve âdeta kendimizi bir başka âlemde sanırdık.
Rengini, desenini, şivesini içindeki cemaatin sinelerindeki heyecandan, onların çehrelerindeki samimiyet ve nurâniyetten, ümit ve beklentilerindeki derinlikten alan bir mânâda o seyyar ve seyyal mâbed, her zaman bize annelerimizin kucağında duyduğumuz şefkati, babalarımızın azim ve kararlılığını, secde ile aydınlanmış çehrelerin ledünnîliğini ve Cennet yolunda olmanın lezzet ve halâvetini hatırlatırdı. Bizler hemen her cuma, insanların akın akın o mâbede koştuklarını görünce, âdeta kendimizi geçmişten gelip başımıza boşalan bir sürü hayal sağanağı altında sanır; içinde bulunduğumuz zaman dilimini aşarak gider geçmişin sırlı koridorlarında dolaşır.. yer yer mutlu geleceğimizi ümitle süzer, zaman zaman diriliş günlerimizi temâşâya dalar ve tadına doyulmadık hülyalarla banyo yapmış gibi olurduk. Doyamazdık o güzel insanlarla bir arada bulunmaya, kubbe ve duvarlarda yankılanan hıçkırık seslerine, sinelerden kopup gelen ve bakışlara akseden ümitlere ve altın çağlarımıza ait seslerin, sözlerin, mülâhazaların çiy çiy başımızdan aşağıya dökülüşüne. Hemen her cumalanışımızda gönüllerin sesi-soluğu diyeceğimiz heyecanlar, birleşik kaplar hesabı, ondan ona, ondan da bir diğerine boşalır gibi olur ve her sinede aynı seviyeye yükselir; derken, caminin içinde âdeta bir duygu tufanı yaşanırdı.
İç içe girerdi duygular, düşünceler ve dar gelirdi içinde bulunduğumuz zaman hepimize; yırtılır gibi olurdu yaşadığımız çağın kılıfı; dökülüverirdik ışıktan çağlara ve dinlerdik ruhumuzun sesinden kendi gönüllerimize ait altın neşideleri geçmişin dili, geçmişin şivesiyle. Çok defa mâbedden içeriye adımımızı attığımız andan itibaren, dört bir yanımızda bir sürü sihirli kapı aralanmış gibi olurdu; olurdu da duyardık beş yüz sene, bin sene önce yaşamış cedlerimizin "hay-hû"yunu; yüreklerimize ürpertiler salan nâralarını ve her yanda bir velvele olup yankılanan gülbanklarını. Unuturduk bu veba ve tâun çağının bütün olumsuzluklarını; unutur ve kendimizi bir itminan, bir serinlik, bir emniyet, bir şefkat ve bir güzellik ortasında hissederdik.
Zaman zaman oradaki o inanmış insanların mânâlı bakışları, duruşlarındaki mehâbetli havaları ve Allah huzurunda bulunuyor olma haşyetleri, mâbedin ötelere açık kendine has derinliğiyle birleşince, her şey öyle baş döndüren bir büyüye ulaşırdı ki, hemen çoğumuz kendimizi bir zirveye doğru yükseliyor veya bir zafere koşuyor sanırdık. O sihirli dakikalarda hemen herkes ruhunun derinliklerinde mânâsını kavrayamadığı bir neş'e ve bir sevinç hissederdi; derken kederler dağılır gider, sineler gamdan âzâde bir hâl alır ve bize ait günlerin bir yenisini daha idrak etmiş gibi hem mazi hem de gelecek olurduk. O esnada duyduğumuz her ses, her soluk bize, dupduru bir çocuk çığlığı gibi tesirli, bir aşk iniltisi gibi içten ve bir mûsıkî faslı gibi de heyecan verici gelirdi.
Ben, yıllar önce saf bir Anadolu insanı hissiyatıyla duyup tattığım o günkü ruh ve mânâyı, cami harîmini aşıp tâ sokaklara ulaşan o zamanki cûşiş ve heyecanı, hafızamda pırıl pırıl izler bırakan anlamlı görüntüleri, bugünkü mantık ve felsefemden onlara hiçbir şey ilave etmeden tazimle korumakta ve kendi kendime "Keşke o altın günler hep devam etseydi." hasretiyle inlemekteyim. İnlemekteyim ama, biliyorum ki, benim de içinde önemsiz bir çizgi veya değersiz bir nokta olarak bulunduğum o büyülü ve şeker-şerbet günleri artık geriye getirmek hiçbir zaman mümkün olmayacak; o birbirinden farklı haz ve zevk resimleri asla bir araya gelmeyecek ve bir açılıma merkezlik yapan o toplanıp dağılmalar kat'iyen bir daha geriye dönmeyecektir. Belki bundan sonra da pek çok mâbed yine dolup boşalacak, kubbelerde yine hak dostlarının sesleri yankılanacak, her yerde diller sürekli Hakk'ı söyleyecek; ama ihtimal ki, mebde'e ait o halâvet, o tarâvet ve o canlılık bir daha asla duyulmayacaktır.
Uzaktaki o camide, bize ait öyle bir terbiye, öyle bir nezaket ve teşrifat keyfiyeti hâkim idi ki, biz orayı her zaman muhteşem geçmişimizin birkaç kareye sıkıştırılmış bir vitrini gibi duyar, onun harîmindeki her sesi ve soluğu bir şiir gibi dinler, gelip kulaklarımıza çarpan âh u vâhı da cennetini yitirmiş Adem Nebi'nin feryad u figânına benzetirdik.. ve orada hep kendimizi söylerdik; söylerdik de bazen söz ve düşünceler öyle bir aşkınlığa ulaşırdı ki, yer yer Yakup Nebî gibi hasret ve hicranla sızlar, zaman zaman da Yusuf'a ait gömleğin kokusunu almış gibi sevinçlerimizi gözyaşlarıyla şiirleştirirdik.
O mâbedde bir araya gelen gönüllerin hemen hiçbirinde yeis ve inkisar yoktu, olmazdı da; dayanırlardı birbirlerine duygu ve düşünce tufanıyla ve bir set oluştururlardı ümitsizlik sel ve fırtınalarına karşı. Hele orada kin, nefret, gayz, hiddet ve asabiyete asla rastlanmazdı; zira kalbler selim, duygular dupduru, insanî münasebetler sımsıcak ve bakışlar da emniyet vadediciydi. O mâbedin harîmine bile günlük dedikodu, dünya ve ukbâ adına yararı olmayan, bizim "güft ü gû" dediğimiz hiçbir muzır mülâhaza sokulamazdı.
Orada insanlar her zaman sadece Hak mülâhazası ve Yaratan'ın hoşnut olması düşüncesiyle bir araya gelir, samimiyetle birbirini kucaklar, kendi aralarında alâka ve irtibatlarını yeniler; hep aynı dilden aşk u şevk besteleri söyler ve dinler, aynı havadan şefkat ve tefekkür nağmeleri mırıldanırlardı. Bir büyüsü vardı veya biz öyle sanırdık o mâbedin; bizim geçmiş dünyalarımıza, altın çağlarımıza, hatta göklere ve gökler ötesine açık hülyalı ikliminde insan oraya adımını atar atmaz, harîmindeki umumî hava hemen ona kendi boyasını çalar, hiss-i müşterek lisanıyla kendi sesinden bir şeyler fısıldar ve onu da kısa zamanda kendine benzetirdi.
Ben şimdilerde o dopdolu günleri hatırlayıp ruhumda canlandırınca, histen, heyecandan yana fakirlerden fakir, çok defa sisli-dumanlı bugünkü gurbetimle ürperiyor; kendime acıyor ve âdeta bir "dâüssıla" yaşıyorum. O zamanlar hep ulvî hislerle oturur kalkar, sürekli uhrevîliğe açık durmaya çalışır, Allah'a yönelen her gönülle yeni bir vilâdet neşvesi yaşar, çok defa çocuklar gibi sevinir ve her günü daha derin bir farklılık içinde duyardık. Görüp şahit olduklarımız, duygularımızı daha bir biler, basîretlerimizi keskinleştirir, ruhlarımızı inceltir; bizi Hak kapısının ayrılmaz bendeleri olmaya hazırlar ve âdeta hepimizi birer kulluk tiryakisi hâline getirirdi.
O cami günlerinin, hatta saatlerinin şiirini, mûsıkîsini dinleyen ve bunun hava gibi, su gibi, ekmek gibi aziz olduğunu duyup anlayan Hakk'a açık cemaatte de -kerameti onların böyle bir ruh hâliyle bir araya gelmiş olmalarında- ince bir anlayış, enderûnî bir nezaket ve derin bir irfan müşahede edilirdi: Herkes birbirini tıpkı güller gibi koklar, uzun zaman gurbet yaşamışlar gibi sarmaş-dolaş olur, iç çeker ve hasret giderirlerdi. Konuşmalarında hisli bir kalbin çarpışları gibi pürheyecan, tavırlarında karşı tarafı kırarım endişesiyle incelerden ince, yüzleri çiçekler gibi sürekli mütebessim, hep nazik ve enderûnîydiler.
Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün hafızamda hâlâ bütün canlılığıyla dipdiri duran o pırıl pırıl albümün hangi sayfasına baksam, gönlüm ürperir, gözlerim yaşlarla dolar ve "hey gidi günler" der inlerim. Çok uzak bir geçmişte de olsa, ne zaman hayalimde, o günkü cemaatin o mavimtrak ve semavîleri hatırlatan hâlleri belirse, günümüzün hiçbir şey ifade etmeyen kaskatı realitelerinden uzaklaşarak o ümit ve iman insanlarının arasına dalmış gibi olur ve âdeta ferahlarım. Hülyalarımdaki o günün canlı resimleri bana göre en olumsuz sesi-sözü, havayı-atmosferi bile evirip-çevirip yumuşatacak kadar derindi, sıcaktı, içtendi ve ledünnîydi.
Daha çok uhrevîlere benzeyen o saf ve duru insanların, sinelerini çatlatırcasına kendilerini zorlayan heyecanları, hıçkırıklarla mehâfet ve mehâbet resimleri çizen tavırları; ağlayan, kıvranan, bazen bu hislerini açığa vurmamak için yutkunan hâlleri, ötelere açılmış gibi derinleşen bakışları; kürsüye, minbere, kürsü ve minberdeki kimselere mev'ize ve hutbeler ötesi değişik şeyler fısıldayan temkinleri, samimiyetleri, o kadar derin, o kadar anlamlı ve o kadar sıcaktı ki, bunca yıl sonra ne zaman hayalimle o günlere açılsam, kendimi ruhanilerin içinde sanır ve "Meğer hayatın hakiki tadı, şivesi, lezzeti o günlerdeymiş.." derim.
Bir atmofser, ona tam uyulunca ve içine girilip bütün hususiyetleriyle teneffüs edilince vuzuha kavuşur, bize bir şeyler söyler, söyledikleri anlaşılır hâle gelir ve dinleyip temâşâ edenler için de bir mânâ ifade eder. Aksine, o atmosfer, içine girmemiş olanlara, ne bir şey söyler ne de bir şey duyurur. Evet, bizimle aynı havayı teneffüs etmeyenlerin ne o camiyi ne de içindeki cemaati kendi derinlikleriyle duyması mümkün değildir.
Ben o zamanlar, henüz genç denecek bir yaşta idim. Her şeyi bütün teferruatıyla düşünememiş olabilirim; ama, yine de o gelişmemiş avamca hislerimle, o günlerin ifade ettiği mânâyı, her şeyin akış istikametini ve o toplanmaların-dağılmaların vadettiklerini duyuyor gibiydim: Yeni bir sabaha doğru yürüyen bu insanların ufkunda peşi peşine gelecek akşamları, her yanı saracak zifiri karanlıkları ve arkasından da yine Allah'ın inayetiyle bütün engellemelere rağmen üst üste sökün edecek olan fecirleri ve geleceğin "fecir süvarileri"ni -Hakk'ın inayet ve rahmetine güvenim sayesinde- hissedebiliyordum. Evet, bir yandan bize ait o günlerin, mîadlarını dolduran güller gibi bir bir solacaklarını, her yanı kendine has deseniyle ürperten bir hazanın saracağını, ardından da yeni sürgünleri, yeni tomurcukları ve yepyeni edasıyla peşi peşine nevbaharların geleceğini tahmin üstü bir kanaatle sezer gibiydim.
O camilerdeki onca âh u vâhın kubbelere çarpıp anlamsız şeyler gibi yere döküleceğine; o kadar hasret ve hicranla sızlamaların heba olup gideceğine; öylesine gönülden iç çekip sızlanmaların zayi olacağına; o denli içten duaların kabul görmeyip reddedileceğine; akan gözyaşlarının boşluğa akacağına ve o aydınlık sinelerde köpürüp duran heyecanların cevapsız kalacağına ihtimal veremiyordum.. inancım tamdı, her zaman bir çağlayanı hatırlatan o his ve heyecan tufanının, o mütemadî içten bekleyiş ve ümidin, o kararlı duruşun ve sabır mantığının bir gün mutlaka kendi dilleriyle bütün dünyaya bir şeyler anlatacaklarına.. inanmıştım Rahmeti Sonsuz'un kapısında el-pençe divan durmuş, içini O'na döken kapı kullarının yakarışlarına O'nun cevap vereceğine. O her zaman vefalılara vefa muamelesinde bulunmuş, kendisine yönelen sadık bendelerini de asla inkisara maruz bırakmamış, sa'ye sarılıp hikmete râm olanların hep yanında olmuştu, oluyordu ve olacaktı. Eğer şimdilerde, uzak ve yakın yarınlar adına sinelerimiz ümitle çarpıyorsa, bu, O'na olan itimadımızdandır. Eğer bir kısım esbâb-ı âdiyenin çok büyük neticeler doğuracağını bekliyorsak bu da bizim acz ü fakrımız ve O'nun kudret ve gınâsındandır. O eski günlerde, camilerde bir araya gelen tertemiz gönüllere Cenâb-ı Hakk'ın hususî bir teveccühü olacağını hep bekledik, bekliyoruz ve bekleyeceğiz o zamanki hülyalarımızla ve şimdiki muhakemelerimizle. Zaten Hakk'ın kapı kullarına da o kapıda her zaman imanla, ümitle beklemek düşer.
Sızıntı, Ağustos 2003, Cilt 25, Sayı 295
.
Örnekleri Kendinden Bir Hareket
Bu yazıda, anlatılması bir vefa borcu, dile getirilmesi çok zor bir destandan söz etmek istiyorum. Ama bilmem ki, rüşeymleri, filizleri ve fideleriyle dünyanın dört bir yanını tutmuş önemli bir ihyâ hareketini bu ölçüdeki bir makale çerçevesinde ifade etmek mümkün olabilecek mi? Hiç zannetmiyorum... Bu konudaki bilgim videolardaki müşahedelerimden ibaret; olaya şehadetim duyduklarıma bağlı; kalemim karîhama esir; olup bitenlerin ifade edeceği mânâ bilmem hangi zamana merhun.. şimdi bu şartlar altında ne anlatılabilir onu siz söyleyin. Bu itibarla da, benim konu ile alâkalı yapıp edeceğim olsa olsa bir gül ya da bir çiçeğin resminde umum gülleri, çiçekleri anlatmaya yeltenme gibi bir şey olabilir. Bu ise, ölü bir gül resminde koca bir gülistan ve çiçek bahçesini, hem de her bir gül ve çiçeği özel deseni, farklı şivesi ve çarpıcı edâsıyla anlatmaya kalkışma olacaktır ki, böyle bir yolla gülistanın da, çiçek bahçesinin de ifade edilemeyeceği açıktır. Öyle de olsa, çağın bu destan hâdisesi adına kalb ve kalem erbabını harekete geçirmek için böyle bir cür'et izharına ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Bazı erbâb-ı himmetin "vira bismillâh" demeleri, konuyla alâkalı böyle bir perişaniyet sergileme sonucu gerçekleşecekse, bence maksat hâsıl olmuş demektir.
Öyle ise ifade ve üslûp ne seviyede olursa olsun çağın bu önemli hâdisesi mutlaka anlatılmalıdır; her şeyden evvel tarihe not düşmek ve bu kahramanlığı gerçekleştiren adanmışlara vefa borcumuzu edâ etmek için anlatılmalıdır. Aksine, çok kısa zamanda, dünyanın dört bir yanında duyulup hissedilen bu yumuşak esinti, bu sımsıcak hava, bu taptaze düşünce ve bu sevgi, hoşgörü meltemleri anlatılmazsa vefa, civanmertlik, diğergamlık gibi yüksek hasletlere karşı da saygısızlık gösterilmiş olur.
Bu hareket yazılacak ve üzerinde ciddî durulacak bir hâdisedir; birkaç düzine kara sevdalı, kimsenin düşünmediği ve akledemediği bir dönemde hasret ve hicran mülâhazalarına takılmadan, "gurbet" ve "yâd eller" demeden, hedef Hak rızası açıldılar dört bir yana; azimli, kararlı ve güvenle dopdolu olarak.. gönüllerindeki ülke tutkusunu, memleket sevdasını hizmet aşkıyla bastırarak. Allah yolundaki mücahedelerini, çok az insanın duyabileceği şekilde duydu, yaşadı ve peygamber havarileri gibi: "Girdik reh-i sevdaya cünûnuz..." (Nigârî) deyip yürüdüler mağriplere maşrıklara... Gençliğin, gençlik ruhundaki dünyevî arzu ve emellerin karşı konulmaz bir câzibe ile herkesi kendine çektiği, cismâniyetin insanî duygu ve düşünceleri baskı altına aldığı, hayatın o en mavimtırak demlerinde, değişik istek ve dürtüleri bastıran başka bir vuslat iştiyakıyla uçup gittiler âdeta her yana yüreklerinde ilk saftakilerin heyecanı. Bu uçup gidiş talihsiz bir dönemde rüyalarına giren yalancı bir dünya güzelinin arkasına düşmüş; ömür boyu hayâl avlamış, hicran yaşamış ve kendi benliğinden uzaklaşmış, ama hiçbir zaman menzil-i maksûda ulaşamamış o toy sevdalıların gidişi gibi de değildi. Bu gidiş yürekten, his, şuur ve irade ayaklı; ihlâs ve samimiyet derinlikli bir gidişti. Siz isterseniz buna, iman her zamanki dinamikleri, aşk u şevk tabiî hâlleri, adanmışlık mefkûreleri, Sonsuz Nur rehberleri, candan cânandan geçmişlerin kendilerini dünyaya anlatma cehdi de diyebilirsiniz. Evet bunlar, ne kendilerine takıldı, ne de önlerini kesen engeller karşısında dize geldiler; yüreklerinde renk atmayan tek sevda Hak rızası ve Hakk'a vuslat arzusu yürüdüler dünyanın en ücra köşelerine. Onlar yürüdü; yollar övündü, ruhânîler sevindi ve tabiî şeytanlar da dövündü... Yürüdüler ne atları vardı ne arabaları, ne silahları vardı ne de cephaneleri. Güç kaynakları, sinelerinde her zaman magmalar gibi köpürüp duran o müthiş iman ve heyecan, ufuklarında insanlığın mutluluğu ve tabiî rıza ve rıdvan; bahtları sahabî ve havârî bahtına eş; iffet ve ismetleriyle de ruhânîlerle kardeş bir tavra ulaştılar hemen fecrin arkasından; ulaştı, destanlık birer konu ve solmayan birer hatıra oldular.
Götürdüler ulaştıkları her yere sonsuzdan oluk oluk nur; tüttürdüler her yanda ocaklar; alevinde, korunda, dumanında huzur. Bozuldu zulmün, karanlığın büyüsü. Uykusu kaçtı ilhad yarasalarının ve homurdanmaya durdu karanlıklar bitevî.. körüklendi bir kez daha yalan, iftira, tezvir ocakları.. gemi azıya aldı kaba düşünce ve yobazlık.. fikir üzerine atlar sürüldü ve inanca öldüren pusular kuruldu. Ama nâfileydi bütün bu çırpınışlar; sarmıştı ışık her yanı; sarmıştı sonsuzdan gelen nurlar umum cihanı. Artık dem aydın ruhların demi, devran da onların devranıydı. Gerçi ortalık biraz toz duman, ufuklar da sisliydi; ama artık karanlık ve kaba düşüncenin büyüsü bozulmuştu.
Söz şimdi aydınlık ruhlardaydı. İnsanlık bunlarla yeniden kendini keşfedecek ve varlık hiyerarşisi içinde hakikî yerini alacaktı. Bu itibarla, onlar yolları gözlenen bir nesildi; gittikleri her yerde insanlık onları, onlar da tevazu ve mahviyet duygusuyla başları ayaklarının bulunduğu noktada Allah'ı tâzim ve insanlara saygı mülâhazasıyla sürekli iki büklüm, gözleri Rahmeti Sonsuz'un kapı aralığında ışık sağanaklarının sökün edeceği ânı bekliyorlardı. Günümüzün insanı konuyu nasıl değerlendirirse değerlendirsin onlar âtinin çocuklarıydı; nurlu geleceğin karnı da onların sırlarına gebeydi. Her biri kendi çapında birer diriliş havârîsi olan bu kutluların ellerinde dostluk buketleri, dudaklarında kardeşlik neşideleri vardı. Onların en keskin kılıçlardan daha keskin dilleri suyunu Kur'ân çağlayanından almış ve sözleri de uhrevî buutluydu. Bu sözler zulmetleri paramparça ediyor ama kimseyi yaralamıyordu; kulaklarda Kevser çağıltıları bıraksa da kimseye hasret yaşatmıyordu.
Aslında bunların ne ele ne de dile ihtiyaçları vardı. Çerağlar gibi parıl parıl simalarıyla görüldükleri her yerde Allah'ı hatırlatan bu temiz çehreler öyle büyülü idiler ki, onların hâllerinden süzülen mânâlar karşısında beyanın dili tutuluyor ve lisanlar da sessizlik murâkabesine dalıyordu. Onların ışığı değil, gölgeleri bile pervaneleri yakıyor ve nurları semtlerine uğrayanların gözlerini kamaştırıyordu. Biz "Hâlin yanında dilin, beyanın sözü mü olur.! Temsil konuşunca tebliğe hâcet mi kalır!" deriz ki doğrudur. Onlar bu doğrunun temsilcileriydi. Her zaman yeryüzünde yığın yığın güzel insan olmuştur; ancak bu sonuncuların edâ ve şivesi çok başkaydı. Onlara eşleri-menendleri yok diyemem. Ne var ki, "göster" denince de hemen bir şey söyleyemem. İhtimal, "bunlar ruhânîlere benziyor" der geçerim.
Bu aydınlık ruhları kime benzetirsek benzetelim, onların neşrettikleri nurlar sayesinde kupkuru çöller İrem bağlarına döndü.. pek çok kömür ruh, elmasa inkılâp etti.. taştan-topraktan tabiatlar, altın ve gümüş olma pâyesine yükseldi.. ve haklı olarak şimdilerde herkes onlardan söz ediyor; onların vadettikleri sevgi, kardeşlik ve hoşgörünün gerçekleşeceği günleri bekliyor. Bugün sadece, zulmeti-ziyayı birbirine karıştıranlar, hayatlarını cismâniyet mahbesinde geçirenler onların aleyhinde atıp-tutuyor.. yarasalar onlardan rahatsız.. kurtlar-çakallar onlara diş gösteriyor.. ve divanelerde tedirginlik var. Ben bütün bunları bir mânâda tabiî karşılıyor ve "herkes kendi karakterinin gereğini sergiler" diyorum.
Ne olursa olsun, şurada-burada bir sürü mum söndürene mukabil onlar, uğradıkları her yerde ışığa teşne gönülleri öteden nurlarla aydınlatıyor; temiz fıtratları eşya ve hâdiselerin perde arkasına uyarıyor ve bozulmamış seciyelere evrensel insanî değerleri duyuruyorlar.
Bir zamanlar Kur'ân sayesinde kıtalar arası engeller aşılarak kalıcı bir sevgi, saygı ve diyalog gerçekleştirildiği gibi, şimdilerde de bu kutsîlerin gayretleriyle yeni bir anlaşma ve uzlaşma zemininin oluştuğuna/oluşacağına inancım tamdır. İnsanlık geçmişte milletimizi hep gülen yüzü ve gülen talihi ile tanıdı; işte bu, günümüzde de bir kez daha niye olmasın ki.! Kaldı ki daha şimdiden, bu mefkûre muhacirlerinin uğradığı hemen her yerde, insanlar arasında âdeta bir sevgi seli çağlamaya başladı bile. Hemen her bucakta duyulur, hissedilir şekilde iç içe huzur ve itminan esintileri var. Dahası, her yanda âhenk ve istikrarın sarsılmaz blokajları diyebileceğimiz sulh adaları oluşuyor.
Kim bilir belki de çok yakın bir gelecekte, kendini yaşatma mefkûresine adamış bu hasbîler sayesinde, kalb-kafa bir kere daha sarmaş-dolaş olacak; vicdan-mantık birbirinin farklı derinlikleri hâline gelecek; fizik-metafizik kavgadan vazgeçerek kendi alanlarına çekilecek ve her şey kendi tabiatındaki güzellikleri kendi diliyle ifade etme fırsatını bulacak; teşriî emirlerle tekvînî esasların iç içeliği bir kere daha yeniden keşfedilecek; insanlar birbirleriyle gereksiz yere kavga etmenin nedâmetini duyacak; çarşıda-pazarda, mektepte-yuvada bugüne kadar bir türlü tam gerçekleştirilemeyen huzur atmosferleri oluşturulacak ve huzur esintileri duyulacak; ırz çiğnenmeyecek, namus pâyimal olmayacak, gönüller sürekli hürmet ve saygı soluklayacak; kimse kimsenin malına, ırzına kem gözle bakmayacak; kavîler âdil davranacak, zayıflar-âcizler insanca yaşama fırsatını bulacak; kimse zan ile tevkif edilmeyecek; kimsenin evi, iş yeri saldırıya maruz kalmayacak; hiçbir masumun kanı akıtılmayacak ve hiçbir mazlum ağlatılmayacak; ve herkes Allah'a karşı saygı duyup insanları sevecek.. işte o zamandır ki, cennetlerin koridoru konumunda olan bu dünya yaşanmasına doyulmaz bir Firdevs haline gelecektir.
Sızıntı, Ağustos 2001, Cilt 23, Sayı 271
.
Özündeki Sihriyle Bizim Dünya
Realitelerin boz-bulanık rengine rağmen, insafla bakanlarca bu dünya hâlâ önemli bir cazibe merkezi konumunda. Onu, yazı-kışı, güzü-baharı, gecesi-gündüzü, iklimi-tabiî örtüsü, insanları-kültür zenginliği ve maddî-mânevî atmosferi ile bütün cihanlara denk tutmak mübalâğa olmasa gerek.
Dünyanın hiçbir yerinde, geceler-gündüzler bu ülkede olduğu kadar büyülü, zaman burada hissedildiği kadar esrarengiz, mevsimler bu ölçüde ılık, tabiat da bu kadar canlı ve bu kadar yumuşak değildir. Cihanın en nâdide yerlerinde ve en müstesna coğrafyalarında gün gelmiş gündüzler matlaşıp sararmış, geceler karanlığa gömülüp ışıksız kalmış, günler birbirine karışıp bidüziye bir hâl almış; ama bu dünyada -tabiî görüp duyabilenler ve hayatını kalb ve ruh çizgisinde sürdürenler için- hiçbir şey eskimemiş, değişmemiş ve hele asla sihrini, cazibesini kaybetmemiştir. Aksine onda baharlar her zaman haşr u neşr nâraları atıp durmuş; yazlar rengârenk güzellikleriyle gelip gönül ufkumuza oturmuş; sonbaharlar monotonluğu yırtan nevhalarıyla dirilişe dayalı bir zevâli hatırlatmış; kışlar sinelerimizde aşk u hasret duygularını coşturarak ruhlarımıza yeni "ba'sü ba'de'l-mevt"ler fısıldamış ve bizi sürekli tabiatlarımızın emelleriyle buluşturmuşlardır.
Gönül adesesiyle bakıldığında bu ülkede gelmelerin-gitmelerin, değişmelerin-dönüşmelerin, farklılaşmaların-başkalaşmaların değişik mânâlar ifade ettiği görülür.. ve hayat her zaman in'itafları çok bir mecrada, olabildiğine yüksek bir debiyle özüne ulaşmak için tıpkı çağlayanlar gibi hep ebediyet endamlı mehip görüntüler sergiler durur. Sıkışıp daraldığında, gerilip debisini daha bir yükseltir ve aşar aşılmaz gibi görünen engelleri.. yürür köpüre köpüre havzında kendince.. kaynağından fışkırdığı gündeki safvetiyle; hatta daha bir arı-duru hâl alarak.. sonra çağlar ve hayat soluklar geçtiği her yerde.. yaşatır yaşamaya istidadı olanları ve koşar visâle sevgilisinden ayrı düşmüş bir âşık gibi.. derken erer vuslata, vuslatta ebedî huzura. Gönüllerimizde hayatın rengi, deseni, şivesi budur ama, anlamaz bunları anlamayanlar bizi; bizim mânâ köklerimizi, duyduklarımızı, düşündüklerimizi, mefkûre ve hedeflerimizi.
Aslında, bizim dünyamızda doğup büyümek, kökleri geçmişin derinliklerinde bulunan onun ruh ve mânâsını duymak bir imtiyaz ve bir bahtiyarlıktır. Böyle bir imtiyaz ve bahtiyarlığı tam sezebilmek, biraz bu dünyanın ruh ve mânâsı sayılan o zengin mirasımızın takdir edilmesine, biraz da ona, Mecnun'un Leylâ'ya baktığı gibi bakılmasına bağlıdır. Gönüllerdeki aşk u iştiyakı; güzellik, melâhat, endam ve tenasüp karşısında parlayıveren bir kor veya tutuşan bir çerağ diye yorumlarlar; bu yaklaşım doğru olsa da eksiktir; zira en büyük aşklar her zaman ruh inceliği, duyarlılık ve ihsas derinliğiyle mebsûten mütenasip inkişaf edegelmiştir. Kaba ve duyarsız ruhlar bazı şeylere karşı temayül izhar etseler de kat'iyen sevmesini bilemezler. İhsasları körelmiş kimseler her zaman aşk u iştiyak deyip dursalar da asla vefalı olamazlar. Herhangi bir şeyi sevmek onu doğru tanıyıp duymaya bağlıdır. İç hususiyetleriyle tam bilinmeyen güzellikler insanlar üzerinde muvakkat bir alâka uyarsa da ebedî irtibat vesilesi olamaz.. bu kabîl alâkalar gelip geçici heyecanlara sebebiyet verseler de birer aşk kıvılcımı hâline gelemezler.
Allah'ı bilmeyenler O'nu hiçbir zaman sevemediler/ sevemiyorlar. Peygamberini gerektiği gibi tanıyamayanlar O'na karşı saygılı olamadılar/olamıyorlar. Bu ülkeyi sırf coğrafî bir çerçeveden ibaret görenler de vatan sevgisinin ne demek olduğunu bilemiyorlar; bilmeleri de mümkün değil. Herhangi bir toprak parçası yeraltı-yerüstü zenginlikleriyle kıymet kazandığı gibi; bir ülke de mânâ kökleriyle ve geçmişten tevârüs ettiği değerlerle yükselir; gelir gönüllere taht kurar. Onu bu ölçülere bağlı duyup sevenler "ülkem" der oturur-kalkar ve hummaya tutulmuş gibi hep "dâüssıla" ile titrer dururlar.
Gerçi, çöl bile olsa, hemen herkes doğup büyüdüğü, suyunu içip havasını teneffüs ettiği ve âşina olduğu yerleri sever; oralara karşı daha bir derin alâka duyar. Ama bizim kendi dünyamızla alâkalı aşk u iştiyakımız, sırf orada dünyaya gelip, orada neş'et etmemize bağlı değildir. Biz, içinde doğup büyüdüğümüz yerleri bize vilâdet mahalli olmasının çok çok ötesinde ve başka yerlere kâbil-i kıyas olmayacak şekilde ayrı bir derinlik ve ayrı bir büyüyle duyar; bağrında bulunduğumuz zaman, onu annelerimizin sineleri kadar sıcak hisseder; ayrı kaldığımız durumlarda da hep hasretle hatırlar, iç zenginliklerine, tadına, şivesine ve sihirli coğrafyasına derin bir özlem duyarız. Ona bizim ufkumuzdan bakmayanlar ve onu derinlikleriyle tanımayanlar, daha doğrusu bizimle aynı memeden süt emmeyenler, onun bu büyülü derinliklerini hiçbir zaman anlayamazlar; anlayamamışlardır da.
Kim onu nasıl duyup nasıl yorumlarsa yorumlasın, biz bu sihirli dünyada, cihanın en muhteşem coğrafyalarında bulamayacağımız güzellikleri bulur, kendi zenginliklerimizi duya duya yaşar, kendi şivemizin sihriyle büyülenir ve her günkü basit hayat içinde madde ötesi ne derinlikler ne derinlikler temâşâ ederiz! Aslında hemen hepimiz, hem bugünümüzü, hem gelecek adına beklentilerimizi, hem de kendi hayat felsefemizi ve geçmiş zenginliklerimizi, bunları çağrıştıran izler, işaretler ve emareler arasında daha bir derince duyar ve daha bir farklı şekilde hissederiz.
Evet geçmişin zevk ve telâkkilerine göre örülmüş bir mimarî doku karşısında; inanç, duygu, düşünce ve estetik anlayışımızı resmeden bir dekorla yüz yüze geldiğimizde; soylu bir tarihin ölümsüz işaretleri sayılan mâbetler, medreseler, zaviyeler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar ve bedestenlerin sırlı dünyasına açıldığımızda geçmişimize ait ruh ve mânânın sağanağına tutulmuş gibi olur ve olduğumuzdan daha fazla bir vüs'ate ereriz; ereriz de işte o zaman hislerimiz, gider heyecanlarının serhaddine ulaşır.. ruhî melekelerimiz, tahayyül gücümüz, zaman üstü mülâhazalara yükselir ve hemen hepimiz âdiyat türünden duyduğumuz şeylerin yanında olağanüstü sesleri, sözleri duyabileceğimiz bir ufka ulaşır ve düşünce dünyamız itibarıyla, dünün, bugünün, yarının halitasından, fakat bu zaman dilimlerinden hiçbirine uymayan, ama hepsinden bir kısım çizgiler taşıyan daha sihirli bir dünyanın göbeğinde buluruz kendimizi. Derken her şeyi ile bizim olan bu dünyada her nesne, her renk, her desen ve her şive değişerek âdeta bir başka hâl alır: Gurup etmiş gibi görünen güneş yeniden doğar.. mehtap, yıldızlar, arşı seyahate çıkmış gibi dolaşır başımızın üstünde ve bize gülücükler yollar.. her taraf üzerimize tebessümler yağdırmaya başlar.. ve yıllanmış karanlıkların büyüsü bir kez daha bozulur; bozulur ve aydınlık ordusu karşısında zulmetler üst üste bozgunlar yaşamaya durur.. bahar nâralar atar, bütün güzelliklerini ortaya döker.. kurumuş gibi görünen çeşmeler gürül gürül akmaya başlar.. bulutlar eğilir arzı kucaklar; otlarla, ağaçlarla konuşur.. yağmur solmaya yüz tutmuş her yeri şefkatle okşar geçer.. rüzgârlar bir toy-düğün havası içinde gelir hepimizi ve her nesneyi tatlı bir serinlikle kucaklar.. dağlar-taşlar, her yanda ötüşen kuşlar bize görüntü, ses ve nağmelerden ne armağanlar, ne armağanlar sunarlar; sunar ve yaşadığımız zaman dilimi içinde daha önce yaşanmış olan ve yarınki hayat adına da yaşanması düşlenen ışıktan günlerin kıvrımları arasında hiçbir zamana ait olmayan, ama bütün zamanların özü-usaresi sayılan ruhtan, mânâdan bestesiz ve güftesiz en enfes mûsıkîler dinletirler.
Ben ne zaman, iman ve ümitlerimin ışığında bu mübarek dünyayı düşünsem, kendi kendime, "İşte mânâ ve iç güzellikleri itibarıyla serhaddi olmayan, aşkın, büyülü ülke.." der, onun içinde bulunuyorsam talihime tebessümler yağdırırım; uzaklarda isem, derin bir iştiyak ve "dâüssıla" ile inler hayalimin menfezlerinden onu temâşâya koşarım; koşar ve hasretlerimden sıyrılmaya çalışırım. Bana göre o her zaman, en güzel ülkelerden daha güzeldir. Bütün dünyayı kirletebilen çirkinliklerin işgaline uğradığında dahi hiç değişmeden güzeller içinde her zaman bir tane olarak kalabilmiş ve müşârun bi'l-benân (parmakla gösterilen) bir ülkedir.
Evet, hiçbir şey onun mânevî ufkunu kirletmemiş ve hiçbir levsiyât iç safvetini bulandıramamıştır. Zaman gelmiş kinler, nefretler, gayzlar, hizip kavgaları her yanı sarmış, demokrasinin kolu kanadı kırılmış, hür düşünce öldürülmüş, iman, İslâm ve Kur'ân en vahşi saldırılara maruz kalmış; her yerde hazan yelleri esmiş; bağlar bahçeler bozulmuş, çiçekler renk atmış, güller yasa gömülüp kan ağlamış; en taze fidanlar kırılmış, en gür selviler devrilmiş; hazan vurmuş ve yapraklar savrulmuş; ama bu dünya, o derinlerden derin iç zenginliği, mânevî deseni, ruh ve mânâ gücüyle hep rengârenk olarak kalmış; kendi evlâtlarına gülücükler yağdırmış, onların ağlamalarını tebessüm fasıllarıyla tadil etmiş, realitelerin acı ve sert fırtınalarını özünün ümide açık büyüsüyle yumuşatmış ve en cehennemî hâllerde dahi sinesine sığınanları sırlı bir "berd ü selâm"la serinletmiştir.
Bu ülkede kendine yer arayan, düşmanlık, husumet, kavga ve nefret gibi yabancı ve kafirce düşünceler hiçbir zaman onda daimi ikamete muvaffak olamamış; ihtilâf ve iftiraklar da hedeflerine ulaşamamışlardır. Gayz, nefret, sevgi ve mülâyemete yenik düşmüş; haset ve ihtiras kendi kendini yiyip bitirmiş; varlık ve bekâsını bu türlü duygulara bağlayan talihsizler de asla payidar olamamışlardır. Kirler ve kirliler geldikleri gibi savulup gitmiş, sonunda orada sadece ve sadece hakikî insanlar ve insanî değerler baki kalmıştır.
Gerçi bazen, hemen hepimiz, beklenmedik bir kısım hâdiselerden rahatsızlık duyarak, güzel ülkemizde bu kabîl şeylerin olmamasını dilemiş ve "Nasıl oluyor da kalbe ve ruha açık bir dünyanın insanları, hem de o zengin tarihî miraslarına rağmen bu kadar kalbsiz ve hissiz olabiliyorlar?" diye hayıflanmışızdır. Ancak bu mülâhaza ve ona sebep olan durum uzun sürmemiş, vakt-i merhunu gelince, her şey yeniden olması gerekli şekli almış; kalb hareketlenmiş; ruh kendi şivesiyle konuşmaya başlamış; hissizlik yerini duyarlılığa bırakmış ve her şey bir kere daha özündeki edâya ulaşmıştır. Aslında bizler ara sıra onun ufkunu karartan sis-dumanı hesaba katmayacak olursak o, bütün zamanların lezzet, tat, şive ve güzelliklerini birden bize sunacak kadar büyülü bir zenginliğe sahiptir: Biz her zaman onun sabahlarında nevbaharları koklar; gündüzlerinde yazın rengârenk güzelliklerini temâşâ eder ve guruplarında da en tatlı hüzünlerle sonbaharları duyarız. Onda her zaman sihirli görünen gece ve gündüzler, bin bir nazla değişip duran mevsimler öyle taze, öyle ince ve öyle yumuşaktır ki, onları duya duya, koklaya koklaya âşinası olmuş gönüller, her sabah bir yeni güne uyanırken, en tatlı bir sesle "ba'sü ba'de'l-mevt"e çağrılıyormuşçasına yerlerinden fırlar, ezan ve temcit sesleri eşliğinde kendilerini cennetlere uzayan bir şehrahın ortasında bulurlar.
Bizim hislerimiz açısından bu dünyada her şey, çok defa tam sezemediğimiz bir büyüyle hep tül pembe görünür. Onun hiçbir zaman renk atmayan mânevî deseni; insanlarının gönül safveti; büyük çoğunluğun yerinde duruşu ve göz dolduran tavırları; çarşı-pazarının geçmişten tevarüs ettiği soylu çizgileri; cami ve minarelerinin, revak ve şadırvanlarının büyülü görüntüleri; mâbet harimlerinin hemen hiçbir zaman değişmeyen o sımsıcak atmosferleri; şadırvan başlarında "hû hû" deyip abdest alanların, damla damla revaklara boşalan kuş cıvıltılarıyla karışıp bir koro teşkil etmeleri; teşkil edip içimize akması gibi durumları ve daha değişik büyülü hususiyetleri kâmil mânâda ancak bu ülkede görmek mümkündür. Ne var ki bunun böyle olduğunu duyabilmek de çok defa herkese müyesser olmamaktadır. Böyle bir duygusuzluk onlara Allah'ın bir mekri olmasa da, haklarında bir mahrumiyet emâresi olduğunda şüphe yoktur. İhtimal bu bahtsızlar, ara sıra biraz serince esen rüzgârlara, sertçe esen hazana, mevsimsiz kara-buza, doluya-tipiye-borana tutulduklarından dolayı bu Cennet köşesini, muvakkat hâdiselerin ekşi yüzüyle yorumluyorlar..!
Oysaki bu kabîl şeyler hep gelip geçicidir; muvakkaten ufkumuzu karartsalar da geldikleri gibi gider ve yerlerini bu dünyanın özündeki o pırıl pırıl tılsımlı güzelliklere bırakırlar; bırakırlar da her taraf yeniden kendi tabiatının sihirli endamıyla tüllenmeye başlar.. ve bir anda bütün gönüllere huzur ve inşirah veren bir sihir kaplar her yanı. Derken ufkumuzdaki bütün sis ve duman silinir gider.. gökyüzü bir baştan bir başa bembeyaz bahar bulutlarıyla dolar.. yağmur yağmasa da çiy olur ve yapraklar üzerine çöken tozun-toprağın yerini gelir şebnemler alır. Şafakları şafaklar takip eder ve ufukta gönüllerimizin diline aşina beyaz çehreli günlerin yüzü görünür; görünür de ovalar-obalar, şehirler-köyler, sokaklar-çarşılar bütünüyle mânevîleşir.. ve mânevîleşen bu dünya ötelerin koridoru hâline gelir. Duyuşlar, sezişler daha bir koyulaşır ve böyle bir duygu tufanının içimize boşalttığı incelik, şefkat ve şiirin seviyesi idraklerimizi aşar; arzu ve hülyalarımızla realiteler arasındaki uçurumlar bir bir kapanır ve bazı rüyalarda olduğu gibi artık hayatı istediklerimize göre duyar ve yaşarız. Düşünce ufuklarımız Cennet yamaçları gibi renklenir.. somurtkanlaşan duygularımız, kuruyup çatlayan gönüllerimiz, kuraklıktan renk atan çiçekler gibi yıkılmak üzere olan ruhlarımız sûr sesi almışçasına derlenir-toparlanır ve kendi ufkuna doğru yürür.. her şey ve herkes farklı bir duruşa geçer ve diriliş nâraları atmaya başlar...
Kendi vatanında vatansızların hasret ve hicran yaşadığı dönemlerde, ben hep gönlümün pencerelerinden içime akan bu dünyanın bu tür büyülü güzellikleriyle meşgul oldum ve onun çehresinde hep farklı şeyler okudum. Ümitlerin kapkara düşüncelere yenik düştüğü şu günlerde dahi, içimden kopup gelen, bana his ve inanç dünyamın esrarını söyleyen enfes bir mûsıkî dinliyor gibiyim. Her zaman ümit ve imanıma bağlı tutmaya çalıştığım gönül dünyamda tatlı birer hatıraya inkılâp etmiş bütün o muhteşem mâzimi ve bir gün mutlaka geri geleceğinden hiç şüphe etmediğim şanlı geleceğimi gönül gözlerimle temâşâ ediyor ve zamanın bu iki kanadıyla alâkalı en enfes görüntüleri, en bayıltıcı renkleri, en göz kamaştıran ışıkları birden duymaya çalışıyor ve hâlihazırdaki durumun onca darlığına rağmen, kalbî ve ruhî hayatım itibarıyla en geniş meydanlardan daha geniş alanlarda tenezzühe çıkmış gibi bir rahatlık hissediyorum. Günümüzdeki bütün sevimsizlikleri zamanın yorumlarına ve gelecek adına vesile-i ümit sayılan aydınlık nesillerin takdirlerine havale ederek, inanç, ümit ve hüsnüzannımın ışık, gölge ve meltemleri arasında gelip gidiyor, Allah'a itimat ve yakînimin araladığı menfezlerden -kapı aralığından diyebiliriz- tam net ve vâzıh görünmese de, müstakbel bir saadetin duygularımı okşadığını hissediyor ve bir zamanlar insafsızlığımıza kurban giden ruhumuzun ölüm döşeğinde, şimdilerde tarihin yüzünü karartan bir kaba ve karanlık düşüncenin can çekiştiğini müşahede ediyor ve ona yakılan ağıtları ruhumun derinliklerinde tarihin diriliş neşideleri gibi dinliyorum.
Sızıntı, Temmuz 2001, Cilt 23, Sayı 270
.
Ey Rab! Senin dualara icabet etme mecburiyetin yoktur; ama bizim ona ihtiyacımız hissettiklerimizden de çoktur. Bütün dileklerimizi kabul buyur ve bunları kabulünü vicdanlarımıza duyur; aç ve yalnızlıkla tir tir titreyen kalblerimizi iman ve itminanla doyur. Ciddî bir yol almış sayılmasak da yıllar var hep yollardayız. Ufkumuz gam ve kederle tülleniyor. Önümüzdeki engebeler beşer takatini aşkın görünüyor. Ümmet-i Muhammed (aleyhissalâtü ve't-teslîmât) perişan, derbeder ve ızdırap içinde.. Müslümanlık gelenek ve göreneklerin darlığına mahkum.. ibadet ü tâat kültür televvünlü.. duygular, düşünceler fantezilere emanet.. mücadelelerin esası da çıkarlar, menfaatler, ırkî mülâhazalara dayalı. Ölenler bir hiç uğruna ölüyor, öldürenler işledikleri cinayetleri mücahede sayıyor.
Ey Rab! Elimizden tut, dostlarının yüzüne baktığın gibi bize de rahmetinle teveccühte bulun.. iç dünyamızı varlığının ziyasıyla nurlandır ve bizi Sensizliğin zulmetlerinden, zindanlarından halâs eyle; halâs eyle ve eşiğine baş koymuş kapının şu sadık kullarını yalnız bırakma. Senden kalblerimize ışık, iradelerimize güç, düşüncelerimize istikamet, niyetlerimize de hulûs istiyoruz. Bizleri iç dünyamızla yeniden inşa ederek ruhlarımıza ahsen-i takvîm sırrını duyur. "N'olur ya Rabbî, n'olur ya Rabbî, neyin noksan olur ya Rabbî." (M. Lütfî) Rahmet Senin sıfatın, inayet âdetin, af şanın; bizler de o rahmet, o inayet ve o mağfirete muhtaç kullarınız. "Kerem kıl, kesme Sultanım keremin bînevâlerden/Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedâlerden." (M. Lütfî) Senin kapının genişliği başımızı sokacak başka kapı aramaya ihtiyaç bırakmamıştır. Başımızı o kapıdan içeriye sokabildiğimiz kadar sokuyor, sesimizi edep ve temkinle kalibre ediyor ve Senden arızasız ibadet ü tâat adına bir güç, masiyetler karşısında sarsılmayacak sağlam bir irade ve musibetleri iyi değerlendirebilecek bir idrak ve bir basiret istiyoruz. İstediklerimizi ver ve bizi kendi darlığımıza mahkum etme.
Biz her şeyimizle Seniniz; Sana hamd ü senâda bulunuyorsak, Senin lütfettiğin uzuvlarla bunu yapıyoruz; kulluğuna koşuyorsak, boynumuzdaki acz ü fakr tasmasının gereğini yerine getiriyoruz. Bunlar Sana göre değil, bizim tutarsızlığımız çerçevesinde çırpınışlar.. evet, nerede Senin ululuk ve azametin, nerede bizdeki kulluk? Nerede o altından kalkılmaz lütuf ve ihsanlar, nerede bizdeki o kırık kol ve kanatlar?..
Ya Rab! Önümüzdeki şu upuzun hayat yolculuğunda, bizi kendi idrak ve ihsaslarımızın darlığıyla baş başa bırakma; akıllarımızı inhiraf ve sürçmelerden, nefislerimizi cismânîliğin baskılarından, gönüllerimizi de hevâ ve heveslerin öldürücü oklarından sıyânet eyle. Kapının kullarını; ilimde kibr u gururdan, ibadette riya ve gafletten ve duygularına renk attıran ülfetten koru. Senin yolunda yürüyor gibi görünüp Senden uzaklaşmak, kurbet atmosferinde iç içe firkat yaşamak, hep rızadan söz edip gazap arkasından koşmak ne acıdır! Sen bizi kazanç yolu sanılan bu tür haybet vadilerinde ömür tüketmekten muhafaza buyur.
Rabbimiz! Senin bize sahip çıkıp sıyânet etmen, düştüğümüzde tutup kaldırman, kirlenen mâhiyet-i insaniyemizi sık sık yıkayıp, arındırıp nezdindeki gözü sürmeliler arasında kabul buyurman, Zât'ın için bir nakîse sayılmaması yanında bizim için çok şey ifade etmektedir. Gerçi cürüm cürümdür ve ceza ister. Biz de öyle bir cürmün prangalı mahkumları sayılabiliriz. Ne var ki Sen, azap edecek pek çok kimse bulabilirsin; fakat biz, affedecek birini asla bulamayız. Ey affı tecziyesinin önünde rahmet tahtının sultanı! Bizi bir bilinmez ve bulunmaza bırakarak tazib etme. Eğer bir zaman Senden kaçıp -aslında kaçınılmazdan kaçmışız- akla-hayale gelmedik levsiyâta girdi, mâhiyet deformasyonları yaşadı, haddimizi bilmezlik edip Sana baş kaldırdı, hevâ u nefislerimize uyup kirlendi ve kendimize kıydı isek -ki bu ahsen-i takvîm dilrubâları için bir intihardır- şimdi bin bir çaresizlik içinde, ama ihtiyaçlarımızın şuurunda olarak, boynumuzda hâkimiyetinin tasmaları, ayaklarımızda ıztırar prangaları, ellerimiz göğüslerimizde günahlarımızı itiraf ediyor; bir kez daha kapının kulları olduğumuzu mırıldanıyor, "merhamet" deyip inliyor ve ululuğuna yakışır bir muamele bekliyoruz.
Bizleri bağışla, öyle bir dünyada hayata gözlerimizi açtık ve öyle bir âlemde yaşıyoruz ki, önümüzde tuzak, arkamızda tuzak; uğrayıp geçtiğimiz her yerde nefis, şeytan ve aynı takımdan binlerce ifrit ağını germiş av bekliyor; yol boyu yüzlerce fitne ocağı ve isi-dumanı gelip sinelerimize oturuyor. İnayetine ihtiyacımız açık, çaresizliğimiz her hâlimizden belli; bizleri yara-bere almadan hedefe ancak Sen ulaştırabilir ve bugüne kadar elli defa çatlamış, kırılmış ruh dünyamızı da ancak Sen tamir edebilirsin. İçimizi Sana döküyor, kusurlarımızı Sana açıyor ve bize yeniden insan olma yollarını göstermeni diliyoruz.
Yeni bir azim ve ümitle bir kere daha Sana yöneldik. Başımızı ayaklarımızla buluşturduk ve bir sürü beklentiye koyulduk. Arzu ve isteklerimizde bize inkisar yaşatma! Bize sevginden kâse kâse şerbetler sun ve gönüllerimizi iştiyakınla coştur! Sinelerimize öyle bir aşk u şevk koru saç ki, kalmasın kararımız; başımız kapının mübarek eşiğinde, nabızlarımızda Seni duymanın heyecanı, gönüllerimizde aşk u vuslat hafakanı, gözlerimiz çağlayıp gitsin ve âh u efgânlarımız gökleri titretsin.
Bundan sonra olsun, artık oturup kalkıp hep Seni düşünelim.. her şeyi Sana bağlayıp öyle sevelim.. vuslat hülyalarıyla yaşayıp Sana karşı iştiyakla köpürüp duralım. Senin için kıyam edip, Senin için oturalım.. her şeyin çehresinde Seni okuyalım; her nesneden Sana ulaştıran yollar bulmaya çalışalım.
Bugüne kadar başka hülyalar peşinde koşa koşa yorulduk. Sensizlik canımıza tak etti.. meğer, mülâhazalarda Sen olmayınca en geniş yollar ne kadar da daralıyormuş, şehrahlar nasıl da sevimsiz patikalara dönüyormuş...
Sen artık, bize bir kere daha gurbet yaşatma; bizi Sensiz ve ışıksız bırakma! Senin yolunda gibiyiz; ama ciddî bir azığımız yok; ömür sermayemiz yabancı hülyalar, yalancı rüyalar arkasında hebâ olup gitti. Huzurundayız; fakat elimiz boş, gönlümüz boş, hasenât defterimiz bomboş; ama bütün bu boşluklara yetecek sihirli bir iksirimiz var; hakkındaki hüsnüzannımız.. evet, cürmümüz dağlar cesâmetinde; ümitlerimiz ise, ufkun onların üzerine oturduğu her şeyin üstünde.
Yürüyeceğimiz yollarda yüzlerce firavun, yüzlerce nemrut, yüzlerce Ebû Cehil pusu kurmuş bize diş biliyor; varsın bilesin, hepsinin hakkından gelecek Sen varsın ya.! Aczimiz mutlak, fakrımız açık, ihtiyaçlarımız sınırsız; ama hiçbir endişemiz yok. Zira, istemeden verdiklerine, ettiklerine bakıyor, isteklerimizin verileceğine, ihtiyaçlarımızın da giderileceğine gönülden inanıyoruz.
Seni bilenlerce Sen, bugüne kadar -tabiî ki hikmetinin çerçevesinde- her isteyene istediğini verdin ve Sana bel bağlayanları hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmadın. Sana doğru bir adım atanı on katı yakınlığınla şereflendirdin. Sana gelirken yolda sürçüp düşenleri, yolunun delisi sadık bendelerin gibi arındırıp mükâfatlandırdın. Şimdiye kadar Sana misafir olmuş da ziyafet görmemiş, kapının tokmağına dokunmuş da cevap almamış kimse yoktur.
Muhtaçlar ve muztarlar olarak şimdiye kadar bir hayli yol teptik, bir hayli kapı çaldık ve nihayet gelip Senin inayet arsana çadır kurduk. Sen, ihtiyaç nedir bilmediğimiz, ıztırardan anlamadığımız bir âlemde bize vücut verdin, can verdin, şuur verdin, vicdan verdin. Şimdi giderilmiş olan bu ihtiyaçlarımızın farkındayız ve Senden bir kere daha günahlarımıza değil, yüzümüze bakıp "Haydi siz de seçkin kullarım arasına girin ve lütuflarımı paylaşın." diyeceğiniz eşref saatleri bekliyoruz.
Rahmetinin vesâyetine sığınırken, lütfundan sürpriz ihsanlar beklerken, kirlettiğimiz üstümüze-başımıza, gönlümüze-ruhumuza bakmıyor; Senin her nasılsa, uzun zaman takılıp yollarda kaldıktan, ya da yolda bulunmanın erkânına saygısızlık ettikten sonra, toparlanıp Sana gelen birine gösterdiğin/göstereceğin mukaddes memnuniyet ve münezzeh sevince dayanarak aynı muameleyi bekleme cür'etinde bulunuyoruz.
Bir süre ayrı düştükten sonra dönüp Sana gelenleri kovmayacağını vadediyorsun -aslında kovduğunu da hiç duymadık ya-. Sana yönelenlere hep "gelin, gelin" diyorsun. Ey Rab! Böyle emekleye emekleye sürünmeyi de gelme kabul edeceksen, müsaade buyur "Biz de geldik" diyelim. Geldik ve Sana, yolların amansızlığını, nefis, şeytan ve hevânın imansızlığını, bizim de dermansızlığımızı şikayet ediyoruz. Bilhassa, her zaman hatalara açık duran, mâsiyetlere meyyal bulunan ve ululuğuna karşı hep saygısız davranan serkeş nefsimizi Sana şikayet ediyoruz. Yığınlar, onun zehirli hançeriyle yaralı ve bitkin, hep onun dümen suyundalar; işleri eğlence ve oyun, hâlleri gaflet ve dalâlet, arkasından koşup durdukları şan-şöhret, zevk u safa ve rahat, hedefleri de çıkar ve menfaat. Her birini birer öldüren virüs kabul ettiğimiz bu mikroplar şimdiye kadar nice "serv-i revân canları, nice gül yüzlü sultanları", nice hanları ve hakanları yere serdi ve saltanatlarıyla beraber yerle bir etti.
Sen elimizden tutmazsan, bu mekkâr, bu gaddar hasımlar karşısında kendi kendimize ayakta duramayız. Aksine maiyyetinde olursak, o zaman da hiçbir şeyden korkmayız. Bizleri şeytanın bu kabil ağlarına takılıp helâk olmaktan, kalbimizi şeytana kaptırmaktan, şeytana kalb kaptıranlarla beraber bulunmaktan muhafaza buyur. Bize yeni bir "ba'sü ba'de'l-mevt" lütfeyle; başlarımız önümüzde, boynumuz buruk, gönüllerimiz kırık, Senden ayrı düşmenin hacâletiyle iki büklüm ama fevkalâde ümitli ve Senden eminiz. Bizi bir daha yalnız bırakmamanı diliyoruz. Nedametlerimizi gönül heyecanlarımız ve gözyaşlarımıza emanet ederek bize ruhta, gönülde, sırda diriliş bahşetmeni diliyoruz. Kabul edersen bu Senin şanındandır. Reddedersen bu da bizim için apaçık bir hüsrandır. Şanına düşeni yapman ne hoş.! İstihkakımıza göre muamelen ne acı..!
Sızıntı, Ocak 2003, Cilt 24, Sayı 288
.
Yıllar var ki, sükûtun çığlıkları hep sesimin önünde uğulduyor; zulmü lânetlemek, zalimin yüzüne tükürmek, müfterîye ağzının payını vermek, mütecâvizin sesini kesmek, komplocuya "yeter artık" demek tâ dilimin ucuna kadar geliyor ve tabiatımın cidarlarını zorluyor; ama, kimseye bir şey diyemiyor/demiyor; Allah'ın görüp bildiğini düşünüyor, olup bitenleri kaderin mutlak adaletine bağlıyor, bir iki yutkunuyor; sonra da yeniden bütün hiddet ve şiddetimi her zaman muhabbetle çarpan kalbime emanet ediyor; karakter, düşünce ve üslûbumun hatırına herkesin yalan-doğru sesini yükselttiği durumlarda ben bir "Lâ Havle" çekip "Buna da eyvallah" demekle yetiniyorum.
Gerçi böyle davranmak çok defa zalimi cesaretlendiriyor, müfterîyi daha da küstahlaştırıyor, mütecâvizleri saldırganlığa sevk ediyor; ama, ben kendi kendime: "Ne de olsa bunlar da insan, bir gün insan olduklarını düşünür ve bu tür münasebetsizliklerden vazgeçerler." diyor -bu bir hüsnüzan belki de kuruntu- herkesin insafa geleceği bir eşref saat beklemeye koyuluyorum; koyuluyor ve içimde oluşan değişik dalga boyundaki hafakanları ve çok defa mülâyemet hislerimi zorlayan fırtınaları sebepler üstü nevzuhur beklentilerle yumuşatmaya, göğüslemeye çalışıyor; hatta yer yer derûnî bir sükût murâkabesine dalarak âdeta kendi his dünyamın dışına kaçıyorum. Zaman geliyor ki, içimi kanatan bir kısım şeyler karşısında kendime acıyor, bazen de âleme karşı saygılı olayım derken kendime saygısızlık yaptığım hissine kapılıyorum; kapılıyorum ama, yine de her zaman bir zıpkın gibi sineme saplanan onca yalan, onca tezvîr, onca şeytanî plan karşısında dönüp nefsime: "Tâ baştan derdi derman kabul ettiğine göre, bu şikayet tavrı da neyin nesi? Dişi olan elbette ki ısıracak, pençesi olan da parçalayacak; hakkı kuvvette görenler mevcut olduğu sürece bunu değiştirmeye de kimsenin gücü yetmez; öyleyse herkesi hoş gör." deyip çığlıklarımı içime gömüyor ve duygularımı sükûtun nevhalarıyla dillendiriyorum.
Zaten benim gibi düşünenlerin ve benim durumumda olanların başka türlü davranmaları da mümkün değil; evvelâ, edânîye baş eğmesek de, "Hükm-ü kazaya can iledir inkıyâdımız." (Bâkî).. saniyen, öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, düşmanlığa kilitlenmiş kimselerin hadd ü hesabı yok, kinle-nefretle oturup kalkanlar, lânetle anılan cebbarlara rahmet okutturacak kadar insafsız, -benim olup bitenleri kalbimde yumuşatmam realiteleri değiştirmez- çokları ağızlarını her açışlarında firavunların gayzıyla köpürüyor; dinmiyor hiddetleri-şiddetleri ve doymuyorlar yakıp-yıkmaya, asıp-kesmeye, sorgusuz infaza; hemen her zaman bir "He-man" edasıyla kılıçlarını göklere doğru kaldırıyor ve "Güç bende!" diyorlar. Dünya bir baştan bir başa "hak, hürriyet, demokrasi, insan hakları.." gibi nakaratlarla inliyor; ama, hak kaba kuvvetin elinde zebûn, hürriyetin boynunda üst üste esaret tasmaları, demokrasi uygulayıcıların keyfine göre yorumlanan bir ucûbe.. şimdilerde bunların böyle olduğunu anlamayan kalmadı ama, yıllardan beri bu gibi değerleri istismar edenler, hâlâ hiçbir şeyden haberleri yok gibi aynı nakarâtı tekrar edip duruyorlar hem de yaşlarından, başlarından, konumlarından utanmadan; işsiz-güçsüz, amelmanda miskin miskin otururken hak, hürriyet, demokrasi diyor; hakları hürriyetleri tarumar eden bir başkası da aynı şeyleri mırıldanıyor. Pâye, mansıp ve koltuk kapmada aynı sihirli kelimeler kullanılıyor, dahası çalıp çırpmalar onların farklı yorumlanmalarıyla meşru gösterilmeye çalışılıyor. Ezenler ezdiklerini onlara dayanarak eziyor, kayırdıklarını da yine onlara getirdikleri özel yorumlarla kayırıyorlar.. evet, onlarla dünyada değişik idarelere müdahale ediliyor, onlarla ülkeler işgale uğruyor; onları ikâme bahanesiyle insan kanı dökülüyor, ırz çiğneniyor, namus pâyimâl oluyor, cinayetler işleniyor, failler meçhul kalıyor, insanlara baskılar uygulanıyor, düşüncelere sansür konuyor, özel yaşama karışılıyor, inançlara saldırılıyor, akla-hayale gelmedik hayasızlıklar irtikap ediliyor ve münkerâta prim veriliyor; her zaman hak-hukuk deniyor ama, çiğnenen de yine onlar oluyor.
Ben şimdilerde, olup biten bunca fezâyi ve fecâyii, o kendime has dar tarassut ufkumdan seyrediyor ve içimden "Ey Rab, ne kadar Halîm'sin! Bunca tagallüp, bunca tahakküm, bunca baskı ve bunca hakla, hürriyetle, demokrasiyle alaya rağmen Sen bütün bunları yapanlara mehil üstüne mehil veriyorsun." diye mırıldanıyor; bir kere daha, "Lâ Havle" çekiyor ve artık tabiatım hâline geldiğini zannettiğim o hayret ve dehşet televvünlü sessizliğime gömülüyorum. Vakıa, haksızlık, zulüm ve tecavüz karşısında mutlak sükût şeytana mum yakma mânâsına gelir ve Nebî beyanıyla mezmumdur. Ne var ki, bir mü'min hiçbir zaman mutlak mânâda susmaz; eli-kolu bağlansa ağzını kullanır; ağzına fermuar vurulsa heyecanlarıyla duygularını seslendirir; bütün bütün tecrit edilip çevreyle alâkası kesilse içten içe hafakanlarla gürler ve sürekli mağmalar gibi köpürür durur. Öyle ki, eğer onu iç infialleriyle deşifre ediversek, sinesinde her zaman şimşeklerin çakıp durduğuna şahit olur ve yıldırımların gürültüleriyle ürpeririz.
Onun sessiz gibi duruşu, bir karıncayı bile incitmeyecek kadar incelik ve şefkatinden, emniyet ve güven felsefesinden, insanî değerlere saygısından, herkese merhametinden ve her işini Allah'a havale etmesinden ileri gelmektedir. Her şeyden evvel o bir denge insanıdır. İçinde en korkunç heyecan dalgalarının telâtumlarını duyarak oturup kalktığı durumlarda bile, ciddi bir sorumluluk duygusuyla olabildiğine itidalli ve basiretlidir. O, tahayyülleri mantık ve muhakemesinin önünde, aklına esen her şey dilinin ucunda, ulu orta konuşan ve ne yaptığını bilmeyen, söz ve davranışlarıyla her şeyi yakıp yıktıktan sonra hesap endişesine kapılan, sonra da tahribatına mazeretler aramaya kalkan akılsız bir çocuk değildir. Bilakis o, konumunun farkında, ne yapıp neler söylediğinin şuurunda bir gönül, bir akıl ve bir temkin insanıdır. Ağzını açma fırsatı verildiğinde âlemşümul insanî değerleri dillendirir; dilini tutup susması gerektiği yerde de sürekli heyecan soluklar, dua ve niyazla oturur kalkar, çevresine şefkatle bakar ve herkese gülücükler yağdırır. Hiçbir zaman kadere küsmez, Cenâb-ı Hakk'ı insanlara şikayet ediyor gibi onlara dert yanmaz; aksine, nefsini sorgular ve nerede yanlış yaptığını bulmaya çalışır. Izdıraplarını sinesine gömer, hâlden anlamayanlara ızdıraptan söz etmez; içten içe fırınlar gibi yansa da yutkunur fakat asla ses çıkarmaz; ölür ölür dirilir ama bunu kat'iyen kimseye hissettirmez.
Bu itibarla da hiç kimse onun nasıl bir alev topu ve bir kor yığını olduğunu tamamıyla bilemez; onu da kendileri gibi görür, kendileri gibi sanırlar. Oysaki, eğer onun inancı, tabiatı ve yaşatmaya adanmış o hasbî ruhu müsaade etseydi de sinesinin heyecanlarıyla bir kere olsun gürleyiverseydi, bütün saksağanlar seslerini kesip kuytu bir yer aramaya duracak ve bütün yarasalar da karanlık inlerine çekilip sükût murâkabesine dalacaklardı. Ama o, tam bir güven ve emniyet insanıdır, karakterinin gereğini yerine getirmede de fevkalâde hassastır. İncinse de kimseyi incitmez, kendisine zulmedilse de o asla can yakmaz.
Aslında, onun ruh dünyasında her zaman birbirinden daha ürpertici hüzün resimleriyle, milletini içinde bulunduğu gâilelerden kurtarma humması iç içedir; hafakan ve ızdırapları dâim, beyin fırtınaları ve diriliş hamleleri de mütemâdîdir. Onun gönlünün ezelî şiiri, daha doğrusu sessiz çığlıkları hemen her zaman ışığa çağrı ve karanlığa karşı da aydınlatma ruhuna bağlı cereyan eder. Heyecanlarını aksettiren bir mısra dudaklarından hüzünle damlarken, diğeri bir diriliş neşîdesi gibi gürler. Bu itibarla da onun infial ve helecanlarında her zaman, içindeki o müthiş çalkantıların âsârı müşahede edilir.
İşin aslına bakılacak olursa, biz hayatı hemen her zaman hep bu şekilde yaşama peşinde olduk ve belki de böyle yaşamaya mecbur edildik; heyecan ve ızdırap hem kaderimiz hem de talebimiz oldu. Şahsımız hesabına yaşamayı bir bencillik saydık ve çok defa böyle bir telakkîyi de tiksinti ile karşıladık. Başkalarını yaşatma ve ebedî saadete hazırlama
âdeta tutkumuz oldu; hem öyle bir oldu ki, bu dünyadan göçtükten sonra eğer yeniden bir kere daha bu âleme dönme söz konusu olsaydı ve bu yeni hayatın seçeneği de bize bırakılsaydı, biz yine "yaşatma" diyecek ve gerçek insanî ufka kilitlenerek her yanda insanlığı "ba'sü ba'de'l-mevt"'e götürecek mülâhazalarla nefes alıp verecek.. horlanıp hakir görülmelere aldırmayacak.. irtica yaygaralarına pabuç bırakmayacak.. iftira, tezvîr ve çeşit çeşit isnatlarda bulunanlara küsmeyecek, gönül koymayacak.. en amansız ve imansız tecavüzleri, tasallutları dahi sinelerimizde yumuşatacak, içimiz ağlarken gülmesini bilecek.. ve kimse incinmesin, insanlar rahatsız olmasın diye hafakanlarımızı içimizde baskı altına alıp sustuğumuz aynı anda his dünyamızdaki mağmaların gürültüleriyle oturup kalkacak ve hemen her zaman insan olarak yaratılmış olma özel konumuna göre bir duruş içinde bulunmaya çalışacaktık...
Bu itibarla, zannediyorum, bizi susuyor görenler de bir şey yapıyor sananlar da yanılıyorlar: Biz hiçbir zaman tamamen susmayız, ruhumuzun derinliklerinde sürekli ızdırap ve ümit, her şeye katlanma ve varolma gayreti iç içedir. Bazen heyecanlarımızın dozu azalsa da, hiçbir zaman daimî inkıta söz konusu değildir; yarım ses, yarım soluk, çeyrek sancı, çeyrek hafakan sinelerimiz sürekli içinde kor bulunan bir mangal gibidir. İmanımız bize her zaman farklı şeyler fısıldar, vicdanlarımız ayrı ayrı telden nağmeler dinletir. Ne var ki, bizimle aynı inanç ve aynı mefkureyi paylaşmayanlar bütün bunlardan ne bir şey duyar ne de bir şey anlarlar.
Ben şahsen, bu hafakan ve heyecanları her hatırlayışımda öldüren bir mahkûmiyetin, çıldırtan bir mazlûmiyetin ve amansız bir mağdûriyetin kurbanı olan bir kısım masum ağızların söylemek isteyip de söyleyemedikleri şeylerin gırtlaklarında düğümlenip onları boğuyor gibi olduğunu tahayyül etmiş ve ürpermişimdir. Kim bilir belki onların da söyleyecekleri ne güzel şeyler vardı. Ama bilmeyen, bilmediğini de bilmeyen, dahası kendini biliyor zanneden bir tür mük'ab cahiller her türlü imkânı kullanarak hiçbir zaman onlara kendilerini ifade etme fırsatını vermediler; vermezler de, zira o zaman, Âkif'in:
"Şark'a bakmaz, Garb'ı bilmez, görgüden yok vâyesi;
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi!..."
sözleriyle ortaya koyduğu bu fikir ve ilimzedelerin ne kadar boş olduklarını herkes anlayacak, düşünebilenler her şeye vakıf olacak ve böylece hakkı kuvvete bağlayıp her işlerinde zorbalığa başvuranlar, sermayesi bağırıp çağırma olan bir kısım çığırtkanlar ve bulanık suda balık avlayanlar gerçek kimlikleriyle bilinecek ve işte o zaman salim düşünceye karşı diyalektikle, demagojiyle mücadele veren bu densizler bir bir devrilecek; sözün özü yalancının mumu sönecek ve bugüne kadar değişik yol ve yöntemlerle aldatılanlar da bir daha aldanmayacak. Bu ise, gürültüyle, kaba kuvvetle dünyayı idare etmek isteyenlerin iflası demektir ki, ben onların böyle bir şeye göz yumacaklarını hiç zannetmiyorum; neticede söz dönüp dolaşıp ne olursa olsun bugün için bazı kimselerin susturulmasına gelip dayanıyor ve tabiî bu arada bir hayli kimse de bütün bütün susuyor...
Ne var ki, bugün şöyle-böyle kendini ifade edemeyenler bir gün mutlaka sinelerindeki heyecan ve ızdırabı çevrelerine duyuracak, hâlleriyle olsun kendilerini anlatacak, şimdilerde hafakanlarla yutkunmalarına karşılık günü gelince sükûtun o en müessir şiirlerini inşad edeceklerdir. Kim bilir, belki de işte o zaman, birkaç asırdan beri şefkat, merhamet, adalet.. gibi gerçek insanî değerleri unutmuş pek çok kaba ve haşin tabiat umulmadık şekilde yumuşayacak ve insan olarak yaratılmış olmanın gereklerine yönelecektir.
Öyleyse, varsın bir müddet daha zulüm âbâd olsun, hak ve adalet ayaklar altında çiğnensin, mazlum âh u efgânla inlesin, mağdur sesini duyurma peşinde koşsun ve sineler Kudreti Sonsuz'un konuşacağı "eşref saat" ümidiyle ızdırap ve heyecan soluklasın.. mesele bizim için bir çile doldurma ve inleme ise,
"Henüz bitmemiş terennümler var
Ki, sükûtunda intizar inler." (Fâik Ali)
fehvasınca, daha bir hayli nevha-i sükûta ihtiyaç var ve ihtimal işte bu sükûtun arkasında o beklenen bahar...
Sızıntı, Ekim 2003, Cilt 25, Sayı 297
.
|
| Bugün 331 ziyaretçi (1085 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|
.
KİTAP VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE KADER
Abdulfettah Şahin
İmanın altı rüknü vardır. Bunlardan biri de kadere imandır. İnsan nasıl Allah (cc)'a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere ve öldükten sonra dirilmeye inanmak zorunda ise, kadere de aynı şekilde inanmak zorundadır. Kadere imanı, imanın diğer rükünlerinden ayrı düşünmek mümkün değildir.
Kader, kelime olarak, ölçme, takdir etme, biçime koyma ve şekillendirme gibi manalara gelir. Arapçada "Ka-de-ra", takdir etti, hisselere ayırdı ve herkese payını bölüştürdü manasına gelirken bir de aynı kelimenin, "Güç yetirdi, muktedir oldu" gibi manaları vardır. Kelime "Tef il Babı"na nakledilince "Kad-de-ra" olur ki o zaman manası "Hükmetti, hükmünü geçirdi ve kazada bulundu" şeklinde olur. İşte kelimenin bu lügat manasından çıkış yaparak "Kader"e ıstılah olarak şöyle bir tarif getirmişlerdir:
"Kader, Allah (cc)'ın kaza olarak takdir ve hükmettiği şeydir" (1).
Aşağıda zikredeceğimiz âyetler bu tarifi teyid eder mahiyettedir:
"Gaybın anahtarları O'nun kalındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi O bilir. Yaş kuru ne varsa hepsi "kitab-ı Mübin"dedir" (En'am, 6/59).
"De ki: "Allah (cc)'ın dilemesi dışında ben kendime bir zarar ve fayda verecek durumda değilim. Her ümmet için bir süre vardır; süreleri sona erince bir saat bile geciktirilmezler ve öne de alınmazlar" (Yûnus, 10/49).
"Gökte ve yerde, görülmeyen herşey şüphesiz Kitab-ı Mübin'dedir" (Neml, 27/75).
"Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biz'iz. Herşeyi apaçık bir kitapta saymışızdır" (Yasin, 36/12).
"(Ey şânı yüce Nebi!) Doğrusu sana vahyedilen bu Kitap Levh-i Mahfuzda bulunan şanlı bir Kur'ân'dır" (Burûc, 85/21-22).
"Doğru sözlü iseniz bildirin, bu azap sözü ne zamandır?" derler. De ki: "Onu bilmek ancak Allah (cc)'a mahsustur. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım" (Mülk, 67/ 25-26).
Kaza ile kader bir yönüyle aynıdır. Diğer mânâda ise, kader, Allah (cc)'ın takdiri, kazâ ise, bu takdiri infaz ve yapılacak şeyi eda etmesi ve hükmü yerine getirmesi demektir. Kader, herşeyi daha olmadan evvel ilmî plânda ve ilmî vücûduyla Allah (cc)'a vermektir. Olma havası içine girmiş ve olma silsilesi arasında yerini almaya çalışan eşya, levh-i mahfuzun istinsahları hâlinde, levh-i mahv ve isbatta, yine Allah (cc)'ın ilmi dahilinde olmak şartıyla, mükerrem melekler vasıtasıyla yazılıp kaydedilmektedir. Bizler, mertebe mertebe bir kaderle karşı karşıya bulunmaktayız.
Kader, sonsuz ilme sahip, geçmiş, hâl ve geleceği bir nokta gibi görüp, bilen ve esasen kendisi için geçmiş, hâl ve gelecek diye hiçbirşey mevzu bahis olmayan Cenâb-ı Hakk'ın; mikro âlemden makro âleme, zerreler den sistemlere ve gelecekteki bütün hayatıyla normo âlem insana kadar en küçükten en büyüğe, bütün kainatı ilmi planda, ilmî vücudlarıyla plânlayıp programlaması, tayin, tesbit, tasnif, takdir etmesi ve bütün bunları tasan ve ilmî plândan alıp, irade, kudret ve meşiet plânına geçirmesi, hâricî ve varlık âleminde göstermesi adına olup bitecek herşeyi daha olmadan evvel Kitab-ı Mübin'de tesbit ve takdir etmesidir.
Kader, insanın kesbiyle Allah (cc)'ın yaratmasının mukârenet ve beraberliğidir. Yani insan, bir işe mübâşeret edip, iradesiyle o işin içinde bulunur ve Allah (cc) dilerse o işi yaratır. İşte kader, ezelî ve sonsuz ilmiyle eşyâyı olmadan evvel bilen Allah (cc)'ın yine olacakları daha olmadan evvel tesbit buyurmasıdır.
Demek oluyor ki, kaderi, ilm-i ilahinin bir ünvanı olmasını nazara alarak, sadece bundan ibaret saymak doğru değildir. Saha olarak kader, Cenâb-ı Hakkın ilmi ile tayin ve takdiri demek ise de, fakat aynı zamanda o, Cenab-ı Hakk'ın Sem'i, Basar'ı, İrade ve Meşieti de demektir. Durum böyle olunca, kaderi inkâr, Cenâb-ı Hakk'ın bütün sıfatlarını inkâr ile aynı mânâya gelir. Onun için pek çok ehl-i tahkik kader meselesini Cenâb-ı Hakk'ın Zât-ı Ulûhiyetini mütâlâa içinde ele almışlardır. Onlar: "Kader için hususî bir bahis açmaya lüzum yoktur. Zat-ı Ulûhiyetin ele alındığı yerde kader de ele alınmak zorundadır" demişlerdir. Bu düşünce, bir yönüyle kaderi, iman rükünleri arasında kabul etmemeyi işmam ettiğinden biz onlar gibi demiyoruz. Biz, nasıl Allah (cc)'a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere ve Haşre iman var, kadere de aynı şekilde iman var, diyoruz. Tâ ki, icmali veya tafsili, şöyle veya böyle kaderi inkar manasına gelebilecek bir söz söylemiş olmayalım. Ama meselenin aslına gelince, İmam Ahmed b. Hanbel, "Kader, kudretten gelir" diyor. Binaenaleyh, kaderi inkâr eden Zât-ı Uluhiyete ait pek çok şeyi de inkâr eder. Ulûhiyet akidesi sarsık hâle gelir ve bütün düşünce sistemi tersyüz olur. Onun için kader çok önemli bir mevzudur. Bu mevzuu, Ehl-i Sünnet düşüncesi içinde ele almayanlar hep sapıtmışlardır. Mutezile'nin rasyonalizması da, Cebriye'nin cebrî determinizması da hep bu sapıtma cümlesindendir.
Kâinatta, kader, plân, program, ölçü ve denge hâkimdir.
"Allah (cc) her dişinin rahminde taşıdığını, rahimlerin düşürdüğünü ve alıkoyduğunu bilir. O'nun katında herşey bir ölçüye göredir. Görüleni de görülmeyeni de bilir büyüktür, yücedir. O'na göre, aranızdan sözü gizleyen ile açığa vuran ve geceye bürünerek gizlenip gündüzün ortaya çıkan arasında fark yoktur" (Ra'd, 13/8-10).
"Hazinesi bizim katımızda olmayan hiçbirşey yoktur. Biz onu ancak belli bir takdire göre indiririz" (Hıcr, 15/21).
"O göğü yükseltmiş ve mizanı vazetmiştir" (Rahman. 55/8).
Ayetleri bize, plân, program, ölçü ve dengeyi anlatmaktadır.
Kâinatta öyle şâmil ve geniş dairede bir kader vardır ki, onun dışında hiçbirşey tasavvur edilemez. Kâinatı yaratan Allah (cc) çekirdeğin çatlamasından bahara, insanın doğuşundan yıldız ve galaksilerin doğuşuna kadar herşeyde muhît ilmiyle bir plân ve program tesbit buyurmuş ve bir kader tayin etmiştir ki, dünyanın dört bir yanındaki ilim adamları ve araştırmacılar, yüzbinlere ulaşan eserleriyle bu nizam, bu ahenk ve bu takdire tercüman olmaya çalışmaktadırlar. Marks'ın bile cebrî bir determinizmden bahsettiği yerde, kâinatta bir plân ve kaderin bulunduğunu dost-düşman, inanmış-inanmamış herkes kabul edecektir ve etmektedir. Gerçi, İbn Haldun gibi bir kısım İslâm müellifleri de bir nevi determinizmden bahsederler ve hatta bunu son dönemlerin batı düşüncesinde, meselâ Historizm'de olduğu gibi, toplum hayatına da teşmil ederler ama, biz Ehl-i Sünnet düşüncesi içinde bunu belli şartlara bağlar ve ancak bu şartlarla alıp değerlendirebilir, kabul edebiliriz. Bununla birlikte, insan iradesinin da dahil olduğu küllî bir kaderin herşeyde hâkim bulunduğunu da söyleriz.
Bir saat veya bir bina yaparken dahî, önce bîr plân ve proje çizer, fizibilite çalışmasında bulunur ve hassas ölçüler ve çizgilerle ilerde ortaya çıkacak şeyin takdirâtını yaparız. Öyle de, şu baş döndürücü sistemleri, atom alemiyle insanların kendi aralarında ve kendi içlerindeki şu ölçü ve dengeyi plansız, programsız ve ölçüsüz olarak düşünmek nasıl mümkün olabilir? Gördüğümüz bu baş döndürücü ahenk ve nizam bir saat veya binada gördüğümüzden daha aşağı mıdır ki, onlar hakkında kabul ettiğimiz plân ve projeyi diğerleri hakkında kabul etmeyelim?
Çekirdek ve tohumlar kader yüklü sandukçalardır. Geçireceği her bir safha ve ağacın bütün hayatı çekirdekte kaydedilmiştir. Yapı itibariyle birbirinin aynı görünen ve aynı basit maddelerden meydana gelen pek çok çekirdek toprağa düştüğünde çeşit çeşit çiçekler, binler türde bitkiler ve ağaçlar meydana gelmektedir. Herbir çekirdek, kaderin kendine biçtiği, ya da kendine kader yapılan ölçü içinde ilmî, mânevî bir suret ve şekil alıp, kendine has biçim ve elbiseyle toprak üstünde, gören gözlere kendini arz eder. Binlerce terzi, yıllarca çalışsa, bir tek ağaca dahi böyle kusursuz bir elbise dikmeye muvaffak olamazlar. Halbuki, dünya kurulduğu günden beri bütün ağaçlar, kendi elbiselerini kendileri yapmaktalar. Bu yapılışı belli bir kadere vermeden izah etmek asla mümkün olamaz.
Şu muhteşem kainat sarayına bak! Teleskopun başına oturan bir insan 5 milyon ışık yılı öteleri görüyor. Yani, bir nebüloz sönse, sen ancak onun söndüğünü 5 milyon ışık yılı sonra anlayabilirsin. Veya sen ışık olsan o yıldıza gitmeye kalksan oraya ancak 5 milyon sene sonra varabilirsin. İşte bu koskoca kâinat, bu baş döndürücü nizam, insanı hayrete sevkeden bir âhenk içinde seyrinde devam edip durmaktadır. Ayrıca bu makro âlem ile insan denen yeryüzünün halifesi normo âlem arasında da çok ciddi bir münasebet vardır ki, bu münasebet her iki âlem arasındaki dengeyi en hassas ölçülerle ayakta tutan Zât ve onun sonsuz ilim ve takdirini göstermektedir. İnsanın uzuvları arasındaki tenasübü bütün kâinatta müşahede etmek mümkündür. Jean haklıdır: Atomlar âlemini, insanlık âlemini ve diğer bütün âlemleri kuran Zât, bunların hepsini hendesî ölçülere göre kurmuştur. Kâinatta gözle görülür bir hendese hakimdir. Acaba bu hassas hendese, Kâinatı en hassas ölçülere göre kuran bir Mühendis-i Ezeli'yi isbata yeterli değil midir?
İsterseniz meseleyi biraz daha avamileştirip anlatalım:
Siz, basit dahi olsa bir bina yaptıracak olsanız, evvela bu mevzuda selahiyetli olduğunu kabul ettiğiniz birisine müracaat eder ve onun düşüncelerini alırsınız. Zira statik adına yapacağınız en küçük bir yanlışlık bazen daha bina yapılır yapılmaz yıkılmasına sebep olabilir. Onun için yapacağınız binanın statik hesabını yaptırmanız gerecektir. Bu basit bina kendine göre bir plân ve bir proje istemektedir. Siz bina yapımına ancak bir sürü ön hazırlıktan sonra başlayabilirsiniz. Yapacağınız binanın, bulunduğunuz belde ile münasebetini koruyabilmeniz için de İmar Planına dikkat etmeniz ve binayı gösterilen yerde ve gösterilen şekilde yapmanız icap eder. Bütün bu hassasiyet sadece basit bir bina içindir. Halbuki, bütün kainatta incelerden ince bir ölçü söz konusudur. Misal mi istiyorsunuz: Ağzınıza aldığınız bir parça elma ile sizin aranızdaki münasebetteki hassasiyete bakıveriniz. Elmanın tadı ile ağzınız, elmanın ihtiva ettiği vitaminlerle vücudunuz hatta, ağacın gölgesi ile sizin gölgeye olan ihtiyacınız ve sizin dışarıya çıkardığınız zehirli gazı onun yutması ve onun temizlediği havayı sizin ciğerinize doldurmanız, bu münasebetten sadece bir kaçıdır. Halbuki böyle yüzlerce münasebet bulmak mümkündür.
Meseleyi isterseniz bu kadar küçük dairede ele alın isterseniz yıldızlar ve galaksiler çapında değerlendirin, her yerde en hassas ölçülerle ölçülmüş bir denge ve ölçü göreceksiniz.
Bir sperm asla yalan söylemez. Zira belli bir plân ve programa göre hareket etmektedir. Kromozomların dili, RNA ve DNA'nın şaşmaz vazifesi ve hücrelerin beyanıyla, ağzı, dili, dudağı, gözü, kaşı, kulağı, siması, duygu ve kabiliyetleriyle pek çok safhalardan geçip "İnsan olacağım" der ve olur.
Astrofizikçilere göre, kâinatın her noktasında hangi buudların var olduğu ve bu noktalarda hangi manyetik etkinin ne tarzda bulunduğu bellidir. Çünkü, geometrik yerler ve kuvvetlerin şiddeti önceden vardır. Kompüterlerin keşfiyle de anlaşılmıştır ki, kâinatta yaratılan her varlık yaratılışıyla birlikte programlanmaktadır. Bu atomlardan yıldızlara kadar böyledir. Levh-i Mahfuzda herşey tayin ve tesbit edilmiştir. İşte biz buna kader diyoruz.
Ancak burada bir hususu belirtmekte fayda var: Baştan buraya kadar söylediklerimiz cebrî kader ile alakalıdır. Yani insan iradesinin söz konusu olmadığı, kâinatın umumunda cari olan kaderdir. Bu kader âlemşumüldür. Orada insanın iradesi asla nazara alınmaz. Allah (cc) yaratır ve yaratacağı şeyi hiç kimseye sormaz. O Cebbar'dır. Şu kadar var ki, her yaratmasında bir de hikmet vardır. Fakat hikmet bağlayıcı değildir. Zira Allah (cc) "O her istediğini yapandır" (Burûc 85/16). Dünya, yaratıldığı günden beri hem kendi etrafında hem de güneşin etrafında bu cebri kaderin sevkiyle dönüp durmaktadır. Bu dönüşe hiç kimse dur diyemez. Güneş ile ay, amansız bir yarışa girmiştir. Bu yarışa hiç kimse sed çekemez. Çünkü bu hareket ve bu yarışta tamamen cebri bir kaderin hakimiyeti vardır. Herşey o kadere boyun eğmek zorundadır.
İnsana ait, düşünce, davranış ve hareketlerdir ki, onlarda bir irade söz konusudur. Zaten kader ile alakalı bütün meseleler, insanın iradesinin söz konusu olduğu yerde bir kıymet ve değer ifade etmektedir. Aksi halde kader hakkında konuşulan herşey malumu ilamdan öte birşey ifade etmezdi. Yani insanı ve insanın iradesini düşünmediğimiz zaman kaderi düşünmemiz âdeta yersiz ve abes ile uğraşmak olurdu. İnsan varlığı ile kâinata ayrı bir renk kattığı gibi, cüz-i irade de kader meselesini ehemmiyetli bir konu hâline getirmiş âdeta meseleye ayrı bir renk katmıştır. Onun için biz bu yazımızda kader ile alakalı olarak konuştuğumuz her yerde, insan iradesinin söz konusu olduğu kaderden bahsetmiş olacağız. Netice itibariyle de, kader ve cüz-i ihtiyarî hakkında eskiden beri zihinlere takılan bazı sorulara cevap arayacağız. Sözün başında Rabbimizden niyazımız, bizi Ehl-i Sünnet anlayışı içinde bir kader anlayış ve anlatışına muvaffak kılmasıdır. Zira bizi böyle bir mevzuda muvaffak kılacak olan sadece O'nun ihsanıdır. Vesilemiz ise ancak aczimiz ve ihtiyacımızdır...
.
KİTAP VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE KADER
Abdulfettah Şahin
Cenâb-ı Hakk'ın varlığını, Peygamberimiz'in (sav) Peygamber oluşunu çeşitli ilmî delillerle isbat etmek mümkündür. Hatta öldükten sonra dirilme mes'elesini dahi ilmî delillerle isbat edebiliriz. Fakat kader öyle değildir. O hâlî ve vicdanî bir mes'eledir. İlmî ve nazarî değildir.
İnsan kadere, îmandaki derecesine göre inanır ve kader mes'elesini kendi istiab ve kapasitesi ölçüsünde kabullenir, idrak eder. Nice insanlar vardır ki, bütün bir hayat boyu çok şey görüp geçirmişlerdir ama, kadere ait en küçük bir mes'eleyi dahi kavrayamadan çekip gitmişlerdir. Vicdanlarında kader sırrını anlamaya hiç yer ayırmamış bu kişiler cidden kem-talih insanlardır. Onlara acımamak elde değildir. Fakat, zarara kendi iradesiyle razı olan da acımaya müstehak değildir. Bunlar, icraatlarının verâsında, Cenâb-ı Hakk'ın icraatının mevcudiyetini sezememişlerdir. Gözleri fersizdir, bakışları, yapacakları işlerin daha önce ilmî plânda Cenâb-ı Hakk tarafından tesbit edilmiş olduğu hakikatına ulaşamamış kimselerdir. Bunların hayatları ibtidâîlik içinde geçer gider. Böyle insanların i'tizâlî düşüncelere düşmemesi de çok zordur.
Kader mes'elesine vâkıf olan ve merhale merhale vicdanında kadere ait sırları düğüm çözüyor gibi çözen bir insan ise, neticede bütün herşeyi Cenâb-ı Hakk'a verir ve: “vallahü halekakum vema ta’melun” âyetinin anlattığı hakikata ulaşır. Âyet "Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı" buyurmaktadır (Saffât, 37/96).
Bizim her türlü fiilimizi yaratan Allah'tır. Yememiz, içmemiz, yatmamız, kalkmamız, düşünmemiz ve konuşmamız hep Allah tarafından yaratılmaktadır. Aslında yaratılmış olarak ne varsa hepsi Allah'ın mahlûkudur. İşte müntehi, bu hakikati çok çıplak olarak görür. Bir başkasının gün ortasında güneşi görmesi ne ise, müntehinin vicdânî sülûkuyla elde ettiği görüş berraklığı da aynı şekildedir. Durum böyle olunca, müntehinin de cebre düşmemesi oldukca zordur.
İş, Cenâb-ı Hakk'a verile verile, neticede teklif ve mes'ûliyet ortadan kalkmasın diye irade devreye girer. İnsana "Sen mes'ulsün" der, ona mes'ûliyetini hatırlatır. Yapılan güzel işler karşısında gurura düşmemek için de kader devreye girer. "Mağrur olma yapan sen değilsin!" diyerek insanı gurura düşmekten kurtarır. Böylece insan dengeyi kurar.. ve böyle yaşadığı müddetçe de hep dengeli kalabilir.
İnsan kendisinden sadır olan güzelliklere sahiplenemez. Çünkü bütün o güzellikler Cenâb-ı Hakk'ın plânıdır. Aksi hâlde, gizli bir şirk içine girilmiş olunur. Çünkü güzellikleri veren doğrudan doğruya Allah'tır. İnsanın nefsi hiçbir zaman güzeli ve güzel şeyleri istemez. Elbette ki burada güzelden kastımız, bizatihi güzel olan şeylerdir. Yoksa biz, nefsin hoşuna gidecek şeyleri güzel olarak kabul etmiyoruz. Evet, nefis hakiki güzelin ve güzelliğin dâimâ düşmanı olagelmiştir, her zaman da düşmanı olacaktır. Çünkü nefsin yapısı budur.
Kötülüğü isteyen ise nefistir. Öyleyse kötülüğe ait mes'ûliyet tamamen nefse aittir. İşte âyet, bu iki ana esası birleştirir ve şöyle buyurur:
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır, her kötülük de nefsindendir" (Nisa, 4/79).
Sen, sana ait mehasin ile mağrur olamazsın. Çünkü o mehasin bizzat senin değildir. Güzellik adına ne varsa hepsi Cenâb-ı Hakk'ın sana ihsanıdır. İhsan ise şükür ve mahviyet ister. Günahlara gelince, onların yaratılmasında senin cüz-i ihtiyarın bir şart-ı âdidir. Öyle ise mes'ûliyet senin nefsine aittir. Zira sen neye meyletmiş, ne yapmayı düşünmüş veya meylinde nasıl tasarruf yapmışsan Cenâb-ı Hakk da onu yaratmıştır. Ancak bütün bu anlattıklarımız da yine hâl ve vicdanla anlaşılacak hususlardandır. Yani, içinden geçen meyle veya meyildeki tasarrufa tek şahid vardır; o da vicdandır. Cenâb-ı Hakk, kendi ilmine ve kendi bildiğine senin vicdanını şâhid tutmuştur.
Mübtedî, yani işin daha başında olan bir insan da kadere inanır, ama o, maziye ve başa gelen musibetlere kader açısından bakar ve binlerce belâ u musibetle çepeçevre kuşatılmış olduğu bir hengâmda, "Cenâb-ı Hakk'ın benim hakkımdaki takdiri budur" der ve ümitsizliğe düşmekten kurtulur. İstikbâl ve ma'siyete bakarken de irade açısından bakar. "Nasıl olsa elde edeceğim herşey kaderimde varsa olacaktır" deyip tembel tembel oturamaz veya niyetlendiği günaha karşı kaderi, kendisi için bir teselli vasıtası olarak kullanamaz. Zira Cenâb-ı Hakk:
"Doğrusu insan için çalıştığından başkası yoktur" buyurmaktadır (Necm 53/ 39). Evet, iyiyi de kötüyü de Allah yaratır. Çünkü yaratma sadece O'na mahsustur. Fakat kötülüğü kim isterse cezayı da o çeker. Bu şekilde inanma işin başındakiler için bir esasdır. Bunun ötesinde bir mübtedînin daha da ileri gidip, kader mes'elesini kurcalaması, teferruata ait mes'eleleri dile dolaması tecviz edilemez. Zira kader, çok hassas ye ayakları kaydıran bir mes'eledir. İmam-ı Azam, talebelerini, bu gibi mes'eleleri münakaşa etmekten men'ederdi. Kendisine "Sen niçin konuşuyorsun?" dediklerinde "Ben, başımda bir kuş var da onu uçururum endişesiyle tir tir titreyerek konuşuyorum" buyururlarmış. Yani demek istiyor ki, "sizler konuşurken hasmınıza galip gelmek için konuşuyorsunuz. Hasmınızın yanılmaları sizi sevindiriyor. Onun için de sizi böyle mes'eleleri konuşmaktan men'ediyorum."
Bu mevzûdaki hassasiyet, anlatılan mes'elenin mantıkî oluşuna gölge düşürmez. Fakat bazı mes'eleleri konuşurken ulu orta konuşmak doğru değildir. Bilhassa kader mes'elesi, mahir bir kuyumcu veya bir kimyager titizliği istemektedir.
KADER İLE İRÂDE BİRBİRİNE ZID DEĞİLDİR
Esas itibariyle, insan iradesiyle kader arasında bir zıddiyet ve münâfât yoktur. İnsan iradesiyle kader omuz omuzadır. İnsanlar işledikleri sevaplarla Cennet'e, günahlarla da Cehennem'e gitmeleri bir vak'a ise, bunların kader dilinde, Cenâb-ı Hakk tarafından tasdik edilmesi, bir bakıma irâdelerinin te'yid edilmesidir. Demek insanda, onu hayra, sevaba ve Cennet'e sevkeden veya tamamen tersine, kötüye, günaha ve Cehennem'e yuvarlanmasına sebep olan bir güç var ki, takdire esas teşkil ediyor. İşte bu güç irâdedir. Ve bu irâdenin var olması Allah'ın takdirine mâni değildir.
Esasen bütün fiillerimiz için de böyle düşünebiliriz. Meselâ, elimizi kaldırmak istediğimizde, fizikî bir ârıza söz konusu değilse, elimizi kaldırabilir; konuşmak istediğimizde de konuşabiliriz. Bu fiilleri işlemeye muktedir oluşumuz bize birşeyi, yani bizde bir irâdenin oluşunu isbat eder. İster buna irâde, ister cüz-i ihtiyarî, isterse meşîet veya dileme deyin, netice değişmeyecektir. Mahiyetini bilmediğimiz bu şeyin varlığı her türlü isbat gayretinin üstünde, gün gibi ayândır.
İlâhî takdirin ma'nâsına gelince; sanki Cenâb-ı Hakk, insana şöyle demektedir: "Ben, şu zamanda, iradeni şu istikamette kullanacağını biliyorum. Onun için de senin hakkında bu işi o şekilde takdir buyuruyorum." İşte bu, iradeyi te'yid etmek demektir.
Evet, eşyayı yaratan Allah'tır. Ancak insan iradesinin söz konusu olduğu yerde, yapılan takdirde, insan iradesinin hangi tarafa sarfedileceği Cenâb-ı Hakk tarafından bilinmekte ve takdir ona göre yapılmaktadır. Öyle ise kader, insan iradesini te'yid ediyor, ibtal etmiyor. Yani, bir bakıma kader, insan iradesini de içine alıp kuşatıyor, ihata ediyor. Bu ise iradeyi te'yid etmek demektir; ibtal etmek, nefyetmek değildir...
KADER İLİM NEV'İNDENDİR
Kader, Cenâb-ı Hakk'ın ilminde eşyaya biçilen bir plân ve projedir. Birşeyi bilmek ise o şeyi vücuda getirmek, demek değildir. Meselâ, siz kafanızda bin tane binanın plânını tutsanız, yüzlerce fabrikanın fizibilitesini tasarlasanız bunlardan hiç biri sırf kafanızda tuttuğunuzdan dolayı vücuda gelmez. Onların vücuda gelmesi için, irâde ve kudrete ihtiyaç vardır. Aksi halde, kafanızda tasarladığınız bina veya fabrikayı sadece siz bilirsiniz. Hayalen onun içinde dolaşır durursunuz ve hayalinizdeki en küçük bir kesinti de o fabrika veya o binayı ortadan kaldırıverir. Hatta, muhayyileniz yardımını kestiğinden dolayı hiç düşünmemiş ve tasarlamamış gibi olursunuz.
Bir kere daha hatırlatalım ki, kader ilim nev'indendir. İlim ise dâimâ ma'lûma tâbidir. Yani birşey nasılsa ve nasıl olacaksa öyle bilinir. Yoksa, ma'lûm ilme tâbi değildir. Durum böyle olunca, bizim ne yapacağımızı, iradelerimizi nasıl kullanacağımızı Cenâb-ı Hakk biliyor ve takdirini de bildiği istikamette yapıyor. O'nun ilmi muhittir, herşeyi kuşatmıştır. -Cenâb-ı Hakk'ın ilmine "tâbidir" şeklinde bir ifade kullanmak sû-i edeptir. Biz bu tâbiri sadece mes'eleyi akla ve anlayışımıza yaklaştırmak için kullanıyoruz.
Bir tren düşünelim. Bu trenin iki istasyon arasında katedeceği mesafe, zamanlama açısından bellidir. İnce hesaplarla hesaplanmış bu netice, trenin hareketinden çok önce bilinir ve bazen de bu ma'lûmat matbû hâle getirilir. İşte bu bilinen netice bir plân ve projedir. Mes'eleyi, mevzûmuza teşmil ve kıyas edecek olursak biz buna "Kader" deriz. Şu kadar var ki, elimizdeki bu ma'lûmat ve kader, treni harekete geçiren cebrî bir güç değildir. Yani tren bu plân ve projeden dolayı, denilen saatte, denilen istasyona gitmiyor, belki tren o vakitlerde oralara gideceği için bu plân ve projede, yani trenin kaderinde bu böyle yazılıp kaydediliyor. Çünkü ilim ma'lûma tâbidir. Nasıl olacaksa öyle bilinmekte ve hakkındaki takdir ona göre yapılmaktadır.
Cenâb-ı Hakk'ın ilmi, manzar-ı a'lâdan-çok yüksek bir nokta demek- olmuş ve olacak bütün eşyaya bir anda ve bir noktaya baktığı gibi bakar. O'nun ilminde, sebep-netice, illet-ma'lûl, başlangıç ve sonuç içiçedir ve hepsi tek noktanın içine sıkıştırılmıştır. O'nun için orada evvel-âhir, önce ve sonra diye birşey yoktur. Yani Cenâb-ı Hakk'ın ilmi herşeyi, bütün yönleriyle kuşatmıştır. Takdirini de bu ilmiyle yapmaktadır. Öyleyse bu takdir, iradî fiillerde, irade devre dışı tutularak yapılmamıştır.
İnsanın bütün yaptıkları, daha önce Levh-i Mahfuz'a kaydedilmiş şeylerdir. Daha sonra onun boynuna takılan kader bu Levh-i Mahfuz'dan istinsah edilmiştir.
"Her insanın amelini boynuna doladık." (İsra, 17/13) âyeti de bize bu hakikati anlatmaktadır.
Evet, insanın yapacağı herşey önceden yazılmıştır. İnsan yaptıklarıyla sadece kendi hakkında yazılmış olanı yerine getirmektedir. Ancak bu yazılma, insanın yapacakları önceden bilindiği içindir. Yoksa insanı zorlayıcı bir güç ve kuvvet değildir. İnsanın boynuna asılan bu defterle, insanın fiillerinin melekler tarafından yazıldığı defter yan yana getirildiğinde görülecektir ki, insan teker teker kendisi için daha önce yazılandan başka birşey yapmamıştır. Sonra Cenâb-ı Hakk, bu defteri insana okutacak ve hesabı da bu deftere göre görecektir.
Burada, dolayısıyla şu hususa da işaret etmek istiyorum; ruh meselesiyle ciddî meşgul olan kimseler, ruhun aynı zamanda insan dublesi veya misâlî bedeninin yanı başında sergüzeşt-i hayatına dair kitabetin tayin ve takdirâtının mevcudiyetinden de bahisle rûhun belirli şekilde mahiyet ve fonksiyonlarına muttali olunduğu zaman, başından geçeceklere de belirli oranda vâkıf olunabileceği ileri sürülmektedir. Zâten, ilm-i kıyafet ile yani, maddî yapının ifade ettiği ma'nâlarla uğraşanlar, elin içindeki çizgilerden, kaderin cisme aksedişinin bir ifadesi olarak kişinin başından geçecek şeyleri kısmen de olsa söyleyebilmektedirler. Hatta basiret ve firaseti açık kimseler, çehresine baktıkları insanın simasında, onun bir kısım mukadderatını sezebilirler. Bunlar gaybı bilmek değildir. Çünkü onlara göre kadere ait sırlar, işaretler şeklinde insan vücudunda şekillenmiş durumdadır. Bu işaretleri bilmeyenlere göre söylenenler gaybî olsa dahi, hakiki ma'nâda gayb bu kabil malûmatla sınırlı tutulamaz. Yâni bu söylediklerimiz, "Gaybı ancak Allah bilir" hükmüne zıd değildir.
Allah'ın cismaniyetimize yerleştirdiği işâret ve alâmetlere bakarak, kaderi okumaya çalışmak, Saadet Asrı'nda da rastladığımız bir ilimdir. O zaman bunu yapanlara "kâif" denirdi .
Efendimiz (sav) bu ilmin karşısına çıkmadığı gibi, bir defasında kendisi de bir kâif getirmiş ve haklarında dedikodu yapılan Usame b. Zeyd ile, Zeyd b. Harise'ye baktırmıştı. -Zeyd Efendimiz'in azadlısıydı. Usame de onun oğluydu. Ancak Zeyd'in aksine Usame beyaz tenliydi. Bunun için de halk arasında bu mes'elenin kritiği yapılıyordu.- Efendimiz, birgün her ikisi de uyurken üstlerini örttürdü.. ve sadece ayakları görünüyordu. Getirdiği kâif de uyuyanları tanımıyordu. Ayaklarına bakarak "Bu ayaklar birbiriyle alâkalı" dedi. Allah Resûlü (sav) de sevinçle Hz. Aişe'nin (ra) yanına giderek bu durumu haber verdi. "Üsâme Zeyd'dendir ya Âişe" dedi . Esasen Allah Resûlü (sav) bunu biliyordu. Zira birgün mescidde bir delikanlı ayağa kalkmış "Benim babam kimdir" diye sormuş, O da ona babasının kim olduğunu söylemişti. Fakat burada bir kâif getirmekle, halka mâl olmuş bulunan ve ictimâî hayatta bir yeri olan bu müesseseyi halkın bakış açısına uygun bir delil olarak kullanmak istemişti. Kâif'in söylediği ile kendi bildiği arasında da bir zıdlık yoktu. Onun için de kâifin söylediğinin halka mâl olmasını arzu ediyordu
.
KİTAP VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE KADER
Abdulfettah Şahin
İRADE VE FONKSİYONU
Biz, insan iradesine mevcud nazarıyla bakmıyoruz. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dediğimiz ve Müslümanların, itikadî meselelerde ekseriyetini temsil eden görüşe göre bu böyledir.
Varlığımızı meydana getiren bütün uzuvları teker teker sayarak onların mevcud olduğunu ve Allah tarafından yaratılmış bulunduklarını kabul ederiz. Meselâ, benim bir başım vardır, bu bir mevcuddur ve Allah tarafından yaratılmıştır. Bir burnum var, o da Allah tarafından yaratılmıştır. Ayaklarım var, kollarım var, gözlerim var ve bütün bunlar Allah tarafından yaratılmıştır. Ancak irade için aynı cümleyi tekrar edemeyiz. İrademiz vardır; fakat hâricî bir vücudu olmadığı için yaratılmış değildir. Onun için biz irademize mevcud nazarıyla bakamayız. Mevcud olmayan şeyler yaratılmayan şeylerdir ama bütün bunlar da Allah tarafından bilinir. Yani ilmî plânda onların da bir vücudu vardır. Fakat onlara irade ve kudret taalluk etmemiştir. Eğer aksi bahis mevzûu olsaydı, yani irademiz de diğer uzviyatımız gibi haricî vücud noktasında var ve yaratılmış olsaydı işte o zaman araya cebir girerdi.
Nasıl Cenâb-ı Hakk, bizi yaratırken cebrî olarak yarattı. Bizi bize sormadı. Onun gibi irademiz de böyle yaratılmış olsaydı, işlenenlerin hiçbirinden mes’ul olma gibi bir durum söz konusu edilemezdi.
Tabiî ki hiç kimse yaptığı hasenâta mukabil mükâfat da talep edemezdi. Çünkü ne iyiliği ne de kötülüğü yapan başka türlü yapmaya muktedir olamazdı. Halbuki burada durum böyle değildir. İnsan iradesi bizzat mevcud olarak yaratılmamıştır. Belki ona itibarî bir vücud verilmiştir. Hendesedeki itibarî ve farazî hatlar gibi, irade ve cüz’-i ihtiyarînin de itibarî ve farazî bir vücudu vardır. Böyle bir varlığı ve böyle bir vücudu ise, herhangi bir tartı ve ölçü ile değerlendirmek mümkün değildir.
İşte irade, hiçbir ağırlığı olmayan böyle izafî bir vücuda sahiptir. Şu kadar var ki o, Cenâb-ı Hakk’ın icraat ve yaratmasına bir şart-ı âdîdir. Yani o kendine düşeni yaptığı zaman -ki bu ya meyelandır ya da meyelandaki tasarruftur- Cenâb-ı Hakk onun istediği fiili yaratır. Demek oluyor ki, ister meyelan, isterse meyelandaki tasarruf, haddizâtında haricî bir vücuda sahip olmamakla beraber, yaratma işi bu meyelan veya meyelandaki tasarrufa bağlı kılındığı içindir ki, irade apayrı bir değer ve kıymet kazanmaktadır.
İsterseniz bunu da avamca bir misâlle müşahhaslaştıralım. Elimizdeki plân ve projenin, binanın yapılması adına hiçbir tesir ve müdâhalesi yoktur. Bu plân ve projeyi isterseniz her gün yanınızda taşıyın ve gözünüzü ondan hiç ayırmayın, binanın yapımı adına bir milim mesafe alamazsınız. Bu yönüyle plân ve projenin hiçbir değer ve kıymeti yoktur. Ama siz ne zaman binanın yapımı işine mübaşeret ederseniz, işte o zaman bu plân ve proje apayrı bir değer ve kıymet kazanacaktır. Çünkü o olmadan sizin böyle bir bina yapmanız mümkün değildir. İnsanın iradesi de böyle bir plân ve proje gibidir. Aynen o da farazî hatlardan ve çizgilerden ibarettir. “Cüz’-i ihtiyarî” veya “irade-i cüz’iye” dediğimiz bu plânın ifade ettiği ma’nâyı vücuda getirecek ise Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasıdır. Fakat dikkat edilecek olursa, Allah’ın yaratması bu plâna göre olmaktadır. Zaten mes’ûliyetin kaynağı da iradeye ait bu fonksiyondur.
Bizim irademiz zâtında kıymet ve ağırlığı olmayan bir şey olsa bile, işlerimizi yaratacak olan Allah, bu plân üzerine yaratacağı için, biz bu yaratılacak şeye sebebiyet vermekteyiz. Yaratılmasına sebep olduğumuz “hasenât” ise mükafât kazanırız; yok eğer “seyyiât” ise cezaya çarptırılırız. Görülüyor ki, çok mühim ve büyük neticeler hep bu farazî, nazarî ve şart-ı âdî olan irade üzerinde dönüp durmaktadır. Öyle ise mutlak cebir yoktur; ancak şartlı cebir vardır. Yaratan Allah’tır; ama insanın iradesini kendi yaratmasına âdî bir şart yapmıştır. İnsan bu noktada iyi düşünmeli ve kader ile irade arasındaki dengeyi korumalıdır. Esasen kader mevzûunun en mu’dil mes’elelerinden birine girmiş olduk. Onun için mevzûu birkaç misâlle anlatmaya çalışalım:
Siz büyük bir elektrik mekanizmasının düğmesine dokunuyorsunuz. Halbuki bu büyük mekanizmayı hazırlayan başkasıdır. O, öyle bir sistem kurmuştur ki, siz düğmeye dokunur dokunmaz âdeta bütün cihanı ışığa boğuyorsunuz. Yaptığınız bu küçük işle meydana gelen bu büyük netice arasında ma’kul bir münasebet görülmüyor. Sebep ve netice arasında hiçbir tenasüp ve uygunluk yok. Bu bir bakıma peygamberin mucizeleri gibi...
Diğer taraftan fizik dünyamızla alâkalı olan işlere de bunu kıyas edebiliriz. İşte, size yediğiniz bir lokmanın serencamesi: Siz diyorsunuz ki “Yemek yedik.” Ben de diyorum ki “Hayır, yemek yemedik. Allah bize yemek yedirdi.” Belki benim bu sözümü siz, evvela, bir saygı ifadesi olarak kabulleneceksiniz. Fakat mes’elenin tetkikini yaptığınızda göreceksiniz ki, esas doğru olan benim söylediğimmiş. Nasıl mı? İşte bakın:
Lokmayı ağzımıza götürüyoruz. O lokmayı bize kim verdi? O lokma o hâle gelinceye kadar hangi devrelerden geçti? Güneş ona nasıl ocaklık yaptı? Zemin onu hangi şartlarda yetiştirdi? Kimin suyu ile suladınız ve ona kimin havasını teneffüs ettirdiniz?
Daha sonra ağzınıza götürdüğünüz o lokmayı başka bir mekanizma devralır. Ondan sonra olup bitenlerden ise, ne bir haberiniz ne de müdâhaleniz olur. Yemek yemeyi ve yenileni hazmetmeyi kendi iradenizle yapmaya çalışsanız, bazen dilinizi çiğnersiniz, bazen mideyi çalıştırmayı unutursunuz, bazen de mideyi çalıştırmaktan usanır ve bağırsaklara öğütülmemiş şeyler gönderirsiniz. Halbuki lokma ağzımıza girdiği anda, hatta bazen onu sadece görmekle ağzımız sulanmaya başlar. Ağzımıza aldığımız lokmanın çeşidine göre bir kısım asitler ifraz edilir. İfraz edilen asidin miktarı ağzımızdaki lokmanın durumuna göre değişir. Miktar ve çeşit ne olursa olsun aynı asitler salgılanacak olsaydı hiçbir zaman istenen netice hâsıl olmazdı. Demek ki salgı bezleri faaliyete geçerken ağzımıza aldığımız lokmanın hazmının güçlük veya kolaylığına göre bir fonksiyon icra ediyor.
Midenin faaliyeti çok daha komplekstir. O da vazifesini en küçük teferruatına kadar yerine getirir. Sonra on iki parmak bağırsağı ve karaciğer de kendilerine ait vazifeyi yerine getirirler. Karaciğer ki üçyüze yakın iş görmektedir. Fakat harıl harıl çalışan içimizdeki bu fabrikadan hiçbirimizin haberi yoktur. Orada herşey alabildiğine sessizdir. Daha sonra bağırsaklar faaliyete geçer. Kılcalları vasıtasıyla besinleri emmek ve damarlara aktarmak bağırsakların vazifeleri arasındadır. Böbrekte süzülme olur. Zararlı maddelerin idrar yollarını tıkamasına meydan verilmez. Böbrek faaliyetini sürdürürken, çalıştırdığı işçilerin yarısına iş gördürür, diğer yarısını ise ihtiyat kuvveti olarak yedekte bekletir. Sonra da ifrazat anındaki kolaylıkları hasıl edecek faaliyet seyri içine girilir. Şimdi lokmayı ağzımıza koyduk, bu andan son neticeye kadar bütün olup bitenleri, birer malumat olarak bilsek bile, faaliyette hiçbir dahlimiz ve müdâhalemiz olmaz. Bütün bu faaliyetleri yaratan doğrudan doğruya Allah’tır. Öyleyse mes’eleyi tekrar edelim, “yemek yedim” demek mi doğrudur yoksa “Allah yedirdi” demek mi? Ama biz mecâzî bir ifade yolunu seçiyor ve “Yemek yedik” diyoruz. Kelimeyi hakiki ma’nâsında kullanmamız gerekirse “Allah yedirdi” dememiz icap eder.
İşte mes’eleye bu noktadan baktığımızda, irademizle yaptığımız işlerde de durumun çok farklı olmadığını görürüz. Onun için bir teşbihle mes’eleyi mucizeye benzetmiş olduk. Bu benzetişteki ortak benzerlik (vech-i şebeh) her ikisinde de tenâsüb-ü illiyet prensibinin olmayışıdır. Bu şuna benzer: Koskocaman bir saray düşünün ki yanında bir karınca duruyor. Kalkıp da biri: “Bu sarayı bu karınca yaptı” derse, işte bu söz tenasüb-ü illiyet prensibine göre inandırıcı olmaz. Peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de böyledir. Onun içindir ki bu mucizeler peygamberin peygamberliğine delil oluyor. Yani, biz bir beşerin elinden böyle hârikulâde eşyanın zuhurunu imkânsız gördüğümüz için mecburen diyoruz ki, -aslında öyledir de- bu mûcizeler o peygambere Allah tarafından veriliyor. İşte, bu hususlara binâen, bizim farazî bir hattan ibaret olan cüz’î iradelerimize bina edilmiş fiillerde de durum aynıdır.
Meselâ, Efendimiz eliyle işaret ediyor ve ay iki parça oluyor.2 Aynı elin parmakları bir başka zaman on musluklu çeşme hâline geliyor.3 Meydana gelen bu neticeleri, zahiren sebep gibi görünen eşyaya bina etmek mümkün olmadığı gibi, iradelerimize bina edilen bütün fiilleri de kendimize isnad etmemiz mümkün değildir. Her ikisini de yaratan Allah’tır. “Sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı” (Sâffât, 37/96) diyerek bize bu hakikati ihtar ediyor. Bu mes’eleyi kabullenmek dinî bir zarurettir.
Peygamber Efendimiz bu zarurete işaret buyurmuş ve itizâlî düşüncelere düşenleri bu ümmetin Mecûsîleri olarak vasıflandırmış ve “Her ümmetin, Mecûsileri vardır. Bu ümmetin Mecûsileri ise ‘kader yoktur’ diyenlerdir”4 buyurmuştur. Zira onlar hayır ve şerri Allah’a vermemekte ve kulu kendi fiilinin yaratıcısı kabul etmektedirler. Önceleri “Kaderiye” ismi cebre kail olanlara verilmişti. Ancak daha sonra hadîsin ma’nâsına uygun olarak bu isim kaderi inkâr edenlere verildi ve böylece isim hakiki sahibini bulmuş oldu. Günümüzde “Kaderiye” yine Mu’tezile mezhebine denir ki, az farklılıkla eski mevcudiyetini muhafaza etmektedir.
İnsanın yaptığı işlerde kendine ait hiçbir fonksiyon yoktur düşüncesi de Cebriye mezhebine aittir. Halbuki yukarıda da ısrarla üzerinde durduğumuz gibi, bu görüş de doğru değildir. Ehl-i Sünnet mezhebi ise her ikisinden aldığı hakikatla orta yolu temsil eder. Bu yol ifrat ve tefritten korunmuş yoldur. Fiilimizi yaratan Allah’tır, fakat isteyen, talep eden bizleriz. Öyle ise mes’uliyet bize aittir. İşte Ehl-i Sünnet görüşü de budur..!
İNSAN İRADESİ ve ALLAH’IN DİLEMESİ
İnsan her ne kadar ihtiyar sahibi ise de, emir ve irade Allah’a aittir. O’ndan emir gelmeyince hiçbir şey olmaz.. O irade etmeyince hiçbir nesne vücuda gelemez! O dilememiş olsaydı, bugün ne zaman ne de mekan bulunurdu. O, var ettiği şeyleri devam ettirmeseydi, herşey toz-duman olur giderdi.
Yokluğun bağrına varlık incilerini saçan O, perde perde yokluk karanlıkları içinde gök kapılarını açan O, kâinatları okunsun ve temâşâ edilsin diye bir kitap, bir meşher gibi tanzim edip, sonra da çehresine ışık saçan yine O’dur.
Çeşmeler, çaylar O’ndan aldıkları emirlerle gürül gürül akarlar. Taşlar, kayalar, O’nun emirleriyle parça parça olur, toprak kesilir ve bağırlarını tohumlara açarlar... Ovalar, obalar, O’ndan aldıkları emirlerle en göz kamaştırıcı fistanlara bürünür, yer ve gök ehline gamzeler çakarlar.
O’ndan gelen esintilerle, her sene yeryüzü bir baştan bir başa cennetlere döner.. bağlar bahçeler birkaç kere meyvelerle kızarır.. kuşlar, kuşçuklar coşar-oynar; canlı cansız herşey lisan kesilir ve yürekleri hoplatan bir talâkatla O’nu haykırır..
Bu uçsuz-bucaksız kâinatta, hiç kimse O’na karşı mülk da’vâsında bulunamaz. Yeryüzü, çeşmeleri, çayları ve engin denizleriyle O’nun rahmetinden küçük birer damla, canlı-cansız bütün varlık O’nun servetinden sadece birer zerredir. O’nun nimetleri, iki kutup arasındaki rakamlarla ifade edilemeyecek kadar çok ve bütün bu göz kamaştırıcı nimetlere karşı minnet ve şükran da O’na mahsustur. Her yerde gördüğümüz kâinat çapındaki bu engin tasarruf ve ihsanlar O’na ait olduğu gibi, insan-oğlunun eliyle gerçekleştirilen bütün hayırlar, bütün bereketler, feyizler de O’na aittir. İmanlı gönülleri itminanla donatan O, hakikat erlerine ahlâk ve hikmet öğreten O, secdeli başlara ışığa giden yolları gösteren de yine O’dur. O’nun inayetini tanımayan sa’y ve gayretler boş, O’nun korumadığı semereler de gelip geçici seraptan ibarettir.
Hizmetler, O’nun hoşnutluğu düşünülerek yapılırsa ibadet olur... Bu mübârek ibadet de O’nun sahip çıkıp korumasıyla büyür, gelişir ve onu eda edip ortaya koyanların kurtuluşuna vesile olur. Yoksa, yalınayak, başı açık hayallerle ne bir yere varılabilir ne de onlarla sırat geçilir. “Ben yaptım, ben tertip ettim, ben yol gösterdim..” gibi iddialı sözler, insanların dudakları arasından dökülse bile, şeytana ait hırıltılar olduğunda şüphe yoktur.
En küçük şeylere en büyük işleri yaptırıp, karıncaya Firavun’un sarayını harap ettiren Allah’tır! Kâinatın her yanında O’nun mülkünün bayrağı dalgalanır. O bayrağın gölgesine sığınmayanlar -gölgesi başımızdan eksik olmasın- kendilerine yazık etmiş olurlar. Yer-gök O’nun hükmü altındadır. Elimiz-ayağımız, gözümüz-kulağımız, dilimiz-dudağımız, kalbimiz-vicdanımız O’nun geniş mülkünde küçük birer et parçası ve minik birer duygu vasıtasından ibarettir. Bütün bunlar O’nun olduğu gibi onlardan elde edilen faide ve semereler de O’na aittir. O, bu duygu ve uzuvları bize vermeseydi, biz nasıl “ağzımız-burnumuz, gözümüz-kulağımız” diyebilecektik! O, bunlara terettüb eden meyveleri yaratmasaydı, kalkıp kendimize mal ettiğimiz bu semerelerden kaçta kaçına sahip olabilecektik! Dünya, O’nun buyruğuyla dönüp durmakta, yeryüzü O’nun cömertliğiyle dolup taşmaktadır.
Bundan dolayıdır ki, varlığı, O’ndan başkasına isnad etmek, affedilmez kaba bir nankörlük; nimet ve ihsanları arkasında O’nun elini görmemek de utandırıcı bir şirktir.
Ey Rahmeti Sonsuz! Şeytanın bile ümit bağladığı, o engin rahmetin hürmetine, “Ben, ben” diyen görgüsüz ve saygısızların gözlerinden perdeyi kaldır.. teklif düğümünü azıcık çöz.. hayranlık duyulacak iş ve icraatını şaşkınlıkla seyredenlere bir kısım cilveler göster ve boşlukta olan gönülleri marifetinle doyur.!
.
KİTAP VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE KADER
Abdulfettah Şahin
ÂYET ve HADÎSLERİN AYDINLATICI TAYFLARI ALTINDA KADER
Kader mes’elesi, ancak aşağıda zikredeceğimiz âyet ve hadîslerin ışığı altında ele alınır ve işlenirse Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat anlayışına uygunluk sağlanmış olur. Yoksa ya itizalî ya da cebrî düşüncelere kaymaktan kurtulamayız. Onun için bu bölümde mevzû ile alâkalı âyet ve hadîsleri ele alıp tahlil etmeyi düşünüyoruz.
Bir âyette Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki Biz onu yaratmadan önce o bir kitapta bulunmasın. Doğrusu bu Allah’a kolaydır.” (Hadid, 57/22).
Gökten, yerden ve nefsinizden size, ne zaman ve nasıl bir musibet isabet ederse etsin, o musibet gök, yer ve nefsiniz yaratılmadan evvel takdir ve tayin edilmiştir. Evet, herşey önceden yazılıp çizilmiştir ve olanların hepsi bu tesbit çizgisi içinde cereyan etmektedir.
Mes’eleye bu şekilde inanma, bu şekilde yaklaşma Muhammedî yolda yürümenin gereğidir. İnhiraflar ise, inhirafın büyüklüğüne, küçüklüğüne göre sapıklık ve dalâlettir.
Kader mes’elesine delâlet eden âyetlere kitabımızın başında işaret etmiştik. Şimdi onları tefsir eden birçok hadîs-i şeriften birkaç tanesini aktarmak istiyoruz:
1. Abdullah b. Amr b. As rivayet ediyor: Efendimiz şöyle buyurdular: “Allah, gökleri ve yeri yaratmadan ellibin sene evvel mahlukatın kaderlerini tayin ve tesbit etmiştir. Ve arşı su üzerindeydi.”5
Bu ellibin sene, hangi zaman kıstaslarına göredir, bilemiyoruz. Belki de dünyamıza ait zaman ölçüsüne vurulursa bu elli bin sene de olabilir. Elli milyon sene de... Hatta kesretten kinaye de söylemiş olabilir.. kesin birşey söyleyemiyoruz.
Gök ve yer yaratılmadan, göklerin ve yerin semeresi beşer halkedilmeden ellibin sene önce meşhergâh-ı âlemde teşhir edilecek olan herşey tayin ve tesbit edilmiş bulunmaktadır.
Hadîsin devamında “... ve arşı mâ üzerindeydi” denilmektedir ki, bu mes’elenin derinlemesine tahlilini bir başka eserimizde yaptığımız için burada onu söz konusu etmeyeceğiz. “Mâ” belki birçok muhaddisin dediği gibi “Amâ” maddesidir. Belki de “Esir”dir. Allah’ın arşı, atomların, partiküllerin asıl maddesi olan esir üzerindeydi. Belki varlıklar o zaman esirî vücudlarıyla vardılar. Bunu bilmemiz hiçbir zaman mümkün değildir. Çünkü biz de, babamız Âdem de henüz yoktu. Kâinat da yoktu. Hilkatin semasında henüz bir şimşek bile çakmamıştı.
2. Ubâde b. Sâmit vefat edeceği ân etrafında toplanan çocuklarına şunları anlatıyordu: “Evladcığım, sen, sana gelecek şeyler gelmeden evvel tayin ve tesbit edildiğini ve sonra da hiç şaşırmadan sana geldiğini kabul etmedikten sonra îmanın tadını tatmış olamazsın. (Vicdanında îmanın zevkine ulaşmış olamazsın. Îmandan matlup neticeyi elde edemez ve zevk-i ruhânîyi duyamazsın.) Ben Rasul-ü Ekrem Aleyhisselam’dan işittim. Buyurdular ki, “Allah’ın ilk yarattığı kalemdir. Allah, kalemi yaratır yaratmaz ona “Yaz” emrini verdi. Kalem “Ey Rabbim neyi yazayım?” dedi. Cenâb-ı Hakk “Kıyamete kadar olan her şeyin kaderlerini yaz!” buyurdu. Ve sonra Allah Rasulü sözlerine şöyle devam etti: Kim bunun aksine bir iman üzerine ölürse benden değildir!” (Onun intisab-ı Muhammediyesi ve İslâm’la ilgisi yoktur).”6
İşte Ubâde b. Sâmit, ölümle burun buruna geldiği bu son ânında, evlatlarına bu mes’eleyi anlatıyor ve onlara kadere îmanı sanki bir emanet gibi teslim ediyordu.
3. Yine yukarıdaki âyeti îzah ve tefsir eder mahiyette Abdullah b. Abbas’ın rivayet ettiği şu hadîs de meselemize ışık tutması bakımından çok mühimdir: (Abdullah b. Abbas, Allah Rasulü’nün terkisinde bulunuyordu). Efendimiz ona hitaben şöyle buyurdu: “Ey delikanlı, sana birşeyler öğreteceğim! Allah’ın emir ve nehiylerini gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah’ın hakkına riayet et ki, O’nu karşında bulasın. İstediğini sadece Allah’tan iste. Yardım dilediğin zaman da sadece O’ndan yardım dile. Kat’iyen bil ki, bütün insanlar toplanıp sana bir yardımda bulunmak isteseler, Allah’ın senin için yazdığının dışında bir yardımda bulunamazlar. Ve yine bütün insanlar sana zarar vermek için bir araya gelseler, Allah’ın senin aleyhine yazdığının ötesinde hiçbir şey yapamazlar. Zira artık kalemler kaldırılmış, sahifeler kurumuştur.”7 Yani: Allah’ın hakkına riayet et ki, ilerisi için birşeyler göndermiş olasın. İstediğin zaman sadece Allah’tan iste. Başkasına boyun büküp bel kırma. Başkasının karşısında serfüru etme, başkasına müracaatta bulunma. Çünkü senin işini halledecek sadece Allah’tır. Öyle ise isterken O’ndan iste. Zira kimden istersen iste, neticede senin istediğini sana Allah verecektir. Öyleyse aradaki vesile ve vâsıtalara takılıp kalma. Bütün aracıları ortadan çıkar. Hem söz olarak, hem de fiil olarak bunu böyle yap.. ve bil ki, bütün vesile ve vasıtalar da aynen senin gibi âcizdirler. Senin her türlü arzu ve isteğini yaratmaya muktedir olan bir tek zât vardır, O da Allah’tır. Zira göklerin ve yerin anahtarı O’nun elindedir. Takdir ve tayin eden O’dur. Yaratan O’dur. Mes’ud eden, hüzne boğan yine O’dur. İstediğini aziz, istediğini zelil kılar. Bütün insanlar sana hayırda bulunmak için birbiriyle yarışsalar, ve içinde bulunduğun kötü durumdan seni kurtarmaya çalışsalar; sana yapacakları iyilik hiç şüphesiz Allah’ın takdiri çerçevesinde olacaktır. Yapılmak istenen kötülüklerin durumu da aynıdır. Zira, kalem yazacağını yazmış, sahifeler de kurumuştur. Yani bundan öte onlarda zerre kadar bir değişiklik söz konusu değildir.
Efendimiz, “Hıbrü’l-Ümme”, ümmetin allâmesi Hz. Abdullah b. Abbas’a, cevâmi’ül-kelim kabul edilen bu sözleriyle kadere ait en derin mes’eleleri talim buyuruyor. Müntehinin kader anlayışı işte bu olmalıdır.
Evet, kader vicdanî ve hâlî bir mes’eledir. İnsan, bütün bu anlatılanların gerçeğini ve hakikatini vicdanında duyacak ve dolacaktır.
Denilebilir ki, Efendimiz’in en çok tahşidat yaptığı mes’elelerden biri kader mevzûudur. Ve bu hadîslerden ekserisi Kütüb-ü Sitte’de mevcuddur. Onun için de kader mes’elesi üzerinde ne kadar durulursa yeridir ve lüzumludur.
Mecûsiler iki ayrı kuvvete inanıyorlardı; hayır ve şer. Bunlar (haşa), Cenâb-ı Hakk’la şeytanı birbiriyle kavga ettiriyorlar ve birbirlerinin işlerine müdahele etmediklerine inanıyorlardı.
İslâm bu düşüncenin tamamen karşısındadır. Ve bu tür zihniyetlere cihad ilân etmiştir. Biz, Cenâb-ı Hakk’ın zâtında şeriki olmadığı gibi fiillerinde de şeriki olmadığına inanıyoruz. Rabb O’dur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Sultan birdir; güç ve kuvvet O’nun elindedir.
Sabah ve akşam onar defa okunması sünnet olan şu cümleler bize apaçık bu hakikati anlatmaktadır: “Allah’tan başka ilah yoktur. O tekdir, şeriki yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O her şeye kâdirdir.”8
Biz bu ifâdede, tevhid-i ulûhiyet, tevhid-i sıfat ve tevhid-i ef’âl hakikatlerini görüyor ve öğreniyoruz. Herşeyi Bir’e irca etme çok mühim bir mes’eledir ve bu bizim îman anlayışımızın özünü teşkil etmektedir.
4. İsterseniz bu hususu Hz. Ali (ra)’ın rivayet ettiği şu hadîs-i şerifin aydınlık ikliminde takip edelim:
Allah Rasulü bir sahabînin defni münasebetiyle Bakî-ı Garkad’da mahzun ve mükedder duruyordu. Elinde asası vardı. Oldukça mahzun ve biz de etrafına halelenmiş yüzündeki gam çizgilerini anlamaya çalışıyorduk. Elindeki asa ile yerde bazı şekiller çiziyordu. (Derin bir düşünceye dalmış insanın durumu tasvir ediliyor). Ve bu arada mübârek dudaklarından şu sözler döküldü: “İçinizde hiçbir ferd yoktur ki Allah onun âkıbetini cennet veya cehennem olarak tayin buyurmuş olmasın!”
Bu sözü dinleyen sahabî hayretle sordu: “Ya Rasulallah! Madem ki durum dediğiniz gibidir, niçin amel ediyor, niçin çalışıyoruz?”
Şöyle cevap verdiler: “Amel edin, herkes için ne yaratılmışsa, kendisine o yönde bir kolaylık vardır. Yani kim saadet ehlinden ise, o yöne doğru yürür ve kim de şekâvet ehlinden ise yürüyüp gideceği yön o taraftır.”
Ve ardından da şu âyetleri okudular: 1. Ama kim (varını) Allah yolunda harcar ve Allah’dan korkar.. ve en güzel kelimeyi (Lâ ilâhe illallah) tasdik ederse, Biz ona en kolay yolu hazırlarız.
2. Ama kim de cimrilik eder ve (Allah’a karşı) müstağni davranır ve güzeller güzeli kelimeyi (tevhid) yalanlarsa, Biz de onu çetin bir yola zorlarız” (Leyl, 92/5-10).9
Evet, cennet için yaratılmış olan bir insan ibadet neşvesi içinde bulunacaktır. Menhiyyata karşı içinde bir tiksinti duyacaktır. Onun için mescide giden yol çok kolaylaşacak, meyhaneye götüren yol da gırtlağına oturmuş gibi zorlaşacaktır.
Amel edin, herkes ne için yaratılmışsa onun yolundadır. Cennetin yolu mescidden ve Resûlullah (sav)’ın arkasında yürümekten geçer. Alnı secde görmeyene, kalbini ve vicdanını Hakk’a makes yapmayan bir insanın cennet yolunda olduğu söylenemez.
Eğer insan saadet ehlindense, işin neticesinde saadet ehlinin amelini işler ve saadet ehlinden olur. Ve yine insan netice itibariyle şekavet ehlindense, ergeç onlara ait amel işler ve şekavet ehlinden olur.
Onun içindir ki Allah Rasulü sabah-akşam şu duâyı okurlardı: “Allah’ım, bütün işlerimizde akıbetimizi hayırlı kıl. Bizi dünyada rezil olmaktan, ahirette de azap çekmekten koru.”10
Allah Rasulü yukarıdaki ifadelerine Leyl sûresinin 5-10’nuncu âyetlerini delil getiriyor. Ve bu âyetler ma’nâ olarak bizlere şunları hatırlatıyor:
Kim malını ve canını hak yolunda harcar, herşeyini o yolda feda eder, takva dairesine girer, Allah’ın kanunlarından istifade eder, yani her zaman kalbi saygıyla dolar taşar.. Allah’ın himayesine dehâlet eder, gerçek kurtuluşu Allah’ta bilir ve bulur.. böylece her işinde Allah’a güvenir, dayanırsa.. sonra Esmâ-i Hüsnâ’yı tasdik eder, ve inanılması gereken herşeyi doğrularsa; Biz de ona doğru yolu kolaylaştırır ve onu çağlayan bir çay gibi akar hale getirerek hedefine ulaştırırız. Artık o, öyle namaz kılar, öyle oruç tutar, öyle hacca gider, öyle cihad yapar ki, bu işin neşvesine akıl erdiremeyenler bakar da ona ya hayran olur veya “deli” derler. Evet artık onun ölümü istihkarı bir destan, yemeyi-içmeyi ve şahsî zevkleri terketmesi akıl üstü bir efsane gibi görülmeye başlar ve onun cömertliği bir nağme gibi dillerde dolaşır durur. Zira Allah iyiye giden yolu ona kolaylaştırmıştır.
Durum aksi olursa, yani insan cimri kesilir ve hiç kimseye birşey vermezse, böyle bilmelidir ki, vermeyene verilmez. Verirse Allah da ona verir. Neyi verir? Hüsnâyı, güzel âkıbeti... Ama kim vermez, hem de müstağnî davranırsa; yani diğerinin ittika edip Cenâb-ı Hakk’ın himayesine girmesine mukabil bu kendinde bir varlık hissedip müstağnî davranır Karun gibi, “Bütün bunlar bana benim ilmim sayesinde verildi” der, camiye gitmeyi gericilik sayar ve camiye gidenleri hor ve hakir görür, hüsnâyı da tekzip eder, o Esmâ ile müsemma olan Cenâb-ı Hakk’ı yalanlar, Esmâ-i Hüsnâ’nın nokta-i mihrakiyesi olan Rasul-ü Ekrem (sav)’i kabul etmez, Esma-i İlâhî’nin cilvelerinin ezelî bir tercümesi olan Kur’ân’ı tanımazsa, Biz de onu zora koşarız. Belki bazen o da dinî bir hayatın içinde bulunur. Fakat kıldığı namazı gırtlağı sıkılıyor gibi kılar, sabah namazına kalkarken tembel tembel, uyuşuk uyuşuk kalkar ve döşekten bir türlü ayrılmak istemez. Zamanla cemaatı da, ibadeti de terk eder. Başka bir âyetin ifade ettiği gibi, dinî bir teklifle karşılaştığında ölüm baygınlığına bürünür, bakışları bulanır ve söylenenin aksine sürüklenir. En ufak dinî teklifler karşısında dahi bir bezginlik ve bir tedirginlik gösterir. Çünkü o zora koşulmuştur. Ağır bir yük altında tepeye tırmanıyor gibi bir tavır sergilemektedir..
« “Ben onu dimdik bir yokuşa sardıracağım..” (Müddessir, 74/17).
Evet, insanların kimisi bir kömür damarı bulmuş ve durmadan o kanalda kömür aramakta, kimisi gümüş, kimisi bakır, kimisi de altın... Ve niceleri de var ki kanalizasyonlarda dolaşmaktadır.
Kalbi sağlam tutmak, sıdkı bütün olmak, teveccühü tam etmek, Allah için vermek, bekleneni Allah’tan beklemek, Esmâ’yı tasdik etmek, Allah’a karşı istiğnâ göstermemek, kendi cılız iradesine ve kendi zayıf ilmine itimat etmemek, herşeyi Allah’tan bilmek ve başını O’nun eşiğine koymak, evet bütün bunlar yolu kolaylaştıracak hususlardır. Aksini yapmak ise, yolu sarpa sardırmak ve aşılmaz bir yokuş haline getirmek demektir.
Yukarıda zikrettiğimiz hadîsin râvisi Hz. Ali diyor ki: “Sahabe, Efendimiz’den bunları duyduktan sonra öyle derin bir ibadet anlayış ve şuuruna erdiler ki, ibadet için paçaları sıvadılar ve gece-gündüz Allah’a ibadete koyuldular.” Demek hepsi de ben hangi yoldaysam neticede oraya varacağım, diye düşünüyordu..
İşte sahabenin kader anlayışı buydu. Kadere iman onlarda tembelliğe değil, aksine daha çok çalışmaya sebebiyet veriyordu.
DİPNOTLAR
1) Buhârî, Fedâilü Ashabi’n-Nebî, 17
2) Müslîm, Münafikun, 43-47; Buhârî, Menak›b, 27.
3) Buhârî, Vudû, 46,32; Menâkib, 25, E_ribe 31; Müslim, Zühd 74, Fedâil, 4-6.
4) İbn-i Mace, Mukaddime,10; Müsned, II/86,125, V/407.
5) Müslim , Kader, 16.
6) Ebû Davûd, Sünnet, 16.
7) Tirmizi, Kıyâmet, 59; Müsned, I, 293,303/307.
Buhari, Teheccüd, 21; Ezan, 155.
9) Buhârî, Tefsir (92) 7, Kader 6, Tevhid 54;s Müslim, Kader, 6-8.
10) Ahmed bin Hanbel, IV, 181.
.
KİTAP VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE KADER
Abdulfettah Şahin
Onlar: “Biz hangi yolda yürüyorsak, demek ki, o yolun neticesi bizler için takdir edilmiştir” diye düşünüyor ve durmadan o yolun nihayetine erebilmek için gayret gösteriyorlardı.
Öyle ise, vay haline cami yolunda olmayanların, secdesiz başların, Allah’ın yolunu bırakıp başka yolların ardına düşenlerin! Ve yine öyle ise vay haline, bayramı puthanede, orucu demhanede, iftarı meyhanede olanların!.. Gittikleri yol sarpa sarmıştır. Neticesi ise “Sakar”dır. (Müddessir, 74/26-30)
Allah’a hamdolsun ki bize İslâm yolunu kolaylaştırdı. Şebnemler gibi bizi cami denen yapraklar üzerine yerleştirdi, kalbimizi güneşler güneşinden gelen şualara makes eyledi. Hz. Muhammed Aleyhisselam’a bağlılık nimetiyle bizi serfiraz kıldı. O’ndan bu nimetlerinin ikmâl ve itmamını talep ve niyaz ediyoruz..!
5. Abdullah b. Amr b. As rivayet ediyor: “Bir gün Allah Rasûlü elinde iki kitap olduğu halde yanımıza geldi.
-Bu kitaplar nedir, biliyor musunuz? diye sordu.
-Hayır bilmiyoruz. Haber verirsen biliriz Ya Rasûlallah! dedik. Şöyle buyurdular:
-Bu sağ elimdeki kitap, cennet ehli olanların isimlerinin yazılı olduğu kitaptır. Burada onların, babalarının ve kabilelerinin ismi yazılıdır.”
(Burada Allah Rasûlü konuşmayı kesti. Yani kitapta, o insanın kabilesi nereye kadar uzanıyorsa hepsi yazılıdır. Melekler o insanın ismini hiç şaşırmadan tesbit edebilecektir. Çünkü en küçük teferruata kadar o kitapta tesbit yapılmıştır...). Devam eder:
“Bu sol elimdeki kitaba gelince onda da bütün cehennem ehlinin isim listesi vardır. Onlar da orada baba ve kabile isimleriyle kaydedilmiştir... Bu her iki kitaptaki isimler ebedî olarak ne artar ne de eksilir.”
Allah Rasulü böyle deyince sahabi sordu: “Ya Rasulallah! Madem ki iş neticelenmiş, kitaplar dürülmüş, kalem kaldırılmış biz niçin amel ediyoruz?”
Efendimiz şu cevabı verdi: “İstikametten ve itidalden ayrılmayın. Cennet ehlinden olan hayatı boyunca ne yapmış olursa olsun, cennet ehline ait ameli işlemeden defteri kapanmayacaktır.”
Ve Allah Rasulü sözlerine şöyle devam buyurdular: “Eğer kişi cehennem ehliyse, daha önce ne yapmış olursa olsun, cehennem ehline ait bir amel işler ve defteri öyle kapanır .” (Ahmed b. Hanbel, II/167)
Yaşadığım bir hâdise ile bunu tenvir etmeye çalışayım: Sevdiğim bir insanın ölümüne yakın başında bulunmuştum. Siroz onu kıskıvrak yakalamış ve yatağa sermişti. Dili de büyümüştü ve ağzında dönmüyordu. Fakat onun dili durmadan kıpırdıyor ve bir şeyler söylüyordu. Kulağımı ona verdim ve dinledim.. sanki diline bedel kalbi “Lâ ilahe illallah” diyordu.
Temiz ve nezih bir hayat yaşamıştı. O esnada gurbetteydi. Ona şehadet kazandıracak bir hastalığa düçar olmuştu. Son anında sevdiği, ağzı dualı insanlar yanındaydı. Sanki Cenâb-ı Hakk, onu cennet ehli kılmak için bütün şartları hazırlamıştı.
Zaten hacca gitmiş ve orada hastalanmıştı. Türkiye’ye döndüğünde yakınlarının yüzünü göremeden İzmir’de hastahaneye yatırılmıştı. Zahiren mağduriyet içindeydi; ama çok büyük bir kazanç onu bekliyordu. (Ben şahsen, zahir hali itibariyle, onun imanına şehadet ederim... Ahirette de onun imanına şehadet etmeye hazırım.. tabiî o fırsatı verirlerse) Eğer kişi cennet ehliyse, Allah onun son amelini cennet ehlinin ameli kılacak ve amel defterini öyle kapatacaktır. Ama, durum bunun aksine ise, netice de aksine olacaktır. Cenâb-ı Hakk, bizi kötü yolun encamından muhafaza buyursun ve bizleri cennet ehlinin amellerine muvaffak eylesin.. teçhiz buyursun.(Amin!)
İnsan iradesi ile Cenâb-ı Hakk’ın yaratması hususuna, yukarıda kısaca temas etmiştik. İrade dediğimiz şey keyfiyeti bizce meçhul, izafî bir varlık. Bu ma’nâdaki irade Allah’ın yaratmasına şart-ı âdi kılınmış ve bu yönüyle de o bir değer ve kıymet kazanmıştır. Ama iradenin, meydana gelen fiillerde fonksiyonu nedir? İşte bu husus hiçbir zaman tam ve kesin hatlarıyla tesbit edilememektedir. Anladığımız ve tesbit ettiğimiz husus şudur: Allah (cc) bizi iyi amellerimizle cennete, kötülüklerimiz neticesinde de (Allah korusun) cehenneme sevkedecektir. Ebrar cennete ehil hâle gelirken, füccar da kendi iradeleriyle cehenneme müstehak olacaklardır (İnfitar, 82/13-14). Ama bu noktada insan ne yapar? İnsanın, iyi ve kötü şeyler üzerinde müdahalesi ne kadardır? Yaratan Allah olduğuna göre, insanın sebebiyet vermesine hangi ölçüde itibar edilir? Bütün bunların bilinmesini biz, “Allamü’l-Guyûb” olan Allah’a havale etmek zorundayız...
Sebkat etmiş bir kitap vardır. Ve bu kitabet meselesi çeşitli devir ve dönemlerde değişik şekillerde yapılmıştır. Semavat ve arz yaratılmadan önce umumi bir plân tesbit edilmiştir. Daha sonra da ferdlere ait plânlar bu umumi kitaptan istinsah edilmiş ve ferdlerin kaderleri olarak boyunlarına asılmıştır. Biz kendimizi ve iradelerimizi eşya ve hâdiselerin dışında düşünemeyiz. Öyle ise “kader” denince biz de irade ve isteklerimiz de o dairede çalkalanıp duran eşya ve hâdiselerin içinde bulunuyoruz.. ve bu hâdiseler içinde bizimle alâkalı işler, bizim iradelerimizle irtibatlı olarak meydana gelmektedir. O iradeye biz bir ölçü koyamıyoruz; ama varlığından da şüphe etmiyoruz. İşte, bizim irademizin de dahil olduğu her şeye, Cenâb-ı Hakk’ın manzar-ı a’lâdan bakması, başlangıç ve neticeyi hâl gibi görüp bilmesi bir kaderdir. Ve böyle bir kader anlayışında ne cebrin ne de Mutezilî düşüncenin yeri yoktur. Yani, irademizi alâkadar eden bütün fiiller, aynen bizim irademizle hiçbir yakınlığı olmayan diğer fiiller gibi doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk tarafından bilinip, takdir ve tayin edilmiştir. Ama iradî fiillerde, -çapı ne olursa olsun- mutlaka irade veya meyelan hesaba katılmış ve yapılan takdirler ona göre yapılmıştır.
Allah’ın çeşitli kitabetleri var, dedik. Kader kaleminin (Levh-i Mahfuz)a yazıp kaydettiği şeyleri, daha sonra ellerinde kalem, mükerrem melekler istinsah etmektedirler. Meleklerin yazdıkları bu kitaplar, her ferdin boynuna idamlık yaftası gibi asılmakta, yani henüz işleyeceklerini işlemeden evvel bütün sergüzeşt-i hayatları bu kitaplarda mevcud bulunmaktadır. Nerede, nasıl ve ne yapılacaksa, herşey orada yazılıdır. Ancak bu yazılma, insan iradesi hariç tutularak yapılmamıştır. Belki bütün orada yazılı bulunan fiilleri insanlar, kendi iradeleriyle yapacaklardır. Sonra da insanların yaptıklarını melekler tekrar yazacaklardır (Kehf, 18/49; Câsiye 45/29; Kâf, 50/18; İnfitar, 82/11-12).. ve bu iki kitap yan yana getirildiğinde birbirinin aynı olacaktır. İlmi herşeyi kuşatan Cenab-ı Hakk’ın bu muhit ilmiyle yazdığı kitap, daha sonra meleklerin yazdığı kitapla elbette tenakuz içinde olmayacaktır. Çünkü birinci yazılan kitap, biz ne yapacaksak, daha önceden bilindiği için öyle yazılmıştır. İkinci kitap ise bizler o işleri yaparken yazılmıştır. Her iki kitap da, en küçük bir harf değişikliği söz konusu olmaksızın aynıdır. Bu husus üzerinde ısrarla duruyoruz ki, herhangi bir yanlış anlamaya sebebiyet vermiş olmayalım.
Bu kitabetin bir yönü, ruhlar âleminde, misal âleminde veya zerreler âleminde bizden söz ve misak almak suretiyle yapılmıştır. Biz bu kitabet ve yazılışın akislerini devamlı surette vicdanımızda duyarız. Allah (cc) zaman üstü bir hükmü tescil buyurmak istemiştir. Biz de bu hükmü “Belâ” diyerek cevaplamışızdır.
Ayet bize bu kaderî kitabeti anlatıyor: “Rabbin insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demiş ve buna kendilerini şâhid tutmuştu. Onlar da: “Evet, şahidiz” demişlerdi; ta, kıyâmet günü, “Bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz veya “Daha önce atalarımız Allah’a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi, her işi boş olanların yaptıklarından ötürü yok eder misin?” dememeniz için (böyle yaptık) (Araf, 7/172-173).
Hani o zamanı hatırlayın ki, Rabbiniz, insanoğlundan bir söz almıştı. Halbuki insanoğlu o sırada babalarının sulbünde, sırtında ve babalarının kromozomlarında genler halinde yaşıyorlardı. Veya insanoğlu o devrede, ruhlar âlemindeki seyahatini sürdürüyordu. Daha henüz sperm âlemine, zerreler âlemine intikal etmemişlerdi. Belki de bu söz ve misak alış, sperm bir tohum gibi rahm-i mâdere ekildiği ve orada her safhasıyla cenin teşekkül etmeye başladığı zaman, meleğin üflemesiyle olmaktadır. İnsanın mutlaka uğramak zorunda olduğu bu menzillerden birinde veya teker teker her birinde böyle bir söz alma-verme gerçeği bahis mevzûu olabilir ve bunun insandaki şahidi de vicdandır.
Ayette “Rabbin” denmesi ve burada özellikle “Rab” kelimesinin zikredilmesi çeşitli ma’nâları telmih içindir.
Seni terbiye eden, kemale doğru sevkeden, esir maddesinden atomlarını, atomlarından moleküllerini, moleküllerinden büyük mürekkebleri, hususiyle seni meydana getiren; anneden yumurtayı, babadan spermi halk eden.. ve sana, perde perde karanlıklar içinde yetişmen için zemin hazırlayan; havasız bir muhitte annenin solunumuyla sana hava aldıran, annenin aldığı besinlerle seni besleyen.. ve vücudunun artıklarını yine annenin kanıyla dışarıya atan; belli bir devreden sonra seni hayvanlardan ayırıp A’lâ-yı İlliyîn yoluna sevkeden.. ve hayvanları fıtratlarının hudutları içinde bırakan.. ve bunların verasında umumî terbiyesiyle sana mirac yaptıran, maddî ve manevî olgunluğa medar olsun diye İslâmî akidelerle kalbini mamur kılan; salih ameller ile de zâhir ve batınını nurlandıran; sana Hz. Muhammed Aleyhisselam’a giden yolu gösterip O’nun terbiyesi altına girmeni temin eden; bunlardan da öte, sana O’nun zılli altında arşiyeler çizmeyi ihsan buyurup seni velayetin doruk noktasına çıkaran ve böylece seni terbiye etmek suretiyle sana Rabb olduğunu gösteren Allah, daha işin başında senden söz aldı. Ve seni kendi nefsine şâhid tuttu. “Siz şâhid misiniz?” dedi.
Benim Rab olduğuma, bu karmakarışık işleri Benden başkasının yapamayacağına, mebde ve münteha arasındaki dengeyi Benim kurup benim koruduğuma, toprak gibi kesif bir maddeden, insan gibi, melekleri çok geride bırakabilecek cennet sakinlerini ancak Benim yaratacağıma şâhid misiniz?
Yani, kendinize şöyle tepeden tırnağa bir bakıverin. Benden başkası sizi yaratabilir mi? Benden başkası size parmak karıştırabilir mi? Bu kemali, bu ahsen-i takvim kıvamını size Benden başkası verebilir mi? Şu yüzünüze bir bakıverin. Avuç içi kadar küçücük bir yere milyarlarca insanı birbirinden ayıracak alâmet-i fârikalar yerleştirilmiştir. Böyle bir mucizeye Benden başka kim güç yetirebilir? Milyarlarca insanın parmak izleri birbirinden ayrıdır. Bunu birbirinden tefrik edip ayırmaya Benden başka kimin gücü yetebilir?
İşte Allah (cc) evvela kendisinin Rab olduğunu hatırlattıktan sonra, insanları buna şâhid tutuyor ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”(A’râf, 7/172) diye soruyor.
Bu soruya muhatap olan bir kimse, ister ruh, ister zerreler, ister sperm, ister anne karnında teşekkül etme devresindeki cenin ve isterse esirî madde olsun, “Belâ–Evet Rabbimiz’sin” (A’râf, 7/172) diye cevap veriyor.
Evet, bizi terbiye eden, bizi kemale erdiren ve bize hakkıyla Rab olan Sensin ve biz buna şehadet ediyoruz...
Ve işte bu şehadetin kitabeti yapılıyor ve vicdanda hiç silinmeyecek bir şekilde yazılıyor. Allah Rasulü: “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra ana babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar” (Ahmed b. Hanbel, II/233) diyerek bu kitabete işaret buyurmuştur.
Her çocuk fıtrat üzere, vicdanında Allah’a iman etmeye musait olarak doğar. O bu haliyle üzerine hiçbir yazı yazılmamış tertemiz bir kağıt gibidir. Üzerine en baş döndürücü şiirler yazılmaya hazır ve en mübarek bir kitabete de müstaittir...
O böyle doğar ama, ya sonra ne olur? Anası, babası, amcası, dayısı, evet en yakın daireden en uzak daireye kadar ona tesir edenler, onu Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirirler. Meseleyi günümüze göre ifadelendirecek olursak; komünistleştirir, masonlaştırır, kapitalistleştirir... Yani onu Allah’ın dininin dışında birçok yollara sokar ve kirletirler.
Her selim fıtrat, vicdanında bu şehadetin sesini duyar. Bu misak, varlığın hangi safhasında olursa olsun, onu her zaman ruhumuzun derinliklerinde hissederiz. Onun için biz, Rabbimiz’i bize tarif eden dört küllî esastan biri olarak vicdanı sayıyor ve vicdanı tek başına Cenab-ı Hakk’ın varlığına delillerden biri kabul ediyoruz.
Kainat bir kitaptır; bize Allah’ı anlatır.
Kur’an bir kitaptır; bize Allah’ı anlatır.
Peygamberimiz bir kitaptır; konuşan bir delil olarak bize Allah’ı anlatır.
Ama bir de sessiz bir kitap var; Kant gibi, Bergson gibi filozofların; kitapların, düşüncelerin, tabiatın verasında Allah’ı bilmeyi ona bağladıkları, sessiz, derin, yalan söylemeyen bir kitap: Vicdan. Elest bezminde, dudağı “Belâ” şerbetiyle ıslanan bu şahid, Allah’ın varlığına öyle bir delildir ki, esasen onu yakalayabilen için artık başka hiçbir delile ihtiyaç yoktur. Vicdan ki, Allah’tan başka hiçbir şey ile tatmini mümkün değildir. Vicdan ki, bulmak ma’nâsına gelir ve ancak Allah’ı bulduğu zaman huzura erer. Ve işte her doğan çocuk dünyaya böyle bir şâhid ile gelir.
Biz, “Nefsini bilen, Rabb’ini bilen de odur” (Keşfü’l-hafâ, II/343-44) ifadesini bu şekilde anlamaya meyyalız. Vicdanının dilinden anlayan da Rabb’ini tanıyan da o dur.
“Maveradan bekliyorken bir haber,
Perde kalktı öyle gördüm ben beni”
mısralarında doruk noktaya ulaşan bu düşünce, Niyâzi Mısrî’nin:
“Ben taşrada arar iken
O can içinde can imiş”
düşüncesiyle âdeta sistemleştirilmiştir. Ve milyonlarca evliya da işte bu sırlı kitabın rehberliğinde nice uçsuz bucaksız yollar katetmişlerdir.
Ben, dışta dolaşıyordum.. başı açık, yalınayak hayallerle hep O’nu arıyordum. Mâvera perdesi kalkınca, her şeyin düğüm düğüm benim vicdanımda meknî olduğunu müşahede ettim.
Latife-i Rabbaniyenin bu büyük rüknü, her müşkili çözen hüviyetiyle, kalbimize doğduğu zaman orada Cennetin cilve cilve açıldığını bizzat görürüz. Orada temessül eden şeyin tecelli-i hazret olduğunu anlarız. Günden güne orada cehennemden ve cehenneme sebep olan fiillerden nefretin kabardığını, vicdanın bir rehber gibi elimizden tuttuğunu ve bütün kevn ü mekanları, onlarda hasıl olan ma’nâları gözümüzün önüne seriyor gibi olduğunu hissederiz.
Evet her insan, dünyaya gelirken, kendisini böyle zirvelere ulaştıracak bir rehberle dünyaya gelir. Ama maddeye inhimak eden ve Allah’ı, laboratuarda arayan nâdân, vicdanının sesine kulak tıkadığı, onu hiç çalıştırmadığı, hatta körelttiği, paslandırdığı için bu rehberi gerçek yüzüyle tanıyamayacak ve bu rehberden faydalanılması gereken ölçüde faydalanamayacaktır.
.
KİTAP VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE KADER
Abdulfettah Şahin
Elest bezmi, birçok hadis-i şerifte de ele alınıp izah edilir. Bilhassa, 30’a yakın sahabinin -ki, içlerinde Hz. Ali, Ebu Said el-Hudrî, Süraka b. Malik, Hz. Aişe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Abdullah b. Amr gibi seçkin sahabîler de vardır- rivayet ettikleri şu hadis, yukarıda zikrettiğimiz âyetin tefsirini şöyle yapar: “Allah (cc), Adem’in sırtını sıvazlayıverdi. Bütün Adem zürriyeti döküldü. Ve Allah (cc) onlardan misak aldı.”14
6.Yine aynı kadronun rivayet ettiği başka bir hadiste Efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: “Şakî daha annesinin karnında iken şakîdir, saîd de daha annesinin karnında iken saîddir.”15
Evet, Marks, daha annesinin karnında iken, “beşeri idlal edecek, beşer suretinde bir şeytandır” damgasını yemiştir. 20. asırda bize ışık tutan Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Nedvî ve emsali; Türkiye’de de adıyla sanıyla, yoluyla yöntemiyle bu işi temsil eden Büyük Rehber gibi daha niceleri tâ annelerinin karnındayken saîd damgasıyla şereflendirilmişlerdir.
Evet, saîd ve şakî daha annelerinin karnında iken tesbit edilir. Ama bu kitabet ve yazılış, o insanın iradesi, o insanın kini, nefreti veya tam tersine şefkat ve mürüvveti hesaba katılmadan yapılmaz.
7. Ve yine “müttefekun aleyh” bir hadiste, Efendimiz, Hz. Adem ile Hz. Musa arasında cereyan eden bir konuşmayı bize şu şekilde nakleder. Nakledilen bu hâdise, kitabet meselesini izah etmesi bakımından mevzumuzla yakından alâkalıdır:
“Hz. Adem ile Hz. Musa (Aleyhimesselam) Efendilerimiz karşılaştılar, yüz yüze geldiler. (Bu karşılaşma misal âlemine ait bir tablodur) Hz. Musa (as), Hz. Adem’e dedi ki: Sen bizim babamız Adem’sin. Bizi haybet ve hüsrana uğrattın; cennetten çıkmamıza sebep oldun!”
Bunun üzerine Hz. Adem ona şu karşılığı verdi: “Sen ki Musa’sın. Allah seni seçti, üstün kıldı ve sana Tevrat’ı verdi. Buna rağmen sen beni, ben yaratılmadan kırk sene evvel hakkımda verilmiş olan bir hükümden dolayı mı kınıyorsun?!”
Allah Rasulü sözünün burasında durdu ve üç defa “Adem, Musa’ya galebe çaldı”16 buyurdu..
Adem’in Musa’ya galebe çalması hususunu selef öteden beri bir hayli izah ve tefsire tâbi tutmuşlardır. Söylenenlerin hülasası şudur:
-Hz. Adem, Musa’nın babası olduğu için galebe Hz. Adem’e verildi.
-Hz. Adem ile Hz. Musa ayrı şeriatların sahibidir. Birine göre suç olan diğerine göre suç olmayabilir. Onun için Hz. Adem galebe çalmıştır.
-Cennet teklif yeri değildir. Dünya ise teklif yeridir. Hz. Adem cennette mükellef değildi. Halbuki Hz. Musa dünyaya ait bir prensiple konuştu. Onun için de Hz. Adem galip kabul edildi.
-Hz. Adem, hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu anlatmak istedi ki; doğrusu da budur. Onun için galip sayıldı...17 vs.
Bütün bu tevcihler mizan ve ölçüye gelir cinsten şeyler değildir. Ancak biz selefe olan saygımızdan dolayı bu sözlerin kritiğini yapmayacağız. Fakat Efendimiz’in mübarek beyanlarındaki ince bir hikmete işaret etmeden de geçemeyeceğiz.
Bir kere bu hadîs, bizlere kadere ait sırlı bir meseleyi anlatıyor. Herşeyin kitabeti, daha o şeyler olmadan önce yapılmıştır.
İkinci olarak, Hz. Adem’in söyledikleriyle, Hz. Musa’nın söylediklerinin bir mukayesesini yapıyor ve ardından da Hz. Adem’in galebesine işaret ediyor.
Efendimiz, “Âdem, Musa’ya galebe çaldı” derken Hz. Musa’nın düşüncesinin yanlış olduğunu söylemiş olmuyor. Belki Hz. Adem’in görüşünün daha şümullü olduğuna dikkati çekiyor.
Kaderde iki yön vardır. Birincisi, herşeyin Cenâb-ı Hakk tarafından bilinip tesbit edildiği, tayin ve takdirlerinin yapıldığı yöndür ki bu, kaderin Cenâb-ı Hakk’a bakan yönüdür. İkincisi ise insan iradesini ilgilendiren yöndür.
İşte Hz. Musa, Hz. Adem’in cennetten çıkarılması hâdisesini, kaderin sadece insan iradesini ilgilendiren yönünü esas alarak değerlendirmiş ve söylediklerini bu açıdan söylemişti. Halbuki Hz. Adem meseleye hem Cenâb-ı Hakk’ın tesbit ve takdiri açısından hem de kulun iradesi açısından bakmış ve bir yönüyle makam-ı cem’e göre konuşmuştu. Meseleye böyle bakması sebebiyle de bu mevzuda Hz. Adem, Hz. Musa’ya üstün gelmişti.
İnsan iradesi, haricî vücudu olmamasına rağmen, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasına bir şart olması dolayısıyla işlenen hatalara mercidir. “Sana isabet eden bütün hayırlar Allah’tan; bütün şerler ise senin nefsindendir”(Nisa, 4/79) âyeti bize bu ölçüyü veriyor. Fakat meselenin diğer tarafında da “Meşîet-i İlahî” vardır. İnsan Allah’ın dilediğinden başka hiçbir şey dileyemez. İşte: “Siz ancak Allah’ın dilediğini dileyebilirsiniz”(İnsan,76/30) âyeti de bize bu dersi vermektedir.
Allah öyle bir Hâkim-i Mutlak’tır ki, bütün iradeleri ters yüz eder ve kendi vereceği hükmü verir.
Sizin irade dediğiniz şey, bir kaşık sudan ibarettir ki, ancak ummana katıldığı zaman neye yaradığı ortaya çıkar. Zâtında o bir hiçtir. Ama Allah (cc) cihanı bu hiç üzerine kurmuştur. O zaman da bu hiç olan irade cihan kadar bir kıymet kazanmıştır.
Kader meselesine böyle ihatalı bakmak gerekir. Bu bakış cem’ makamını temsil eden bir bakış keyfiyetidir.
Şu âyetler bu da’vayı tenvir eder mahiyettedir: “Hayır, şüphesiz bu Kur’an bir öğüttür. Dileyen kimse öğüt alır. Allah dilemeksizin öğüt alamazlar. O, kendisinden korkulmaya daha layıktır ve bağışlamaya da daha ehildir.”(Müddessir, 74/54-56).
İmam Gazali, “Ben yapmıyorum; fakat diliyorum” diyenlere şu cevabı verir: “Peki, dilemeyi veren kim?”
Biz mükellefiz, iş yapıyor gibiyiz. Fakat bu mükellefiyetimizin sınırını ancak bize bu mükellefiyeti veren Allah bilir.
O bize, hayır ve şerre medar olabilecek birşey vermiş. Ama bu şey, yüz müdür, astar mıdır belli değil...
Ama görülüyor ki, bu şey üzerinde göz kamaştırıcı atlaslar dokunuyor ve bu şeye sahip olana krallık taçları takılıyor. Evet, bu şey bir yönüyle hiçbir şey, bir yönüyle de çok şey... Böyle düşünmek düşüncede cem’in gereğidir. Mes’eleyi her iki yönüyle ele alan kader mevzuunu cem’ etmiştir. Mes’eleyi bu şekliyle ele almayanlar ise ya Cebrî ya da Mutezilî olmuştur.
Sebkat etmiş bir kitap vardır. Keyfiyeti bizce meçhul olan bu kitabın yanında, bir de yine keyfiyeti bizce meçhul boynumuza takılmış bir kitap daha vardır. Hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Fakat O’nun hayra rızası var, şerre rızası yoktur. Şerri isteyen insandır. Allah insanın şer işlemesini istemez. Fakat insan şerri isteyince, O da yaratır.
8. İsterseniz şimdi de bu hususu müşahhaslaştıracak bazı misaller arzedelim: “Siz ve Allah‘tan başka taptıklarınız, cehennemin yakıtısınız, oraya gireceksiniz” (Enbiya, 21/98).
Bu âyet nazil olunca müşriklerin beyni döndü. Çünkü âyet onlara hitaben şöyle diyordu: Siz ve ululadığınız bütün putlarınız, muvaffakiyetler isnad ettiğiniz ve böylece şımartıp şişirdiğiniz ne kadar toteminiz varsa hepsi, cehennem yakıtından başka birşey değildir.
Bu ifadeler doğrudan doğruya, müşriklerin Kâbe’yi dolduran 360 putunu birden hedef alıyordu. Oysa ki bu putlar onların şeref ve namuslarıydı. Kur’an, onları cehennem ateşiyle tehdid ediyordu. Suskun davranamazlardı. Muhakkak bu tehdide ve meydan okumaya karşı birşeyler demeleri gerekiyordu. Fakat çaresiz idiler. Çünkü kendilerinde Kûr’an’a cevap verecek güç bulamıyorlardı.
Daha sonra akıllarına İbn-i Zibe’ra geldi. İkna gücü çok kuvvetli olan bu kuru mantık insanını, Allah Rasulü’ne gönderdiler. Sıkı sıkı da tenbih ettiler; “muhakkak O’nu susturmalısın, şeref ve namusumuz senin elinde” dediler.
Zavallı İbn Zibe’ra, aklınca mantık oyunu yapacaktı. Allah Rasulü’ne hitaben “Sen, ‘putlarınız ve siz cehennemin yakıtısınız’ derken bütün putları mı kasdettin?” diye sordu. Allah Rasulü “Evet” cevabını verdi. Bunun üzerine İbn-i Zibe’ra sözüne şöyle devam etti: “O zaman, Hristiyanlar Hz. İsa’ya, Yahudiler Hz. Üzeyr’e Allah’ın oğlu diyor ve onlara mabud nazarıyla bakıyorlar. Ayrıca meleklere Allah’ın kızları diyenler var. Şimdi senin dediğine göre onlar da mı cehenneme gidecekler?”
O aklınca Allah Rasulü’nü ilzam edip susturmak istiyordu. Ancak ona cevap olarak derhal şu âyet nazil oldu: “Yaptıklarına karşılık katımızdan kendileri için (hüsnâ), iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehennemden uzak tutulanlardır.”(Enbiya, 21/101).18
Eteklerini dünyanın tozuna toprağına bulaştırmamış o insanlar cehennemden uzaktırlar. Allah’a kulluktan göz açıp kapayıncaya kadar dahi gafil olmayan melekler cehennemden uzaktırlar.
Evet, Nefha-i İlâhî olarak “Ruhullah” ünvanıyla dünyaya gelen, beşere hayat üfleyip, ölü gönülleri dirilten Hz. Mesih ve Allah’ın yüce bir nebisi olan Hz. Üzeyr ezelebed arasındaki mesafe kadar cehennemden uzaktırlar...
Onlar hakkında yanlış itikat ve yanlış düşüncelere sapanlar sadece kendi başlarını yiyeceklerdir. Çünkü nebiler ve melekler, haklarında (hüsna) iyi akıbet hükmü sebkat etmiş seçkinlerdir. Ve zaten meselenin bizim mevzumuzla alâkalı yönü de âyetteki bu ifadedir.
9. Abdurrahman b. Avf anlatıyor:
“Bir defasında bayılmış ve kendimden geçmiştim. Birden, vaziyet ve durumları dehşet veren iki şahıs yanımda görünüverdi. Elimden tutup beni bir tarafa doğru sürüklemeye başladılar. “Beni nereye götürüyorsunuz?” diye sordum. “Aziz ve emin olan Zât’ın huzuruna götürüyoruz, hesap vereceksin!” dediler. Onlar beni bu vaziyette götürürlerken birden karşıdan bir adam çıkageldi. Onlara beni kasdederek “Bunu nereye götürüyorsunuz?” diye sordu. Ona da aynı cevabı vererek “Aziz ve Emin olana götürüyoruz” dediler. O, “Hayır onu götüremezsiniz. Çünkü o daha annesinin karnında iken hakkında hüsna sebkat etmiş bir kişidir. O Aziz ve Emin’in huzuruna çıkarılmaz” dedi. Bunun üzerine ayıldım..”
Efendimiz, -ileride tafsilatıyla izah etmeye çalışacağımız- bir hadîslerinde: “Kulun cehenneme girmesine bir karış kalır; fakat, kitap sebkat ettiği için cennet ehlinin amelini işler ve cennete gider”19 buyurarak Abdurrahman b. Avf’ın anlattığı hâdiseye ışık tutar. Zaten Abdurrahman b. Avf cennetle müjdelenmiş on kişiden biriydi. Bizim burada üzerinde durduğumuz husus ise, kitabın sebkat etmesi meselesidir.
10. Amir b. Sa’d, babası Sa’d b. Ebi Vakkas ile alâkalı bir hâdiseyi bize şöyle naklediyor:
Babam, Kûfe sokaklarından birinden geçerken bir kısım insanların, bir insanın başına toplanıp onu dinlediklerini görür. Merak edip yanlarına varır. Bakar ki, adam durmadan, Hz. Ali’ye, Zübeyr b. Avvam’a ve Talha b. Ubeydullah’a (r.anhüm) sövüp sayıyor. Tabiî yanındakiler de durmuş onu dinliyorlar. Babam, adama: “Sesini kesiyor musun, yoksa beddua edeyim mi?” der. Adam, küstahlaşır ve “yoksa beni tehdid mi ediyorsun?” karşılığını verir.
Babam canı çok sıkılmış olduğu hâlde oradan ayrılır. Sonra eve gelerek abdest alır ve iki rekat namaz kılar. Namazdan sonra da ellerini kaldırır ve şöyle dua eder:
“Allah’ım, biraz evvel konuşan adamın sövüp saydığı bu insanlar, eğer haklarında “hüsna” sebkat etmiş insanlarsa, Sen bir delil ve âlamet göster. Tâ ki böyle insanların aleyhine ulu orta konuşmalar olmasın. Diğerleri de bundan ibret alsın!”
Daha aradan iki dakika geçmemişti ki, nereden çıktığı bilinmeyen bir deve cemaata doğru ilerledi. Birden, o konuşup duran adamın üzerine saldırdı. Duyanlar sadece acı bir feryad duyabildiler. Biraz sonra adam, paramparça, cansız, yerde yatıyordu. Herkes, olup bitenlerin şokuyla: “Ya Eba İshak! Ya Eba İshak!” diyerek Hz. Sa‘d’ın evine koşmaya başladılar. O ise herhalde “iyi mi ettim, kötü mü ettim?” diye düşünüyordu.
Onlar hakkında hüsnâ sebkat etmişti. Hz. Ali hakkında, Haydar-ı Kerrar, Şâh-ı Merdân, Damad-ı Nebi denmiş ve hakkında güzel hüküm verilmişti.
Hz. Talha, Uhud’da kırık koluyla Allah Rasulü’nü müdafaa etmiş ve Allah Rasulü’nün “Talha’nın imdadına koşun”20 iltifatına mazhar olmuştu.
Hz. Zübeyr, “Her nebinin bir havarisi vardır. Benim havarim ise Zübeyr b. Avvam’dır”21 denilerek Allah Rasulü tarafından havariliği bütün cihana ilan edilen bir yiğitti.
Ya bunlar hakkında duyduğu kötü sözlere dayanamayıp dua eden Sa’d b. Ebi Vakkas, o da Allah Rasulünün dayısının oğluydu. Allah Rasulü, Uhud’da ona ok atmasını söylerken “At, anam babam sana feda olsun”22 demişti. Yaptığı her dua mutlaka kabul oluyordu. Onun için herkes Sa’d’ın bedduasından tir tir titrerdi.23 İşte bunların hepsi, haklarında hüsnâ sebkat etmiş insanlardı.
Yani, kapıyı çalmadan rahmet kapısından içeriye girecek, İlâhî iltifatın eteklerini öpecek, dudakları o bezm ile mütebessim cennete alınacaklardı.
İnsan ne yaparsa yapsın, daha önce kendisi için yazılandan öte birşey yapamayacaktır. Ancak bu yazma, onu yapmaya mecbur kılan bir haricî zorlama olarak değerlendirilmemelidir. Yukarıda da ısrarla söylediğimiz gibi, Cenâb-ı Hakk, ezelî ilmiyle kulun ne yapacağını önceden bildiği için, kader defterini ona göre yazmıştır. Haklarında hüsna ve güzel netice hükmü verilenler için de durum daha farklı değildir. Allah (cc), onların iradeleriyle yapacakları güzel ve iyi işleri bildiği için onlar hakkında böyle güzel bir neticeyi tayin ve takdir buyurmuştur. Çünkü O, Allâm’ül-Guyûb’dur. Bütün gizli-âşikâr herşeyi sadece O bilir. Hem de O, varlık henüz yaratılmadan önce bilir. Ve bildiğini kader defterinde yazdıklarıyla gösterir. Sonra da kul, teker teker Cenab-ı Hakk’ın bildiği üzere işleyeceklerini işler. Bunları da melekler amel defterlerine kaydederler. Her iki defter de birbirinin aynısı olarak tecelli eder. Cenâb-ı Hakk, bizleri de haklarında hüsnâ sebkat etmiş kulları zümresine ilhak eylesin! (Âmin).
14) Müsned, I, 272.
15) Heysemî, Mecma’u'z-Zevâid, VII, 193.
16) Buhari, Tefsir (20) 1,30 Kader 11, Enbiya 31, Tevhid 37; Müslim, Kader, 13.
17) Nevevî, Müslim Şerhi, XVI ,440-42
18) İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur’âni’l- Azîm, V, 374-5.
19) Buharî, Kader, 1; Muslim, Kader 1.
20) İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, IV, 33-34
21) Buharî, Cihâd, 40,41,135; Fedailu’s-Sahâbe 13; Magazi 29; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 48.
22) Buharî, Cihâd, 80; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 41,42.
23) Tirmizî, Menâkıb, 26.
.
KİTAP VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE KADER
Abdulfettah Şahin
KAZA VE KADER
Kaza ve kaderin çeşitli yönleri vardır. Bunları dört ana grubta toplamak mümkündür:
1- İlm-i İlâhî'ye bakan yönüyle kaza ve kader.
2- Kitabete bakan yönüyle kaza ve kader.
3- Meşîet-i İlâhî (Allah'ın dilemesi) açısından kaza ve kader.
4- Yaratma açısından kaza ve kader.
Bu dört ana esasa teferrû eden birbiri içine girmiş birçok mes'ele daha vardır. Ancak mevzûu şematiğe boğmamak için onları da ayrı maddeler hâlinde sıralamaktan sarf-ı nazar ediyoruz. Şimdi sırasıyla bu dört ana esası ele alıp kaza ve kader mes'elesini tahlil etmeye çalışalım.
İLM-İ İLÂHİYE BAKAN YÖNÜYLE KAZA VE KADER
Bu mevzûa bir hadîs-i şerifle başlamak istiyorum. Yukarıda da geçen bu hadîste Efendimiz (sav): “Sizden hiç kimse yoktur ki, cennet ve cehennemdeki yeri bilinmiş olmasın” (1) buyuruyor.
Demek oluyor ki, daha insan yaratılmadan, Cenâb-ı Hakk, insanın cennetlik mi, yoksa cehennemlik mi olduğunu biliyor. Şimdi ilim açısından kaza ve kader meselesinin farklı bir açıklamasını arzedelim:
Allah (cc), her şeyi bilir. Bildiğini tayin ve takdir eder. Bir kısım meseleler de vardır ki, bu meselelerde Allah (cc) atâda bulunur. Hakkımızda hükümler verir. Husûsiyle Kur’ân-ı Kerim ile bizi mükellef kılar. Mükellef kıldığı şeyler ise çok defa bize nâhoş gelir. Nefislerimiz onları sevimli bulmaz. Ama Allah (cc), her şeyi bilen Allah’tır. Hakkımızda böyle bir hüküm ve takdirde bulunurken, bizim için bir kısım fayda ve maslahatlar vaz’ eder. Ve, işte O’nun takdir ve tayinlerinde bu maslahatlar da nazara alınmıştır. Fakat biz bütün bunlardan habersizizdir. Biz bilmiyoruz ama Allah (cc) biliyor. Allah’ın bilmesi ve aynı zamanda bu bildiklerinin bir hikmete yakın ve mukârin olması, evet bunlar, birbirinden ayrılmayan hakikatlerdir. Her zaman Cenâb-ı Hakk’ın ilmini, hikmetler ve maslahatlar takip eder. Allah (cc) hikmet ve maslahata göre iş yapma mecburiyetinde değildir. Ancak, O’nun ilmi nasıl her şeyi kuşatmışsa hikmeti de, aynı şekilde her şeyi kuşatmıştır. O hem Alîm’dir, hem de Hakîm’dir. Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir.
“Her işte hikmeti vardır,
Abes iş işlemez Allah.”
Hikmet daima O’nun ilmine râmdır. Nerede ilim tecelli eder, kudret ve irade iç içe çiçek gibi açarsa hemen ardından bir hikmet ışıldamaya başlar. Halbuki biz, bu maslahat ve hikmetleri bilmediğimiz için çok kere mükellefiyetleri kerîh görürüz. Bunların, -fıkıh ıstılahıyla ifade edecek olursak- hüsün li gayrihi, yani neticeleri itibariyle güzel olduğunu idrâk edemeyiz. Meseleye bu açıdan bakılabilse, hilkatin netice itibariyle çok hikmetli ve çok güzel olduğu ortaya çıkacaktır.. şerlere gelince onlar bizim hususi kesbimize bağlıdır...
Şu âyet-i kerime, bu hususu gayet açık bir şekilde izah etmektedir: “Hoşunuza gitmese bile, savaş size farz kılındı. İhtimal ki, hoşlanmadığınız şey sizin lehinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz şey sizin aleyhinizedir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.”(Bakara, 2/216)
Allah yolunda kıtal, muharebe; İslâm’ın izzet ve haysiyeti uğruna cihad olarak size farz kılındı. Kitab’ı kafanıza, silahı belinize koyup sınırlarınızı bir nefer gibi korumak, devlet, millet, şeref ve haysiyetine bekçilik yapmak sizin için mukaddes bir sorumluluktur. Mülk yönüyle ve dışa bakan cihetiyle bu size kerîh gelebilir. Ama size bir kanun söylüyorum: nice kerîh görüp hoşlanmadığınız şeyler vardır ki, onlar sizin için hayırdır. Nice sevdiğiniz şeyler de var ki onlar sizin için şerdir.
Demek oluyor ki, nice dış yüzüyle çirkin görünen şeyler var ki bizim için onlarda çok büyük hayırlar vardır. İşte soğukta alınan abdest, işte uzun mesafeler kat’edip mescidlere gitmek ve işte namazdan sonra diğer namazı beklemek, zahiren çok zordur; fakat bu zorluğun verasında adım adım cennete yaklaşmak ve merhâle merhâle Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine yanaşmak vardır. Nefse hoş gelen, insanı şehvet alemlerine iten nice iç gıcıklayıcı şeyler de var ki, onların da neticesi adım adım cehenneme yuvarlanmak ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden uzaklaşmaktır.
Hz. Ömer (ra) bu meseleyi ne güzel yakalamıştır. Şöyle der: “Hayırla mı, yoksa şerle mi sabahladım, hiç aldırış etmeyeceğim: Çünkü benim hayır zannettiğim esasen benim için şer; şer zannettiğim de benim için hayır olabilir.”
Esas olan, bizim için meçhul sayılan bu sahaya dair hüküm vermekten kaçınmak ve Allah’ın hükümlerine inkıyad etmektir. Evet bize vacip olan hayra koşmak, hayra niyet etmektir. Öyle ise dikkat edelim, emir ve nehiylerde Allah’a itaatimiz tam olmalı, emir ve yasakların dış yüzlerine bakıp aldanmamalıyız.
Bu konuda Hudeybiye Anlaşması, meselemiz için çok çarpıcı bir misaldir. O, mülk yönüyle ve hâdiselerin dış yönündeki akışıyla ele alındığı zaman nefsin hoşuna gitmeyen tablolarla doludur. Fakat aynı Hudeybiye, melekût yönüyle ve ledünnî derinliği ile ele alındığı zaman, Kur’ân’ın ifadesi içinde bir “Feth-i Karîb-Yakın fetih” olarak karşımıza çıkar.
Hakikaten Hudeybiye’nin mülk yönü dayanılacak gibi değildir. Sanki aleyhte olabilecek ne varsa hepsi toparlanmış ve Müslümanların karşısına dikilmiştir...
Hakk uğrunda bir bardak suda fırtına koparacak kadar, Hakk’a bağlılıkları müsellem ancak bir o kadar da müteheyyic sahabenin Ka’be’yi tavaf için, evet, bunca yılın verdiği hasretle kavrulup duran bu insanların, Ka’be ile aralarına giren düşman hâili sebebiyle, geldikleri yere dönmeye zorlanmaları, o yapıdaki insanların katlanabilecekleri şey değildi... Hele, elinde ayağında kalın zincirler olduğu hâlde Allah Rasulü’ne sığınan Ebu Cendel’in geriye döndürülmesini kabul etmek onlar için ızdırabın en elem vericisiydi. Ve, işte bütün bunlar meselenin dışa bakan yönüydü. O yönüyle bütün hâdiseler aleyhte cereyan ediyordu. Heyecanın doruk noktaya ulaştığı bu hengâmede dahi, Allah Rasûlü, iç âlemi itibariyle nice burkuntular geçirmesine rağmen, sükûnetini muhafaza ediyor ve âkıbetin mutlaka hayırlı olacağına inanıyordu ve acı bakışlarının altındaki gizli, tatlı tebessümün ma’nâsı da buydu. Hz. Ömer’in dahi kavrayamadığı ve kavradığı zaman da hayatının sonuna kadar sadaka ve istiğfar ile hatasına keffaret aradığı böyle bir meseleyi anlayıp kavramak cidden müşkül ve oldukça zordu.. neden sonra nâzil olacak âyet, müşkülü çözmüş ve Ashab’ın, meselenin bâtınî ve ledünnî yönüne bakmalarını temin etmişti. Evet, Hudeybiye bir fetihti.
Zira Kureyş, Müslümanların karşısına oturup anlaşma teklifi yapmakla onların varlığını resmen kabul etmişti.
Müslümanlar, ertesi sene Umre yapabilme garantisini almışlardı ki, bu da resmen, Ka’be’nin sadece Mekkelilere ait olmadığı hükmünü kabul etmek anlamına geliyordu. Bu düşünce diğer kabîlelerin de cesaretini artırdı.
Hudeybiye ile varılan anlaşmaya göre her iki taraf on sene birbirine harp ilân etmeyecekti. Bu kadar uzun bir süre Müslümanların dinlerini yayma çalışmaları için çok büyük bir fırsat demekti. Nitekim bu zaman zarfında yapılan tebliğlerle, kabîleler akın akın İslâm’a girdiler. Bu yönüyle de Hudeybiye bir fetih oldu.2
Hâdiselerin melekût cihetini, meselenin tatlı yüzünü gösteren bir başka misal de Hz. Yusuf (as)’dan: Mısır’a azîz olmak için, evvela kuyuya atılmak, sonra köle gibi satılmak, ardından zindana tıkılmak gerekiyormuş. Hz. Yusuf (as) da bunların hepsini görmüş ve çekmişti. O bütün bu imtihanları bir nebiye yakışır şekilde başarıyla atlatmıştı. Zâhiren zor ve çetin görünen bu hâdiselerin verasında, bütün milletin kaderine hâkim olma gibi bir pâye vardı ve o bunlara erişti.
Allah Rasûlü de mi’râca böyle sıkıntılı bir anda çıkmıştı. Hâdiseler hep aleyhindeydi. Müslümanlar muhasara altına alınmışlardı. Kendisini en çok destekleyen iki insan vefat etmişti. Artık Hz. Hatice ve Ebu Talib cismanî hayatta Allah Rasûlü’nün yanında olmayacaklardı. Taif’e gitmiş fakat kabul görmemişti.3 İşte tam bu esnada Allah Rasûlü’ne gökten bir davet geldi. Derken imkân ve vücûb arası bir makama erdi. Evet bir yere ulaştı ki, orada Cibril sadece O’nu seyretmekle yetindi. Çünkü parmak ucu kadar dahi ilerlemesi mümkün değildi.4
Hz. Mûsa (as)’nın çilesi daha doğar doğmaz başlamıştı. Bir sepete konulup nehre bırakılmıştı. Sonra Allah (cc) onu, hem kendisine hem de Mûsa'ya en büyük düşman olan Firavun’un sarayına yerleştiriyordu. Bir kıptiye vurduğu öldürücü bir tokat yüzünden senelerce sürgün hayatı yaşadı (Kasas, 28/1-35). Zira İsrailoğulları gibi şeytan bir kavmi melekleştirmek için, böyle bir hazırlık safhası geçirmesi gerekiyordu. Neticesi çok güzel ve hayırlı olan böyle düzine düzine hâdiseler zincirinin varsın başlangıcı zâhiren kerih görülecek şeylerle dolu olsun; Allah, bütün bu hâdiselerde mutlak hayırlar yaratıyordu.
Hz. Mesîh (as) göğe nasıl yükseldi. Ortada onu asmak için hazırlanan bir çarmıh vardı. O korkunç bir tarassud altında sıkışıp kalmıştı. İşte o anda ona gökten bir el uzandı (Nisa, 4/ 158) ve doğuşu mu’cize olan bu zât’ın, dönüşü de mu’cize ile noktalandı.
Ümmet-i Muhammed için de durum farklı değildir. O da geçmiş ümmetlerin çektiklerini çekecek ve Cenâb-ı Hakk, dışa bakan yönüyle zor ve kerih gibi görünen bu hâdiselerden bol bol hayırlar yaratacak ve ona ferecler, kurtuluşlar ihsan edecektir.
İşte İlm-i İlâhî’de her hâdise başlangıç ve neticeleriyle böyle sırdan bir yumaktır. Yani, Allah (cc) hem Zâhir hem de Bâtın olması hasebiyle, hâdiselerin hem mülk hem de melekût cihetini bilmektedir. Ve kader de O’nun bu ilminin sırlı bir ünvanı demektir. Bu keyfiyetiyle de kader Levh-i Mahfuz hakikatinin bir başka adıdır.
KİTÂBETE BAKAN YÖNÜYLE KAZA VE KADER
İlim açısından, gelecekte olacakların geçmişte tayin ve takdir edilmesi ve bunların vakti gelince ortaya çıkması kaza ve kadere ait İlâhî bir tesbit, eşya ve hâdiselerin vukuu anında yazılmış olması da insanın muhasebe-i a’mâliyle alâkalı bir kitâbettir. Gece gündüz şeridine takılmış gibi her an olup bitenler ve bizim hayat serüvenlerimiz her an yazılıp durmaktadır. Biz buna da “yevmî tayin ve takdir” diyoruz.
İmam-ı Mübîn’den (kaderî levhalar) istinsah edilerek, Kitâb-ı Mübîn’e kaydedilen ve Kur‘ân-ı Kerim’de: “Yaptıklarınızı bilen mükerrem melekler”(İnfitar, 82/11-12) şeklinde anlatılan meleklerin yazdığı bir tayin ve takdir de vardır.
“Her insanın işlediklerini boynuna sararız. Kıyamet günü açılmış bulacağı bu kitabını önüne çıkarırız.”(İsra, 17/13) fehvasınca ötedeki muamele de bu kitabet üzerine cereyan edecektir.
Demek oluyor ki, önce haricî vücudu olmayan bir ilmî kitabet vardır ki, biz ona Levh-i Mahfuz diyoruz. Bir de daha sonra meleklerin yazdığı ve haricî bir vücudu olan kitap var ki bunda da insanların yaptıkları tesbit edilip kaydedilmiştir. Aslında bu iki kitap karşılaştırıldığında en küçük bir harf değişikliği dahi olmadığı müşahede edilecektir. Yani insan, daha önce kendisi için ne tayin, takdir ve tesbit edilmişse hep onu yapmıştır. Ancak, daha önce ilmî vücuduyla var olan kitabın, haricî vücud giymesine sebep bizim irademizdir. Çünkü ikinci kitâbet bizim irademiz nazara alınarak yapılmaktadır.
Mahkeme-i Kübra’da hüküm verilirken bu her iki kitabın mukabelesine göre hüküm verilecektir. Bu mukabelede melek “Ben şunları yazdım” diyecek, Cenâbı Hakk da bir kitap gösterecek ve “Ben de bütün onun yapacaklarını bildiğim için şunu yazmıştım” diyecek. Ve orada görülecek ki, her iki kitap da birbirinin aynı... Yani bu kitaplardan birini elinde tutan melek, diğerini ise Allah’tır (cc). O melek ki, adı Cenâb-ı Hakk tarafından “Kirâmen Kâtibîn” olarak tesbit edilmiştir. Şânı çok yüce meleklerdir. Pes ve düşük şeylerden muallâ ve yücedirler. Kötülük semti melekiyetlerine asla sokulamayan bu meleklerin kaydettikleri de kaza ve kadere ait ikinci yöndür.
Evet, Allah (cc), evvela bütün hâdiselerin plânını çizer; ilmî bir vücud verir. Sonra da bu ilmî vücud üzerinde kudret ve iradesini taalluk ettirmek suretiyle bunlara haricî vücud bahşeder. Binaenaleyh, evvela herşey ilmî vücuddaki durumuna göre yazılır. Sonra da insan tamamen o yazılanlara uygun ve mutabık hareket eder. Bu defa da onları melekler yazar.
Şimdi bu meseleyi bir âyetin ışığı altında izâha çalışalım: “Kasem olsun Biz, Zikir’den sonra Zebur’da da şunu yazdık: ‘Yeryüzüne benim salih kullarım vâris olacaktır.”(Enbiya, 21/105).
Zikir, ya öğüt ve nasihat demek veya burada Tevrat ma’nâsına gelir. Ya da daha şümullü bir ma’nâ ile “Levh-i Mahfûz” demektir. bu takdirde âyeti şöyle izah etmek mümkündür: Biz, Levh-i Mahfuz’a yazdıktan sonra, diğer peygamberlere gönderdiğimiz kitaplarda da, Levh-i Mahfuz’dan istinsah ile şöyle yazdık ki, yeryüzüne ancak benim sâlih kullarım vâris olacaktır.
Yerin hakiki ve uzun süreli hâkimi sadece sâlih kullardır. Diğerlerinin hâkimiyeti bir şimşeğin çakıp sönmesi gibi geçicidir. Yeryüzünde, dâimi bir yenilenme ve teceddüt ile hâkimiyeti devam eden ancak sâlih kullar ve sâlih kullar tarafından teşekkül ettirilmiş sâlih milletler ve sâlih topluluklar olacaktır. Levh-i Mahfuz’da bu bir kanun olarak tesbit edilmiş, sonra da oradan alınarak Zebur’a kaydedilmiştir. Evet, Hz. Davud’un eline verilen tahrif olmamış Zebur’da böyle İlâhî bir kanun vardır.
1- Müslim, Kader, 7.
2- Kenzü'l-Ummâl, III, No: 8537.
3- İbn KGSÎr, el-Bidâye, IV, 188 202.
4- İbn Kesîr, a.g.e. III, 151-166. 5-İbn Kesîr, a.g.e. III, 135-145.
.
KİTAP VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE KADER
Abdulfettah Şahin
Cihanın şarkında ve garbında, Allah’ın istediğinin dışında zuhur eden sistemler, her yerde boy gösteren Firavun ve mütemerrid insanlar belli bir süre ve geçici bir dönem için hükümfermâ olabilirler. Bu, Levh-i Mahfuz’da ve Zebur’da yazılı olan ve Kur’an’da da haber verilen ve kaydedilen kanuna muhalif değildir. Zira söz konusu olan miras devamlı ve uzun süreli olan hakimiyettir. Diğerlerinin geçici galebe ve hakimiyeti ise sadece Müslümanların kendilerine gelip toparlanmalarına sürat kazandırmak hikmetine mebnidir. Bu ilahî bir kanundur.. ve bu kanunu değiştirmeye de hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.
Yaşadıkları devirde kimde salih ahlâk varsa veya diğerlerine göre salih ahlâk kimde daha fazla ise, yeryüzünün hakimi onlar olacaktır. Ancak bu mevzudaki nokta-i nazarımız şudur: Salih ahlâkı sadece ara sıra mescide gelmek şeklinde anlarsanız aldanırsınız. O bütün bir hayat itibariyle nebi ahlâkıyla ahlâklanma demektir. Bu ahlâkta, eşya ve hâdiseleri anlama, insan ve kâinat arasındaki münasebeti kavrama vardır. Ve yine bu ahlâkta, iç derinliği ile dış tefekkürü aynı ölçüde koruma kabiliyet ve meziyeti vardır. Böylece sonsuzu yakalayabilen insan hakiki ma’nâda salahı da yakalamış olandır.
Yeryüzünde anarşi çıkaranlar, cinayete cinayetle karşılık verenler, siyasî ve politik meselelerle halkı ve bilhassa gençleri iğfal edenler, umumun efkarını kendi istikametlerine meylettirebilmek için durmadan slogan üretenler, meşvereti bırakıp akıllarına güvenenler hakiki ma’nâda aslâ bu hakimiyeti kuramayacaklardır. Birgün güneşin doğmasıyla onlar da nasıl bir zifiri karanlık içinde yol almaya çalıştıklarını mutlaka anlayacak ve hatalarını itiraf edeceklerdir, evet insan kerim olarak yaratılmıştır.. ve birgün mutlaka çizgisini bulacaktır. Aksine bu, şu ilâhî kanunun doğru olmadığı ma’nâsına gelir. Halbuki Allah (cc): “Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmeyecektir”(Ra’d, 13/11) buyurmaktadır.
Ve diğer ilâhî bir kanunla da bu husus perçinlenmiştir: “Allah’ın yarattığında değişiklik yoktur.” (Rûm, 30/30).
Bir millet azizken, Allah onları zelil kılmaz. Bir millet başlara tâc iken, Allah onları ayaklar altında çiğnetmez. Ama millet kendi özünde değişikliğe uğrarsa, Allah da onları değiştirir. Bu müsbet ma’nâda da, menfi ma’nâda da böyledir. Öyle ise evvela “Nefsinizi koruyun!” Nefsinizde derinleşin. İçinizi fethetmeye çalışın. Eğer fâtih olmak istiyorsanız, evvelâ nefis kalesini fethetmekle işe başlayın. İç dünyasında fâtih olmayanın hariçte yapacağı hiçbir şey yoktur.
Allah, ittika eden ve ihsan sırrını kavrayanlarla beraberdir. Bu sırrı kavrayanlar maiyet-i ilahîye girmiş, demektir. Nedir ihsan sırrı? O, Mevlâ’yı görüyor gibi kulluk yapma şuurudur. O, iç aydınlığıdır, duyguların derinleşmesidir, ummanlaşmasıdır.. ve ferdin, benliğinin esiri olmadan kurtulup içe nüfuz etme melekesini kazanmasıdır.. dış fethi içten başlatmak ve fethin her merhalesinde bu keyfiyeti korumaktır. Bir diğer ma’nâda o, tüm salaha ermektir..
Bu uzun mevzua, kitabetten intikal etmiştik. Asıl meselemiz Cenâb-ı Hakk’ın bu ve benzeri bazı kanunları, Levh-i Mahfuz’da değişmeyen, sabit bir yazı ile tesbit etmiş olmasıdır. Ancak bu meselenin ehemmiyetinden ötürü, kader ile münasebet çerçevesini aşmamak kaydıyla, mevzu ile alâkalı şu âyeti de nakletmeden geçemeyeceğim. Bu âyette de Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Allah içinizden inanıp salih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halife kıldığı gibi onları da halife kılacağına, onlar için seçtiği dini bütünüyle yaşanır ve tatbik edilir hâle getireceğine ve korkularını emniyete döndüreceğine söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkar eden kimseler, işte onlar fâsıkların tâ kendisidir.”(Nur, 24/55).
Allah (cc), iman edip sâlih amel işleyenlere va’dediyor. Bu va’d, sözünden dönmesi muhal olan Allah’ın va’didir. O verdiği sözü yerine getirmeye muktedirdir. Ve O, herşeyin yegane hakimidir. Öyle ise, iman edip salih amel işleyenleri yeryüzünün halifesi yapacağını va’deden Allah (cc), mutlaka bu sözünü yerine getirecektir.
O zaman içtimaî hayatın dizgin ve ipleri sizin elinize geçecek, iktisadî hayat sizin tanziminizle yeniden şekillenecek, ferdî ve ailevî terbiye yeniden düzene sokulacak.. evet işte o zaman cihanı siz idare edeceksiniz. Söz sizde bitecek. Yuvarlak masaların etrafında dünyayı kendi aralarında taksim edenler, bundan böyle karar alırken sizin yüzünüze bakacak ve sizin buyruğunuz doğrultusunda içtimaî coğrafyaya yeni yeni şekiller verecek, sizin jest ve mimiklerinizden ve sizin bakışlarınızdan ma’nâ kapmaya çalışacaklardır.. ve siz yine tarihinizde olduğu gibi tâclar giydirip tâclar çıkartacaksınız. Krallar sizin kapınızda kapıkulu muamelesi görmeyi hayatlarının en şerefli payesi bilecek ve ağzınızdan çıkan her sözü emir telakki edecekler. Siz bir şeye evet, dediğinizde o iş olacak, hayır, dediğinizde de tekliften ve yürürlükten kaldırılacak. Çünkü o gün yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın tayin ettiği sultan siz olacaksınız...
Bunu, ütopik birer ümniye olarak kabul etmeyin. Zira mazide salahı elde edenlerin hepsi bu zirvelere ulaşmıştı; zira bu ilâhî kanun bütün zaman ve mekanlar için geçerlidir. Siz salahı elde ettiğiniz gün, aynı neticeler sizin için de muhakkak ve mukadder olacaktır.
Demek oluyor ki, iki ayrı yazılış söz konusu: Birincisi Levh-i Mahfuz’a kaydedilip yazılanlardır ki, herşey orada ilmî vücuduyla kayıtlıdır. İkincisi ise teker teker vücuda gelen hâdiselerin yazılıp kaydedilmesidir. Burada ise eşya ve hadiseler haricî vücud noktasında ortaya çıkmaktadır. Ve, bunlardan iradî olan fiilerin sorumluluğu da tamamen iradenin kendisine aittir.
.
KİTAP VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE KADER
Abdulfettah Şahin
AYETLERE İMAN VE MEŞİET
İman ve hidayet hususunda da meşiet her şeydir. Meseleyi bu zaviyeden ele alanlar imanı tarif ederken şöyle derler: “İman, insanın iradesini kullanmasıyla, Allah’ın onun içinde yaktığı bir ışıktır.” Sen çalışacaksın, Allah da onu yaratacak. Evet o ışığı sen yakamaz ve kalbinde sonsuza dek tutamazsın. O ışık ancak Allah dilerse yanar ve içteki aydınlık da ancak Allah dilerse hâsıl olur. İşte delili:
c. “Ey Habibim! Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?” (Yunus, 10/99).
Eğer Rabbin, yani seni terbiye eden, kemale erdiren ve bütünüyle herşeye hakim olan Allah dileseydi, insanların hepsi hidayete ererdi. Ve bu konuda bir diğer âyet:
d. “Onların yüz çevirmesi sana ağır geldiğinde, eğer gücün yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya yetmiş olsaydı, onlara bir mucize göstermek isterdin. Allah dileseydi onları doğru yolda toplardı. Sen câhillerden olamazsın!” (En’am, 6/35).
Efendimiz’in (sav) şahsına yapılan bu tenbih, bütün kader tarikindeki inhiraflara karşı bir tenbihtir. Evet, eğer Rabbin dileseydi onların hepsini hidayete erdirirdi ve herkes de secdeli olurdu. Vicdanı apaydın olan bu insanlar îman ve İslâm’la huzur bulur ve kulluk şuuruna ererlerdi. Ama meşiet bu istikamette taalluk etmediği için böyle olmadı.
e. “Ey Habibim! Kur’an’ı önce gelen kitabı tasdik ederek ve ona şahid olarak gerçekle sana indirdik. Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet. Gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre, onların heveslerine uyma. Her biriniz için bir yol ve yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Fakat O’nun size verdiği sizi denemek içindir. O halde hayırda yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirir”(Mâide, 5/48).
Evet, eğer Rabbimiz dilemiş olsaydı insanların hepsini tek millet ve tek ümmet kılardı. Fakat meşiet-i ilahî bunun böyle olmasını değil de, insanların ayrı ayrı milletler olmasını diledi. Onun için de insanlar ayrı ayrı milletler ve ümmetler halinde zuhur ettiler...
Devletlerin hakimiyeti, hakimiyetlerinin devamı ve bu devletlere hâkim olan ve onları temsil eden şahısların el değiştirip durması da tamamen ilâhî dilemeye ve meşiete bağlıdır. Bunu gösteren âyet ise şöyle:
f. “Eğer siz (Uhud’da) bir yara almışsanız, (size düşman olan) o topluluk da (Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. Böylece Biz, Allah’ın gerçek mü’minleri ortaya çıkarması ve içinizden şahidler edinmesi için, bu günleri bazen lehe, bazen de aleyhe döndürüp duruyoruz. Allah zulmedenleri sevmez.” (Al-i İmran, 3/140) âyeti de bize bu hakikati anlatmaktadır.
Her ne kadar bu âyette, meşiet ifade eden kelime yoksa da, yine de meşieti ifade ediyor. Çünkü “Biz bu günleri evirir çeviririz” diyor. İnsanların değişip duran çeşitli durum ve hâlleri doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın elindedir. Günler O’nun kudret elinde tesbih taneleri gibi evrilip çevrilmektedir. Şimdi bütün bunları söylerken insan iradesi nefyedilmiş mi oluyor? Hayır! Şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz; zira burada sadece kaderin meşiet-i ilâhi ile alâkalı yönünü inceliyoruz. Meşîet-i ilâhî hakkında bir başka âyet:
g. “Ey insanlar! Allah dilerse sizi yok†eder ve başkalarını getirir. Allah buna kâdirdir.”(Nisa, 4/133).
Ey insanlar! Eğer Allah dilerse sizi götürür ve yerinize başka bir cemaat getirir. Allah buna muktedirdir. Sahabeyi götürdükten sonra Emevi’yi, onu götürdükten sonra Abbasi’yi, onu götürdükten sonra Selçuklu’yu, onları da götürdükten sonra Osmanlı’yı getirdiği gibi... Onları da götürüp, şimdilerde mukaddes mirası, yeni emanetçiler geleceği ana kadar ortada bıraktığı gibi. Bunlarda kimin ne kadar dahli olmuştur? Aklın, dehanın burada rolü ne kadardır? Bunlar yıkılmaya, yok olmaya ne kadar mani olmuştur? Meşîet-i ilâhînin vaz’ettiği şart-ı âdilere riâyet nisbetinde var olma, hakim olma ve dine sahip çıkıp onu baş tâcı etme önemli esaslar olmuşlardır. Bu da değişmez ilâhî bir kanundur.
Tarihin seyri ve milletlerin iniş ve çıkışlarında bunu pek çok misaliyle görüp göstermek mümkündür. Ancak mevzumuzu aşması itibariyle o hususa temas etmeyeceğiz.
Evet, yeryüzünde dinin korunup gözetilmesi en büyük bir davadır. Çünkü hayatın gayesi ve neticesi din tarafından belirlenmiştir. İnsanlar arası münasebetlerde en âdil ve hakkaniyet ölçüleri içinde en mükemmel esaslar yine din tarafından getirilip tesis edilmiştir. Dolayısıyla bunların muhafaza edilmesi, fertlerin ve cemiyetlerin sadece varlıkları değil, âdil ve mükemmel bir şekilde yaşamalarının da teminatıdır.
İnsanların, hakiki ve tabiî mahiyetlerinden, özlerinden uzaklaştırılarak, yabancı kültür ve sistemler içinde asimile edilmeleri, onları ebediyen kendi güç kaynaklarından mahrum eder ve sürekli dilenciliğe iter. Oysa bütün güzelliklerin kaynağı dindir. İnsanlar ondan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, içlerinde daima onun boşluğunu hissederler. Dinden yüz çevirmiş kavimler manevî yapılarıyla darmadağınık, maddî yapıları itibariyle de altüst olmuşlardır. Kâfir bir devlet için güçlü bir ekonomi ve iktisada sahip olma mümkün olabilir. Ama dinden yüz çevirmiş inançlı kavimler için bu mümkün olmaz. Zira meşîet-i ilâhînin takdir ettiği bir kısım esbaba riayet mecburiyeti söz konusu iken, onlar hayatlarının birinci şartı olan bu sebeplere riayet etmemişlerdir. İşte aşağıdaki âyet, bu noktayı daha açık bir şekilde izah etmektedir:
ğ. “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirir ki, onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever. Onlar mü’minlere karşı alabildiğine mütevazi, kafirlere karşı ise aşırı derecede azizdirler. Allah yolunda cihad ederler ve kınayanların kınamasına da aldırış etmezler. Bu Allah’ın bir ihsanıdır, onu dilediğine verir. Allah Vâsi (herşeyi kuşatan)dir ve Alîmdir.”(Mâide, 5/54).
Ayette geçen (İrtedde-Yerteddu) fiili geriye dönmek, dinden rücu etmek ma’nâsına gelir. Bu duruma göre Kur’anın bu hitabına muhatap olan her mü’min için, itikatta geriye dönme, amelde geriye dönme, hatta tasavvurda, düşüncede geriye dönme gibi ayrı ayrı ma’nâlara gelir.
Dinî hayatında belli bir seviyeye ulaşmış ve dinî hizmetlerle bütünleşmiş bir insan veya cemaat bu âyete muhatap olduğu zaman “önceki hâl”e dönme ma’nâsının bir tehdid olarak yüzlerine vurulduğunu hisseder. Çünkü hizmette kazanılan merhaleler onun için hep ilâhî lütuflardır. Eğer o şahıs veya cemaat şimdi işi gevşetmişler ve metafizik gerilimlerini koruyamamışlarsa, Allah onların elinden bu hizmeti alır ve o işi bir başka şahıs veya cemaata gördürür.
Dini, hayatı hayat kılan ve bu işin temsilciliğini yapan eğer bir devletse, o zaman muhatap topyekün bir millet olur ve bu tehdid bütün bir milleti alâkadar eder. Dinî hayatına destek olunmakla elinden tutulup aziz kılınmış bir millet, kendisini aziz kılan esaslardan elini çekerse, başaşağı, geldiği yere ve mezellete düşüverir. Bu sefer de Allah başka bir millete el uzatır ve onları aziz kılar...
“Kavm” kelimesinde nekrelik ve meçhullük ifade eden bir tenvin vardır. Yani bu kavim bilinmeyen ve belki de hiç ümit edilmeyen bir kavimdir. Ne zaman ve hangi şartlarda ortaya çıkacağı da belli değildir. Ancak onların belli vasıfları vardır. Öyle ise her millet Cenâb-ı Hakk’ın tebcil ettiği bu meçhul kavim olmak için yarışmalıdır. Zira hiçbir kavim doğrudan doğruya, âyette kasdedilenin kendisi olduğunu iddia edemeyeceği gibi, hiçbir kavim de bu mevzuda bütün bütün ümidini yitirmemelidir. O kavmin vasıfları şunlardır:
Birinci vasıf: “Allah onları sever.” Yeryüzünde onlar için hüsn-ü kabul va’z eder. Allah, Cibril’e, “Ben onları seviyorum sen de sev” demiştir. Cibril de bütün meleklere: “Allah şu kavmi seviyor siz de sevin” diye nida etmiştir. Ve melekler de insanların gönlüne aynı ilhamda bulunmuştur. Hadîsin ifadesiyle artık onlara yeryüzünde sevgi konulmuştur.1 Artık herkes onların gözünün içine bakmaya başlar... Söyledikleri tesir eder ve hemen yerine getirilir. Teklifleri emir kabul edilir. Emir verdikleri zaman da hemen gönüllerde ve vicdanlarda ma’kes bulur.
İkinci vasıf: “Onlar da Allah’ı sever.” Zaten Allah tarafından sevilmenin ölçü ve alâmeti de Allah’ı sevmekdir. Kim Allah’ı ne kadar seviyorsa, Allah tarafından da o kadar seviliyor, demektir. İşte bu kavmin ikinci vasfı onların, Allah âşıkı insanlar olmalarıdır.
Üçüncü vasıf: “Onlar mü’minlere karşı alabildiğine tevazu içindedirler.” Yani bütün mü’minleri kendilerinden üstün görürler ve başlarını onların ayakları altına koymaktan çekinmezler. Onlar böyle mütevazi davrandıkça, Allah da onları yüceltir.
.
KİTAP VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE KADER
Abdulfettah Şahin
İLÂHÎ MEŞÎET ve KADER
İlâhî meşiet herşeydir ve insan iradesine göre esastır. Onu kabul etmemek Allah’ın Rubûbiyetine şerik kabul etmekten farksızdır ve bir kısım icraatı Allah’tan başkasına vermek demektir.
Hadîs-i Şeriflerde Meşîet-i İlâhî
a. Ahmet b. Hanbel’in, Hz. Aişe’nin ana bir kardeşi Tufeyl’den naklettiği şöyle bir hâdise var. Tufeyl diyor ki:
“Rüyamda kalabalık bir cemaat gördüm ve yanlarına sokuldum. Onlara: “Siz kimsiniz?” diye sordum. Onlar da “Biz Yahudi cemaatiyiz” dediler. Ben de “Siz ne güzel bir cemaatsiniz. Keşke Uzeyr Allah’ın oğlu, demeseydiniz” dedim. Bunun üzerine onlar da: “Siz de ne güzel cemaatsiniz. Keşke (Allah ve Muhammed dilerse) demeseydiniz” cevabını verdiler.
Daha sonra başka bir kalabalık cemaat gördüm. Onların yanına gittim. Kim olduklarını sordum. Nasara olduklarını söylediler. Ben de yine: “Siz ne güzel cemaatsiniz. Keşke Mesih Allah’ın oğlu demeseydiniz” dedim. Onlar da biraz evvelki cemaat gibi, “Siz de ne güzel cemaatsiniz. Keşke Allah ve Muhammed dilerse, demeseydiniz” dediler. Bunun üzerine uyandım ve gelip rüyamı Hz. Aişe’ye naklettim. O da bu rüyayı Efendimiz’e anlatmış. Efendimiz beni çağırarak, “Bu rüyayı kimseye anlattın mı?” diye sordu. Ben de: “Anlattığımı söyledim.” Bunun üzerine Efendimiz herkesin mescitde toparlanmasını emir buyurdu; daha sonra da oradakilere şöyle bir konuşma yaptı: “Ey insanlar şimdiye kadar size bir meseleyi haya ifadesi olarak söylememiştim. Sizin bu sözünüz beni mes’ul etmese de sizi sorumlu hale getirir. Sakın bundan böyle, “Allah ve Muhammed dilerse” demeyin. Belki “Allah dilerse”, deyin. “O tektir ve O’nun şeriki yoktur” dedi.”(1)
Bu hâdise ve hadîsden de anlıyoruz ki, meşiet-i ilâhi esastır ve bu mevzuda ona hiç kimse ortak tutulamaz. Hatta bunu kasıtlı yapmak küfürdür ve şirktir.
b. Bu konuda bir başka misal: Bir adam gelerek Efendimiz’e hitaben: “Allah ve sen dilersen” dedi. Efendimiz hemen ona: “Böyle deme. Belki Allah dilerse ve O’nun şeriki yoktur, de” diye ferman etti.(2)
İşte Rasul-i Ekrem (sav) Allah’ın tasarruf dairesi içinde öyle bir tevhid anlayışına sahipti ki, muhatabını, hiçbir art niyet taşımasa da söylediği bir sözden dolayı ikaz ediyor ve ona böyle söylemesinin yanlış olduğunu hatırlatıyordu.
c. Hiç şüphesiz Allah Rasulü’nün en çok okuduğu dualardan biri de şu duadır: “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım. Kalbimi dininde sabit kıl.” (3)
Ümmü Seleme Validemiz, Allah Rasulü’ne, bu duayı niçin bu kadar çok okuduğunu soruyor. Aldığı cevap aynen şu oluyor: “Kalb Allah’ın iki parmağı arasındadır. Nasıl isterse onu o tarafa çevirir.” (4)
Nevvas b. Sem’an’ın rivayetinde ise şöyle denildiği nakledilmektedir: “Kulların kalbleri Allah’ın iki parmağı arasındadır. Dilediğini düz tutar, dilediğini kaydırır.” (5)
Zaten Cenâb-ı Hakk da bizzat bizlere böyle bir duayı talim etmekte ve şöyle dememizi istemektedir: “Rabbimiz, bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüphesiz Sen sonsuz bağışta bulunansın.” (Âl-i İmrân, 3/8).
Esasen, bütün dualar Cenâb-ı Hakk’ın meşietini isbat eder. Yani biz daha işin başında dualarımızla, Cenâb-ı Hakk’ın, istediklerimizi vermeye muktedir olduğunu kabul ettiğimiz gibi, talebimizi de eğer dilerse vereceğini kabul etmiş oluyoruz. Böylece yapılan her dua, Cenâb-ı Hakk’ın meşietini itiraf ma’nâsına gelmektedir ki, kaderin bir buudu da işte bu meşiettir. Biz bu meselenin tevhidle de çok yakından irtibatı olması dolayısıyla, üzerinde ısrarla duruyoruz...
Emr-i Cebrî ve Emr-i Şer’î Meselesi
Aynı konuyla ilgili ayrı bir hususa daha temas etmek istiyoruz. Böyle bir televvünle yorucu bu mevzuyu da mümkün mertebe avamileştirip bir kere daha anlatmak niyetindeyiz. Anlatmak istediğimiz hususa şu âyet bir mukaddime olabilir. Âyette şöyle denilmektedir: “Dikkat edin, yaratma da emir de O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.” (A’raf, 7/54).
Emir ve yaratma Allah’a aittir. Evet, hükmü veren de yaratan da O’dur. Cenâb-ı Hakk’ın emri iki kısımdır.
Birincisi: Emr-i kevnî, emr-i cebrî veya emr-i takdîrî.
İkincisi: Emr-i dinî veya emr-i şer’î.
Kainatta, cebrî emir hâkimdir. Cenâb-ı Hakk yarattığını hep cebrî olarak yaratır. Hiç kimse bu cebir karşısında birşey diyemez. Herkes bu emre karşı ister istemez itaat etmek mecburiyetindedir.
Cenâb-ı Hakk, Mâlikü’l-Mülk’tür. Mülkünde istediği gibi tasarrufta bulunur. O’nun bu tasarrufu, bizim elimizi, dilimizi ve irademizi bağlar.
Emr-i dinî ve şer’î’de ise, yine Cenâb-ı Hakk’ın emirleriyle karşı karşıyayızdır ama, onları yapıp yapmamada, zâti hiçbir varlığı olmayan iradeye, izafi bir yetki ve selâhiyet verilmiştir. Bu iki emri tam anladığımız zaman, Kur’ân-ı Kerim’de zâhir nazara göre birbirine zıt gibi görünen emirlerin ma’nâ ve muhtevasını da anlamış oluruz.
Âyât-ı Tekvîniye dediğimiz kevnî kanunlarda Cenâb-ı Hakk’ın meşiet ve dilemesi nasıl taalluk ederse, eşya ve hâdiseler o şekil ve o istikamette varlık sahasına çıkarlar. Emr-i Şer’î’de ise, Cenâb-ı Hakk, yapılmasını istediği ve yapılmasından hoşlandığı şeyleri emretmiştir. Her iki emirde de hem O’nun meşieti hem de rızası ve hoşnutluğu söz konusudur.
Meleklerin ibadetleri, amelleri, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve dilemesiyledir. Peygamberlerin yaptıkları da öyledir. Salih kulların sâlihât dediğimiz amelleri de aynı şekildedir. Ve bütün bunlardan Cenâb-ı Hakk, hoşnuttur, râzıdır..
Fakat öyle işler de vardır ki, temellerinde Cenâb-ı Hakk’ın meşiet ve dilemesi olmasına rağmen onlara rızası yoktur. Küfür, isyan ve günahın her çeşidi bu cümledendir.
“Allah, kullarının küfre girmesine râzı değildir”(Zümer, 39/7),
“Allah, fesad çıkaranları sevmez” (Kasas, 28/77),
“Allah, müsrifleri sevmez.” En’am, 6/141),
“Allah, haddi aşanları sevmez.”(A’raf, 7/55),
“Allah, cimri ve kibirlileri sevmez.”(Nisa, 4/36) gibi âyetler bu hususa işaret etmektedir.
Allah (cc) fesadı yaratır. Yaratması meşietinin taalluku ile olur. Fakat O’nun fesâda rızası yoktur. Diğer bütün günah çeşitlerinde de durum aynıdır. Zannediyorum meseleye bu açıdan bakınca bazı âyetleri daha iyi anlayacağız. Meselâ, şu âyete bir de dediğimiz zâviyeden bakalım:
Cenab-ı Hakk buyuruyor: “Biz bir beldeyi helak etmek istediğimizde, onların şımarık sınıfına emrederiz ve onlar kötülük işleyip yoldan çıkarlar. Böylece o ülkeye (azab edeceğimiz hakkındaki) söz(ümüz) hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz.”(İsrâ, 17/16).
Yani, Biz bir beldeyi veya bir medeniyeti helâk etmek istediğimizde, sefih ve ayak takımını hatta onların içlerindeki en zâlimleri onların başlarına musallat ederiz. Ağızlarındaki lokmayı alır, yer ve onlara sefaletin en acısını tattırırlar. Onlar da her türlü mezellete alışmış insanlar olarak yine onları başlarında görmek isterler. Sözde onları iradeleriyle seçip başlarına geçirmişlerdir. Ama acaba gerçekten öyle midir?
Mütrefîn, ruhda, ma’nâda ayak takımıdır. Ama başlara tâc edilmiş ayak takımıdır ve sefahat onların, sefalet de milletin değişmeyen kaderi olmuştur; onların başa geçmeleri, idareyi ele almaları sebebiyle... İşte, bu mütrefîn sınıfı halkı iğfal edip yoldan çıkarmışlardır. Durum bu kerteye gelince de o millet veya medeniyetin sonu gelmiş demektir.
Görülüyor ki, burada verilen emir, tekvinî emirdir. Yoksa şer’î emir değildir. Zira Cenâb-ı Hakk hiçbir zaman emr-i teşrîî ile mütrefîne günah işlemelerini emretmez.“Allah fuhşiyâtı emretmez” (A’râf, 7/28) âyeti bunun en açık delilidir. Her iki âyetin birbiriyle olan telifi ise, birinin emr-i şer’i, diğerinin ise emr-i tekvinî olması keyfiyetinde gizlidir.
“Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez” (Râd,3/11) mealindeki âyet nasıl tekvînî bir kanunu söylüyorsa, söz konusu ettiğimiz âyet de aynı şekilde tekvinî bir emri dile getirmektedir.
İç bünyede bir bozulma söz konusu olur ve ruh semasının yıldızları dökülürse, içtimâî hayat ve medeniyet dünyasının da talihi tersine döner ve göz kamaştırıcı bütün nurlar geldikleri yere, gerisin geriye döner ve söner giderler.
Onun için her iki emri de çok iyi anlamak gerekiyor. Cebriye mezhebi, bu iki emri, yani emr-i tekvînî ile emr-i şer’îyi birbirine karıştırdığı için iradeyi inkar etmiş ve sapık bir yola düşmüştür. Mu’tezile de iradeyi esas alarak, “kul kendi fiilini kendisi yaratır” dediği için ayrı bir yanılgı ile sapıtmıştır. Biz, her iki tarafın da doğru yanlarını bir araya getirerek müstakim bir rota çiziyor ve diyoruz ki: Emr-i tekvînîde de, emr-i şer’î’de de esas olan meşiet-i ilâhîdir. Fakat emr-i şer’î’de kulun iradesine, o şartı âdi olmak gibi bir pâye verilmiştir. Ona meşiet taalluk etmezse hiçbirşey olmaz fakat, hariçte vücudu olan şeyler öyle değildir. Hatta, kötü ve çirkin olan şeylere de Cenâb-ı Hakk’ın meşieti taalluk eder. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın bunlara rızası yoktur. Onun için de kul, yaptığı kötülüğün cezasını çeker.
Hidayet ve dalâlet de Cenâb-ı Hakk’ın meşietine bağlıdır. Kur’an-ı Kerim birçok âyetiyle bu hususu tavzih etmektedir: “Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslâmiyete açar. Kimi de sapıttırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah böylece kâfirleri küfür bataklığı içinde bırakır.”(En’am, 6/125).
İman insanın gönlüne ılık ve tatlı bir esintiyle giriverir. İnsan böylece huzur ve saadeti tadar. Bu da ona doyumu mümkün olmayan bir haz verir.. ve sadrı genişledikçe genişler. O bu imânı sayesinde, insanlığın kemâl noktasını yakalar da bütünüyle bir iyilik ve mürüvvet âbidesi haline gelir. İnsanı elinden tutup bu hâle getiren asla kendisi değildir. Belki gücü herşeye yeten Allah’tır ki, onu elinden tutmuş ve merdiven merdiven hidayetin doruk noktasına çıkarmıştır. Zira, akıl ve zekaca çok daha ileri seviyede olan niceleri var ki, onlar hidayete erememekte ve behîmi arzularıyla dört ayaklı varlıkların hayatını yaşamaktadırlar. Demek ki, hidayet meselesi veya dalâlet mezelleti sebebiyet noktasında istidat ve kabiliyetle veya irade gücüyle çok da alâkalı değil. Bunlar, doğrudan doğruya ilâhî meşietin hikmet yüklü bir eseridir.
Şimdi kat’iyen tebeyyün etmiş oluyor ki, bizler eşya ve hâdiselere müdahale edecek durumda değiliz. Bu itibarla diyebiliriz ki biz, hılkatte sadece bir sebep ve bir vesileden ibaretiz. Evet, Cenâb-ı Hakk bir şeyi dilemeden onu meydana getirmek bizim için mümkün değildir. Mümkün görünen şeyleri bazen gayr-i mümkün kılan; gayr-i mümkün görünenleri de imkan sahasına sokan yegane kuvvet O’dur. O’nun güç ve kuvveti zâtındandır. Onun için de biz O’na, kuvvetin tâ kendisi olarak bakıyoruz. Bize iş yapma gücünü O verdiği gibi, irademizi o yönde kullanma meylini de veren O’dur. Evet, gerçi bize bir irade vermiştir; ancak meşiet ve dileme sadece O’nun hakkıdır. Hidayet ve dalalet hususunda da durum aynıdır. Hâdî ve Mudill sadece ve sadece Allah’tır.
O’dur ki, bir zaman Ömer’in içine Allah Rasulü’nü öldürme duygusunu vermiş sonra da onu yola salıvermiştir ve dıştan dalâlete gidiş gibi görünen bu yolculuk Hz. Ömer’i hidayetin kucağına çekmiştir.
Ve yine O’dur ki, Mekke’ye kadar gelip hidayet arayan A’şa gibi güçlü bir şaire içkiyi perde yapmış ve onu dalâlette bırakmıştır. Aslında böyle yüzlerce, binlerce hâdise müşâhede eden bir insanın, hidayet ve dalâletin Allah’ın elinde olduğunu itiraftan başka yapacağı birşey kalır mı? Evet, hidayet de dalâlet de Allah’ın elindedir..
Bütün bunları kabulle beraber, O, bizim mahiyetimize, mahiyeti meçhul bir irade koymuştur. Çünkü O’nun icraatında abesiyet yoktur. Bu mahiyeti meçhul iradenin üzerine, O, bizim geçmiş ve geleceğe ait bütün yapacaklarımızı ve yaptıklarımızı bina etmiştir ve etmektedir. Ayrıca, bu binanın plânını da daha insan yaratılmadan yapmış ve bu plânı Levh-i Mahfuza kaydetmiştir. Öyle ise bize düşen O’ndan hidayet talep etmektir. Çünkü O, yukarıda zikrettiğimiz âyette de denildiği gibi, Allah kimin hidayetini murad buyurursa onun kalbine inşirah verir ve onun gönlünü İslâmiyete ısındırır ve hakikatın tatlı yüzü ona olduğu gibi görünür. Görünür de hakikata karşı hahişkarlık duyar. Allah kimin de dalâletini murad buyurmuşsa, onun kalbini daracık ve sımsıkı kılıverir. Artık o, İslâmî hiçbir teklife evet diyemez. Nasihatten, aslandan kaçan yaban eşekleri gibi kaçar (Müddessir, 74/48-51) ve her adımı onu İslâm’dan daha da uzaklaştırır.
Ancak, bütün bunların üzerinde kesilip biçildiği bir şart-ı âdi vardır. O da insanın iradesidir. Birşey yapma veya yapmamaya karar verme duygusu.. esasen insanın kendisini vicdanen hür kabul etmesi de bunu gösterir. Dolayısıyla da vicdanen kendisini mes’ul sayar. İrade, yapılan şeylere temel taşı vazifesi görmektedir. Cenâb-ı Hakk yaratacağı herşeyi bu temel üzerinde yaratmaktadır.
Meselâ, diyelim ki siz, şu eğri dünya düzenini değiştirmek istiyorsunuz. Onu değiştirme istikametinde, vicdanınızda mevcudiyetini duyduğunuz iradenizi bir yere kadar kullandınız? Servet ve sâmânınızı o istikamette harcadınız. Her şeyinizi o yolda sarfettiniz ve sizi hedefe ulaştıracak bütün yolları denediniz, öyle ki dizinizin dermanı kesildi ve imkânlarınızın dibi göründü.. ve daha bunlar gibi bir sürü esbabı kurcaladınız.. yani iradeden beklenen her şeyi ortaya koydunuz. İşte o zaman Cenâb-ı Hakk’ın irade ve meşieti imdadınıza yetişecek ve size arzu ettiğiniz imkânları bahşedecektir. Evet sizin o mahiyeti meçhul iradenize daha nice büyük neticeler lütfedecektir. Bu ilahî bir kanundur ve asla değişmeyecektir.
Siz, size ait iş yapma gücünü böyle anlayacak ve Allah’tan bekleyeceğiniz şeyleri de bu anlayışla bekleyeceksiniz. Eğer O, siz hiç liyakat kazanmadan bazı keremlerde bulunursa, bu sadece O’nun lütuf ve ihsanıdır. Hiç kimse de O’na birşey sorma hakkına sahip değildir. Ne var ki, lütuflara iş bina edilemez. Evet, sebepler dairesi içinde, siz, size ve iradenize düşen vazifeyi bütünüyle yerine getirecek sonra da ellerinizi açıp isteyeceğiniz şeyi Cenâb-ı Hakk’dan isteyeceksiniz. Meseleyi başlattığımız noktaya çekecek olursak, siz, size ait herşeyi yerine getirdikten sonradır ki, Allah (cc), sizin ma’kus talihinizi değiştirecek ve eğri dünya düzeni de gidip rayına oturacaktır.
Zaten öyle olmuyor mu? Kişi canını veriyor, Cenâb-ı Hakk da ona şehidlik bahşediyor. Bu payeyi verdikten sonra da nimetleri birbirini takip ediyor: Cennet veriyor, Cemalullah’ı müşahede imkânı veriyor ve daha nice nimetlerle onu serfiraz kılıyor. Yani tenezzülen insanla mukavele yapılıyor.
Öyle ise, rica ederim, siz, size ait malzemeleri kullanmadan önce, hârikulâdeden, ne Heraklit, ne Mesih ne de Mehdi beklemeyin. Cenâb-ı Hakk, peygamberleri için dahi değiştirmediği âdet-i sübhanisini sizler için değiştirecek değildir. Evet, kadimden beri devam edegelen yol ve yöntem budur.
Nebi, aç kalmış, susuz kalmış, harpte dişi kırılmış, yanağı yaralanmış, ayakları kan revan içinde bırakılmış ve çilelerin her türlüsünü görmüştür. O’nun etrafındaki halkalar için de durum aynıdır. Öyle sarsılmış ve öyle ırgalanmışlardır ki, hepsi birlikte “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye inlemişlerdir... Ve işte o zaman ilâhî yardım yetişmiş ve “Allah’ın yardımı çok yakındır” denmiştir. Aşağıdaki âyet bize bu gerçeği anlatmaktadır: “Sizden önce gelenlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve O’nunla beraber mü’minler: “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214).
Bir lokma ekmek bulunamadığı, bir yudum suya hasret gidildiği, yan gelip yatılacak bir hasırdan dahi mahrum olunduğu bir devrede.. evet işin bitme ve tükenme kertesinde, hâdiseler diliyle, gaipten gelen bir ses “Dikkat edin, Allah’ın yardımı çok yakındır” diyecek ve bu sesi duyuncaya kadar siz hep iradenizi kullanacaksınız. Mum kendine düşeni yapacak ve yanacaktır. Sonra iş gidip o mumun altındaki tahtaya dayanınca ilâhî imdat yetişecek ve size mededresân olacaktır. Siz cüz’î iradenizi en son noktasına kadar kullanacaksınız; işte o zaman Küllî İrade kendine düşeni yapacaktır. Yani idbarınız ikbâle, zillet içindeki durumunuz da izzet ve şerefe dönecektir..
Şimdi acaba iradenizi sonuna kadar kullandığınızdan emin misiniz? Eğer “Evet” diyebiliyorsanız, ben de sizlere şu müjdeyi verebilirim: Emin olun, gökleri ve yerleri tesbih tanesi gibi elinde evirip çeviren Allah sizin imdadınıza koşacaktır. O sonsuz kudret yine sonsuz iradesiyle, karşınızda cephe teşkil edenlerin bütün oyunlarını, tuzaklarını tersyüz edecek ve sizi koruyup muhafaza buyuracaktır. Madem ki siz, size ait vazifeleri yaptığınızdan eminsiniz, o zaman benim verdiğim müjdelerden de emin olabilirsiniz. Zira İlâhî âdet bunun böyle olacağını söylemektedir..
Kader’in meşiet-i ilâhî açısından tahlilini yaptığımız bu hususu tek bir cümle ile şöyle noktalayabiliriz:
Cenâb-ı Hakk, herşeyi kuşatan ilmiyle, ilerde bizim iradelerimizle yapacağımız herşeyi biliyor ve bildiklerini de tayin ve takdir ediyor.. sonra da bunları birer plân halin de Levh-i Mahfuza kaydediyor, daha sonra da melekler bizim hakkımızda bir defter tutup bütün amellerimizi yazıyor böylece her iki defter de birbirinin aynı oluyor. Tabiî bunların hepsinde Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi esas oluyor. Zira biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak, Allah dilerse birşey olur, Allah birşeyin olmamasını murâd buyurursa o şey de olmaz kanaat ve inancını taşıyoruz.
DİPNOTLAR
1) Ahmet b. Hanbel, V, 72.
2) a.g.e. I, 214.
3) Tirmizi, 33,3.
4) Müslim, Kader, 17.
5) İbn Mace, Mukaddime, 13.
KİTAP VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE KADER
Abdulfettah Şahin
YARATMA AÇISINDAN KAZA VE KADER
Herşeyi yaratan Allah’tır. “Şey” dediğimiz ne varsa hepsi O’nun mahlûkudur. Biz de, amellerimiz de buna dahiliz. Onun içindir ki Kur’an-ı Kerim’de: “Sizi ve amellerinizi yaratan Allah’tır”(Sâffât, 37/96) buyurulmaktadır.
Efendimiz de bir hadîslerinde: “Her sanatkârı ve sanatını yaratan Allah’tır”(1) ihtarında bulunmaktadır.
Bir taş veya bir mermer mi yontuyorsunuz? Sizi de yaptığınız o işi de yaratan Allah’tır. Size düşünme melekesini veren, sonra sizi düşündüren ve bir merhale ötede, düşündüklerinizi ifade ettiren yine Allah’tır. Öyle ise bizim irademize düşen nedir? Böyle bir meselede irade nasıl bir paya sahiptir?
İrade dediğimiz şey o kadar küçüktür ki, bakışlarınız ne kadar derin ve görüş ufkunuz ne kadar geniş olursa olsun yine onu göremez.. ve onu belirleyemezsiniz; çünkü onun hariçte hiçbir vücudu yoktur. O kadar küçüktür ki, ona terettüp eden işlerle onun arasında “tenâsüb-ü illiyet” prensibine göre bir nisbet bulmak mümkün değildir. Evet, irademiz ne ölçüde küçük ise, yanıbaşımızda duran ilâhî lütuflar da o kadar büyüktür.
Yaratan Allah’tır. Kur’an, sünnet ve inkişaf etmiş vicdanlar bunun böyle olduğuna şâhidlik etmektedir. Bu sebepledir ki, Allah Rasulü ve O’nun ümmeti olarak bizler, Cenâb-ı Hakk’ın bizim için iyi şeyler yaratmasını, kendi irademize dayalı olarak değil de rahmet kaynaklı olmasını isteriz.. sadece bir fikir vermek için burada biriki duayı zikretmek istiyorum:
Buhârî’nin rivayet ettiği bir Hadîs-i Şerifte Efendimiz, istihâre duası olarak bize şu duayı talim etmektedir:
“Allah’ım, Sen’in ilmine danışıyor ve Sen’in kudretinden yardım diliyorum.. istediğimi de Sen’in büyük fazlından istiyorum.
Sen’in herşeye gücün yeter, benim ise hiçbir şeye gücüm yetmez. Sen herşeyi bilirsin, ben ise hiçbirşey bilmem. Sen “Allâmü’l-Guyûb” (Bütün gizlilikleri bilen) sin.
Allah’ım eğer bu iş (burada işini zikreder.) benim dünya ve ahiret kazancım adına, başlangıcı ve neticesi itibariyle hayırlı ise ve Sen bunu böyle biliyorsan, o işi benim için takdir buyur, kolaylaştır ve sonra da onda, benim için bereket kıl. Ve yine Sen biliyorsun ki, bu iş benim din, dünya ve âhiretim hesabına başında veya sonunda hayırsızdır, onu benden uzaklaştır, beni de ondan uzak tut. Hakkımda ne hayırlıysa bana onu takdir et. Sonra da takdirine beni hoşnut eyle...”(2)
Efendimiz bu dualarıyla bize, kadere ait bazı sırları öğretmenin yanında bizi hayra kavuşturacak ve yine bizi şerden uzak tutacak yegane güç ve kuvvet sahibinin Allah (cc) olduğunu gösteriyor. O’dur ki, şerrin kötülüğünü vicdanımıza acı acı duyurur ve bizi ondan uzaklaştırır. Hayır hakkında da içimize bir inşirah, bir meltem salar ve vicdanımız bu inşirahla dolar taşar ve biz de bütün benliğimizle o hayrı kucaklamaya çalışırız. Zaten “Hayır O’nun elindedir.” (Al-i İmran, 3/27) Başkasının bize hayır vermesine veya gelmekte olan hayrı bizden uzaklaştırmasına imkan ve ihtimal de yoktur.
Hz. Yusuf’a musallat olan belayı Allah defetmiştir. Gördüğü bürhan nedir? Burada onun münakaşasını yapacak değiliz. Ancak ihlasın özü haline gelmiş bir peygamberi Cenâb-ı Hakk, bir kadının şerrinden korumuş ve muhafaza buyurmuştur. Onun içindir ki, Kur’an-ı Kerim’de meselenin bu yönü anlatılırken şöyle denmektedir: “İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece def ediverdik. Doğrusu o bizim muhlasîn (ihlasa erdirilmiş) kullarımızdandı.” (Yusuf, 12/24).
İşte burada, kötülükle, iradenin meyli arasına Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanı giriyor ve ferdi, kötülüğe meyletmekten kurtarıyor. Şu kadar var ki, Hz. Yusuf hakkında söylenen “O bizim ihlas sahibi kullarımızdandı” ifadesi, gösteriyor ki, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanını celbeden Hz. Yusuf’un ihlasıdır. Bu ma’nâyla irtibatı bakımından Efendimiz’in şu mübârek sözleri de çok mânidar ve çok mühimdir; O, şöyle buyurmaktadır: “Dikkat edin, bedende bir et parçası vardır; o iyi olduğunda bütün beden iyidir. O bozulduğunda da, bütün beden bozulur. Dikkat edin, o kalbtir.” (3)
Evet, kalbin ihlasa ermesi ve Cenâb-ı Hakk’a karşı muhabbetle, saygıyla dolup taşması, üst üste kavisler halinde gelen belaları defetmeye bir vesile ve vasıta sayılmaktadır.
Yine Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadîste, Efendimiz, bir dualarıyla, herşey gibi fiilleri yaratanın da Allah olduğu hususunu dikkatle hatırlatır. Bilhassa sabah namazlarında bazı imamların iftitah duası olarak okudukları bu duanın bir bölümü şöyledir: “Allah’ım, Sen’in verdiğini geri çevirecek yoktur; Sen’in menettiğini de verecek.. Sen’in yanında iltimas olmaz. Bütün şeref Sen’indir ve Sen’dendir.” (4)
Görüldüğü gibi, Allah’ın verdiği hükmü ve Allah’ın kazasını hiç kimse geriye çeviremeyeceği bu duada talim edilmiş bulunuyor. Öyle ise, bize düşen sadece bir meyildir ve bir yöneliştir.
Esasen bizim fiillerimizin de Allah tarafından yaratılmış olması bizlere apayrı bir duygu ve güven aşılamaktadır. Bu öyle müjde dolu bir inanç ve bir düşüncedir ki, bizi yaratan Rabbimiz, bizi ef’âlimizle baş başa bırakmamakta, kudret ve ilmiyle her an ve her zaman bize bizden daha yakın bulunmaktadır. İnsan için bundan daha sevindirici ne olabilir? Biz bu duygularla kendimizi rahmetin kucağına salıveriyor ve bütün ef’âlimizi Cenab-ı Hakk’ın yaratmasına havale ediyoruz. İşte bizdeki bu teslimiyet, Meşîet-i İlâhînin bir rahmet dalgası gibi gelip bizleri önüne katıp sürüklemesine ve marifet ummanının ortasına atıvermesine sebep oluyor. Bu ümit ve bu dileklerle O’nun dileme ve meşîetini bekliyoruz. Cenâb-ı Hakk, bu beklentimizde bizleri haybet ve hüsrana uğratmasın! (Amin).
Sözün başında da dediğimiz gibi, hidayet de dalâlet de Allah’ın elindedir ve bunların vücud bulmaları Cenâb-ı Hakk’ın meşîet ve yaratmasına bağlıdır.
Kur’an-ı Kerim’de bu husus tafsilatıyla ele alınmıştır. Biz sadece misal olması bakımından bir-iki âyete temas edeceğiz:
“Kimi Allah hidâyete erdirirse o hidayete erer. Kimi de dalâlette bırakırsa, artık onu irşad edecek bir mürşid bulamazsın.” (Kehf, 18/17).
“Allah kimi hidâyete erdirirse ancak o hidâyettedir.” (İsra, 17/97).
“Allah kimi hidâyete erdirirse onu saptıracak yoktur. Allah azîz ve intikam alıcı değil midir!” (Zümer, 39/37).
Allah kime hidâyet murad ederse, onun gönlüne hidayet şuaları akar ve sonra da o gönülde karar kılar. Kimi de sapıklığa sürüklemek murad ederse, bütün vâiz ve hatipler onu kurtarmak için bir araya gelseler, onun imdadına koşsalar, ona anlatılacak herşeyi anlatsalar, tebliğ sevabını alsalar bile, o şahsın sapıtmasını önleme adına hiçbir şey yapamazlar. Çünkü onun hidâyete erme liyâkatı selbolmuştur. Artık ne yapılırsa yapılsın hiçbir faydası yoktur. Günümüzün umumî manzarası, bunu göstermeye yeter ve artar zannediyorum.
Ancak burada şu hususu da nazardan uzak tutmamak gerekmektedir. Hidâyet ve dalâleti Allah yaratır; ancak itibari dahi olsa, onları mevcud iradenin istek ve talebi üzerine yaratır. Kul ister, Hâdî ve Mudill isimleriyle müsemma olan Allah (cc) da, hidâyet ve dalâleti yaratıverir. Dolayısıyla sapıtanın kendisi yine bizzat kul olur. Onun içindir ki biz, kıldığımız her namazda, Fatiha suresini okurken Cenâb-ı Hakk’a dua edip yalvarır ve: “Allah’ım bizi mağdub ve dâllînin yoluna sürükleme” (Fatiha, 1/7) deriz. Efendimiz de bir hadislerinde “Üzerlerine Allah’ın gadabı olanlar Yahudilerdir, sapık olanlar da Hristiyanlardır” (5) buyurmuşlardır. Mevzuyu bu noktaya getirdikten sonra, burada hidâyetin mertebeleri üzerinde durmak icap etmektedir. Tâ ki, çeşitli yanlış anlamalara meydan verilmiş olmasın!
DİPNOTLAR
1) Kenzü'l-Ummâl, 1/263
2) Buharî, Teheccüd, 25
3) Buharî, İman, 39
4) Buharî, Kader, 12
5) Ahmed b. Hanbel, IV, 378
.
KİTAP VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE KADER
Abdulfettah Şahin
ŞERÎAT-I FITRİYE ŞARTLARI İÇİNDE CEREYAN EDEN HİDÂYET
Her varlık, yaratılış ve fıtrat kanunlarına göre kendisi için takdir edilen hedef ve gayeye doğru giderken cebrî bir istikamet takip etmektedir. Buna ilahî sevk demek daha uygundur.
İnsanın ilk yaratılışı, anne karnındaki ceninin bir rüşeym halinde gelişmesi ve embriyolojik safhalardan geçmesi işte hep böyle bir sevk ile cereyan etmektedir.
Umum mahlûkat için de, maslahatları istikametinde devam edip duran böyle bir sevk ve insiyak günümüzde herkes tarafından bilinen bir mevzu. Buna tabiatperest ve maddeci zihniyet “İçgüdü” veya “Sevk-i Tabiî” diyedursun, bunun ilahî bir sevk olduğuna vicdan dünyası ittifak halindedir. Zaten tevhid delilleri arasında, “Hidayet delili” de, başlı başına müstakil bir mevzu olarak, bu şekilde cereyan eden sevk ve hidâyetleri, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın varlık ve birliğiyle irtibatlandırmaktadır.
Zerrelerden kürrelere kadar yani, atom çekirdeği etrafında dönen elektronlardan, gökyüzünde Mevlevî gibi dönen yıldızlara, galaksilere ve bütün gök cisimlerine kadar herşey bu sevk sayesinde kendisine düşen vazifeyi yerine getirmeye çalışmaktadır. Herşey, Allah karşısında matlup hali alabilmesi için, çizilen istikametten zerrece inhiraf etmez ve varmak istedikleri hedefe doğru süratle koşarlar.
Tavuk yumurtaların üzerine yatar ve bütün bir kuluçka devresinde sabırla bekler. Aç durur, susuz kalır, kendisi ateşler içinde yanar ama, nöbetini terketmez. Tavuk, çıkacak civcivlerden acaba haberdar mıdır? Daha sonra başlarına vurarak ellerindeki taneyi alacak olan bu tavuk, niçin onlar için böyle bir çileye katlanmaktadır?.. Cevabı bizce bellidir: Cenab-ı Hakk onu, o istikamete sevketmektedir.
Ya o civcive ne demeli.. miadı dolup belli gün gelip çattığında, yumuşacık gagasıyla kabuğunu kırıp dışarıya çıkan bu civciv, evet, yumurtanın dışında, yumurtaya göre çok daha mükemmel ve geniş olan bir hayatın varlığını acaba nereden bilmektedir ki, oradan çıkmak için büyük bir gayret sarfetme ihtiyacını duymaktadır.
Dünyaya yeni gelen bir çocuk, hemen annesinin memesine sarılır ve emmeye başlar. Evvela, çocuğun doğumuna yakın anne memesine süt stoku yapan kim? İkinci olarak çocuğa orada süt olduğunu ve süt emme tekniğini öğreten ve rehberlik yapan kim? İşte bu ve benzeri bütün sorulara verilecek tek cevap vardır: O da bunların hepsi ilâhî bir sevk ile olmaktadır.
Kur’an-ı Kerim yer yer bize, bu ilâhî sevkleri hatırlatır. İşte onlardan birkaçı:
a. “Rabbin, bal arısına şöyle ilham etti: Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin; sonra her çeşit üründen ye, sonra da Rabbinin gösterip müyesser kıldığı yollara koyul.” (Nahl, 16/68).
Evet arı, bal yapma tekniğini işte böyle bir irşad, talim ve hidayetle öğrenmiştir.
Allah arıya bal yapmasını, dağlarda, ağaçların kovuklarında ve kovanlarda barınmasını vahyediyor. Arı da bu vahiy ile petek yapmasını öğreniyor. Petek yapımında kullandığı hendese, hiç de arının bilebileceği ölçülerle olacak gibi değil. Demek petek yapımında kullanılan hendese de arıya vahiy ile öğretiliyor. Sonra arı kendisine has bir uçuşla çiçekten çiçeğe konuyor ve onlardan çeşitli hüzmeler alıyor. Bu arada gidiş gelişlerinde yolu kaybetmemek için belli bir metod kullanıyor. Geçtiği yerlere kendisine has âdetâ izler bırakıyor ve dönüşünü de aynı izler üzerinden yapıyor. Nihayet, çiçeklerden topladığı hüzmeleri getirip peteklere koyuyor.
Kovanda da fevkalâde bir idare görüyoruz. Evet, burada da açık bir sevk-i ilâhî müşahede ediliyor. Öyle ki, sistemini kurmuş güçlü bir devlet mekanizması ancak kovandaki kadar düzgün çalışabilir.
Kovana hâkim bir ana arı vardır. Bir de vazifeleri sadece telkîh olan sayısı çok az erkek arı.. diğer arılar ise durma ve dinlenme bilmeden çalışan arılardır. Bir sistem içinde kendilerine düşen vazifeyi aksatmadan yerine getiren işçi arılar.
Yumurta bırakma mevsimi gelince ana arı bütün peteklerin ağzına yumurtalarını bırakır. Tabiî kovanda bulunan az sayıdaki erkek arılar da fıtrî vazifelerini ifa ederler. Bunlar vazifelerini yaptıktan sonra artık işleri kalmamıştır. Dolayısıyla, kovanda tufeylî olarak sadece bal yemekle meşgul olurlar. Ana arı bunlardan birkaçını bırakarak diğerlerinin hepsini ifnâ eder, öldürür. Bıraktığı erkek arılar ise gelecek sene işe yarayacaklardır.
Erkek arıların, tufeylî olarak yaşamalarına müsaade edilmediği gibi, yabancı bir arının da kovana girip yerleşmesine müsaade edilmemektedir. Bu fevkalâde idarî ciddiyetin yanında bir de aynı oranda temizlik görürüz. Öyle ki, çiçeklerin özünü ve hüzmesini alan arı, peteğe döndüğünde şayet temizlik kurallarına uygun olmayan bir kılıkla dönmüşse, meselâ vücudunun bir yerinde çamur varsa, o hâliyle peteğe kabul edilmez. Veya bir arı yapısı itibariyle kanun ve kurallara başkaldırıp anarşistlik yapıyorsa o da derhal petekten uzaklaştırılır.
Acaba minnacık bir kafa taşıyan arıya bunları öğreten kimdir? Öğreten kimdir ki, elli milyon sene evvel yaşamış arıların yaptığı balla, bugünkü arıların yaptığı bal, terkip ve hendesî ölçü bakımından hiçbir farklılık göstermemektedir. Arı tekâmül etmemiş. Yaratıldığı andan itibaren yaptığı işin âlimi olarak yaratılmış öyle de devam etmektedir. Peteğinin deliklerini altıgen olarak hazırlaması, üçgen veya dörtgen olarak hazırlamaması hikmetinden alın da, bal yapış keyfiyetine kadar, evet, önümüze nefis bir yiyecek ve aynı zamanda şifa kaynağı olarak gelen balın her safhasında biz, bir vahiy ve ilham esintilerini duyar gibi olmaktayız. Biz duyar gibi olmaktayız ama, ihtimal arı, bu ilham esintilerini kat’iyen duymakta ve yaptıklarını, gayr-ı şuurî sevklerle yapmaktadır. Evet, arının bu icraatını sevk-i ilâhîye vermeden izah etmeniz mümkün değildir.
Hasılı, arıya bal yapma san’atını Allah öğretti. Ana arıya, erkek arılara ve diğerlerine ayrı ayrı vazife görmeyi yine Allah talim etti. Allah’tır ki, ana arıyı orada hâkim, diğerlerini de ona itaatkâr kıldı...
b. Karınca da Cenâb-ı Hakk’ın ilhamına mazhardır: “Sonunda karıncaların bulunduğu vadiye geldiklerinde bir karınca “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin. Süleyman ve ordusu bilmeden sizi ezmesin” dedi.”(Neml, 27/18) âyeti bize bunu anlatmaktadır.
Karınca bu sözü nasıl söyledi? Elbette onun kendine göre bir dili ve karıncaların birbirleriyle görüşebilmelerinin bir şekli vardır. Şimdilerde zoologlar şunları heceliyorlar:
Mevcud iki karınca yuvası var. Bunlardan biri küçük bir hendeğin öbür tarafında bulunmaktadır. Yuvalardan birinden alınan bir karınca diğer yuvaya bırakılır. Çok kısa süren bir sessizlikten sonra, arkadaşlarını kaybetmiş yuvanın karıncaları, arıların kovandan boşaldıkları gibi yuvalarından boşalır, diğer yuvaya doğru ilerlemeye başlar ve üzerine çubuk uzatılmış hendekten geçerek diğer yuvaya hücum ederler. Şimdi bu karıncanın kaybolduğunu ve diğer yuvada bulunduğunu, arkadaşlarına kim haber vermiştir? İşin mütehassısları meseleyi şöyle izah etmektedirler:
Diğer yuvaya bırakılan karınca elektromanyetik dalgalar halinde çıkardığı şerarelerle, arkadaşı olan karıncalara gizli bir mesaj göndermiş ve başına gelen hâdiseyi ve nerede bulunduğunu koordinatlarıyla onlara haber vermiştir. Gayet gizlilik içinde cereyan eden bu muhavereden sonra da arkadaşları bu karıncayı kurtarmak için seferber olmuşlardır.
Demek ki, karınca da konuşuyor.. Cenâb-ı Hakk, ona öğrettiği dili hususi bir ihsan olarak Hz. Süleyman’a da talim buyurmuştu. Onun için Hz. Süleyman âyette anlatılan şekliyle, karınca arkadaşlarını uyarınca tebessüm etmiş ve mazhariyetinin buudlarını “tahdis-i nimet” suretinde ilan ederek Rabbine yönelmişti.
Karıncalar, cumhuriyet sistemi gibi bir sistemle idare edilmektedir. Bütün karıncalar çalışır ve yuvaya gıda stoku yapma işinde aktif görev alırlar. Tembel hiçbir karınca yoktur. Taşıdığı yük bazen kendisine ağır gelince, hemen arkadaşlarını çağırır ve bu ağır yükü birkaç karınca omuzlayarak yuvaya taşırlar. Onlar yaz boyu durup dinlenme bilmeyen bir gayret içindedirler. Sonunda yaptıkları stok kışı idare edecek duruma gelince, yuvalarına sığınır ve kapıları da kapatırlar.
Ancak bazen onlara göre bir terslik olur. Nemli toprakta stok edilmiş buğday veya arpalarda nemlenme görülür. Bu durumda yapılacak şey, buğdayı veya arpaları dışarıya taşıyıp güneşlendirmektir; karıncalar da işte bunu yapar. Tahıl kuruduktan sonra da, tekrar içeriye taşırlar. Ancak, bazen bu taneler çimlenmeye başlayabilir... Bu durumda hemen taneyi ikiye böler ve ayırırlar. Şayet parçalardan birisi yine çimlenecek olsa, onu da tekrar ikiye bölerler. Böylece taneyi kendi istifadeleri çerçevesinde tutmuş olurlar. Şayet çimlenmesine göz yumsalar o tane onların işine yaramaz.
Karıncaya bütün bunları kim öğretmiştir? Bizim hafıza kuvvemiz kadar bir bünyeye sahip olmayan bu varlığa bütün bu girift meseleleri acaba kim talim etmiştir?
Her zaman olduğu gibi cevabımız yine bellidir. Karıncaya bütün bu hayat serüvenini ilham eden Allah’tır. Ve onlar böyle bir ilhamla sevkolunmaktadır.
Ebu Hureyre (ra)’ın rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte, Allah Rasulü bize şöyle bir hâdiseyi nakletmektedir:
“Peygamberlerden biri, bir vadiden geçerken, gölgelenmek için bir ağacın altına oturmuştu. Oturduğu yerde de bir karınca yuvası bulunmaktaydı. Karıncanın birisi bu peygamberi ısırdı. O da kendisini ısıranın ne olduğunu bilmediği için yuvayı yaktırdı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk’dan ona şöyle bir ikaz geldi:
“Bir karınca seni ısırdı diye, durmadan Allah’ı tesbih eden bir ümmeti mi yakıyorsun?”(1)
Görülüyor ki, karıncalar da bir ümmettir ve bizim bilmediğimiz bir dille, onlar da Cenâb-ı Hakk’ı tesbih etmektedir.
Hâkim’in Müstedrek’inde rivayet ettiği bir diğer hadiste de Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Hz. Süleyman yağmur duasına çıkmıştı. Giderken de çoluk çocuk kim varsa hepsini götürmüştü. Ayrıca herkes evindeki davar ve hayvanlarını da yanlarına almışlardı. (Orada herkes yalvaracak, koyun ve kuzular meleşecek ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celbetmek için herkes kendi diliyle tazarru ve niyazda bulunacaktı.)
Hz. Süleyman ve yanındakiler yolda giderken, bir manzara Nebi’nin dikkatini çekti: Sırtüstü yatmış, büyükçe bir karınca, antenlerini el gibi kullanarak havaya kaldırmış ve kendi diliyle birşeyler söylüyordu. Hz. Süleyman dikkat kesildi ve karıncanın şu şekilde dua etmekte olduğunu duydu: “Allah’ım, ben senin mahlukatından bir mahlukum. Senin vereceğin rızıktan müstağni olamam. Eğer bize su gönderirsen sulanırız, rızka mazhar oluruz. Gayrı ne diyeyim. Bundan böyle ya su gönderir bizi yaşatırsın ya da biz böyle helak olur, gideriz.”
Hz. Süleyman, karıncanın bu içli feryadını duyunca etrafındakilere şöyle dedi: “Artık geriye dönün. Sizin duanızdan başka bir dua sebebiyle Allah yağmur gönderecektir...”(2)
Karınca bütün bunları sevk-i ilahî ile, Cenab-ı Hakk’ın ilham ve irşadıyla yapıyordu.
c. Kur’an-ı Kerim, bütün hayvanat cinsinin kendileri arasında bir ümmet olduğunu ifade ederek şöyle buyurmakta ve kaderin bu yönüne dikkat çekmektedir†: “Yerde yürüyen hayvanlar ve kanat çırpıp uçan kuşlar da ancak sizin gibi bir ümmettir. Kitap’ta Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonra Rablerine toplanacaklardır” (En’am, 6/38).
Ebu Dâvud’un rivayet ettiği bir hâdiste de Efendimiz: “Eğer köpekler bir ümmet olmasalardı öldürülmelerini emrederdim.”(3) buyurmaktadırlar. Evet onlar da kendilerine göre bir millet teşkil etmektedirler.
Kelaynakların nesli tükeniyor diye ilim adamları telaşa kapılmışlardı. Zira her varlığın, ekolojik dengede bir yeri vardır. Onun tükenmesi ise, dengeden bir gedik açılması demekti. Şimdi her varlığa böyle ekolojik dengede bir yer tutmayı kim öğretmiş ve kim talim etmiştir? İşte biz bu meseleye cebrî hidayet veya şerîat-ı fıtriye şartları içinde cereyan eden hidayet nazarıyla bakıyor ve bütün bu sevklere ve insiyaklara da bu zaviyeden yaklaşıyoruz.
DİPNOTLAR
1) Buhârî, Cihâd, 153
2) Hâkim, el-Müstedrek, I, 325
3) Ebu Dâvud, Sayd, 1.
.
KİTAP VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE KADER
Abdulfettah Şahin
KADER HAKKINDA SORU-CEVAPLAR
SUAL: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim? sualine "Evet Rabbimizsin" ile cevab verildiğine aklî delil var mıdır?
CEVAP: Bazı meseleler vardır ki, bunları aklen izâh etmek çok zordur. Anlatılabilirse de bu gibi şeylerin ancak mümkün olduğu anlatılabilir. Aslında, Allah (cc) böyle birşeyden bahsediyorsa, artık meselenin itiraz edilecek tarafı kalmamış demektir.
Bu soruyu iki cihetten ele alabiliriz:
1. Böyle birşey vâki olmuş mudur? Olmuşsa, bunun isbatı nasıl yapılır?
2. Mü’min ferd bu işten haberdar olmuş mudur?
Evvelâ, Cenab-ı Hakk’ın, herhangi bir âlemde, ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onların da: “Evet, Rabbimizsin.” demesi, kat’î midir? suali varid oluyor. Bu mevzu Kur’an-ı Kerim’de iki âyette ele alınmıştır. Birisinde: “Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahid tutarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim (demişti)”(Araf, 7/172) denilmekte ve böyle bir sözün alındığından bahsedilmektedir. Eski ve yeni bütün tefsirciler bu söz alınma meselesinin hakkında pek çok şey söylemişlerdir.
Bir kısmı “zerrât âleminde daha atomlar halindeyken, ileride terkib hâline gelecek bu zerrelerden, ruhları ile beraber söz alınmıştır” demektedir. Bazı tefsirciler de, “bu, çocuğun anne karnına düştüğü zaman alınmış bir sözdür” derler. Bir hadis-i şerifin de te’yidine dayanarak, bazı mudakkik müfessirler de derler ki, “hayat nefh edildiği anda o insandan alınmış bir sözdür”(1) kanaatini izhar ederler.
Esas itibariyle Cenab-ı Hakk’ın varlıklarla konuşması çeşit çeşit ve değişiktir. Biz burada, belli bir şekil, belli bir stilde konuşuyoruz. Ama, bundan başka bizim iç dış duygularımız, zâhir ve bâtınımız, kafa ve ruhumuz, nefsî ve lafzî konuşma tarzlarımız vardır... Zaman zaman bu dilleri de kullanır ve onlardan anlayanlara yine onlarla bir şeyler anlatmaya çalışırız.
Kalbin kendine göre bir konuşması vardır ki, kalb konuşur ama bu konuşma duyulmaz. Bize deseler: “Kendi içinizden ne konuştunuz öyle” Biz de: “Şunu şunu dedik” diye anlatır ve bu hususdaki kelimeleri de sırayla diziveririz. Bu nefsî bir konuşmadır.
Bazan olur ki, rüyalarımızda birşeyler konuşuruz. Başkalarından da birşeyler duyarız. Ama yanımızda bulunan hiç kimse bunu duymamıştır. Sonra da kalkar, kelimesi kelimesine, konuştuğumuz ve duyduğumuz şeyleri başkalarına naklederiz. Bu da değişik stilde bir konuşma şeklidir.
Bazı kimseler uyanıkken dahi, misâl âleminden nazarlarına arz edilen misâlî levhaları görür ve misâli şahıslarla konuşurlar. Belki bir kısım maddeciler bunlara inanmaz ve “hallüsinasyon” derler, varsın desinler... Rasûl-ü Ekrem’in (sav) mazhariyetlerinden bir tanesi de bu idi: Alem-i misâle, âlem-i berzaha ait misâlî levhalar, O’nun (sav) kudsî nazarına arz edilir, O da gördüğünü, duyduğunu, anladığını başkalarına neklederdi. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir.
Vahiy ise, bambaşka bir konuşma tarzıdır. Hz. Peygamber’e (sav), vahiy geliyordu. Efendimiz (sav) dışında kimse hiç birşey duymuyor ve anlamıyordu. Eğer bu maddî kulağa gelecek birşey idiyse, yakınında bulunan kimselerin de duyması gerekirdi. Oysa ki, bazan zevcelerinden birinin dizine başını koyup yatarken, veya mübarek dizini birinin dizine koyduğu halde vahiy gelirdi de, O, (sav) duyardı ama, öbürleri ne birşey duyar, ne de hissederlerdi. Rasûl-ü Ekrem (sav), o vahyi, harfiyyen beller ve onlara anlatırdı. Bu da başka bir ses, başka bir konuşma tarzıdır...
Velinin kalbine ilham geliyor: Âdeta onun içine birşeyler fısıldanıyor. Bu da değişik stilde bir konuşma. Morsla konuşma gibi birşey... Morsda nasıl “di.. di.. da..dit; dâ..dâ..dit” denir; operatör hemen maksadı anlar. Öyle de bir kısım şeyler velinin kalbine dikte edilir, veli de onlardan bir kısım ma’nâlar çıkarır. Meselâ: Veli: “Şu anda falan oğlu falan kapının önüne geldi.” der, açarlar kapıyı ve bakarlar ki o adam karşılarında... Bu da ayrı bir konuşmadır.
Bir de telepati var.. Şimdinin ilim adamları, bir gün o yolla mükemmel bir muhabere gerçekleştirebileceklerini hesaplıyorlar. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir. Kalbin kalbe teveccühü, insanların birbiriyle içten muhaberesi. Bu da bir başka beyan...
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah (cc), “lâ yuâd ve lâ yuhsâ” (sayısız, pek çok) konuşma stilleri yaratmış.
Şimdi gelelim meselemize. Allah (cc) bize “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’râf, 7/172) buyurdu; ama, bunu hangi konuşma stilinde ifade etti bilemiyoruz. Şayet, velinin kalbine dikte edilen mors alfabesi gibi bir tarzla bildirmişse bunu, herhalde kulaklarımızla duyacağımız bir sesle beklememiz doğru olamaz. Bu bir ilham ise, vahiy değildir. Vahiy ise, ilham değildir. Ruha bir konuşma ise, cesede bir konuşma değildir. Cesede bir hitap ise o zamanda ruha hitap nevinden değildir...
Şu nokta çok önemlidir: İnsanlar, misâl âleminde, berzah âleminde veya ervah âleminde gördükleri, duydukları şeyleri, bu âlemin mikyasları ile değerlendirdikleri takdirde yanılırlar. Muhbir-i Sâdık (sav) bize diyor ki: “Kabirde Münker, Nekir gelir, size soru sorar.”(2) Acaba adamın neyine soru soracaklar?
İster cesedine sorsunlar, ister ruhuna; netice değişmez; ama, ölü duysa bile, onun yanında bulunan kimseler kat’iyen bunu duymazlar. Hatta bir teyp koyup, mikrofonunu da kabrin içine sokuverseler, yine bir ses tesbit edemezler. Çünkü, artık mükaleme başka buudlarda cereyan ediyor, sizin buudlarınızda değil. Hani Einstein’in ve daha başkalarının ortaya attığı dördüncü, beşinci buud var ya, işte bunun gibi, mekân değişikliğine göre mesele değişecek, başka bir hüviyetle karşınıza çıkacaktır.
Binaenaleyh, bu “Elestü birabbiküm” (A’râf, 7/172) Allah’ın (cc) ruhla olan, ruha mahsus bir mükâlemesidir. Bunun tesirini ben duyayım, hıfz edeyim şeklinde beklememek lâzımdır. Belki vicdandan bir his şeklinde aksedeceği intizar edilmelidir. Biz vicdanla ve ona gelen ilhamlarda bunu hissedebiliriz.
Bir keresinde bu meselenin izâhını yaparken, birisi dedi ki: “Ben bunu duymadım.” Ben de “Duydum” dedim. “Sen duymamışsan başının çaresine bak! Çünkü, ben duyduğumuzu çok iyi hatırlıyorum.” Ne ile duyduğum sorulacak olursa; içimdeki ebed arzusuyla, mütenâhi olduğum halde nâmütenâhi arzularımla duydum bu sesi. Evet esasen ben Allah’ı da bilemem; çünkü sınırlıyım. Sınırsızı nasıl idrâk edeyim? İşte sınırsıza karşı içimdeki bu hâhişkarlık ve arzu ile duyduğumu anlıyorum. Şu sınırlı âlemde benim gibi bir böcek, sınırlı âleminde, sınırlı hayatını yaşayıp ölmesi gerekirken ve onun düşünce sahasına giren şeyler de böyle sınırlı şeylerden ibaret olması gerekirken, ben sınırsızlık içinde nâmütenâhiyi düşünüyorum. İçimde ebed arzusu var; ruhumda cennet ve Cemâlullah arzusunu taşıyorum. Bütün dünya benim olsa, gamım gitmiyor. İçimde bu hâl var da, bundan dolayı ben “onu duydum” diyorum.
Vicdan dediğimiz şey ne ise, kendisine ait fakülteleriyle, bölümleriyle daima Allah’ı terennüm eder ve o hiç yalan söylemez. Ona arzu ettiği, taleb ettiği şeyi verdiğiniz zaman, onu huzura kavuşturmuş olursunuz. Onun için Lâtife-i Rabbâniye olan kalbin ancak, vicdanın bu huzuru ile huzura kavuşacağına işareten Kur’an-ı Kerim: “Dikkat edin! Kalbler, ancak Allah’ı zikir ve O’nu duyuşla mutmain olur, oturaklaşır ve huzura kavuşur.”(Ra’d, 13/28) buyuruyor.
Bir diğer husus da şudur. Bergson gibi bir kısım feylesoflar bütün aklî, naklî delilleri bir tarafa bırakarak, Allah’ın varlığında sadece vicdanlarını delil olarak kullanmışlardır. Hatta bir keresinde Kant, “Ben, Allah’ı azametine uygun anlayabilmek için bütün malumatımı arkaya attım!” der. Bergson sadece “sezgi”siyle bu istikamette yol almak ister ve onun tek delili de vicdanıdır... Vicdan, Allah’ı inkârdan muzdaribtir. Vicdan Allah’a imanla huzura kavuşur. İnsan vicdanın sesini derinden derine dinlediği zaman ezelî ve ebedî bir Ma’bud arzusunu her zaman onun içinde duyacaktır. İşte bu hâl, bu edâ, insanın vicdanında sessiz kelimelerle ifadesini bulan ve Allah-u Teala’nın: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’raf, 7/172) hitabına verilen: “Evet Rabbimizsin” cevabıdır ki; dikkat etse herkes, ruhun derinliklerinden kopup yükselen bu sesi duyabilir. Yoksa bu kafada, cesedde aranırsa tenakuza düşülmüş olur. O, herkesin vicdanında vardır, meknîdir. Ancak, isbatı, kendi sahasında yapılabilir bir hususdur. Ehl-i tahkik, ehl-i şuhud, asfiyâ, evliyâ ve enbiyâ, bunu açık seçik, görmüş ve göstermişlerdir.
Ama, aklî isbatına gelince, tabiî, bazı meselelere aklî dendiği zaman mahsusatı isbat ettiğimiz gibi, yani size bir çınar ağacını, bir çam ağacını göstermek gibi, bunu göstermemiz mümkün değildir. Vicdanını dinleyen, içinden geçenleri seyreden, bunu görecek, bilecek ve duyacaktır.
SUAL: İrâde-i Külliyenin yalnız ve yalnız Allah'a ait olduğu Kur'an-ı Kerim'de beyan olunmuştur. Bunun yanı sıra, cüz'i bir irâdenin insana verildiği de malûmdur. Hâl böyle olunca, günah işleyen bir kişi kendi irâdesine uyarak mı günah işler, yoksa Cenab-ı Hakk'ın irâde-i külliyesi mi günah işletir?
CEVAP: Meselenin kısaca ifadesi şudur: İnsanın elinde irâde vardır. Biz buna ister cüz’î irâde, ister meşiet-i beşeriye, isterse insanın kesb (kazanma) gücü diyelim. Cenab-ı Hakk’ın yaratmasına da, küllî irâde, halketme kuvveti veya kudret, irâde ve tekvin diyelim. (Bunlar Allah’ın sıfatlarıdır.) Mesele, Cenab-ı Hakk’a ait yönü ile ele alındığında, âdeta, Cenab-ı Hakk zorluyor da, olacak şeyler öyle oluyor, şeklinde anlaşılır. Bu suretle de, işin içine cebr girer. Mesele, insana ait yönüyle ele alındığı zaman ise insan kendi işlerini kendi yapıyor, şeklinde anlaşılır. O zaman da işin içine “herkes kendi fiilinin hâlıkı” düşüncesinden ibaret olan “Kaderîlik” fikri girer.
Kâinatta olup biten herşeyi Allah yaratır. Bu soruda “küllî îrade” diye geçen şey de işte budur. Hatta, “Sizi de, işinizi de, Allah yarattı.”(Saffât, 23/96) Yani sizin de, sizden sâdır olan ef’âlin de hâlikı yalnız Allah’tır. Meselâ: Siz taksi yapsanız, veya bir ev inşa etseniz, bu işleri yaratan Allah’tır. Siz ve ef’aliniz, Allah’a aitsiniz. Ama ortaya gelen bütün bu işlerde, size ait bir husus vardır ki, o da bir kesb ve bir beşerî mübâşerettir. Bu ise âdî bir şart ve temâyül gibi bir şeydir. Tıpkı dünyaları aydınlatacak olan bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunmak gibi.. Bu durumda “Sizin hiçbir şeyiniz, hiçbir müdâhaleniz yok” denemeyeceği gibi, işin tamamen size ait olduğu da söylenemez. İş tamamıyla Allah’a aittir. Fakat, Allah size ait bu işleri yaratırken, sizin cüz’î müdâhalenizi de âdi şart olarak kabûl etmiş ve yapacağı her şeyi onun üzerine inşa buyurmuştur. Meselâ: Şu câminin içindeki elektrik mekanizmasını, Allah kurmuş; işler ve çalışır hale getirmiştir. Yeniden bunu tenvir etme işi, ameliyesi de Allah’a aittir. Elektron akımlarından bir ışık meydana getirme, câmiyi tenvir etme birer fiildir. Ve bunlar da “Nuru’n-Nûr, Münevviru’n-Nûr, Musavviru’n-Nûr” olan Hz. Allah (cc)’a aittir. Ama bu câminin aydınlanması mevzuunda, sizin de bir mübaşeretiniz vardır; o da Allah’ın kurduğu bu mekanizmada, Allah’ın ayarladığı düğmeye sadece dokunmanızdır. Sizin irâde ve tâkatinizin çok fevkinde, o mekanizmanın, tenvir vazifesini yapması ise tamamen Allah’a aittir.
İsterseniz biraz daha açalım: Meselâ; hazırlanıp, işler, çalışır, yürür hâle getirilmiş bir makina düşünelim ki; sadece çalıştırmak için onun düğmesine dokunma vazifesi, size verilmiş. O makinayı harekete getirme ise, onu kuran ve inşâ eden Zât’a mahsustur. Binaenaleyh, beşere ait bu küçük mübâşerete biz, “kesb” diyoruz. Veya “Cüz’î irade” deniyor. Allah’a ait olana ise “halk etme, yaratma” diyoruz. Ve böylece bir irâde inkısamı karşımıza çıkıyor:
A) Küllî İrade
B) Cüz’î İrâde.
İrâde dediğimiz; murad etme, dileme demektir ki tamamen Allah’a aittir. “Allah’ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz..”(İnsân, 76/30).
Bu husus, yanlış anlaşılmasın. Biz böyle düşünürken, “kulun da bir parmak dokundurma denecek kadar irâdesi vardır” diyerek, tamamen “cebrî determinizma” diyeceğimiz çarpıklıktan uzaklaşmış bulunuyoruz. İşi meydana getiren Allah’tır, derken de, Mûtezile mezhebi ve rasyonalistler gibi düşünmediğimizi gösteriyoruz. Bu suretle de ne Ulûhiyetinde, ne de Rubûbiyetinde Allah’a eş ve ortak koşmuş oluyoruz. Allah (cc) nasıl ki, Zâtında birdir; icraatında da birdir, işini başkasına yaptırtmaz. Allah (cc) herşeyi kendisi yaratmıştır. Fakat, teklif, imtihan gibi birtakım sırlar ve hikmetler için, beşerin mübâşeretini de şart-ı âdi olarak kabul buyurmuştur.
Meseleyi daha fazla tenvir için, burada bir büyük zâtın bu mevzûda irad ettiği bir misâli arzetmek istiyorum: Diyor ki: “Sen bir çocuğun isteğiyle, onu kucağına alsan; sonra sana dese ki, beni falan yere götür; sen de onu oraya götürsen; o da orada üşüyüp hastalansa; şimdi o çocuk sana: “Beni niye buraya getirdin” diye itirazda bulunabilir mi? Bulunamaz, çünkü, kendisi istedi. Üstelik ona: “Sen istedin” diyerek iki de tokat vurursun.”
Şimdi bu hususta çocuğun iradesi inkâr edilebilir mi? Edilemez; zira, o talep etti ve istedi.(3) Ama onu oraya getiren sensin... Hastalanmayı da, çocuk kendisi yapmadı. Belki ondan sadece bir talep sâdır oldu. Binâenaleyh, burada hastalığı verenle oraya götüren ve bu işi talep eden birbirinden ayrılmış olur. Biz kadere ve insanın irâdesine bu ma’nâ ve anlayışla bakarız.
İşin doğrusunu, herşeyi takdir eden Allah bilir.
SUAL: Kur'an-ı Kerim'de ben "Kime dalalet murad edersem, dalaletten ayrılmaz; kime hidayet murad edersem hidayetten ayrılmaz" deniliyor, hem de "İnsanoğluna akil, fikir verdim, iradesini kendi eline bıraktım, ayrıca doğru yolu da eğri yolu da gösterdim. Hangisinden giderse gitsin" deniliyor. Bunlar, nasıl te'lif edilir?
CEVAP: Bu soruda iki şık var; birincisi: “İrade-i külliye ile, Cenab-ı Hakk nasıl diliyorsa, öyle mi oluyor; yoksa insan kendi iradesini mi kullanıyor?” Bu sorudaki âyet şöyledir: “Allah bir kimseyi hidayete erdirirse, kimse onu saptıramaz. O kimi de, dalâlete iterse, onu hidayete getirecek bir yardımcı bulamazsın.”(Kehf, 18/17). Ma’nâ olarak, hidayet: Doğru yol, rüşd, Nebîlerin gittiği istikâmetli yoldur. Dâlâlet ise, sapıkların yolu; doğru yolu kaybetme ve umûmî şehrahtan ayrılma demektir.
Dikkat edilirse, bunların her ikisi de birer iş, birer fiildir. Ve beşere ait yönü ile birer uf’ûle, birer fonksiyondur. Bu îtibarla, bunların her ikisini de Allah’a vermek iktiza eder. Arzettiğimiz gibi, her fiil Allah’a râcîdir. Ona râcî olmayan hiçbir iş gösterilemez. Dalâleti, Mudill isminin iktizâsıyla yaratan, hidayeti, Hâdi isminin tecellisine bağlayan ancak Allah (cc)’dır. Demek ki, ikisini veren de Hak’tır.
Ama, bu demek değildir ki; kulun hiçbir dahli, mübaşereti olmadan, Allah tarafından cebren dalâlete itiliyor veya hidâyete sevk ediliyor da, o, ya dâll (sapık) veya râşid (dürüst) bir insan oluyor.
Bu meseleyi kısaca şöyle anlamak da mümkündür. Hidâyete ermede veya dalâlete düşmede, bu ameliye ne kadar olursa, olsun meselâ: Bu iş on ton ağırlığında bir iş ise, bunun aşrı mi’şarını (yüzde birini) dahi insana vermek hatadır. Hakiki mülk sahibi Allah’tır ve o iş mülk sahibine verilmelidir.
Müsaade buyurulursa biraz daha açayım: Allah hidayet eder ve hidayetinin vesileleri vardır. Camiye gelme, nasihat dinleme, fikren tenevvür etme hidayetin yollarıdır. Kur’an-ı Kerim’i dinleme, ma’nâsını tedkik ve derinliklerine nüfuz etme, hidâyet yollarındandır. Rasul-ü Ekrem’in (sav) Huzur-u Risâletpenâhîlerine gitme, rahle-i tedrîsi önünde oturma, O’nu can kulağı ile dinleme, O’nun gönülden ifâde edilen sözlerine kulak verme ve O’ndan gelen tecellilere gönlünü ma’kes yapmak, hidâyet yollarından birer yoldur. İnsan bu yollarla, hidâyete mübâşeret eder. Evet, câmiye geliş küçük bir mübâşerettir. Ama, Allah (cc), camiye gelişi hidâyete vesile kılar. Hidâyet eden Allah’tır; fakat, bu hidayete ermede Allah’ın kapısını, “kesb” ünvanıyla döven kuldur.
İnsan, demhâneye, meyhâneye, puthâneye gider; böylece “Mudill” isminin kapısının tokmağına dokunmuş ve “beni saptır” demiş olur. Allah da murad buyurursa onu saptırır. Ama dilerse engel çıkarır, saptırmaz. Dikkat buyurulursa, insanın elinde o kadar cüz’î birşey vardır ki, bu ne hidayeti ne de dalâleti asla meydana getiremez.
Misâl mi istiyorsunuz? Bakınız! Siz Kur’ân-ı Kerim’i ve va‘z u nasihatı dinlediğiniz zaman; keza, ilmî bir eser okuduğunuz zaman, içiniz nûra gark oluyor. Halbuki bir başkası, minarenin gölgesinde ezân-ı Muhammedîyi duyarken, va‘z u nasihati işitirken, hatta en içten münacâtlara kulak verirken rahatsızlık duyuyor ve tedirgin oluyor da; “Bu çatlak sesler de ne?” diye ezanlar hakkında şikayette bulunuyor.
Demek oluyor ki; hidâyet eden de, dalâleti veren de Allah’tır (cc). Ama bir kimse dalâletin yoluna girdiyse, Allah (cc) da binde 999,9 ötesi kendisine ait işi yaratır; -tıpkı düğmeye dokunma gibi-, sonra da insanı, dalâlete meyil ettirir. O arzusundan ötürü de ya cezalandırır veya afveder.
DİPNOTLAR
1) Elmalılı, IV, 167-175; (İstanbul 1992, Azim Dağıtım)
2) Buharî, Cenâiz, 87
3) Bediüzzamân, Sözler, 27. Söz, (Kader Risâlesi).2. Mebhasin Yedincisi.
.
KİTAP VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE KADER
Abdulfettah Şahin
SUAL: İnsanın ne zaman ve nasıl öleceği önceden belirlendiğine göre, onu öldürenin suçu nedir?
CEVAP: Herşey gibi ölümün de zaman ve keyfiyeti, önceden tesbit edilmiştir. Yani kâinat için vârid ve vâki olan herşey insan, insanın hayatı ve ölümü için de vârid ve vâkidir. Belli yollarla varlığa erme, belli esaslar içinde varlığını sürdürme ve belli bir zamandan sonra da sahneden çekilme, her varlık için kaçınılmaz bir hakikattir. Evet her şey, çok geniş ve umumî bir kader dairesi içinde ve kendisi için belirlenmiş bir çizgide doğar, gelişir; sonra da ölür gider. Bu, ezelî, değişmez bir yol ve ebedlere kadar da devam edecek bir çark ve düzendir.
Zerrelerden sistemlere kadar, hayret verici bir düzen ve baş döndürücü bir ahenkle işleyen şu koca kâinatın bağrında doğan ve gelişen pozitif ilimler, o ilimlere âit sâbit prensibler ve âlem-şümûl kaidelerde, herşey için böyle bir ilk belirleme, bir ta'yin ve takdir açıkça müşahede edilmektedir. Böyle ilk bir plânlama olmadan, ne kâinattaki nizam ve ahengi îzâh etmek, ne de onun bağrında müsbet ilimlerden herhangi birini geliştirmek mümkün değildir. Kâinatın olabildiğine hendesî, olabildiğine riyâzî ve bir kısım tesbit ve takdirlere göre hareket etmesi sayesindedir ki; fizik laboratuarında belli prensiblere göre araştırma yapmak, anatomiyi belli kâideler içinde mütalâa etmek ve anlatmak ve yine sâbit bir kısım kâidelerle, fezanın derinliklerine açılmak mümkün olabilmiştir.
Ahenksiz bir kâinatta, plânsız, programsız bir dünyada ve nizamsız işleyen bir tabiat mecmuasında, pozitif ilimlerden hiçbirini düşünmeye imkân yoktur. İlimler, aslında, varlık içinde mevcut olan bir kısım kâide ve prensiblere adese olmuş, onları göstermiş ve onların birer ünvanı olarak kitaplara geçmişlerdir.
Bu ifadelerle ilimleri ve keşifleri küçümsemek istemiyoruz; sadece onların yer, önem ve ağırlıklarını hatırlatıyor ve onlardan çok daha mühim hususlara dikkat edilmesi lâzım geldiğini belirtiyoruz ki; o da, ilimlerden ve keşiflerden evvel kâinatın sinesinde bir kalb gibi atan nizam ve âhenktir. Bu nizam ve âhengi, bir ilk belirleme ve kaderi bir programla bütün cihanlara esas yapan kudret ne mübecceldir!
Bu, yukarıdan inme ve hâkim kanunları, insan topluluklarına tatbik etmek isteyen içtimaiyatçılar bile çıktı. Böyle koyu bir kadercilik, daha doğrusu aşırı cebriyecilik her zaman tenkide açık olsa da, böyle bir tesbit, âlem-şümûl bir âhenk ve bu âhengin dayandığı ezelî programı itiraf bakımından, oldukça ma'nidardır.
Aslında inanç ve itikada müteallik bir hakikat, kendi kendine vardır ve hâricî desteklere, tasdiklere dayanma ihtiyacından da çok muallâ ve müberrâdır. Ne var ki, bakışları çeşitli hâriciliklerle bulanmış, kalbi bunlara ait hezeyanlarla yerinden oynamış talihsiz neslimize "Yerine dön" çağrısında bulunurken, onu baştan çıkaranların tenâkuzlarına, işaret yoluyla dahi olsa temas etme fâideli olacağı kanaatindeyiz. Ve, işte bunun için sözü uzattık ve sadet harici beyanlarda bulunduk. Yoksa, bütün kâinatın fevkalâde bir tenasüb ve uyumluluk içinde işlemesi; atomlardan, galaksilere kadar her-şeyin göz doldurucu bir nizam ve âhenkle hareketi, bütün eşyayı sımsıkı birbirine bağlayan bir tayin ve takdire ve bir hâkimiyet ve cebre delâlet etmektedir. Kuruldu kurulalı bütün dünyalar, bu mutlak hâkimiyete boyun eğmiş, O'nun iradesine ram ve O'na inkıyad üzere, hâlden hâle dönerek devam edip durmaktadır.
Ancak, insan ve benzeri diğer irâde ve hürriyete sahip varlıklar için de, ilk yaratılış tamamen cebrî ve sâir varlıklarla aynı çizgide olsa bile, daha sonra bu iradeli varlıklar, iradeleri altına giren hususlarda, emsallerinden tamamen ayrılırlar. Böyle bir farklılıktan ötürü de, "önceden belirlenmenin ma'nası, insan ve benzerleri için değişik bir hâl alır. Esasen, sorulan soru da, insanın bu farklı yönünü sezememiş olmadan ve onu da tıpkı diğer eşya gibi mütalâa etmekten doğmaktadır. Bu îtibarla, insan ve sâir varlıklar arasında mevcut böyle bir farkı kavrama, kısmen dahi olsa, meseleyi hâlleder kanaatindeyiz. Gerisi, ilm-i ilâhinin bütün eşyayı çepeçevre ihâta etmesini kabullenmekten ibarettir.
Evet, insanın diğer varlıklardan farklı olarak bir hürriyet ve irâdesi, bir meyil ve seçme istidadı vardır. Ve işte, o hürriyet ve irâde, o meyil ve seçmeye göre; iyi ve kötü, sevab ve günah insana nisbet edilir. İnsan irâde ve isteğinin, meydana gelen o büyük neticeler karşısında, ağırlığı ne olursa olsun; o irâde, Yüce Yaratıcı tarafından bir şart ve sebep olarak kabûl edilmişse, onu hayırlara ve şerlere çevirmesine göre suçlu veya suçsuz olması; irâde dediğimiz cüz'î emrin hayra veya şerre meyil göstermesine dayanmaktadır. Bu meylin neticesinde meydana gelen hâdise, insanoğlunun sırtına yüklenemeyecek kadar ağır olsa da, o bu temayülle ona çağrıda bulunduğu için, mes'uliyet veya mükâfat da ona ait olacaktır. O mes'uliyet ve cürmü önceden tayin ve takdir eden, sonra da belirlediği zaman içinde onu yaratan zât, mes'uliyet ve cürümden muâllâ ve müberrâdır.
Meselâ, O yüce Zât, iklimlerin değişmesi gibi çok büyük bir hâdiseyi, bizim nefes alıp vermemize bağlayıp sonra da dese ki: "şu miktarın üstünde nefes alıp verirseniz, bulunduğunuz yerin coğrafî durumunu değiştiririm." Bizler, tenâsüb-ü illiyet prensibi açısından, nefes alıp-verme ile, iklimlerin değişmesi arasında bir münâsebet görmediğimiz için, yasak edilen şeyi işlesek; o da, va'dettiği gibi iklimleri değiştirse, takatimizin çok fevkinde dahi olsa bu işe, biz sebebiyet verdiğimiz için, sorumlu da biz oluruz.
İşte bunun gibi, herkes elindeki cüz'i irâde ve ihtiyariyle, sebebiyet verdiği şeylerin neticelerinden ötürü, ya suçlu sayılır ve muaheze görür veya vefâlı sayılır, mükâfâta mazhar olur.
Şimdi, biraz da meselenin ikinci şıkkı üzerinde duralım. Yani, Yaratıcı'nın, herşeyi çepeçevre içine alan ilmiyle, insan irâdesinin tevfik edilmesi keyfiyetini...
Allah'ın (cc) ilmine göre, bütün varlık ve varlık ötesi herşey, sebeb ve neticeleriyle iç içe ve yan yanadır. Öyleki o noktada, önce-sonra, sebep-netice, illet-ma'lûl, evlad-baba, bahar-yaz bir vahidin iki yüzü hâline gelir. Ve yine o ilme göre sonra-önce gibi, netice-sebep gibi, ma'lûl-illet gibi, bilinir ve hükmedilir.
Kimin, hangi istikametde, nasıl bir temayülü olacak ve kim âdî bir şart ve sebebden ibaret olan irâdesini, hangi yönde kullanacaksa, bütün bunlar, önceden bilindiği için; o sebeblere göre meydana gelecek neticeleri takdîr ve tesbit etmek, insan irâdesini ne bağlamakta ne de zorlamaktadır. Aksine, onun meyilleri hesaba katılarak hakkında bu takdirler yapıldığı için, irâdesi kabûl edilmekte ve ona değer verilmektedir. Nitekim, bir büyük zât, hizmetçilerine; "Sizler öksürüğünüzü tuttuğunuz zaman, şahâne hediyeler elde edeceksiniz; sebepsiz öksürdüğünüz takdirde de, hediyeleri kaybetmekle beraber, bir de itab göreceksiniz" dese, onların irâdesini kabûl etmiş ve desteklemiş olur. Aynen öyle de, Yüce Yaratıcı kullarından birine: "Sen şu istikâmette bir meyil gösterecek olursan, ben de, senin meyil gösterdiğin o şeyi yaratacağım. Ve, işte senin o temâyülüne göre de, şimdiden onu belirlemiş bulunuyorum" diye ferman etse, onun irâdesine ehemmiyet atfetmiş ve kıymet vermiş olur.
Binaenaleyh, ilk belirlemede irâdeyi bağlama olmadığı gibi, insanı, rızâsı hilâfına herhangi bir işe zorlama da yokdur.
Ayrıca kader ve ilk belirleme Allah'ın (cc) ilmî programlarından ibarettir. Yânî, kimlerin hangi istikâmetlerde meyilleri olacak, onu bilmesi ve kendinin yapıp yaratacağı şeylerle, bir plân ve program hâline getirmesi demektir. Bilmekse, hâriçte olacak şeylerin, şöyle veya böyle olmasını gerektirmez. Hâriçte olup biten şeylerin, şöyle veya böyle olmasını insanın temayüllerine göre, Yaratıcı'nın kudret ve irâdesi îcad eder. Bu itibarla varlığa erip meydana gelen şeyler, öyle bilindikleri için var olmuş değillerdir. Bilâkis, var oldukları şekillerle bilinmektedirler ki, ilk takdir ve ta'yin de, işte budur. Kelâmcılar bunu, "ilim, ma'luma tâbidir" sözüyle ifâde ederler. Yâni, bir şey nasıl olacak öyle biliniyor; yoksa öyle bilindiği için meydana gelmiyor. Nasıl ki, bizim, ilmî tasarı ve plânlarımız pratikte, tasavvur ettiğimiz şeylerin vücud bulmasını gerektirmiyor; öyle de, Yüce Yaratıcı'nın tasarı ve plânları sayabileceğimiz ilk belirlemeler de, hâriçte, herhangi bir şeyin var olmasını mecbûrî kılmayacağı bedihîdir.
Hâsılı; Allah, olmuş, olacak herşeyi ihâta eden geniş ilmiyle; sebebleri neticeler gibi; neticeleri de sebebler gibi bilmektedir. Kimlerin iyi işler yapmaya niyet edeceklerini ve kimlerin kötü şeylere teşebbüste bulunacaklarını bilmiş ve işte bu teşebbüs ve niyetlere göre neler yaratacağını belirlemiş ve takdîr etmişdir. Zamanı gelince de, mükellefin meyil ve niyetlerine göre, takdir buyurduğu şeyleri dilediği gibi yaratmıştır.
Onun için, bir insanın nasıl ve ne zaman öleceğinin ve bir başkasının da bu fiile sebebiyet vereceğinin önceden ta'yin edilmiş olması, mesûliyeti giderici değildir. Zîrâ takdir, onun hürriyet ve irâdesi hesaba katılarak yapılmıştır. Bu itibarla da, onun cürmü kendisine isnad edilecek ve ona göre de, muahezeye tâbi tutulacaktır.
Kaderle alâkalı, bu derin meselenin, bilhassa kendi kaynaklannda, tekrar tekrar mütâlâa edilmesi şarttır. Bizim yaptığımız şey, sadece selefin sağlam prensibleri içinde, meselenin, avamî bir anlayışa intikal ettirilmesinden ibarettir.
SUAL: İrade-i külliye ve irade-i cüz'iyye ne demektir?
CEVAP: İrade-i Külliye, avam halk arasında, Cenab-ı Hakk'ın iradesine verilen bir isimdir. Fakat, sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn döneminde bir ıstılah söz konusu değildir. Yani, onları Cenab-ı Hakk'ın iradesine Küllî İrade; beşerin iradesine Cüz 'î İrade dememişlerdir. Ne var ki, halkın meseleyi anlayabilmesi için böyle bir ıstılah vaz'etmede çok fazla zarar olmasa gerek. Tabiî, benim bu sözüm de yine tenkide açıktır.
Esasen böyle bir ıstılah, vak'aların neticelerinden çıkarılmış tabiî bir değerlendirme ifadesidir. Dolayısıyla da bu değerlendirmenin haklı bir dayanak noktası var sayılabilir.
Aslında, Cenab-ı Hakk'ın iradesine Küllî İrade denmekle, şu ma'nâlar kasdolunmuştur: Bütün irade Allah'a aittir. İrade, O'nun iradesine verilen bir isimdir. O murad buyurduğu zaman, başkasının iradesine bakmaksızın, murad buyurduğu şeyi yaratır. Burada, daha önce dikkatinizi çektiğimiz bir hususu yeniden hatırlatmak istiyoruz. Bazıları yanlış olarak, "O dilediğini yaratır, dilemediğini yaratmaz" der. Bu söz yanlıştır. Doğrusu şu şekilde olmalıdır: "Allah (cc)'ın olmasını murad ettiği şey olur. Olmamasını murad ettiği şey de olmaz."'
Kâinatta cebir hâkimdir. Allah (cc), kâinatı yaratırken hiç kimseye sormamış ve hiçbir iradeyi esas almamıştır. O, "Dilediğini yaratır. "(Bürûç, 85/16). Fakat, insanlara da bir irade vermiştir. Bu irade, insan için bir terakkî veya tedenni vasıtasıdır. İradenin verilişi Cenab-ı Hakk'ın, Rahmân ve Rahim isimleriyle alâkalıdır. Yani, doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk'ın, bu isimlerin tecellisiyle insana bir lütfudur. Yoksa, İsm-i Azam ve "Allah" lafzı hesabıyla eşyaya bakacak olursak tüm kâinat ciddi bir cebir içinde çalkalanıp, durmaktadır. Evet, "Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder", kaidesi bütün varlıklar için geçerlidir. Sadece insandır ki, ona mahiyeti meçhul bir irade verilmiştir. O, bu iradesini hayra sarfettiği zaman, Allah (cc) hayrı yaratacak, şerre sarfettiği zaman da, eğer murad buyurursa, şerri yaratacaktır. Burada bizi böyle bir hüküm verme cür'etine sevkeden de yine Cenab-ı Hakk'ın Rahmâniyet ve Rahîmiyetine olan itimadımızdır.
Yani, biz hayrı istediğimiz zaman kafiyen inanıyoruz ki, Cenab-ı Hak o hayrı yaratacaktır. Fakat, bazen insanın istediği şerri Allah (cc) lütfu olarak yaratmaz. Mesela, birisi insanın kafasına girer, onu yoldan çıkarmak ister, o da ona meyleder. Fakat Cenab-ı Hak o insanın ya mazide işlediği güzel bir ameli sebebiyle ya da istikbalde yapacağı iyi amelleri vesilesiyle onun dalâletini murad etmez ve onun için o kötülüğü yaratmaz. Hatta bir engel çıkarır ve onu öyle bir kötülükten akkor, kötü yere gitmesine meydan vermez. Bu, Cenab-ı Hakk'ın âtasıdır. Ancak, cennet dahi bir bakıma insanın iradesini kullanmasına bağlı olduğundan, Cenab-ı Hak hayır adına istenen şeyleri yaratır. Elverir ki insan bütün hayırları silip süpüren büyük bir günahla Cenab-ı Hak'tan gelecek âta ve ihsana liyakatini ortadan kaldırmış olmasın.
SUAL: Cenab-ı Hakk'ın atâ kanununu izah eder misiniz?
CEVAP: 'Atâ' kelime olarak, lütuf, ihsan ve bahşiş demektir. 'İ'tâ' da aynı kökden gelir.
Mevzumuzla alâkası ise atânın kaza ve kader ile alâkalı yönüdür. İnsan, şerri talep ederse, Cenab-ı Hak da onun için o şerri takdir buyurur. Zaten insan hakkında yapılan takdirler onun iradesi hesaba katılarak yapılmaktadır. Mesela: Benim elimi kaldırmam daha ben elimi kaldırmadan önce hakkımda takdir edilmişse; Cenab-ı Hak bunu benim irademi veya meylimi o istikamette sarfedeceğimi bildiğinden dolayı takdir etmiştir. Zira Cenab-ı Hakk'ın ilim sıfatı bütün eşyayı -olmuşu ve olmamışı-, kendi zâtı da dahil her şeyi içine almaktadır. Binaenaleyh O, benim yapacağım işleri de biliyor ve ona göre takdirde bulunuyor; "Falan kulum elini kaldırmaya meyledecek ben de onu yaratacağım" veya "Ben bunu böyle yazdım" diyor. İşte bu kaderdir. Yani, bunun böyle yazılması kaderdir. Vakti gelip de benim elimi kaldırmam ise kazadır. O da hakkımda yapılan takdirin yerine getirilmesi demektir.
Atâyı ise şu şekilde anlayabiliriz: Meselâ kul, iradesini, meylini şer istikametinde sarfeder. Fakat, Cenab-ı Hak o kulun güzel bir hali, kalbinin güzel bir durumu veya iyi bir davranışı sebebiyle ona hususî bir atâda bulunur ve şer işlemesine meydan vermez. Böylece daha önce hakkında verilen takdir infaz edilmemiş olur. Atâ kazaya, kaza da gidip kadere tesir eder. Fakat bütün bunlar Levh-i Mahv ve İsbatta cereyan eden şeylerdir. Yoksa ilm-i İlahîde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Levh-i Mahv ve İsbat, bir bakıma insanın hususî defteridir. Buralarda değişiklik söz konusu olabilir, fakat Levh-i Mahfuz-u Âzâm'da değişiklik söz konusu olmaz.
Atâ bir lütufdur. Lütuflarda ise istihkak şart değildir. Esasen meseleye bu zaviyeden baktığımızda bizim işlediğimiz bütün hasenelerin Cenab-ı Hakk'ın atâsı olduğunu görürüz.
.
LİM-MÂRİFET-İMAN
Abdulfettah Şahin
Yakîn, inanılması gereken hususlara, aksine zerre kadar ihtimal vermeyecek şekilde inanmak demektir. İki kere iki matematikçilere göre dört eder. Fakat bunun her zaman kemmiyet plânında, teker teker sayıların aynı seviye, aynı derece ve aynı kıymette olmamaları yönünden tenkidi yapılabilir. İşte yakîn, bu açıdan, her türlü riyazi ölçülerin üstünde bir kesinlik ve netlikle îmândır. Zaten, varlığın hemen her yanında tecelli eden güzelliklerde Cemal ve Kemal-i Mutlak sahibi Hz. Allah'ın cemâlî ve kemâlî tecellilerine ait çizgileri seyredip "Zevk-i Ruhânî" noktasına ulaşmak da ancak böyle bir îmânla mümkün olur. Yakîni elde eden insan, hep O'nun cennet yamaçlarında dolaşır durur. Kalbi, gönlü ve sinesi her an ayrı bir varidatla dolar boşalır. O da her an kendini bir başka hisseder ve Rabbini bir başka tanır. Arş bahçesinden demet demet çiçek dermek ve meyve devşirmek işte budur.
Îmân, İslâm'ı dil ile ikrar kalb ile tasdikten ibarettir. O, sonsuz bir güç ve kuvvet kaynağıdır. Ancak istenen semereyi ve arzu edilen neticeyi elde edebilmek için, îmânın amel ile takviye ve desteklenmesi şarttır.
Amelin, Allah'ı görüyor gibi yapılmasına ise "ihsan" denir.
Îmân ve ihsan, gözde ziya ve cesedde can gibidir. Bu iki temel esasa bağlı olarak farz ve nâfilelerin yerine getirilmesi ise, sonsuzluğun semalarına açılmada iki nurânî kanat durumundadır.
Evet, insanı Allah'a yaklaştırma yollarının en emini, en kestirmesi ve en makbulü farzları eda yoludur. Ve gerçek mahbubiyet ve dolayısıyla da "Kurbet-Allah'a yakın olma" ise, sınırlı ve kayıtlı olmayan nafilelerin nâmütenahi, engin ve vefâ tüten ikliminde tahakkuk eder.
Hakk yolcusu, her an ayrı bir nâfilenin kanatları altında sonsuza uzanan yeni bir koridorda kendini bulur, yeni bir mazhariyete ulaştığını hisseder; farzları edaya daha bir iştihah ve nafilelere karşı da daha bir iştiyaklı hâle gelir. Bu nokta ve bu ma'nâya uyanan her ruh, Allah tarafından sevildiğini de duyar.. ve bir kudsî hadîste ifade buyrulduğu gibi, artık onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya "Meşîet-i Hâssa" dairesinde cereyan etmeye başlar. Bir bakıma "Ma'rifetullah" da budur. O, bilmenin bilenle bütünleşip onun tabiatı haline gelmesi ve (bilenin her halinin bilinene) tercüman olması mertebesidir. Ma'rifeti, vicdânî bilginin zuhur ve inkişafı şeklinde ta'rif edenler de olmuştur ki, bu zuhur ve inkişaf aynı zamanda insanın kendine has değerlerle zuhur ve inkişafı da sayılır. "Nefsini bilen Rabb'ini bilir" sözünün bir mahmili de bu olsa gerek.
Ma'rifetin ilk mertebesi, dört bir yanımızda çakıp duran isimlerin tecellîlerini görüp sezmek ve bu tecellîlerle aralanan sır kapısının arkasında sıfatların hayret verici ikliminde seyahat etmektir. Bu seyahat esnasında sürekli Hakk yolcusunun gözünden, kulağından lisanına nurlar akar; kalbi, davranışlarına hükmetmeye başlar; davranışları Hakk'ı tasdîk ve ilân eden birer lisan kesilir ve bu lisan da âdetâ bir "kelime-i tayyibe" disketi haline gelir.. derken her an vicdan ekranına "O'na ancak güzel kelimeler yükselir. Onu da amel-i sâlih yükseltir" pür-envâr hakikatinden ayrı ayrı ışıklar aksetmeye başlar. Artık böyle bir ruh bütün kötü duygu ve tutkulara karşı kapanır ve böyle bir gönül, öteden esintilerle sarılır. Sarılır da, ruhuna açılan bir sırlı menfezden, kalblerde kenzen bilinene -"Sığmam dedi Hakk arz u semâya, kenzen bilindi dil ma'deninden" mealiyle anlatılmak istenen bir müteşâbih beyânda ifade edildiği gibi- ışıktan koridorlar açılır ve insan bir daha da ayrılıp geriye dönmeyi düşünmeyeceği bir temâşâ zevkine erer.
Hakk yolcusunun bütün bütün ağyara kapandığı, tamamıyla nefsâniliğe karşı gerilime geçtiği ve kendini huzurun gel-gitlerine saldığı bu nokta ma'rifet noktasıdır. Bu nokta etrafında dönüp durana irfan yolcusu, başı bu noktaya ulaşana da "arif denir.
Ma'rifet ikliminde hayat, cennet bahçelerinde olduğu gibi dupduru ve âsûde; ruh, sonsuza ulaşma duygusuyla hep kanatlı; gönül itmi'nâna ermişliğin hazlarıyla bir çocuk gibi pür-neş'e, fakat tedbirli ve temkinlidir..
"Allah'a emrettiği şeylerde isyan bilmez ve emrolundukları şeyleri yerine getirirler" ikliminde sabahlar-akşamlar ve hep meleklerle atbaşı olurlar. Duyguları tomurcuk tomurcuk ma'rifete uyanmış bu ruhlar, günde birkaç defa cennetlerin cuma yamaçlarında seyahat ediyor gibi yaprak yaprak açılır ve her an ayrı bir buudda Dost'la yüz yüze gelir, O'nunla hemhâl olmanın hazlarına ererler. Gözleri Hakk kapısının aralığında olduğu sürece, her gün, belki her saat birkaç defa visâlle mest ü mahmûr hâle gelir ve her an ayrı bir tecellî ile köpürürler.
Âlim geçinenler, ilimleriyle emekleye dursun, felsefeden dem vuranlar hikmet hecelemeye devam etsin! Arif nurdan bir menşûr içinde hep huzûr yudumlar ve huzur mırıldanır. Hatta mehâfet ve mehâbetle sarsıldığı anlarda bile o, sonsuz bir haz duyar.. ve âdetâ gözleri ağlarken kalbi sürekli güler.
Bu müşterek hususiyetlerin yanında, mizaç ve meşrep farklılığıyla bir kısım ayrılıklar da göze çarpar ârifler arasında. Bazıları sessizlik ve derinlikleriyle girdapları andırırken; bazıları çağlayanlar gibi gürül gürüldür. Bazıları bir ömür boyu günahına-sevabına ağlar, ağlar da ne âh u vâhdan ne de Rabbi'ni senâ etmekten doymaz. Ve doymadan göçer-gider bu dünyadan. Bazıları da hep, heybet-hayâ-üns atmosferinde seyahat eder-durur ve bu deryadan ayrılıp sahile ulaşmayı asla düşünmez. Bazıları tıpkı toprak gibidir; gelip geçen herkes basar-geçer başlarına. Bazıları bulut gibidir; sâlih-tâlih alır herkesi şemsiyesi altına ve ona damla damla rahmet sunar. Bazıları da hava gibidir; her zaman duygularımız üzerinde binbir râyiha ile eser-durur.
Ma'rifet ehlinin kendine göre emâreleri de vardır; ârif, Ma'rûf'tan başkasının teveccüh ve iltifatını beklemez.. O'ndan gayrısıyla halvet olmaz.. göz kapaklarını ve kalb kapılarını O'ndan başkasına açmaz. Gerçek ârifin, başkasına teveccühü, başkasıyla halvet arzusu ve gözlerinin içine başka hayalin girmesi onun için en büyük azaptır. Gerçek ma'rifete ermeyen yârı-ağyârı tefrik edemez. Yârla hemdem olmayan hicrandaki azâbı bilemez..
"Yakîn" bir bakıma, ma'rifetten sonra gelir. O, insanın hayatının her dakikasında, her saniyesinde, salisesinde ve aşiresinde yeni bir ufka açılması, yeni bir deryaya yelken açması demektir. Yakîn bir arayıştır. Mütenahi insanın Nâmütenahi'yi arayışı... Böyle bir insanın hayatı bütünüyle nûrânidir. Vicdanına durmadan varidat yağar. Ve o hayatını hep aydınlıklar içinde yaşar. Onun hatırına semâvî sofraların biri kalkar biri iner. Sanki, Efendimiz vefat etmemiş, vahiy dinmemiş ve Cibril'in ayağı yerden kesilmemiş gibidir. Ötelerden gelen esintilere o, sînesinin coşkunluğu ile mukabele eder.
Yakîn, inanılması gereken hususlara, aksine zerre kadar ihtimal vermeyecek şekilde inanmak demektir. İki kere iki matematikçilere göre dört eder. Fakat bunun her zaman kemmiyet plânında, teker teker sayıların aynı seviye, aynı derece ve aynı kıymette olmamaları yönünden tenkidi yapılabilir. İşte yakîn, bu açıdan, her türlü riyazî ölçülerin üstünde bir kesinlik ve netlikle îmândır. Zaten, varlığın hemen her yanında tecelli eden güzelliklerde Cemal ve Kemal-i Mutlak sahibi Hz. Allah'ın cemâli ve kemâlî tecellilerine ait çizgileri seyredip "Zevk-i Ruhânî" noktasına ulaşmak da ancak böyle bir îmânla mümkün olur. Yakîni elde eden insan, hep O'nun Cennet yamaçlarında dolaşır durur. Kalbi, gönlü ve sînesi her an ayrı bir varidatla dolar boşalır. O da her an kendini bir başka hisseder ve Rabbini bir başka tanır. Arş bahçesinden demet demet çiçek dermek ve meyve devşirmek işte budur.
Yakîn, mebdei itibariyle hayra uyanma, müntehası itibariyle ise itmi'nâna ulaşma ve doyma ma'nâsına gelir. İnsan O'ndan gayri herşeye doyunca, O'na iştahı kalmaz. O'nunla doyunca da başka şeye iştahı kalmaz. Hırsla dünyayı takib edenler O'ndan nasibini alamamış insanlardır. Kalbi Allah'a karşı itmi'nân ile gerilmiş bir insan herşeye karşı fermuarını çekmiş, kapamıştır. Böyle bir kalb tıpkı bir kıblenûmâ gibi sürekli Hakk hoşnutluğunu gösterir ve vicdan ibresinde de en küçük bir sapma olmaz. Bu öyle yüksek bir "Yakin" mertebesidir ki, bu mertebede seyahat eden ruh, her konakta ayrı bir "Hak dostları için ne bir korku vardır ne de onlar tasalanırlar" nefehâtını duyar. “Onların üzerine melekler iner ve derler ki: Korkmayın! Tasalanmayın, size va'dolunan cennetle sevinin!" müjdesini hisseder; "Biliniz ki, kalbler ancak Allah'ın zikriyle huzura erer.." kevserini zevk eder, tabiat ve cismaniyet üzerinde yaşar.
İtmi'nân, insanın sebepler üstü ve vasıtalar ötesi bulunmasının ünvanıdır. Akıl, tabiatüstü seyahatini bu mertebede noktalar... ruh, bu noktaya ulaşınca dünya kaygılarından kurtulur.. his, bu sihirli konakta bütün aradıklarını bulur ve damla iken derya olur.
İnsanı bu noktaya götüren belli başlı yollar vardır. Bunların en başında da ilim ve tefekkür gelir.
İlim, eşyâ ve hâdiselerin bize anlattığı, tekvinî emirlerin, önümüze açıp döktüğü şeylerin hissedilmesi, kavranması ve Yaradan'ın yüce maksadlarının sezilmesinden ibaretdir. Eşyaya hükmetme mevkiinde yaratılan insan; görecek, okuyacak; sezecek ve öğrenecekdir. Öğrendikten sonra da, hâdiselere sözünü geçirme ve onları teshir etme yolunu araştıracaktır. İşte bu nokta, Yüce Yaratıcı'nın emriyle, eşyanın insana, insanın da kendi Yaradan'ına teslim ve mahkûm olduğu noktadır.
İlim; fizik, kimya, astronomi, tabâbet ve daha çeşitli dallarıyla insanlığın hizmetinde ve her gün ona yeni yeni armağanlar vermektedir.
Evet, ilim ve teknik insanın hizmetindedir ve ondan korkmak için, ciddî hiçbir sebep de mevcud değildir. Tehlike ilmîlikle ve ilme göre bir dünya kurmada değil; tehlike, cehalette, şuursuzlukta ve mesuliyet yüklenmekten kaçınmaktadır.
Bununla beraber ilim tek başına kaldığında, yani düşünce-tecrübe ve vicdan üçlüsünden tecrid edildiğinde, sapma ve saptırmalara vesile olacağı da kat'iyen gözardı edilmemelidir.
Evet, zihinler sonsuzluk düşüncesinden mahrum bırakıldığı, ruh teknolojinin esiri haline getirildiği, kalbî hayat bütün bütün ihmale uğradığı bir yerde ilimden de ilmin yararlı olacağından da bahsedilemez. Aksine, böyle bir iklimde ilim, vahşetlerin buudlaşıp devam etmesine, boğuşmaların kıran kırana sürüp gitmesine, aldatma ve istismarların "dev" birer âfet halini almasına yardımcı olacak ve "hak" karşısında "kuvvet"e omuz verip ona yan çıkacaktır.
Doğrusu şu ki; ilim, insanın maddî-mânevî mutluluğunu hedef alıp, onun bedenî-ruhî problemlerini çözmeye çalıştığı ve insanı gönül-zihin birliğine ulaştırabileceği ölçüde faydalı ise de, bunları yapmadığı veya yapamadığı zamanlarda faydasız, hatta bir ölçüde zararlıdır ve ondan insanlık yararına birşeyler beklemek de abestir.
Bugünün bütün bütün maddîleşen insanı, ilim ve tekniğe sadece şahsî hazları, maddî refah ve rahatı itibariyle alâka duymaktadır. Böyle bir anlayış ise onu, her gün biraz daha ahlâkî çöküntü, ruhî bunalım ve düşüncede sığlaşmaya götürmektedir. İşte bu insan tipidir ki, büyük bir kısmı itibariyle gerçeği araştırmaya ve o yolda tefekküre yanaşmamakta, hatta bunları sevmemektedir. Şüphesiz bunda, topluma avam kültürünün hâkim olmasının, ilim adamlarındaki beleşçilik düşüncesinin ve hasbî ruh kıtlığının tesiri çok büyük olmuştur. Ne var ki, ruh insanı, ilhâm insanı, gönül insanı yetiştirememenin tesiri bundan daha büyüktür. Ortalığı, herşeyi maddede arayan aklı gözüne inmiş karakuraların sardığı bir dönemde, gerçeğin ilminden, ilimde derinleşip buutlaşmaktan bahsetmek mümkün değildir. Aksine, böyle bir atmosferde muhakeme ve tefekkür her gün biraz daha kısırlaşacak, insanlar biraz daha aptallaşacak ve dünyanın her yanı makinaların komutlarıyla iş yapan insanlarla dolup taşacaktır.
Onun içindir ki, yarınları yeniden inşa etmeyi plânlayanlar, öncelikle ilmin ne olup ne olmadığını, ondan neler beklenebileceğini, onun hedef ve gayelerini çok iyi belirleme mecburiyetindedirler. Yoksa aksaklıklar sürüp gidecek ve ilim de kendinden beklenenleri kafiyen veremeyecektir.
Tefekkür, istidlal yoluyla kâinat kitabını didik didik etme demektir. O, kara deliklerin içinden, bir tünelden geçiyor gibi geçip cennet yamaçlarına ulaşmanın adıdır. Böylece ilmin her yamacı aydınlıklar mesiresi haline gelir.
Zira eşya ve hâdiselerin mebdeinde Allah vardır ve bütün varlık O'na dayandırılmaktadır.
İnsan belli bir yere kadar bu delil ve istidlâllerle yürür. Onlar insanı elinden tutar ve saray kapısına kadar getirirler. Bir halayık gibi insana teşrifatçılık yaparlar. Ama saraya gelindiğinde artık onlar kapının ardında kalırlar, içeriye alınmazlar. Zira artık ihsan sırrı zuhur etmiştir. Aranan Gayb bulunmuştur ve vicdan O'ndan gelen sesi duymaktadır. Medlul ile konuşurken delilin orada ne işi var? Ballar Balını bulan kovanın yağmalanmasına aldırış eder mi hiç? Allah (cc) cisimden, arazdan münezzeh ve müberradır. Ancak bu noktada insan sanki bir adım daha atsa kendini O'nun kucağında bulacak gibi olur. Tabiî O, bütün bunlardan münezzehtir. Zaten O, insana şah damarından daha yakın değil mi? Bu sırrın zuhur ettiği yerde, hiç delil veya istidlâlden bahsedilir mi?
Aslı bulan vesileyi, hazineyi bulan yolu izi ne etsin? Yeter ki bu yol inancın zirvesinde ve son kemâl noktasında bitsin
Zamanın Altın Dilimi
"Yitirilmiş Cennete Doğru"Zamanın Altın Dilimi; ‘yeni insan’ın yetişmesine yönelik düstur veya prensiplerin işlendiği; evimiz, köyümüz, şehirlerimiz ve milletimizle öze dönüp kendimiz olmanın yolllarının gösterildiği ve beklenen neslin cedleriyle yüz yüze getirildiği, inancın sihirli iklimine kurulmuş olan mektep veya okulun tasviri veya kendisi. Zamanın Altın Dilimi, tarih yapmaktan yazmaya fırsat bulamamış destan bir milletin ışıldayan gölgesini yere düşmekten koruyan ve onu sözün sinesinde aklayan billur bir kap. Zulme doymayan hoyrat ve yabancı bir dünya karşısında çarpık bir anlayışla içine düştüğümüz tezatlar girdabının psiko-sosyolojik analizini de yapan Zamanın Altın Dilimi, zamanını idrak edip yarına koşmak istemenin adıdır.
Arkada Kalan Bir Buhranlı Dönem
Tarihin belli bir döneminde başlayıp, bugünlere kadar uzayıp gelen bir mizaç inhirâfıyla, bize ait değerler hep horlandı, hep hakir görüldü. Bu dönemde, gönlünü bir kısım fantezilere kaptırmış, ruh dünyâsıyla lime lime bazı gençler, bu güzel dünyâmız ve onun, tarihin derinliklerinden gelen paha biçilmez değerlerini hep tiksinti duyan bir ruh haletiyle hatırladı.
Bizi ve dünyâmızı tanımama bahtsızlığı içinde yetişen bu gençler, biraz alafranga olma merakı, biraz da dünümüzü ve bugünümüzü çok iyi bilememelerinden, his ve heveslerinin tesirinde kalıyor; daha kötüsü de his ve heveslerini fikir zannediyor bize ve geçmişimize ait şeyleri değersiz, fazla, hatta sevimsiz ve zevksiz buluyor "şarklılık ve asyalılık" deyip geçiyorlardı. Dünden-bugüne millet çoğunluğunun, sevip-saydığı, zevkle yaşadığı şeyler, onların hissiyatlarına ters geliyor zevklerine dokunuyordu.
Artık bu serâzât gönüllere hem aileleri, hem de bir kısım dînî, millî çevrelerin telkin etmeye çalıştıkları, dine saygı ve mukaddeslere hürmet gayretleri de alâka görmeden hebâ olup gidiyordu. Aslında onlara, devrin idrak ve anlayışına göre ve çağın diliyle dînî ve millî değerleri tefsir edip yorumlayacak çapta, ne bir edip ve şairleri, ne de bir mütefekkir ve üstatları yoktu. Üstelik bunlar, hislerinin en amansız, iradelerinin en dermansız, nefislerinin en îmansız ve tecrübelerinin de en yetersiz olduğu buhranlara açık gençlik dönemlerini yaşıyorlardı.
Vâkıa, her zaman gençlik ve çocukluk dönemleri, beşerî duygu ve düşüncelerin galeyâna geçtiği, her fikrin, beraberinde bir kısım romantik mülâhazalar da getirdiği, muhâkeme, his ve mantığın birbiriyle çarpıştığı tuhaflıklar ve gariplikler devresidir ama; o günkü gençlerin heves ve hevâ kaynaklı boşlukları bütün bütün farklılık arz ediyordu.
Bu gençler, milletin bütün târihî değerlerini red ve inkâr ediyor, bir çırpıda her şeyi değiştireceklerini sanıyor ve bu mevzuda karşılarına çıkacak bilumum problemleri rahatlıkla halledeceklerine inanıyorlardı. Hayat ve medeniyetin güzelliklerini, masmâvi bir sabahın tâzeliği içinde tahayyül ediyor ve âdeta her şeye renkli bir cam arkasından bakıyor gibi hayallerle oynaşıyorlardı.
Kendi dünyâlarından habersiz ve nankörce yetişen, bu değişip başkalaşmaya açık gençler, çarçabuk dış tesirlerde kalıyor, başka iklimlere ait hususiyetlere gönül kaptırıyor ve başka nizamlara âşık oluyorlardı. O günleri görmüş ve o günlerin alafranga terbiyesiyle yetişmiş hemen bütün nesiller, içinde yetiştikleri topluma muarız yaşamayı âdeta huy edinmiş; ona ait hiçbir şeyi tasvip etmiyor; millî ve târihî değerleri "şarklılık ve asyalılık" diye red ve tezyif ediyor ve her gün bize ait değerlerden birine başkaldırışa geçiyor, sonra da hezeyândan hezeyâna yalpalayıp duruyorlardı.
Böylece, hep aynı anlayış, hep aynı duyuş ve aynı sezişle yabancılaşmaya meyillenmiş bu serâzâd gönüller, hep hülyâlı hisler içinde yüzerken "memnu"lar birer birer yokediliyor, "meşru'lar-gayr-i meşrular" izâfîlik telâkkisiyle askıya alınıyor ve hayat dümdüz hâle getiriliyordu.
Belki zamanla düşünce fasılları değişiyor, ortaya yeni akımlar çıkıyor ve bu yeni akımlardan yeni akıntılar meydana geliyordu, ama özden kaçış ve uzaklaşışta herhangi bir değişme olmuyordu. Aksine o sürekli, bitevî ve geri dönmeme tabiatı içinde sürüp gidiyordu. Yakın târihe kadar da bütün seyyiat ve utandırıcılığıyla devam edip durdu.
Ancak belli bir dönemden sonra, yavaş yavaş, bu moda düşünceler üzerinde de hazânlar esmeye başladı, hezeyânın o gürül gürül sesi kısılmaya yüz tuttu ve her yerde esen serin rüzgârların tesiriyle sarsılıp tir tir titreyen vücutlar, kendilerine yeni sığınaklar aramaya koyuldular.
Artık hayatın neşesi bütün bütün kaçmış ve bir zamanlar çağlayanlar gibi coşan o mest ü mahmûr ruhlar, şimdi karların eriyişiyle derelerin yolunu tutan boz bulanık sular gibi bulanmış; dünyâları tamamen tozduman olmuş ve âdeta her yerede bir "son" duyulmaya başlamıştı. Ruhlar burkuntularla bükülüyor, gönüller hasretlerle kıvranıyor ve o eski halâvetli ihtişamlar bir bir vedâ ediyordu.
Tam bu dağılış ve çözülüş anında idi ki, Semâvî Ses, bu alabildiğine yorgun ve tükenmiş ruhlar üstünde beyan mızrabını bütün yakıcılığıyla hareket ettirerek seslerin en tesirlilerini ve nağmelerin en uyarıcılarını duyurdu ve onlara âdetâ bir yeni dirilişin sûrunu öttürdü.
İşte, o zaman, pek çok kimse, birden, tâli'in en uzak köşelerine, en uzak bucaklarına uyandı ve şimdiye kadar bildiği bu dünyâyı bir başka türlü hissetmeye, bir başka türlü duymaya başladı.
Gayrı bundan böyle, bir bir kendi dünyâsından kopup gidenler, bir bir dönüp gelecek.. hevâ ve hevesine uyarak birer birer aydınlık ve sıcak yuvalarından uzaklaşanlar, mantık ve muhakemenin nurlu yoluyla yeniden eski yurtlarına avdet edecek.. bütün bütün dağılıp uzaklaşanlar, tekrar derlenip toparlanacak ve bir kuru sevda uğruna mecnûnlar gibi yollara dökülenler, birer kara sevdalı olarak târihî mefkûreleri etrafında kümelenip kenetleneceklerdir.
Öyle anlaşılıyor ki, bir zamanlar utandırıcı bir göçle, kendi dünyâlarını terk edenler, çok yakın bir gelecekte, hem de dinleri, dilleri, edebiyatları, idealleri, ahlâkları, sanatları, düşünceleri, mektepleri ve idareleriyle ana yuvalarına dönecek ve asırlık bütün hicranlardan kurtulacaklar...
Sızıntı, Temmuz 1989, Cilt 11, Sayı 126
.
Mezopotamya yamaçlarındaki muhteşem kubbelerin inşasına âit usûlün en parlak örneği, en sâdık temsilcisi ve Suriye ilhâmlarının en can alıcı timsâlı, en kalıcı ma'kesi, Ayasofya, şarkın ilk "metropolitik" kilisesi ve "feth-i mübin" e kadar da Hıristiyan dünyâsınca biricik "büyük ma'bed" büyük fetihle "iki bahr arasında" salîbin savleti kırılınca "Kostantiniyye" İstanbul, "büyük kilise" de Ayasofya camii olur. Bu kutlu vazife ve mübârek ünvan, (1934) de "fezâsında ezânın susup" kubbesinde "Mevlâ'nın yâdı silineceği" ve asırlarca milletimizin rûhî hayatıyla içiçe olan ulu ma'bedin, kolu-kanadı kırılıp bir müze haline getirileceği âna kadar da devam eder.
Ayasofya, ilk basit şekliyle ve sıradan bir ma'bed hüviyetiyle Konstantin ve oğlunun eseri. Değişik aralıklarla üç müthiş yangın ve eski haline benzetme istikâmetinde sürekli inşâ ve onarımlar, bu târihî katedralin, bugünkü sisli-dumanlı durumuna denk bir tâli'sizlik... İmparator "Jüstinianus" un emriyle Hazreti Meryem'e armağan edilmek üzere, kâmilen tuğladan yapılması, câmileşen bu büyük kilise uğrunda sergilenmiş en büyük târihî gayret misâli... Mimârî güzellik, iç debdebe, dış ihtişam ve Meryem vâlideye ithâf gibi yürekleri hoplatan maddî-mânevî bütün güzellik unsurlarını ihtiva eden ulu ma'bed, görkemine uygun muhteşem bir küşâdla ibâdete açılır. O güne göre her şey o kadar eksiksiz, o kadar parlak, o kadar büyüleyici düşmüştür ki, bir tarafta kendinden geçip nâralar atan halk yığınları, Hazreti Mesih'i hoşnût ettiklerini sayıklarken, diğer yanda imparator, yapıp ortaya koyduğu bu büyük eserle meşhûr, Hazreti Süleymân'ı kasdederek "Süleymân seni geçtim!" diye haykırmaktadır. Gariptir; bu şatafatlı açılış üzerinden henüz çeyrek asır geçmemiştir ki, ulu ma'bed bu defa da şiddetli bir zelzele ile sarsılır.. o muhteşem kubbenin bir yanı çöker.. vâiz kürsüsü ve Hıristiyanlarca mukaddes ekmek ve şarap dolapları paramparça olur. Derken ma'bed yeniden onarıma alınır.. inşâ, tezyin.. çok geçmeden, arkadan Latin'lerin Konstantiniyye'yi işgalleri ve yüce ma'bedi yakıp yıkmaları.. içindeki kıymetli eşyâyı yağmalamaları ulu ma'bedin bir türlü bitmeyen çileli ve sisli hayatından sadece birkaç satır... Yapıldığı günden itibâren hiçbir zaman belini doğrultma fırsatını bulamayan Ayasofya, ancak onbeşinci asrın son yarısına doğru, gerçek sahiplerinin eline geçince beş asırlık bir gül devri idrâk edebilecektir.
Tam akide boğuşmalarının azgınlaştığı, Bizans'ın temelinden sarsıldığı, Ayasofya'nın da manâ ve muhtevâsıyle müntesiplerinin elinde sürüm sürüm hâle geldiği çok buhranlı bir dönemde, bu defa da statiğin vefâsızlığı en ürpertici şekilde kendini hissettirir. Ve âdetâ, Bizans'taki yıkılış çalkantılarına, Ayasofya'nın kubbe ve duvarları da bütünüyle iştirâk ediyormuş gibi, kubbe ve kubbe istinâtları arasında bir iftirâk, bir kaçış baş gösterir.
Konstantiniyye'nin İstanbul olma "sath-ı mâiline" girdiği bu esnada mâil-i inhidâm ulu ma'bede, hayırlı el mimâr Hayreddin'in dâhiyâne tedbîrleri imdâda koşar.. onu çevresinden payandalar ve mukadder bir çöküşten kurtarır ki, rivâyete nazaran Edirne'de hükümdarın karşısına çıkan koca mimâr: "Hünkârım! Ayasofya'nın minârelerinin ayaklarını hazırladım. Artık onu câmi yapmak da size kalıyor" der, pâdişahın rüyâlarını onunla paylaştığını gösterir. Böylece Ayasofya son bir kere daha ölüm çukuruna yuvarlanmayı Müslüman Türk'ün kolları arasında atlatır. Ve sağlam bir zemine oturur; ölümsüzlüğe erer.
Fâtih ve fetih ordusu ilk cuma namazlarını Ayasofya'da edâ ederler.. daha sonra câmi olma yolunda evolüsyon görüyor gibi minâreleri, sağında-solundaki ilâveleri ve her yeni hükümdârın, devrinin sanat anlayışı içinde ona değişik bir boya çalmasıyla yüce ma'bed, şekillene şekillene bugünkü halini iktisap eder ve bugünlere gelir ulaşır...
Bağrında edâ edilen ilk cuma namazından itibâren Müslümanların gönlüne giren ve daha sonra günde beş defa onların rûhî hayatıyla bütünleşen Ayasofya, bize o kadar ısınmış bizimle o kadar içli-dışlı olmuştu ki, bir gün İstanbul'u işgal edip câmileşen bütün kilise ve manastırları eski haline çevirerek, minârelerine çan takmak isteyen "ehl-i salîbe" karşı, en yüksek ve gür sadâ onun kubbesinden taşıp Anadolu'nun dörtbir yanında yankılanmıştı. Bu manâlı ve görkemli kükreyişle milletimiz istiklâle giden yolları bulmuş ve Ayasofya da kubbesine salîb yerleştirilmeden kurtulmuştu. Kurtulmuştu ama; bugüne kadar hep rûh ve irâde nesilleriyle temsil edilen daha çok da bir "kuvve-i kutsiye" ye musahhar olan ulu ma'bed, bir zamanlar, bütün bütün maddîleşen bir dünyâdan kaçıp, manânın temsilcisi Muhammedî rûha teslim olduğu gibi, bu defa da beş asır boyunca kendisine sahip çıkanların, materyalist Batı ile zifâf sevdâsına düşmeleri karşısında câmi-kilise arası bir berzâha yuvarlanır ve bir kurtarıcı ruh beklemeye başlar... Ayasofya'yı düştüğü bu son berzâhtan kurtarıp yeni bir dirilişin Arasat'ına ulaştırmak için Hızır çeşmesinden su içmiş Hızır Çelebilere, Ulubatlı Hasan'lara, Akşemseddin'lere ve Fâtih'lere ihtiyaç var. Yani, medresenin ilim ruhuna, tekyenin gönül hayatına, kışlanın disiplinine ve bu sacayağını bütünleştirecek bir baş-yüceye ihtiyâç var...
Ayasofya, milletimizin ruhuyla o kadar bütünleşmiş ve onun benliğine o kadar sinmiştir ki, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen onun hâlâ, o kendine has ışıktan atmosferi sessizliğe boğulmuş nurlu minâreleri ve aydınlık devirlerini tedâi ettiren çevresi, iklîmine uğrayan hemen herkese, kadimden onların dostuymuş gibi bir şeyler mırıldanır, bir şeyler sayıklar ve bir şeyler anlatmaya çalışır.. bizler, her semtine uğrayışımızda onu şanlı geçmişimizden ve muhteşem cedlerimizden bize intikal etmiş bir pırlanta gibi seyrederiz; o da gözlerimizin içine gülerek bizlere bazı imâlarda bulunur ve ruhlarımıza bir kısım gizli duygular fısıldar.
Evet o, bugünkü hüzünlü hâli, yürekler acısı yalnızlığı ve zaman karşısında morlaşan mağlup havasıyla dahi, hep kendinden söz ettirmek, kendini sevdirmek isteyen bir çocuk gibi, ne yapıp yapıp, bir yolunu bulup gözlere, gönüllere girmeye çalışmakta ve geçmişteki rengi, ışığı ve atmosferiyle bir şiir olup ruhlarımıza akmaktadır.
Ayasofya, hafif sisli görünüşü, ince turuncu havası ve şimallî tabiatıyla, Anadolu'dan daha çok, Batı yamaçlarının vahşi gülleri gibi, ilk bakışta duygularımıza biraz sertçe çarpar geçer.. ama, arkadan beş asırlık dostluk ve ünsiyetin bütün ışıkları, bütün renkleri, bütün incelikleri buğu buğu zevk dalgaları halinde dörtbir yanımızı sarınca, onu en sıcak duygularla kucaklar ve öz be öz kendi bahçemizin gülleri gibi koklamaya başlarız. Hele, geçmişin hülyâlı mâvilikleri içinde onu, pırıl pırıl tâze tenli gencecik günleriyle tahayyül eder ve gönüllere girdiği manâ derinlikleriyle duymaya çalışır. Bu esnada o, kendi mûsikîsini mırıldanmak için bir mızrâp gibi eski hâtıralar üzerine inip-kalkmaya başlar ve bir ses yumağı, ses paketi misillü bağrında sakladığı ak-kara, acı-tatlı, hoş-nâhoş binyediyüz senelik bütün geçmişini, bütün sergüzeştini haykırmak ister. İster de ağzına bant yapıştırılmış veya fermuar vurulmuş bir insan gibi, yutkunur.. bir şeyler anlatmaya çalışır fakat anlatamaz.. anlatamaz da hicranla iki büklüm olur.. mosmor kesilir ve bir tuğla yığını gibi yerinde kala kalır.
Ayasofya, asırlar ve asırlar boyu bizim dünyâmızla o kadar kaynaşıp bütünleşmiştir ki, ona hâlis bir İstanbul nazarıyla bakabiliriz. Evet, dörtbir yanında onu destekleyip ayakta kalmasını sağlayan istinat duvarları, harîmindeki irili-ufaklı Osmanlı hükümdârlarına âit ilâveleri, cihan devletinin dört asır boyu idâre merkezi sayılan Topkapı sarayının himâye, vesâye ve komşuluğuna mazhariyeti.. nihâyet, yanı başındaki Sultanahmet câmii ile bunca zaman içli-dışlı yaşaması onu bizim dünyâmızın kopmaz bir parçası haline getirmiştir.
Her gün güneş doğarken onun minâreleri arasından dalga dalga ışıklar yayılır; kubbesini yalar geçer ve gider Sultanahmet câmiine ulaşır.. batarken de Sultanahmet câmiini kucaklayan ziyâ hüzmeleri, ikindi sonrasının hüzünlü esintileri ile Ayasofya'yı okşar ve Topkapı sarayının üstünden boşluğa kayar. Işık, günde iki defa, bu iki ulu ma'bed arasında gelir-gider.. ve âdetâ Hazreti Mesih'ten Hazreti Ahmet'e Hazreti Ahmet'ten Hazreti Mesih'e birer tahiyye akisleri sergiler-durur.
Bilhassa hüzne açık sîneler bu iki ma'bed arasında ve Topkapı sarayı güzergâhında sürekli doğudan batıya doğru, sisli ve serin bir havanın estiğini duyar, bu esinti ile beraber ruhlarına çarpan çâresizlikle burkulur ve inlerler. Bazen ufukları bütün bütün sis ve duman kesilir. Bazen de, hafakan haline gelen ızdırabları, Kudret-i Sonsuz'un inâyetiyle bütünleşir ve birer şehâdet parmağı gibi hep öteleri gösteren minâreler arasında, değişik bir temâşâ zevkine ulaşır ve ye'sini parçalayacak bir büyü bulmuş gibi irâdesine fer gelir.. ve bir adım daha atınca, bizler için her zaman ardına kadar açık bulunan Rahmet-i Sonsuz'un rahmet kapısından içeriye girer.. bütün kalbiyle ona yönelir ve "Ey açılmaz kapıları açan Rabbimiz! Şimdiye kadar lûtfedip açtığın binlerce kapı gibi, Ayasofya'nın paslı kilitlerinin pasını çöz, kapılarını aç artık ve yıllardan beri secdesizlikten simsiyah kesilmiş zeminini secdeli başlarla nurlandır..!" hicran dolu niyazlarıyla yakarışa geçerler.
Ayasofya'nın bugünkü durumu, hemen herkese dâhiyâne; fakat ızdırâblı bir şeyler söyletecek mâhiyettedir. Evet onun, yüreklere oturan buruk halini, yüzümüze bakıp bakıp konuşamayan bir insanınkine benzer şekildeki melâlini her müşâhede edişimizde ruhumuzun derinliklerine, iç âlemimize benzeyen emeller ve hülyâlarımıza benzeyen arzular aşılar.. bu esnâda, uykuya yatmış gibi olan bütün duygularımız uyanır, onu bir sabah aydınlığı içinde kucaklar.. çehresindeki geçmişe âit rüyâlarımızı, gelecekle alâkalı hülyâlarımızı bir kere daha temâşâ eder ve o sis-duman içinde kendimizi en tatlı düşlerin akıntısına salıveririz.
Bazen, Sultanahmet minârelerinden yükselip, tâ Topkapı sarayına kadar ulaşan ezan seslerini, Ayasofya'dan kopup gelen çığlıklar halinde dinler; mâzinin tad ve şivesi ile gönüllerimizi bir büyünün sardığını duyar ve âdetâ sihirli kanatlarla geçmişin semâlarında uçuyor gibi oluruz. Bazen ezanla gelen tedâîlerle, ruhlarımıza o kadar derin şeyler siner ki, sanki minânelerden yükselen "emr-i bülende" fetih ordusu da mehteriyle, gülbanklarıyla refakat ediyormuş gibi ihtişam esintileri duyulur her yanda...
Ayasofya'nın çevresindeki o ihtiyar ağaçlar, ihtiyar duvarlar ve kim bilir hangi hâtıralarla dolup-taşan kubbeler, kubbecikler, zaman zaman ruhlarımızda öyle anlaşılmaz hisler hâsıl ederler ki, onun bugünkü gecesinden kopup gelen bu duygular tıpkı birer matkap gibi sînelerimizi deler ve gönüllerimizde silinmeyecek izler bırakır-geçerler. Ne var ki, bu hâl çok uzun sürmez birdenbire inanç ve ümit ufkumuzda şafaklar tüllenmeye başlar.. ve kışın bahar emâreleri karşısında bozguna uğradığı; gecenin, şafağın pençesinde hırıltıya düştüğü gibi, Ayasofya'yı saran bunca zamanlık kasvetli bulutlar da birer birer dağılır ve yerlerini bize âit o masmâvi günlere bırakırlar.
Evet, hiçbir zaman karanlıklar ebedî olmamıştır ve olamaz! Hiçbir zaman boşluk sonsuza kadar sürüp-gidemez! Hiçbir zaman sukût ve sukûtlarla ilânihâye devam edemez..! Onun içindir ki, gönüllerimize göre olmasa bile, gecenin en karanlık demlerinde dahi, bize ümitle göz kırpan ışıklar; ruhlarımızı doldurup içlerimize inşirâh salan ilâhî soluklar ve irâdelerimize fer veren esinti ve kıpırdanışlar hiçbir zaman eksik olmamıştır, olmamaktadır ve olmayacaktır!
Bilhassa, şu anda dünyânın dörtbir yanında, birbirinden parlak, birbirinden güzel baharlar tüllenmeye başlamıştır. Her yerde yeşeren bu umûmî bahardan Ayasofya'da mutlaka nasibini alacaktır ve alması da tabiîdir. Bizler, onun bu upuzun hicranlı döneminde bile, bu inancımızı hiçbir zaman kaybetmedik. Kaybetmek şöyle dursun, her gün yeni bir ümitle onun kapı-larının aralandığını görüyor gibi olduk, ruhlarımızda şehrâyinler yaşamaya başladık.
Her gün, onun için biraz daha gürleşen soluklar, heyecanla çarpan sîneler, pekişen rûhî râbıtalar, coşan arzular ve sımsıcak dudaklar gibi gönüllerimize konup kalkan vâridâtlar, ilhâmlar.. yıllardan beri yaşanan hafakanlarla yer değiştiren ümitler, aşklar, iştiyaklar, inbisâtlar ise, bu mübârek fecrin aldatmayan emâreleri...
Yıllarca, ışıkların, renklerin ağlayışıyla sararıp solan ve yorgun düşen Ayasofya, yüzümüze hep mecalsiz mecalsiz baktı ve sitemle burkuldu. Yıllarca çevresindeki çiçeklerin ekşi çehrelerinden şadırvanın hüzünlü akışına, güvercinlerinin gamlı gamlı uçuşundan koskoca âbidenin inkırâz rengine bürünmüş olmasına kadar burada her şey bir ölü evi mâtemiyle inledi ve Heraklit bekledi.
Bu kadar çileden sonra biz ve o, gecenin şu sisli ânında "işteddî ezmetü tenfericî!" der gibi, gök kapılarının birden bire sırlı bir açılışla ardına kadar açılacağını; gözlerimize gönüllerimize öteden ışıklar, ümitler yağacağını; boynunu büküp hüzün murâkabesine dalmış gibi duran selvilerin silkinip neş'e ile salınacağını ve Ayasofya'nın semâlarında peşipeşine sökün eden şafaklarla çevresini saran sislerin silinip gideceğini... Hâsılı bir kısım sırlı ışıkların bu karanlık geceyi delip gül devrine giden yollara nurlar salacaklarını bekleyen bir hâlimiz var.. bir Fâtih, bir Ulubatlı Hasan, bir Hızır Çelebi ve bir Akşemseddin bekleyen inançlarımız var, ümitlerimiz var ve düşlerimiz var...
Gözlerim yaşlı, gönlümde hüzünden derya,
Aç artık kapılarını bize Ayasofya!
Yeni Ümit, Ekim-Aralık 1990, Cilt 2, Sayı 10
.
Aydınlarımızın Gaflet Yılları
Yıllar var ki, milletimizin kaderiyle alâkalı, ileriye dönük ciddî hiç bir plânımız olmadı. Bu bulanık zaman dilimi içinde, hayırları hep nevzuhûr tecellîleriyle tanıdık; şerleri de, gelip millete tosladığında veya çarpıp onu yere serdiğinde.. yani bıçak kemiğe dayandığında. Dünyâda olup-biten hâdiseleri, anlayıp değerlendirmek bir yana, bunlar arasında doğrudan doğruya bizi alâkadar edenleri dahi sezip-kavrayamadık. Sezip-kavramak şöyle dursun, elli defa, hasım bir dünyanın kin, nefret ve zulüm paletleri altında preslendikten sonra bile, çoğumuz itibâriyle bir "Lâ havle" çekip, etrafa bakmadan yolumuza devam ettik.. Bari devam ettiğimiz bir yol olsaydı..!
Zaman zaman bağırıp çağırdığımız, yer yer hamaset destanları kestiğimiz de olmuştur ama, hep çâresizlik içinde iki büklüm olduğumuz ve hasımlarımız tarafından nakavt edildiğimiz meş'ûm ve karanlık anlar da.. hiç olmazsa bu uğursuz dakikalarda olsun galeyanlarımız bir ses getirebilseydi! Ne gezer..! Toplanıp bir araya geldik.. görkemli mitingler tertip ettik.. tumturaklı laflar ve hamasî destanlarla gönülleri hoplattık. Ama her şey, havâî fişekler gibi başımızın üstünde birer şerâre meydana getirdi, sonra da kaybolup gitti. Yığınlar bunun bir şey olduğunu ve bir işe yaradığını zannededursun; bizler, dünyânın çeşitli yerlerinde zulüm gören, kinle gerilen, nefretle yutkunan dindaş ve soydaşlarımız için sadece şehrâyinler tertip ettik, böylece de hem kendimizi hem de onları aldattık.
Biz kendi kendimize oyalana duralım, elin oğlu gürültüsüz tedrîcî ve sistemli bir surette kitlelerin rûhuna giriyor.. onları istediği gibi şekillendiriyor.. istediği kalıba sokuyor ve câhiliyle-okumuşuyla, şuursuz yığınları istediği zaman sokağa döke-biliyor.. istediğine küfrettiriyor ve istediğini başlara tâç yapıyor.. istediğinde şânlı geçmişimize sövüyor ve sövdürüyor.. istediğinde soyumuzu tahkîr ettiriyor ve millet ruhuna küfürler yağdırıyor.. istediği zaman bizleri çinlere-maçinlere kadar kendi mâcerâlarının arkasından koşturuyor ve istediği zaman beğenmediği iktidarları alaşağı etmek için sun'î bunalımlar meydana getiriyor; kitleleri birbiriyle vuruşturuyor ve arkasından da bir gece baskınıyla; cumhuriyet ve demokrasi adına yeni bir diktatörlüğü milletin başına musallat ediyor...
Evet, bizim safdil oluşumuz ve âlemin de hokkabazlığı; millet; yıllar ve yıllar, bir türlü sonu gelmeyen bu tarihî tekerrürler turnikesinde döndü-durdu. Zirvedekiler, milleti sevk ve idare adına, şahsiyetli ve millî ruh kaynaklı bir politika belirleyecekleri güne kadar da bizim, sâir fi'n-nevm "uyur-gezer" kalmamız, düşmanlarımızın da sinsi oyunları, gizli işgalleri ve İslâm ülkelerini içten içe fethetmeleri devam edeceğe benzer. Bugün yeryüzünün büyük bir bölümünde söz mütegalliblerde bitiyor.. gücü temsil edenler zayıfa hakk-ı hayat tanımıyor.. her yerede zorbalık ve kabadayılık alkışlanıyor; her insanı insan kabul edip onun hukukuna saygılı olmak ise, aptallık ve sünepelik sayılıyor. Süpergüç ve devletlerin politikaları, hemen her zaman, zayıf ve güçsüzleri istismar etme "sömürme" istikâ-metinde işliyor. Kılıfını bulduktan sonra, çalıp-çırpma, yeyip-yutma, hatta can çekişenlerin sırtında hakk-ı temettu' arama akıllılık sayılıyor.. buna karşılık haram-helâl düşüncesi, hak-hukuka riâyet gayreti ve insânî değerlere saygılı kalma azim ve niyeti aptallık kabûl ediliyor.
Bu alabildiğine kör, sağır ve kalpsizce gidişe "dur!" diyebilmek için, bugünü-yarını aynı anda görecek kadar basîretli; çevresinde olup-biten şeyleri sezip anlayabilecek, anlayıp değerlendirebilecek kadar firâsetli; oyun ve entrikalara tenezzül etmeyecek kadar mü'min, oyun ve entrikalara gelmeyecek kadar firâsetli ve düşmanlarının fikrî, hissî, ahlâkî hulûl yollarını sezebilecek kadar da şuurlu insanlara ihtiyaç var. Beş-başı ma'mûr bu engin ruhlar yetiştirilerek, bu fıtrî ihtiyaç giderilmezse, zâlim, zulmüyle başını alıp-gidecek.. mazlûm ve mağdur da yaşama adına zillet çekecek ve kendini hor ve hakir görenlerin vesâyâsı altına girip onların gölgesi gibi yaşayacak; dolayısıyla da hiç bir zaman belini doğrultamayacak ve sürüm sürüm olacaktır. Sürüm sürüm olacaktır; çünkü, yaşama hakkı kendi elinde değil.. sürüm sürüm olacaktır; çünkü, şahsiyetsizdir, kimliksizdir, geçmişinden ve kendi kültüründen kopuktur.
Bunun içindir ki, nesillerin eğitim ve öğretim meseleleri plânlanırken, en az, çağın ilim, irfan ve teknolojisi kadar İslâmî ahlâk ve değerlere, millî kültür ve millî terbiyeye de yer verilmelidir ki, gençler, manevî ve rûhî bunalımlara itilmemiş, dolayısıyla da bir kısım arayışlara mecbur edilmemiş olsunlar.
Evet, yakın geçmişimiz itibariyle, yeni nesillere sağlam bir millî terbiye ve İslâmî ahlâk verilmediğinden.. çoğunluğu itibariyle yetişen gençler, serseriliğe açık ve kendi dünyâsına yabancı, hatta düşman yetişmektedir. Günümüzde, Avrupa ve Amerika'da birkaç ay kalabilme fırsatını elde etmiş ve şöyle-böyle bir yabancı dili hecelemeye başlamış pek çok insan var ki, yapacak başka bir şey kalmamış gibi kendi insanını tezyîf etmekte ve milletini hakîr görmektedir. Bunlardan nicelerini görüp dinlemişizdir.. gidip, dönmüş ve milletlerini tezyîf etmeye başlamışlardır:
"Âh ne kadar geri bir milletmişiz(!) meğer hayat batıdaymış.. bizim ülkenin insanları âdetâ canlı cenazeler.. bu mütereddî yığınların, yaşadıkları çağı yakalamaları mümkün değil... Hele Müslümanlık, o bütün bütün çağ dışı.. biz, bu kılık ve kıyafetle varılabilecek yerlerin en yakınına dahi varamayız! Dünyâ başını almış göklerde dolaşıyor, bizler bu sıkma başlarla hâlâ yerde yürürken de tökezliyoruz. Milletin, yükselip çağıyla hesaplaşması düşünülüyorsa, bu batılılaşmadan geçer..." vesaire vesaire...
Evet, işte bu düşünceler, merhametsiz yılların ve karanlık günlerin yabancılaştırdığı derbeder nesillerin düşünceleri ve bir dönemde heder olup gitmiş yığınların hezeyanları! Bu zihniyetteki kimselerin insanımızın kaderine hâkim olması, gelecek nesillerin târih ve milliyet düşüncesini zayıflatmakta; onları yüksek mefkûrelerden uzaklaştırmakta ve düşünce hayatımıza zift gibi bedbinlikler püskürtmektedir. Açıkçası, düşmanlarımız, rûh, düşünce ve ahlâk dünyâmızı, içimize saldıkları ajanlarla tahrîp etmekte ve bizleri, âdetâ, dünyâya hâkim güçlerin kuklaları haline getirmektedir.
Evet, bugünkü şatafat ve debdebesi itibâriyle, dünyâya hükmeden güçlerin bir kısım üstün yanları var; ama bu insanlık adına her şey demek değildir. Ve hele Avrupalı ve Amerikalı olmamak da hiç mi hiç ayıp değildir; ayıp olmak şöyle dursun, şanlı geçmişimizi bilen ve onu rûhunda duyan birisi için, böyle bir intisap hakarettir. Bir insanın, kendi millet ve geçmişini reddetmesi veya hafife alması bir aşağılık duygusu, bu densiz şeyi yaparken can alıcı düşmanlarımızı göklere çıkarması da bir soysuzluktur. Böyleleridir ki, yıllarca, mübârek milletimizi ye'se, bedbinliğe, karamsarlığa sürükleyip durdu ve bugünkü kahrolası yabancılaşmayı başımıza musallat ettiler.
Zaten, çoktan beri millî bir gâyemiz, millî bir hedefimiz ve millî bir terbiye sistemimizin olmayışı; buna karşılık da, yahûdinin yanında Hıristiyan, Hıristiyanın yanında ateistin, mektepten matbuâta, matbuattan da radyoya kadar günümüzde buna, sinema, televizyon ve video da eklendi - çok geniş bir sahada iğfâl ve ifsad kampanyaları, yığınları sersemleştirmiş, kararsızlaştırmış ve yüzüp-gezenler haline getirmiştir. Buna, günümüzde, bir kısım yeni mefsedet unsurları da ilâve edilince her şey bütün bütün allak-bullak oldu. Eskiden, nesillerin ilericileştirilmesini ve batılılaştırılmasını bir kısım Katolik ve Protestan mektepleri yüklenmişti ve onlar yapıyordu. O gün için, bu mekteplerin, açıktan açığa gençlerimizi Hıristiyanlaştırdığı söylenemez. Ama, bu mekteplere girip-çıkan-ların, Müslümanlığı ve Müslümanları hafife aldıklarını da inkâr etmek kâbil değildir. Müslümanlığı ve Müslümanları hafife almadan da öte, bu mekteplerde değişik bir dünyâya uyanan gençlerin pek çoğu, Müslümanlığından utanıyor, Türklüğünü saklıyor; bir batılı ve bir firenk gibi görünmeye çalışıyordu. Daha sonra da, büyük çoğunluğu itibâriyle bu nesil, kozmopolitleşti, ateizme yelken açtı ve komünizm, sosyalizm erozyonlarıyla her biri bir vâdiye sürüklenip gitti. Aslında bu mektepler, tâ kurulduğu günden itibâren, bu milletin başına musallat olmuş birer belâ idi ama bizler bunu, yeni yeni anlamaya başladık.
Batı bu mektepleri, kendi hesabına, ülke ve insanımızı fethetmenin öncü kuvvetleri sayar. Bizim ise, buna karşılık şimdiye kadar, ne bir müdâfaa gücümüz, ne bir sığınağımız ne de arka çıkanımız olmadı. Oysa ki, bu devâsâ iş, ordular isterdi.. cephane isterdi, strateji isterdi ki yapılabilsin. Ama, bunların hiç biri olmadı.. hem de olacakken olmadı. Mekteplerimizde, düşünce dünyâmıza göre, güzel bir müfredat proğramı, sağlam bir terbiye sistemi, inançlı, fedâkâr, malûmatlı ve hamiyyetli bir muallimler ordusu.. evet bütün bunlar; öyle hârika bir kuvvettir ki, bu mübârek kuvveti elinde bulunduran bir millet, değil sadece Avrupa ve Amerika ile hesaplaşması mevsimi gelince bütün dünyâyı bile dize getirebilir ve dünyâ muvâzenesindeki eski yerini istirdât edebilir. "İstirdât edebilir" diyorum. Çünkü asırlar ve asırlar boyu bu şerefli vazife, hep onun uhdesinde kalmıştı.
Biz, kendimizi ve çağlar boyu millî varlığımıza esas teşkil eden dinamikleri bilmiyoruz ve bilmek istemiyoruz.. belki de, bunları ve gerçek rûhumuzu ihsastan çekiniyoruz. Çekiniyor ve bir firenk karşısında ezim ezim eziliyoruz. İspanyalılar, orta ve cenûbî Amerika'ya girdikleri zaman, bir kısım yerliler onları, güneşin zürriyetinden gelmiş mukaddes varlıklar diye alkışlıyorlardı. Bugün, batı bizim his ve düşünce dünyâmızı, mantık ve muhakememizi, haysiyet ve onurumuzu öyle kırmış ve öyle felç etmiş ki, artık her firengi kendimizden mutlaka büyük görüyor ve onları, güneşin çocuklarıymış gibi ihtiramla selâmlıyoruz. İnsana olan ihtiram, insânî duyguları harekete getirir; canavarlara karşı muhabbet ise onların iştihalarını açar. Herkesi kuzu zannedip, kuzu olmaya kalkışmak sadece çakalları ve kurtları sevindirir. Biz, Balkan fitnesinde ve Cihan harbinde çakallığın ve kurtluğun en utandırıcılarını gördük.
Overof'un bombaları gönülleri delip geçerken, İstanbul ve İzmir sokaklarında Rum çocukları, başlarında Yunan bayrakları, şapkalarının üstünde Overof'un ismi ve panhelenizm türküleriyle ortalığı velveleye veriyorlardı. Onlar veya başkaları -Allah ülkeyi ve milleti korusun!- aynı imkânları elde ettiklerinde, aynı şeyleri yapacaklarında tereddüt edilmemelidir.
Yıllarca biz, hep başkaları hakkında hüsn-i zan kesip biçtik -keşke o kadar da kendi içimizdeki dindarlara karşı insaflı olabilseydik- ve onların kusurlarını hiç mi hiç görmedik veya görmek istemedik. Küstahça hallerini mutlaka yumuşatma yollarını araştırdık. Hatta ülkemize tecâvüz edenlerin murdar naaşları başında durduk, onlara ta'zîmât ve tekrîmâtta bulunduk. Bu kadar küstahlığı görmemezlikten gelmek ancak ölülerin katlanabileceği bir zillettir. "Estağfirullah" Rabbi'sine ulaşmış kimseleri, tezyîf edip haklarını çiğneyemem! İhtimâl, mücâhidâne düşüncelerle içine girmiş bir rûha konaklık yapan herhangi bir mezarın başında böyle bir terbiyesizlik irtikâb edilseydi, o mübârek ölü, huzurlu hayatına bir dakika ara vererek, bu terbiyesizliği irtikâb eden küstahı çarpacaktı...
Keşke, bu kadar olsun, rûhlarımızda hamiyyet ve gayret bulunabilseydi! Ve keşke, herkesi bağrımıza basarken, bağrımıza bastıklarımızdan bir kısmının, bizi ısıracaklarını da hesaba katabilseydik..!
Sızıntı, Aralık 1990, Cilt 12, Sayı 143
.
Asırlar var ki, mazlumlardan daha mazlum, mağdurlardan daha mağdur şu bizim dünyâmızın insanı, değişik buuttaki baskılarla gerildikçe gerildi; maruz kaldığı zulümlerle her gün biraz daha sertleşti ve ardı arkası kesilmeyen gadrlerle artık kendi olarak düşünmeye başladı. Bugün Cebel-i Tarık'tan, Himalayalara, Kazan'dan Afrika'nın içlerine, oradan da Balkanlara kadar çok geniş bir sahada "tegallübler, esaretler, tahakkümler, mezelletler" türlü belâlar, türlü felâketlerle inleyen yığın yığın insan vardır. Ve asırlardan beri devam edegelen bu inlemeler bugün yerlerini öfkeye, nefrete hatta patlamalara terketmeye başlamıştır. Şimdi şu binbir felaketin uyardığı bu ülke insanı şayet maddî-mânevî mevcudiyetini koruyup, elindeki bütün dinamikleri kullanarak dirilişini tamamlayabilirse kendisini ispatlamış olacak ve hasımlarının entrika ve şirretliklerine takılıp kalmayacaktır.
Zuhur eden emarelerin aydınlığında diyebiliriz ki; önümüzdeki günler; üst üste alacağı şoklarla zalim dünyânın idbarını, bizim dünyâmızın da ikbalini hızlandıracaktır. Zirâ bu dünyâ, artık uyur-gezerlerin, eşyâ ve hâdiselere sırtını dönerek "Ya Mahşer!" deyip kendini uykuya salanların, kâinat kitabının sırlarına kapalı yaşayanların ve sürekli hasımlarının oyunlarına gelenlerin dünyâsı değil; bu dünyâ hakikata uyanmışların, varlığı didik didik edip onun esrarına yelken açanların, ilimlere açık yaşayanların ve her bakımdan asrıyla hesaplaşmaya hazırlananların dünyâsıdır.
Tarih boyunca bu iklim insanı, zulümle, haksızlıkla, şirkle yaka-paça olmuş, devamlı hak ve adaleti temsile çalışmıştır. Gelecekte de aynı ölçülere sadık kalarak bu târihî misyonu yerine getireceğinde şüphe yoktur. Karşı tarafın bu mevzûda göstereceği şiddet, hiddet, kin ve nefret ise hâlâ onlardan bir şeyler bekleyen bu cephenin gafillerini uyarmak ve emanet devir-teslimini hızlandırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır.
Bizler, öteden beri, içimizdeki azınlıklara adaletle davrandık. Onların haklarını görüp gözettik. Eşit muamelede bulunduk. Ve kendi vatandaşlarımız gibi hür ve her türlü kayıttan âzâde yaşamalarını temin ettik. Târih, bütün bunlara en sadık şahittir. Onlar ise içlerindeki soydaşlarımızı, dindaşlarımızı daima ezdi, daima esir muamelesi yaptı, daima hicret ettirme yollarını araştırdı, hatta, dinlerini, dillerini, yurt ve yuvalarını terk etmeye zorladılar. Bu durum ise, gelecekte, hem Allah'ın rahmet ve adaleti, hem de mütereddit ve mütehayyirlerin tercihleri adına bizim dünyâmız için avantaj demektir.
Beşer var olduğu günden bu yana, değişik bir kısım ilâhî prensipler vardır ve öyle inanıyoruz ki, bu prensiplere göre çok yakın bir gelecekte bütün zalimler cezalarını görecek ve bütün mazlum, mağdur ve mahkumlar da yeni bir dünyâya uyanacak ve ebedî mutluluğa ereceklerdir.
Evet, zulüm üzere hayatlarını sürdüren Babil'deki Nemrudlar, Mısır'daki Firavunlar, Roma'daki Neronlar ve Asya'daki Moğollar günü gelince târumâr oldukları gibi, bugün, dünyâ-nın dörtbir yanında inançlı insanlara zulüm eden modern Firavunlar da mevsimi gelince yerle bir olacaklardır. Aslında daha şimdiden, pek çoğu çekilip gitmekte, arkada kalanlar da bozgunun hızını kesme hesabıyla meşgul olmaya başladılar bile.
Allah'ın oldurduklarını kimse önleyemez; O'nun soldurduklarını da kimse canlı tutamaz. O bir şey murâd buyurunca, bir lahzada sebeplerini yaratır ve onu vareder. O, birilerinin yoluna su serpince yollar dümdüz olur gider.
Bugün bizim dünyâmız, arzu edildiği seviyede ileri ve müterakki olmasa bile geri de değildir. Hele, hasımlarımızın su yüzüne çıkan düşmanlıkları, dolayısıyla da baskı ve zulümleri, bizleri daha da uyaracak ve toparlanıp her hususta çağı yakalamamızı hızlandıracaktır.
İnsanımız uzun seneler kendisini ayakta tutan dinamiklerden habersiz yaşadı. O İslâm'ın gücünü kavrayamadı, Kurân'ın sırlarını sezemedi ve O'nun ruhundaki cevherleri değerlendiremedi. Ama, bugün onun, kendi dünyâsına dönüşü çok farklı olacaktır. O bu dönüşüyle Kur'ân'ı semâdan yeni inmiş gibi tanıyacak, İslâm'la ilk tanışıyor gibi, onu alabildiğine sıcak bulacak ve önceki nesiller gibi ülfetlerin hâsıl ettiği sathîliklere takılıp kalmayacaktır.
Bu itibarla denebilir ki, hem Müslümanlar hem de insaf dünyâsı için gelecek yıllar, Kur'ân yılları olacaktır. Aslında sağımızda solumuzda, delinen ve çatlayan dünyâların yırtıklarından dışarıya sızan hırıltılar da bunları ifâde etmektedir.
"Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar."
Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 1989, Cilt 1, Sayı 5
.
Başını kaldır çevrene bak ve dünü-bugünü birarada görmeye çalış! Herşeyin muntazam bir tempoyla değişip gelişmekte olduğunu; dün minik bir tomurcuk, kuru bir tohumcuktan ibaret olan filizlerin, dânelerin boy atıp başak bağladıklarını, ayağa kalkıp çiçekler açtıklarını görecek ve hayretten hayrete gireceksin...
Evet, tıpkı baharda, otların, ağaçların, hatta bütün canlıların urbalarını giyip formalarını takması ve her biri kendine has renk, şekil, keyfiyet ve edâ ile gözlerimizi kamaştırıp gönüllerimizi coşturması, başlarımızı döndürüp bakışlarımızı bulandırması misillü; dünyânın dörtbir yanında, değişik renk, değişik şekil ve değişik şîvede, fakat hepsi de o tek ve biricik gerçek etrafında olagelen en mevzun değişmeler, en dengeli gelişmeler birbirini takip etmekte ve adetâ Kudret-i Sonsuz, bütün handikaplara rağmen, içiçe baharlar gibi peşipeşine hârikalar ve mucizeler sergilemekte.
Evet, her biri birer cansız kaya parçasına dönmüş dağlara-tepelere, dağlarda-tepelerde kütükleşen ağaçlara, ağaçlar arasında kalakalmış cansız cenazelere, evlek evlek sular yürümekte.. yıllar yılı ayaklarımızın altında ölü gibi yatan toprak hayat olup fışkırmakta.. hava, su, yeşil yapraklara, renk renk çiçeklere ve tatlı meyvelere doğru sessiz sessiz akıp gitmekte...
Artık, bugünün dün; yarının da bugün olmayacağını daha iyi seziyor ve daha iyi anlıyoruz. Bugün ufukta bize göz kırpan güneş, dünkü o solgun yüzlü güneş değil. Yarının pırıl pırıl güneşleri de bugünün küsuftan sıyrılmaya çalışan güneşleri gibi olmayacaktır.
Bak daha şimdiden, her tarafta renkler, desenler ve şekiller; renkler, desenler ve şekiller üzerinde billûrlaşan duygular, düşünceler, anlayışlar her gün daha da netleşiyor berraklaşıyor ve çizgi çizgi özüne doğru kayıyor!
Aslında bu umumî değişme ve gelişmeyi, kendimizde görüp göstermemiz de mümkündür. Rica ederim, bugünkü nesillerin dünkü nesiller olduğunu iddia edebilir miyiz? Sen dünkü "sen", beriki de dünkü "o" mudur? Demek ki yarınki sen "sen", o da "o" olarak kalmayacaktır.
Öyle ise bugünden irâdenle diril ve bir çağlayan gibi özüne doğru akmaya çalış! Zaten, etrafındaki bu canlılık ve dirilmelere adapte olamaz, duygu ve düşüncelerinle bu gürül gürül akıntıya kendini salamazsan olduğun yerde kalakalıp, kuruman kaçınılmaz olacaktır.
Bu canlılık, bu gelişme, bu kaynaşma ne muhteşem, ne göz kamaştırıcı! Bu pırıl pırıl baharın alkışçıları; temsilcileri ne mübârek ve ümitlerin bittiği aynı noktada çölleri cennetlere çevirerek irâdelerimize fer kazandıran kudret ne muazzam ve mübeccel..!
Yeni Ümit, Ocak 1989, Cilt 1, Sayı 3
.
Yıllar var ki, gözlerimiz yollarda ve geleceğin hülyâlı mâvilikleri içinde varlığı en temiz ruhlardan daha temiz, düşüncesi çağın bütün problemlerini çözecek kadar güçlü, sînesi meleklerin gönülleri kadar yumuşak ve iradesi cehennemler karşısında dahi "pes" etmeyecek kadar sağlam, ideal bir nesil bekleyip durduk. Hakk'ın inayetinin temsilcisi, böyle bir neslin geleceğine dair ümidimiz olmasaydı, upuzun bir boşluk döneminde ye'se kapılmadan, çözülüp dağılmadan varlığımızı sürdürmemiz mümkün değildi. Nebilerin vadinde, velilerin sırlı ifadelerinde onunla tanıştıktan sonra, her gece düşlerimizde onunla selâmlaştık, her gün hülyâlarımızda onunla coştuk ve geldik bu günlere ulaştık.
Çehrelerinin akı, kurtuluş günümüzün sabahı bu ay yüzlüler, hayallerimize girecekleri âna kadar gündüzün geceden farkı yoktu; bizler de bu karanlık âlemin uyur-gezer hayaletleriydik. Şafaklarımız onların emareleriyle tüllenince, daha çok bir mezarı andıran bu düşkünler diyarı da güllerle, çiçeklerle kızarmaya başladı. Eğer bir muhalif rüzgâr esmezse, onların ağızlarının suyuyla bir gül bahçesine dönen yamaçlarımız, gelecekte bütün insanlık için, ruhun, manânın tütüp durduğu, dolayısıyla da huzûr ve itmi'nanın soluklandığı, ötelere açık tenezzüh yerleri haline gelecektir.
Geleceğin dünyâsı onlarla o kadar aydınlıktır ki, o aydınlık çağa göre ay, ancak bir zerre, güneş, o devrin kutlularının geçtikleri yerlere ışık saçan bir kandil, varlık bu iklîmde, okunaklı bir kitap ve muhteşem bir meşher, dörtbir yanda duyulan nağmeler de peygamber kardeşliğine namzet bu kudsîlerin dokunaklı sesleridir.
Onların yaşadığı zaman diliminde söz pazarları bulaşıklardan temizlenir; azgınların ağızlarına gem vurulur, bütün başıboşların ipleri çekilir.. söz, söz sultanlarıyla buluşur, tanışır ve âlem onların soluklarıyla dolar-taşar.
Evet, onlar, bir kere İsrafil gibi sûra üfleyince, birkaç asırdan beri kendilerini ölüm uykusuna salmış ne kadar uyur-gezer varsa birdenbire dirilecek.. o güne kadar rüyâlarla teselli olan bütün bahtsızlar uyanacak; şurada-burada hırıltılarla dolaşıp duran ve şeytanın ümitsizlik bestelerini seslendirenlerin de sesleri kesilecektir.
Onlar, bütün peygamberlerin mutlak vârisi, insanlığın iftihar tablosu Nebiler Sultanı'nın da en has mirasçıları olduklarından, bir manâda, tıpkı o ufuk insan gibi, Âdem Nebi'den sadakat ve vefâ, Nuh peygamberden azim ve kararlılık, Hz. İbrahim'den hilm-u silm ve teslimiyet, Musa (as)'dan mücâdele ve fütüvvet, Hz. İsa-Mesih'ten mülayemet ve müsamaha tevarüs etmişlerdir.
Dünden bugüne bu vasıflardan sadece birkaçıyla bile çok ölü gönüller dirilmiş ve çok ümranlar kurulmuştur. Bunların bütününün bir anda ve bir kadroda bulunması, vesilelik açısından yeni bir "ba'sü ba'de'l-mevt" için öyle müthiş bir kuvvet kaynağıdır ki, bu kaynağı temsil edenler, bugün olmasa da yarın, zirveleri tutup insanlığın kaderine hükmedebilirler.. elverir ki, Cenâb-ı Hakk'la, aralarındaki mîsâkı bozup çeşit çeşit inhiraflara düşmesinler...
Evet, bugün insanlık yeni bir kurtuluş bekliyor. Öyle anlaşılıyor ki, dünyâ çapındaki bu büyük işi gerçekleştirecek yegâne güç de çağımızda, Hakk rahmetinin temsilcileri sayılan peygamber vasıflarıyla serfirâz bu altın nesil olacaktır ve ilklerinkine yakın bu şeref berâtının sonu da bunların ünvanlarıyla mühürlenecektir.
Yer yuvarlağı onların çevkanlarının ucunda, yaratılış gâyesine uygun çizgiyi bulacak ve felek onların destanlarını mırıldanıp duracaktır. Bunlar sayesinde yeryüzü, son bir kere daha bilgisizlik ve görgüsüzlükten arındırılacak; küfür ve dalâlet, cehâlet ve hayâsızlık Kaf dağının arkasına atılacak ve öteden beri, sâlim düşüncenin değişmez, tükenmez kaynağı ve Kudret-i Sonsuz'un en son mesajı Kur'ân, bütün ışık tayflarını sanat ve ilimlerin önüne sererek, sanatkâr ve ilim aşıklarına onların mübarek gayretleri içinde iman ve ma'rifet zevklerinin en erişilmezlerini duyuracaktır.
Yaşlı dünyâ ve kaddi bükülmüş insanlık onlar sayesinde, ruhu kendine has çizgileriyle, düşünceyi ötelere ait derinlikleriyle, iradeyi o baş döndürücü çap ve çalımıyla, son bir kere daha görüp tanıyacak, müşâhede edip anlayacaktır.
Ey, henüz ufukta küçük bir belirti iken, gönüllerimize ışık ve ümit salıp, dillerimizin bağını çözen mukaddes nesil ve ey mübârek solukları, asırlardan beri ciğeri yanmış sevdalıların merhem ve tiryaki nurlu gençlik! Kalk, seninle temsil edilen manâdan gözlerimize ışıklar çal ve yalancıların mumlarını söndür! Kalk, hasretle yolunu bekleyenlerin, hicranla inleyenlerin âhlarını dindir! Kalk ve arslanlar gibi öyle bir kükre ki, çakallar bir daha görünmemek üzere inlerine girip saklansınlar ve yedi cihan senin velvelenle dolup taşsın! Kalk, Yaratan aşkına, gençliğinin hakkını ver ve karakuralara kendini ispat et! İspat et ve aç herkese sîneni açabildiğin kadar; kalmasın kinin, nefretin bozguna uğramadığı bir tek yer! Öyle insanca davran ki, yılanlar, çıyanlar bile utanıp deliklerine girsinler! Kalk, önümüzü kesen ve istikbal adına endişelerimizi sarsan, ne kadar karanlık düşünce, sis ve duman varsa, hepsini elinin tersiyle bir tarafa it ve bize, aşk, ümit ve mürüvvet neşideleri söyle! Söyle ki, artık kabuslu rüyâlardan ve baykuşca çığlıklardan usandık!
Sızıntı, Nisan 1990, Cilt 12, Sayı 135
.
Bugün, aşk, pek çoğumuzun sînesinde pas tuttu; mürüvvet avuçlarımızın içinde, göz göre göre gül yaprakları gibi kurudu ve savruldu.. ümit, kolu-kanadı kırık, şurada-burada sürüm sürüm.. himmet ve cesâretlerimiz ise, şiddetli fırtınalar şöyle dursun, en küçük esintiler karşısında dahi savrulup gidecek kadar zayıf... Böyle bir zemin ve atmosferde, varlığımızı muhafaza ve devam ettirmek için, öyle sarsılmaz irâde ve yüksek himmetlere ihtiyacımız var ki, dünyâ; gülle, bomba olsa başında patlasa, her şeyi altüst olup bütün düzeni bozulsa; orduları kırılıp etrafı dağılsa, bulutlar başına ölüm yağdırıp yerden kaynaklar ölüm fışkırtsa, yollar bütünüyle gidip sarpa sarsa, köprüler yıkılıp her yanı su alsa, hiçbir şey olmamış gibi atını mahmuzlayıp "ileri!" diyebilsin ve ölümün kol gezdiği yerlerde, kanıyla, teriyle güller bitirsin.. Süleyman peygamber gibi, rüzgârlara binip kurak ve çorak yerlere yağmur olup yağsın; ölü gönülleri irem bağları gibi donatsın.. zâlimlerin "hayy-hû" yunu kessin, mazlumların imdâdına yetişsin.. taşa-toprağa altın olma yolunu gösterip, kömürden elmas, zehirden panzehir çıkarsın.. akrebin kuyruğunu kırıp kendi ağzına soksun ve yılanın dişinin dibine şeker-şerbet akıtsın...
Evet, öyle sihirli oyunlar göstersin ki, bir kaç asırdan beri bütün insanlığı, hususiyle de bizim insanımızı çeşitli göz-bağcılıklarla tesir altına alan bilumum büyücülerin oyunları bozulsun.. şeytanla hemhâl olanların meclislerine ateş düşşün.. fitne bayraktarlığı yapanların ödleri kopsun.. kinin, nefretin ocağı sönsün ve yıllardan beri bıkmadan, usanmadan din düşmanlığı yapanlar da nedâmetle iki büklüm olsun ve kıvransın..!
Bu irâde ve himmet insanlarının gelişi, bizim milletimiz için olduğu gibi, bir manâda topyekün insanlığın kurtuluşunu da beraberinde getirecektir. Bugün bütün insanlık, sefil, derbeder ve perişandır; dünyâ çapında hemen her şey elden ayağa düşmüştür: Söz sofrası şuursuz sarhoşların elinde.. düşünce, yedi dünyâya karşı dilencilik yapanların sermayesi.. ilim, her şeyi maddede arayanların oyuncağı.. bilim ürünleri, küfür hesâbına istismar vâsıtası... Her ağızdan yükselen ayrı ayrı ses, her kafadan çıkan farklı farklı düşünce, görgü, bilgi ve töre mahrumu yığınları bütün bütün şaşkına çevirdi ve huzursuzluk unsurları haline getirdi.
Şimdi, bütün bu menfî durumların yanında ve ışığın, rehberin de güven vermediği gece kadar karanlık bir dönemde, kitlelerin inandırılıp uyarılması için, kederini sözlerine karıştıracak, hasret ve hicranlarını göz yaşları haline getirip kurak ve çorak yerlerin bağrına salacak.. her yere uğrayıp herkesi ziyaret edecek; uğrayıp ziyaret ettiği yerlere, gönül nağmelerinden mesihî soluklar gibi diriltici besteler duyuracak öyle söz, hâl ve gönül erleri ister ki, bu güne kadar tekrar bertekrar aldatılmış ve artık kimseye güveni kalmamış kalabalıklar, bu yeni ses ve söze inansın, uyansın ve o sözün yankıları içinde sonsuzluk arayışına geçsin; geçsin de, Cebrâil kanadı takmış gibi, bir solukta "mevkib-i arş" olup gökler ötesi âlemlere ulaşsın...
Yıllar var ki, kalabalıklar, bu seviyede, onun derd ü ızdırâbından anlayacak ve elemlerini ruhunda duyup yaşayacak samimileri bekleyip durdu. Uğradığı her yerde onları aradı.. karşılaştığı herkese onları sordu; aradıkları hakkında tam bir bilgiye sahib olmasa bile, bunların, gönlündeki gamlara gam çekmeye namzed gönüllüler olabileceğini vicdânında duydu ve onların hülyâlarıyla teselli oldu.
Ey, yıllar yılı gamı pinhân edip, gam zebûnu yaşayanlar! Bakın, artık önünüzde karanlıklar birer birer yırtılıyor ve yırtılan karanlıkların ötesinden bir başka nağmeler geliyor. Sabahın erken saatlerinde, bizlere soluklarını böyle duyuranlar, önümüz-deki günlerde seslerini tâ yıldızlara kadar yükselteceklerdir. Duyduğunuz ses, gördüğünüz ışık yalancı şafaklara âit olsa bile sevinin; çünkü, bütün yalanlar gibi, yalancı şafağın ömrü de kısadır, çabuk geçer.. önünüzde sizi, hakiki dosta kavuşturacak gerçek bir sabah var..! Gayrı, ses, renk, ışık sizi dostça selâmlayıp, dostça ses verince, gama, tasaya ne gerek var..!
Dilleriniz, geleceğin neşideleriyle coşsun.. gönülleriniz hâtiflerin sesleriyle dolsun.. göz pınarlarınızdan sevinç yaşları dökülsün ve sağda-solda hâlâ tütüp duran, iblisin sisli-dumanlı ateşlerini söndürsün! Öyle zannediyorum ki, artık, asırlık hasretleriniz sona erdi. Ve şimdi, sizler, ruh âlemine açılan bir sırlı kapının önünde bulunuyorsunuz. Gayrı, çevkana dönmüş gibi olan boynunuz mahviyet ve tevâzu içinde bir halka gibi olmalı; olmalı ki, acz u fakr Hızır gibi imdadınıza koşsun.. aşk u şevk size kanat olsun.. sonsuza yelken açan gemiler gibi, bulunduğunuz sâhilden ayrılırken her menzilde ona enîs olup onun güzelliklerini seyredesiniz...
Bu ledünnîliğinizle, gelecek zamanın kapısında, sizi selâmlayan melekler.. "Ebedî kalmak üzere esenlikle girin ora-ya." diyecekler; vicdanlarınız da bu lütûf ve bu iltifata: "Hamd olsun o Allah'a ki, bizlere karşı vadini yerine getirdi ve bizleri arza vâris kıldı." sözleriyle mukâbele edecek ve şükranla iki büklüm olacaklardır.
Sızıntı, Mayıs 1990, Cilt 12, Sayı 136
.
Eskinin köylerini düşünürken hayallerimizi saran o derin sessizlik, o düşündürücü sükûnet ve o büyüleyen fıtrîlik yok artık. Geçmişin, o dinlendiren, düşündüren köylerinde, bugün, sessizlik ve sükûnetin yerini; radyo, televizyon, pikap mırıltıları; otomobil, traktör, motopomp gürültüleri aldı, huzûr ve sükûn delik deşik olup hudut dışı edildi.
Evet, bugün köylerimize kadar hemen her yerede, sessizlik ve sükûnet o kadar azalmış, o kadar büzülmüş, o kadar ufalmış ve dar hudutlar içine sıkıştırılmıştır ki; böyle devam ederse ihtimal, çok yakın bir gelecekte, dinlenme ihtiyacını duyan kimseler, sessizlik arayışıyla birer birer ormanların derinliklerine çekileceklerdir. Aslında, daha şimdiden, dev şehirlerimizden köy ve kasabalarımıza kadar hemen her bucakta sessizlik ve sükûnet 'ân-ı seyyâle'siyle en çok aranan bir metâ haline gelmiştir. Şurada-burada ona rastladığımızda yakalayıp gül gibi kokluyor, çekip içimize sindiriyor ve tıpkı bir mûsikî gibi dinliyoruz.
Şimdilerde, uzak bir koy ve koruda duyup coştuğumuz bir dilim sessizlik, eski köylerimizin hemen herzaman tabiî ve daimî iklimiydi. O zamanlar kana kana tattığımız o sükûnet ve sessizliğe, bugünkü kadar muhtaç olmadığımız için, ihtimâl ki, böyle bir açlığı ve susuzluğu hissetmiyorduk. O zamanlar biz hissetmediğimiz gibi, günümüzün, manâsız, gâyesiz, hedefsiz ve fevkalâde gürültülü hayatıyla bütünleşmiş insanlarının da, ruhun âsûde iklimi sayılan o huzûr ve sükûnet dünyâsından haberleri yok zannediyorum!
Eski köylerimizle şehirlerimiz arasında öyle sıcak bir bağ, öyle tatlı bir denge var idi ki, köylü şehire ve şehirliye imrenmez, şehirli de, köylüyü hakir görmez, köyde oturmayı da ihmal etmezdi. O zamanlar küçük bir şehir sayılan köy; şehirlinin tenezzühe çıktığı, kendini dinlediği, tabiatla sarmaşdolaş olduğu bir ilâhî güzellikler meşheri; büyük bir köy gibi görünen şehir de, taşralı için, vahşi ormanlar, engin denizler gibi biraz ürpertici; ama fevkalâde zevkli, biraz yorucu fakat alabildiğine eğlendirici bir 'Lunapark' gibiydi. Bu iki dünyâ birbirini tamamlayan farklı iklimleri, çarşı-pazarlarındaki farklı metâları itibariyle, her mevsim birbirine taşınır durur ve zaman zaman her iki tarafta da âdeta bir bayram, bir şehrâyin havası yaşanırdı.
Bilhassa eski köylerimizde, daima lezzetli bir sessizlik ve sükûnet hüküm sürerdi: Sabahları güneşin ışımasıyla, en tatlı zevk dalgaları halinde gelip gönüllerimize çarpan koyun-kuzu meleyişleri, böcek ve kuş çığlıkları, tabiatın o içten ve derin mûsikîsine ses katar.. akşamları, gurup loşluğunun örtüleri altında, varlığın büründüğü o esrarengiz hâl, âdeta insanı büyüler ve rüyâlara salar.. geceler, hep bir sessizlik ve sükûnet şarkısı olarak tınlar ve alaca karanlıkla beraber dörtbir yana yağan hülyâlar, evlerimizin içine kadar sızar, her şeyi te'siri altına alır; az sonra da kandillerin titrek ışıkları altında meydan, bütün bütün o tatlı hülyâlara kalırdı.
Her türlü gürültüye karşı âdeta tecrit edilmiş gibi olan bu iklimde, hemen hiçbir yerden hiçbir ses sızmaz; hatta en küçük bir 'çıt' dahi duyulmazdı. Ne sokaklardan akseden serseri kahkahaları, ne sarhoş nârâları, ne motor gürültüleri, ne de sîren çığlıkları bu şirin gecelerin derin ve ezelî şiirini hiçbir zaman bozmazdı. Ara-sıra, tabiatın içinde bulunduğumuzu hatırlatan bir köpek havlaması, bir çakal uluması veya bir çoban türküsü bu sessizliği bozduğu olurdu, ama; hemen yeniden gece, o efsânevî haline bürünür; bizler de bütün şaşaasıyla ruhlarımızı saran geçmişin hülyâlarına dalar giderdik...
Bu derûnî hisler içinde, zaman zaman kendimizi, geçmişi yakalamak için, bir muamma deryaya yelken açmış gibi hisseder ve süratle o tarafa doğru aktığımızı sanırdık. Bazen, elimizde olmadan sürüklenip gittiğimiz bu garip yolculukta, öyle bir noktaya varırdık ki; rûhumuz, âdeta bilmediği bir âlemden ürpertici nağmeler duyar gibi olur ve kendinden geçerdi. Bazen de, mâzinin o pırıl pırıl hülyâ âlemlerine dalar, gördüğümüz şeylerin sağını-solunu kurcalar, her şeyi sorgular ve her şeyi anlamaya çalışırdık. Çok defa bu hayâlî seyâhat esnâsında, sanki önceden hislerimize sızmış geçmişin, o tutuşturucu ve yakıcı alevleri, kapısı açılıp hava ile teması sağlanan yangın mahalli gibi, birdenbire infilâk eder, parlar; her şeyi siler, süpürür götürür ve sadece kendisi kalırdı.
En tatlı hülyâların petekleştiği bu mübârek evlerin, en mûtena bir köşesinde, şânlı geçmişimizi bütün manâ ve muhtevasıyla temsil eden anneler-babalar, dedeler-nineler bu umumî sessizliğe denk sükûtlarıyla hep birer vakâr ve mehâbet âbidesi gibi görünür ve bizlere o kadar tesir ederlerdi ki; başkalarını bilmem, ben onları, gökler ötesi âlemlerde edep ve erkân öğrendikten sonra, gelip aramıza katılmış rûhânîler gibi hatta onlardan da öte görürdüm. Onlar, daima içimizden uhrevi âlemleri hatırlatan birer manâ ve melekûtun rikkatli birer gölgeleri gibiydiler.
Onların oturuş ve kalkışlarına, düşünce ve davranışlarına, aşk u şevk ve ibâdet anlayışlarına; hele Hakk karşısında elpençe divan durup tirtir titreyişlerine bakıp da ürpermemek mümkün değildi.
Evet, onların, bu derinlerden derin âlemlerden sık sık esip gelen ve ruhlarımızı dolduran sırlı bir mûsikî, bazen günlerce, haftalarca tesirini devam ettirir ve bizleri hep kendiyle meşgul ederdi.
Günde birkaç defa, çok ciddi bir merasime hazırlanıyor gibi onların o yürekten abdest alışları; sonra da mahşere, hesaba koşuyor gibi namaza gidişleri.. o esnada sık sık duyulan âh u enînleri ve sızlanışları, bizlerde öyle bir haz ve lezzet, öyle derin bir halâvet ve rikkat hasıl ederdi ki; aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, onların ruhlarının, ruhlarımıza fısıldadığı o mahrem beyan ve o sözsüz talâkatın tesiri hâlâ kendini hissettirmektedir.
Hele, Hakk dergâhına yönelirken o vakar ve itmi'nân içindeki halleri, o âbidevî görünüm ve duruşları, bizlere, öyle derin şeyler anlatır ve gönüllerimizi öyle saygı ve mehabetle doldururlardı ki; çok defa onların bu teveccühlerindeki sırlı manâlar, bizleri de büyüler ve onların yanına çekerdi. Bu ciddî ve ihtişamlı dakikalar, bir haşyet faslı gibi bütün ruhlarımızı bürür; derken, her gün bize anlatıp durdukları cennetlerin büyüleyici iklimlerine doğru yükseldiğimizi hisseder; bir adım daha atarak, çeşit çeşit menkıbelerle hayallerimize taht kurmuş Hakk dostlarıyla selâmlaşır, kudsîlerin sohbetine iştirâk eder ve bir gümüş fânustan gönüllerimize dökülen ötelerin tılsımlı ışıklarıyla büyülenir kendimizden geçer ve sonra da bütün bir ömre gâye teşkil edebilecek ruhânî zevklerin en derinlerine ulaşırdık.
Uhrevî âleme kapı-komşu bu dünyâda, ötelerin lisânı sayılan ezanlar-selâlar, tesbihler-duâlar, bizleri ayrı bir fasla çağırır ve daha derîn, daha lâhûtî iklimlerde dolaştırırlardı. Öyle ki, kendimizi hep bir başka dünyâda hissederek, içeriye adımımızı attığımız bu âlemde sözlerin en derin ve mükemmelleriyle, daha doğrusu lâhûtileriyle en başdöndürücü tasavvurlara ulaşır; saygının, mehabetin, haşyetin doldurduğu sînelerimiz, en dindârâne mülâhazalar içinde herkesi ve her şeyi arınmış, temizlenmiş, kutsileşmiş olarak görür ve bahtiyarlığına tebessüm ederdi.
O Kudsî dönemlere ait düşünce ve tasavvurlar, ruhlarımıza öyle tohumlar saçmış ve dimağlarımıza öyle kök salmışlardır ki; onların tesirinden âzâde kalmamız katiyyen düşünülemeyeceği gibi onları içimizde hissettiğimiz sürece de, geçmişimizden kopmamız ve geleceğe bîgane kalmamız mümkün değildir. Benim gibi, o günün köyünü ve köylüsünü az dahi olsa görüp-tanımış olanlar, yıllar ve yıllar sonra, aynı şeyleri sînelerinin derinliklerinde duyacak ve günümüzün; üzerine toz-toprak elenmiş köy ve kasaba şeklindeki 'harab elleri, yıkılmış hân u mânları, kimsesiz çölleri...' esir ruhları, meflûç irâdeleri, aşk u heyecansız gönülleriyle karşılaşıp da, gurbetlerin en acısını, yanlızlığın en hüzünlüsünü vicdanlarında duydukları bir zamanda, bu hicranlı hâl i hâzırın yanında, olmayı tahayyül ettikleri ve bu binbir handikap karşısında kurup ortaya koymayı plânladıkları, geleceğin, o eskilere denk köy ve kasabalarının onların kudsî ve mutlu sakinlerini, bu sakinlerin buğu buğu huzur tüten yuvalarını, her gün eşiğine baş koydukları, semâlarla bütünleşen ma'bedlerini, aşk u şevkle bestelenen ezan ve kâmetlerini, yüreklere haşyet salan duâ ve tesbihlerini, arş u ferşi velveleye veren na't ve ilâhîlerini tasavvur ve tahayyül edecek; ettikçe güç kazanacak ve bir zamanlar bizlerin veya daha önceki nesillerin yıktıkları şeyleri yeniden inşâ edeceklerdir.
Sızıntı, Ocak 1989, Cilt 10, Sayı 120
.
Bizim toplum yapımız, "işte tâlih" deyip öğüneceğimiz, başkalarının da imreneceği seviyeler üstü ve hiçbir içtimâî sistemin bugüne kadar arayıp da bulamadığı, bulsa da ulaşamadığı bir güzellikler meşheriydi. Kendi ruhundaki dinamiklerden güç alan, kendi öz kaynaklarından beslenen.. vesâyâ bilmeyen, kimseye ve hiçbir şeye tâbi olmayan; kendi olarak asırlar ve asırlar ayakta durmasını başaran bu muhteşem içtimâî meşher, bu göz kamaştıran sistem, bütün bir hasım dünyâ ile hesaplaşa hesaplaşa, çağlar boyu mevcudiyetini devam ettirmesi âdeta bir hârikadır. kim bilir liyâkatli temsilcilerini bulsaydı, belki daha asırlarca yaşayabilirdi...
Evet, dünden bugüne bu içtimâî bünye en ideal bir âhengin ifâdesi olarak, mevcud sistemlerden hiçbirinin ulaşamayacağı en göz kamaştırıcı neticeleri hâsıl edip ortaya koyması fevkâlade bir hâdisedir. Hele yeryüzündeki mevcud sistemlerden hiçbirine dayanmadan; Türk sosyalizmi, Türk komünizmi, Türk masonizmi gibi utandırıcı izâfetlere girmeden, aldatan nispetlere sığınmadan...
Aklın bir hikmeti-i vücûdu olması itibariye, insan düşüncesinden kaynaklanan en bâtıl sistemler içinde dahi bir dâne-i hakîkat vardır. İhtimal ki, o bâtıl sistemin orta direği, "ukde-i hayatiyesi", şahdamarı da o hakikattır ve o sistem de mevcudiyet ve devamını o hakîkat ve hakîkatçığa borçludur. Bizim, tarihin derinliklerinden yapılanıp gelen içtimâî sistemimiz ise, tıpkı, arının, çiçek özlerini alıp, petekte en güzel hendesî şekillerle şekillendirip ortaya koyduğu gibi, bütün yeryüzü sistemlerinin güzelliklerini özünde toplamış bir hârikalar galerisidir.
Bu günün insanlarının ızdırap ve buhranlarına büyük ölçüde esas teşkil eden, dengesiz ferdî mülkiyet ve nasıl olursa olsun kazanma hakkı ile; insanlarda çalışma şevkini artırma yerine, başkalarının kazancını yağmalamaya iştihâları kabartma gibi birbirine zıt sistemler arasındaki çatışmaları yokedip cihan-şümûl bir âhenk kurmak, ancak bu sistem ve onu temsil eden kutsilerle mümkün olabilmiştir. Kendi nefsine ait hayırların idrakinde olmasına rağmen, kendi hayır ve menfaatlerini aşarak, kendini, mensup olduğu millete adayabilmiş ve mezara girinceye kadar da; ahd u peymânına sadık kalmaya azmetmiş kutsilerle...ya se
Ruh dünyâsında, derinlerden derin, maddesinde fevkalâde zinde, da'vâ ve gayesine ibadet hassasiyeti içinde bağlı; karşısına çıkacak bütün yanlışlıkları göğüslemeye hazır ve bütün doğruları yerli yerine oturtarak, her doğruyu kendine has çizgisinde tutmaya azimli, muâşeret şekillerinin en üstünüyle taçlı.. haya, hicâp, iffet, ahlâk, saffet ve samimiyette alabildiğine ölçülü.. iç dünyâsı itibariyle sönme bilmeyen bir vecd ü aşka açık; feyzini daima tek ve mutlak kaynak sayılan "altın çağ" insanı dediğimiz, saadet asrının Kur'ân cemaatinden alan.. ilimde, dinde, sanatta, fikirde, siyasette, ticarette, askerlikte, idarede ve daha bir sürü sahada eser, görüş ve düşünce sahibi bu kudsîler, bizim toplumumuzun manâ mimarları, aydınlık rehberleri, ruhânî timleriydi ve her zaman bunların binlercesiyle karşılaşmak da âdiyattan sayılırdı.
Bu mübârek dünyâda idareci kadro, nefis murakabesi, da'vâ düşüncesi ve fikir çilesiyle pişe pişe olgunlaşmış ve tıpkı sütün kaymağı gibi, kaynaya kaynaya tabiî ve fıtrî yollarla zirvelerdeki yerini almış.. herkesi ve her şeyi aşmaya azimli, hak ve hakikat adına hareket etmeye kararlı; birbirinin murakıbı ve yönlendiricisi.. bütün kıymet unsurları içiçe tam bir mükemmeliyet, asalet ve şahsiyeti aksettiren; alabildiğine muhteşem, mehip, mevzûn bir ehram gibiydi. Her tarafta görülen yüzler ve gözler, soylu bir millete ait çizgileriyle imrendirici ve pırıl pırıldı...
O günkü nesiller, bu temiz çehre ve temiz bakışların uyardığı hâtıralarda yüzerken, lezzetten lezzete konar-kalkar; sınırsız bir aydınlık, sınırsız bir haz içinde kendi derinliklerine doğru kayar ve her lahza, böyle bir millet içinde varolmanın hasıl ettiği hislerle iki büklüm olurlardı.
Bugünün insanlarının ızdırap ve buhranlarına büyük ölçüde esas teşkil eden, dengesiz ferdî mülkiyet ve nasıl olursa olsun kazanma hakkı ile; insanlarda çalışma şevkini artırma yerine, başkalarının kazancını yağmalamaya iştihâları kabartma gibi birbirine zıt sistemler arasındaki çatışmaları yokedip cihan-şümûl bir âhenk kurmak, ancak bu sistem ve onu temsil eden kutsilerle mümkün olabilmiştir. Kendi nefsine ait hayırların idrakinde olmasına rağmen, kendi hayır ve menfaatlerini aşarak, kendini, mensup olduğu millete adayabilmiş ve mezara girinceye kadar da; ahd u peymânına sadık kalmaya azmetmiş kutsilerle...
Ruh dünyâsında, derinlerden derin, maddesinde fevkalâde zinde, da'vâ ve gayesine ibadet hassasiyeti içinde bağlı; karşısına çıkacak bütün yanlışlıkları göğüslemeye hazır ve bütün doğruları yerli yerine oturtarak, her doğruyu kendine has çizgisinde tutmaya azimli, muâşeret şekillerinin en üstünüyle taçlı.. haya, hicâp, iffet, ahlâk, saffet ve samimiyette alabildiğine ölçülü.. iç dünyâsı itibariyle sönme bilmeyen bir vecd ü aşka açık; feyzini daima tek ve mutlak kaynak sayılan "altın çağ" insanı dediğimiz, saadet asrının Kur'ân cemaatinden alan.. ilimde, dinde, sanatta, fikirde, siyasette, ticarette, askerlikte, idarede ve daha bir sürü sahada eser, görüş ve düşünce sahibi bu kudsîler, bizim toplumumuzun manâ mimarları, aydınlık rehberleri, ruhânî timleriydi ve her zaman bunların binlercesiyle karşılaşmak da âdiyattan sayılırdı.
Bu anlayış sayesinde, yeryüzünün bitebilen ve sınırlı saadetleri hülyalaşır, derinleşir ve sonsuzlaşırdı. Ve yine bu sayede, bura ve öteler hesabıyla yaşama arzusu hararetlenir; genç-ihtiyar herkes varlığa karşı derin bir alâka duymaya başlar.. hayatı bir lezzet gibi yaşar ve varolmanın zevkleriyle gerinirdi.
İhtimal ki, bu hârikulâde dönemde, semâ daha bir parlak, daha bir büyüleyici; yeryüzü daha renkli ve daha çarpıcı; eşyâ daha manâlı, daha tılsımlı; ve tabiat daha okunaklı bir kitap, daha talâkatli bir hatip gibiydi. O günün ruhlarının istidat ve genişlemesi ölçüsünde, hayat, varlık kadar güzelleşiyor, emeller kadar ebedîleşiyor ve inançlar kadar da sonsuzlaşıyordu.
O nurlu dönemde, tıpkı hayatın tabiî birer semeresi gibi, o güzel günlerin letafeti, havası, suyu içinde doğmuş bir kısım yüksek değerler, o günün insanını tabiat, temayül ve zevklerini hem de onun cismaniyet ve nefsanîliğine rağmen, fizik ötesi âlemlere yönlendirir ve onu ölümsüzlüğe uyarırdı.
O günlerden, gönüllerimize sızan bu manâlar, bir mutlu dönemi hem bütün rikkat ve letafetiyle, hem de hasret ve burkuntularıyla ruhlarımıza aksettirdiğinden, bir yandan zevklere uyanıp zevkle gerinirken, diğer yandan da içimize bir düzine sızıların aktığını hissederiz. Bir attâr dükkânı içinde ıtriyyat bulunmadığı zamanlarda dahi, oraya uğrayanları, eski günlerden kalma kokularla mest ettiği.. ve hazâna uğramasına rağmen, mevcudiyetini devam ettirebilmiş bir gül, bütün bir gül bahçesinin özünü, esasını, rikkat ve hasretini gönüllerimize boşalttığı gibi, ruhlarımıza sızan bu manâ ve bu hülyâlar da, yaşandıkları zamanların bütün çeşnilerini ruhlarımıza öyle tattırıp duyurmaktadırlar. Bu itibarla, kâh eskilerle beraber aynı zevk, aynı hazları paylaşarak köpürür, kâh o eski günlerde bir kısım dinamikleri yerinde kullanamayıp itile-kakıla bu günlere sürüklendiğimizden dolayı iç geçirir ve yutkunuruz.
Fert olarak -ile'l-ebed- ölmemezlik elimizden gelmediği gibi, sonsuza kadar millî ihtişâmımızı sürdürmemiz de mümkün değildi ve düşünülemezdi. Önemli olan, milletçe, millî hasletlerimizle çeşit çeşit ölümleri atlatarak bugünlere kadar ayakta kalabilmemizdir ve kanaatimce soylu milletimiz, bunca asimilasyona rağmen hâlâ yeni yeni nesiller doğurabilme velûdiyetini korumaktadır ve mevsimi gelince doğuracaktır da.
Aslında bizim, sık sık geçmişin kapılarını aralayıp yeni nesillerin onunla tanışmasını temine çalışmamız da işte o doğurganlığı hızlandırmaya yöneliktir ki; ne kadarını yapmaya muvaffak olduğumuzu, yaptıklarımızın da ne kadarının ihlâsla yapıldığını Allah bilir.
Evet, bizim mâzi tutkumuz, bir nostalji değil, geçmişe ve geçmişlerimize karşı bir kadirşinaslık ifadesi ve geleceği onun üzerinde nakşedip şekillendireceğimiz muhteşem kaneviçeyi araştırma gayretidir.
Sızıntı, Mart 1989, Cilt 11, Sayı 122
.
Geleceğin emniyet ve güven üzerine kurulması, geçmişin iyi bilinip tanınmasına, hissedilip ruhlarda korunmasına bağlıdır. Geçmişimizi bize en iyi duyuranların başında da şüphesiz, mescitlerimiz, ezanlarımız, ilâhîlerimiz, serhat türkülerimiz, mehterlerimiz ve bu kaynaklardan fışkıran sanat ve edebiyatımız gelir. Bugün o koskoca geçmiş büzülüp sıkışmış ve bunların içine sinmiş gibidir. Ne zaman mescitler, ezanlar, ilâhîler, mehterler kurcalansa, özlerinde geçmişin buğusu ve şanlı milletimizin kokusu duyulmaya başlar. Bunlar, bizlerle, cedlerimizin gönüllerinin ortak duygu ve düşüncelerinin mahsûlü; müşterek hislerinin birer ifâdesi, geçmişe âit aşkların, şevklerin kaynağı ve hâtıralarımızda yaşayan, kan ve damarlarımızla bütünleşen birer ruh gibiydi. Kendi derinliklerimize dalarak sînelerimizdeki cennetleri görmek, mahrem duygularımızı coşturarak ebedî vuslata hazırlanmak için bunlar âdeta birer sihir, birer füsundu.
Mâzinin derinliklerinden gelen ses ve solukları dinlemek, bu çığlıkların yükseldiği o uhrevî âlemlerin koridorları sayılan mescitler, tekyeler, zâviyelerle ötelerin kapılarını zorlamak ibadetin aynı zevk haline gelmesi, vazifenin aynı mükâfat olması gibiydi. Evet, inanan gönüller bu yerlerde, aşkın, îmanın ruhunu bulur ve içlerinde öbür âlemin aks-i sadâsını duyarlardı.
Minarelerin alevden sesleri dörtbir yandan duyulunca, ezan bir mûsikî gibi ruhlara siner, dinleyenlerin heyecanları mûsikîleşir ve artık aşkla coşan binlerce ruhun, bakışları derinleşen binlerce gözün, ışığa koşan binlerce pervanenin derin bir haşyet ve saygı ile O bilinmeze doğru akıp gittikleri görülür ve âdeta bütün dünyâlar, onların duydukları seslerden, koştukları aydınlık iklimlerden ve soluk soluğa yaşadıkları heyecanlardan ibaret kalırdı. Bu ilâhî sesler, bu lâhutî nağmelerle lâl kesilen binlerce insanın sükûtu, inançlı gönüllerde bulunan aşk, şevk ve sevda dolu hisler nâmına da söylemek niyet ve mükellefiyetiyle arş ve ferşi çınlattıran bir şive ile edâ edilirdi. Bazen umûmî teveccühün tabiî bir hâl aldığı öyle zamanlar olurdu ki, kendilerini manânın çağlayanlarına salıp bütünüyle mânevîleşen bu insanların hissiyatlarını ancak ezanlar ifâde edebilmiş gibi, bütün bütün susar ve ruhun derinliklerine ışıktan kıvılcımlar saçan o kelimelerin sihriyle büyülenir, sînelerinden yükselen heyecanlara, aşk ve şevklerinden fışkıran seslere kendi-lerini kaptırırlardı ve artık gözleri hiçbir şey görmezdi.
Ezan sesleri, ma'bed uğultuları sihirli anahtarlar gibi uyuyan bütün gönül kapılarını açar, açar da kendilerini bu ilâhî musikî zemzemesine salanlar, bu seslerde, kendi ruhlarından yükselen nağmeleri duyar; kendi aşk ve heyecanlarını dinler gibi olurlardı. Hele O'na yüzünü çevirirken gönlünün derinliklerine yönelebilenler, duâlarla, ricâlarla sık sık gidip O'nun kapısını vuranlar; îmanla, aşkla dolmuş, ruhlarının duyuş, düşünüş ve tasavvurlarını, ifşâ edilmedik hislerini, terennüm edemedikleri seslerini bu "lisân-ı Muhammedî" de bulur; bu sayede günde birkaç defa dolar ve boşalırlardı...
Ma'bedlerde, sînelerin dilleri çözülür gibi olur ve onun ferah-fezâ harîminde herkes, güzeller güzeli Yüce Yaratıcı'ya seslenme seviyesine erer, seslenme zevkini duyar ve O'na karşı olan aşk ve muhabbetini gönüllerden taşan bir edâ ile yerine getirirdi. Sanki ma'bed her zaman, hep aynı ruhla imânın, ümidin müterâdifi sayılan aşk ve şevki söyler gibi gelirdi. Evet, onda köpüren hüzünlerde bile, bir başka şevk, bir başka haz çağlamaktaydı. Oradaki hasret ve hicran iniltileri bir bakıma hekime "arz u hâl" ve yaraya neşter vurma manâsına geldiği için dolaylı bir zevk ve lezzet demekti.
Bütün bir ömür boyu gönüllerimizde birikmiş rüyâların, arzuların, onun içinde tahakkuk edeceği ümidini kazandığımız ibâdet, bütün dertlere devâ gibi olup da, ruhlarımızı şefkatle kucaklar ve düşüncelerimize saadet ümîdi salarak, inancın arka yüzündeki cennetleri gösterirdi. İbâdetler içinde devamlı mırıldanan, sayıklanan, haykırılan şeyler, ruhların vuslat arzusu, ebediyet isteği, Allah'ı sevme ve Allah tarafından sevilme iştiyakıdır. İbâdet, bütün ihtiyaçları karşılamak için Allah tarafından gönderilmiş öyle semâvî bir sofradır ki, o sofradan istifâde etmesini bilenler, her gün birkaç defa istidat ve kabiliyetlerine göre O'nunla halvet olabilirler.
Ezan sesleri, ma'bed uğultuları sihirli anahtarlar gibi uyuyan bütün gönül kapılarını açar, açar da kendilerini bu ilâhî musikî zemzemesine salanlar, bu seslerde, kendi ruhlarından yükselen nağmeleri duyar; kendi aşk ve heyecanlarını dinler gibi olurlardı. Hele O'na yüzünü çevirirken gönlünün derinliklerine yönelebilenler, duâlarla, ricâlarla sık sık gidip O'nun kapısını vuranlar; îmanla, aşkla dolmuş, ruhlarının duyuş, düşünüş ve tasavvurlarını, ifşâ edilmedik hislerini, terennüm edemedikleri seslerini bu "lisân-ı Muhammedî" de bulur; bu sayede günde birkaç defa dolar ve boşalırlardı...
Ma'bedlerde, sînelerin dilleri çözülür gibi olur ve onun ferah-fezâ harîminde herkes, güzeller güzeli Yüce Yaratıcı'ya seslenme seviyesine erer, seslenme zevkini duyar ve O'na karşı olan aşk ve muhabbetini gönüllerden taşan bir edâ ile yerine getirirdi. Sanki ma'bed her zaman, hep aynı ruhla imânın, ümidin müterâdifi sayılan aşk ve şevki söyler gibi gelirdi. Evet, onda köpüren hüzünlerde bile, bir başka şevk, bir başka haz çağlamaktaydı. Oradaki hasret ve hicran iniltileri bir bakıma hekime "arz u hâl" ve yaraya neşter vurma manâsına geldiği için dolaylı bir zevk ve lezzet demekti.
Bütün bir ömür boyu gönüllerimizde birikmiş rüyâların, arzuların, onun içinde tahakkuk edeceği ümidini kazandığımız ibâdet, bütün dertlere devâ gibi olup da, ruhlarımızı şefkatle kucaklar ve düşüncelerimize saadet ümîdi salarak, inancın arka yüzündeki cennetleri gösterirdi. İbâdetler içinde devamlı mırıldanan, sayıklanan, haykırılan şeyler, ruhların vuslat arzusu, ebediyet isteği, Allah'ı sevme ve Allah tarafından sevilme iştiyakıdır. İbâdet, bütün ihtiyaçları karşılamak için Allah tarafından gönderilmiş öyle semâvî bir sofradır ki, o sofradan istifâde etmesini bilenler, her gün birkaç defa istidat ve kabiliyetlerine göre O'nunla halvet olabilirler.
Zâviye ve zikirhâneler, gönüllerde uyuyan aşk ve şevk ateşini rüzgarlar gibi körükler, tutuşturur, kızıştırır; tepeden tırnağa bütün ruhları sarar ve herkesin iç dünyâsında büyük yangınlar meydana getirirdi. Binlerce mahrum ve görgüsüz ruh bu âteşînî iklime girince kor kesilir, üzerindeki isi-pası atar, saykıllanır ve pırıl pırıl olurdu. Herkes derin bir aşk hummâsına tutulmuş, derin bir hamâsetle şahlanmış gibi, beşerî kayıtların cidarlarını zorlar, cismaniyetin hudutlarından dışarıya çıkar ve namütenâhîliğe yelken açmışçasına sonsuzluğa, hudutsuzluğa doğru heyecanla çırpınırdı.
Uhrevî âlemlerin sofaları sayılan zâviye ve zikirhâneler, ötelere âit rüyâların tahakkuk edeceği, ilâhî aşkların vuslatlara açılacağı; ruhların yerçekiminin olmadığı kuşağa ulaşacakları ve herkesin sevme ihtiyacını, sevilme arzusunu; mutlu olma emelini gerçekleştirebileceği gönüllerin buluşma ve halleşme yerleriydi. Bu tatlı rüyâda, herkesin kendi hayatı, gönlünün husûsî iklimiyle bütünleşir, ruhlardaki vahşetler zâil olur gider, yabancılık bütün bütün silinir yok olur ve her yanda, dost ikliminden gelen esintiler "üns esintileri" hissedilmeye başlardı. Aklın, verâların, verâların... verâsında diye hükmettiği gerçek, kalbin yaklaştırıcı dünyâsında kemmiyetsiz, keyfiyetsiz yakınlardan daha yakın olurdu.
Yeryüzünde Hakk evleri olmaya şâyeste bu mübârek yerler, bizim için imkânsız gibi görünen şeylere imkân kapılarını açar, aşılmaz sanılan engelleri parçalar, dağıtır, mürîdi murâda ulaştırma yollarını kolaylaştırır ve aklın takılıp kaldığı yerlerde, müdâvimlerini gönlün ışıktan kanatlarıyla sonsuzluğa uçururlardı.
Bu aydınlık atmosferde, toplum birbirini muhabbetle kucaklar; onun her kesiminde tatlı bir bahar havası esmeye başlar ve her yanda âdeta Cennet kokuları duyulurdu. Hatta, maddiyâtın boğucu ikliminden kurtulamamış beden insanları bile, bu iman ve aşk devrinin cûş u hurûşu içinde böyle bir topluma mensup olmanın hazzını duyar, böyle bir devri idrak etmekle başlarının semâlara ulaştığını hissederlerdi. Evet, bu ibtidâî insanlar bile, şimdikinden çok başka, oldukça derin; hiç olmazsa zirvelerde yaşanan hayattan habersiz ve nasipsiz değillerdi. O gün, ma'bed ve zâviye her insanın anlayabileceği bir dil kullandığı gibi, örf, âdet, töre ve millî kültür de sıkı bir korunma altında ve herkese bir şeyler anlatabilecek mahiyetteydi. Toplumu dörtbir yandan kuşatan manâ ve ruh, herkese, mutluluğun sihirli kapılarını açıyor ve gönüllere saadetlerin en erişilmezini duyuruyordu.
Evet, esnafıyla-memuruyla, siviliyle-askeriyle, beyiyle-çobanıyla, bütün bir millet, binlerce duygu ve düşüncenin yerleşip meydana getirdiği mübârek bir telakki ve itikat ırmağında yüzüyor gibi, sefaya, huzura açık yaşıyor ve yarınları hep ümitle süzüyordu. Bu insanların kurdukları medeniyet, dünyâ-ukbâ düşüncesini birden kucaklıyor, bura ve öteler muvazenesine bağlılığı elden bırakmıyor ve her işinde Allah'la beraber olmayı esas alıyordu. Asırlarca insanımızı hava gibi saran, nur gibi ruhlarına nüfuz eden bu medeniyet sayesindeydi ki, bu insanlar tâlihlerini seviyor, kabulleniyor, ona baş eğiyor ve streslere, hafakanlara girmeden, huzur içinde yaşıyorlardı. Bu medeniyet ahiret ve ebediyete inanan, dünyâ ile alâkalı olduğu kadar, semâlara da açık bulunan bir medeniyetti. Ruh ve maddenin birleşik âleminde bütün kanaatlar, gönüllere öteleri rasat ettirdikleri için, bu medeniyet, en sağlam temeller üzerinde, en sarsılmaz ehramlar gibi yükseliyordu.
Bu duygu, bu düşünceyi paylaşanlar için yine de yükselebilir, tekrârı muhâl değil...
Sızıntı, Nisan 1989, Cilt 11, Sayı 123
.
Bir zamanlar bambaşka güzellikleri, büyüleyici iklimi, ruhlara kucak açan tabiatı ve sonsuza uyanmış insanıyla bu ülke, kervanların konup kalktığı, seyyahları, onun altın yamaçlarında tenezzühe çıktığı, gönül ve ruh insanlarının Ka'be yolcuları gibi akın akın koşup ona geldiği ve bir ibadet neşvesi içinde onun güzelliklerini yudumladıkları eşi-menendi bulunmayan bir Cennet köşesiydi...
Evet, bu ülke ve onu ayakta tutan dinamikleri yerinde görmek için dünyânın dörtbir yanından merak ve ziyaret arzusuyla coşan sîneler, hep ona koşar; onun ovasında-obasında, dağında-bayırında, bahçesinde-bağında ve melekleri andıran insanları arasında hayret ve hayranlıklarla dolaşır, ayrılırken de hasret ve hüzünlerle ayrılırlardı. Bu tılsımlı ülke rengârenk güzellikleri ve başdöndürücü ihtişamıyla misafirlerini öyle büyülerdi ki, gelenler âdeta bu füsunla çarpılır ve bir daha da onun atlas ikliminden ayrılmak istemezlerdi. Vâkıa, onun zümrüt çayırlarında yaşayanlar, ülfet ve ünsiyetle bazan bu füsun ve büyüleyiciliği sezemedikleri, dolayısıyle de lâubaliliğe, alâkasızlığa düştükleri olurdu; ama, dıştan gelenler için o, her zaman Cennet yamaçlarını, insanı da melekleri hatırlatacak mahiyette pırıl pırıl idi.
Hele, dağlarının masmavi semalarla bütünleştiği; sahillerinin gökler gibi derinleştiği; binbir renk ve ışık oyunlarına ma'kes yamaçlarının gölgelerle oynaştığı; şâhikalarının mehip duruşlarıyla birer hatib gibi, kendilerine has lisanlarla gürül gürül ses verip durduğu; ince ve yumuşak tabiatının kıvraklardan kıvrak o çarpıcı beyanı ve büyüleyici manzarasıyla, sonsuzdan gelen ve sonsuza açık olan en derin, en yüksek bir şiiri ruhlara fısıldadığı; mehtabının, gümüş bir fânusdan sızıyor gibi etrafa saldığı ışık hüzmeleriyle yeryüzünü âdeta semavîleştirdiği; güneşinin, bitevî urbalarını atıp bütün çarpıcılığı ve yakıcılığıyla, hemen her mevsim göz ve gönüllerimize aydınlık ve neş'e salıp durduğu.. yıldızlarından her zaman ruhlara birer füsun, birer hayal ve birer hayretin akıp geldiği ve bütün bu güzelliklerin yanında tıpkı bir gökkuşağı gibi tüllenen bu binbir renk ve âhenk cümbüşü altında, Sonsuz'dan gelen râbıtalarla birbiriyle sarmaş-dolaş olan ve birbiriyle kaynaşıp bütünleşen genç-ihtiyar, kadın-erkek en temiz, en duru, en samimi ve en derin duygularla kaderlerine tebessüm edip saadetten saadete kanatlanan bu insanlar ve onların ülkesine denk ikinci bir dünyâ gösterilemezdi...
Yüce Yaratıcı onların önlerine, inanç, aydınlık ve ruhânî hazlar adına manzaraların en güzellerini sermiş, bu başdöndürücü güzellikler karşısında onları ölümsüzlüğe uyarmış ve gönüllerini itminana kavuşturmuştu. Ve artık onların nazarında hayat ne bir bilmece, ne de idrak edilmez, manâsı anlaşılmaz bir sır değildi. Onların nazarında hayat teneffüs edilen bir râyiha, dile-damağa karışan bir lezzet, ruhun derinliklerinde duyulan bir tad haline gelmişti.
Bu ülkede ilme, inanca, düşünceye açılmış muhteşemlerden muhteşem tabiat kitabı ve onu didik didik edip anlamaya çalışan, hallaç edip özünü araştıran gayretli dimağlar, hüşyâr ruhlar; onun esrarına meftun doyma bilmeyen kadirşinas gönüller ve bütün ömrünü bu ülkeyi imara vakfetmiş çelik iradeler, azimli fıtratlar dıştan gelen seyyah ve misafirlere rüyâlar kadar tatlı en büyük hazları yaşatırlardı.
Onun ovalardan obalara, zirvelerden sahillere uzayıp giden güzellikleri, sanata uyanmış gönüller üzerinde o kadar tesirli olurdu ki, uhrevîleşen bu manzaraları seyre dalanlar, seyrettikleri şeylerin müşahedesine asla doymaz; bu fırsatı kaçıranlar da kendilerini levm ederlerdi.
Aradan bunca yıl, bunca zaman geçmesine rağmen, hâlâ, içimizde parıldayıp duran ışık hüzmeleri, göz ve gönüllerimizi dolduran ihtişamıyla, o günlerle o kadar içli-dışlı bulunuyoruz ki; bir adım atsak hemen içine girecekmişiz gibi geliyor. Ruhlarımızın böylesine geçmişle bütünleşmesi sayesindedir ki, belli bir zaman dilimi içinde, bizi ayakta tutan bütün dinamiklerin kulakardı edilmesine, tarih ve tarihî değerlerin hafife alınıp geçmişe sövülmesine, ülkenin bir baştan bir başa harabelere çevrilip vatan evladının dilenciler haline getirilmesine, iyilerin, inançlıların, faziletlilerin hor ve hakir görülüp, fenâların, münkirlerin, millet düşmanlarının alkışlanıp başlarda gezmesine rağmen, onlar şanlı mazilerinden kopmadılar ve kopmayacaklar.
Evet, her şeye rağmen günümüzün nesilleri, geçmişten şimdilere sarkan o ebedî güzelliklerden paylarını almak için, ruhlarını cetlerinin dünyâsına açık tutuyor ve oradan gelen ışık tayflarıyla yollarını aydınlatarak kendi çizgilerini bulmaya çalışıyor ve ona doğru kayıyorlar. Bizimle aynı memeden süt emmeyenler buna inanmasalar bile, en büyük tefsîr ve takdirlerin yazar-bozar tahtası sayılan zamanın, bütün düşmanları ümitsizliğe, bütün dostları da sevince gark edecek olan o parlak yorumu er-geç tahakkuk edecektir.
Evet, aradan yıllar ve yıllar geçse de, gidip de bugüne kadar dönmeyen şanlı akıncının bir gün tıpkı ufukta tulû eden bir ay gibi eski yerinden bir kere daha doğacağını vicdanlarımızda duyuyor ve asırlardan beri ülkemizi saran karanlıkların, mutlaka, yerlerini aydınlıklara terkedeceğine inanıyoruz.
Ne olursa olsun, muhteşem geçmişin güzellik ve füsunu gönül ve hâtıralarımızda hâlâ o kadar canlı ki, bu ülkede, bize ait her şeyin sesi kısılsa, şanlı mâzinin temel dinamikleri bütünüyle sarsılsa, tarihin ağzına kilit vurularak tamamen susturulsa veya söyledikleri artık duyulmaz olsa bile, bizler, hayâlen şanlı atalarımızın dolaştıkları noktalarda dolaşıyor; onlarla kucaklaşıyor; ruhlarımızda onların soluklarını duyuyor; onlarla kolkola zirvelere, zirveleşmelere ulaşıyor ve târihî devr-i dâimler adesesiyle şimdiden yarınki mutluluklarımızı seyrediyor ve kendimizden geçiyoruz.
Sızıntı, Kasım 1988, Cilt 10, Sayı 118
.
Şanlı devirlerimizi bütün ihtişamıyla ihya edip geriye getirmek, "dünü" bir kere daha yaşamak gibi imkânsızdır. Ne var ki, milletçe varlık ve bekâmız, bu muhteşem devirlerle çok alâkalı ve içli-dışlıdır. Bizim de ona karşı lakayt kalmamız mümkün değildir.
Bu önemli hususu çok iyi bilen düşmanlarımız, dünden-bugüne, bize olan düşmanlıklarını bütün bir târih boyu bizi ayakta tutan hayâtî dinamikleri yıkmak ve millete millet ruhunu unutturmak istikâmetinde teksif etmişlerdir.
Evet, asırlardan beri millet düşmanlarının, bu millete karşı en sinsi, en şeytânî plânları dâima onun ruh ve vicdanını şanlı geçmişinden koparma, onu millî değerlerine karşı yabancılaştırma ve özünden uzaklaştırma istikâmetinde olmuştur. Zira, millî ve dînî değerlerinden mahrum edilen milletlerin, en emin kuvvet kaynaklarını, en müstahkem siperlerini kaybedeceklerini onlar da çok iyi biliyorlardı. Onun için öteden beri, sürekli olarak, ruh kökümüze, mukaddeslerimize, geçmişe ve geçmişlerimize hücum edip, onları karalamadan geri kalmadılar.. kalamazlardı da; çünkü bizler, o kök, o değerler ve o ölülerin semereleri ve devamlarıydık...
Her milletin, asırlar boyu, varlığını onlara borçlu bulunduğu değerlere saygı duyması, onları, yerinde ta'zim, yerinde de hasretle anması gayet tabiîdir. Hele bu değerler, o milletin rüyâları ve hülyâları haline gelerek nesiller ve nesiller boyu onların hatıralarında yaşamış; irâdelerine fer, ruhlarına şevk, ümitlerine de payanda olmuşsa...
Bizler, bugüne kadar hâtıralarımızda devam edegelen, çağlar ve çağlar boyu gönüllerimizde yaşayan dînî ve millî değerlerle ayakta kalabildik ve bugünlere gelip ulaştık. Bu itibarla, kaç asır sonra gelirsek gelelim kendimizi onlardan hiç mi hiç uzak hissetmedik. Onlar da bizden ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, duygu ve düşünce dünyâlarımızda hep dipdiri ve taptâze kaldılar.
O devirler, her şeyimizle bizlere, ruhlarımıza, güç kaynaklarımıza, göz kamaştırıcı ihtişamlarımıza dâyelik yapmış mübârek zamanlardır. Onun için her millette olduğu gibi, bizim için de soyunda muhteşem devirlerin temsil edildiği mâzi, elbette pek çok yönleriyle câzibedar ve büyüleyici olacaktır. Ve elbette ona karşı lakayt kalınamayacaktır. Kışlar, karı-soğuğu; geceler, karanlığı-yalnızlığı; gündüzler, aydınlığı-renkliliği; tabiat, rengârenk manzaraları-meşherleri; şehirler, köyler sihirli iklimleri -gelin endamları; ufuklar, sonsuza açık buğuları- hüzünlü atmosferleri; düzlükler, hülyâlı güzellikleri - gönüllerimizi çalan büyüleriyle ruhlarımıza bir şeyler mırıldanarak, sık sık bizleri, içinde bulunduğumuz zamandan uzaklaştırıp, geçmişin ferah-feza yamaçlarında ve onun hülyâ dolu iklimlerinde gezdirirken, ona karşı nasıl lâkayd kalınabilir ki..!
O devirler, kendi çocukluk ve gençliğimizi yaşadığımız aynı anda, şanlı geçmişimizi omuzunda bayraklaştıran soylu şehit ve gâzilerimizle buluşup kaynaştığımız mukaddes diyarlar ve mübârek zamanlardır. O devirler, analarımızın sevgi ve mehâbet tüten yüzleri, atalarımızın sarsılmayan ümit ve emelleriyle tımâr edilmiş öyle mübârek bir bahçedir ki, her an ayrı ayrı güzellik ve ihtişamları, her mevsim başka başka çiçek ve meyveleriyle hâlâ başlarımızı döndürmekte, hâlâ gönüllerimize Cennet râyihaları salmaktadır.
Bizler, o eski günlerin ve o eski güzelliklerin, yeni bir edâ ile esip ruhlarımızı okşamasından anlıyoruz ki, meğer o ilâhî günlerin sesi de -sükûtu da, ızdırabı da- zevki de, hâlin ma'nâsız zevkine- safâsına nispeten âdeta bir cennetmiş...
Yakın geçmişimizde bizler, bir hayâlî gelecek adına mâzideki bütün güzellikleri hafife aldık ve nicelerini tahrip ettik. kim bilir, bu sorumsuzca davranışlarla ne değerler yıkılıp gitti; ne hayâtî dinamikler nesillere unutturuldu..! Bâri şimdi olsun, va'dedilen şeylerin birer vehimden ibaret olduğunu anlayıp, heder olan bunca zaman, bunca sa'y için oturup ağla-yabilseydik..! Ama, ihtimal ki, henüz yitirdiğimiz bunca târihî değerin kıymetini idrak edemedik...
Bizim için hep değerler dünyâsı olan geçmiş, daima tâze, daima enfes ve daima en büyüleyici bir zaman dilimi olmuştur. Onun bu eskimeyişi, tâzeliği ve büyüleyiciliği içindir ki, hep ona itimat eder ve onu severiz. Bizler, zaman zaman sarsılırız; zaman zaman kuvvetlerimiz za'fa uğrar, cesaretlerimiz kırılır, ama o, solmadan, pörsümeden, bütün ihtişam ve debdebesiyle hep devam eder. Evet, o ihtiyarlayıp yıkılma, hazâna uğrayıp savrulma bilmez. Yeryüzü zaman zaman şekil değiştirir; karalar deniz, denizler kara, bağlar dağ, dağlar da bağ olur ama, kendi güzellikleriyle geçmiş, olduğu gibi kalır. İşte, bizler de onu, böyle hiçbir gücün yerinden kımıldatamadığı bu yönleriyle sever, bu yönleriyle kalbimizin en mûtena yerinde muhâfaza ederiz.
Civanlar yaşlanır, yaşlılar ölür, ölüler çürür.. sevgiler gider, aşklar söner, neşeler bulanır.. irâdeler felç olur, ruhlar yıpranır, gönüller kararır ama, zihinlerde birer "yâd-ı cemîl" olarak yaşayan geçmişin ibret dolu, ders dolu, hayat ve canlılık dolu cennetleri ne sararır, ne de solar.
O, yamaçlarının güzelliği, zirvelerinin vakûr ve mehâbetli duruşu, bahçelerinin cennetleri andıran renkliliği, çiçeklerinin hazan bilmeyişi ve insanının kendi özüne, kendi ruh köküne sımsıkı bağlı kalışıyla daima güzel ve daima sevimli olmuştur.
Bu sevimli dünyâ, bize ait bütün zamanlar ve o zamanlar içinde elde ettiğimiz kıymetlerin akıp akıp meydana getirdiği öyle bereketli bir havuzdur ki; bizler, bu efsanevî zenginliğe sahip olduğumuz ve bu tükenmez hazinenin başında bulunduğumuz sürece ne yokluk görür, ne de sıkıntıya düşeriz. Bu hazine, asırlar boyu devam edegelen ve en değerli pırlantalardan daha değerli, daha sağlam, daha güzel dinî ve millî hayatımızın esasları sayılan cevherlerin mecmû'udur. Ve yeryüzünde onun kıymetine denk kıymet de yoktur.
Bizler, ne zaman samimi bir yürekle ona yönelsek, hemen onun o tılsımlı kapıları ardına kadar açılır; aradığımız her şeyi, onun o sihirli iklîminde bulur ve iliklerimize kadar âdeta, yeniden varlığa erdiğimizi duyarız ki, bir adım daha atsak şanlı cedlerimizle yüzyüze gelecek gibi oluruz.
Sızıntı, Eylül 1989, Cilt 11, Sayı 128
.
Geceler, o tertemiz siyah örtüsüyle bütün bir varlığı sarınca, bir kısım karanlık ruhlar kendilerini her şeyden kopmuş, yalnız ve garip hissederler. Oysa ki, en karanlık anlarda, en tenha yerlerde, en kimsesiz çöllerde dahi O, hep bizimle beraberdir. O gariplerin enîsi , kimsesizlerin kimsesi ve çaresizlerin çaresidir.
Kırık gönüllerin inkisârını bilen, onulmaz dertlere derman gönderen, ikliminden gelen esintilerle ruhlarımızdaki yalnızlık ve vahşetleri silen yalnız O'dur. O'na yönelen, açılacak bir kapıya yönelmiş olur; O'na yalvaran matlûbuna ermiş sayılır.
Eserlerinde O'nu bilip, vicdanında O'nu duyup tanıyanların, bilip öğrenecekleri başka şey kalmamıştır. O'nun marifetine erenlerin dimağında bilgi parçaları, elmas sütunlar üzerinde fîrûze kubbeler haline gelir. O'nu tanımayan ruhlarda ilimler evhâma inkılâp eder; ilimlere mevzû teşkil eden varlık ise cansız cenazelere dönüşür.
O'na inancın aydınlık ikliminde bütün varlık bir baştan bir başa alabildiğine netleşir; eşyâ ve hâdiseler üzerindeki duygu ve düşünceler durulardan duru hâle gelir ve her şey akar O'na ulaşır. Bu saf duygu ve düşünceler ile, O'na yaklaşıp, O'na yalvarıp yakarmasını bilenler insanların en talilileridir.
Bunu böyle bilerek, dağ-bayır, çöl-şehir, gece-gündüz yalnızlığını hissettiğin vakitlerde, kalk bütün benliğinle O'na yönel; kalbinin kapılarını O'na aç, büyük-küçük acı ve ızdıraplarını, arzu ve isteklerini bir bir O'na şerhet! Acılarının dindiğini, ızdıraplarının, yerlerini huzurlara, itminanlara bıraktıklarını duyacak ve ruhunun dörtbir yandan iltifât esintileriyle sarıldığını hissedeceksin.
Belki, sen O'nu, cismaniyete ait kıstaslar içinde hiçbir zaman görüp duyamayacaksın. Ama O, her lâhza binbir emâre ve işaretlerle varlığını senin vicdanına duyuracak, yakınlığını sana hissettirecek ve yer yer gönlünün dudaklarını tebessümlerle süsleyecektir.
Geceler bu vâridâta açık yamaçlar gibidir. Kalbini Hakk tecellîleri karşısında pırıl pırıl bir ayna haline getiren hakikate uyanmış ruhlar, gecenin gelişiyle seccadelerinde pusuya yatar ve tecellî avına çıkarlar. Sen de yapayalnız kaldığın zamanlarda gecenin yamaçlarını kolla! Oraların Dost'a halvet yeri ve gurbet dakikaları da halvet zamanı olduğunu bil; bütün hissiyatınla O'nun huzuruna gir ve kalbinin sırlarını bir bir O'na say, dök! Dertlerini sadece O'na aç; O'nun huzurunda inle ve başını O'na giden yollarda ilk eşik sayılan secdegâha koy ve bekle..! Gönül dünyâna doğru içiçe kapıların açıldığını duyacak, O'nun varlığının ışıkları altında eridiğini hissedecek ve deryâya düşen bir damla gibi kendi hesabına kaybolup gidecek, sonra da hesaplar üstü bir kuşakta okyanusların dev dalgaları ile bütünleşeceksin...
Senin varlığın içinde bir iç, için içinde ayrı bir iç ve iç içe içler seni, sürekli, daha derinliklere, daha genişliklere ve daha zirvelere doğru çekip götürecek. Bu iç içe derinliklere yelken açabildiğin ölçüde, kendini ötelerin en baş döndürücü bâkir iklimlerinde, Cennet'in o sonsuza açık yamaçlarında tenezzühe çıkmış gibi duyacak ve her yeni adımda Allah'a yaklaşmanın ayrı bir lütfunu göreceksin.
Dıştan başka bir şey görmeyip, içindeki büyüklüklere, ihtişamlara, derinliklere ulaşamayan ruhlar, sürekli karanlıklar içinde bocalar durur ve bir türlü hasretlerden, buhranlardan kurtulamazlar.
Keşke onlar da, pırıl pırıl bu semâlar kadar derin, cihanlar kadar geniş, kendi mahiyetlerindeki derinlikleri sezebilselerdi..! Keşke onlar da, gerçek insanlar gibi içlerindeki aydınlığa açık noktaları keşfedip vicdanın dümdüz yollarında, Yüce Yaratıcı'nın gönül gözlerine saldığı ışıklarla o âlemlere ait sırları avlayabilselerdi.
Birer nüve halinde, içlerindeki bu aydınlık yolları bulamayanlara, bir ömür boyu en yüksek hakikatten habersiz yaşayanlara ve maddî mesâfelere takılıp kalarak, sonsuzluk mesâfelerini sezemeyenlere bilmem ki, acısak mı; üzülsek mi; yoksa, gözlerinin açılması için duâ duâ yalvarsak mı..?
Sızıntı, Temmuz 1988, Cilt 10, Sayı 114
.
Bir zamanlar bizim dünyâmız, kendine has renk ve ışıkları, güzellik ve derinlikleriyle müşahedesine doyum olmayan bir meşher ve başlı başına bir kültür; bir medeniyet ülkesiydi. Bu ülkede hayat o kadar sıcak ve yumuşak, o kadar câzip ve imrendirici idi ki, buraya, cihânın dört bir yanından hac kafileleri gibi kervanlar teşkil edilir ve onun yamaçlarında tenezzühe koşulurdu. Onu tanıyamamış olanlar, her bucakta ve her köşe başında ayrı bir sürprizle büyülenir gider; ona ait ihtişam ve güzellikleri tanıma fırsatını bulanlar da bir daha bu cazibe ikliminden ayrılmak istemezlerdi.
Bu dünyâda şehirler, köyler maddî ve mânevî râbıtalarla sımsıkı birbirine bağlı ve bütün ülke köyü, kasabası ve şehirleriyle büyük bir kent gibiydi. Bu ideal sitedeki bütün insanlar, derin bir ahlâk safveti, sağlam bir din şuuru ve sarsılmaz bir millî vahdete sahiptiler... Ve bu sayede de erişilmez bir huzur ve saadet içinde yüzüyorlardı. Hemen her yerde hayat, o kadar hâdisesiz, o kadar nizâsız ve o kadar tecavüzlere, cinayetlere kapalı sürer giderdi ki, insaflı seyyahlar burada her şeyin mucizevî cereyan ettiği zehâbına kapılır.
Burada herkes, iyilik ve güzelliklerle dolar boşalır; herkes birbirinin hayırhahı olduğu şuuruyla hareket eder, herkes, umumun şeref, haysiyet ve namusunun muhafızı gibi davranır ve herkes toplumun mes'ûd olması yolunda; içten gelen bir samimiyet, fevkalâde mürüvvetli ve fevkalâde duyarlı olmaya gayret gösterirdi... İmkânı olanlar imkânlarıyla devletin ve milletin emrine amâde yaşar; imkânsızlar da sağa sola yüzsuyu dökmeye mecbur edilmezlerdi. Evet, ikinciler bir şey isteme âdiliğine itilmez, birinciler de verdiklerini duyurma bayağılığına düşmezlerdi.
Bu ülkede bütün vey, güzellikler, hayırlar tamamen müesseseleşmişti.. ve ülke insanı da âdeta, Hakk'ın inâyetini temsil ediyor gibi, hayatın her kesiminde düşkünü, muhtacı, kimsesizi kucaklıyor; alîle, yolda kalmışa ve perişana el uzatıyordu. Bunca tırpanlanma ve hırpalamadan sonra bile, her biri birer ince manâ ve rûhî derinliğe işâret eden o zariflerden zarif ma'bedler, medreseler, şifâhaneler, tekyeler ve zâviyeler şanlı soyumuzun düşünce ve şefkat buudlarını göstermeleri bakımından ne talâkatli birer lisan ne erişilmez birer beyandırlar..!
Keşke bunların hiçbirini bozmadan, zâyi etmeden ve kadirbilmezlerin gadrine uğratmadan, hiç olmazsa birer müzelik eşyâ gibi, bulunduğumuz çağa taşıyabilseydik! Heyhat, bir döneme ait nesillerin takdirsizliği, hissizliği, kadirnâşinaslığı yüzünden, her biri başlı başına birer açık hava müzesi teşkil eden o koskoca târihî hazineler ve o muhteşem güzellikler meşherleri kaybolup gitti.
Mezarlıklar dahi onun sanatının fesahatlı bir dili ve ötelere uzanmış rengârenk birer dalı haline gelen manâ ağırlıklı bu yüksek medeniyet, arkada bıraktığı mamurelere denk harâbeleri, kitaplar gibi kitabeleri, müzeler kadar parlak kabristanlarıyla hâlâ başdöndürücü bir endama sahip ve hâlâ kalb ve vicdan insanlarını büyülemekte...
Bugün birçok kimse, o muhteşem medeniyetten arkada kalan her şeye ölmüş dağılmış bir cenazenin parçaları nazarıyla bakıyor. -Ölüp parçalanmayacaklar sevinsin!- Medeniyetler de, mezarlardaki insanlar gibi fânidirler: Bir bir gelir, bir bir varlığa erer, bir bir giderler. Bu geliş ve gidişte ne geleni engellemek ne de gideni durdurmak mümkün değildir.
Ancak, iyilik ve güzellik düşüncesiyle doğup, öteler ve ebediyyet mülâhazasıyla gelişen medeniyetlerdir ki, sonsuza kadar, gelecek nesiller için birer ilham kaynağı ve rûhânîler için de letâfetli birer mütâlaagâh haline gelirler.. tıpkı bizlerden milyonlarca yıl ötelerde bulunan, hatta ölüp gittikten sonra bile ışığı bizler ve bizlerden sonraki nesiller tarafından, daha binlerce sene seyredilecek olan yıldızlar gibi, bu uhrevî buudda gelişen medeniyet de öteler ve öteler ötesinde daha binlerce sene yaşayacak ve gök ehlince bir kitap gibi okunacak.. gök kapılarında da bir armoni gibi duyulacaktır.
Bütün bunları görmemezlikten gelerek, ne olduğu ve ne kadar yaşayacağı belli olmayan yalancı mumlarla, koskocaman bir ışık dönemini mukayeseye kalkışmak, hatta mukayeseden de öte, mumları yıldız, yıldızları da mum göstermek, şayet bir aldanmışlık değilse, düpedüz bir târih düşmanlığıdır.
Keşke, o ihtişam dönemine ait ömürleri, ömürlerin bir mutluluk armonisi içinde göklere doğru akışını ve bir bir saadet içinde çağlayıp geçen mevsimleri, yılları; mevsimler ve yıllar içinde akıp giden rengârenk hayatı, kalbden kalbe, ruhtan ruha boşalan neşeyi, sevinci, itminanı ve bunlarla hususî bir ses, bir şive, bir terkip, bir tarz, bir üslûp haline gelen güzelliklerin kemâlle kutuplaşmasını, olgunluğun mücerred güzellikler buuduna ulaşmasını günümüzün şu kadirnâşinâslarına da gösterebilseydik..!
Aslında, günümüzün takdir bilmezleri gibi bizler de muhteşem medeniyeti, üstüste zelzelelerle, enkaz yığını haline geldikten sonra idrak edebildik. Bizler ve onlar, bu hârika dünyâyı; onun, sihirli nizamları ve baş döndüren intizamları hüküm sürerken.. yani bağları henüz bozulmadan, çiçekleri solmadan, ormanları yanıp kül olmadan, toprakları erozyonla akıp akıp gitmeden; küheylanları çatlamadan, süvarileri mehlikâ sultana tutulmadan, gazâ bâğîlik sayılmadan, gâziler sarhoş edilip mehter müzeye kaldırılmadan, kösler susmadan, gözler hakikata kapanmadan, güneşler batıp heryanı karanlıklar basmadan, akan çaylar kesilmeden, çeşmelere civa akıtılmadan; ilâhîler susmadan, ilâhîlik söndürülmeden; her yer mezar haline getirilmeden, mezarlar mezbeleliğe döndürülmeden... Hasılı, her şey kıvamında iken görüp seyredemedik.
Dün milleti arkasına alıp zirvelerin zirvesinde gezdirenler, torunlarının başlarına gelecek şu üstüste felaketlerin en küçüğüne dahi ihtimal vermiyorlardı. İhtimal vermek şöyle dursun, onu rüyâlarında görmeye dahi tahammülleri yoktu. Bunda da haklıydılar, zira; dünyâya hükmedecek güçleri, cihanla hesaplaşacak inanç ve imkânları buna yetecek mahiyetteydi. Ama işte onlar ve işte acı-tatlı hâtıraları..! Günü gelince herkes de gidecek! Koca dağların yerinden oynadığı bir dünyâda, küçük tepelere ebedî saltanat vehmetmek aldanmışlıktır. Evet gelen herkes gidecek; ama, kimileri şanlı soyumuz gibi gönüllerimizde en tatlı hâtıralar bırakıp öyle gidecek; kimileri de milletin zihninde bir mülevves yâd olarak...
Sızıntı, Aralık 1989, Cilt 11, Sayı 131
.
Eski şehirlerimiz, dış görünüşleri, iç derinlikleri, gelin endamları; çevrelerindeki bağ ve bahçeleri, çağlayan ırmakları ve üfül üfül havasıyla bütün gönülleri yumuşatır, bütün hülyaları büyüler ve semtlerine uğrayanları âdeta sarhoş ederlerdi.
Üzerlerinde ötelerden rengârenk ışıkların yağdığı, toprağından ünsiyet, aşk ve sevginin fışkırdığı, sâkinlerinin, onun bağrında her an ayrı bir vuslatı teneffüs ettikleri bu güzellikler galerisi şehirler, yedi iklim dört bucağın can atıp ona koştuğu bir Cennet köşesiydi âdeta.
Her yanıyla güzellik ve tefekküre açık; bağı-bahçesi, çarşısı-pazarı, sokağı ve evleriyle huzur ve güvenin tütüp durduğu bu beldelerin hemen her yanında, Hakk güzelliklerinin meşheri tabiat kitabı, renk, desen, nizam ve âhengiyle köpürdükçe köpürür.. bütün gönüller sevmek ve sevilmeye ihtiyaç arzusuyla coşar.. ruhlar çevrelerinde kaynayıp köpüren bu nizam ve âhengin verdiği inşirâh ve sevinçle gündelik sıkıntılardan kurtulur; kitaptan kâtibe, sanattan sanatkâra, güzelliklerden güzelleştirene ulaşma arzusuyla buuddan buuda koşar ve hep derinliklere doğru süzülürlerdi...
İnsanların ilhamlı çehrelerinde, binaların büyülü edâlarında her şeyin lâhûtîliğe boyun eğdiği hissedilir ve her şey, hudutlarını semâvî ilhamların çizdiği bir derin iklimde yol alıyor gibi, manâlı, mevzun, âhenkli ve pırıl pırıl yüzer giderdi.
Çarşı-pazar, cami-ev arasında gelip giden insanların hemen hepsinde, onlardaki beşerî yanlara üstün gelen bir ruhânîlik vardı. Belki de hepsinin yaşadığı veya hatırladığı aynı duygulardı ki, sînelerinden yükselip yüzlerine akseden manâ ve ifadeler de bir bütünlük içinde tâçlanıyordu. Hepsi de ruhlarını, sonsuzdan gelen güzelliklere açmış ve derin bir temkin, ürperten bir vakar içinde kendilerini, aşkın, imânın, şevkin coşturan ilhamlarına, büyüleyen rüyâlarına salmış ve efsânevî bir zaman içinde bütün güzelliklerin kaynağına doğru kayıyor gibiydiler.
Bütün bu toparlanış, bu çağlayış ve bu kayıp gidişler, bazen bir cami, bir medrese, bir tekye, bir zâviye ve bir erenler meclisiyle noktalanır ve bu son durak, âdeta, bedenin, ruhânî ve melekûtî güzelliklerini bütün hususiyetleriyle aksettiren bir menşûr haline geldiği nokta olurdu. İşte bu noktada duygular aradığı hazlara erer, ruh vuslat kapısının aralandığını duyar ve her tarafa ışıklar halinde sevgi yağmaya başlar, derken, gönüller hayret ve hayranlıkla yutkunur kalırlardı.
Hemen bütün muhteşem devirlerimizde, bu mübârek yerler, iman tomurcuğunun açılıp inkişaf ettiği, duygu ve düşüncenin derinleşip buudlaştığı, 'kuvve-i inbâtiye'si hârikulâde yüksek ve tıpkı Cennet yamaçları gibiydi. Buralarda, varlığın çehresine serpilmiş güzelliklerin küçük bir noktada toplandığı müşâhede edilir.. sevginin inançla bütünleştiği, inancın mârifete kanat açtığı ve mârifetin ruhânî zevklere ulaştığı duyulurdu. Herkes aynı duygu ve düşünceyle coşar; bütün hisler, aynı dolaba bağlı kovalar gibi, aynı ırmağa dalar ve yükselir.. herkes istidadına göre aynı şeylerle dolar, aynı mecrâya boşalır ve ezelî bir çağlayan içinde ebedî bir çağlayışa kendini kaptırır giderdi.
Hele, o devrin her tarafta sıkça görülen zikir ve fikir hâneleri.. doğrusunu ifâde etmek gerekirse; buralar, sihirli ve perili binalar gibi, semtlerine uğrayanları büyüler, kendi dünyâ-larına çeker; onların ruhlarına girer.. sonra da görüp duydukları, duyup sevk ettikleri her şeyi, bu yeni çırakların gönüllerine üfleyerek onları da mest ve sermest hale getirirlerdi.
Her akşam gurupla, bu esrarlı ülkede, etrafı saran sihirli ışık, güneşe ihtiyaç bırakmayacak kadar parlak, gür ve öteler buudluydu. Bu aydınlık dünyâya devam edenlerin çehrelerinde dalga dalga ışığın dalgalandığını, gözlerinde hakikatın buğulandığını ve iklimlerinde tevhidin yankılandığını görüp duyanlar, bir daha da bu Cennetâsâ âlemden ayrılmak istemezlerdi. Onların ruhları ve özleri, aramızda bulunsalar da, sonsuza ulaşmış gibi olur ve bizlere hep, yeryüzüne inmiş yıldızların kıymetlerini ifade ederlerdi.
Binbir âh u vah halinde inleyen aşklar, sürekli cezbelerle coşan şevkler, yer yer çıldırtan vâridâtlar ve Cennet zevklerini unutturacak ruhânî hazlar gibi manâları geliştiren, besleyen, büyüten, sonra da onları müştak ve hayran gönüllere duyuran bu iklim, binbir güzellikleriyle âdeta, insanoğlu için en son erişilebilecek hudut gibiydi.
Evet, bu güzel dünyâda rûhun mesire yerleri sayılan bu nurlu müesseseler, mantığın dar ve sıkıcı çemberinden kurtulup, kendilerini manânın feyyâz dünyâlarına salan bahtiyarların, fizik ötesi âlemlere ilk adım attıkları menziller olduğu gibi, aynı zamanda cismanî hayatın ruhlarda hasıl ettiği kör düğümlerin çözüldüğü, çeşit çeşit sertliklerin yumuşadığı ve yumuşatıldığı esrarlı bir iklimdi.
O günün şehirlerindeki hemen her konak, tıpkı bir mescid ve zâviye gibi, ruhânî yönü ağır, ötelerle münâsebeti kavi ve vicdanın teneffüs edebileceği yerlerdi. Yine hemen her konakta, medresede ilme, irfana uyanmış, kışlada itaat ve inkıyada alışmış, zâviyede kaynaya kaynaya pişip olgunlaşmış bir veya birkaç insan bulunurdu. Yüksek burçlar gibi vakûr ve heybetli, mabetler gibi derin ve göz kamaştırıcı bu insanlar, fert fert muhteşem bir millette mensup olmanın hakkını edâ ediyor gibi, en kâmilâne davranışlarla herkesi tesir altına alır ve halvetlerine erenleri âdeta büyülerlerdi.
Bu mübârek şehir ve onun faziletli sakinleri arasında gençler, kendilerini cihad, gazâ gibi en yüksek mefkûrelere göre hazırlar; orta yaşlılar, genç kuşaklara misâl olmanın düşünce niyetiyle kendilerinden bekleneni en mükemmel şekilde temsil etmeye çalışır; ihtiyarlar, o çok buudlu ve rengarenk ömürlerini hikâye etme zevkine çekilerek kalb ve kafalarındaki mâzi çağıltılarını yeni nesillerin ruhlarına boşaltma yollarını araştırır.. hâsılı, herkes hayatına yeni yeni buudlar kazandırma peşinde olurdu...
Yine o zamanlar, hemen her evde, türbeler kadar aziz ve ziyarete açık bir veya birkaç gâzî bulunur, bunlar çevrelerine, Allah yolunda olmayı ve o uğurda ölmeyi anlatır; anlattıklarını gazâ esnasında görüp işittikleri kerâmetlerle süsler, takviye eder.. zaman zaman dinleyenleri şehitlerle görüştürür, şehâdeti sevdirir.. bazen de ellerinden tutar onlarla upuzun bir seyahata çıkar: Götürüp onları tâ Bedr'in arslanlarıyla tanıştırır, Uhud'un yiğitlerine tâ'zim arz eder, Mute'ye selâm durur, Yermuk'u alkışlar, Malazgirt'e uğrar ve derin bir nefes alır, sonra doludizgin Mohaç ovasına koşar, derken durur Bizans surları önündeki sırları hikâye eder, Mercidabık ve Ridaniye'yi anar ve eğilir; sonra da dolu dolu gözlerle Çanakkale bayırlarını gösterir 'Ve işte son şeref ve fazilet mücâdelesi verdiğimiz yerler' der ve inlerlerdi.
Bu tertemiz dünyâda, ahd u peyman yeniliyor gibi, hep böyle mübârek mefkûrelerle haşr u neşr olan nesiller için gerilimin gevşemesi asla düşünülemezdi. En karanlık dönemlerde, yani herkesin müdafaadan ümidinin kesildiği yerlerde dahi bu mübârek nesiller, akla hayale gelmedik dâsitâni kahramanlıklarla herkesi şaşırtabilirlerdi. Hatta denebilir ki, çobanların kurtlardan yana oldukları en talihsiz dönemlerde dahi bu mübârek evlâd-ı vatan, hep kendi olarak kaldı. Tarih şuuruna ters şeylere baş kaldırdı. Hasımlarıyla yakapaça oldu, hesaplaştı.. sarsılmadı, yeise düşmedi ve bir lâhza bile fütur getirmeden, dünle bugün arasındaki münâsebetleri araştırdı ve geçmişin kaneviçesine göre mutlu geleceğini işleyip durdu.
Yakın geçmişin, dolayısıyle de eski şehirlerimizin bir kısım kusurları yok değildi. Meselâ: O günün mektepleri olan medreseler ihtiyarlamış, bir ölçüde fonksiyonlarını yitirmiş, muasırlarının ilim, teknik ve teknolojileriyle hesaplaşacak halleri kalmamıştı. Zamanın tefsirine göre bir bakıma, saf dışı bırakılan, muhakeme ve akl-ı selimden de müspet puan alamayan eskinin bu kudsî yuvalarıyla artık çağımızla yarışmamız mümkün değildi ve bu beklenmemeliydi de... Ne var ki, bütün menfi yanlarına rağmen eskinin bu aydınlık yuvaları; inanç, istikamet, millet ruhu ve târih şuuru gibi öyle önemli dinamiklere sahip idiler ki, yakılıp yıkılacağına, günümüzün mantık ve felsefesine göre ıslah edilebilselerdi, belki de milletçe maruz kaldığımız bu günkü kültür bunalımı içine girilmeyebilirdi...
Bizler, yetiştiğimiz dönemde, şehir ve köylerimizde, muhteşem geçmişimize ait izlerin, ardı-arkası kesilmeyen fırtınalarla savrum savrum savrulduğunu görüyor, hasret ve hicranla iki büklüm oluyorduk. İşte bu esnada bile, ata yâdıgârı o mübârek beldelerimiz, maddî-mânevî havası, iklimi, tabiatı, ruhânî hayatı ve onu ayakta tutan dinamikleriyle bizleri kucaklıyor, burcu burcu mâzi kokan bağrına basıyor ve avunduruyordu. O zamanlar bile, biz onu, çok büyülü buluyor, ona koşuyor ve tedâilerin diliyle bize anlattıklarını zevkle dinliyorduk. kim bilir belki de o gün dinlediğimiz şeyler, bir gün gelir yine gerçek olur..!
Şanlı geçmişin Cennet dönemlerinden, birbir toparlanmış ve millet hayatıyla beslenmiş bir mukaddes birikimi ifâde etmeden âciz, benim perişan cümlelerimi bir tarafa bıraksanız dahi -ki, bence bırakmanız uygun olacaktır- onlara ait iz ve emareler, bugün olmasa da yarın çoklarının başını döndürecek, ruhlarına heyecan salacak ve onları bir kere daha muhteşem mâziyi gözden geçirmeye sevk edecektir.
İşte, o zamanın tâli'li nesilleri, şimdikinden daha derin, daha hisli zamanlara erecek; şerefli mâzisinden aldığı hızla, geçmişin hülyâlarına denk dünyâlar kuracak.. küçük ölçü ve küçük kıstaslardan kurtularak, varolmanın kusursuz ve ârızasız, güzelliklerin hudutsuz ve inkıtâsız, hazların sınırsız ve pâyansız olduğuna ulaşacak ve bahtlarına tebessüm edeceklerdir.
Sızıntı, Şubat 1989, Cilt 11, Sayı 121
.
Geçiş Dönemleri ve Kaoslar
Milletlerin hayatındaki her değişme ve yenilenmede, bir kısım tipi-boranla beraber bahar esintileri, ölüm ve inkıraz gürültüleriyle beraber diriliş nârâları, bedbinlik ve karamsarlık hırıltılarıyla beraber ümit çığlıkları.. en uğursuz çehrelerin yanında en temiz simâlar, en pes hislerin yanında en ulvî heyecanlar, en derme-çatma düşüncelerin yanında en mukaddes mefkûreler hep iç içe olmuş ve beraber bulunmuştur.
Şayet herhangi bir toplumu, insan bünyesine benzetecek olursak, hastalık yapan virüs ve mikroplarla, kanın her parçasında mevzîlenmiş tamirci ve koruyucu unsurların kıyasıya mücâdele ve muhârebesi ve tabiî bu esnada hastanın hülyâ ve hezeyanları ne ise, toplumların, varolma ve dirilme kavgası verdikleri dönemlerdeki kargaşa, anarşi ve ardı arkası kesilmeyen çalkantılar da aynı şeylerdir.
Denebilir ki, hemen her geçiş dönemi, âdeta bir kısım acayipliklerin meşheri ve tersliklerin resmi geçidi olarak gelmiş ve kitleleri kendiyle meşgul edip öyle gitmiştir.
Bu dönemlerde, gösterdikleri canlılık ve çıkardıkları seslerle yabancılık soluyanların, davranışlarıyla başka dünyâlara ait yaratıklar oldukları hissini uyaranların, hayatlarındaki binbir tuhaflıklarla daha çok karnavalları hatırlatanların ve karmakarışık bir anlayışın yontup şekillendirdiği muzip çehrelerin, ne olduğu belirsiz bir ruh hâletinin, bütün bulanık yanlarını aksettiren şaşkın bakışların mebzûliyeti ölçüsünde; alabildiğine derin, alabildiğine duyarlı; inanç ve safvetiyle melekler gibi dupduru, irâde ve azmiyle sıra dağlar gibi metin; içinde yaşadığı toplumla içli-dışlı ve her ferdin hukukuna saygılı; varlığın sînesindeki güzelliklere karşı hayranlıklarla dolu, sanatın ciddiyetine inanmış ve sanatla sonsuzluk adına mesajlar sunmasını bilen; heybet, saygı, nizam, terbiye ve nezaket gibi yüksek mefhumlarla serfiraz ruhlar da eksik olmamıştır.
Evet, kimilerin, gençliklerinin cinnet ve hezeyanlı, cismaniyetlerinin karanlık ve buhranlı zamanları; kimilerin, sağlam bünye, doğru düşünce ve ruh zerâfetiyle âdeta semâvîleştiği 'an'ları; kimilerin, olgunluğun zirvesinde bulunmalarına rağmen, her biri birer gayyâ, nefsânîliğinin çukurlarına düşe-kalka kâbuslu ve utandırıcı bir tükenişe doğru sürüklendikleri; kimilerin, mutlak hakikata uyanmış duygularıyla, bura ve öteler arasında gelip giderek hayat kaneviçelerine yeni nakışlar ve yeni nakışlar içinde düşündürücü buutlar kazandırdıkları hep bu türlü istihâle dönemlerinde müşâhede edilen zıtlık ve tuhaflıklardandır.
Kendini güzel görmek ve göstermek isterken teşhîre takılıp kalanlar; hayata biraz erken uyanmışlığı allayıp-pullayıp 'gabn-i fâhiş'le satmaya çalışanlar; kendini feylesof zannedip aklıyla yanılanlar; mantık ve düşünce yapıları itibâriyle daha ziyâde çorak yerleri hatırlattıkları halde, dâhiyâne tavırlarla 'herkesi kör ve âlemi sersem' sananlar; güzelliği süse karıştırıp, güzelleşeyim derken gülünç duruma düşenler; zekî görünmek için şaklabanlığa sığınanlar; hiçbir işe yaramadıklarını kamufle etmek için her şeyin içinde görünmeye çalışanlar; hissizlik ve duyarsızlıklarını sabır ve tahammül gibi göstererek ulü'l-âzmâne tavırlara girenler, fıtratlarının ibresi sürekli olarak mahkûm doğup, mahkûm yaşadıklarını gösterdiği halde 'arslan artığı üzerinde tilki kurnazlığı'... Sarmaşıklar gibi kuvvetlilere dayanıp yükselenler, yükselip en dev-âsâ ağaçlarla boy ölçüşenler; sıkıntı ve üzüntünün zerresini dahi duyup hissetmemelerine rağmen, başkalarının yanında dert ve ızdırap nağmeleri çekip da'vâ adamı taklidine kalkışanlar; doyma bilmeyen bir iştihâ ile, sürekli, sağda-solda kemirecek şeyler aradıkları halde, kendilerini ganî, tokgözlü, onurlu ve gururlu göstermeye çalışanlar; aslında beden ve cismaniyete ait şeylerin dışında hiçbir meseleye akıl erdiremeyecek kadar basit, sathî ve birer tâlihsizlik örneği olmalarına rağmen, tutarsızlıklarını ve yetersizliklerini asrîlik gibi gösterip kendi kendilerini aldatanlar; beşerî müşâhede ve tahassüsleri, beşerî tecrübe ve istatistikleri her şeyin esası görüp gösteren, hatta kalbî ve ruhî hayata ait vâridâtı dahi bu dar perspektifle ele alıp madde ve cismaniyeti bütün varlığın özü sayan mâneviyatçı görünümlü materyalistler; iç dünyâlarını ihmâl ede ede, vicdan ve ruhlarını saran yüzlerce streslerle gidip hezeyana sığınanlar; şefkate liyâkat hakkını kaybetmiş, acınacak câniler ve cânilerin elinde inleyen mağdur canavarlar; yalnızlığın, sahipsizliğin ve köksüzlüğün sağa-sola sürükleyip durduğu enkaz-zedeler, simsiyah çehreler, mürüvvet bilmeyen ruhlar ve serseri gürûhlar...
Tabiî, bunların yanında, düşünce ve duygularıyla gerçeğe uyanıp cennetlerde yaşayanlar; bütün benliğiyle Hakk'a teslim olup aklını, vahyin emrine vererek düşüncede istikâmete ulaşanlar; hizmet etme mevsiminde sürekli ön safları kollayanlar, ücret alma zamanında gerilerin gerisinde kalıp rüyâlarında dahi kelepir düşünmeyenler; sîneleri aşk ve şevkle dopdolu, gözlerinde Yakub'un hasret ve ızdırâbı, gönüllerinde Leylâ'nın dert ve hicrânı, ocaklar gibi yanıp tutuştukları halde gam izhâr etmeyenler; Kaf dağından ağır yüklerin altında inim inim inlerken dahi, mükellefiyetlerini yerine getirememiş olmanın ızdırabıyla iki büklüm olanlar; makamlar, mansıplar koşup ayaklarına kapandıkları halde, kendilerini müflis birer nefer, sefil birer hizmetçiden daha ileri görmeyenler; gayret ve çalışmalarına terettüp eden bütün iyilik ve güzellikler karşısında 'ben yaptım, ben ettim'i şirkin isi-pası sayıp bu sis ve duman içinde Allah'a varılamayacağına inananlar.. umman iken katre görünenler, güneş iken zerre urbasına bürünenler ve bütün bir varlığın kalbi mesâbesinde olmalarına rağmen, kendilerini hiç ender hiç bilenler... Hâsılı, bütün hayırlarla hayırlılar, şerlerle şerliler, meleklerle şeytanlar bu devrede hep iç içe ve beraber olmuşlardır.
Sonra da, bu kaoslu dönemi, bir yeni gün, bir yeni bahar, bir yeni devir takip etmiştir. Ve zannediyorum, günümüze isabet edeniyle, Nebîlerin vadinde, velîlerin yâdında ve güvercinin kanadında olan o yeni dönemin esintileri çoktan duyulmaya başladı bile...
Ah! her şeyi, kendi renk ve güzellikleriyle saran o mutlu gelecek o kadar şirin! İnsanların en nezih duygu ve düşüncelerinde tüllenen onun iklimi o denli temiz! Genç-ihtiyar, kadın-erkek onun insanları öylesine duygulu! Canlı-cansız, büyük-küçük varlığın bütün parçaları birbirlerine karşı o kadar şefkatli! Geçtiğimiz yollara bu güzellikleri saçıp duran cömert el o kadar lütufkâr ki, verdiklerinde vereceklerini seziyor, erdiklerimizde ereceklerimizi görüyor ve her an ayrı bir şükran hissiyle iki büklüm oluyoruz.
Bu aydınlık sabahta, dörtbir yana dalga dalga yayılan ışıkların, ufuktan evlerimize kadar her yanı sardığı o masmavi saatlerde, gökyüzünde bir 'nâr-ı beyzâ' hâline gelip, kıvılcımlarıyla ruhlarımızı alevler gibi saran o en aydınlık dakikalarda, sulardaki kabarcıklardan çiçeklerin yanaklarına kadar neş'e ve sevinç olup yağan o en bayıltıcı saniyelerde, varlığın özüyle bütünleşmesini bilenler, her lâhza ayrı bir güzelliğe uyandıklarını duyup yaşayacak ve ebedî vuslata giden bu yolda her an ayrı bir visâlin zevkini yudumlayacaklardır.
Sızıntı, Nisan 1988, Cilt 10, Sayı 111
.
Geçmişten Geleceğe Bizim Evimiz
Bir zamanlar dörtbir yanından fışkıran mutluluk ve saadet, içinden taşan manâ ve huzur, çevresini saran nurlarla, daha çok ayları, yıldızları hatırlatan o gelin endamlı eski evlerimizi, şimdi, hülyâlarımızda yakalamaya çalışıyor; onların rüyâlarıyla teselli oluyor ve o tatlı rüyâların bir kere daha gerçekleşmesi arzusuyla yaşıyoruz.
Bu düşünce, bu emel; kendini ırmağa salarak, avuçlarını suya daldırıp, suyun içinde güneşi yakalamaya çalışan çocukların çocuksu arzuları gibi görülebilir. Ama biz; bu rüyânın, bugün olmasa da yarın mutlaka tahakkuk edeceğine inanıyor ve yakın bir geçmişte yitirdiğimiz bütün değerlerin, yeniden, ferdî, ailevî ve içtimâî hayatımızda yerlerini alacakları ümidini muhafaza ediyoruz. Ölünceye kadar da edeceğiz...
İçiyle-dışıyla ve içindeki sâkinleriyle bizim evlerimiz, dünyâ evlerinin en insanîsi, en ferah-fezâsı, en mukaddesi ve ukbâ düşüncesine en açık olanıydı. İnsan ona dikkatle bakınca, hemen her zaman çehresinde Cennet köşklerini, içinde Cennet hurilerini ve onun sonsuzla bütünleşen ruhânî ikliminde ebediyetleri görebilirdi.
Işığını ötelerden alan, gölgesini ipek tüller gibi başlarımıza salan ve uhrevî güzellikleriyle sanki, fildişinden, inciden, mercandan, billûrdan, sadeften yapılmış.. sırmadan, atlastan, ipekten, şaldan, bürümcükten örülmüş göz kamaştıran aksesuarıyla, sultanî kasırlar gibi olan bizim evlerimiz, öyle derin, öyle baygın bir görünüşleri vardı ki, âdetâ kendileri de kendi güzelliklerine büyülenmiş gibi görünürlerdi.
Dünyâya açılan selâmlıklarıyla; sarayları, yalıları, hayatı, dünyevî zevkleri, ma'bedi ve mektebi; haremleriyle de Cennet köşklerini, Cennet köşelerini, tekyeleri, zâviyeleri hatırlatan bu sıcak yuvaların, insan ruhuyla uyuşup bütünleşmeleri o kadar mükemmel, o kadar manâlı idi ki, onun içinde yaşayanlar, geçmişin, geleceğin şiirini birden dinler ve ölümsüzlük düşüncesinin gönüllerine sindiğini duyarlardı.
Hemen her ev, iç ve dış aksesuarıyla geçmiş zamanın belli bir dilimini, tarihin belli bir parçasını temsil eder ve her köşesinde âdetâ değişik şekillerde, mâzinin kalbinin attığı duyulurdu. Onların harîmine girince bazen, elinde meş'âle dünyânın dörtbir yanına aydınlık götüren ışık süvarilerinin "hay-hû"yu, bazen ilim ve düşünce mevkiblerinin , rûhumuzun derinliklerine kadar inen uyarıcı sesleri, bazen de mehterle coşmuş gürül gürül bir fetih ordusunun gönüllere ürperti salan tok nağmeleri kulaklara çarpar gibi olurdu. Çocukların dupduru dünyâ-larından yükselen çığlıklar; gençlerin gençliklerinden köpüren ümit ve neşeler; olgunların duygu ve düşüncelerinden fışkıran ebed duygusu, yüksek mefkûre, ilim aşkı gibi ledünnî değerler; yaşlıların uhrevîleşen ikliminde sık sık duyulan füsunlu söyleyiş, manâlı edâ ve îmâlı susuşlarla bizim evlerimiz, o kadar canlı, o kadar derin ve o kadar şefkatli idiler ki, insan onların sokaklarında kendini, Cennet'e uzanan kaldırımlardan birinde yürüyor gibi hisseder ve bir adım daha atsa hemen oraya ulaşacağını sanırdı...
Bu yuvalar, içleriyle-dışlarıyla, gece-gündüz hemen her zaman, o kadar aydınlık ve çarpıcı idi ki, onların semtinden geçen veya diz çöküp harimlerinde bir teşehhüt miktarı oturan herkes, büyülenir, az-çok bir değişikliğe uğrar; uyanan hisleriyle kalbinin pencerelerinden bir şeyler görüp sezmeye başlar ve anlayıp hissettikleriyle âdetâ bir başka buuda ulaşmış gibi olurdu...
Bu aydınlık hânelerin belli bir bölümünde nurânîleşmiş, uhrevîleşmiş bir nine veya dede oturur; rüyalara sığmayan şanlı geçmişimizin altın destanlarından nakiller yapar.. bizleri meraklandırır; imrendirir; neşelendirir ve sihirli beyanlarıyla hep o devirlere çekerlerdi. Bizler, onları dinlerken farkına varmadan, geçmişin tatlı hülyâlarına yelken açar ve birdenbire kendimizi, yiğit nâraları, at kişnemeleri, muharebe uğultuları ve kılıç-kalkan tarrakaları içinde.. veya düşünen, çalışan, îman ve ümitle ötelere açık bir huzur topluluğu arasında bulurduk. Böyle şahlanan hayallerimizle bütün o eski zamanları, eski mekânları hep mukaddes; eski insanları Hak rızasını tahsil ve ülkeyi cennetlere çevirme yolunda gerilmiş kudsîler; onların ev ve konaklarını da, ruhlara sonsuzluk duygusu aşılayan pırıl pırıl odaları, ışık ışıl sofaları, üfül üfül bahçeleriyle; insanlık, aşk, vefa, ilim, sanat, ahlâk gibi kudsî fazilet ve meziyetlerin çimlenip geliştiği yerler olarak düşünür, tahayyül eder ve inanırdık.
Günümüzün, insan inleri sayılan; hodgâmlık, kıskançlık, ahmaklık, bunaklık yatağı; aldanan ve aldatan kalblerin mahbesi, yıkılıp gitmiş emellerin mezarı, sönmüş aşkların, îmanların, ümitlerin makberi.. konuşmaları istendiği yerde suskunlaşanların, sükutları arzu edilen yerde usandıracak kadar konuşanların ve bu zararlı sükutları, dengesiz konuşmaları, acı laubalilikleri, gafilce tavırlarıyla iyilik deyip şer işleyenlerin, "dışı süs, içi pis, sûreti me'nûs, sîreti ma'kûs..." barınaklarına bedel; binbir aydınlık içinde Cennet yalılarından kopup gelmiş, her türlü dert ve sıkıntılardan arındırılmış, bütün sefaletlerden temizlenmiş; maddiyatı mânevîyata dayalı, malzemesi öteler damgalı; ruhların rüyâları kadar uzun, renkli ve bereketli; içinde imanın, aşkın yankılanıp durduğu ma'bedler kadar derin, görkemli ve her biri birer melek otağı olan o günün mübarek hâneleri tıpkı birer şiir, birer hülyâ birer mûsikî iklimiydi. Geçmişin bahtiyar nesilleri, bu ışıktan hânelerin gölgelerinde, bütün bir tabiat ve hilkatın kaderini duyup hissediyor, hayret ve hayranlıklarla ken-dilerinden geçiyorlardı.
Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen, insan, o günün manâ, büyü ve nefesleriyle, hülyâlarımıza kadar sinip varlığımızla bütünleşen evleri arasında veya sokaklarında gezerken, çevredeki binaların birer birer ma'bedleştiğini, hislerin bütünüyle uhrevîleştiğini, hayatın tamamen rüyâlaştığını duyup hissetmekte ve âdeta cihan ötesi âlemlere ulaştığı hissine kapılmaktadır.
Bizim nesil, o nurlu evleri ve o mutlu insanları, ancak her şeyin sarsılıp yerinden oynamaya başladığı, bağların bozulup bahçelerin hazâna uğradığı, güllerin, çiçeklerin pörsüyüp savrum savrum savrulduğu ve topyekün milletin koltuk değnekleriyle emeklemeye durduğu tâlisiz bir dönemde idrak edebilmişti. Bizim yetiştiğimiz dönemde, mâzinin o çalımlı, o âteşîni insanlarının yerinde, bütün bütün yıkılmış bezmiş, ye'se düşmüş karamsar ruhlar ve Cennet saraylarını hatırlatan o eski evlerin yerinde de, sessizlik mûsikîsi, sükut ilâhîleri ve ölüm ağıtları duyuluyordu.
Evet, artık o şevk ve hareket insanlarının yerinde, uyur-gezer inzivâ nesilleri; eski aşk ve heyecanların yerinde, ölüm hırıltıları ve ümitsizlik iniltileri; şanlı cedlerimizin ideal ve da'vâ düşüncelerinin yerinde de sadece, çıkar kavgaları, refah mücadeleleri göze çarpıyordu. Tabiî böyle bir atmosfer içinde her tarafta duyulan tek şey, çöküntü zeval ve ölüm haberleri, her yanda görülen şeyler ise, mezarlar gibi evler, cenazeler gibi canlılar, sekerat hırıltıları gibi nağmelerdi...
Hâdiseler inanılmayacak kadar hızlı cereyan ediyor, tarihten gelen bütün eski şekilleri değiştiriyor, bize ait şeyleri yıkıyor; en temiz çehreleri alıp götürüyor ve yerlerine, içlere burkuntu veren yüzler bırakıyordu. Eski kavimlerin meshine denk, böyle her şeyin makyajla değişme sürati içinde bir anda başkalaşması, o günkü nesillerin ümitlerini de beraber almış götürmüş ve onları şaşkına çevirmişti.
Onun içindir ki bizim nesil, önce kendi dünyasını hülyâ ve hâtıralarda aramaya başladı. Bir uzun bekleyiş ve tereddütten sonra da, hemen bu kül ve enkaz yığınları arasında kendi altın rüyâlarını, bu birkaç asırlık vîrâne yangınlıkta eski ümranları kurma hummasına tutuldu. Bu çöl ve bu bataklıkta kendi dünyasını kurabilmek için onu bekleyen bir sürü şey vardı: Şu birkaç asırlık canlı cenazelere Hızır çeşmesinden su getirip onları hayata döndürmek; yıllar yılı yalancı mumlarla teselli bulup avunan aldanmış ruhları, güneşlerin kol gezdiği âlemlere uyarıp yollarına ışıklar saçmak; gönüllerini yeniden îmanla donatıp sinelerinde ümit meşaleleri yakmak ve tarihin şu, en şanlı fakat mahzun, en mübârek fakat gadre uğramış, ilhad-zede, dalâlet-zede, avrupa-zede necip milletine, onun şanlı geçmişinin esasları sayıları târihî dinamikleri tanıtıp kabul ettirmek; evet, bütün bu Kaf dağından ağır yükler onu bekliyordu. O, güçlü bir inanç ve sarsılmaz bir ümitle içine sindirdiği, muhteşemlerden muhteşem tarihî mevkiini yeniden elde edebilmek için "ya devlet başa, ya kuzgun leşe" deyip bu büyük tarihî misyonu yerine getirme mecburiyetindeydi.
Zaten bundan böyle, onun cankeş ve yarım canlı olarak yaşaması da mümkün değildi. Ya kendi ruhuyla, kendi düşünceleriyle, kendi inançlarıyla var olacaktı veya tarih sahnesinden silinip gidecekti.
Aslında, bir zamanlar onu zirvelerde dolaştıran esas ve dinamikler, bütünüyle bugün de mevcuttu. her şey onun özüne dönüp ruhuyla bütünleşmesine ve bu dinamikleri bir kere daha gözden geçirip değerlendirmesine kalıyordu ki; ondan beklenen de bu idi. Bundan ötesi,
"Hakk tecellî eyleyince her işi âsân eder;
Yaratır esbâbını bir lahzada ihsân eder"
deyip Yüce Yaratıcı'nın hakkımızdaki takdirlerini intizâr etme-ye kalıyordu...
Sızıntı, Aralık 1988, Cilt 10, Sayı 119
.
Gönül; insanoğlunun, en önemli, en ciddî yanı; onun mânevî varlığının ifâdesi, his ve inançlarının kaynağı ve insan derinliklerine açılan yolların hem sona kadar uzayıp gideni, hem de ilk menzilidir. Gönül yolunda yürüyenler karanlık bilmez; gönlüyle kanatlananlar bir şeye takılıp kalmaz. Bütün insanî değerler gönül yamaçlarında boy atıp gelişmiştir. İman, aşk, ruhânî zevkler bütünüyle gönül bahçesinin meyveleridir.
Gönül dünyâsında çölleşmiş insanların; duygu, düşünce, muhakeme ve ilim anlayışında da kuruyup gitmeleri mukadder ve kaçınılmazdır. Mantık, gönlün vesâyesine girip onun kapıkulu olduğu çağlarda, bütün buudlarıyla en ihtişamlı günlerini yaşamış ve sayılmayacak kadar ölümsüz eserler miras bırakmıştır. Bu dönemlerde ruh maddeye hâkim olmuş, onu özünde eritmiş.. dünyâ ukbâ ile içiçe girip onunla bütünleşmiş.. bayırlarımız, ötelerin panayır yerleri haline gelmiş.. veralara ait değerler buralarda fiyat ve pazar bulmuş; buralara ait nesneler de öbür âlemin mizân ve ölçülerinde takdirler üstü değerlere ulaşmıştı. Bu dönemlerde, şeker kamıştan ayrılmış, tomurcuk çiçeğe gebe kalmış.. toprak ötelerden gelen ışıklarla gül rengine boyanmış.. yeryüzünün lâlesi, zambağı, papatyası, menekşesi sînelerden kopup gelen meltemlerle raksetmeye başlamış ve her bucakta ukbâ derinliklerinin büyüleri duyulur olmuştu... Zihinlerin gevezeleştiği, muhâkemelerin cerbezeye yelken açtığı vicdanın dilinin koparılıp, ruhun çarmıha gerildiği.. daha doğrusu, gönüle ait nağmelerin duyulmaz olduğu günden beri, yeryüzü bir baştan bir başa mezaristana döndü; içinde oturup kalktığımız binalar birer tabut haline geldi.. hayat, önü - sonu mezar bu tabut içinde ümitsizce bir kısım canhıraşâne kıpırdanışlar, ruh da bu sis - duman içinde hasret ve sevdayı birarada yaşayan bir tali'siz oldu.
İşte, böyle bir atmosfer için zurnade her biri birer yol kesiciden ibaret olan, bedenî duygu ve cismanî düşünceler, yıllarca geçeceğimiz yollarda pusular kurarak, vicdana kapalı ruhları avlayıp durdu ve onlara çeşit çeşit öldürücü Azaplar sunarak, onları hezeyan yığınları haline getirdiler. Mukayese ve muhâkemelere kapalı, düşünmez, anlamaz, tartıp-değerlendirme bilmez hezeyan yığınları...
Bu itibarladır ki, şimdilerde, her zamankinden daha ziyade gönül hikâyeleri dinlemeye muhtaç olduğumuzun idraki içindeyiz ve onlarda Hazreti Mesih'in soluklarının dirilticiliğini görüyoruz. Dünyâ varolduğu günden bu yana, her zaman semâlar ötesi âlemlerde pervâz edip yol alan tali'liler, hep bu, tenini aşmış, beden kaydından kurtulmuş.. melekler gibi kanatlı ruhânîler gibi buudlu ve sürekli gönlünün derinliklerinde yaşayan ruh insanları arasından çıkmıştır. İki cihanın dizginlerini elinde tutan bu gönül erleri, herkesin kapı kapı dilencilik yaptığı dönemlerde, Cennet servetlerinin sergilendiği tepelerde dolaşmış; istiğna soluklamış, istiğna ile gerilmiş ve istiğna ile kanatlanmışlardır. Ne dünyânın tozu-toprağı onların ufkunu karartmış, ne de Cennetlerin rengârenk imrendiriciliği başlarını döndürebilmiştir. Her işlerinde dostun dostluğunu peyleyerek en kazançlı ticarete talip olmuş ve gönlün varoluş hikmetine, mukabelelerin en insancısıyla mukabelede bulunmuşlardır. Daha ilk hamlede seslerine ötelerin soluklarını katarak aşklarını terennüm eden bu insanlar, ikinci hamlede nefeslerini galaksilerin kol gezdiği âlemlere yükseltmişlerdir.
Gönül; Hakk'ın inâyetiyle, insanlık özünün birleşmesinden doğmuştur. Bu itibarladır ki, üzerinde Sultan mühürü bulunan kalb, hem ruhânî hem de cismânî âlemlerle iç içedir. İnsanın derinlik ve iç-dış güzelliği onun gönül hayatının ayrı ayrı buudlarıdır. Hatta dış yüzündeki parlaklık ve göz alıcılık bile tamamen, onun kalbî hayatıyla alâkalıdır. Kalbin sözü dimağa ulaşınca beynin çerağı tutuşur ve insan benliği güneşin taç tabakası gibi aydınlanır. Ruh, yüzünü tam gönül hâtifine çevirdiği bu esnada, duygular, sırlı, sihirli bir mızrap yemiş gibi ses vermeye başlar.. derken, vicdan sevinç ve saygıyla semâa kalkar.. benlik dörtbir yandan aşk ateşiyle sarıldığını hisseder.. gözler, birer tulumbacı gibi en cömertçe hislerle bu yangının üzerine yürür ve göz pınarları çeşmeler gibi çağlar gider.
İradenin elden gidip, insanın kendinden geçtiği anlarda, duygular muvakkat bir muvazenesizliğe girip yollarını şaşırsalar da, gönül iki büklüm çevkâne dönmüş boynuyla hep O'nun huzurunda ve daha bir derin, daha bir başkadır. İnsan, gönül dünyâsında seyahat ederken, ne şaşkınlığa düşer ne de takılıp yollarda kalır.. gönül eri, atının ürküp geriye durduğu ve ayağının takılıp bir yerde kaldığı her menzilde, aşk, Hızır gibi onun imdadına yetişir.. atının dizginlerini tutar ve onu tereddütlerin meydana getirdiği boşluklardan berk u burak gibi geçirir.
İnsandaki iç ve dış duygular birer nefer, kalb ise bir kumandandır; onlar birer pervane, gönül ise pırıl pırıl bir meşaledir. O hep en yüksek yerde durup emirler vermeli, sair latîfeler de onu dinlemelidirler. O hep kutup yıldızı gibi "Hû" deyip kendi etrafında dönmeli, insânî duygular da onun çevresinde tavaf edip yüz yere sürmelidirler.
Biz hepimiz gönül evinin misafirleriyiz O evde kendi sultanlığını vicdanlarımıza duyurana gönüllerimiz fedâ olsun- canlarımızı gönül sultanına kurban etmeye azmetmiş, O'nun kararını bekliyoruz. O, gönül penceresinden tenlerimize hayat üflediği günden beri, mekiğimizi, hep hasret ve vuslat gergileri arasında işletip durduk ve aşkımızın kaneviçesini örmeye çalıştık. Bir aralık, ruhumuz, dosttan gelen ılık esintileri duyunca şevk u sevinçten tir tir titremeye başladı.. derken, edeple başlarımızı önümüze eğerek halvet kapısının aralanacağı ânı beklemeye koyulduk.
Hasret ve aşk türküleriyle yürüdüğümüz bu yolda, gönül, tenezzülen bize rehber oldu.. biz de, ölünceye dek bu kutlu rehberin arkasından ayrılmayacağımıza söz verdik. Çileli ve ızdıraplı olmasına rağmen söz verdik...
Sızıntı, Ağustos 1990, Cilt 12, Sayı 139
.
Hayattaki Cennet Esintileri
Bir kısım güçlükleri olsa bile, hayat, hiç de iddia edildiği gibi fenâ değil. Evet, yaşama boyunca, zaman zaman bir kısım sıkıntılar, bir kısım hayal kırıklıklarıyla karşılaşılabilir. Ancak, varlıkla içli-dışlı olmak, çeşit çeşit güzelliklere uyanmak, güzel şeyleri tanımak; en başdöndürücü, en çarpıcı şeyler arasında dolaşmak; en nefis kokuları koklamak, en enfes şeyleri tatmak; nefes almak, kırlarda dolaşmak; inanmak, ümit etmek, ötelere ait binbir güzelliği burada hazırlamak ve binbir güzellik için hazırlanmak gibi insanla, insanın duygularıyla gelen ne kadar güzel şey varsa, hemen hepsi de hayat vasıtasıyla sezilmekte, hayat vasıtasıyla kavranılmakta ve hayatla kazanılmaktadır.
Aslında birçok yönleriyle ölüm de güzeldir. Ancak o, hayatını, düşünerek, inanarak, inandığını yaşayarak sürdürenler için çok mutlu ve arzu edilebilecek kadar sevimli bir akıbet olsa bile, hayatını cismaniyete bağlı geçirmeyenler için hiç de özlenecek bir şey değildir. Aksine o, böyleleri için fevkalâde sıkıcı, tatsız ve acı bir sondur.
İnanan insan nazarında hayat, her yanıyla binbir güzelliğin kaynağı ve Yüce Yaratıcı'nın sonsuz rahmetinin bir tezahürüdür. Hayat sayesinde içinde yaşadığımız ve aynı zamanda birparçası olduğumuz bu şirin dünyâyı iyileştirmeye, güzelleştirmeye çalışır, inanç ve ümitlerle girdiğimiz farklı bir zaman buudunda, her türlü tasavvurların üstünde zevklere ulaşır; çalışmanın aynen haz haline geldiğini duyar ve hayatımızı katlayarak yaşayabiliriz.
İnanan insan nazarında hayat, her yanıyla binbir güzelliğin kaynağı ve Yüce Yaratıcı'nın sonsuz rahmetinin bir tezahürüdür. Hayat sayesinde içinde yaşadığımız ve aynı zamanda birparçası olduğumuz bu şirin dünyâyı iyileştirmeye, güzelleştirmeye çalışır, inanç ve ümitlerle girdiğimiz farklı bir zaman buudunda, her türlü tasavvurların üstünde zevklere ulaşır; çalışmanın aynen haz haline geldiğini duyar ve hayatımızı katlayarak yaşayabiliriz.
Binbir renk cümbüşü içindeki şu tabiat kitabı, ondaki bu başdöndürücü güzellikleri sezip anlayabilecek idrak ve şuur, güzelliklere uyanmış bir gönül sonra bütün bunların yanında, eşyâda tasarrufa sâhip ve istifâdeye mâlik olduğumuza emare sayabileceğimiz bir irâdenin bahşedilmesi ve insanın da bütün bunların farkında olması.. evet, bütün bunlar güzel değil mi..?
Binbir renk cümbüşü içindeki şu tabiat kitabı, ondaki bu başdöndürücü güzellikleri sezip anlayabilecek idrak ve şuur, güzelliklere uyanmış bir gönül sonra bütün bunların yanında, eşyâda tasarrufa sâhip ve istifâdeye mâlik olduğumuza emare sayabileceğimiz bir irâdenin bahşedilmesi ve insanın da bütün bunların farkında olması.. evet, bütün bunlar güzel değil mi..?
Bundan öte olsa olsa insana, her gün ayrı bir nizam ve güzellik kapısını arayıp bulmak ve onu açmaya zorlamak, yeni yeni temâşâlar için gerilime geçmek, sonra da bitevî karanlıkları arkaya alarak sürekli aydınlıklara doğru koşmak kalıyor.
Yeni Ümit, Ekim 1988, Cilt 1, Sayı 2
.
Her Şey Olmaya Açık Çocukluk Dünyası
Her millet; ülkesini, insanını ve millî değerlerini onlara emânet edeceği genç kuşakları, kendi düşünce dünyâsı istikâmetinde ve kendi kültürüyle yetiştirme mecburiyetindedir. Yoksa, o milletin gelecekte kendi olarak kalması mümkün değildir. Nesillerin yetiştirilmesinde hemen herkesin kabul ettiği iki hâyatî müessese vardır ve önemleri itibâriyle, birini diğerine tercih etmek de oldukça zordur: Bunlardan biri yuva, öteki de mekteptir.
Duygu ve düşünceler ilk defa yuvada, birer tohum gibi çocukların ruhlarına saçılır, sonra da yeşerip çimlenmeye terk edilir. Uzun bir sessizlik ve beklemeden sonra tıpkı toprağı delip gün yüzüne çıkan rüşeymler gibi; göz, kulak ve his yoluyla onların bağrına saçılan her insanî ve İslâmî değer de öyle yeşerir, boy atar, gelişir ve bütün bir hayatı vesâyâsı altına alacak seviyeye ulaşır. Bir çocuğun, bizim duygu ve düşünce dünyâmız adına çevresinde olup biten şeyleri değerlendiremeyeceği söylenemez. Zirâ, bu dönemde dahi o, kendi idrak ölçüleri içinde her şeyi görür, duyar, düşünür; vakti gelince de, ruh ve hâfızasına tohumlar mâhiyetinde serpilen bu şeyler-tabiî, içtimâî ve ahlâkî erozyonlara uğramazlarsa- çiçek çiçek açar ve meyvelerini vermeye başlarlar. Seneler sonra dahi olsa, eskiden görüp duyduğu hemen her şey, onun ruh ve vicdânını tesir altına alarak, yıllar ötesinden ona seslenen talâkatlı birer nasihatçı gibi onu yönlendirir ve her zaman ona ışık ve burak olur.
Yıllar ve yıllar geçse de o, kendine has çocuksu düşüncelerle, görüp-duyduğu, sezip-anladığı şeyleri, yaşın-başın kazandırdığı seviyeyle ve daha derince, bir kere daha hisseder, bir kere daha kavrar ve bir kere daha bütün benliğiyle yaşar...
İlk dönemlere ait hâtıralar, çocukların zihin ve hayâl seviyelerine göre şekillenir, büyüyüp gelişmeleri ölçüsünde de derinleşir, daha ileri buudlara ulaşır.. böylece yaş ve baş itibâriyle hep onlarla yaşar-gider. Zamanla görüp-duydukları, işitip-anladıkları şeyler o minik hâtıralarda, bir daha silinmeyecek şekilde öyle billûrlaşır ki, onlar plâklar üzerindeki iğneler gibi, isteseler de, istemeseler de önceden kaydedilmiş bu sesleri, ortaya çıkarmadan başka ellerinden bir şey gelmez.
Hatta bizler dahi, azıcık, hülyâlarımızı kurcalasak, bir sürü hâtıranın ses verdiğini duyacak ve irkileceğiz. Ömürlerimiz devam ettiği sürece de, hayatın hemen her dönemecinde aynı rüyâ ve hülyâları tekrar bertekrar yaşayacak, yer yer sevinç ve neşelerle gerilecek, zaman zaman da ürperten râşelerden kurtulamayacağız. Biz ve rüyâlarımız, bizden evvelkilerin eserleri olduğu gibi, çocuklarımız, onların rüyâ ve hülyâları da bizim onlara bırakacağımız miraslarımız olacaktır. Bizleri insan yapan ahlâkımız, huyumuz, insanlar içinde ârızasız yaşamamızı temin eden tabiatımız, mizâcımız; yaşatan aşk u şevkimiz, öldüren bedbînlik ve yeislerimiz; hatta bütün arzularımız, isteklerimiz bize, soy ağacımızın damarlarından süzülüp gelmiş saf veya bulanık kan gibidir. Şimdilerde yaptığımız hemen her şey, o dönemde birer nüve şeklinde kalb ve ruhumuza saçılan tohumların hakîkata inkılâb etmesinden başka bir şey değildir. O gün his ve zihin dünyâmıza yerleşen her şey, zamanla benliğimizde yeşererek bizden birer parça haline gelir, bizimle beraber yaşar; bize imâlarda bulunur, nasîhatlar eder, yol gösterir, sinyal verir ve mesajlar sunar. Eğer bu ilk nüveler iyinin, güzelin ve doğrunun nüveleri ise, siyânet melekleri gibi bir lâhza peşimizi bırakmadan bizleri takip eder ve bizlere kurtuluş yollarını gösterirler.
Çocukluk dönemimize ait o hakîkat ve rüyâ karışımı dünyâlar, bugünkü hayatımız için âdetâ bir kaneviçe gibidir. İstikbâldeki bütün icatlarımız, keşiflerimiz, tespitlerimiz bu kaneviçeye göre şekillenir ve ortaya çıkarlar. Ne var ki, imkân ve şartların müsaadesizliğinden gelişme fırsatını bulamayan meyveler gibi, bizim, o ilk basit ve sathî bilgilerimiz de yeşerip olgunlaşma imkânını elde edemeyince kurur ve ölürler.
Bizler, çocukluk dünyâmızla o kadar içli-dışlıyızdır ki, her zaman o günlerin, o günkü çevrenin çırakları olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten çocukluk, gençlik ve olgunluk o kadar iç içedirler ki, birinin nerede bittiğini, öbürünün, nerede başladığını kestirmek âdetâ imkânsızdır.
Bizler, çocuklukta şuuraltı olan şeylerin farkına varamayız. Daha sonra şuuraltına yerleşen bu şeylerin birdenbire hissiyâtlarımızla kaynaşıp bütünleştiğini ve benliğimizin bir parçası haline geldiğini görür ve duyarız. Sanki çocukluk ve gençliğimizde, kaderimizin rüyâlarını görüyor, olgunluk döneminde de onları temsil ediyor gibiyiz.
Hep sathîliklere takılıp kalan aklımız, günübirlikçilik içinde günlük hâdiselerle gülüp eğlenirken, insânî duygularımız, aklın alâka göstermediği hatta lakayt kaldığı gizli hakîkatlarla tanışır, onlarla kucaklaşır, onlarla zaman üstü münasebetleri kavrar ve onların aydınlık ikliminde ölümsüzlüğe erer.
Bu itibârla denebilir ki, hayatı hecelemeye başladığımız ilk günlere ait, göz, kulak ve hislerimize çarpıp geçen hemen her güzel şey, hiç zâyi' olmadan şuuraltı ve zihinlerimize yerleşir; sonra da alıp işleyecek, işleyip geliştirecek usta ve mâhir eller beklemeye başlar...
Çocuk o dönemlerde, benliğinde iz bırakan bu manâların, zamanla derinleşip başka buudlara ulaşacağını sezemese de, mevsimi gelince o küçük tahayyüller bir bir ortaya çıkacak ve onun beklenen şahsiyetini mutlaka belirleyecektir.
Ancak çocukluk ve gençlik mevsiminde duyulan ve sonra ruhlarda hâtıralaşan her renk, her ses ve her söz karantina ve korunmaya alınmazsa silinip gider ve yerlerini de başka şeylere bırakırlar. Çocuğun çocukluk döneminde şuursuz gözlerle süzdüğü, alâkasız bakışlarla seyrettiği ve her biri birer hakîkatın nüvesini teşkil eden ne kadar iyilikler, güzellikler varsa, silik yazıların üzerinde kalemin yeniden gezdirilmesi gibi, ele alınıp işlenmezlerse, ilk tembihle kapalı kalır ve ümit edilen meyveleri de veremez...
Evet, şayet bu ilk duygu ve düşünceler, mekteple beslenmez, delikanlılık muhitinde takviye görmez, olgunluk döneminde de aklın ve basîretin himâyesine alınmazlarsa, neşv-ü nemâ bulmadan ölür giderler.
Mektebin ilk vazifesi, çocuğun duygu ve düşünce dünyâsına serpilen bu iyi tohumların korunmaya alınıp geliştirilmesi, fena tohumların da ayıklanıp temizlenmesi olmalıdır. Olmalıdır ki; yıllarca çocuğun şuuraltında çimlenen iyilik ve güzellik nüveleri çürüyüp bozulmasın, fenalık ve kötülük tohumları da boy atıp gelişmesin..! Olmalıdır ki; o, içinde tüllenen hâtıralar halindeki duyguların temsilcisi ve mimarı olabilsin ve kendi idrâki ölçüsünde hâfızasında yaşayan renkleri ve şekilleri canlandırma fırsatını bularak, vaktiyle aynı seviyede zevk edemediği hatta alâkasız ve isteksiz bakışlarla süzdüğü, o döneme ait duygu ve düşüncelerin izlerini ve gölgelerini, tıpkı çiçeklere konup-kalkan arıların, onlardan bal özü aldıkları gibi, birer birer toparlayıp kendi hayat peteğini örebilsin...
Denebilir ki, bu vâdîde çocuğun ilk intibâları, ilk müşâhede ve ilk ihsasları ne kadar mükemmel olursa olsun, onun ruhunun fakültelerini bütünüyle işleyip geliştirecek şahsiyetli maarif ve onun ışık ordusu muallimlerdir. Bu manâ mimarları sayesindedir ki, çocuk yeniden kendini bulur, düşünce tarzını ayarlar, soyunun kültürüyle bütünleşir ve yüksek ideâllere yelken açar...
Mektep, her çeşit ilim mevzuunda olduğu gibi, dinî hayat, memleket-millet meseleleri ve dünyâ hâdiseleri karşısında da onları zabt-u rabt altına alacak, metotlu düşünüp, metotlu çalışmaya alıştıracak ve yuvanın, onların ruhunda çimlendirdiği iyi ve güzel şeyleri tımar edip geliştirecek biricik müessesedir. Metotlu düşünce, metotlu çalışma ilim ve hikmet açısından önemli esaslardır. Aklın ilhâma açık hale getirilip dosdoğru kullanılması demek olan hikmet, din, ahlâk ve sanatın da en ehemmiyetli desteği ve en mübârek kaynağıdır.
Bu çerçeve ile idealize edilen mektebin gâyesi, müdâvimlerine üstün vasıflar kazandırarak, onları, ruh ve madde plânında bütün milletlerin üstüne çıkarmak ve bir zamanlar olduğu gibi onlara medeniyetler üstü medeniyet inşâ etme yollarını göstermek... Bu gâyeye ulaşmak için de, teker teker bütün müdâvimleriyle uğraşmak, onlara mukaddesât ve millî değerleri bizzat temsil ederek gösterip aşılamak; her yanı türlü türlü yabancı düşünce ve asimilelerle rengârenk hale gelmiş ülkemizde, gerçek millî ahlâkın, faziletli insan şahsiyetinin doğup gelişmesini hazırlayıp ortaya koymak olmalıdır.
Yoksa, bir kısım nâmüsâit muhitlerde dejenerasyona maruz kalmış nesiller zâyî olup gidecekleri gibi, yuvanın, bir ölçüde donatıp ihyâ ettiği gençleri muhafaza etmemiz de mümkün olmayacaktır.
Sızıntı, Ekim 1989, Cilt 11, Sayı 129
.
İdeal bir cemiyet, ideal fertlerden meydana gelir. Parça ve parçacıkları günâhlardan ibaret hezeyan yığınlarına gelince, bunlar, iyiye, güzele ve hayırlara kapalı bir kısım kuru kalabalıklardır.
İdeal insan veya eskilerin ifadesiyle, meleklere ait vasıflarla serfirâz 'kâmil insan' 'And olsun Biz insanı en güzel biçim ve mahiyette yarattık' meâlindeki âyet veya âyetlerle, maddî-mânevî suret ve şekillerin, en göz alıcısı, en mükemmeli ve tam 'ahsen-i takvîm' sözüne uygun olarak yaratılmış olmayı takdir ve 'Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara arzettik.. bunlar onu yüklenmekten kaçındı ve korktular da, onu insan yüklendi...' şeklindeki beyanlarla, görülüp bilinen varlıklar arasında sonsuza kadar yükselmenin tek namzedi ve her şey olmaya müsait istidat ve kabiliyetlerle donatılmış bulunmanın şuurunda ve kendisine bahşedilen ilk mevhibeleri değerlendirmesini bilen basîret ve idrak insanıdır.
Evet o, ilâhî birer lütuf olan ilk mazhariyetlerini değerlendirip, hayatını vahy ve ilhâmların altında sürdürmeye gayret ederek, irâdesinin hakkını verip ve bu ilk ihsanları yediveren başaklar gibi geliştirip ölümsüzleştirebildiği ölçüde kâmil insan olma yoluna girmiş sayılır.
İdeal insan; 'Hayat nedir, ölüm nedir, varlık nedir, kendisinin varlıkla alâkası nedir, kulluk nedir, itaat nedir, günâh nedir, sevap nedir, musibetler nedir ve bunların insanoğluna musallat olması nedendir?' gibi binbir bilmecenin, onun dimağında anaforlar meydana getirmesine karşılık, vicdanında çakıp duran hikmet parıltılarından, ruhuna akseden ilhâm esintilerinden örüp ortaya koyduğu nurdan helezonların tâ zirvesine yükselerek, oradan her şeyin perde arkası 'melekût'unu sezer, anlar.. sonra da hayret ve hayranlığın hasıl ettiği sevgi ve mehâbetle ruhun ilk kaynağına yönelir ve itminan soluklar. Bu noktaya ulaşmış bir ruh ne ihsanlarla şımarır, ne de mahrumiyetlerle sarsılır. Nimet ile nikmeti, kahr ile lütfu bir tutar, bir görür; başkalarının şımarıp küstahlaştığı, karamsarlaşıp yeisle inlediği aynı anda o, çölde gül bitirmesini, kamıştan şeker çıkarmasını bilir, kaybetme kuşağında dahi sürekli kazanır.
Evet o, en amansız musibetler karşısında, en ürpertici girdaplar içinde dahi hep, kendini, başarı ve muvaffakiyetlere doğru uzayıp giden upuzun bir imtihan koridorunda yürüyormuş gibi hisseder.. ve en zorlu, en çetin dakikalarında dahi ötelerden gelen huzur ve üns esintilerini ruhunda duyar, Allah'a hamd ve senâ hisleriyle iki büklüm olur.
İdeal insan, gücü her şeye yeten, sözü her yerede geçen bir Kudret-i Sonsuz'a îmanı sayesinde, her zaman güven ve itminanın en erişilmezine mâlik sayılır.. ve kalbinin derinliklerine doğru kök salmış dupduru inancı; ruh dünyâsına, akıl almaz buudlar kazandıran tasavvur, düşünce ve itikadı onu ihsaslar üstü öyle bir noktaya ulaştırır ki; eğer kendini bu derinliklere âşina bir kulakla dinleyebilse 'Korkma, mahzun olma! Sana söz verilen Cennetlerle neşelen' veya 'Selâm sana! Yapageldiğin güzel işlerin, güzel amellerin mükâfatı olarak gir ebediyet otağı Cennetlere..!' sesini işitecek ve zevklerin en erişilmezini yaşayacaktır.
İdeal insan; hayatını, yürekten inandığı ötelere göre tanzim edip yaşayacağından, her zaman cürüm, cinayet, zulüm ve rezâletlerden uzak kalmaya çalışacak ve nefsiyle mücahedesi sayesinde başıboşluk ve bohemliğe düşmeyecektir.. gözleri sürekli dost güzelliklerinin cilvelendiği yamaçlarda, kafası ebedler duygusuyla sermest; gönlü, ruhânîlerin konup kalkmasına açık bir gönül bahçesi gibi pırıl pırıl ve rengârenk.. o da bu tılsımlı iklimin, gezip gören, düşünüp araştıran mütâlâacısı ve seyyahı...
Beden ve ceset insanının, bütün bir hayat boyu cismanî hazlarını takip edip, nefsanî isteklerin zebunu olarak yaşamasına rağmen bir türlü doygunluk ve itminana ulaşamamasına mukabil, mefkûre insanı hep huzurlu ve itminan içinde olmanın yanında, ilim ve irfanıyla insanlığa hâdim, cesaret ve şecaatla yeryüzünden zulüm ve haksızlığı kaldırmaya kararlı.. yerinde 'Dövene elsiz, sövene dilsiz', kadirnâşinaslara karşı afv u safh ile kanatlı; yerinde de muharebe meydanlarında tepeden-tırnağa yara-bere içinde.. vücudu delik-deşik; urbası kızıl kanla boyanıp bayrak rengini almış.. mızrağı kırık ve kılıcı kesmez olmuş ama, yine de atını mahmuzlayıp saflar yarmasını, sîneler deşip kelle almasını ve bir arslan gibi zâlimleri pençe-i kahrıyla lerzân etmesini bilen ruh insanıdır.
Bu ruh insanı, Allah'tan gayrı her şeyin fâni ve geçici olduğuna inandığı için, kimseye ve hiçbir şeye serfurû etmez, madde karşısında aldanmaz.. mâlik bulunduğu her şeyi İslâmiyet ve Müslümanlık yolunda, uhrevîlere has bir duygu ve düşünce ile değerlendirir.. eşyâ ve hâdiseleri pamuk gibi hallaç eder.. mesaisini milletin mutluluğu istikametinde ve hususiyle de gelecek nesiller adına en hayatî noktalarda yoğunlaştırır ve 'Yaşasın gelecek nesiller' diyerek arkasına bakmadan çeker gider.
O, hep Hak rızâsı ve doğruluk peşindedir. Ne bedeni adına hakk-ı temettu, ne de ruhu hesabına keramet ve hârikalara mazhariyet onun bakışını bulandıramaz. Allah'a kulluğu en büyük değer sayar ve bu değerler ölçüsü içinde en küçük kulları dahi kendinden yüce bilir ve onları başına tâc yapar. Onlardan gelebilecek sertlik, huşûnet ve hazımsızlık ateşlerini basar sînesinde söndürür.. ve edeb-erkân bilmeyenlere, kötülüklerin, iyiliklerle nasıl savulabileceği yolunu gösterir. Onun bu yumuşaklardan yumuşak ikliminde, yıldırımlar, şimşekler ışık içinde doğar, ışık içinde gelişir ve gözlere gönüllere ziyâ olur gider.. onun aydınlık atmosferinde her an ayrı bir Nemrud'dan ateş 'berd-u selâm' olur da haşin ve hırçın ruhlara ülfet ve ünsiyet üfler.
Öyle zannediyorum ki, bizler bir kısmımız itibariyle henüz bu seviyeyi yakalayamadık.. ve yakalayamadığımız için de kötülükleri iyilikle savmasını bilemiyor, sertliklere sertlikle, kine, öfkeye öfkeyle mukâbele ediyor, heva ve heveslerimizi fikir sanarak sürekli aldanıyor ve İslâm uğrundaki mücadelemize hislerimizi karıştırıyor ve böylece kazanma kuşağını tutmuş olmamıza rağmen çok defa kaybediyoruz.
Eğer İslâm'ın zâtî güzellik ve câzibesi, Kur'â'nın da gönüllere hayat üfleyen o altın nefesi olmasaydı, bizim bugünkü eksik ve kusurlu temsilimizle, yüce da'vâ ve mukaddes emanet hâlihazırdaki noktaya ulaşması dahi mümkün değildi...
Sızıntı, Haziran 1990, Cilt 12, Sayı 137
.
Ümitsizlik ve inançsızlık, benliğin çöküşü, irâdenin felç oluşu ve insanın iç dinamizminin boşalıp gitmesidir. Ye'se takılıp kalan ve kendini çâresizlikler içinde gören bir sîneye, tedâvi adına müdâhalede bulunmak, tıpkı, bütün bütün kalbi durmuş birisine müdâhale etmek gibi faydasızdır ve çâre değildir.
Aslında, inançlı bir insanın ümitsizliğe düşmesi düşünülemez, düşmemelidir de. Vâkıâ, yer yer onda da bir kısım hayal kırıklıkları, inkisarlar görülebilir. Ama bunların hiçbiri kalıcı değildir; geldikleri gibi giderler; o da vakit fevtetmeden kendine gelir, doğrulur ve yoluna devam eder.
Aslında, inançlı bir insanın ümitsizliğe düşmesi düşünülemez, düşmemelidir de. Vâkıâ, yer yer onda da bir kısım hayal kırıklıkları, inkisarlar görülebilir. Ama bunların hiçbiri kalıcı değildir; geldikleri gibi giderler; o da vakit fevtetmeden kendine gelir, doğrulur ve yoluna devam eder.
İnançlı insan, imanı, itminânı ve Hakk'a itimâdı sayesinde, inançsızların sık sık içine düştükleri, o irâdeyi felç eden, mantıklı düşünmeyi engelleyen, endîşe ve yersiz kuruntulara iten korkulara, vehimlere kapılmayacağı gibi, şeytanın, insanların ruhuna akıttığı bedbinlik, karamsarlık, evham ve Hakk'a itimatsızlık gibi öldürücü zehirlerden uzak kalmasını da bilecektir.
İnançlı insan, imanı, itminânı ve Hakk'a itimâdı sayesinde, inançsızların sık sık içine düştükleri, o irâdeyi felç eden, mantıklı düşünmeyi engelleyen, endîşe ve yersiz kuruntulara iten korkulara, vehimlere kapılmayacağı gibi, şeytanın, insanların ruhuna akıttığı bedbinlik, karamsarlık, evham ve Hakk'a itimatsızlık gibi öldürücü zehirlerden uzak kalmasını da bilecektir.
O, bütün benliğini saran güçlü imanı sayesinde, hayat boyu hep, ışıl ışıl ümit ve güvenin parıldayıp durduğu aydınlık noktalarda dolaşır, ışıkla haşr ü neşr olur. Üzüntü ve burkuntulara düştüğü zaman da, hariçte sebepler arama yerine, ruhunun Allah'la irtibatını kontrol eder; her işinde O Kudret-i Sonsuz'a dayanır.. elinden geldiğince karanlık ruh ve bedbin gönüllerden uzak durur; inanç, azim ve kararlılık timsâli şahısları takip eder ve onların izinde olmaya çalışır. Böylece en karanlık atmosferlerde dahi şevk, neşe, sıhhat ve canlılık çığlıkları olup yükselmesini bilir...
O, bütün benliğini saran güçlü imanı sayesinde, hayat boyu hep, ışıl ışıl ümit ve güvenin parıldayıp durduğu aydınlık noktalarda dolaşır, ışıkla haşr ü neşr olur. Üzüntü ve burkuntulara düştüğü zaman da, hariçte sebepler arama yerine, ruhunun Allah'la irtibatını kontrol eder; her işinde O Kudret-i Sonsuz'a dayanır.. elinden geldiğince karanlık ruh ve bedbin gönüllerden uzak durur; inanç, azim ve kararlılık timsâli şahısları takip eder ve onların izinde olmaya çalışır. Böylece en karanlık atmosferlerde dahi şevk, neşe, sıhhat ve canlılık çığlıkları olup yükselmesini bilir...
Böylelerin solukları ümit, inanç ve azim; kelimeleri, zafer, cihâd Allah'ın inâyeti ve şükür; davranışları da Hakk'ın nimetlerine yeni yeni buudlar ilâve ederek fâni ve kısacık hayatlarına yüzlerce derinlik kazandırıp "ahsen-i takvim" e mazhar olduklarını göstermektir.
Yeni Ümit, Nisan 1989, Cilt 1, Sayı 4
.
İnancın Sihirli İkliminde
Hayatını inancın sihirli ikliminde sürdürebilenlere göre, peşi-peşine aydınlıkların dörtbir yanı saracağı ve bir baştan bir başa dünyâmızın yeniden cennetlere döneceği aydınlık yarınlar o kadar yakın ve o kadar kat'idir ki; onu bugünkü hayatlarının bir parçası olarak duyup yaşayabilirler. Zira, her gün, ufukta tüllenen emârelerden, emârelerde ışıldayan müjdelere; rüyalarda ağaran pırıl pırıl şafaklardan, karanlığın sînesindeki hırıltılara kadar hemen her şey, o mutlu geleceğin şivesiyle onların gözlerine ziya, irâdelerine kuvvet ve ümitlerine de fer vermektedir.
Evet, duyguda, düşüncede uyanmış bu insanlar için, doğuşları doğuşların, dirilişleri dirilişlerin takip edip durduğu günümüz, tıpkı bin 'ba's u ba'del mevt' in birden cereyan ettiği bir dönem gibidir. Onlar, bu binbir düğün, binbir bayram, binbir şehrâyini birden duyar, birden yaşar ve artık, sadece gözleriyle kulaklarıyla değil, bütün benlikleriyle yukarılardan akıp gelen ışıkların altında, menekşe renkli hâdiseleri vecd içinde seyr ede ede ruhlarına, zevkine doyum olmayan en füsûnkâr güzellikleri içirirler.
Hayatın bütünüyle mânevileşip derinleştiği, ruhun semâvî varlıklar gibi kanat çırpıp sonsuzluğa açıldığı, geçmiş-gelecek bütün zamanların iç içe girip bütünleştiği ve her şeyin en içli şiirlerden daha içli, en yumuşak tüylerden daha yumuşak, en derin aşklardan daha derin ve en zevkli vuslat 'an'larından daha zevkli böyle bir yaşama kuşağında, hep güzellikler tüllenir durur; hep güzel şeyler mırıldanır ve hep güzelliklere açık yaşanır.
Şanlı geçmişin hasreti, muhteşem geleceğin ümit ve iştiyakıyla yanıp kavrulan; izzete, onura, var olmaya susamış bizler gibi berzahtaki nesiller, bu duygu ve bu düşünceyle kendi zamanlarını aşarak, geçmişi geleceğin yanında yeniden yaşar, gürül gürül şanlı mâziyi, istikbalin çağıltılarıyla bir arada dinler; bütün o sevimli eski ülkelerin, Akdeniz'in, Karadeniz'in, Ege denizi ve daha ötelerin kokusunu birden duyar ve kendilerini eski dünyaların bayırlarında at koşturan şen şakrak akıncılar gibi kanatlanmış hissederler.
Evet kaybettiğimiz bütün değerler, yitirdiğimiz duygular, terk ettiğimiz örfler, âdetler, düşünce tarzları ve sistemler hepsi birden gözümüzün önünde canlanır; bütün mezardakiler dirilip yurtlarına, yuvalarına dönmeye ve aramızda gezmeye başlarlar. Darmadağınık dünyâmızın birbirinden koparılıp sağa sola saçılan parçalarının yeniden biraraya geldiğini ve yıllar yılı birbirine düşman, birbirinden kaçan bu iklim insanının küme küme özüne döndüğünü, sarmaş dolaş olup birbiriyle bütünleştiğini zevkle seyrederiz. Tıpkı rüyalarımızda olduğu gibi, bu ruh haletiyle de, görüp duymak, duyup yaşamak istediğimiz her şeyi kolaylıkla yakalar ve sahip çıkabiliriz.
Böyle hülyalarımızı besleyen koskoca bir mazi vâridâtı şelâleler gibi gönül gözlerimiz önünde en büyüleyici seslerle çağlarken, bizler, ötelerin güzelliklerine aralanan bu perdeden renkleri, şekilleri, nizam ve âhenkleri daha bir başka sezerek sînelerimizdeki gizli ezelî güzellik aşk ve ihtiyacını derinden derine duyar ve ruhumuzun derinliklerinde binbir zevke uyanırız.
Kim bilir, yüksek ruh ve derin gönüller daha nice bilinmedik şeyleri keşfeder ve nice ifadesi imkânsız kapalı temayüllerimizi sezerek idrâk ufkumuzu aşan manevî güzellik ve hazlarla bütünleşirler.
En tatlı rüyalardan daha tatlı bu seziş ve bu hissedişlerde, duyup haykıramadığımız, hissedip anlatamadığımız dünkü haz ve sevinçlerimizin, bugünkü hasret ve hicranlarımızın nağmeleri duyulmaktadır.
En yumuşak tüylerden daha yumuşak, koyun-kuzu, meleyişlerinden daha içli, civcivlerin cıvıltıları kadar yuvaların şefkat dolu ikliminden kopup gelen bu ses ve bu nağmelerle ruhlarımız dinlenişe geçer, gönüllerimiz renk renk rüyâlara dalar ve gözlerimizin önünde eski yuvalarımızın ismet ve iffeti, kahraman cedlerimizin yiğitlik ve cesareti, incelerden ince milletimizin asalet ve necabeti tüllenmeye başlar. Hayâl ve hâtıralar, mızraplar gibi gönüllerimize inip kalktıkça, bu Cennet ülkenin binbir güzellikleri içinde yetişip büyüyen bizler, kendi düşünce tarzlarımızdan, kendi idrâk ve anlayışlarımızdan, kendi üslûp ve şîvelerimizden fışkırıp sînelerimize çarpan kendi ruhlarımızın feryat ve iniltilerini, sevinç ve çığlıklarını duyar, zevkiyle-safasıyla, kederiyle, tasasıyla kendi dünyamıza uyanır ve kendi ruh âlemimize kavuşuruz.
Sızıntı, Mayıs 1988, Cilt 10, Sayı 112
.
İnsan Olmanın Düşündürdükleri
Arkadaş, varolduğun sürece her türlü kötülüğe karşı duygu, düşünce ve gönlünün kapılarını kapa! Her zaman Hakk ölçüleri içinde en iyiyi, en güzeli ve en doğruyu ara! Bütün kinleri, nefretleri, bencillikleri bir el darbesiyle Kaf dağının arkasına fırlat ve sîneni sevgiye, insanlığa, mürüvvete aç! Feryat edenlerin imdadına koş, âh u vâh edenlerin acılarını, ızdırablarını dindir!
Kendini, yıllardan beri yeryüzünü saran karanlıklarla savaşmaya, karanlık noktaları ilim ve irfan meşaleleriyle aydınlatmaya vakfet! Ve ömrün oldukça da inkârla, ilhadla, cehâletle savaşmadan bir lâhza geri durma!
Yoluna, Allah'ın gönderdiği ışıklar altında devam et; önünü-arkanı, sağını-solunu, ruhunu-kalbini onlarla aydınlat! Kafa ve vicdânın gerçeğin bilgisinden, gönlünde îman ışıklarından mahrum olursa, kötü düşüncelerden kurtulamaz, inanç, insanlık ve sevgi gibi yüksek değerlere giden yolları bulamazsın...
Acı dahi olsa, doğruluktan, doğru yoldan, dürüst yaşama ve faziletten ayrılma! Hak sevgisine halk alâkasına seyâhat eden kervanlar, hep bu duraklardan hareketle, bu güzergâhı takiple yollarına devam etmişlerdir.
Küçüklerine sevgi, büyüklerine hürmette kusur etme! Millet fertlerini birbirine bağlayan din birliği, diyanet birliği, vatan birliği hedef birliği, gibi râbıta ve değerlerin sarsılmamasına dikkat et; millet ruhunu aşındıran bütün ters düşüncelere, paradokslara, asimilasyonlara karşı koymasını bil ve özünü korumadan bir lâhza geri durma!
Çalışmanın kutsiyetine inan, başkalarının, senin geçimini sağlamak için sana bakma mecburiyetinde oldukları vehmine sakın kapılma! İnsanlığın sana değil, senin insanlığa hizmetle mükellef olduğunu düşün ve bencilliğinin, ancak fedakârlığın o temizleyip arındırıcı ateşinde yanıp kül olduktan sonra bir şeye yarayacağına, bir kıymete ulaşacağına inan!
Büyük ümitlerin gerçekleşmesini, arzu edilen mutluluklara ulaşılmasını, Allah'ın iradesine râm olarak yaşadığın sürece elde edebileceğini düşün ve kendi iktidar, imkân, güç ve kuvvetinin yerine hep O'nun o sonsuz kudretine sığın!
Her zaman aşkın, sevginin, vefânın yumuşak iklimine koş, onların yumuşatıcı tesirlerine mutlaka itimât et! Ve, Hakk'ın senin mahiyetine koyduğu bu sırlı anahtarlarla en paslı kilitleri dahi açabileceğini asla hatırdan çıkarma!
Sızıntı, Ağustos 1988, Cilt 10, Sayı 115
.
Kâbe; mü'minlerin kalbinin müşterek attığı bir mihrap ve 'insanlar için vazedilen ilk ev...' takdîr ve tebcîliyle yüceltilmiş ilk ma'beddir. Temeli, yeryüzünde henüz, harcın, taşın, tuğlanın bilinmediği bir dönemde, gökler ötesi âlemlerde plânlandı ve durulardan duru bir Nebî'nin eliyle gerçekleştirildi. Oturduğu zemînin o işe tahsisi, Adem nebînin yeryüzüne teşrîfinden yıllar ve yıllar önce kararlaştırılmıştı. Öyle ki, bir gün melekler Hazret-i Âdem'le karşılaştıklarında 'Sen, var edilmeden evvel bizler defaatle Kabe'yi tavaf ettik' diyeceklerdir. Tufandan sonra 'Hatırla o zamanı ki, İbrâhim ve İsmâil (as) Kabe'nin temellerini yükseltti ve şöyle dediler: Ey Rabbimiz, bizden bu hayırlı işi kabul buyur!' ilâhî beyânıyla, peygamberler babası Hazreti İbrâhim ve onun oğlu İsmâil (as) dümdüz olmuş Kâbe arsası üzerinde onu yeniden inşâ ettiler.
Arzın merkezinden 'Sidret-ül-Müntehâ' ya kadar ins, cin ve meleğin her zaman çevresinde dönüp durduğu bir amûd-i nûrâninin 'nurdan sütun' yeryüzünde mücessem bir kesiti sayılan Kâbe, her lahza görünür-görünmez milyarlarca temiz ruhun, harîmine can atıp vuslat aradığı, öyle eşi-menendi olmayan bir binâdır ki, kıymeti semâlara eşittir dense sezâdır.. zaten o gökte ve yerde Allah'ın evi manâsına 'Beytullah' olarak yâd edilmektedir.
Her yıl ehli îmân, dünyânın dörtbir yanından, uçak, vapur ve otomobillerle onun yumuşak; yemyeşil ve ötelere açık sıcak iklimine koşar ve daha yolun başında bütün günlük endîşe ve telaşlardan sıyrılarak, sırtındaki sâde, temiz ve beyaz urbâlarıyla tarifi imkânsız bir imrendiriciliğe ulaşır ve âdeta meleklerle atbaşı hâle gelir.
Bu kutlu yolculukta az-çok hemen herkes, bambaşka bir âlemin sahillerinde farklı bir dünyâya doğru yol aldığını duyar gibi olur ve bütün seyahat esnasında hep hayret kuşaklarında dolaşır durur.. kâh, ulu bir çınarın duruşu gibi vakarlı, kâh bir korunun sükûtunu andırır mahiyette heybetli ve kâh bir denizin ürperticiliğini hatırlatır şekilde azametli.. ama mutlaka samimi ve ihlaslı.
Kâbe yolları oldukça uzun, mesafeler de insafsızdır. Tasavvuf yolunun seyr u sülûku, tasfiyenin çilesi, Cennet çevresinin tepeleri, cehennem civarının çukurları gibi, bu mübârek seferin de bir kısım sıkıntıları vardır; ama bunlar, rûhî gerilimin daha da artması ve iç hazırlığın tamamlanması için şarttır. Bu uzun yolculukta herkes derecesine göre kendini hazırlar.. dolabildiğince dolar.. gerilir ve büyük bir birikimle gider oraya ulaşır.
Bu mübârek yolculuk, eski zamanlarda, atlarla, develerle yapılırdı. O devirde hacılar, Kâbe'ye varıncaya kadar yüzlerce makam, yüzlerce merkade uğrar.. Enbiyâyı izâmın yaşadığı yerleri ziyâret eder; hayâlen onlarla buluşur-görüşür.. evliyâ ve asfiyânın meclislerine koşar, onların aydınlık ikliminden ışık alır ve bu masmâvi, manâ dolu yollarda yüzüyor gibi yolculuk yapar.. bir güzellik, bir şiir, bir romantizm banyosu almışçasına ruhunun gücüyle silahlanır, manâ âlemlerinden gelecek vâridâtı duymaya hazır hâle gelir ve sonra da gidip Hakk kapısının tokmağına dokunurlardı...
Evet, bütün bir yol boyu görüp duydukları şeylerden, kalplerinde, ruhlarında hasıl olan en derin seziş ve duyuş kabiliyetleriyle gidip Kâbe'ye ulaştıklarında, onu, başı gökler ötesi âlemlere uzanmış; oradan ziyaretçilerine bakıyor ve için için bir iştiyakla onları bekliyor bulur ve şiddetli bir vuslat arzusuyla kendilerini onun kucağına atarlardı. Evet, onun vakarlı bir yüze benzeyen cephesini ve bu nurlu çehrenin çevresinde mermerlere akseden gölgesini.. göklere doğru uzayıp giden manâsını, etrafa ışık yağdıran atmosferini gören her gönül, kendince bir şeyler duymaya, bu derin sîmânın arkasındaki manâları sezmeye ve bu mübârek yolculuğa sebep teşkîl eden gâyedeki hazzı, en derin bir ibâdet neşvesi içinde tanımaya başlar ve zevklerin en erişilmezine erer...
Kâbe; bulunduğu noktaya o kadar uygundur ki, ona dikkatlice bakan herkes, bulunduğu yerle, onun ruh ve manâsı arasındaki sımsıkı râbıtayı hemen sezebilir. Sanki o, hariçten getirilmiş rastgele malzeme ile değil de yerden fışkırıp çıkmış veya gökte melekler tarafından inşâ edilip bilahare yeryüzüne indirilmiş gibidir. O, yanı başındaki, yanmış kavrulmuş, büyük-küçük, dağ-tepe ve taş yığınları arasında, bir zikir halkasındaki serzâkire benzer. Çevresindeki her şey onun iniltileriyle inler, onunla yukarılara el kaldırır ve sonra da sessiz onu dinlemeye koyulur.
Kâbe; dost mahremiyetine açık bir haremlik, çevresi ise ağyâra da açık bir selâmlık, Safâ-Merve hakikat semâsını temâşa için hazırlanmış birer kameriye, Makam-ı İbrâhim ötelere yükselten nurlu bir merdiven, Zemzem kuyusu da bu aşk meclisinde bir sâkî gibidir. Bunların bütünü aşk yolcusunu birden selâmlayınca, insan âdeta uhrevîleşir, rûhuna açılan pencerelerle 'melekût âlemini' temâşâya başlar ve bütün bütün insan muhayyilesi, öyle geniş ufuklara yelken açar ki, bir adım daha atsa kendini ötelerin hülyâlı mavilikleri içine girecekmiş gibi sanır...
Kâbe, yeryüzü binâlarındandır ve gerekli materyal de kendi çevresinden tedârik edilerek inşâ edilmiştir ama sanki O, amâ'nın bağrında kök salıp gelişmiş ve bütün varlığın, esrârını ruhunda taşıyan bir nilüfer gibidir; hem arzla hem de semâsıyla doğrudan doğruya olmasa bile dolaylı bir alâkasının var olduğu sezilir. O, geçmiş bütün devirlerden değişik çizgilerle en asil, en soylu, en eski bir târihî pırlanta ve aynı zamanda değerini kat kat arttırarak hep yeni kalabilmiş atik ve antik bir binadır; Hazret-i Âdem, sulbünden gelen bütün nesillerin ruh, karakter ve mizaçlarında en önemli bir kaynak olduğu gibi, Kâbe de yeryüzünde binâ ve inşaat vak'asının ruh, manâ ve muhtevasını taşıyan sırlı bir evdir.
O'nun harîminde her zaman, Cennetlerden esip gelen ve hakikata açık gönüllere dolan bayıltıcı, Firdevsî kokular duyulur. Her an dünyânın dörtbir yanından koşup O'na gelenler, O'nu gördükleri andan itibaren kendilerinden geçer ve bu umûmî mihrâbın etrafında, ışığın çevresinde raks eden kelebekler gibi pervâz eder durur ve bütün ışıkların hakiki kaynağıyla daha yakından temas yollarını araştırırlar. Kendinden geçmiş gönül erlerinin tavâfı, zâhiren Kabe'nin çevresinde olmaktadır; hakikatta ise, bu deveran kalbe dayalı nurdan bir helezon içinde mekânsızlıkta cereyan etmektedir.
O'nun iklîmine ulaşan ve O'nunla buluşan âşık ruhlar, zaten özlerinde mevcut olan o yüksek düşünce ve tasavvurlarda daha da derinleşerek onun büyüsünü daha da bir başka duymaya başlarlar.
Böylelerinin nazarında Kâbe, Hakk katındaki yeri, insanlar nazarındaki manâsı, rûhu, özü ve değerleriyle onlara şiir söyleyen, nasihat eden, ders veren bir üstat halini alır ve onların ruhlarına sürekli bir şeyler fısıldar.
Kâbe çevresinde, her vazife ve mükellefiyetin kendine göre bir büyüsü vardır. Ve îmânlı sînelerin, büyünün tesirinde kalmamaları da düşünülemez. Her lahza onun çevresinde dönen, zaman zaman büyüyen ve büyüdükçe bir sel hâlini alıp o mübârek mekânın her yanını dolduran tavaftaki ruhlar; o çağlayan içinde duydukları heyecan ve cezbe ile kendilerini bütün bütün unutur, ledünnî ve rûhânî bir başka âleme uyanırlar. Orada, her söz, her duâ ve her yakarışta kendi aşk ve iştiyaklarının dile getirildiğini hisseder, kalplerdeki en mahrem duyguların, duyulmadık en mahrem kelimelerle seslendirildiğine şahit olur ve bütün ömür boyu, buradaki ses, ışık ve mûsikîyle bütünleşen hislerle, en erişilmez hazları, en ölümsüz hâtırâlar içinde elde etmiş olurlar.
Yeni Ümit, Nisan-Haziran 1990, Cilt 1, Sayı 8
.
Kamplarda geçen ayları, haftaları, günleri değil; bir tek gün, bir tek saati dahi anlatmaya kalkışsak anlatamayız. Nasıl anlatabiliriz ki, o, bütün benliğimize sinen, derinlemesine ruhlarımızda yaşanan ve uhrevî hazlarıyla tasavvurlarımızı aşan hayatın tam cennetçesiydi... Bahar bulutları gibi üzerimizden gelip geçen her dakika, başımıza geçmişten hâtıralar yağdırır.. bizler de, bu mâvi hülyâlar içinde kendimizi geleceğin aydınlık yamaçlarına atar.. şanlı mâzideki günleri, kendilerine has ışık, renk, desen, kostüm ve şîvesiyle en canlı şekilde bir kere daha yaşar.. zaman zaman hâlihazırdaki güzellikleri; hâtıraların renkleri, ideallerin ışıklarıyla daha da derin hisseder, hatta bazan bir kaç dakika gibi en dar zaman dilimi içinde, duygu ve düşüncelerimizi sonsuzluğun, sınırsızlığın sardığını duyabilirdik...
Her gece seherin bağrında ve üns esintileri içinde, su sesi, yaprak hışırtısı, kuş cıvıltısı, bazen de tatlı bir meltemle uyanır; âh u enîn dinlemeye teşne seccadelere koşar ve berzâh koridoru için hazırlayıp, gecenin koyulaştığı demlerde ışığına koştuğumuz meşâleyi bir kere daha lebrîz (parlatma-WM) eder.. sonra da îmanlı gönüllerin kabirde haşri bekledikleri gibi, güneşin doğuşunu beklemeye koyulurduk...
Her sabah güneş, ağaçların dalları arasından sızarak, altın ve yakûttan çubuklarıyla yaprakların cümbüşünü başlarımızın üstüne salar.. gözlerimizin içine sokar; derken, en tatlı esintilerle, güneşli, neşeli, pırıl pırıl bir yeni gün çadır ve çardak-larımızın içine dolar; dolar da bizleri en başdöndürücü rüyâlar âleminde yaşatırdı.
Kuşluktan sonra o olgun ve herkesi kendi rûhuna çeken sımsıcak, oldukça ağır saatler bastırır ve hepimizi çamların, çınarların bağrına iterdi. O incelerden ince rüzgârların dokunmasıyla ses veren yaprak hışırtıları arasında, çağrışımların "tedâyî" sergilediği zaman dilimlerinde dolaşır, yer yer sıcağın rahatsızlığından mırıldanan nefsin diliyle "Bu sıcakta harp u darbe çıkmayın!" vesveseleriyle sarsılır.. ve arkasından da "Ne olurdu, cehennem ateşinin daha sıcak olduğunu anlayabilselerdi!" soluklarıyla irkilir, toparlanır, kendimize gelir ve âdetâ sabahın, serin, güzel, mavimtırak saatleri içinde bir başka âlem, bir başka derinliklere açılır gibi olurduk.
Böyle anlarda dünyâ ve dünyânın ukbâya bakan yamaçlarını mırıldanmak için şair, içiçe bu güzellikleri resmedip ebedîleştirmek için ressam ve "tın tın" âhengiyle sermest olduğumuz tabiî koroları duymak, onlara ses katmak için de mûsikîşinas olmayı kim bilir kaç defa arzulamış, sonra da inlemişizdir...
İkindi sonrası o mavimtrak saatlerde, güneşin altın ışıkları yavaş yavaş erimeye yüz tutar.. bizler de daha içli, daha derin akşamların mor saatlerini hissetmeye başlardık. Güneş, elindeki sarı mendilini çamların, çınarların üstünde bize sallarken, gurubu bütün tahassürüyle duyar, ürperir ve yavaş yavaş solan her şeyin çehresinde fenâ ve zevâlin o titreten damgasını görür, tam "Ben batıp gidenleri sevmem." mülâhazasıyla sarsılıp yıkılacağımız an "Ben, boyun eğip, gözümü, gönlümü gökleri ve yeri yaratan Allah'a çevirdim." nefesleriyle yeniden toparlanır ve gecenin, insanları derin mülâhazalara salan iklimlerinde dolaşmaya hazırlanırdık.
Akşamla beraber, her zaman tatlı tatlı esen rüzgârlar biraz sertleşir.. bazen de poyraz gibi iliklerimize işlerdi. Ve bu esnada, ağaçlara taht kurmuş gündüzlerin bütün gazelhanları susar, onların yerine gece bülbüllerinin sesleri duyulmaya başlardı. İleri saatlere doğru daha da koyulaşıp tatlılaşan renkler, daha tesirli, daha büyüleyici bir hâl alırdı ki, çok defa kendi kendimize "Yolu bu kadar zevkli olunca, acaba Cennet nasıldır?" der, tahayyürden düşüncelere dalardık. Lambaların bütün bütün fersizleştiği bu alaca karanlık içinde, her şey ve hepimiz olduğumuzdan daha farklı görünür ve hakîkatın hayâle karıştığı bu büyüleyici atmosferde, zaten her biri birer velî namzedi olan kamp sâkinleri, daha çok rûhânîleri andırmaya başlar ve bu masmâvi iklim bir çay gibi içimize akar-dururdu.
Yatma zamanı gelince, bir iki küçük kandilin dışında bütün ışıklar söner.. fâniliğini hatırlayan ve bu yolda düşünmeye yelken açan gavvâs ruhlar, âdeta bir inzivâ demi içine girer; değişik yollardan öteleri kurcalar; ayrı ayrı dillerle, semâların kapılarını zorlar ve saadet asrı insanının iniltilerine benzeyen çığlıklarla gönüllere bir başka ürpertiler salarlardı...
Hele, günün belli vakitlerinde müşterek namaz, müşterek tesbîh ve müşterek duâların aramıza bir inişi vardı ki, onlarla beraber, onları indiren meleğin yumuşacık, incelerden ince ve pırıl pırıl ellerini âdetâ başımızın üzerinde hissederdik... Namaz ve duâlar, o inanılmaz tılsımları ve ifade edilememiş manâ-larıyla ruhlarımızın en derin yerlerine kadar girer ve göz hadekalarımıza semâvî seyahatin haritalarını sererlerdi.
Kamp bence, arkadaşlarımın sevimli mevcudiyetinin, onlara şefkat ve muhabbetin tatlı tatlı esip durduğu bir mübârek bucaktı. Hepimiz orada, bir ruh kovanındaki arılar gibi, bir elimiz çiçeklerde, bir elimiz de peteklerde, çiçek özü ve bal arası gelip-giderdik. Bu duygu ve düşünce ruhumuzla öyle kaynaşıp bütünleşmişti ki, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, ben hâlâ, o günleri bütün kalbimde, bütün canımda, bütün benliğimde dipdiri hissetmekteyim.
Kamplarda geçirdiğimiz o alabildiğine duygulu ve alabildiğine aydınlık dakikalar; bilhassa, ibâdet, sohbet ve ders müzâkereleri esnasında öylesine renklenir, öylesine derinleşirdi ki, hepimiz âdetâ uhrevîlerle kucaklaşır gibi olurduk. Cennet, ceddimizin esas yurdu olması itibariyle, ruhlarımıza kendisini bir sıla hasreti içinde hissettirdiği gibi, biz de, kamptaki saat ve dakikaları, âhiretin o olgun, ciddî, yumuşak iklimini ve bizi kullukta istihdam eden Zât'ın, bize olan vaatlerini tahakkuk ettireceğini bir nûr, bir ziyâ tayfları içinde duyar ve kendi kendimize: "İşte hayat böyle olur" derdik.
Ben, böyle nurlu ve bereketli bir geçmişin ziyan olacağına inanmak istemiyorum. Zirâ, o günler, dar bir zaman dilimi içinde geçip-gitse de, bizim için bütün bir geçmişi rasat etme kuşağı ve bütün bir geleceğin de rüyâlarının görüldüğü berzâhî haritalar olmuştu.
Şimdi, rûhumdaki her hâtırâyı karıştırdıkça görüyorum ki, o yumuşak, şefkatli, sihirli, şiirli günler, hâlâ içimde dipdiri ve mevsim tanımadan tomurcuk tomurcuk açılan güller gibi, hiç durmadan solar-solmaz hemen yeniden açılıyor, rûhumda en romantik duyguları tutuşturuyor ve zaman zaman hâtıraları öyle canlandırıyor ki, kendimi hâlâ o üfül üfül ağaçların altında ağustos böceklerinin sesleriyle, nûr soluklu, ışık soluklu talebelerin tesbîh, temcîd ve ilâhî sadâlarının birbirine karıştığını ve farklı bir koro teşkil ettiğini içimin derinliklerinde duyuyor ve burkuntu karışımı bir hazla tâli'ime tebessüm ediyorum.
Kim bilir kampların bize açmadığı daha nice sırlar vardı! Biz onlardan düşünce ve tahayyül kuşağımıza girenleri yakaladık ve kırık-dökük arzetmeğe çalıştık. Yine de onlar, benim için sonsuza kadar hayatın en renkli dakikaları olarak kalacaklardır.
Eğer ötelere seyahatımızda, herkese birer hâtıra götürme fırsatı verilseydi, şüphesiz ben, ilklerinden başlayarak, kampların, o bahar çiçeklerine benzeyen pırıltılı, tılsımlı, hülyâlı mâvi hâtıralarını alır götürürdüm.
O günleri bizimle beraber yaşamayanlara, kampların hülyâlı iklimini anlatmanın çok zor olduğunu bildiğim halde, yine de anlatmak istedim. kim bilir, belki de bendeki bu anlatma hissi, anlatma kabiliyetimin yetersizliğini görüp de, o günleri gerçek buudlarıyla dile getirebilecek istidatları, kampları araştırmaya sevketmek için olmuştur. O kadarcık olsun, yararlı olduysam kendimi bahtiyar sayarım.
Sızıntı, Temmuz 1990, Cilt 12, Sayı 138
.
Kendi Güzelliğiyle Geceler
Varlık ve hayata dâyelik yapmasının bilinmesi ölçüsünde, bu gerçeğe uyanmış gözler için, geceler daha bir derinleşir, güzelleşir ve âdetâ bir hülyâlar âlemine inkılâp eder.
Gündüzün olmadığı yerde gece, gecenin olmadığı yerde de gündüz soğuk, sevimsiz, monoton ve bıktırıcıdır. Zaman, bu siyah, beyaz mekiklerle varlığını örer ve varlık onların kolları arasında renklerin en çarpıcılarını elde ederek kusursuzluğa ulaşır.
Zamanın, o içten sükûnetine benzeyen gecelerin zahirî durgunluğu insanı aldatmamalıdır. Bu sükûnet ve sessizlik içinde, en hummalı faaliyetlerden daha önemli büyük plânlar, büyük projeler ve bu büyük plân ve projeler için gerekli olan gerilim ve dinamikler teşekkül etmektedir.
Bazılarına göre geceler, bir sis, bir duman gibi insanların üzerine çöküp onları bunaltan, boğan karanlıktan başka bir şey değildir. Bazılarına göre ise, yeryüzünde durup yıldızları, mehtabı seyrediyor gibi iç açıcı, coşturucu ve Cennet koridorlarında yürümek kadar heyecân verici olur.
Bazıları onda, sadece karanlık gördü, kapkaranlık düşündü; geceye yenildi ve elendi. Bazıları, duyup dinleyeceği sesleri, görüp seyredeceği manzaraları bir tarafa bırakıp, dikenler arasında saksağan sesleriyle meşgul ola ola ömrünü tüketti. Bazıları da, gecenin o derin ve mahrem fısıltılarıyla ruhuna seslenmesini, bütün ruhlara hitap etmesini, bütün insanî hisleri Ezel'in o mehabetli mesajlarıyla uyarmasını bildi ve gecesini Cennet'in gündüzlerine çevirdi. Bu bahtiyar gönüller, bir taraftan ihtiyaçları, arzuları, hatta hayâllere akseden istekleri görüp gözetirken, diğer yandan da, buna karşı koyan karanlık ruhları, içine düştükleri his dünyâsında zabt u rapt altına almak, menfî akım ve direnmeleri tesirsiz hale getirmek.. hiç olmazsa, değişik buudlardaki düşmanlıkları yumuşatmakla ruhlarının gücü, îmanlarının derinliği ölçüsünde herkese aydınlık gelecekten besteler sunmağa çalıştılar. Zaman zaman içlerinin derinliklerinden fevkalâde yakıcı ve nefes alış-verişleri andırır mahiyette ürperten birer inilti; zaman zaman da, çığlığı andıran nağmeler halinde, intizamlı intizamsız ve mûsikîde olduğu gibi, yarım ses, çeyrek ses, hatta bazan sırasız, düzensiz; fasılaları yarım süren, aralardaki sükûtlarla noktalanan ve bir feryat şeklinde yankılanan seslerinin; iç içe dâireler gibi eklenişleri, çoğalışları, değişip başkalaşışları, birleşip tek ses halinde gelişleri; sonra da rezonans noktasına ulaşarak karanlıkları yırtıp ötelere varışlarıyla, yürekleri hoplatan öyle bir orkestra çıkarırlar ki, gecenin tavanı delinir, duygular, hisler bu menfezden dışarıya kayar ve sonsuza ulaşırlar.
Evet, gece, muzdarip ve çilekeşlerin, ızdıraplarını, içinde besteleyip, gönül mizmarıyla seslendirdikleri, öylesine muhteşem, öylesine sırlı bir konservatuardır ki, içinden yükselen sesler, bir solukta gökkubbeyi deler, tâ ötelere geçer. Ama ne gariptir ki, gecenin örtüsüne bürünenlerin pek çoğu ne bu sesi duyar ne de etrafında olup bitenlerden bir şey anlar... Duyup anlamaz; zira, onların nazarları vefasız, niyetleri ölü, düşünceleri eğri, kanaatleri de çarpıktır.
Varlığı duyup hissetmek, ona ait güzel ses ve güzel manzaraların; gözleri, gönülleri doldurup ruhlarına nüfuz etmesine, eşyâyı tanıyıp onunla bütünleşmeye, kalbin kadirşinas ölçüleriyle her şeyi kurcalamaya, daima uyanık ve duyarlı olmaya bağlıdır. Bu âşina ve duyarlı ruhlar, akan çaydan esen yele, yağan yağmurdan hışırdayan ağaç yapraklarına, gözlerin içine giren minik ışık hüzmelerinden semânın derinliklerindeki dev ışık kaynaklarına kadar her şeyi derin bir tecessüsle takip eder; varlığın ifâde ettiği manâları avlamaya çalışır; elde ettiği hakikatları vicdanın aydınlık ikliminde değerlendirir, derken bu aydınlık yolda yeni yeni düşünce buudlarıyla yeni yeni dünyâlara uyanır ve Cennet zevklerine denk hazlara ulaşırlar.
Bunların nazarında bütün varlık, manâlarla, hislerle taşkın; söyleyen, anlatan, coşturan bir lisan olduğundan, gece olmuş, gündüz olmuş, karanlık olmuş, aydınlık olmuş fark etmez... Vâkıa, zâhiren bir güneş kaybetmiş sayılırlar ama; ona karşılık, ruhlarına açılan pencerelerden, kendilerine şefkatle tebessüm eden ümitle göz kırpan milyonlarca yıldızla tanışma fırsatını bulmuşlardır.
Şimdi onlar, ufkunda güneşlerin kol gezdiği iklimlere doğru kanatlanmış giderken, yıldızlar arasında seyahat ediyor gibi ümitli ve neşeli; îmanlarında duyup, hayâllerinde canlandırdıkları cennetlerde geziyor gibi de tâli'lerine tebessüm ediyorlar.
Artık onlara göre; tavanı, tabanı inançtan, sevgiden ve rûhânî zevklerden meydana gelen geceler ve onlardan fışkıran sesler, soluklar; şöyle böyle sezilen hareketler, düşündüren sükûtlar hepsi de o kadar mûnis, o kadar rûha yakındırlar ki, insan bu zevkli refakati bir ömür boyu yaşasa hazzına doyamaz...
Uyuyanlar uyuya dursun, hakikata uyanmış ruhlar, bülbüller gibi seslerinin en tesirli nağmelerini esirgemeden şakıyıp durmakta, güller gibi de çekinmeden kokularını dörtbir yana salarak temiz ruhlara davetiyeler çıkaracak ve en karanlık gecelerde dahi, hiçbir gözün seçemeyeceği en müphem şeyleri, yine onların kendilerine has şive ve üsluplarıyla seçip ayırdedebilmekte ve gecelere gündüz damgasını vurarak Cennet'in aydın günlerini beklemeye koyuldular bile...
Sızıntı, Ekim 1988, Cilt 10, Sayı 117
.
Yaşama mücâdelesi veren ve yarınlara ulaşmak isteyen her millet, ancak, kendi güç kaynaklarına; kendi manâ köklerine, kendi dînine, kendi îmânına, kendi azmine dayandığı ölçüde mevcûdiyetini devam ettirebilir. Aksine, ne ayakta kalması, ne de varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Ya biz bugüne kadar öyle mi yaptık? Yıllar var ki, kanımızı emen, canımızı çıkaran düşman bir dünyâya yöneldik, onunla bütünleştik ve onu varlığımızın en esaslı unsuru saydık.. o kadar ki, bu dünyâyı her zaman mihrâbımız gibi gördük, kıble-nümâlarımızla onu aradık.. ondan merhamet dilendik ve ondan hayır ümit ettik. Onlar da sürekli bizim bu zaafımızı değerlendirip kendi dünyâmıza, kendi târihî dinamiklerimize itimâdımızı sarstı, şuurlarımızı dumûra uğrattı, irâdelerimizi felç etti ve kapılarının azat kabul etmez köleleri haline getirdiler. Asırlarca, ne onlar cefâdan usandı, ne de bizler vefâda kusur ettik.. yıllar hep bir Muharrem gibi gadr u efgânla akıp gitti ve bu cennet ülke âdetâ bize bir Kerbelâ oldu.
Kaybolmuş o yıllardan, devamlı kulaklarımızda uğuldayıp duran ve tasavvurlarımızı bir sis, bir duman gibi saran bu zâlim dünyânın o günlere âit yalanlarını, vefâsızlığını, samimiyetsizliğini, istismârını bir kısım tedâilerle 'çağrışım' hatırladıkça, aradan bunca yıl, bunca zaman geçmiş olmasına rağmen, hâlâ ruhlarımızın isyanla kükrediğini, gönüllerimizin nefretle dolup-taştığını nabızlarımızın öfkeyle attığını hissediyor ve yenilerinin zuhûr edebileceği endişesiyle tir tir titriyoruz. Endişe ettiğimiz şeyler zuhûr etmiyor da değil.. işte yanıbaşımızda yıllarca devam eden Irak-İran kanlı boğuşması! İşte Azerbaycan fâciası..! İşte 'hârap illeri, yıkılmış hânu mânları, kimsesiz çölleriyle' hâlâ bir kan ve irin gölü gibi dalgalanıp duran Körfez ve Irak..!
Evet, her fırsatta kendini medeniyetin beşiği, insanı, insânî değerlere taşıyan aydınlık koridorun ışık kaynağı ve devletlerarası dengenin en önemli unsuru gören 'batı' dediğimiz bu insafsız dünyâ, hemen herzaman ya bizzat veya iğfâl ettiği bir kısım çapulcularla -hem de medeniyet adına- vahşetlerin en utandırıcılarını irtikâp etmiş, insanlığı ışığa çıkaracağım diye, yığınları sürekli karadelikler etrafında dolaştırmış ve dünyânın her yanında, milletlerarası muvâzeneyi bozucu karanlık oyunlar oynamış, akla-hayâle gelmedik entrikalar çevirmiştir.. hele İslâm dünyâsına karşı hiç mi hiç insaflı olamamış.. insaflı olmak bir yana, her fırsatta gelip gelip bu mazlum dünyâya yüklenmiş.. onu bölüp parçalamış.. yer yer ırk ve mezhep mülâhazasıyla bu koca âlemi birbirine düşürmüş, öyle kindâr, öyle kanlı bir ittifaktır ki, zamanın hiçbir diliminde ve târihin hiçbir devrinde kat'iyyen haçlı düşüncesinden kurtulamadığı gibi hilâli de hiçbir zaman hazmedememiştir.
Bu mağrur ve bencil dünyâ, her zaman kendisini medeniyet kürsüsünün biricik hatîbi, ilim ve düşünce hayatının en aldatmaz rehberi görmüş; dolayısıyla da herkesi cehâletle, barbarlıkla karalamış; tabiî, ona göre, bu câhil ve barbar yığınların(!) hakk-ı hayatı ve hikmet-i vücûdu olmadığından, onları ortadan kaldırmada da beis görmemiştir.. görmemiş ve bu vahşî, bedevî -gerçek vahşîler ve bedevîler zamanın tefsiri içinde ortaya çıkacaktır- milletlerin içişlerine karışmış; bu karışmayı da medeniyet ve demokrasi -bunca zulüm ve şenâate vize veren bu ucûbeler de ne ise?- hamleleri saymış; kan dökmüş, kan içmiş, ülkeler yakıp-yıkmış, idâre şekillerine müdâhalede bulunmuş ve kendi içindeki boğuşmaları aşabildiği ölçüde hemen her zaman başkalarıyla uğraşmış.. sonra da bütün bunları bir fazilet ve insanlık mücâdelesi gibi göstermeye çalışmıştır.
İhtimal ki, bugün hâlâ o, sebebiyet verdiği katliâmları, çiğnenen ırzları, pâyimâl olan nâmusları, gizli-açık yağmaları, bir temâşâ zevki içinde seyretmekte ve bu temâşâdan da, arenalarda masum insanları, vahşî hayvanlara parçalatan nâpâk soyu kadar olsun teessür duymamaktadır.
Bir zamanlar Ortaasya ve Balkanlarda, târihin en utandırıcı, en zâlim tahrip ve yağmalarını gerçekleştiren bu iki yüzlü dünyâ, mübârek soyumuzun bize emânet ve hâtırası olan bu ülkeleri bir baştan bir başa, günâhsız insanların gözyaşları, tâlisiz nesillerin al kanlarıyla suladığı gibi, şimdilerde yeni ilâve, yeni sistem ve farklı usullerle insaniyet-perverliğini, ruh asâletini(!) bir kere daha gözler önüne serdi ve kendini ispatladı...
Ah uğursuz insanlık! Sen, hem de medeniyet, demokrasi, hürriyet ve insan hakları gibi kelimelerin, dilden düşürülmediği ve edebiyatının yapıldığı bir çağda, binlerce masum çocuk, tâlisiz genç ve bedbaht yaşlıların, bir kısım modern cellatlar elinde böyle parçalanıp-doğranmasına sessiz mi kalacaktın? Şeytanlara rahmet okutturan bu canavarlıklara alkış mı tutacaktın? Nerede Batının yüksek tirajlı gazeteleri! Nerede Times'ler, Washington Post'lar, Le Figaro'lar, Independent'ler, Le Monde'ler, Tribune'ler, Daily Telegraph'lar! Nerede insanlık için intişâr ettiğini dilden düşürmeyen büyük mecmualar! Nerede Observer'ler, Stern'ler, Newsweek'ler, Reader's Digest'ler! Nerede dünyâ radyo ve televizyon kurumları! Bütün bunlar niçin sustular.! Ve yazarken de mazlumları hakîr görüp zâlimlere 'bravo' çektiler!
Aman Allah'ım! Meğer menfaat hırsı, çıkar düşüncesi, İslâm düşmanlığı ve küfür yobazlığı insanları ne seviyeye düşürüyormuş..? Biz hem muhteşem devirlerimizde hem de tâli'imize yenik düştüğümüz dönemlerde insanları hep azîz bildik, azîz tanıdık; başkalarının da böyle davranacağı kuruntusuna kapıldık. Ama; esefle ifâde edelim ki, şimdiye kadar pek çok defa aldandığımız gibi, şu anda da aldatılmak istendiğimizi görüyor ve 'yazıklar olsun!' diyoruz. Yazıklar olsun asırlardan beri bize göz açtırmayan Batının kırk harâmilerine! Yazıklar olsun İslâm dünyâsını bir kere daha zulüm paletleriyle çiğneyip geçenlere! Yazıklar olsun denizlerimizi kirletip topraklarımızda kan seylâpları meydana getirenlere! Yazıklar olsun hunhâr haydutların katlettikleri bunca günâhsız insan karşısında sessiz kalanlara! Yazıklar olsun semâları titreten masum çığlıklarını duyup ürpermeyenlere! Yazıklar olsun zâlime, zulmü alkışlayana ve bu kızıl kıyâmetten bir şey anlamayana!
Biz, hicrân dolu sînelerimizin âhıyla inledik ve bir sürü 'yazıklar olsun!' çektik. Bu önemsiz olabilir. Ne var ki, Gayretullâh'ın dile gelmesi böyle olmayacaktır. O konuşunca, bugünkü mağrur ve gaddar başlar 'keşke..!' deyip iki büklüm olacak ve oturup ağlamaya bile fırsat bulamayacaklardır.
Zâlimlere bir gün söyletir Kudret-i Mevlâ,
Tallâhi lekad âserakâllâhü aleynâ.[1]
[1] "Vallâhi, Allah seni bizden üstün kıldı." (Yusuf, 91)
Sızıntı, Mayıs 1991, Cilt 13, Sayı 148
.
Hayatlarını cismâniyetin dar mahbesinde yaşayanlar, dünyâdan kâm alıp, dünyâ nimetlerinden tam istifâde ettikleri gençlik dönemlerinde, bir kısım geçici zevkler duyup tatsalar bile, hemen her zaman hicrânlı ve içiçe burkuntularla kıvrım kıvrımdırlar. Hele yaşlanıp da cismânî hazlardan faydalanamaz hale geldikleri veya dünyâ nimetlerinden bütün bütün mahrum edildikleri zaman öyle sefilleşirler ki, doğrusu, bu halleriyle onlara acımamak elden gelmez.
Vaktiyle, binbir füsunla başlarını döndüren o pırıl pırıl dünyevî güzellikler ve bu güzellikler içindeki bedenî hazlar, şu hicrân döneminde, yer yer gelip hayallerini sardıkça ölür ölür dirilir ve kendilerini âdetâ, birer enkâz yığını olarak hissederler.
O çakırkeyf günler, o tülpembe akşamlar, o büyüleyici geceler, o şen ve şakrak toplanmalar ve o rengârenk halvetlerden en küçük bir eser, en küçük bir emârenin kalmadığı ve her yanı garipliklerin sardığı şu tükeniş döneminde bunlar, hasretle oturur-kalkar, hicrânla inler ve ümitsizlik içinde yutkunup dururlar.
Hususiyle, bütün bir hayat boyu hep zirvelerde yaşamış olanlar için, o istikbâller, o şa'şalı merâsimler, o riyâkârca iltifâtlar, o yüksek değer atıfları, o elpençe dîvân durmalar, o inim inim etrafı inleten alkışların birdenbire kesilmesi, onların beyinlerinde inip kalkan öylesine öldürücü darbelerdir ki, böyleleri için ölüm çok defa yolu gözlenen bir sevgili haline gelir.
Hayatboyu hep aldanmış ve dünyâ hayatını sâbit zannetmiş bu müflis ruhlar için her şey bir rüyâ gibi gelip geçer; gelip geçer de, hiçbir şey duymamış, yaşamamış gibi, arkalarında hicrânlı ve esefli bir hülyâ bırakır ve silinir giderler.
Evet, bütün o aldatan görkemler, o şımartan gösterişler, o âlâyişlerle şişip köpüren törenler-kabuller, maskaralığa varan teveccühler, hâkimâne tavırlar, işveli edâlar, şuh kahkahalar; yerlerini, hazanla savrulan yapraklara, tirtir titreten poyrazlara, renklere küskün gözlere ve neşeye kapalı sînelere bırakıp öyle giderler.
Gözlerindeki ışıkların yavaş yavaş sönmesi, aşklarını, heyecanlarını söyleyen ağızlarının zamanla bütün bütün susması, neş'e ve sevince açık duygularının birer birer ölmesi, yaşama zevk ve hazzıyla çarpan kalplerinin kasvete boğulması, eski günlerin neş'e ve sevincini paylaştıkları kimselerin ölüp toprağa gömülmesi, gömülüp çürümeye terkedilmesiyle sarsılmış bu hayatzede tâlisizler, ya müsekkinlerle hislerini iptâl ederek başka varlıklar gibi yaşarlar veya her dakika ruhlarının derinliklerinde bir ebedî yokluğu duyar ve ölüp ölüp dirilirler.
Hele, bütün fırsatları kaçırıp, geriye dönülmez o son noktaya ulaştıkları zaman, hasretleri âdetâ sonsuzlaşır ve hicrânları da öldürecek seviyeye ulaşır.. işte o zaman "keşke!" der, iki büklüm olurlar; ama, artık, iş işten geçmiştir.
Evet, bu esnada, "Keşke, daha önceden varolmanın sırlarını kavrayıp en yüce hakîkata uyanabilseydik! Keşke, cismâniyetin karanlık iklîminden ve bedenin öldürücü tutkularından kurtularak, biraz da ruhun ferahfezâ dünyâlarında kanat çırpıp pervâz edebilseydik! Keşke, millet için yararlı olabilme imkânlarını elde ettiğimiz ve bilhassa, onun kaderine hâkim olduğumuz günlerde, ona, kendi-olma, özüyle bütünleşme mevzuunda ışık, burak ve rehber olabilseydik! Keşke, başkalarının oyuncağı ve âleti olarak, o utandırıcı hayatı yaşamaktansa, izzetle ölmeyi zilletli hayata tercih ederek, vicdânlarımızın dupduru ve tertemiz iklimine yükselebilseydik! Keşke, ülke insanı ve nesillerin çeşit çeşit erozyonlarla yozlaştırıldığı, soysuzlaştırıldığı o karanlık günlerde, 'yeter bu târihî yanlışlık!' deyip gürleyebilseydik! Keşke, ilerici görünme hevesiyle, Kurân'la gelen ilâhî mesajlara sataşıp durduğumuz o hezeyân dönemlerinde, dillerimiz tutulsaydı da, câhil kitlelere şeytan ve şeytana da maskara olmasaydık..!" deyip inleyecekler ama beyhûde...
Evet, bu ülke insanının gerçek mutluluk ve saadetini arzu etmeyen bu tâlisizler, bütün bir hayat boyu, bir kerecik olsun târihî hakîkatleri görmeye, onlarla yüzyüze gelmeye cesâret edemediler. Hele, zirveleri tutup o çalıma boğulanlar, hiç mi hiç bâtıl vehimlerden, modern hurâfelerden, fikirleri felç eden tabulardan kurtulamadılar. Daha acısı da, bu alîl ruhlar, kendilerini küçük düşüren bu kabil hastalıklarını bir türlü idrâk edemediler.. edemediler de Moliere'in dediği gibi; hastalığını hissetmeyen hastalar gibi hep şifâya kapalı kaldılar.
Kendi hastalıklarını sezemedikleri gibi, milleti hasta, aldanmış, aklı ermez ve câhil gördüler. Sonra da kendilerine tabasbus yapmayan herkese ve her şeye ilân-ı harp ettiler. İnsanlığın süratle yeni biri çağa doğru kaydığını; bu yeni çağın yeni politikalar istediğini bir türlü hissedemediler. O kadar edemediler ki, süratle akan bir nehrin üzerinde, bir meçhûle doğru sürüklendikleri halde, nehrin sağında ve solundaki çer-çöpe takılıp kalanlar gibi, bunlar da birkısım köhne düşüncelere takılıp kaldılar ve bir türlü ileriyi göremediler.
Keşke, son demlerinde olsun, çevrelerindeki karakurulardan bütün bütün sıyrılıp târihî hataları milletin gözünün önüne sererek, "Ey necip millet, işte sahte ve münâfıkça fazîletler, işte bu âlî kavmi sefîl eden düşünceler ve işte asırlık kâbuslu rüyâların iç yüzü..!" deyip haykırabilselerdi! İhtimal ki, bu arslanca sayhalar, onların günâhlarına keffâret, vatan evlâdının da gözünü açmasına vesîle olacaktı...
Çok yazık, bu kadarcık olsun erkekçe davranamadılar! Sus ey sersem! Allah onları affetmek istemiyorsa davranamazlardı ki..!
Sızıntı, Kasım 1989, Cilt 11, Sayı 130
.
Kudsîler ve Hakikatın Elmas Kılıcı
Kudsîler, geçmiş kitapların doğru haberleri, iddialı kehanetlerin ürperten işâretleri, inşirah veren kerâmetlerin ümit dolu beşâretleriyle son dönemde yolu gözlenenler... Yıllar var ki, insanımız, bilerek veya bilmeyerek, gözlerini doğuş beklediği ufuklara dikti ve onları bekledi.. onlarla avundu, onlarla teselli oldu.. onların geleceğine dair ümidini yitirince de hazana uğramış yapraklar gibi sararıp-soldu ve dört bir yanda savrulup durdu. Onlar, yıllar ve yıllar gönüllerimizde kurtuluş sabahının ışık melekleri olarak yaşadı ve ruhlarımıza güç, irâdelerimize de fer oldular. Onlarla va'dedilen şeyin gerçek kuvvet ve inşirahı olmasaydı, milletçe ulaştığımız şu andaki noktayı elde etmek için daha seneler isterdi; hatta belki de hiç mümkün olmazdı.
Bizler, bir avuç toprak isek; onlar, bu çorak iklimin âb-ı hayatı, bizler, içinde ışığın yanıp-söndüğü cam parçaları ve su kabarcıkları isek; onlar -Yaradan gölgelerini üzerimizden eksik etmesin!- zâtında karanlık bu cisimlerin nûrefşân ışık kaynakları.
Onların varlığı geleceğin şânı, şerefi ve milletin gözünün aydınlığıdır. Sırtı iki büklüm kamburlaşmış semâ, onların alınlarında parlayan zafer müjdeleriyle böyle rükûa vardı.. yıldızlar o gün-bugün kulaklarında uğuldayan bu beşâretle hep yeryüzüne göz kırpmaya başladı.. yer-gök şimdiye kadar duyulmadık bu velvele ile doldu ve çınladı. Ve yine bu velvele ile bütün yalancıların yalancı mumları söndü, dümenleri bozuldu ve asırlardan beri cihanı haraca kesen bilumum şeytanların uykuları kaçtı...
Şimdi, bütün karanlık rûh ve karanlık sîneler, önceden yağmuru sezen romatizmalı uzuvlar gibi, feleğin döl yatağında gelişen bu melek soluklardan rahatsız ve âdeta ölüm rüyâları görmekte. Bir kısım karanlık rûh ve karanlık sînelerin bilhassa son zamanlarda gösterdikleri huşûnet, huzursuzluk ve yaramazlığın gerçek sebebi de bu olsa gerek. Aslında onların bu türlü davranışları; her gün biraz daha kendi dengelerini bozacak, kendi politikalarını karıştıracak ve dolayısıyla da sadece ve sadece kendi tükenişlerini hızlandıracaktır. Bugün yeryüzü muvazenesinde bunlar söz sahibi olsalar bile, kudsîlerin nurlu ikli-mine uyanamamış ve onların soluklarıyla beslenememiş dün-yâya hâkim güçlerin, başlarındaki tâçlar fazla ve iğreti, onlara bağlı bütün hükümranlıklar da gayri ciddi birer oyun ve birer akrobasidir. İhtimal son zamanlarda, her gün biraz daha artan bir hızla, mazlûm milletlere karşı gösterdikleri baskı ve şiddetin asıl sebebi de, işte onların, bu yanlarının ortaya çıkması endişesidir.
Evet, dünyâyı idare ediyor iddiasında olan bu güçler, iş ve icraatlarına bakılacak olursa, değil dünyâ muvâzenesinde ağırlığı olan süper bir devlet, herhangi bir devlet ciddiyetiyle dahi te'lif edilemeyecek kadar basitlik ve seviyesizlik örneği olmuşlardır.
Ama; öyle anlaşılıyor ki, artık bunların da suları ısındı, yavaş yavaş büyüleri bozulmaya yüz tuttu ve her gün biraz daha artan bir süratle kendi "son" larına doğru kaymaya başladılar. Gayri bundan böyle, ne mazlûm ve mağdûr milletleri iğfâl edebilecek oyunları kaldı, ne de dünyâ muvâzenesindeki yerlerini koruyabilecek güç ve iktidarları.
Buna karşılık bizim altın yamaçlarımızda ise yeni yeni fidanlar filiz vermeye başladı.. dağlarımız bağ, bağlarımız da Cennet bahçelerine döndü. Şimdi bu bağ ve bahçelerin her yanında yüreklerimizi hoplatan hoş sesli bülbüller şakıyor... Hakikat ve onun sadefi söz elmasından öyle kılıçlar meydana geldi ki, bunlardan bir teki bile yeryüzündeki bütün yalanları biçip-geçmeye yetecek kadar keskin ve sağlam. Madeni hakîkattan, suyu îmanlı sînelerden bu mukaddes kılıç, senelerden beri cihanın dörtbir yanında zulüm soluklayıp geçen, geçtiği her yerde zayıfları ezen; vahşeti vahşîleri utandıracak kadar ürpertici, dünyâyı sorumsuzca idare eden güçlerin korkulu rüyâları oldu. Sisli-dumanlı düşüncelerin elinde ve henüz kınından tam sıyrılmamış bulunan bu kılıç, kim bilir bütün bütün yalınlaştığı zaman karanlık yüreklere ne korkular salacak..!?
Yakın târihe kadar, gerçeği ifadeye yeltenen her dile kilit vurup, hakikatı haykıran bütün kalemleri kısırlaştıranlar, bâtılın ebedlere kadar yaşayabileceği vehmiyle, kendilerinden başka kimseyi kabul etmiyor, kimseyi umursamıyor, kimseyi dinlemiyor; sadece ve sadece kendi hezeyanlarıyla yaşıyorlardı.
Gün gelip de, gece ile gündüz birbirinden ayrılınca, karanlığın kadehi de gidip boşluğa döküldü. Ve ışıktan rencide olan gözler, ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığıyla aydınlığa sırtlarını döndü ve şafaklara zift çalmaya başladılar. Artık hezeyan ekiyor, çılgınlık biçiyor ve kendi işlerini bitiriyorlardı.
Oysa ki kader, hakîkatin yakuttan bayrağını gönül surlarına çekmiş ve o burçlar üzerinden avaz avaz, bir kaç asırdan beri kendilerini ölüm uykusuna salmış "mağaradakilere" yeni bir "ba's-u ba'de'l-mevt" sûru üflemeye başlamıştı bile... Gönül dünyalarında, bu ilâhî dâvete "evet" diyen kudsîler eski söz ve nefes cevherlerine öyle bir ses ilâve ettiler ki, değil yeryüzündeki insanlar, eğer yüce dergahtan "geriye dönüş yok" fermanı olmasaydı, bu yeni nefesle, nice bin seneden beri toprağın altında çürüyüp giden tenler ve ötelere ulaşmış canlar bile, bu çığlıkla uyanıp "gelmemek elden gelmezdi; çağrıldık ve geldik" diyeceklerdi.
Sızıntı, Mart 1990, Cilt 12, Sayı 134
.
Varlığın en bereketli ışık kaynağı, sözün en çarpıcı, en kuvvetli nüktesi O'dur. Yeryüzündeki bütün câzibedâr güzellikler, O'nun ışığının varlık üzerine akseden gölgesi, en büyüleyici ses ve nağmeler o semâvi solukların sadece bir perdesidir. O'nun ışıktan beyanları arasında tenezzüh, gönülden kirleri, gözlerden de günahları siler-süpürür. O'nun ötelere açık zümrütten iklimlerini temâşâ, düşünceye hikmet tohumlarını saçar, aklı semâlar ötesi âlemlerde gezdirir.
Güneş, O'nun aydınlık dünyâsına nispeten bir ateş böceği, Ay, çehresine ışık çalınmış bir avuç siyah topraktan ibarettir. O, dışının parlaklığı, içinin derinliği, muhtevâsının zenginliği ile, gökler ötesinden gelmiş öyle bir sofradır ki; bize ulaşıncaya kadar, O'nu elden ele bir gül demedi gibi taşıyan melekler dahi O'ndan müstağni kalamamışlardır.
Yeryüzü ve onun sakinleri, bu ilâhî sofranın gelişini ihtiyaç ve iştiyak türküleriyle karşıladı ve bu köhne kürenin dört bir yanı O'nun gülüyle, nergisiyle âdeta Cennet yamaçlarına döndü. O'nun olmadığı dönemde kapkaranlık kesilen ova, vâdi, dağ, dere, tepe O'nun her yana saldığı nurlarla aydınlandı ve okunan bir kitap haline geldi. Hele, O'nun şerhedip önümüze serdiği eşyânın hakikatı âdeta ruhlarımızı dolduran bir hitâp oldu.
İki cihan saadetinin yol göstericiliği O'na verilmiştir. Mutluluğun altın anahtarı O'nun elindedir. O her yerde karşımıza çıkıp bizleri hayret ve şaşkınlıklara sevk eden muammâları çözüp aydınlatmasaydı, bu binbir bilinmezler karşısında hayretten hayrete sürüklenip duracak, müşahede ve düşüncelerimizi te'lif etme imkânını bulamayacaktık. O bir Hızır gibi imdadımıza yetişmeseydi, bu uçsuz bucaksız çöllerde garip, kimsesiz mahvolup gidecektik...
Ey bütün bir ölü dünyâyı tertemiz soluklarıyla canlandıran Ruh, Sen olmasaydın dünyâların Cehennem'den farkı neydi! Yeryüzünde Hakk rahmetini temsil eden Sen.. gönüllerden îmansızlık zulmetini silen de yine Sen'sin! İnsanlık doğru yolu ve doğru yolda yürümeyi Sen'inle öğrendi. Öğrendi de kaoslardan ve yollara takılıp kalmaktan kurtuldu. Varlık Sen'inle aydınlandı ve ruhlara ünsiyet salan dost ve ahbâb haline geldi..!
"Sâyende azaldı zulmet-i beşeriyet,
Benzer mi fürû'un sönük envârına Bedr'in?
Caiz sana dense güneşi leyle-i kadrin,
Ey nûr-ı hidâyet!"
İsmail Safâ
Şimdi, aç ağzını konuş ki, ağzının suyuna susamış gönüller cana gelsin; diller ve dudaklara şeker-şerbet erişsin! Ve ilk turfanda hurmalarına denk, gönüllerde turunçlar yeşersin! Bak, bin-şeref başımıza ayak basışınla "İrem bağlarına" dönen bu ülke, zakkum ve dikenlerin işgâline uğradı. Bize azap olsun diye mi bilmem, nûrun gidip "Kaf dağı" nın arkasına saklandı.
Çilemiz bittiyse gel artık; gel ki, Sen'i bütün bütün hiçbir zaman unutmadık. Zemini sararan, semâsı kararan bu ülkede hâlâ, yoksullar yuvası ma'bedler Sen'in anber kokularınla dolup-taşmakta, karanlık gönüller Sen'in meşalelerinle aydınlanıp ışığı tanımakta..!
Ey Mekke'de inip Medine'de çağlayanlaşan Nûr, saklanmak Sana yaraşmaz; aç nurlu çehrenden nikabı..! Aç ki, çirkinliğe boğulan gözler güzellik görsün! Aç ki, bizler bir kere daha şem'ine pervâne olalım!
"Ey hutbe-i ezeliye, ey nâzilet'ül-arş..!
Nâsût nüzûlünle ziyâdâr-ı Muhammed...
......................................................
Ey nefha-i lâhût!"
İsmail Safâ
Hakk'ın ezelî hutbesi olarak, Arş'dan iniyor gibi in! İn ki; gönüller, Hz. Ahmet'in aydınlık dünyâsına bir kere daha uyansın! Ey o ışık kaynağı Fahr-ı Kâinat'ın gönlünde zuhur eden Nûr; ey O'nun güneşlere tâç giydiren hakiki çehresine ayna olan kitap, seslen dörtbir yana; cihanlar soluklarınla dolsun... Hatip taslakları seslerini kessin ve kalp hutbeler sussun!
Yıllar var ki, insanlık yanlış şeyleri dinleye dinleye doğruları anlamaz oldu ve karanlıkta yürüye yürüye yarasalarla arkadaşlığa karar kıldı... Çöz dilinin bağlarını, ruhlarımız Sen'in söz cevherinin çağlayanlarını duysun! Sal ışıklarını dünyâmıza, insanoğlu asırlık karanlıklardan kurtulsun! İsrâfil gibi borunu öttür ve yeryüzünü velveleye ver; ver ki, uykuda olanlar uyansın; ters yanından doğrulan bencil ruhlar kendilerine gelsin; kendini rahata salmış olanların ödü kopsun ve birkaç asırdan beri heryanı saran karakuralar savulup gitsin..!
Yağmur gibi yağ başımıza; kuraklıktan canlarımız dudaklarımıza geldi. Sabâ gibi Arş'ın kokusuyla es her tarafta; ma'siyet kokusundan ruhların midesi bulandı. Yıldırımlara bin ve dörtbir yanda gürle; ortalığı saran haşarat kaçıp inlerine girsin..! Yağmazsan, esmezsen, gürlemezsen nasıl olacak halimiz ve insanlığın hâli? Millet nasıl canlanacak? Mektep nasıl hamle yapacak? Ma'bed nasıl nurlanacak? Kalb, ruh, akıl aradığını nereden bulacak? Başka hangi şey bu perişan ruhların ve bu yaralı gönüllerin dermânı olacak; olacak da, meflûç ruhları kanatlandırıp uçuracak..? Aklın önü sıra tıkanan yolları açıp düşünceye sonsuzluğu gösterecek..!
Sen'in olmadığın bir dünyâda irâdenin kolu-kanadı kırık, his âlemi kaos üstüne kaos; beşerî duygular bir bataklık; muhakemeler tutarsız, mantık aldatan bir hokkabaz, ilim de bir ukalâlıktır. Bu karanlık dünyâda insânî değerleri aramaksa beyhûdedir, abestir ve bir aldanmışlıktır.
Sızıntı, Haziran 1989, Cilt 11, Sayı 125
.
Günümüzde pek çok düşünür, gelecek yılların Kur'ân'a açık yıllar olabileceği hususunda hemen hemen ittifâk halindedir. Aslında, az dikkat edildiğinde, içinde bulunduğumuz çağın, düşünce ve tasavvurlarımızın üstünde bir süratle Kur'ân'a doğru kaydığı hemen sezilecektir.
Evet, artık bugün, en âmiyâne bakışlar dâhi, Kurân'ın ne denli kâinatla içli-dışlı olduğunu sezebiliyor, O'nun varlık adına beyanlarındaki isabeti görüyor, mesajlarındaki güç ve nûrâniyet karşısında hayret ve hayranlıktan kendilerini alamıyorlar.
Bugün, bu yüce kitabın; varlığın bağrındaki sırları, tabiatın ruhundaki incelikleri zevkle mütalaa edilecek bir kitap şeklinde, ilim ve irfân erbâbının gözleri önüne serdiğini, yine ilim ve hikmetle uğraşanlar söylüyorlar.
Evet, varlığı didik didik edip, onun, gâye, muhtevâ ve esaslarını herhangi bir tereddüde meydan vermeyecek şekilde açıklayıp ortaya koyan bu Kurân'dır!
İnsanın; kalbî, ruhî ve fikrî hayatını tanzim edip ona en yüksek hedefleri gösteren ve elinden tutup gösterdiği hedeflere ulaştıran; ona, lütufla, merhametle, şefkatle, adaletle muameleyi emredip ve onunla kötülükler arasında, âdetâ aşılmaz engeller koyan yine o Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyân'dır.
Allah'ın insanoğluna bahşettiği sıhhat ve âfiyeti, istîdât ve kabiliyeti, imkân ve kuvveti en iyi şekilde değerlendirme ve bu mevhibelerden hakkıyla istifâde etme yollarını gösterip insanları birbirine "bâr" olmadan kurtaran yine bu ilâhî beyandır.
Bu öyle ışık kaynağı bir kitap'tır ki; gönül verip arkasına düşenlerin ruhlarında hürriyet düşüncesi, adalet anlayışı, kardeşlik ruhu ve başkaları için yaşama arzusunu tutuşturarak, etten-kemikten varlıklara melekleşme âdâbını öğretip, onlara, iki cihan mutluluğuna giden yolları gösterir ve bu yolda kapıları ardına kadar açar...
O, öyle rehber bir kitap'dır ki; sâyesinde hakikate uyanmış gözlerin önüne geçer, onları ötelerde gezdirir, itmi'nan ve doygunluğa ermiş kalbleri mehâbet iklimlerinde dolaştırır, mütefekkir ruhları hayret ve hayranlıklarla sarhoş eder ve temiz vicdanlara her an ayrı bir nefhâ üfler...
Bu öyle parlak bir Beyân'dır ki; ruhların en yükseği ve şekillerin en mükemmeliyle dünyâya gönderilen insana, mutluluk ve saadetin en idealini, teâlî ve terakkînin en erişilmezini ve yaşamanın en insancasını göstererek ona, yolların en doğrusuyla "insân-ı kâmil" olma zirvelerini vaat etmektedir.
Bu şânı yüce Kitap değil midir ki; bütün cihân, derin bir gaflet ve dalâlet içinde bocalayıp durduğu bir dönemde O, insan ferd ve cemaatlerinin birbirine karşı hukuk ve muamelelerini, hareket ve davranışlarını, vazife ve mükellefiyetlerini tanzim ederek, hürriyet, adalet ve müsâvât hakikatlarını, bir hamlede, gerçek manâlarıyla tahakkuk ettirmiş; zulüm ve haksızlığa karşı mücadelelerin en çalımlısını vermiş; beşeri, hatta bütün canlıları içine alabilecek şekilde âlemşümûl şefkat ve merhamete çağırarak, harp ve sulhu insanî değerler çizgisine çekip, etrafında toplananları yeryüzü emniyet ve huzurunun, denge ve muvazenesinin temsilcileri haline getirmiştir.
Bu öyle pırıl pırıl nûrefşân bir kitap'tır ki; bir taraftan insana acz ve fakrını hatırlatarak onun gurur ve bencilliğini firenlerken, diğer taraftan onu aşk u şevkiyle coşturarak nâmüte-nâhîliklere yelken açmaya çağırır.
Bu öyle bir ilâhî nefhâlar mecmuasıdır ki, bizlere, her emriyle binlerce faydalar temin ederek ve her yasağıyla da akla, hayale gelmedik zararları hatırlatarak bizleri emniyet ve güven yamaçlarında dolaştırmaktadır. Evet O, emanet, ihsan ve adalet mesajlarıyla gönüllerimizi coşturup, Cennet ufuklarını gösterdiği aynı anda, ahlâksızlık, münkerât ve başkalarının mal, can, ırz ve hukukuna tecavüz gibi gayyâlara çeken duygu ve düşüncelere karşı da tahşidât yapıp, bizleri, sürekli Hakk'ın siyânet ve himâye çizgisine çağırmaktadır.
Bu bir kitap'dır ki, kendinden evvel gelip geçmiş bütün peygamberleri kudsî bilmiş, onların suhuf ve kitaplarını mübârek tanımış, hususiyle Tevrat, Zebûr, ve İncil'e tazimde bulunmuş; onlardaki ihtilaflı noktaları hal ve fasl, tağyir edilmiş yerleri tashîh, mahfuz kalmış bölümleri de tespit ederek bir manâda kaybolmuş kitapları bulup ortaya çıkarmış ve o kitapları tebliğle serfirâz peygamberleri saygıyla anmış hususiyle Hz. Musa ve Hz. İsa'yı (as) "Ulu'l-azm" peygamberler arasında sayarak hak ve hakkâniyetin dili olduğunu göstermiş... Sonra bu iki şanlı peygamberin vâlidelerinin de ilhâma mazhar, ötelere açık, beşer üstü ruh ve vicdana sahip bulunduklarını ihtâr ederek ihkâk-ı hak maksadıyla nâzil olduğunu bütün selim kalblere duyurmuş ve kabul ettirmiştir.
Bu kitap'dır ki, insanları türlü türlü sapıklıklardan kurtararak fazilet yoluna irşâd edip, Allah'ın emirlerini yerine getirenlere gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve kimsenin tasavvur edemeyeceği mükâfatlar; o emirleri ihlâl edenlere de bakışları bulandıracak, başları döndürecek ve yürekleri hoplatacak cezâlar varolduğunu ifâde ederek akılları hayrette bırakan muvâzeneler vâz'etmiştir.
Bu Kitap, düşmanlıktan başka bir şey bilmeyen münkir tâlihsizlerin ve dostluğun hakkını veremeyen iz'ansız dostların bunca tecâvüz, tebdil ve tağyir gayretlerine rağmen, yeryüzünü şereflendirdiği günden bu yana hep olduğu gibi kalmış ve kitaplar arasında vahy orijinini koruyan biricik Allah mesajı olmakla serfirazdır.
Kur'ân, levh-i mahfûzun en nâdide pırlantası olarak nâzil olduğu zaman, eşi-menendi olmama gibi bir mazhariyetle nâzil olmuştu... Bugün de aynı parlaklık ve kıymetini, hatta daha da arttırarak bütün ihtişâmıyla devam ettirmektedir. Gelecek yıllar ise O'nun, güneşlere tâç giydireceği yıllar olacaktır.
Kur'ân-ı Mübîn, ilk zuhuruyla, şarkı, garbı, şimâli, cenubu ışıktan kollarıyla sardığında, uğradığı her yere bütün ilimleri de beraber götürmüş ve dünyânın dörtbir yanını Cennet yamaçlarına çevirmişti. O gün O'na sahip çıkanlar, O'nun o nurdan mesajlarını en mükemmel şekilde temsil ediyor ve insanlığa "Kur'ân medeniyetine" açılan yolları gösteriyorlardı. Bu öyle yüksek seviyede bir temsil ve gösterme idi ki, bugün dünyânın muallimi olduklarını iddia edenler, o gün olsalardı Kur'ân talebelerine ancak çırak olabilirlerdi.
Kur'ân-ı Mecîd, öyle nurdan ezelî ve ebedî mesajlarla gelmiştir ki, beden ve cismâniyetimizin yanında, kalb, ruh, akıl ve vicdanlarımızı da terbiye ederek bizleri geleceğin insanları olarak hazırlamakta ve bizlere hedef olarak maddî-mânevî zirveler ötesi şâhikâları göstermektedir -ki bir kısım körler, sağırlar görüp duymasalar dahi- O, aklı başında millet ve devletlerin sık sık başvuracakları bir kevser kaynağı haline geleceğinde şüphe edilmemelidir.
Şayet günümüzün Müslümanları Kur'ân çizgisinde ve ilk Müslümanlar safvetinde hareket edebilselerdi -ki bugün o istikamette ciddî gelişmelerin olduğu söylenebilir- bir hamlede sıçrayıp devletler muvâzenesindeki yerlerini alacak ve taklit vâdilerinde başkalarının türküleriyle tesellî olmaktan kurtulacaklardı...
Kurân'ın ilk talebelerinin cihânı hayret ve dehşetlere sevkeden îmân, ahlâk, fazilet ve aksiyonları, günümüzün insanının bir kere daha hassâsiyetle ele alıp incelemesi gerekli olan önemli hususlardandır. Evet, bir zamanlar, Mekke'nın yalçın kayaları arasında zuhur edip, bir hamlede dünyânın dörtbir yanını aydınlığa kavuşturan birkaç bin Sahabînin, Kurân'ın aydınlık ikiminde gerçekleştirdikleri büyük inkılâb, herzaman üzerinde düşünülüp-değerlendirilmesi iktizâ eden hârikalar cümlesinden bir hâdisedir ve mü'minlerin dâima müracaat edecekleri tertemiz, dupduru bir kaynaktır.
Bu itibarla diyebiliriz ki; Kur'ân, dünden-bugüne kendisine gönül verenleri aldatıp-şaşırtmadığı gibi, bundan sonra da aydınlık iklîmine teveccüh edenleri aldatmayacak hayal kırıklığına uğratmayacaktır. Zirâ, inanıyoruz ki, zihinler müspet fenlerle aydınlandığı, gönüller Hakk mârifetiyle şahlandığı ve varlık, ilim ve hikmet adesesi altında tedkîk ve araştırmaya tâbî tutulduğu sürece, ilimler adına verilen her hüküm Kurân'ın ruhuna uygunluk içinde cereyan edecektir.
Evet O, her zaman insanları ilme, ilmî araştırmaya, düşünce ve düşüncede sisteme, kâinat kitabını okumaya ve varlığın esrarını kavramaya davet edip yol gösteren bir kitap olmuş ve hakikî çıraklarını hep düşünen ve araştıran insanlar arasından seçmiştir.
İşte, o geniş deryâdan kısa meâller halinde sadece bir kaç damla:
1. "Allah'ın rahmetinin eserlerine bakınız ki, arz ölüp gittikten sonra nasıl diriltiyor; O her şeye kâdirdir" (Rum/50).
2. "De ki: Göklerde ve yerlerde neler var, bakıp ibret alınız! Fakat, inanmayan yığınlara, deliller, uyarılar fayda vermeyecek" (Yunus/101).
3. "Şüphesiz semâvat ve arzın yaratılmasında, gece ve gündüzün deverânında, insanlara yararlı şeyleri denizlerde taşıyarak yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirdiği yağmur ile ölmüş toprağı diriltmesinde, derken her tarafa canlıları yaymasında, rüzgârları, yerle gök arasında emre musahhar bekleyen bulutları evirip çevirmesinde aklını kullanıp düşünen bir cemaat için pek çok âyet ve işâretler vardır" (Bakara/164).
4. "Onlar, göklerin ve yerin melekûtuna (varlığın perde arkası) ve Allah'ın yarattığı şeylere bakmadılar m?" (A'raf/185).
5. "Onlar, üstlerindeki semâya bakmıyorlar mı? Hiç bir çatlaklığı olmadığı halde onu nasıl binâ etmiş ve donatmış" (Kâf/6).
6. "Yakîne açık kalbler için yeryüzünde işaretler vardır. Görmüyor musunuz sizin nefislerinizde de..!" (Zariyât/20-21).
7. "De ki, yeryüzünde gezip dolaşınız... Allah ilk başta nasıl yaratmışsa, sonra âhiret hayatını da öyle inşâ eder" (Ankebût/20).
8. "Göklerde ve yerde nice hârikalar vardır ki, onlara uğrar geçerler ama, yüz çevirerek..." (Yusuf/105).
gibi âyetleriyle, insanı kâinattaki hârikaları düşünmeye, varlığın çehresindeki ince manâları tedkîke, çevremizdeki baş-döndürücü güzellikleri temâşaya ve dört bir yanda duyulan sesleri dinlemeye davet edip onun ruhunu tefekkürle şahlandırdığı gibi...
9. "Âfâk ve kendi nefislerinde onlara âyetlerimizi göstereceğiz. Böylece Kurân'ın hakkâniyeti onlar için iyiden iyiye belli olacak" (Fussilet/53).
fermanıyla da Yüce Yaratıcı'nın, âfâk ve enfüsde gösterdiği başdöndürücü âhenk ve nizâmı, güzellik ve ihtişamı nazara vererek, seyrine doyulmayan en muhteşem tabloları müşâhedeye davet etmektedir.
10. "Gökleri ve yeri ve bunlar içinde yaratıp ürettiği canlıları varetmesi de O'nun hârika icraatındandır(Şura/29).
11. "Yerin sakinleri, insanlar ve henüz mahiyetini bilemedikleri şeylerden yaratılan her varlığı çift olarak yaratan Allah'ı tesbîh ve takdîs ederiz" (Yunus/36).
12. "Sen dağları görür ve onları yerlerinde duran câmidler sanırsın... Oysa ki onlar, bulutların yürüdüğü gibi yürümektedirler. Bu, her şeyi sağlam yapan Allah'ın sanatıdır" (Neml/88).
13. "Güneş, kendine mahsus yörüngesinde akıp gitmektedir. İşte bu Azîz ve Alîm olan Allah'ın takdiridir. Ay için de bir kısım yörüngeler tayin ettik. Nihayet o eğri bir hurma dalı gibi hilâl olur, geri döner" (Yâsîn/38).
14. "Semâyı Biz kendi elimizle kurduk ve onu sürekli genişletmekteyiz" (Zariyat/47).
15. "Görmez misin Allah bulutları sürüyor, sonra onları toplayıp birleştiriyor, daha sonra da üst üste yığıyor ve sen yağmurun bunun arkasından çıktığını görürsün. Ayrıca, gökten içinde dolunun bulunduğu dağlar gibi bulutları indirir de onu dilediğine dokundurur, dilediğinden de çevirip uzaklaştırır" (Nur/12-13).
gibi sihirli beyânlarıyla da, bugün hemen herkesin merakla takip ettiği medeniyet hârikalarına esas teşkîl eden, hatta bir kısmını henüz tam anlayamadığımız, pek çok ilmî buluşlara parmak basmakta ve ehl-i insâfı dikkate davet etmektedir.
Yeni Ümit, Ekim 1989, Cilt 1, Sayı 6
..
Bin seneyi aşkın geniş bir zaman dilimi içinde hep şanlı devirler yaşamış ve hep güzelliklere açık bulunmuş şu mübârek dünyâ, bir-iki asır var ki, buhrandan buhrana sürüklenmekte ve çepeçevre rûhunu saran bunalımlarla inim inim inlemektedir.. özünden uzaklaşma bunalımı.. tabiat değiştirme bunalımı.. Milli, dînî ve târîhî değerleri inkâr ve tezyîf etme bunalımı.. ve eskilerin 'kaht-ı ricâli dedikleri seviyeli insan, idâreci kadro ve lider kıtlığı bunalımı...
Yakın geçmişi ve hâlihazırdaki durumu i'tibâriyle, şu karmakarışık dünyânın gerçek manada bir lider tanıyıp-tanımadığını bilemiyeceğim; bilebildiğim birşey varsa o da, bizim dünyâmızda böyle bir liderin olmadığıdır.
Evet, bir zamanlar, Merakeş'ten Orta Asya steplerine, oradan da Avrupa içlerine kadar çok geniş bir sahada mevcûdiyet ve ağırlığını hissettiren o tunç irâdelerin, o polat sînelerin ve o çelikten sadâların yerinde şimdi sinekler uçuşuyor.. evet, ateşböceklerinin yıldızlaştığı, sineklerin kartallaştığı bu tâli'sizler diyârında aslan inleri, tilki çalımlarıyla inliyor, bülbül yuvaları saksağanların elinde perişan ve her tarafta yarasalar şehrâyinler tertip ediyor...
Süleyman çoktan göçüp gitmiş ve o muhteşem saltanatın yerinde iblisler satranç oynuyor.. yüreğe, irâdeye, rûha hasret gittiğimiz şu günlerde, şimdiye kadar yolları elli defa gidip pusuya takılmış yığınlar, bir yenisine takılabilecekleri vehmiyle köşeye sıkışmış ve ümitsizliklerini, hârika günler ve hârika şahıslarla giderebileceklerini düşlüyorlar. Bu simsiyah yalnızlıkta herkes karanlıklara esir ve herkes birbirine teslimiyet salıklamakta.. teb'a yol-iz bilmez, câhil ve onurlu yaşamanın acemisi.. hâkim güçler insafsız ve temettû' avında.. ışığa uyananlar oldukça az -Allah irâdelerine fer versin- onların da çoğu beline kadar çamur içinde ve başları bulutlarda. Kitlelerin fikir semâları tersine dönmüş gibi; köstebek deliklerinde dolaşırken yıldızlararası seyâhat rüyâları görüyorlar.
Hâsılı, bu koskoca dünyâ başıboşların elinde ve bir baştan bir başa lidersizlikle kıvrım kıvrım...
Lider, özüyle ve zâtî husûsiyetleriyle her zaman kendini hissettiren ve gönüllerde yaşamasını bilen bir şahsiyettir. O, görünüşündeki inandırıcılığı, anlayışındaki derinliği, görüş-lerindeki inceliği, ihâtasındaki genişliği, tespitlerindeki sağlamlığı.. öğrenme aşkı, öğretme istidâdı ve uhdesine aldığı her-şeyin üstesinden gelebilme yeteneğiyle -istemediği halde- dikkatleri üzerinde toplayan, sevilen, sayılan, gözdeleşen, dolayısıyla da binlerin-yüzbinlerin herzaman uğrunda ölmeye hazır oldukları bir seviye insanıdır.
Lider, yemesinde-içmesinde, oturup-kalkmasında, davranış ve muâmelelerinde hep dikkatli, hep temkinli ve hep emniyet telkin edicidir. Doğru düşünür, doğru konuşur, doğruluğu sever ve yalandan tiksinti duyar.. sînesi vefâ ile çarpar, gözleri samimiyetle açılır-kapanır ve her zaman güven ve i'timât soluklar...
Lider, çevresine karşı güleryüzlü, saygılı, ciddi ve alabildiğine vakûrdur. Onun yanında bulunanlar yakınlığın lâubâliliğini görmez, uzakta kalanlar da uzaklığın mahrûmiyetini hissetmezler. Sorumluluğunu yüklendiği toplumun büyüklerini babası, küçüklerini evlâdı bilir ve bir kuluçka hassasiyetiyle, himâye ve şefkatine sığınan herkese bağrını açar, herkesi kanatlarının altına alır ve korur... Soluklarının duyulduğu dâire içindekilere şefkat ve alâkası o kadar engindir ki, ayaklar altındaki karıncalardan, göklerde uçuşan kuşlara kadar canlı-cansız herşey o incelikten aldığı nasiple şükrân çığlıkları atar ve iki büklüm olur yerlere yüz sürer.
Lider, vazifeşinâs, hasbî ve diğergâmdır. Sorumluluklarını yerine getirme mevzûunda, ne karşısına çıkan engellerin zorlu ve aşılmaz olması ne de imkânların genişliğiyle gelen yaşama zevki, rahat ve rehâvet onu yolundan döndüremez ve ona mükellefiyetlerini unutturamaz. Üzerine aldığı mesuliyetleri peygamberâne bir himmetle yerine getirir.. hep yürekten ve cansiperâne davranır.. sonra da yapıp ortaya koyduğu hizmetler karşılığında herhangi bir ücret ve mükâfât beklemeden çeker-yoluna gider.
Lider, üstün idrâki, cesâret ve kararlılığı, sabır ve metânetiyle her zaman çevresinin tek dayanağı ve ümit kaynağıdır. Süratli kararla isâbet, dikkat u temkinle cesâret, sabr u tahammülle atılganlık gibi zıtlıklar, onun sihirli dünyâsında birleşir, bütünleşir ve birbirinin tamamlayıcısı olurlar. Fetânetin aydınlatıcı tayfları altında yarınlar ve yarınlara âit hâdiseler, bugünkü vak'alar sırasına girer berraklaşır.. cesâret ve kararlılığı sayesinde, aşılmaz gibi görülen tepeler aşılır ve bütünüyle yollar düzlüğe erer.. tahammül ve metâneti karşısında 'olmazları olur hâle gelir, muhâller ve imkânsızlıklar toz-duman olur gider.
Lider, bir ahlâk ve fazilet kahramanıdır. O, merhamet ve yumuşak huyluluğuyla bütün canlıların çarpan yüreği, atan nabzı; cesâret ve yiğitliğiyle, millet ve ülkesinin yılmaz ve sarsılmaz muhâfızı; his ve gönül dünyâsıyla zayıfların en emîn sığınağı; tevâzû ve mahviyetiyle kapı kapı kovulmuşların biricik tesellî kaynağı; müsâmaha ve af atmosferiyle sendeleyip düşenlerin ve sürçüp sürçüp günâhlara girenlerin ümit çerağıdır.
Lider, adâletli olduğu zaman merhametli, merhametle coştuğu zaman da istikâmetlidir. İnsan ve insanca düşünceleri şefkatle kucaklarken, yılan ve çıyan deliklerini tıkamayı da ihmal etmez.. onun dünyâsında ne zâlimlerin toyu-düğünü ne de mazlûmların âh u efgânı hiç mi hiç işitilmez. O, elindeki keskin kılıcın bir yüzüyle kobraların başlarını alırken, diğer yüzüyle de bülbüllere yuva örme san'atını öğretir.
Lider, Ağrı dağı kadar mehâbeti, Lût gölü kadar da haşyeti vicdânında duyabilen gariplikler halîtası bir ruh yapısına sahiptir. Ona sırf mehâbet noktasından bakanlar, aşılmaz bir zirve karşısında bulunduklarını hisseder, hayret ve hayranlıkla ürperirler.. onu, ötelerle irtibâtı, ihlâs ve samîmiyetiyle tanıma fırsatını bulanlar ise rûhânîlerden biriyle diz dize olduklarını sanır ve kendilerinden geçerler.
Yıllar ve yıllar var ki, düşkünler diyârı şu mübârek ülke, taşıyla-toprağıyla, canlısıyla-cansızıyla, mü'miniyle-kâfiriyle hasretle inledi ve böyle bir liderin yolunu gözledi.
Bu uğurda elli defa yalancı mumları güneş zannedip alkışladı.. yüz defa ateşböceklerini yıldız sanıp arkalarına düştü.. ve bilmem kaç defa da kırkharâmîleri Kabe yolcusu sanarak içlerine girdi. Öyle anlaşılıyor ki, daha bir süre bu hicranlı arayış devam edecektir.
Yeni Ümit, Ocak-Mart 1991, Sayı 11
.
Mabed, insan rûhuna seslenen müphem bir lisan, gönülleri kendine çeken büyüleyici bir beyan ve sessiz duruşu içinde, Yüce Hakikat adına her dille bir şeyler anlatan bir sırlı tercümandır.
İnsan, mabette, bugünü dünle, dünü sonsuzla iç-içe duyar.. mabed, ibadet düşüncesi, ibadetin kaynağı ve ibadetin manâsıyla dopdolu bir deryada yüzüyor gibi olur. Bir de mabedin bu talâkatlı beyanına üstat, kudretli ve mâhir bir ses refakat ederse, zevk tarif edilmez doruğa ulaşır ve gönüllerde inanılmaz bir tesir bırakır.
Evet, mabedin sessiz, temkînli, vakûr, binbir îmâ ve işaretlerle mırıldandığı manâ; lisanını gönlünün emrine vermiş, gırtlağını akort edebilmiş mâhir bir okuyucunun ruhundan yükselen ilâhî nağmelerle birleşip yağmur gibi duygularımızın üzerine dökülmeye başladığı, akıp ruhumuzu doldurduğu zaman kendimizi bahara uyanmış güller, çiçekler gibi taptaze hisseder ve iliklerimize kadar varolmanın zevkini duyarız.
Sanki mabedin dışında varlığa karşı susan ve gönül dünyâsı itibariyle varlık ötesine kapanan bizler, mabedi, ruhlarımızın derinliklerinde saklı bulunan duygu ve düşüncelerimizi bedenin karanlık mahpesinden kurtararak, göklere duyuracak bir müezzin, bir hatip gibi bulur ve onun sesin sessizliğe, sessizliğin sese karıştığı mübârek hariminde başımızın sonsuzluğa ulaştığını hissederiz.
Gönüllerin ışığa açık olması ölçüsünde mabetteki ses, söz ve aydınlık bazen hislerimizi coşturarak bizi lezzetten lezzete, heyecandan heyecana; îmandan aşka, aşktan fedakârlığa götürür ve bize kol-kanat olur yükseltir. Bazen ruhun sezebileceği bir dille vuslat şevkini fısıldar. Bazen ruhlarımıza Cennet ırmaklarının çağıltılarını, Cennet bülbüllerinin nağmelerini duyurur ve salım salım salınan Cennet ağaçlarının altında dolaştırır. Bazen bizleri, bütün güzelliklerin kaynağı Sonsuz Güzellik'e ulaştırmak için, tüneller açar, köprüler kurar ve tüp-geçitlerle iki dünyânın iki yakasını birbirine bağlıyor gibi buradan ötelere menfezler açar, hayâle bir kısım müphem tasavvurlar verir ve onu şahlandırır.
Mabette, ibadet ü tâat, evrâd u ezkâr gibi hususlarda görülen yeknesak davranışlar, zâhiren aynı sayılsa bile, bir manzûmenin rediflerinde olduğu gibi, sonsuz duygu ve düşünce nazmında, o duygu ve düşüncenin esas unsuru ve ayakları gibidirler. Her tekrar edişte insan, bildiğinin çehresinde bilmediklerini görür, aklın idrak ettikleriyle vicdanın duyuşlarını içiçe yaşar ve bu aynilikte hep bir gayrılık ve tazelik duyar.
Bazen mihrap, minber veya arkadaki maksûrelerden birisinden yükselen yeni bir ses, mabedin o hafiften ve inceden tekrar edip durduğu nakaratla bütünleşince, geçeceğimiz yollara, tünellere, geçitlere ışıklar saçılmış gibi olur ve yeni bir yürüyüş komutu almışçasına, ayrı bir buuda doğru, değişik bir ritimde harekete geçeriz.
Bazen minberlerden, mihraplardan yükselen seslere, cemaat de ruhlarının heyecanını haykırarak katılır. O zaman mabed sanki, göklerin bütün manâ, rûh ve usaresini gönüllere boşaltmak için, öte öte çatlayan bir bülbül, bir ağustosböceği gibi bütün hamlelerini kullanarak ses olur, soluk olur, gerilir ve yırtılacak hale gelir. Ama yırtılmaz; yeni bir perdeye atlar ve çığlıklarına devam eder.
Bizler, mabetten yükselen bu sesleri, varolmanın manâ, gâye ve esası olarak, gönüllerimizden taşan birer feryat halinde duyar, ruhumuzun kubbesinin delindiğini hisseder ve âdetâ birer ışık, birer hava gibi, uçup göklerin ezelî şevkine ulaştığımızı, iç dünyâmızın ilâhî esintilerle sarıldığını sezer ve kendimizden geçeriz. Kulaklarımızda çınlayan her ses, gözlerimizin önünde tüllenen her manâ, başımızın üstünde muhteşem, azametli kubbeler kuruyor gibi olur ve farkına varmadan kendimizi sonsuzluğa açılan heybetli kapıların önünde buluruz. Bu esnada her birerlerimiz, bulunduğumuz yerlerden sıyrılır, yükselir, herkesin ve her şeyin üstünde kanat germiş ve gölgelerimizi cemaatin başına salmış gibi oluruz.
Bazen içinde bulunduğumuz halkada, öne-arkaya, sağa-sola o kadar genişler, o kadar yayılır ve o kadar uzarız ki, mesafeler sıkışır ve buutlar çatlayacak hâle gelir. Bu noktada, kendimizi, meleklerle, rûhânîlerle, cinlerle sayılmazlığa ulaşmış bir cemaat içinde ve bir bilinmez metafta tavaf ediyor gibi görür; varolmanın gerçek gayesini, hayatın hakiki lezzetini ve lezzetlerin sonsuzlaştığını anlar, duyar ve yaşarız.
Her defasında bu duyup hissettiklerimize esas teşkil eden, farklı ses, farklı söz, farklı edâ ve farklı şivelerin tesir ve rehberliğinde yeni yeni kâinatlar keşfediyor gibi olur, gönül gözlerimize açılan menfezlerden, bilmediğimiz âlemlere dâir güzellikleri seyre dalar, ovalardan yamaçlara, tepelerden vâdilere doğru koşmaya başlar ve bir çocuk hiffeti içinde haykırıp nârâlar atmak isteriz. Ara-sıra rehberin değişik komutlarıyla başka iklimlere açılır, yeni yeni temâşâlara koyulur; dağları, tepeleri aşar; ovalara, vâdîlere uğrar; baharla kucaklaşır, yazın en tatlı râyihalarını koklar, sonbaharı selâmlar ve ikinci bahara yelken açarız.
Bu devr-i dâimlerin her biri ayrı bir iklîmde başlar, ayrı bir iklimde gelişir ve ayrı bir iklimde noktalanır. Bazen aynı mekânda olduğumuzu hissetmeyecek kadar bulunduğumuz yerden uzaklaşır; rüyâlarda ve hülyâlarda olduğu gibi, istediğimiz gibi uçar; istediğimiz gibi konar; istediğimizi elde eder ve istediğimiz yerlere rahatlıkla varabiliriz. Bağımızda, bahçemizde dolaşıyor gibi göklere açılır, en mahrem noktalara ulaşırız. Ulaşırız da, bütün bütün karanlıklara kapanıp, aydınlıklara uyanan gözlerimiz, bir adım ötede vuslata erecek gibi buğu buğu sevinçle açılıp kapanmaya başlar.
Bu kuşakta duyuşlar, davranışlar, hatta kelime ve sözler, kelime ve sözlerin meydana getirdiği ses hevenkleri, renk desenleri bildiğimiz manâlardan bambaşka şeyler fısıldarlar bizlere. Bütünüyle tabiilikten fevkalâdeliğe, aleladelikten hârikulâdeliğe yükselebildiğimiz bu noktada, hislerimizin, etraftaki canlı güzelliklerle coşup "hû-hû" dediğini duyar ve bu seslerin, âdetâ içimizdeki aşk ateşine üfleyip onu daha da alevlendirdiğini hissederiz. Gönüllerimiz Mutlak Sevgili'nin ateşten şîvesiyle dolar ve artık bütün sesler kesilir; duyulup hissedilen sadece ve sadece O'nun varlığından akseden ışıkların gölgelerinden ibaret kalır.
Asırlarca, bu mübârek dünyâya hayat üfleyen mabed, bugün boynu buruk, rûhunun çizgilerini şerhedecek manâ mimarlarını beklemenin yanında, ses-söz üstadı gönül erleriyle kuruluş niyetine esas teşkil eden buutlara ulaştırılmayı beklemektedir.
Bilmem ki, bamteli kopmuş mabedi, kim imâr ederek eski hüviyetine ulaştırıp, yeniden gürül gürül seslendirecek? Kim bu hırıl hırıl sesleri akordedip ruhları coşturan nağmeler haline getirecek? Kim kaybettiğimiz mabedi yeniden bize iade edecek..?
Alâkalıların böyle bir şeye gücü yeter veya yetmez; mabed hanendeleri, bir kaç asırlık boşluğu aşarak sesleriyle, soluklarıyla mabede refakat eder veya edemezler.. bunlar ayrı mesele; mabedin asırlık gurbetine son verilmesi ise tamamen ayrı mesele...
Biz şimdi, emarelerin aydınlığında, yıllardan beri hülyâlarıyla yaşadığımız fâtih neslin, bu kördüğüme kılıç çalacağı günün rüyâlarını görmeye başladık...
Sızıntı, Eylül 1988, Cilt 10, Sayı 116
.
Uzun yıllardan beri mutluluk ve insanca yaşamanın rüyâ ve hülyâlarıyla avunup duran, fakat onu bir türlü tahakkuk ettiremeyen tâli'siz milletlerin başında hiç şüphesiz Ortaasya Türklüğü gelir.
Bir taraftan yıllar ve yıllarboyu devam edegelen hâricî baskılar, 'tegallübler, esâretler, tahakkümler, mezelletler' ve akla-hayâle gelmedik oyunlar, utandırıcı rezâletler; diğer yandan da, bu dünyânın gaflet ve cehâlete, hâricî baskı ve sun'î ayrılıklara açık bulunması, bu ülke insanını parça parça etmiş, birbirine düşürmüş ve her türlü hayat menbalarını kurutup onları yığınlar haline getirmiştir.
Bağrı yanık, ruhu sarsık, üstüste kalbinden hançerlenmiş bu bahtsız insanlar, millî varlıklarını kemiren, manâ köklerini darbeleyen ve şanlı geçmişlerini onlara borçlu bulundukları bütün târihî dinamikleri yokeden en amansız, en îmânsız hâdiseleri sezememiş, baskılara karşı koyamamış.. desteksiz, kâidesiz, sağa-sola itilmiş-kakılmış ve hep bir kısım meçhûl beklentiler içinde olmuşlardır.. yer yer ümit ve avuntularla zaman zaman da inkisâr ve burkuntularla...
Nihâyet bir gün gelmiş onların ufkunda da bir yalancı şafak belirivermiş.. tabiî, gerçek fecrin emâreleriyle ve onu zorlayan bir yalancı şafak. Herkes gibi onlar da, tam kendi düşünceleri ve nurlu geçmişleriyle, alâkalı olmasa bile, belli ölçüde, hemen her düşünce ve her anlayışın çimlenip gelişebilmesine müsait görünen bu yarım aydınlığı değerlendirmek istemiş ve hapishâne koridoruna çıkmış olmanın rahatlığıyla, dem ve damarlarına sinmiş kirli havayı çıkarıp ciğerlerini oksijenle doldurmaya çalışan mahkûmlar gibi, içlerindeki yılların kasvetini atıp, hak, hürriyet ve mürüvvet soluklamak için dörtbir yana koşmaya ve bu arada upuzun, aydınlık ve şanlı geçmişlerini paylaştıkları milletlerden de bir şeyler beklemeye başlamışlardır. Aslında bu onların hakkı ve onlardan evvel diriliş turnikesine giren bizim gibi milletlerin de vazîfesidir.
Bugün, bu ülkelere seyahat eden birinin, oradaki bîçare dindaşlarımızın ma'ruz kaldıkları şeyleri, onların dünkü ve bugünkü sıkıntılarını, aşamayıp içinde boğuldukları problemlerini, beklentilerini ve bekleyip bulamadıklarını gördükten sonra, inşirâh ve vicdân huzuru içinde geriye döneceğine ihtimal veremiyor; aksine, müşâhede edeceği yüzlerce fâcia ve ürpertici levha karşısında inleyip iki büklüm olacağına inanıyoruz.
Vaktiyle, sıhhatli, dinç ve her manâsıyla gerilimli nesiller yetiştiren Ortaasya, bugün hırpalanmış ve sarsık insanları, unutturulmuş kültürü ve ezilmiş düşüncesi, lime lime olmuş millet şuuru ve ne yaptığını kestiremeyen devlet ve devletçikleriyle yürekler acısı bir manzara sergilemekte. Bir zamanlar o kolu bükülmeyen, bastığı yerleri tir tir titreten, kuvvetli, sağlam, cesaretli nesillerin yerini şimdilerde, yılların kâbus ve korkulu rüyâlarıyla sindirilmiş, büyük ölçüde mücâdele azmi kırılmış; farklı düşüncelerle birbirine düşürülmüş.. çok defa huysuz ve birbiriyle kavgalı.. kendi dindaş ve soydaşlarıyla diyaloğa kapalı tuhaf bir mizacı temsil eden yığınlar aldı. Bu yüzden de, gözlerimizi kamaştıran ve düşmanlarımızın iştihalarını kabartan yeraltı, yer üstü zenginlikleri, geniş ova ve obalarıyla bu koskoca ülke kendi insanına karşı cimri, gayri münbit, vefâsız ve âdetâ bir çöl ve çalılık...
Şimdi bütün bunları görüp de, bu mağdur ve mazlûm dünyânın imdadına koşmayan bizim okur-yazarlarımız, vicdân sâhibi mütefekkirlerimiz, hayır kurumu ve hayır cemiyetlerimiz, vakıflarımız hatta siyasi partiler, devlet ve devlet kurumları, yarın târih huzurunda bu lakaydiliklerini nasıl izah edecek ve gelecek nesillerin ittiham ve telinlerine ne cevap verecekler..? Ülke ve insanımızla çok derin târihî bağları bulunan bu mazlûm dünyânın asırlık ızdıraplarını dindirmek, üstüste sînesine saplanan hançerleri çıkarıp yaralarını sarmak en evvel bize düşmez miydi..? Gözümüzün önünde cereyan eden bunca trajediyi görmezlikten gelemez, görüp anlayamadık, diyemeyiz! Bunca hâdise, bunca fâcia ve bunca mezâlimi görmemek için sağır, kör ve kalpsiz olmak iktiza eder. Görüp duyuyorsak 'adam sende!' diyemeyiz. Diyorsak, aman Allah'ım! Bu ne büyük gaflet, ne derin uykudur ki, İsrâfîl'in sûru gibi tarrakalar dahi uyarmıyor...?
Âh benim sevgili dünyâm! Acaba bir gün seni canıyla îmanıyla sevecek, yaşama arzusundan vazgeçip yaşatma sevdâsıyla sermest evlâtlarını görebilecek miyiz..?
Esir milletler esâretten nasıl kurtarılır? Onlara özlerini bulma yolları nasıl gösterilir? Ve kendi kendilerine ayakta durmaları nasıl te'min edilir? Bunları düşünmek bizim münevver ve mütefekkirlerimizin vazîfesidir. Şimdiden bunları düşünmez, çare aramaz ve bu yeni uyanışta rehberlik rolümüzü iyi oynayamasak, uzun yıllar kendinden uzak kalarak yol-iz belirsizliğine uğramış bu ülkeler, değişik türden istismarcıların ellerine düşecek, birkaç fasıl da onların baskıları altında preslenip gideceklerdir. Denebilir ki şu anda dahi, eski ağaların, yeni istismar yolları aramalarının yanında-getirdikleri sûrî demokrasiye rağmen - Avrupalılar, Amerikalılar, hatta Pasifik ülkeleri de, bu mağdur milletleri sağmal gibi kullanma yollarını araştıracak.. bulacak veya bulamayacak.. ama, 'bu hân-ı yağmâdan' mutlaka istifâde etmeye çalışacaklardır.
Şimdiye kadar defaatle işgal ve istismar edilen bu mazlûm insanlar, bugün olsun, gönülden ele alınıp çağın gereklerine göre yönlendirilmez ve kendi dünyâlarına giden yollarda ellerinden tutulmazsa, çevrelerinde binbir değişiklik olsa bile, mahkûm, mazlûm ve mağdûrlar hep aynı kalacak; değişen sadece hâkim sınıflar olacaktır.
Kanaatımızca, yardım gâyesiyle dahi olsa, bu ülkelere, ikinci bir kez yabancıların girmesine fırsat verilmemelidir. Ne pahasına olursa olsun, bu milletçe, onlara, kendi kendilerine ayakta durmaları öğretilmeli ve katiyyen istismara açık yabancı destek ve kâidelerin insâfına bırakılmamalıdırlar. Bir millet için yükselme ve ilerleme, o milletin kendi ruh ve manâ kökünden fışkırarak meydana gelmişse, o, uzun ömürlü ve ümît vadedici olur. Aksine yükselme de, ilerleme de başkalarının kontrolünde kalır-gider.
Bugün, bu ülkelerin içinde bulundukları durumdan kurtulmaları için, her şeyden evvel zinde ruh, zinde dimağ, sağlam îmân ve sarsılmaz irâdeye sahip yiğitlere ihtiyaç var. Aynı gâye ve aynı ideâli, garazsız, ivazsız takip eden ve hertürlü ihtirastan âzade kalmasını bilen bu yüce kâmetler sayesinde aşılmaz gibi görünen mânialar aşılacak ve bir gün yollar düzlüğe ulaşacaktır.
Sızıntı, Ekim 1990, Cilt 12, Sayı 141
.
Bazen yerdeki takdirler semâdaki değerlere uymuyor. Bakıyorsunuz oradaki bir kudsî burada hakîr görülüyor, oradaki metâf-ı kudsiyân burada, en pes ayaklar altında çiğneniyor. Şimdilerde Mescid-i Aksâ bu manâya ne ürpertici bir misâl..!
Mûsevîler ve Hıristiyanlar için öteden beri takdis edilegelen bu târihî ünlü ma'bed, Müslümanlar için de ziyareti tavsiye edilen üç mescitten biri olma kudsiyetiyle serfirâz. Mescid-i Aksâ, Hz. Davut ve Süleyman peygamber döneminde altın çağını yaşadı. O muhteşem devirden şimdilerin karamsar ruhlarına kalan sâdece bir ağlama duvarı.
Bu iki ünlü nebîden sonra İsrail milletindeki iç bozulmaları, devlet çapındaki çözülmeler takip etti. Bunun tabiî lâzımı olarak da işgaller, tehcîrler, sürgünler, esâretler, vesâireler... Asur'ların işgaline uğrayan Filistin ve Mescid-i Aksâ, bu zulüm tapanlamasının açtığı yaraları tedâvi edemeden, öncekileri unutturacak şekilde, bir kez de Babillerin zulüm paletleri altında ezilip inledi... Derken upuzun esaret yılları ve utandırıcı zilletler... Arkadan bir başka toparlanma faslı, onun arkasından da Roma'lıların kendilerine has işgal usulleri ve ayrı bir esâret ve zillet dönemi. Yıllar ve yıllar hep böyle Yahudi vefâsızlığı, işgalci cefası ve boynunda zincir Mescid-i Aksâ'nın inlemesiyle sürüp gitmiştir.
Mescid-i Aksâ, ikinci bir altın çağını, âdil halife Hz. Ömer ile idrak etti. Birkaç asırlık bu yeni gül devrinden sonra haçlılar bir kere daha kan-irin ve alev içinde onun harîmini kirletip kubbesine salîb yerleştirdiler.
Mescid-i Aksâ'yı esâretten kurtarıp Müslümanlara onurunu iâde edecek güçlü bir irâdenin beklendiği bu dönemde, Kutlu Ma'bed, karşısında büyük târihî şahsiyet Selâhaddîn'i buldu, buldu ve kurtuldu. Bu mübarek ma'bedin dört asırlık en son sükûnet dönemi ise, yüksek ruh, nezih gönül ve büyük dâhi Yavuz Selim'le gerçekleştirilmiştir.
Bir zamanlar, din ve dînî hâtıraların ruh ve manâ gibi duyulduğu, tütüp durduğu ince ve nazlı bir mûcizeler iklîmiydi Mescid-i Aksâ... Şimdi onu, hâl-i hazırdaki sessizliği, daha doğrusu kendisinden beklenen sese göre durgunluğu, küskünlüğü ve yorgunluğuyla düşünüyor, onunla bulunamamanın "dâü's-sıla" sıyla inliyoruz.
Mescid-i Aksâ, Ka'be ile beraber aynı zaman dilimi içinde, gökten gelen emirlerle, yerden fışkırır gibi fışkırıp yükselmiş ve yerinde kudsîlerin mihrâbı, yerinde de onların minberi olma pâyesiyle çağlar ve çağlar boyu harîmine girenlere kanatlarını açmış; en amansız, en îmansız devirlerde dahi onlara "Lâ zılle illâ zılluhû" soluklarıyla emniyet soluklamış ve yeryüzünün âdetâ "Cennetü'l-me'vâ" sı olmuş mukaddes ve mübarek bir mekândır.
Binbir hâtıra ve hülyâya kaynaklık yapmış bu yüce ma'bed, şimdi, boynu buruk, iklîmi karanlık, görüp çektiklerinden bîtap, acı acı yüzümüze bakıyor gibi bir hüzün var çehresinde. Onu böyle müşâhede ettikçe âdetâ içimize kan damlıyor ve nefesimizin kesildiğini hissediyoruz. O, bir zamanlar gönüllerimize semâvîliği fısıldayan en kudsî bir mihrap, en mübeccel bir minber iken, şimdi kolu-kanadı kırılmış, kökünden koparılmış, âlem-şumûl ışığı söndürülmüş, kısır ve inhisarcı bir anlayışın elinde sönecekmiş gibi duran bir mum ve devrilecekmiş gibi duran bir garip iskelet...
Bizler, kardeşlerinden koparılmış bu mahzûn ma'bedi, ona ait levhalarda, maketlerde veya televizyon ekranlarını her müşâhede edişimizde, onu, o muhteşem günleri içinde tahayyül eder, etrafındaki "hayy-hû" yu duymaya çalışır ve kendimizi tam onun temiz atmosferine salacağımız esnada, birdenbire onu esîr eden hâin ellerin gelip rûhumuza saplandığını, ciğerimizi söküp aldığını duyar gibi olur ve yerimizde kalakalırız. Bu vaziyetiyle o bize hep, bir kısım kanlı deliler tarafından öldürülmüş, parça parça ve lime lime edilmiş bir mağdûr ve mazlûm insan şeklinde görünür. Dostlarının vefâsızlığı, düşmanlarının gadr u cefâsı arasında sıkışıp kalmış bu mazlûm ve mağdûr varlık, sanki kesilip biçilirken, doğranıp sağa-sola saçılırken çığlık çığlık bağırmış da, sesini bize duyuramamış gibi bir sitem müşâhede edilir çehresinde.
O, şaşkın ve hayret dolu gözlerimize, kendine has ve mahremiyetiyle her açılışında, vaktiyle taze, genç, alâka duyulan şimdi uçmuş renkleri, ölgünleşmiş manzarası; vaktiyle süslü ve nazlı, şimdi ihtiyar ve mecalsiz hâli, vaktiyle ibâdet ü tâatle çınlayan kubbesi, burcu burcu ruh ve manâ kokan çevresi, şimdi solmuş nakışları, kesilmiş sesi ve levsiyat işgaline uğramış etrafıyla âdetâ, bir insanın inkırâz bulan tâli'ini mırıldanmaktadır.
Evet, Mescid-i Aksâ ki, bir zamanlar olgun rûhunu dolduran binbir hâtıra ile taşkın; geniş, yaldızlı, ziyâlı ve sükûneti üfül üfül; kulakları semâda, dudakları kalbimizin kulaklarında bize huzur fısıldayan dupduru bir ilâhî nefehât kaynağı iken, şimdi gözlerimizi yaşlarla dolduran hâli, gönüllerimizi ezen melâli ile bize hüzün bestesi söyleyen kekeme bir dil...
Onun bu hâle düşürüldüğünü ilk gördüğüm gün: "Eyvah!" dedim! Demek içinde Hz. Âdem'ın sesinin yankılandığı, çevresinde, Hz. İbrâhim'in soluklarının hissedildiği, kubbesinin altında Davut ve Süleymân peygamberlerin "hayy-hû"yunun çınlanıp durduğu, bağrında Peygamberler Sultânı'nın sonsuza yelken açıp dost vuslatına erdiği, ikliminde Hz. Ömer'in emni-yet ve güven soluklarının duyulduğu, minberinde Selâhaddin'in tok sesinin işitildiği bu kubbe altında, bu duvarlar arasında artık, îmanlı gönüller coşkuyla biraraya gelemeyecek, sevgiyle kucaklaşamayacak ve gürül gürül "ALLAH" diyemeyecek! Eyvah! Demek artık bu kapılar, ne hızlı ne de yavaşça, ne sevinçle ne de heyecanla inanan gönüllere ardına kadar açılamayacak! Artık hiç kimse, oraya emeği geçmiş ve orayla alâkalı hâtıraların içinde yaşamış o büyük ruhlarla, onun bahçesinde, onun şadırvanının başında, onun semâya açık kubbesinin altında bir araya gelemeyecek ve geçmişin hülyâlarını yarınları rüyalarıyla içiçe yaşayamayacak! Kimse onun ukbâya açık pencerelerinde sır arayamayacak, Cennet yamaçlarını andıran ikliminde rûhânîlerin koşuştuklarını tahayyül edemeyecek!
Demek artık, Mescid-i Aksâ'ya ait bütün rüyâlar, bütün hülyâlar bitmiş.. çevresini aydınlatan ışıklar sönmüş, kubbesini aşıp göklere ulaşan tekbir, tehlîl ve temcîd sadâları susmuştu... Taşın da, ağacın da kulakları vardır derler. Dillerinin de olmasını ne kadar arzu ederdim! Evet; şu mübarek ma'bed dili olsaydı da, dün gördüklerini bugünkü çektiklerinin yanında ifâde edebilseydi! Belki o zaman, edenler ettiklerinden ürker, geri durur; belki vefâsız dostları da ürperir kendilerine gelirlerdi!
Ben şahsen, onun geçmişten gelen rûhunun kemirildiğini, manâsının soldurulup zebîl edildiğini her gördükçe, Kudüs cephesinde ciddî bir bozguna uğradığımızı hissetmiş ve burkuntuyla iki büklüm olmuşumdur. kim bilir, onun renk atan kubbesi, kararan duvarları, hüzünle akan şadırvanı ve bunlar gibi konuşmayı, şikâyet etmeyi, içini dökmeyi beceremeyen insanları, boğulmaya dönen sükûtlarında, ne çâresizliklerle bize bakmakta ve içlerinde ne acılar saklamaktadır..!
Bana şanlı geçmişimi gösteren ve onu hayallerime geri veren Mescid-i Aksâ'nın duman duman o hüzünlü duvarları, çevresinden kopup bulutlara ulaşmış gibi görünen kubbesi, hak mahremiyeti yolunda kurulmuş ve bizlerde bir haremlik hissi uyaran kubbe çevresi ve her biri sonsuzluğun ayrı buudlarına açılıyor gibi görünen büyülü kapıları artık, belirsiz bir sis-duman içinde ve renk atmış birer resim gibi görünmekte...
Mescid-i Aksâ'nın elden çıkmış olması, mensup olduğum din adına gayretime dokunuyor. Onu başkalarının elinde esir düşmüş görmek yürekler acısı. Doğrusu, onu öyle mahfazası kırılmış bir inci gibi gördükçe, içimden nefretler kopup yükseliyor ve rûhum temelinden sarsılıyor.
O, bugünkü hâliyle, çevresinde gözyaşı dökülse de garip, harîminde namaz kılınsa da gariptir. Zirâ Mescid-i Aksâ şu anda havra ile beraber kilisenin demir pençesinde ve esâretlerin en acısını yaşamakta. Ve eğer canlanıp kendimize gelebileceksek, felç olmuş irâdelerimizin yeniden canlanması, ruhlarımızın uyanıp kendine gelmesi için bundan daha dokunaklı bir tablo olamaz...
Sızıntı, Eylül 1990, Cilt 12, Sayı 140
.
Millet Ruhunun Gurbet Yılları veya Batı Tutkusu
Bir kısım zararlı inatlarımızı müşâhede ettikçe, târihî tekerrürlerden hiçbir şey anlamadığımızı görüyor, üzülüyor, utanıyor ve zaman zaman da sarsılıyoruz... Birkaç asır var ki batı hayranlığı bizde böyle bir inat ve inattan da öte bir hastalık halini aldı.
Bizde şiddetli bir vuslat arzusu, onlarda nazlı bir kaçış; bizde, binbir kanalın içine akıp durduğu o erâcif gölüne karışıp bütünleşme isteği, onlarda inatlı bir engelleme.. asırlar var, biz bu muhâtaralı sevdâdan vazgeçemedik, onlarda hiç mi hiç yumuşamadı. Evet, biz 'Şeb-i arûs' deyip inledik onlar ise, 'Beyhude yorulmayın, kapılar sürmelidir' deyip aralanmış veya aralanmış gibi görünen kapıları yüzümüze kapadılar. Biz milletçe varlık ve bekâmızı onlara bağlı görüp, onlardan koptuğumuz takdirde mahvolup gideceğimiz vehmine kapıldık, onlarsa her fırsatta bizi yere serip üzerimizde hora tepti ve haklarındaki iyilik vehmimizi suratlarımıza çarptılar...
Milletçe varolmamızın yolunu, kendi azmimizde, kendi manâ kökümüzde ve kendi târihî dinamiklerimizde aramamız lâzım gelirken, biz tâlihimizin tepe taklak olduğu günden bu yana hiçbir zaman böyle bir yolu denemeyi düşünmedik.. aksine düşmanlarımızdan gördüğümüz en kahredici felâketleri, en utandırıcı muâmeleleri görmemezlikten gelerek, kanımızı emen, ruhumuzu dinamitleyen hasımlarımızın kapısında iki büklüm olup onlara dilencilik ettik ve kendimize rağmen hep onların yanında olduk. Bunca felaket ve bunca kötülükten sonra olsun, yine de onların yaldızlı laflarına bakıp aldanacak ve ettiklerini görmemezlikten gelerek arkalarından gideceksek, târih bizi affetmeyecektir.
Ne gariptir ki, onlar, dünden bugüne hep kendilerini insaniyetin hamisi, zulmün düşmanı, ilim ve sanatın mümessili, bizi de cehalet ve barbarlığın temsilcisi gibi gösterip, sürekli sefaletimizden ve onlara ihtiyacımızdan dem vurup durmalarına karşılık, bizdeki bir kısım safderûn kimseler veya kültür sarhoşları, bu zalim dünyâyı kendi nesillerine Hızır gibi gösterip, devamlı alkışlatmışlardır. Onların gazete, mecmua, radyo ve televizyonlarında görüp duydukları hemen her şeyi, fevkalâde bir lâubâlilikle kendi nesillerine anlatmış ve hatta bu ülkede onların düşüncelerinin kavgasını vermişlerdir.
Oysa ki, batı bizi hiçbir zaman sevip-kabullenmedi... O, güçlü olduğumuz zaman, tabasbus, riyâ ve entrikalarla, güçlendiği dönemlerde de bizi ezerek ve inleterek hep kendi hedeflerini takip etti. Tabiî bu hedeflerin başında da İslâm'ın sesini kesmek geliyordu.. evet, Osmanlı Devleti'nin başına açılan gâileler bunun için, çevremizde koparılmak istenen kızıl kıyâmetler de bunun içindi. Mezhep mülâhazasıyla kıyâm edenler onun tahrîkiyle kıyâm ediyordu.. ırkçılık düşüncesiyle başkaldıranların arkasında o vardı. Defaatla ülkemizi dörtbir yandan sarıp tehdit eden aynı dünyâ, binlerce masum çocuğu, tâli'siz genci, bedbaht ihtiyarı kendi topraklarında cellatlar gibi boğazlayan da aynı kanlı ellerdi. Evet, o elleri şeytanları bile ürkütecek cinayetleri alkışlayanlar. Onlardı Ermeniye çanak tutup, güneydoğudaki eşkiyâya yeşil ışık yakanlar!
Medeniyetin öncüsü olduğu iddiasını kimseye bırakmayan bu dost(!) dünyâ değil miydi ki, hemen her zaman bir kanlı kâbus gibi başımıza dikildi ve bizi ezdi, ezdirdi..! Bu dünyâ değil miydi ki, mazlumları binbir tahkirle yerin dibine batırırken, zâlimleri tebcîllerle göklere çıkardı! Ve milletimizin aleyhinde değerlendirilebilecek sinek vızıltılarını top sesi gibi gösterip cihanı velveleye verdi; bizim, yeri-göğü inletecek canhırâş feryatlarımızı duymadı veya duymak istemedi. Evet, bir-iki asır var ki, biz, en hâince plânlar, en zâlimce tecâvüzlerle kahrolup giderken, yıkılan yuvalarımızdan, sönen ocaklarımızdan yükselen çığlıkları yine sadece biz duyduk, biz inledik ve biz dindirmeye çalıştık. Şu anda da fazla bir değişiklik olmadığı kanaatindeyiz.
Oysa ki, kendini alâkadar eden en küçük meseleler karşısında sağa-sola ültimatomlar çeken, donanmalar gönderen ve ambargolarla tehdit eden bu kendini beğenmiş kızıl ruhlu dünyâ, dün Osmanlı teb'asına yapılan zulüm ve haksızlıkları nasıl bir umursamazlık ve gönül rahatlığı içinde seyretmiş ise, bugün de Balkanlardan Ortaasya içlerine kadar olup-biten binlerce fâciayı aynı umursamazlık içinde görmezlikten gelmekte, hatta yer yer bu fâcia ve fazîalara sebebiyet verenleri alkışlamakta ve desteklemektedir.
Batı, Müslüman-Türk dünyâsında bir kısım canavarların kanlı pençeleri ve onların amansız-îmansız elleri altında parçalanan, didiklenen binlerce mâsumun hak, hürriyet ve emniyetleri için bugüne kadar müspet manâda hiçbir şey yapmadığı gibi, bir kerecik olsun, erkekçe haykırma mertliğini dahi göstermemiştir. Şu günlerde olsun, etrafımızda binbir hiyanetle dolaşıp duranlara 'yeter ettikleriniz elverir artık!' diyemez miydi? Demedi.. demeyi düşünmedi.. aksine, Bulgaristan'da, Batı Trakya'da, Orta Asya'da irtikâb edilen zulümleri, dökülen kanları, yıkılan hânümânları ve boğazlanan insanları âdeta, medeniyetin vahşete muzafferiyeti şeklinde görüp alkışladı ve hiçbirzaman bizim hissiyatımıza saygılı olmadı ve olamadı.
Şimdi, bütün bunlardan sonra onun, Ermeni meselesinde insânî davranacağını, Türk-Yunan münasebetlerinde Türkiye'ye destek vereceğini, şayet bir yararı varsa AT'a girmemizi kolaylaştıracağını bugüne kadar yüz kere allayıp-pullayıp gündeme getirdiği azınlıklar meselesinden vazgeçeceğini ve artık ne olursa olsun bizi sıkıştırmayacağını, aksine esîr Türklerin problemleriyle meşgul olacağını, İslâm ve Türk dünyâsını istismar etmeyeceğini, ülkemize misyonerler gön-dererek Müslümanları hıristiyanlaştırmaya çalışmayacağını, içimizden satın aldığı insanları başımıza musallat etmeyeceğini, hâsılı, bu kin ve nefret dünyâsı, bütün o eski huylarından vazgeçip, Hazreti Mesîh'in yumuşaklık, müsâmaha ve şefkat tavsiyelerine uyacağını beklemek apaçık bir gaflet ve aldanmışlıktır.
Biz nasıl düşünürsek düşünelim, o, bir zaman haçlı orduları ve işgalci güçleriyle dilediğini yapıp yaptırdığı gibi, şimdi de, içimizden kiraladığı bir kısım yabancılaşmış kimselerle kendi hedefini ta'kib etmektedir.
Denebilir ki o, bizim için şu anda eskisinden daha tehlikeli sayılabilir. Zirâ artık, 'kurt gövdenin içine girdi ve millî ruh delik-deşik edildi.' Bu arada bizler de, geçmişimizi onlara borçlu bulunduğumuz bütün târihî dinamikleri bir kenara atarak gidip onların erâcif dünyâlarına aborde olduk. Duygu ve düşünce dünyâmız en korkunç erozyonlarla yokolup gitti.. genç dimağlar batı kültürü ve batı değerleriyle yoğruldu.. toplum hemen her kesimiyle batıya göre yeniden inşâ edildi -tabiî eğer buna inşâ denecekse,- ırz çiğnendi, nâmus pâyimâl oldu; ama, batı kapıları bize hiç mi hiç aralanmadı. Demek ki, onun beklediği bedelleri henüz ödeyemedik...
Bundan sonra da ne onların umduklarını ödeyebilmemiz ne de doyma bilmeyen bu insanları tatmin etmemiz mümkün değildir. Biz yakın tarihimiz itibariyle, toy Mehlikâ Sultan hayranları gibi, tehlikeli bir meçhule yelken açtık ve daha sonra da kenara çıkmaya fırsat bulamadık. Ne yediğimiz tokatlar bizi uyarabildi ne de gördüğümüz kötülüklerden aklımız başımıza geldi, gayrı bunca şeyden sonra, hâlâ bir kısım kimseler batıyla zifâfa koşacak ve zirveleri tutanlar da bu sevimsiz maceraya 'dur!' demeyeceklerse, bize daha bir süre 'Yâ Sabûr!' deyip beklemek düşecektir.
Sızıntı, Eylül 1990, Cilt 12, Sayı 140
.
Ortaasya'daki kıpırdanışlar, birkaç asırdan beri rûhunu yitirmiş, paramparça olmuş bir milletin yeniden diriliş hareketleridir. Bu mübârek topluluk şu anda, can damarını koparan, kanını emen hasımlarını tanıma, bir esaret tasması gibi boynunda taşıdığı zincirleri kırma ve özüyle bütünleşip "kendi olma" mücâdelesini vermektedir. Bu mücâdele ve onun stratejisi ne seviyede olursa olsun, onun, asırlar boyu varlığını tehdit eden ve bütün hayat kaynaklarını kurutan dünkü ve bugünkü düşmanlarını sezip anlaması, usûlünce onlarla hesaplaşmaya hazırlanması ve bir büyük hesap günü için tam bir metafizik gerilime geçmesi bu mevzûda çok önemli bir adım sayılabilir. Şayet, bu ülke insanları, hasımlarının kuvvet ve üstün yanlarını da hesaba katarak, Allah'a güvenir ve bu yeniden varoluş kavgalarını akıl, mantık ve muhâkeme çerçevesinde sürdüre-bilirlerse, şu bir-iki asırlık kâbusları aşabilir; millî ruh ve millî seciyeleri dahilinde yükselir ve geleceğin dünyâ emânetçileri arasına girebilirler.
Tabiî bu arada, millî ruh ve millî seciyeyle alâkalı şeylerle; ahlâk, kültür ve düşünce adına dış menşeli yabancı unsurların birbirine karıştırılmaması da, bu milletin bugünü ve yarını açısından oldukça ehemmiyetlidir. Evet, bütün dinî ve millî değerleriyle yerle bir edilmiş bir dünyânın yıkıntıları arasında, nelerin ruh ve manâ kökünden fışkırıp çıktığını, nelerin tepeden inme aşılamalarla millet ağacına ilâve edildiğini tayine çalışmak, millet ruhuyla alâkalı olup-olmayanı belirleyip ortaya koymak çok önemli bir vazifedir ve mutlaka yapılmalıdır.
Ortaasya'da yetişen hamiyetli ruhlar ve dıştan onlara el uzatan îmanlı ve gayretli sîneler, eğer bugün, bu milletin geçmişinden gelen hayâtî unsurlarla, sonradan aşılanmış şeyleri birbirine karıştırmaz ve kökten gelenlere yol verip diğerlerini tasfiye edebilirlerse, bu mazlûm milletlerin geleceğini teminat altına almış ve bu ülkeleri aydınlık yola çıkarmış sayılırlar. Aksine, millet ruhundan fışkırıp çıkan değerlerle, mağduriyet ve mahkûmiyet dönemindeki aşılar birbirine karıştırılacak olursa, ihtimal bu dünyâ, bir kere daha öldürücü girdâplara kapılacak; dolayısıyla da başarı kuşağında hezimetten hezimete uğrayacak, yükseleceği yerde daha derin çukur-lara düşecek, birleşme yolunda tefrikalardan yakasını kurtaramayacak ve tam "kurtuldum" diyeceği an; bir kısım yeni sadme ve yeni plânlarla temelinden öyle bir sarsılacak ki, hafizanallah belki de bir daha belini doğrultamayacak...
Onun içindir ki, evvelâ, bu milletin rûh yapısını, ihtiyaçlarını, sıkıntılarını, rahatsızlıklarını, rahatsızlık çeşitlerini tâyin ve tespite çalışmak; sonra da nelerin ayıklanıp atılacağını ve nelerin bu yeni inşâda birer malzeme gibi kullanılacağını belirlemek îcâb eder ki, gelecekte, bugün yapılan şeyler, yeniden tekrar ber tekrar bozulup-yapılmasın.. evet, dünden-bugüne, bu milletin bünyesine gelip yerleşmiş, dolayısıyla da sökülüp-atılması gerekli olan bir yığın şey olabilir. Ama, evvelâ, neyin, nasıl yapılacağı plânlanmalı, sonra atılacak şeyler atılmalıdır! Aksine, yıkmalar yapma plânına göre ele alınmazsa, tahripler sürer-gider, toplum da birbiriyle zıtlaşan, çatışan yığınlar haline gelir. Evet, muvaffak olmak için gayret, fâtihlik düşüncesi, halaskârlık azmi ve ihlas önemli esaslardır. Ancak, yol ve yöntem bilme, bugünün yanında dünü-öbürgünü de hesaba katma ve şanlı geçmişimizi aydınlatan ışık kaynaklarını kulak ardı etmeme gibi hususlar da en az bunlar kadar mühimdir. Hamiyet ve samimiyet, ilm u irfanla desteklenmez, azîm ve irâde araştırma ve taktiklerle derinleştirilmezse, fayda ümit edilen yerlerden zararlar gelebilir.
Bu itibarla, Ortaasya Türklüğüne içten ve dıştan yardım eli uzatanlar, onların millî ve dînî temayüllerine, tarih şuurlarına ne kadar uygunluk içinde bulunabilirlerse, o ölçüde muvaffak olur ve muvaffakiyetlerine de süreklilik kazandırırlar.
Bu bölük-pörçük olmuş insanları, ellerinden tutup, ilmî, içtimâî, iktisâdî, siyâsî ve harsî "kültürel" bir seviyeye ulaştırmak için, hâl ve vaziyetin ifâde ettiği manâ ve meydana getirdiği heyecanın yanında onları devamlı, tam bir gerilim içinde tutmak ve heyecanlarına süreklilik kazandırmak, yolun az ilerisinde kendilerini bekleyen "büyük hesaplaşma" adına bir zarurettir.
Evet, bugün, bu ülke insanında değişik sâiklerle meydana gelen milliyet düşüncesini ve çağıyla hesaplaşma ruhunu hep canlı tutmak ve beşiktekinden, bir ayağı mezarda en yaşlısına kadar hemen herkese; bugüne kadar, hasımlarımız tarafından câhil bırakıldığımızı, birbirimize düşürüldüğümüzü, değişik yollarla tekrar ber tekrar istismar edildiğimizi, en utandırıcı bas-kılarla yabancılaştırıldığımızı, bir kısım kukla idarecilerin sevk ve idaresine bırakıldığımızı anlatmalı, uyarmalı ve ona yeniden kendi olarak varlık izhâr etme yolları gösterilmelidir. Bu yüksek mefkûre, kalb ve ruhumuza o kadar mâlolmalıdır ki, evde, çarşı-pazarda, mektepte, kursta, kışlada, ibâdethanede, saban başında, sürü arkasında, memuriyet masasında, parlamento binasında hep o düşünülmeli, o görüşülmeli ve o konuşul-malıdır. Bugün bir kere daha kendimiz olarak kendi kendimizi yenilememiz, bütün dînî ve millî değerlere sahip çıkmamız, yabancılaşmanın her çeşidine karşı hazırlıklı bulunmamız ve çevremizde de, yeniden kendilerini inşâ etme düşüncesini uyarmamız, bu yeni diriliş için millî bir vecibedir. Bu büyük vecibeyi yerine getirenlere, istikbalin kapıları ardına kadar açılacaktır ve bu kapıları kapamaya da kimsenin gücü yetmeyecektir.
Sızıntı, Kasım 1990, Cilt 12, Sayı 142
.
Ravzâ, bize dünyâda bulunmanın rûhunu duyuran biricik binâdır. Bu mübârek binâ ile münasebet ve kalbî alâkalarımız, bizde öyle kudsî heyecanlar hasıl eder ki; onu düşünüp, onun hakkında bir şeyler söylerken, sanki iffetiyle tanıdığımız bir nâmus âbidesini anlatıyor gibi yanlışın en küçüğüne dahi düşmeyelim diye korkar ve tir tir titreriz. Onun aydınlık semtine dehâlet eden her ruh, vicdanının derinliklerinde, Nâbi'nin:
'Sakın terk-i edepten kûy-ı mahbûb-ı Hüdâdır bu
Nazargâh-ı İlâhîdir makâm-ı Mustafâ'dır bu.'
na'tının yankılandığını duyar ve irkilir.
Mekke, beşer târihi boyunca bir kısım kısa aralıkların istisnasıyla, hep insanlığın mihrabı olmuştur. Mekke'nin bu hususiyeti Kabe'den ötürüdür. Ve bu yönüyle de Ka'be mihraplar mihrâbıdır. Bu muhteşem mihrâbın bir de minberi vardır ki -Sahibine vücudumuzun zerrâtı adedince salât ü selâm olsun- o da Cennet bahçelerinden daha temiz olan Ravzâ-i Tâhire'dir.
Bahçe manâsına gelen Ravzâ; inanmış insanların mukaddes şeylere karşı duydukları alâka, bu alâkadan kaynaklanan duygu, düşünce ve tasavvurların sürekli değişen telakkîlerle, sanat-ma'bed-metâf-ı kudsiyân mülâhazaları içinde ötedenberi bir çeper ve bir surla sınırlandırılmaya çalışılmış bir 'hazîrat'ül-kuds' tür.
Bu mübârek mekân, hürmet hissi ve sanat telâkkîsiyle defaatle zarf değiştirmiş.. dış nakışlarıyla tekrar bertekrar oynanmış, ama; kat'iyyen gönüller âlemiyle alâkalı rûh ve manâsına ilişilmemiş ve ilişilememiştir.
Sahibinin rûhuna doğru parçalanmış sîneler gibi aralanan kapılar veya onun rûhundan insanlığa açılan menfezlerin çokluğu gibi, Ravzâ-i Tâhire'nin de pek çok kapısı vardır. Bu kapılar arasında en namlısı da şâir Nâbî merhûmun: 'Felekde mâh-ı nev-bâb üs-selâm'ın sîne çâkıdır' sözüyle anlattığı 'Bâb'üs-selâm (=selâm kapısı)'dır. Selâm verip bu kutlu kapıdan içeriye girenler, iki adım ötede Gönüllerin Efendisi'yle karşılaşacakmış gibi bir ruh hâleti hissederler. Hisseder ve âdeta kendilerini bir kısım farklı esintilere salmış gibi olurlar.
Peygamber huzurunda bulunmanın vakar, ciddiyet ve temkîniyle, namaz kılan, duâ eden, salât ü selâm okuyan Hakk âşığı gönül erlerinin safları arasında, tıpkı nurlu bir koridorda yürüyor gibi, ışık alarak, aşk u şevkle dolarak Muvâcehe'ye doğru ilerleyen uyanık bir insan, her adım başı, akla-hayâle gelmedik sürprizlerle karşılaşacağı hissiyle ilerler. Hele Muvâcehe, hele Muvâcehe... Oraya ulaşan nezîh ruhlar, artık gözleri hiçbir şey görmüyor gibi, sadece O'nu anar ve inler, sadece O'nun hayal ve misâliyle tesellî olurlar. Hele bir de, daha önceden hazırlanmış ve hayalinde birkaç defa o eşiğe baş koyup vicdanının derinliği ve gönlünün sınırsızlığıyla oraya varmışsa.. doğrusu öyle bir tabloyu tasvîr için sözün nutku tutulur ve beyân, aczini ifâdeden başka kelime bulamaz...
İnsan, daha çok hüzünle gülümseyen bir yüze benzeteceği, mübârek Merkâd'in kıble cihetindeki sütrenin önüne varınca, ümit ve emel heyecanıyla çırpınıp duran yüzlerce âşık ruhla karşılaşır. Bu alabildiğine yeşil ve sihirli nûr iklîmi, derecesine göre hemen herkese, bir başka âlemin kapısının önünde bulunma hissini verir. Öyle ki, muvâceheye ulaşan her âşık rûh, bir-iki kadem ötede sevgilisiyle buluşacakmış gibi his ve heyecanla köpürür ve vicdanında aşk u şevkin kalem ve mürekkep görmemiş besteleri duyulmaya başlar.. derken, o altın iklimin sesleri, sözleri, görüntüleri binbir tedâî ile onun bütün benliğini sarar ve onu zaman-üstü sırlı bir kuşağa çeker götürür. Bu kuşağa ulaşan herkes, bugünü dünle, dünü de Dost'un ışık çağıyla bir arada idrâk eder ve onun meclisinden sızıp gelen en mahrem fısıltıları duyar ve kendinden geçer...
Ravzâ-i Tâhire karşısında hayat, hep bir hülyâ ve rüyâ gibi yaşanır. Bütün bütün ona sırtını dönmeyen hemen her rûh, onun elinden aşk şarabı içmiş, mest olup kendinden geçmiş gibi, bir türlü bu sihirli âleminden ayrılmak istemez. Burada fikirler durur, ruhlar duyguların tesirine girer ve bütün gönülleri bir vuslat arzusu sarar. Burada, insanın içinde birer çiçek gibi açan mahrem hülyâlar, âdeta insana Cennet bahçelerinin hazlarını ve cennetliklerin neş'e ve huzûrunu tattırır gibi olur. Burası, hassas ruhların hülyâlarına matkap salmak için, Kudret eliyle tâ ezelden plânlanıp kurulmuş ve hisleri, istekleri, sevgileri tutuşturan, besteleyip mırıldanan, dünyâda, gökler ötesinin bir uzantısı gibidir. Burada, kendini inanç buudlu tasavvurların rengîn ve zengîn iklimine salabilenler, uçsuz-bucaksız hülyâlara dalar, yaşadıkları hayatın içinde bir sır, bir hafî, bir ahfâ yolcusu gibi çok defa bizim için gizli kalan ve insanoğlunun asıl benliğini teşkîl eden bir başka 'ben'in varolduğunu duyarlar. Âdeta, şehâdet âleminin, ince tenteneli perdesi delinip de, her şeyin hakîkatıyla beraber insanın özü de meydana çıkmış.. dolayısıyla herkes kendini uhrevîleşmiş gibi hisseder ve öbür âlemin âhengine uyar ve kendini Firdevsî hazlar içinde bulur.
Bizler, her zaman kendimizi Kâbe'de ibâdet, Ravzâ'da da aşk u hasret kuşağında hisseder, birincisinde kulluk sırrını idrâkle cevap vermeye çalışır, ikincisini de samimiyet ve vefâ ile kucaklarız. Buralarda duyduğumuz şeylerin aslını tam tefrik edemesek bile, en duygulandırıcı şeylerden daha duygulandırıcı, en vecd verici şeylerden daha coşturucu; hülyâsıyla mest olduğumuz bir âlemi, kendine has âhengi, şiirî büyüsüyle duyar ve ifâdesi imkânsız hislerle yerlere kapanacak hâle geliriz.
Her zaman, aşk u şevkin gel-gitleri arasında yaşanan buradaki hayat, bir vuslat demi, bir 'şeb-i arûs' neşvesi içinde yaşanır. Her çığlık, her inilti, dosta açılan kapıların gıcırtıları gibi yüreklere ürperti salar. Ruh 'vuslat' der inler ara sıra dost yüzü kendi çağıyla kapısının önünde elpençe dîvan duranların, gözlerini yummuş, saygıyla bir menfez kollayanların hayâllerine kâh açılır, kâh kapanır. Ama sürekli imrendirir, sürekli ümitlendirir ve daima rikkatli geçer...
Burada duvarlar, sütunlar ve aşk matkaplarıyla oyulmuş gibi görünen kubbeler, hatta döşemeler, sergiler hemen her şey, mâvi, yeşil, sarı her rengin nazlı çiçeklerini andırır mâhiyette, güzelliklerin en derinlerine açılmış yaşıyor gibidir...
Zaten her zaman nezîh bir rûha benzetebileceğimiz Merkad ve Yeşil Kubbe, âşıkların duygu ve düşünce dünyâlarındaki, derinliklerle yan yana gelince, öyle muammâlaşır ki, insan bulunduğu yeri Cennet'ten kopup gelmiş bir parça sanır.
Bugüne kadar mânevî havası ve ledünnî zevkleriyle pek çok feyizli makam gördüm.. bir hayli mübârek mahalleri müşâhede fırsatını buldum. Ama bunlar arasında, rûhumda en derîn izler bırakan Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) köyü -o köyün izleri ebetlere kadar gönüllerimizde yaşasın- olmuştur. Rûhum o beldeyi her zaman bir 'dâüssıla' hasretiyle kucaklamıştır. Kucaklarken de 'işte bir avuç toprağını cihanlara değiştirmeyeceğim beldeler beldesi' demiş içimi çekmişimdir.
Bunlar, bir ham rûhun duyup hissettiği şeyler. İrfanla kanatlanıp, aşkla şahlanmış büyük sînelerin duyup hissettiklerini onlardan dinlemek ve onlardan öğrenmek icap eder. Bu mevzûda benim söylemeye çalıştıklarım ise; beceriksizliğin ve istibdatsızlığımın çehresinde hamiyet ehlini gayrete getirmeden başka bir şey değildir... Bu kadarcık olsun bir şey yapabilmişsem, onu Rûh-u Seyyid-ül-Enâm'ın teveccühüne vesîle sayar, kapısının tokmağına dokunur 'Beni de Yâ Resûlallah..!' derim.
Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 1990, Cilt 2, Sayı 9
.
Hadîs, Resûlü Ekrem (as) Efendimiz Hazretlerinin akvâl, ef'âl ve ahvâlini "söz, fiil ve davranışları" bildiren ilimdir. Çokları, sünnetin takrîrî kısmını da ef'âli içinde zikretmişlerdir. Öyle veya bu şekliyle bizim arz etmeyi düşündüğümüz hususu çok alâkadar etmediğinden üzerinde durmayacağız.
Efendimiz'in akvâlinden murad: Kurân'ın (vahyi metlûv) dışında olan mübârek sözleridir. Fiillerinden murâd ise, zât-ı risâlet-penâhilerinden sâdır olan efâldir, büyük bir kısmı itibariyle bunlara uymakla mükellef sayılırız. Bu arada, Sultân'üs-Sekaleyn Efendimiz'in âdet kabîlinden olan işleriyle, şahsı ile alâkalı sünnetlere uymak mecburiyeti olmasa bile, bunlara dahi halis bir niyetle ittiba', âdetleri ibadet haline getirmesi ve O'nun mübârek davranışlarıyla hedeflenen noktalara yönel-meyi netice vermesi bakımından sevap ve bereket kaynağı olacağında şüphe yoktur.
Fıkıh ilminde bu ikinci nevi fiiller bahis mevzû değil ise de, hadîs ilminde her zaman üzerinde durulagelmiştir. Efendimiz'in ahvâli, hadîsçilerce hadîs muhtevasına dahil, ama, fıkıhçılarca hariçtir. Fakîhler derler ki; Efendimiz'in ahvâli, ihtiyârî fiiller nev'inden ise, o, efâl-i nebevîyeye zâten dahildir. Yok, şeref-i nev-i insanın, şemâil-i şerifeleri, mîlâd-ı nebevî'leri, O'nun zaman ve mekânı gibi siyer kitaplarında zikredilen ve şer'î hükümlere esas teşkil etmeyen hususlardan ise, o, fukahânın maksadının dışında kalır ve teşrîde de esas değildir. Oysa ki, hadîsçilere göre, Efendimiz aleyhi ekmel'üt-tehâyâ'ya izâfe ve isnâd edilen her şey hadîstir ve hadîsçinin iştigâl sahası içine girer.
Sünnete gelince, Hazreti ferîd-i kevn ü zaman Efendimiz'e izafe olunan söz, fiil ve takrirlerin umumuna denir ki, usul-ü fıkıh ulemâsına göre hadîsin mürâdifi sayılır.
Biz, burada şimdi, bu çok geniş ve şümullü mevzû üzerindeki söylenmesi gerekli olan hususları, işin mütehassıslarına bırakarak sünnetin tespitiyle alâkalı bir-iki önemli meseleyi kuşbakışı arzetmeyi düşünüyoruz.
Sünnet; Allah Resûlü ve O'nun nurlu ashâbının yaşadığı çağdan günümüze kadar, kitabın yanında korunup-kollanan ve her asırda yüzlerce dev-âsâ insanın, kabullenip hemen her meselede müracaat ettiği tertemiz ilâhî bir kaynak ve teşrîde de ikinci esastır.
Kur'ân-ı Kerim, pek çok âyetiyle Hazreti Seyyid'ül-beşer ve O'nun sünnetine uymayı emrettiği gibi, pek çok sıhhatli ehâdîs-i şerîfe de, yine sünnete ittibâın önemi ve onun teşrîdeki yeri üzerinde durmaktadır. Denebilir ki, hemen her devirde aklının altında kalıp ezilmiş bir-iki nasipsiz istisnâ edilecek olursa, sünnet, din ve dînî hayata esas teşkil etmesi bakımından bugüne kadar hep Kurân'la beraber mütâlaa edilmiştir. O, Kur'ân'la o kadar içli-dışlı ve o kadar beraberdir ki, ne onu Kur'ân-'dan, ne de Kur'ân'ı ondan tecrit etmek mümkün değildir.
Sünnet, Kurân'ın mübhem kısımlarını tefsîr, mücmel yerlerini tafsîl, mutlak olan hükümlerini takyit, âm olan kısımlarını da tahsîs etme gibi Kur'ân'a âit hizmetleriyle âdeta onunla bütünleşmiş gibidir.
Namazlar, rükünleri, şartları, sıhhat ve fesâdı sünnet ve âdâbıyle; hac, ifradı, kıranı, temettü'ü ve bütün teferruatıyla; zekât, nisâbı, nevileri ve edâ keyfiyetiyle, Kur'ân'da mücmel olarak zikredilip de, sünnetle ayrıntılı bilgi verilen meselelerin sadece bir kaçıdır. Kur'ân-ı Kerim'de miras âyetlerinin âm olarak zikredilmesine rağmen, peygamberlerin mallarının miras olmayacağı, birbirine mirası olanlar arasında katlin mirasdan mahrumiyete sebebiyet vereceği sünnetle tahsîs edilen ahkâmdandır. Bundan başka, Kur'ân-ı Kerîm'de mutlak olarak zikredilen pek çok hükümler vardır ki, onlar da yine sünnetle takyit edilmiştir. Bu arada, Kur'ân-ı Kerim'in birtek kelime ile dahi temas etmediği ve müstakilen sünnetle ele alınan meseleler de az değildir. Ehlî eşeklerin ve yırtıcı hayvanların etlerinin haram edilmesini, hala ve teyze üzerine yeğenlerin izdivâcının yasaklanmasını bu cümleden sayabiliriz.
Bu itibarladır ki, ilk asırdan bugüne kadar, Kurân'ın yanında sünnet de aynı ihtimama mazhar oldu; "kitap" gibi kaydedildi; üzerinde müzâkereler yapıldı ve eslâfdan ahlâfa kitaplar ve kitapçıklar halinde intikal etti.
Allah Resûlü, hayât-ı seniyyelerinde, kendine itaat etmeyi ve sünnetine uymayı dinin bir parçası sayıyor; söylediği her sözün arkadan gelecek nesillere ulaştırılmasına teşvikte bulunuyor.. hatta ashâbına uzak yerlerden hadîs dinlemeye gelenlere mülâyim ve yumuşak davranmayı emrediyor ve söylediği sözlerin mutlaka dinlenip-bellenmesi için tahşîdât yapıyor.. muhataplarının anlayıp ezberlemelerine yardımcı olmak için yerinde konuştuğu şeyleri birkaç defa tekrar ediyor ve yerinde de mübarek sözlerinin kaydedilmesini tavsiye buyuruyorlardı.
Beri taraftan ashâp-ı kirâm efendilerimiz de, bütün bir hayatı talim etme vazifesiyle gönderilmiş olduğuna inandıkları bu Şeref-i Nev'i İnsan ve Ferîd-i Kevn ü Zaman'ın, değil dinin esaslarına taalluk eden söz ve davranışları, O'nun tabiî hâl ve hareketlerini dahi, hassasiyetle takip ve tespit ediyor; sonra da duyup-işittiklerini tekrar bertekrar aralarında gözden geçirip ya hâfızalarına alıyor veya defterlerine işliyorlardı. O'ndan intikâl eden her şeyi en mübârek bir hâtıra, en muhteşem bir emanet sayarak tek kelimesinin dahi zâyi' olmasına gönülleri râzı olmayan bu müstesna cemaat, hayatlarını bu mukaddes emanete karşı hep emniyet duygusu içinde sürdürdüler.
Ayrıca, O'ndan gelen her beyan ve mesajı, sabah-akşam gökten gelmiş semâvi sofralar kabûl eden ve ilâhî emirlere karşı arzuyla dolu, alabildiğine kadirşinas bu topluluk duyup işittiği bu ışıktan fermanları âdeta, âb-ı hayat gibi içiyor ve tek damlasını da zâyi' etmiyordu. Aslında düşünceler, olabildiğince saf, gelen mesajlar çok yeni ve tâze, sîneler iştiyakla buhur-buhur, anlatılan şeyler de ebedî mutlulukla alâkalı, hatta onun altın anahtarı mesabesinde olunca, ne sünnete karşı lâkayd kalınabilir, ne yıllanan şeyler hâfızalardan silinir, ne de onun içine başka şeyler karıştırılabilirdi. Ve öyle de oldu. Zaten, hayatını doğruluğu ikâmeye vakfetmiş ve yalanın her çeşidine kapalı bu ruh insanları, doğrunun tek zerresinin dahi zâyi' olmasına gönülleri râzı olmadığı gibi, yalan ve hilâf-ı vâkiye karşı da tavırları tamdı. Muhalfarz, içlerinden biri yalana tenezzül edecek olsaydı, yüzlerce ağızdan yükselen protesto sesi, bu yalancı solukları boğacak ve teşebbüs edecek başka kimselerin içine de korkular salacaktı. Böyle bir tavır ve tutum az da olsa, bir kısım cüretkârlara karşı yapılmadı da değil...
Evet, ashâp-ı kirâm, hem sünnetin tespiti vazifesini, hem de muhafazasını tekeffül etmiş bulunuyorlardı. Bu hususta muhkemâta tevfîkan geliştirdikleri bir kısım tahkîk metotlarıyla, duydukları her şeyi kritiğe tâbi tutabiliyor, râvîyi istintâk edebiliyor, rivâyet edilen her şeye şâhid istiyor ve çeşit çeşit mihenklerden geçirerek hadîsi öyle kayd ve tespit ediyorlardı.
Bu arada, Efendimiz (as)'dan duyduğu şeyleri yazan sahâbenin sayısı da az değildi. Aslında hadîsler de tıpkı Kur'ân-ı Kerim gibi şeref-vücuduyla beraber kaydediliyordu; ama, gayr-ı resmî ve hususî defterlere. Hadîsin kayd ve tespitinin Ömer b. Abdülazîz'le başladığını söyleme doğru olsa bile eksiktir. Zirâ Ömer b. Abdülazîz döneminde yapılan şey devlet emirnâmeleriyle resmi tedvîndir. Bu da tıpkı, Hz. Ebu Bekir döneminde, hâfızların hâfızasında, değişik cisimler üzerinde yazılı bulunan Kur'ân âyet ve sûrelerini biraraya getirme gibi, bir resmî cem' ve tedvîndi.
Yoksa, Hazret-i Sahib-i Risâlet-Penâhîleri zamanında, O'ndan sâdır olan her şey yazılıyordu ki, bunlar arasında, daha sonra çok iştihar eden Abdullah b. Amr b. Âs'ın "Es-sahîfe't-üs-Sâdıka"sı, Hemmâm b. Münebbih'in "Es-sahifet-üs-Sahî-ha"sı, Zeyd b. Ali b. Hüseyîn'in "El-Mecmû"u çok meşhur olmuş ve tedvînin resmileşip yaygınlaştığı dönemde de sonraki müdevvenâta birer kaynak teşkil etmişlerdi.
Ashâb-ı Kirâm, hadîslerin kayd ve tespitine hassasiyet gösterdikleri ölçüde orijinalini muhafaza mevzûunda da fevkalâde titiz davranıyorlardı. Aişe validemiz hadîsleri kelimesi kelimesine nakle alabildiğine hassasiyet gösteriyor, İbn-i Ömer bir harf bile değiştirmeden rivâyet etmeye çalışıyor, İbn-i Mes'ûd ve Ebu'd-Derdâ' gibi kibâr-ı ashâb, hadîs rivâyeti denince sıtmaya tutulmuş gibi tir tir titriyor ve neden sonra ağzından birkaç kelime çıkıyor ve kendimden kelime karıştırırım endîşesiyle bazıları da hiç mi hiç rivâyete yanaşmıyordu.
Tâbiîn-i kirâm'ın da bu meseleye aynı titizlikle yaklaştıklarını söylemek mübalağa olmasa gerek. Saîd b. Müseyyeb, Şa'bî, Alkame, Sevrî bu hassasiyetin büyük temsilcilerinden sayılıyorlar. Zaten daha sonraki dönemlerde, hem senet ve metnin tahkîki, hem de ricâl kitaplarının tedvîni, silik sözlerin hadîs cevherleri arasına girmesini bütün bütün zorlaştırıyor idi ki, zannediyorum dinî metinleri bu ölçüde hassâsiyette kritiğe tâbi tutan, İslâm ümmetinden başka bir ümmet de yoktur.
Yeni Ümit, Ocak-Mart 1990, Cilt 1, Sayı 7
.
Tabiat baştan başa bir hârikalar meşheridir ama, biz ona "meşher" demektense, bir "kitap" demeyi daha uygun buluruz. Zira, onu bir kitap gibi duyar, bir kitap gibi okur ve bir kitabın rengârenk canlı, yaldızlı nakışlarını temâşâ ediyor gibi hayran hayran seyrederiz. Onu, her sabah yeniden boyanmış, süslenmiş o göz kamaştırıcı endamıyla, bir ruh, bir hayat kaynağı olarak karşımıza dikilmiş görür ve kendimizden geçeriz.
Ve hele bir zamanlar bu meşher ve bu kitap, rüyâlara sığmayacak kadar baş döndürücü, hülyâları avlamak için kurulmuş tıpkı bir tuzak... Yelkenlerini aşk ve muhabbet iklimine açmış muhteşem bir gemi ve ışıktan parmaklarıyla öteleri gösteren binbir kandilli bir âvize gibiydi. Zümrütten tepeleri, üfül üfül vâdileri, içinde binler-yüzbinler canlının oynaştığı, kaynaştığı ormanları, Cennet bahçelerini hatırlatan bağları, bostanları; cıvıl cıvıl kuşları, çığlık çığlık böcekleri, gökten akıp gelen rahmet ve bereketi, bu rahmet ve berekete karşı, yeryüzünde, temiz sînelerden fışkırıp semâlara doğru yükselen hamd ü senâlarıyla uhrevî âlemin bir kıyısını teşkil ediyordu...
Evet, tabiatı bu şekilde duyan, hisseden gönüller, Kudret Eli'nin onun bağrından fışkırttığı ses, nağme, tad, koku ve güzelliklerin tiryâkisi gibi, onları görmeden, tatmadan, onlarla söyleşip konuşmadan edemezlerdi. Edemezlerdi, zirâ onlarla öyle hemhâl olmuşlardı ki; nasıl nefîs bir yiyecek ve içecek karşısında tükrük bezlerimiz harekete geçer; nasıl neyi görünce, gayr-i ihtiyari bir şeyler mırıldanırız... Öyle de, onun mütâlaasıyla sermest bu temiz ruhlar, ona her bakışta, ötelere ait farklı şeyler hisseder, farklı şeyler duyar ve hep ürperirlerdi.
Nasıl ki, bir köşk, bir yalının mimârîsi, mimârîsindeki incelik ve zarafeti, köşkün ve yalının ötesinde, bizlere başka şeyler fısıldar; öyle de bu sanat hârikası tabiat meşheri de, varlığının ötesinde, bir varedip gün yüzüne çıkaran, bir tanzim edip ortaya koyan; ortaya koyduğu her eseriyle kendisini hissettiren, fakat azametiyle bir türlü sezilmeyen, insan idrak ve ihâtasının üstünde bütün nizam ve güzelliklerin hakiki kaynağını onların vicdanlarına duyurur ve mesteder.
Tabiatta mimârî, semâlarla içiçe gibidir. Dağlar, o mehîb edâlarıyla başlarını semânın eteklerine dayamış gibi görünmeleri, göklerin, bu şiddetli vuslat arzusuna karşı kendilerini salıvermeleri, evet bu mimârî, bütünüyle ne tatlı bir remzdir! İnsan hayâli, çiçeklere konup-kalkan arılar gibi, onun güzelliğinin akislerine kona-kalka ufka kadar ilerler... Oraya ulaşınca da, yeniden başlayacak bir seferle, yolların gökler ötesi sonsuza doğru uzayıp gittiğini sanır. Sanır da, ruhunun derinliklerinde ötelere ait nağmeler duymaya başlar. Hülyâlarıyla bu âlemde, uzun süre kalmayı başaranlar; sevdâsıyla yanıp tutuştukları, hasretini vicdanlarında duydukları hakiki sevgilinin vuslatına erer ve bu tatlı rüyâdan uyanmak istemezler...
Kalb, ruh ve vicdanlara binbir haz ve lezzetin akıp-durduğu bu irfan kuşağında seyahate azmetmişler için tabiat, gönüllere inşirâh salan manzaraları; rengârenk tepeleri, hülyâlı dağları; baygın bahçeleri, ürperten koruları; çağıltılarla akıp giden çayları "vahdet vahdet!" diye denizlerle bütünleşen ırmakları... Evet, bütün bunlarla bilhassa, bahar ve yaz mevsiminde tabiat meşheri, bir keyif, bir neş'e, bir huzûr, bir hayâl diyârıdır âdeta.
Bu kitap ve meşherin, her yanının ayrı bir ihtişamı, ayrı bir şiiri, ayrı bir füsûnu vardır. Onun bu ayrı ayrı güzellikleri; güzelliklere birer buud teşkil eden renkleri, şekilleri, biçimleri ve "olandan daha muhteşemini bulmak mümkün değil" dedirtecek kadar tasavvurlar üstü endamlarıyla, güzellik müsabakasına arz edilmiş gibidirler. Bu güzellikler galerisine uyanan ruhlar, varlığı daha bir derin görmeye başlar ve her şeyde tasavvur üstü bir güzellik mûsikîsi dinlerler... Bu sermest gönüller nazarında ağaçlar "hû" der semaa kalkar; güller, çiçekler, kendilerine mahsus dillerle Yüce Yaratıcı'yı ilân eder ve müşahedesine doyum olmayan renkleriyle zambaklar, menekşeler, leylaklar; bayıltan râyihalarıyla güller, karanfiller, yaseminler; büyüleyici edâlarıyla kamelyalar, orkideler, manolyalar bizlere hep o gizli güzellikten bir şeyler fısıldarlar. Burada zaman öyle derince duyulur ki, insan âdeta soyunun yaşadığı bütün devirlerdeki güzellikleri birden görür, duyar ve yaşar...
Hele, bazı yerler, hiç değişmeyen mevsimleri ve hazan bilmeyen iklimleriyle o kadar derin, o kadar göz kamaştırıcıdır ki, insanlar, buralarda güzelliklerin son kıyılarına yaklaşır gibi olur; yaklaşınca da burayla öteleri içiçe ve birarada görmeye başlar: Buranın yamaçlarında cennetleri heceler; buradaki nehirlerde Cennet ırmaklarının çağıltılarını duyar; buradaki ağaçların salınmasında Firdevs bahçelerinin esintisini hisseder... Hasılı, buradaki bütün güzelliklerin çehresinde sonsuz güzellikleri duyar, müşâhede eder ve insan ömrünün bu zevkleri bütünüyle yaşamaya yetmeyeceğini düşünerek ebediyet arzusuyla gerilir, sonra da bu hayâtî arzuyu yerine getirebilecek Kudret-i Sonsuz'a yönelir.
Rahmet-i Sonsuz tarafından yaratılıp insanoğlunun tenezzüh, müşâhede ve mütâlaasına sunulan bu muhteşem kitap, bu büyüleyen meşher, ne acıdır ki bugün, bir çöp yığını kadar dahi önemsenmemekte ve ihtimam görmemektedir. Önemsenme ve ihtimam görme şöyle dursun, dört yandan çölleştirme, mezbeleliğe çevirme taarruzları karşısında sarsık, perişan ve lime limedir.
Bugün artık emir ve irâdenin muhteşem bir arşı olan hava, ifritten bir duman ve kahırla dalgalanan bir girdap... Hakk'ın, hayat ve lütûf kaynağı olan sular, tehlike ile çağlayan birer seylâp ve hayata kapalı birer zift kanalı; Rahmet-i Sonsuz'un ihsan ve keremini, hazinedârlık plânında temsil eden toprak, bini-bereketi akıp gitmiş bir çorak, kuvve-i inbâtiyesi kaybolmuş bir çöl ve ekolojik dengesi bozulmuş bir ölüm ülkesi gibi...
Bize emanet edilen her şey gibi, bu mücessem kitap, bu muhteşem meşhere de yazık ettik. Yazık ettik çölleştirdiğimiz ovaya-obaya.. yazık ettik kirlettiğimiz denize-çaya.. yazık ettik toprağa-havaya.. ve yazık ettik içinde yaşanılmaz hâle getirdiğimiz ormana, bağa, bahçeye... Daha doğrusu Cennet'e benzeyen bu güzel dünyâyı cehenneme çevirmekle yazık ettik kendi kendimize..!
Şayet insanlar, nizamını bozup kirlettikleri bu dünyâyı, yeniden imâr edip eski güzellik ve ihtişamına ulaştırmazlarsa, Nuh Tufanı gibi hâdiselerle bu güzel dünyâ, enkaz yığınları halinde başımızdan aşağı dökülmesi kaçınılmaz olacaktır.
Sızıntı, Ocak 1990, Cilt 11, Sayı 132
.
Bir ülkenin büyüklüğü, topyekün o ülkede yaşayanlarla temsil edilir. Hayatın bazı sahalarındaki kahramanları ve kahramanlıkları anlatıp destanlaştırmakla bir millet anlatılmış olmaz. Bir milleti anlamak ancak, onun bütün zamanlara ait hususiyetlerinin ve bütün ferdlere şamil millî meziyetlerinin ortaya çıkarılmasıyla mümkündür.
Bu devasâ işi de; bir ülke ve ona ait hususiyetleri, bir millet ve ona ait meziyetleri görüp-değerlendiren "kudsî şahitler" diyebileceğimiz gerçek mütefekkir ve sanatkârlar yaparlar. Bütün bu millî hususiyet ve meziyetleri, eli kalem tutanlar yazılarıyla, ressamlar resimleriyle, şâirler şiirleriyle, nâsirler nesirleriyle, mimârlar âbideleriyle, mûsikîşinâslar da beste ve nağmeleriyle tespit eder, işler, mırıldanır, sergiler; ruhlarımıza duyurur ve sevdirirler.
Bu sayede, zamanın ruhunda saklı bulunan bütün görkem ve ihtişamlar ortaya çıkar. Ve yine bu sayede, fikirsiz, hissiz, hareketsiz ve ruhsuz geçip gittiği zannedilen belli zaman dilimlerinin, hiç de sanıldığı gibi boş olmadığını; içinde bulunduğumuz zaman gibi onların da duygularla dopdolu olduğunu duyar, hisseder, bugünün yanında dünü ve daha önceki günleri de beraber yaşarız.
Müzeler, kütüphaneler, arşivler; muhtelif devirlerin hususiyetlerini aksettiren sanat eserleri ve vesikâlarıyla, o devirlerin miraslarını koruyan en kuvetli hazinelerdir. Evet, bizim en paha biçilmez hazinelerimiz, saraylarımız, kervansaraylarımız, âbidelerimiz, ma'bedlerimiz, kütüphanelerimiz ve arşivlerimizdir.
Evet, millet olarak bütün hususiyetlerimiz, meziyetlerimiz, karakterimiz, aşkımız, hamasetimiz ancak sanat sayesinde ölümsüzlüğe erer, ebedîleşir ve gelecek nesillere intikâl eder. Sanatın takdirkâr kolları arasında yükselme şansını elde edememiş bütün güzellikler, hârikalar, kahramanlıklar hâfızalardan silinip gitmeye mahkûmdur.
Üstat kalemlerin ele aldığı büyük millî eserler tarihî değerlerimiz adına milletin hâfızası gibidir. Bu hâfızaya kaydedilmiş bütün dinî ve millî değerler, nesiller boyu herkesin, karşısına geçip kendine çeki-düzen vereceği bir endâm aynası ve her zaman içine kovasını salıp "âb-ı hayat" çıkaracağı bir kevser kaynağıdır. Böyle bir endam aynasından mahrum olan milletlerin özleriyle kalmaları oldukça zor, böyle bir kaynağa ulaşamayanların da yaşamaları imkânsızdır.
Bizler, yeryüzünde pek çok medeniyetler kurmuş, şanlı ve muhteşem geçmişi olan bir milletiz. Ancak, ne yüksek zevklerimizi, ne medeniyet felsefemizi, ne de târihî zenginliklerimizi, dünyâya tesirimiz ölçüsünde katiyyen anlatamamışızdır. Anlatmak şöyle dursun, lâyıkıyla araştırıp, öğrenip hâfızalarımıza nakşettiğimiz dahi söylenemez.
Daha hazini de, dünyânın dört bir yanında sahip olduğumuz toprakları, dinî ve millî değerlerimizi koruma uğrunda gösterdiğimiz kahramanlıkları, mukaddeslerimizi muhafaza yolunda elde ettiğimiz şehitlik ve gazilikleri, ebedî kalacak şekilde ifâde edememiş, destanlaştıramamış ve üstadca şiirlerin, nesirlerin ölümsüzleştiren iklimine emanet edememişizdir.
Kim bilir, milletimizin, nice dâsitanî ve hârika yanları böyle bir vefâsızlığa uğrayarak kaydedilmedi ve unutulup gitti..! Firdevsî, milletinin mağlubiyet sahneleri arasından, kendince bulup çıkardığı tabloları, ifâde üstatlığının bütün gücünü kullanarak "altmış bin" beyitlik "Şehnâme"siyle destanlaştırdı. Eğer Firdevsî, dillere destan o şâirlik otağını, soylu milletimin dolaştığı zirvelere kurabilseydi, kim bilir nasıl fevvâreler gibi fışkıracak, girdaplar gibi derinleşecek ve yanardağlar gibi ateş olup dörtbir yana savrulacaktı..!
Vâkıa, bir başka yazıda da ifâde ettiğimiz gibi, kimi millet târih yapar, kimisi de tarih yazar. Ben, bizim milletimizi birinci kategoriye dâhil görüyorum; o nazımlara, nesirlere, destanlara malzeme üretmiş, sonra da arkasına bakmadan çıkıp gitmiştir. Artık bundan böyle o malzemeyi kullanmak ve onları nazımlarla, nesirlerle ve mermerlerin çehrelerinde hakkedeceğimiz çizgilerle ebedîleştirmek, korunmaya almak bütünüyle arkadan gelen nesillere kalıyor; ve bu aynı zamanda bir vefâ borcudur da. Şayet bu borç yerine getirilmezse; korunmaya alınmadığı, hâfızalara işlenmediği için en hârika ve dâsitanî şeyler dahi silinip gidecek ve muhteşem tarihimiz içinde hiçbir yazı bulunmayan görkemli, boş bir defter haline gelecektir. Hatta bir manâda gelmiştir de...
Evet, bizim şanlı geçmişimizde, başkalarının ütopyalarda aradığı medeniyetlerin en muhteşemi, hem de insanî değerlerin bütünüyle kucaklaşır şekilde teessüs etmiş ve asırlarca da sürüp gitmiştir.
Ne var ki, bu parlak dönemlerin târihi o gün yazılmadığı gibi bugün de yazılmış sayılmaz. Bizim milletimiz dünyâ karşısında henüz kendi kendini anlatamamış, kendi varlığına şehâdetini ilân edememiş ve tarihî ihtişâmına omuz veren dinamikleri de nazara alarak, kendi medeniyet tarihini yazıp ortaya koyamamıştır.
Bir zamanlar, söze önem verilmiyor, iş yapılıyordu. Söz faslı başlayınca da, ikbâl idbâra dönmüş ve yazacak bir şey kalmamıştı. Sanki bir dönem, bir türlü fiilden fikire geçmiyor ve yaptıklarımızı anlatamıyorduk. Fikre geçmeye karar verdiğimiz zaman da iş ve aksiyondan uzaklaşmış bulunuyorduk. Zaten, hayatın değişik yönlerindeki hezimetlerden ötürü, fazlaca yazacak bir şeyimiz de kalmamıştı. Daha sonraki bir tâlihsiz dönemde ise, Romalıların barbarca düşüncelerle, Kartacalılara yaptıkları aynı şeyleri biz kendi tarihimize yaptık. Asırlar boyu milletimizi ayakta tutan bütün tarihî dinamikleri yıktık ve âdeta baykuşlara şehrâyinler tertip ettik...
Bütün bunlardan sonra, bilmem ki, nesiller, nasıl ve hangi yollarla kendi dünyâlarına ve kendi iklîmlerine ulaşacaklardı? Nasıl asimilelerden korunacak ve nasıl "biz" diyebileceklerdi..? Bugün olsun, o hârikulâde kıymetler hazînesi arşivlerimizi açmaz; "eski kitaptır" diye kaldırıp bir tarafa attığımız kitaplarımızı tetkik ve mütalâaya sunmaz; bir kısmını kendi ellerimizle yıktığımız, bir kısmını da zamanın insafsız dişleri arasında aşınıp gitmeye terkettiğimiz o başdöndürücü âbidelerimizi, o hârika mimârî eserlerimizi tanıyıp sevmez ve başkalarına da tanıtıp sevdirmezsek, bir kısım zavallı gençlerimiz "Garb Garb" deyip, kendi ülkelerinde, gurbetler içinde boğulup gideceklerdir.
Sızıntı, Ağustos 1989, Cilt 11, Sayı 127
.
Gerçek hayat, vicdan ve ruhun öteler esintili duru iklîminde yaşanan hayattır; önü ve sonu itibariyle de aslâ, elemi, kederi, hasreti yoktur.
Hayatı, bütünüyle cismaniyete bağlayan düşünce; mide, bağırsak ve yemek borusunu insan varlığı üzerinde en hâkim unsurlar haline getirmiş ve insanı bedenî hazlarının âzat kabul etmez kulu, kölesi yapmıştır.
Yıllar var ki, bu kahredici anlayış içinde insanımızın hem duygu ve düşünceleri, hem de rûhî ve vicdanî temayülleri kaynayıp gitmiştir. Cismaniyetin bu öldürücü girdabında fert, sadece, yiyen-hazmeden- ıtrahta bulunan-şehvetini tatmin yollarını araştıran talisiz bir mahlûk; yuva, bağrında bu çeşit bahtsızları barındıran bir tavla, yığınlar da, sağda-solda mümbit meralar araştıran sürülerden farksızdır.
Yine; bu mel'un anlayışa göre, geçmiş-gelecek, her şeyiyle birer masal, öteler ve ebet düşüncesi faydasız birer hülyâ, rûhânî zevkler ise, birer garip tesellisinden başka bir şey değildir. Varsa da-yoksa da hâl'i değerlendirip hayattan kâm almak ve bedenî zevklerle gününü gün etmek...
Oysa ki, geçmişten gelen inanç ve azmimiz, geleceğe açık düşünce ve tavrımız, bizlere, yaşamadan daha zevkli, daha güzel şeyler fısıldar. Bizler, gönüllerimizin ihtiyacı olan ve fakat bir türlü erişemediğimiz bütün sevinçleri, saadetleri bu inanç ve bu düşüncede bulur, sonra da her an perde perde ayrı bir vuslata erer gibi oluruz.
Bu aydınlık dünyâda geçmişin bağrından ve atalarımızın düşünce ırmağından çağlayıp gelen şeyler, hiçbir zaman ölü birer hâtıra ve tarihin sayfaları arasına sıkıştırılmış birer vak'a raporu olmadığı gibi çok eskilerden gelen bu soylu millet ağacının, şanlı bir geleceği bağrında besleyip büyütmesi de katiyyen bir hayâl değildir. Aksine, şanlı cetlerimizden tevarüs ettiğimiz her şey, onların kalp ve his dünyâlarının ayrı ayrı perdeden sesleri ve binbir ibret sayfalarıyla mâzînin belâğatlı bir lisan olması itibâriyle, daima, yarınlarımıza ışık tutan birer meş'ale ve bizlere varolma yollarını gösteren birer rehber vazifesini göreceklerdir.
Bu anlayış sayesindedir ki, hemen hepimiz, ilerde elde edeceğimiz bir aydınlık devir ümîdiyle yaşar; hatta onu, hasretini çektiğimiz 'yitirilmiş cennet' sayarak rüyâ ve hülyâlarımızda, inançlarımızın kollarıyla yakalamaya çalışır; onun semâlarında uçar, onun atmosferine dalışlar yapar, onun havasını teneffüs eder ve bütün bir ömür boyu ondaki yerimizi almak için çırpınır dururuz. Çırpınır dururuz; zira, kaderimiz Âdem nebînin kaderi, cebren iskâna memur edildiğimiz yer eski dünyâlara nispeten mahzun Serendip, bizler ise, kadrini bilemeyip dün elden kaçırdığımız cennetleri hasretlerle, iştiyaklarla anan, arayan batızedeleriz.
Evet, Âdem nebî Cennet'teki memnu' meyveye el uzatınca yurdundan-yuvasından oldu ve kendini sıra sıra sıkıntı ve hasretler içinde buldu. Bizler ise, batının mel'un ve memnu' meyvesi sayılan, onun medeniyet anlayışına, çarpıcı fantaziyelerine ve yalancı vaatlerine aldanarak her şeyimizi yitirdik ve milletlerarası muvazene unsuru olma mevkiinden, devletlerarası gülünçlerden gülünç en acınacak seviyeye düştük.
Dünkü yerimiz, şimdilerdeki hasret ve inkisarlarımız içindir ki, bugünkü nesiller, en büyük kahramanlıklar içinde en büyük fedakârlıkları, en derin aşk içinde en çaplı hizmetleri, en sağlam tevekkül içinde en mantıkî sistemleriyle kaybettikleri zirvelere yeniden tırmanma, rüyâ ve hülyâlarında görüp-duydukları cennetleri elde etme; hislerinin hudutsuzluğu, duygularının sonsuzluğuyla düşünce gergeflerini geçmişin kaneviçesi üzerine ve fakat bugünün renk ve desenlerine göre işleme mecburiyetindedirler. Yoksa daha bir süre hasret içinde inler dururuz.
Sînelerinde aşk u heyecan, dillerinde ölümsüzlük nağmeleri, gönül gözleri dünü-yarını bir arada müşahâdeye uyanmış yolu gözlenen bu yiğitler, hiçbir yana iltifat etmeden, hiçbir şey karşısında dize gelmeden, kaderlerinin yazılarını ilan edecekleri noktalara doğru ilerlerken, dünyâları yerinden oynatacak bir müthiş îman, bir müthiş aşk ve bir müthiş heyecanla yollarına devam etmelidirler ki, arkadan gelen inançlı nesillerin irâdelerine kuvvet, ümitlerine fer verip karanlık ruhları da yeis ve hasretler içinde bırakabilsinler.
Büyük ölçüde daha şimdiden, dünyânın dört bir yanında aşkla şevkle gerilmiş mü'min nesiller, kendi mübarek dünyâlarını ararken, duyup tattıkları, görüp hissettikleri Hakk'ın lütuflarının câzibe ve çarpıcılığı karşısında, ne fânîlik ve cismaniyetin aldatıcılığına, ne de her dönemeçte yollarını kesen gulyabânîlerin çokluğuna aldırmadan tâli'li tırmanışlarına devam etmekte ve zirvelerin hesabıyla dolup taşmaktalar bile.
Her gün biraz daha güçlü, biraz daha azimli, biraz daha iradeli ve soluk soluğa koştukları bu yolda, ruhlarının ebedîleştiğini, sonsuzluk düşüncesinin bütün benliklerini sardığını, cismâniyet ve bedenin ağırlıklarından kurtularak melekler gibi birer mânevî varlığa inkılâp ettiklerini duyan ve bu yüksek ruh haletinden ayrılmayı asla düşünmeyen bu hasbî ruhlar, gönül verdikleri bu aydınlık yoldan uzaklaşmayı en büyük günah sayacak ve görüp sezdikleri ışıklara, ruhlarını dolduran seslere, daha doğrusu Hakk'ın, gönüllerine saldığı ezelî vaatlere doğru ve geçmiş ömürlerimizi yeniden bize kazandırmak her biri birer hâtıra, şuraya buraya dağılmış bir gül devrinin bütün güzelliklerini biraraya getirmek sonra da bizlere bütün zamanları birden yaşatmak için kendilerini Cennet esintilerine kaptırmış gibi, alabildiğine şevkli, alabildiğine neşeli, hiçbir şeye takılıp kalmadan, fevkalâde kıvrak, çalımlı ve tıpkı bir zafer yürüyüşüyle hayatın daha bahtlı daha intizamlı olduğu iklimlere koşacak ve bizlere, gönüllerimize, hülyâlarımıza, emellerimize sığmayan en tatlı devirleri yaşatacaklar.
Sızıntı, Haziran 1988, Cilt 10, Sayı 113
.
Târihî devr-i dâimlerle Hakk inâyetinin tecellîlerine açık yeni bir çağın sath-ı mâiline girmiş bulunuyoruz. Bizim dünyâmız adına 18. asır, özünden uzaklaşanların ve muhâkemesiz mukallitlerin; 19. asır, kendini değişik fantezilere kaptırmış, geçmişiyle ve târihî dinamikleriyle zıtlaşanların; 20. asır, bütünüyle yabancılaşanların, kendini inkâr edenlerin, dolayısıyla da ışık ve rehberini hep dışarıda arayanların çağı olmuştur. Dörtbir yanda tüllenen emârelerin de teyidiyle, 21. asır ise bir inanç ve inanmışlar asrı ve bizim için bir rönesans çağı olacaktır.
Evet, muhâkemesizlerin, akılsızların ve fanteziler arkasında yüzer-gezer yığınların içinden, çağın düşünen, muhâkeme eden, akıl kadar tecrübeye, tecrübe kadar akla ve ikisi kadar da ilhâma ve vicdana inanan, güvenen yepyeni bir insan doğacaktır.. her şeyiyle mükemmelin peşinde, heptenci, dünyâ ve ukbâ muvâzenesiyle kanatlı, kalb ve kafa izdivacına muvaffak olmuş yepyeni bir insan. Elbetteki bu yeni insanın doğumu çok kolay ve rahat olmayacaktır. Her doğum gibi onun da sancısı, sarsıntısı, sıkıntısı olacaktır. Ama mevsimi gelince, bu mübârek velâdet mutlaka gerçekleşecek ve bu ayyüzlü nesil Hızır gibi birdenbire aramızda belirecektir. Sıkışmış ve üstüste binmiş bulutlar arasından rahmetin süzülüp geldiği, arzın derinliklerinden suların fışkırıp yeryüzüne çıktığı, karın-buzun çözüldüğü yerlerde kar çiçeklerinin her yanı sardığı ve şebnemlerin sıçrayıp yapraklara taht kurduğu gibi, bu yeni insan da belki bugün -belki de yarın, ama mutlaka gelecek...
Yeni insan, her türlü hâricî tesirlerden sıyrılabilmiş ve kendi kendine ayakta durmaya kararlı bir şahsiyet insanıdır. Doğu-batı, ayağına pranga vurup onu esir edemeyeceği gibi, manâ köküne ters 'izm'ler de, ona yol-yön değiştirtemeyecek ve hatta yerinden kıpırdatamayacaktır. Evet onun, düşüncesi hür, irâdesi hür, tasavvurları hür ve hürriyeti de Allah'a kulluğu ölçüsündedir. Başkalarına benzemeye, başkalarına özenmeye değil, kendi kendine benzemeye ve târihî dinamiklerle bezenmeye çalışacaktır.
Yeni insan, düşünen, araştıran, inanan, rûhâniyata açık ve rûhânî zevklerle dopdolu bir insandır. O kendi dünyâsını kurma yolunda, azamî derecede çağının imkânlarından yararlanmanın yanında, kendi millî ve mânevî değerlerine de sahip çıkarak çok farklı bir performans ortaya koyacaktır.
Şanlı geçmişindeki inananlar gibi inanacak, düşünenler gibi düşünecek; onlar gibi soluklarını duyurma arzusuyla şahlanacak ve onlar gibi karanlıkların bağrına nurlar saçacak.. bunları yaparken de, derin bir vefâ hissiyle bir lâhza bile Hakk düşüncesinden ayrılmayacak.. Hakk'ı tutup kaldırmak için her gün birkaç defa ölüp ölüp dirilecek.. icâbında yurt-yuva, evlâd u iyâl her şeyi terketmeye hazır olacak.. mal-can kaygısına, refâh-saadet arzusuna kapılmadan bugün mazhar olduğu her şeyi, yakın-uzak milletinin istikbali yolunda tek zerresini dahi zâyi' etmeden tohumları toprağın bağrına saçtığı gibi, Hakk'ın inâyet yamaçlarına saçacak, sonra kuluçkanın yumurta ve civcivler üzerine abandığı gibi bir ızdırâp ve bekleyiş faslına girerek inleyip kıvranacak, ürperip yakarışa geçecek ve her gün ölüp-ölüp dirilecek. Hakk yolunda olmayı, Hakk yolunda ölmeyi hayatının gâyesi bilecek ve böyle bir gâyeyi fevtetmiş olmayı da şahsı adına telâfisi imkânsız en büyük bir kayıp sayacak...
Yeni insan, insanların akıl, kalb, ruh ve duygularına ulaşma yolunda, kitaptan gazeteye, gazeteden mecmua ve bültene, onlardan da radyo ve televizyona kadar bütün modern imkânlardan-kitle iletişim vasıtalarını kastediyorum- yararlanacak ve kendini bir kere daha ispatlamaya çalışacak.. sadece kendini ispatlamak değil, aynı zamanda gasba uğrayan devletlerarası muvâzenedeki yerini ve itibârını istirdat edecek...
Yeni insan, rûhunun kökleri itibâriyle çok derin, içinde yaşadığı dünyâ itibâriyle de çok yönlüdür. O, ilimden sanata, teknolojiden metafiziğe, her sahada söz sahibi ve kendini alâkadar eden her mes'ele ile içli-dışlıdır. Evet o, doyma bilmeyen ilim aşkı, her gün daha bir başkalaşan ma'rifet tutkusu ve idrâk üstü ledünnî derinlikleriyle, ak devrin aydınlık insanlarıyla omuz omuza ve her gün yeni bir mirâcın süvarîsi olarak da rûhânîlerle atbaşıdır.
Yeni insan, bütün varlığa karşı sevgiyle dopdolu ve insânî değerlerin koruyucusu ve kollayıcısıdır. O, bir taraftan insanı insan yapan ahlâk ve fazilet gibi esaslarla kendi yerini belirleyip kendini bulurken, diğer yandan da bütün varlığı şefkatle kucaklayacak kadar âlemşümûl 'evrensel' ve diğergâmdır. Kendisinin nasıl olmasını seçtiği aynı anda, beraber bulunma mecburiyetinde olduğu insan vesâir eşyânın da nasıl olması gerektiğini tasarlar; fırsat doğunca da bütün tasarılarını gerçekleştirmeye çalışır. O, çevresinde iyi olan her şeyi korur-kollar ve onu başkalarına da salıklar.. bütün fenalıklara karşı savaş ilân eder ve onları, içinde yaşadığı toplumun bünyesinden söküp atacağı âna kadar bir yay gibi hep gerili kalır. İnanır, inanmayı herkese tavsiye eder.. ibâdete 'güzel' der ve onun gürül gürül dili olur. Okunması gerekli olan kitapları okur ve okutur. Ruh ve manâ köküne saygılı gazete ve mecmualara omuz verir.. sokak sokak dolaşır, kendi insanının ihtiyâcı olan her şeyin işportacılığını yapar.. ve bu hâliyle de o, bir sorumluluk ve mükellefiyet remzi olur.
Yeni insan, inşâ rûhuna sahip her türlü şablonculuğun karşısındadır. Öze saygısı içinde kendini yenilemesini, hâdiselere söz dinletmesini bilir. Ve hep yaşadığı devrin önünde yürür.. hem de irâdesinin sınırları ötesinde bir gayretle, şevkli, çalımlı ve Allah'a itimat içinde. Onun hayatında sebeplere riâyetle teslimiyet o kadar içiçedir ki, işin iç yüzünü bilmeyenler onu, ya esbâbperest -sebeplere tapan, sebepleri her şey sayan- veya tam cebrî -kaderci- sanırlar.. oysa ki, ne o, ne de o; yeni insan tam bir denge insanıdır.. sebeplere riâyeti bir vazife bilir, Hakk'a teslimiyeti de îmânın gereği sayar.
Yeni insan bir fâtih ve kâşiftir. her gün benliğinin derinliklerinde ve fezânın enginliklerinde yeni yeni burçlara bayrağını diker, âfâk ve enfüsün sırlı kapılarını zorlar. Îmânı ve irfânı sayesinde eşyânın perde arkasına ulaştıkça daha da şahlanır.. ötelerde ve daha ötelerde otağ değiştirir durur.. derken gün gelir, toprak sînesinde sakladığı şeylerle ona ses verir.. denizlerin derinliklerinde yatan cevherler onun büyülü asâsıyla ortaya çıkar.. semâlar kapılarını ardına kadar açar ve ona 'buyur!' der.
Sızıntı, Mart 1991, Cilt 13, Sayı 146
.
Yeni Ümit'in Mütevazi İkliminde
Ömrünün kısalığından şikâyet eden insanların sayısı hiç de az değildir. Ama acaba, bu şikâyetçiler, o kısa ömürlerini olsun tam değerlendirip yaşayabiliyorlar mı? Oysa ki önemli olan ömrün uzunluğu kısalığı değil, önemli olan mevcudun değerlendirilip yediveren başaklar haline getirilmesidir.
Ara vermeden her gün -bir-iki saat olsun- vazifesini muntazam yerine getiren nice kimseler vardır ki, zamanla ortaya koyabildikleri eserlerin çokluğu karşısında kendileri bile hayrette kalırlar.
Muntazam ve kesiksiz her çalışma, hendesî "geometrik" bir dizi halinde büyür, gelişir ve buudlaşır.. tabiî semeresi de öyle olur. Kesik kesik ve duraklamalı çalışmalar ise, ya eserleri itibariyle sonuna kadar hep bu duraklamaların izlerini taşır veya netice ve semeresi itibariyle bütün bütün güdük kalır.
Kendini bir yüce da'vâ ve mefkûreye vakfeden herhangi bir insan, kendi imkân ve iktidârı ölçüsünde tedbirini alıp Hakk'ın tevfikine sığınarak çalışabildiği ve Montherland'ın tabiriyle "zaman yiyiciler" den uzak kalabildiği takdirde, güç ve tâkâtının çok fevkinde iş ve hizmetlere muvaffak olacağından, dolayısıyla da bir o kadar müspet neticeler elde edeceğinden asla şüphe edilmemelidir.
Vâkıa, sistemli düşünme, sistemli çalışma ve çalışmada süreklilik gibi fiyatı yüksek şeylere, insanların pek çoğu iltifât etmez ve alâka duymaz; ama, bence, en kestirme ve neticeye en yakın yol da yine bu yoldur.
Kendilerini ucuz ve kolay yollarla elde edilen şeylere kaptıranlar, farkına varmadan, biraz pahalı fakat daha zevkli ve daha kalıcı şeyleri elden kaçırmış olurlar.
Evet, zahmetler, sıkıntılar ve belli disiplinlerle kazanılan şeyler hem daha uzun ömürlü, hem de her biri ayrı birer haz kaynağıdır. Yorulmadan elde edilen şeylere gelince, onların ne kalıcı müspet neticelerinden ne de birer zevk kaynağı olduklarından bahsetmek mümkün değildir.
Rahatı ararken ve rahata giderken biraz yorulmalı, birşeyler inşâ ederken, icabında bir kısım şeyler yıkılmalı, kazanmadan evvel harcamalı, almadan evvel de verilmeli ki elde edilen şeylerin kıymeti bilinsin ve ucuza elden çıkarılmasın.
Yeni Ümit, Temmuz 1988, Cilt 1, Sayı 1
.
Eksiksiz tam bir yenileşme, ancak, ruh, zekâ, his ve irâdenin müşterek gayretleriyle mümkündür. Ruh gücünü, bütünüyle kullanmak, geçmişten gelen bilgileri eksiksiz değerlendirmek, sürekli olarak ilhâm ve mâneviyât esintilerine açık kalabilmek, körükörüne taklitlere takılıp kalmamak ve her zaman nizâmîliği tâkip etmek... İşte mantıkî yenileşmenin bir kaç dinamiği!
Ruh zinde, zekâ canlı, his hüşyâr, irâde de sıhhatli ise, bugün, geride veya ileride olmanın, üstte veya altta bulunmanın hiçbir önemi yoktur. Kim olursa olsun, ruh ve irâdesiyle var olabiliyor ve yolunda ilerlemeye tâlip ise, bugün gerilerin gerisinde de bulunsa, yarın zirveleri tutacağı muhakkaktır.
Çin, o hârika surlarını inşâ ve o ileri ahlâkî ve içtimâî prensiplerini hazırlayıp insanlığa takdîm ettiği dönemde, Avrupalı insan, henüz mağaralarda yaşıyordu. Nebîler sayesinde, şarkın dört bir yanı Cennet bahçelerinin ihtişâmına ulaştığı hengamda, Londra şehrinin üzerine kurulduğu yerler, ayıların, kurtların, içinde serbestçe dolaşabildiği ormanlardan ibaretti. Ninova'da, Bâbil'de, Karnak'ta beşerî hârikalar devri sürerken, Sorbonlar, Oksfordlar, Cambridgeler henüz rüyâlara bile girememişlerdi. Batılı "Ortaçağ" deyip karaladığı bir zaman dilimini -ki gerçekten de onun için öyleydi- koskoyu bir cehâlet, bir vahşet içinde idrak ederken, İslâm dünyâsı, Endülüsleri, Bağdatları ve Buharalarıyla, ileride Avrupalıya da ilhâm kaynağı olabilecek rönesansını yaşıyordu...
Cihan varoldu olalı, hiçbir şey kararında kalmamış; gelenler gitmiş, gidenlerin yerlerini başkaları almış ve onları da daha başkaları takip edip durmuştur. Bir zamanın azizleri, başka bir zamanın perişanları; perişan ve derbeder olanları da azizleri olarak ortaya çıkmışlardır. Bu itibarla bugün aziz görünenlerin yarın zelîl, bugün zelîl sayılanların da yarın aziz olamayacakları iddia edilemez.
Dün üzerinde silindirler geçmiş gibi yerle bir edilen Japonya, bugün dünyâyla hesaplaşma yolunda... Dün kolu-kanadı kırılıp bir tarafa itilen Almanya, bugün başkalarının korkulu rüyâsı... Öyleyse, bizim dünyâmız neden yerinde kalakalsın! O da pekâla kendine gelip toparlanabilir, toparlanıp çağı ile hesaplaşabilir. Kaldı ki, görünebildiği kadarıyla, bu dünyâ da yeniden derlenip toparlanma, geçmişini onlara borçlu bulunduğu târihî dinamiklere yönelme ve hızlı bir mâneviyât topluluğu haline gelme devresine girmiş sayılır.
Bir asırlık bilgi ve tecrübe birikiminin yanında, Avrupa'nın zulüm, tahakküm ve yıllardan beri süregelen sinsice ezme politikaları da onun metâfizik gerilimini bir hayli arttırdığı düşünülecek olursa vasat müsâit ve şartlar da tamam demektir. Buna mukabil, hasım dünyâ ise bohemlik, lâahlâkîlik, mâneviyât buhranları ve cismânî hayat cenderesinde canı gırtlağına gelmiş olma gibi çözülüş sebepleriyle karşı karşıya bulunmaktadır ki, bu haliyle onun için, bugün olmasa da yarın bir inkirâz kaçınılmaz gibi gözükmektedir.
Bir zamanlar, kısmen dahi olsa, milletimizi de saran zafer ve muvaffakiyet sarhoşluğu, dolayısıyla da, rahat, rehâvet, tenperverlik, bugün Batı topluluğunu bütünüyle kıskacına almış ve adım adım onu ölüme götürmektedir. Harp ü darpten usanmış ve uzaklaşmış, kendini her gün biraz daha dünyânın câzibe ve sûrî güzelliklerine kaptırmış bu maddeci yığınlar, bir gün bütün bütün mukâvemetleri kırılacak ve kendilerini, etrafında dönüp durdukları girdabın "ile'l-merkez" gücüne karşı koruyamayacak, ya başka kuvvet kaynaklarına takılıp başka bir hâl alacak veya tamamen sahneden silinip gideceklerdir. Varsın onlar şimdilik, dünyâyı fethettiklerinden, onu zapt u rabt altına aldıklarından dem vuradursunlar; gelecek, onlara pek de tebessüm edeceğe benzemiyor.
Evet, Bâbil'den, Mısır'dan, Yunan'dan, Bizans'tan, Selçuklu ve Osmanlı'dan sonra, batı toplumları da, bir manâda, devirlerini tamamlayıp, bugünkü fonksiyonları itibariyle, târih sahnesinden silinecek ve yerlerini daha inançlı, daha dinç, daha kararlı ve hayata bakışları daha farklı bir kısım yeni milletlere bırakacaklardır.
Dünden bugüne yıkılışa giden yollar hep aynı olmuştur. Başlangıcı, bir-iki asır ötelere dayanan bizim yıkılışımız da aynı çizgide cereyan etmiştir. Dinî salâbetimizi muhafaza edememiş ve vahdet-i rûhiyemizi koruyamamış, ananelerimizi devam ettirememiş; gelecek adına hazırlanamamış, gerilememiş; genç nesilleri bu çizgi ve bu anlayışa göre yetiştirememiş; millet olarak genç kalamamış; dolayısıyla da ardı-arkası kesilmeyen iç ve dış sarsıntılara mukavemet edemeyerek tıpkı içi boşalmış bir çınar gibi devrilivermiştik.
Şimdi ise, karşı tarafın binbir rezâlet ve sefâhet içinde adım adım bir ölüm çukuruna doğru kaymasına mukâbil; biz ve bizim çizgimizde olan milletler, sürekli zirvelere doğru yükselmekteyiz.
Bugüne kadar, bâtıl üzerine kurulmuş bir dünyâyı, bize hep başka türlü anlattı, başka türlü gösterdi; kuvve-i mâneviyemizi kırdı ve fert fert hepimizi felç ettiler. Batı'nın sanâyi ve teknolojik gelişmeleri karşısında şok olmuş aydınlarımız, çağa göre kendilerini yenileyeceklerine, bize ait bütün değerleri terk etmek ve duyguda, düşüncede bütün bütün Batılılaşmak gibi korkunç bir târihî yanlışlık içine girdiler. Tabii, ne tam Batılılaşabildi, ne de kendi dünyâlarında kalabildiler: Öz gitti, mânevî değerler yıkıldı, millet ağacı sarsıldı; ama bütün bunların karşılığı olarak, kendi değerleriyle Batı'yı yakalamak da mümkün olmadı. Olamazdı da; zirâ, ruh yüceliğine, insânî değerlere binâ edilmemiş bir medeniyet, çağlar boyu manâ ve ruhla haşr u neşr olmuş bir millet için bütünüyle benimsenemez ve kabullenilemezdi. Nitekim öyle de oldu. Oldu ama, bu arada millet de kendi ruhundan pek çok şey kaybetti.
Bütün seyyiâtına rağmen Batı, şimdiye kadar bizlere hep bir fazilet kaynağı olarak gösterildi; fenalıklarına bütün bütün göz yumuldu; iyiliklerinin de habbeleri kubbeler gibi destanlaştırıldı.. alkışlandı ve alkışlatıldı; kitleler aldatıldı ve bu bâzicede olan da yine millete oldu.
Şimdi, yeni bir devre başlıyor. Bu devrede çözülme ve çökme sırası onlarda.. tabiî doğrulup kendine gelme sırası da biz ve bizim gibi milletlerde. Bu yeni tekevvünün hızlı veya yavaş yavaş cereyan etmesi, "esbâb-ı âdiye" içinde, Allah'ın irâdesini temsil edip alkışlayanların gayretlerine bağlı. İnsanlardaki gayret ve teşebbüsler birer duâ farz edilecek olursa, Kudret-i Sonsuz'un bu mevzûdaki halk ve icâdına, bu duâlara icâbet nazarıyla bakılabilir.
Bu itibarladır ki, ne istediğimizi çok iyi bilmeli ve isteyeceğimiz şeyleri sebeplere riâyet çerçevesi içinde istemeliyiz.
Maalesef bizler, Tanzimat'tan bu yana bir türlü, ne istediğimizi belirleyebilmiş, ne de bunları usûlü dairesinde ifâde edip tatbikâtına geçebilmişizdir. Hiç bir zaman ülkenin terakkisi için bilinmesi lâzım gelen içtimâî ve iktisâdî kâideleri bilememiş, milletin istidat ve kabiliyetlerini değerlendirememiş, onun ahlâkî ve mânevî yapısını hep kulakardı etmiş.. sadece ve sadece bir zamanlar Batılı devletlerin yükselmesine esas teşkil eden dinamikleri görmüş.. görmüş ve onları değişmez, yanıltmaz esaslar sayarak bir bir kopya etmiş ve şanlı milletimizi mevhum bir kazanç uğruna muhakkak bir zarara uğratmışızdır.
Oysa ki, her şeyden evvel, asırlardan beri milletimizin kanıyla, canıyla bütünleşmiş dinî, millî, ahlâkî ve harsî değerlerimiz korunup kollanmalı ve başkalarından alınacak şeyler de ona göre alınmalıydı. Böyle bir hareket daha tabiî, daha fıtrî olurdu; dolayısıyla da daha çok semere alınabilirdi. Ne acıdır ki, bizde öteden beri devam edegelen bütün ıslâhat hareketlerinde, bu önemli husus hep ihmâle uğramış ve hep gözardı edilmiştir. Ricâ ederim, bugün maddî terakkînin zirvesinde dolaşan ülkeler, daha işin başında iken, kendilerince mükemmel saydıkları bugünkü kanunları hazırlayıp, o kanunları hayatlarına hâkim kıldıklarından dolayı mı yükselmişlerdir; yoksa, terakkî ettikçe daha değişik şeylere ihtiyaç duyup ona göre yeni içtihat ve yeni kanunlar mı vazetmişlerdir..?
Aslında, her meselede onları isabetli görmek, bizim için doğruyu bulamama mevzûunda çok ciddi bir inhiraf; onları kopya ederken dahi, doğru-dürüst kopya edememe de bir basiretsizlik ve bir ayıptır.
Bizler, ta Mustafa Reşit Paşa'dan Mithat Paşa'ya, O'ndan Genç Osmanlılara, onlardan da İttihatçılara kadar kat'iyyen bunları düşünememiş; kendi insanımızı hep, Fransız, İngiliz, Alman gibi mütâlaa etmiş ve onlardan aldığımız düşünce sistemlerini tıpkı konfeksiyon elbise gibi, milletimizin başına geçirmek istemişizdir.
Tanzimat ve onu takip eden dönemlerdeki ferman ve kanunnâmeler hep bu anlayış içinde hazırlanmış, hazırlanırken de "Düvel-i muazzama" ya şirin görünme hedeflenmiş.. ama kat'iyyen toplumumuzun temel yapısı hesaba katılmamış.. bu ferman ve kanunnâmelerin getirdikleri, götürecekleri hiç mi hiç düşünülememişti. "Gülhâne Hatt-ı Hümayûn" u binbir tantana ve debdebe ile okunurken halk kitleleri şöyle dursun, bu tumturaklı kelimelerden, cümlelerden devlet ileri gelenleri bile pek bir şey anlamamışlardı.
Şayet Üçüncü Selim'den bu yana gelen devlet adamlarımız, çeşit çeşit ıslahat fermanları adı altında millet ve ülkenin geleceğiyle alâkalı plânlar teklif ederken, dinî, değerlerimizi ve millî kültürümüzü muhafazada da biraz olsun hassasiyet gösterebilselerdi milletçe şimdiye kadar bir hayli mesafe almış olacaktık. Ama her ıslahat döneminde bu cihet hemen hemen hep kulakardı edildi ve zaten anomali doğan Tanzimat ve Meşrutiyetler de doğmalarıyla ölmeleri bir oldu.
Islahat hareketlerine başladığımız o günlerde, bizimle beraber yola çıkan milletler, bugün maddî terakkînin zirvelerinde dolaşıyorlar. Bunun sırrını keşfetmek için oturup uzun uzadıya düşünmeye lüzum yok. Dün, ülke içinde mesâîlerini tanzim edip mükemmel bir iş bölümü yapabilenler, belli bir ölçüde de olsa, kendi aralarında emniyet ve güven duygusunu yaygınlaştıranlar, millî ve târihî değerlerini koruyabildiklerince koruyabilenler bugün birer millet oldular. Âkıbeti ümit vadedici olmasa bile, birer millet...
Şimdi, istirhâm ederim, milletimiz için muasır milletler seviyesinde ciddi bir mesâî tanziminden, mükemmel bir iş bölümünden ve yine bizim ölçülerimiz içinde emniyet ve güven duygusunun yaygınlaştırılmasından; her yeri başlıbaşına eşsiz birer pırlanta sayılan o dinî ve millî değerlerimizi koruyup kolladığımızdan söz edebilir miyiz...?
Bütün bu menfi hususlara rağmen, insanımız hâlâ her yönüyle canlı, geleceğe açık, ne olduğunun ve ne olmak istediğinin şuurunda, mükellefiyetlerini yerine getirmeye kararlı ve baştakilerin hazırlayacağı imkânları beklemektedir. Öyle inanıyoruz ki, şâyet bir muhâlif rüzgâr esmezse milletimiz; târihî tekerrürlerle açılan yollarda devletler muvazenesindeki o muhteşem yerini bir kere daha alacaktır ve Hakk'ın inâyetiyle bunu önlemeye de kimsenin gücü yetmeyecektir.
Sızıntı, Şubat 1990, Cilt 12, Sayı 133
.
Öteden beri hemen herkes, içinde bulunduğu zamandan şikâyet etmiş ve daha iyi günlerin özlemiyle inlemiş durmuştur. Cismaniyet ve bedenî hazları itibariyle kendini bohemliğe salmış, "Geçmiş-gelecek masal hep, eğlenmeye bak ömrünü berbat etme" diyen bir kısım bön kimseler istisna edilecek olursa, çoğu kimse ya geçmişe vurgun veya geleceğe tutkundur. Umumiyet itibariyle genç ve serâzât gönüller daha ziyade hülyâlarında kurdukları bir gelecekte, yaşını-başını almış dünün olgun insanları da hep geçmişte yaşarlar.
Aslında geçmişin ayrı bir manâsı, geleceğin ayrı bir kıymeti, hâlin de ayrı bir değer ve ifâdesi vardır. Zamanı, en kıymetli dilimi itibariyle hayallerimizde kurduğumuz geleceğin sırça saraylarında veya geçmişin semâvileşen parlak sahifeleri arasında aradığımız sürece, onun, mutlak değerlendirilmesi gerekli olan altın dilimini görmemezlikten gelmiş; düne ve yarına göz yumup, sadece bugünle bütünleşip, bugünle teselli olduğumuz zaman da çok önemli iki hayatî menba' kaybetmiş oluruz.
Geçmiş, hem bugünümüze hem de yarınlarımıza kaynak olabilecek bereketli bir menba' bugün de, geleceğin fide ve fidanlarını yetiştiren mübârek bir meşcerelik ve millî bir sermaye iken, mâziyi romantik duygu ve düşüncelere açılmış bir arşiv gibi görüp değerlendirmek, bugünü de serâzâd gönüllerin şehrâyin zamanı sayıp hezeyanlar içinde geçirmek, kazanmak kuşağında kaybetmekten başka bir şey değildir.
Yaşayışlarını cismaniyetin mahbesinde sürdürenler, bütün bir gençlik dönemlerinde, hayatlarının parlak bir talih ve ebedî bir huzur içinde geçeceğini sanır, kendileriyle beraber her şeyin de fâni olduğunu hiç mi hiç düşünmezler. Düşünme mevsimi gelince de nasıl düşüneceklerini bilemeden "esefler" ve "hasret"lerle inler ve şöyle derler: Meğer dünyâya geldiğimiz andan itibaren her şey bize vedâ etmeye başlamış. Meğer yüzümüze gülen her şey birer "elveda" tebessümüymüş de bizler anlayamamışız! Nasıl olmuş da üç-beş saatliğine tenezzühe çıktığımız bu piknik yerine bağlanıp kalmışız da, iki adım ötesini görememişiz! Meğer dünyâya geldiğimiz aynı gün, çıkışa hazırlanma mesajını da almışız. Ve o gün-bugün hep bir meçhûl çukura doğru kaymışız da bunun farkına bile varamamışız. Şimdi görüp sevdiğimiz, sevip bağlandığımız her-şeyin, süratle bizden uzaklaştığını müşahede ediyor ve "elveda" demeye fırsat bile bulamıyoruz.
Elveda gençliğe, güzelliğe! Elveda zevk u sefâya! Elveda neşeye, huzura, çığlığa! Elveda ümit meşaleleri arasında çalımlı çalımlı yürüdüğümüz aydınlık günlere! Elveda mutluluk hülyâlarına, saadet düşlerine! Elveda bütün arzulara, rüyâlara, emellere..!
Bu boğucu sis ve duman içinde bunlar, daha mezara girmeden ölür; ölülere karışır ve her lahza birkaç ölümü birden yaşarlar. Böyleleri için bir daha da bu ayrı ayrı hesapların uyuşarak aynı yekûna varması ve birbirinden kopan unsurların bir- araya gelerek o eski günlerin bir kere daha yaşanması mümkün olamaz.
Dünü bugünle, bugünü de yarınla birarada mütâlaa edebilen ruh insanlarının varlık ve hâdiselere bakışları ise, tamamen başkadır. Hatta bunlardan çok fazla okuyup düşünme fırsatını bulamayanlar bile, hayat ve ölüm hakkındaki düşünceleriyle diğerlerinden daha derli-toplu, anlayışlarıyla daha derin, değerlendirmeleriyle de daha isabetli, daha tutarlıdırlar. Ruh insanının, her şeye derin bir alâka ile konup kalkan bakışları, basiret ve itinalı davranışları, vazife şuuruna sımsıkı bağlı hareketleri, fâni zaman ve mekânların, ebedî zaman ve mekânlara varacağını bilen vicdanı, ölüm girdaplarında dahi, onun ruhuna saadetlerin en erişilmezini duyurur.
Onun olgun ve duygun nazarında, bütün dünyâ ve fâni varlıklar, ölümsüz birer mânevî varlığa, bu âlemdeki bütün parlak ve göz kamaştırıcı şeyler de uhrevî kıymetlere ulaşır, gafletli sînelerin burkuntularına rağmen, o çiçekten çiçeğe konup-kalkan arılar gibi, hazdan haza uçar durur.
Böylelerinin parlak çehrelerinde, tevazu' mahviyet, vakar ve emniyetin birleşmesinden hasıl olan büyüleyici hâl, onların meleklerle at-başı gitmelerinin nişânı, ilhama açık gönüllerinin binbir vâridâtla dolup taşması, rûhânilerle içli-dışlı bulunmalarının emaresidir. Onlarda fizik, metafizikle içiçe ve fizik metafiziği tamamlayıcı mahiyette, madde ise âdeta manânın değerli bir buudu gibidir. Üzerlerinde, hem muhteşem devletler kurmuş, şanlı bir soya mensup olmanın gizli, derin sezişleri, hem de Allah kelâmı, peygamber beyanına açık Kur'ân dinlemiş nurlu gecelerin uhrevî iklimlerinde "hû" deyip pervaz etmelerinden kalma derin bir safvet, ürperten bir vakar ve düşündüren bir ciddiyet taşıp durmaktadır. Sanki her halleriyle, sessiz ve sözsüz bir şeyler anlatmakta ve en büyüleyici hutbeler irad etmektedirler.
Onların canlı ve sımsıcak dünyâlarında, her şey bir başka lezzet, bir başka halâvetle doğar ve zaman üstü bir çizgide cereyan eder. Geçmiş zaman, binbir modeliyle geleceğin rengârenk kostümlerini hazırlar. Gelecek, ihya edilmeyi bekleyen bir arâzi gibi, yüksek mefkûre ve hülyâ derinliğinde hâdiselere bağrını açar bekler. İçinde bulunduğumuz zaman bir mekik gibi bu iki kutup arasında gelir-gider ve kendi dilimini örer.
Bu aydınlık dünyâda, fânilerin akıp gidişinde bile, hep ebediyyetin tesellî verici nağmeleri duyulur ve varlığın ölümlülükten ölümsüzlüğe kaydığı hissedilir. Burada eşyâ o kadar çarpıcı, o kadar sıcak; dört bir yana canlılık dağıtan hava öyle lâtif, öyle temiz; bizleri ipek gibi yumuşak kollarıyla saran atmosfer öyle şefkatli, öyle duygulu; ötelerden göz kırpan yıldızlarıyla, uyuyan hislerimizi uyaran gökyüzü o kadar muhteşem, o kadar büyüleyicidir ki, görüp uyanmamak, uyanıp arkasındaki şefkatli eli hissetmemek, hissedip sevgi ve mutluluğa ermemek mümkün değildir.
Ah, iman ne müthiş bir iksir; mâneviyat ne tükenmez bir hazine, geçmiş ne temiz bir kaynak, gelecek ne bereketli bir bahçe; hâl; binbir dinamiğiyle ne büyük bir sermaye..!
Onların canlı ve sımsıcak dünyâlarında, her şey bir başka lezzet, bir başka halâvetle doğar ve zaman üstü bir çizgide cereyan eder. Geçmiş zaman, binbir modeliyle geleceğin ren-gârenk kostümlerini hazırlar. Gelecek, ihya edilmeyi bekleyen bir arâzi gibi, yüksek mefkûre ve hülyâ derinliğinde hâdiselere bağrını açar bekler. İçinde bulunduğumuz zaman bir mekik gibi bu iki kutup arasında gelir-gider ve kendi dilimini örer.
Bu aydınlık dünyâda, fânilerin akıp gidişinde bile, hep ebediyyetin tesellî verici nağmeleri duyulur ve varlığın ölümlülükten ölümsüzlüğe kaydığı hissedilir. Burada eşyâ o kadar çarpıcı, o kadar sıcak; dört bir yana canlılık dağıtan hava öyle lâtif, öyle temiz; bizleri ipek gibi yumuşak kollarıyla saran atmosfer öyle şefkatli, öyle duygulu; ötelerden göz kırpan yıldızlarıyla, uyuyan hislerimizi uyaran gökyüzü o kadar muhteşem, o kadar büyüleyicidir ki, görüp uyanmamak, uyanıp arkasındaki şefkatli eli hissetmemek, hissedip sevgi ve mutluluğa ermemek mümkün değildir.
Ah, iman ne müthiş bir iksir; mâneviyat ne tükenmez bir hazine, geçmiş ne temiz bir kaynak, gelecek ne bereketli bir bahçe; hâl; binbir dinamiğiyle ne büyük bir sermaye..!
Sızıntı, Mayıs 1989, Cilt 11, Sayı 124
.
Her şey gönlümüzce olmasa bile, doğruluk sancağının dalgalanmaya başladığı muhakkak.. hâdiseler arzu ve isteklerimize göre cereyan etmese de, ruhlarımıza inşirâh veren esintilerin olduğunda şüphe yok.. evet, yer yer acı bir poyrazın estiği doğru; ama beri yanda, ilâhî lütufların bir neş'e ve sevinç çağlayanı haline geldiği de apaçık. Hâdiselerin büyük ölçüde bir sis ve duman arkasında cereyan ettiği her zaman söylenebilir; ancak dünyâmızın bir bahar iklîmine doğru kaydığı da bir gerçek...
Azıcık olsun, hâlihazırdaki durumun şikayetlere esas teşkil eden yanlarından nazarlarımızı çevirip, hayâlen birkaç adım gerilere doğru gidebilsek, şimdilerde çok karanlık ve meş'um gördüğümüz günlerin, nispetler perspektifinde ne denli aydınlık, nasıl ümit ve inşirâh verici olduğunu sezip anlayacak ve tali'imize tebessüm edeceğiz.
Dün, çöl gibi kupkuru bir zemin ve kaos gibi kapkara bir semâ ile çevrili bulunan bu yoksullar, bu tâlisizler diyârı şimdi, dörtbir yanıyla ümit ışıldayan gökleri, ovayı-obayı saran rengârenk çiçekleri ve bu iki âlem arasında arılar gibi gelip-giden, gelip-gidip geleceğin dantelasını işleyen ışığa uyanmış insanlarıyla âdeta İrem ülkesi... her şey, bir "ba'sü ba'de'l-mevt" mesajı almış gibi hayat solukluyor, her şey İsrâfîl ile hem-hâl olmuş gibi pür neş'e.. sular "Ya Hayy!" deyip gönüllere ürperti veren çağıltılarla bir bahara doğru akıyor; zemin, karın-buzun yol verdiği yerlerde yemyeşil fistanıyla gözlerimize ve gönüllerimize güzellikler saçıyor; her yanda çiçek kokularına karışıp esen varolma duygusu ruhlarımıza saadetler üflüyor.. yıllar ve yıllar boyu hayat adına kâbus yaşayan bitkin yığınlar, vicdanlarında yepyeni emellerin yeşerdiğini duyuyor ve bir çocuk neşesi tadındaki bu yeni sabahta, iyiliğe, güzelliğe susamış ruhlarının bütün iştiyakıyla dirilişlerini haykırıyorlar.. tıpkı, Cennet yamaçlarının huzûr, neş'e, sevinç ve endişesizliğine ermiş gibi...
Evet, hayâllerimizle az gerilere gidip; inanç, ümit ve basîretlerimizle az ilerilere doğru bakabilsek, her sabahın bir başka zafer renkleriyle tüllendiğini; her yeni günün büyüyen bir hilâlle ufkumuzda kapandığını, her gecenin değişik bir doğum sancısıyla gelip-geçtiğini görecek ve hayretten hayrete düşeceğiz.
Bunlar, görülüp sezilemeyecek gibi şeyler değil ama, yine de bir sürü kör ve bir sürü kalpsiz, dolayısıyla da bir yığın bedbîn ve bir yığın da karamsar var... Kör ve kalpsizler, yüksek mefkûremiz adına, her şeyin bir inâyet eliyle ve bir gece sessizliği içinde yumaklaşıp örgüye hazır hâle geldiğini, kelepleşip târih şuuru tığının ucunda ve yepyeni bir kaneviçe ile irtibatlandığını göremiyorlar... Kör ve kalpsizler, eşyânın tabiatına vukufları yok, ilâhî teennîdeki hikmeti de sezemiyorlar. Düşünün ki, "ol!" dediğinde cihanları bir kerede var eden Kudret-i Sonsuz, kâinatı altı zamanda yaratıyor.. insanı, çağlar ve çağlar geçtikten sonra varlığa nezârete memur ediyor.. yavruyu anne karnında -hem de onca çile ve onca ızdırapla- aylarca tutuyor.. yumurtadan civcive olan o minik mesafeyi haftalar içine serpiyor ve uzatıyor.. deniz derinliklerinde mercana, ne kanlar ne kanlar kusturuyor, kusturuyor da ondan sonra günyüzüne çıkma vizesi veriyor.. suları bir sırlı teennî ile bulutlaştırıyor; bulutları akıl almaz bir takdîrle damlalaştırıp yerin bağrına indiriyor.. zeminin bağ ve bahçelerini zamanın tığına takıp, mevsim atkıları arasında ve sabırla bir dantela gibi örüyor; örüyor ve bize ilâhî ahlâkı ta'lim ediyor...
Çocuksu ve aceleci ruhlar, bu teennîyi nasıl telakki ederlerse etsinler ezelden beri ilâhî âdetler, varolduğu günden bu yana tekvînî emirler, hep böyle cereyan etmiş, böyle cereyan ediyor ve böyle cereyan edecektir. Beklenen her şey olacaktır ve O'nun vadettiği günler doğacaktır ama; kaderle tespit edilen ölçüler içinde olacak ve mevsimi geldiği zaman doğacaktır.
Varlığa bu perspektifle bakan, iç dünyâlarını bu inanç ve bu kanaatla tanzim eden dengeli ruhlar, her zaman eşyâ ve hâdiseleri daha bir değişik görmüş, daha bir değişik değerlendirmiş; en sevimsiz hâl ve vaziyetler içinde bile, pek çok sevimli şeylerin bulunabileceği inancını taşımış ve hayatlarının her lahzasını âdeta bir temâşâ zevki içinde yaşamışlardır. Gündüzler, iyilikler, güzellikler onlara bir şey anlatmışsa, geceler, karanlıklar, acılar bin şey anlatmıştır; hem de ne dâhiyâne bir edâ ile... Her gece, onların gönüllerine benzeyen emeller, hülyâlarına benzeyen arzular aşılar ve onlarda, sabahlara ulaşma azmini coşturur... Onlara geçmişin rüyâlarını hikâye eder; rüyâlara giden yolları açar ve en mahrem hislerini tahrik ederek, en temiz hayâl iklimlerinde gezdirir. Karanlıkların daha da koyulaşması, onlarda eşi-benzeri olmayan tat ve şivede bir münâcaat ve yakarış arzusu uyarır.. derken en müphem, en belirsiz durumlarda en şefkatli ilâhî esintileri duyar; en karanlık anlarda en erişilmez mazhariyetlere ererler. her şeye en derin hazlar sinerek, varlık ve hâdiselerin, insanı, böyle sürekli, güzelliğe, ümide, tatlı rüyâlara doğru çektiği bu enfes anlarda, içinde bulunduğumuz dünyâ sihirli bir diyar gibi parıldar; ruhlarımıza en romantik duygular fısıldar ve hislerimiz üzerinde en coşturucu bir mûsikî te'siri icrâ eder.
Böylece, herkesin ve her şeyin boşlukta olduğu, rûhî râbıtaların bütün bütün gevşediği, arzu ve emellerin bir bir sarsılıp-devrildiği en buhranlı dönemlerde bile biz, boşluk hissetmez, durgunlukla kilitlenmez, bir hummâ gibi ruhlarımızı dörtbir yandan saran aşk ve benliğimizin derinliklerinde tutuşan da'vâ düşüncesiyle, her zaman değişik bir hareket ayarlaması yapar ve yolumuza devam ederiz.
Zaten milletçe bize âit, ruhlarımızdaki manâların kaynaşarak belli bir kıvama gelmiş bulunması, kalblerimizin yumuşayıp muhabbetle atması, nazarlarımızın herkesi emniyetle okşayıp geçmesi, fânî yanlarımızın bu kadar lâhûtîleşmesi ve bu kadar tatlılaşması, ham ruhlarımızın bu kadar pişip-olgunlaşması, mevsimlerin birer merhamet çağlayanı haline gelip hep bahar gibi geçmesi; zamanın, tıpkı şehrâyinlerdeki havâî fişekler gibi başımızın üzerinde ışıklarla açılıp-kapanması ve bizleri zümrütten kanatları altına alıp "devlet-i ebed müddet" düşüncesi etrafında seyahat ettirmesi de şimdiden bize, firdevsî gelecekten mesajlar sunmakta ve gönüllerimizi hep ümit iklimlerinde gezdirmektedir.
Sızıntı, Nisan 1991, Cilt 13, Sayı 147
Sükûtun Çığlıkları
"Sükûtun Çığlıkları " M.Fethullah Gülen'in Çağ ve Nesil serisinin 9.kitabı.Çığlıklarını içine gömüp duygularını sükûtun nağmeleriyle dillendirenlerin harekât tarzı aksiyon anlayışı ve herşeye rağmen ümidin o hiç solmayan ikliminde yeşeren düşlerin ilmek ilmek örüldüğü eser; gönlü dağlayan fırtınaları, köpürüp duran hafakanları ve derinden derine kaynayan mağmaları içinde saklayan bir yanardağ sükûtunu anımsatıyor bizlere.
Allah Karşısındaki Duruşuyla Mü'min
Mü'min; inanan, güvenen, emin bir geleceğe namzet olan, çevresine emniyet vaad eden ve iç içe farklılıkları bulunan özel konumlu bir âbide insandır. O, bütün bir ömür boyu her işini Allah tarafından görülüyor olma mülâhazasına bağlar ve her zaman imrendiren bir incelik ve nezaket içinde bulunur. Bu engin ve derin duyuş ve duruşuyla o, halk karşısında da Hak karşısında da hep nazik, terbiyeli, hatırnaz ve incedir. Öyle ki, hayatıyla tehdit edilse, değişik baskılara maruz kalsa ve iftiraya uğrasa da, meşru müdafaanın dışında herhangi bir kabalığa asla tenezzül etmez. Evet, o, Allah'a kul olmanın benliğinde hâsıl ettiği zarafet ve derinlikle bütün tavır ve davranışlarında fevkalâde kibar, olabildiğine temkinli, dediklerinin-ettiklerinin farkında, her konuda ciddî mi ciddî, aynı zamanda rahat, mülâyim ve herkese sinesi açık müstesna bir insandır.
O, bir yandan, imanın iç dünyasında oluşturduğu genişlik ve zenginlikle karşılaştığı hemen herkesi kucaklar, onlara kâse kâse sevgi sunar ve şefkatle bağrına basar; Allah'a yakın olmanın bütün güzelliklerini rast geldiği herkese gösterir ve elinden geldiğince onların ruhlarına duyurmaya çalışır; diğer yandan da, Hak'la karşılaşacağı günün hülyalarıyla yer yer sevinir, kendinden geçer, zaman zaman da derin bir mehâbet hissiyle ürperir ve böyle bir müthiş buluşma heyecanıyla râşeler yaşamaya durur: Görmez çevresindeki kin, nefret sisini-dumanını.. duymaz haset ve iftira fırtınalarının ruhuna çarpıp kırılan esinti ve dalgalarını.. ve bütün bu olumsuzlukların hâsıl ettiği/edeceği stresleri, hafakanları. Zira o artık öyle bir huzurdadır ki, durduğu o muallâ yer itibarıyla silinir gider düşünce ve tasavvur dünyasındaki bütün münasebetsizlikler ve pırıl pırıl bir hâl alır kalb, ruh ve his dünyası. Aslında, her gün birkaç defa nâsezâ-nâbecâ ve yakışıksız şeylerden arınan birinin başka türlü olması da düşünülemez. İç dünyası ötelerden gelen mevhibelerle dopdolu, tavırları her zaman böyle bir zenginlik ve derinliğe ayarlı, yürüdüğü yol belli, hedefi hiçbir şeyle becayiş edilemeyecek ölçüde müteâl, inancı tastamam, nazarında büyükler hep büyük, küçükler şefkatle koklanan birer gül ve değerler cetvelinde de her şey yerli yerinde ise, yok demektir bu incelerden ince ruh yapısında en küçük bir yırtık ve sökük...
Zaten o, mefkûresini ifade etmeyen her türlü plan ve projeden, netice itibarıyla Allah'a götürmeyen dağınık düşüncelerden, lağv u lehv sayılan davranışlardan ve boş lakırdı, boş mülâhazalardan uzak mı uzak; sükûtu fikir, konuşması zikir, zâhir ve bâtın hâsseleriyle hep O'na kilitli, melekler kadar teveccühü derin ve arı-duru, her zaman yüksek uçmaya hazır ve gerilimi baş döndürücü, fakat aynı zamanda kendi plan ve projelerini gaye ölçüsünde öne çıkarmayacak kadar da yöneldiği Yüce Dergah'a saygılı, gözleri hep ufuk ötesinde, himmeti dağları delecek kadar yüce, hayatının gerçek deseni kabul ettiği inançlarını yedi cihana duyurma gayretiyle tam bir metafizik gerilim içinde, yaptığı ve yapacağı işlerin gerektirdiği nezaketin de farkında kusursuz bir basiret insanıdır.
Yetirir o dapdaracık ömrünü hem dünyayı imar etmeye hem de ukbâyı peylemeye; boşuna zayi etmez kendine ilk bahşedilen mevhibelerin en küçüğünü ve meşgul olmaz dünya ve öteler adına bir şey vaad etmeyen "mâlâyâniyât"la.. rahatlıkla bağışlayabilir kendine lütfedilenlerin bütününü Hak rızası yolunda.. bağışlar ve bir pulunun boşa gitmemesi konusunda da olabildiğine titiz davranır. Çalışıp kazanırken hak ölçülerine ve haram-helâl mülâhazalarına fevkalâde dikkat ettiği gibi, edip eylediği işlerin birer çağlayana dönüşüp ötede Cennet ırmaklarını oluşturması için de her zaman rıza hedefli, "i'lâ-yı kelimetullah" yörüngeli hareket eder, dikkatli ve hesaplı davranır; damlasını deryalara çevirme yollarını araştırır, zerre ile güneşleri peylemeye çalışır ve bir ömür boyu gelip geçici şeyleri ebedîleştirmek için çırpınır durur.
Herkesi ve her şeyi O'ndan dolayı sever, her zaman sevgi soluklar ve çevresinde sevgiden bir atmosfer oluşturur. Koşar ağlamaları dindirir, âh u vâhları keser, ızdıraplara panzehirler çalar ve gülmeye çevirir feryad u figanları.. hamd ü senâlara döndürür çaresiz sinelerden yükselen iniltileri.. rıdvan meltemleri hâline getirir etrafta esip duran alevden fırtınaları. Âlemin inlememesi için hep inler durur ve başkalarının ağlamaması için de gözyaşlarını ceyhun eder. O kendine, başkaları için bir şey ifade etme durumuna göre değer verir ve onun nazarında "ben" değil her zaman "biz" söz konusudur. Hodgâm değil diğergâmdır; beden insanı değil bir ruh ve mânâ eridir. Çiğnetmez kalbini cismine ve ruhunu da bedenine. Peygamberâne bir iffet ve ismet peşindedir. Meşru dairenin zevk ve lezzetlerini yeterli bulma mevzuunda öyle bir disiplin kahramanıdır ki, nefis ve cismaniyetle mücadelede iradesinin hakkını vererek -Allah'ın izniyle- bir hamlede her engeli aşar ve gider ta ruhunun ufkuna ulaşır.
Böyle biri, iyilikleri ve güzellikleri temsilde, fenalıkları ve çirkinlikleri aşmakta öylesine ciddî, öylesine azimli ve öylesine kararlıdır ki, ihtimal bu tavrıyla o çok defa meleklerle atbaşı hâle gelmekte ve bir kere daha onlara "Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ"[1] dedirtmektedir. Zira o, ilk mevhibe olarak Hakk'ın lütfettiği şeylerin hiçbirini yaratılış gayesine (mâ hulika leh) aykırı kullanmamış ve her zaman emanette emin bir emanetçi gibi davranmıştır; Allah da onu maiyyetiyle şereflendirmiştir.
Evet, her fert için vücud bir emanet, onun yüksek insanî değerlerle donanımı ayrı bir emanet; Cennet arzusu ve oraya girebilme istidadı, yöntemi, daha ötesinde Hak cemâlini müşâhede edebilme kabiliyeti apayrı birer emanettir.. ve bunların hepsi de Yaratan'ın belirlediği çizgide kullanılmaları gayesine bağlı olarak insana bahşedilmişlerdir. Bu itibarla, günahlar, hatalar, beden ve cismaniyetin güdümünde yaşama gibi bayağılıklar, bu ilk mevhibelere karşı öyle saygısızca şeyler, öyle hıyanet ve cinayetlerdir ki, bunların her biri şeytanları sevindirse de "mele-i a'lâ"nın sakinlerini utandıracaktır.
Onun içindir ki, gönülden O'na inanmış her mü'min, O'nun bu ilk armağanlarını, daha sonraki lütuflarına erme adına önemli birer vesile bilir ve değerlendirir.. ve bunlarla gerçek kimliği olan Hakk'a kulluğu, O'nun yakınlığını ve O'nun hoşnutluğunu elde etmeye çalışır. Aksine, tam inanamadığından dolayı ilk mevhibeleri görmeyen ve onları iman, mârifet ve muhabbet yolunda değerlendiremeyenler ikinci ve sermedî lütuflardan da mahrum kalırlar.
Aslında böyleleri, bütün bütün ahiret hayatlarını ihmal ettikleri gibi, dünyada da hiçbir zaman tam mutlu olamazlar; inkâr kaynaklı bir sürü problem altında hep inim inimdirler ve kat'iyen streslerden, hafakanlardan kurtulamazlar. Depresyonlar yaşar, cinnet nöbetleri geçirir, paranoyalarla kendi huzurlarını dinamitler ve öteki âlemlerin aydınlık bir koridoru sayılan bu güzel dünyayı kendileri hakkında Cehennem'e çevirirler.. evet bunlar, diğer insanları sevemez, hatta farklı mülâhazalarla kendilerinden başka herkesten nefret eder, nefret ettiklerinden nefret görür; her zaman hırsla kıvranır durur, umduklarını elde edememenin inkisarıyla inler; ölüm korkusuyla tir tir titrer; daha çok yaşama arzusuyla nelere nelere katlanır; çok defa bu karmakarışık hislerle sıhhatlerini bozar ve zihnî teşevvüşlere girerler. Akı kara, karayı ak, iyiyi kötü, kötüyü iyi görmeye başlarlar. Kendileri gibi düşünmeyenleri düşman ve hain görür, sürekli hıyanet kâbuslarıyla yatar-kalkar ve vicdanlarındaki Cehennem zakkumundan dolayı daha Cehennem'e gitmeden Cehennem ızdıraplarıyla kıvranır dururlar.
Hakikî mü'mine gelince o, Allah'ın kendisine lütfettiği her şeyi yedi, yetmiş ve yedi yüz veren başaklara çevirir.. bunları O'na yükselmenin merdivenleri hâline getirir, Hak hoşnutluğuna (rıza ufku) ulaşmada birer rampa gibi kullanır.. ve yürür Cennet mirasçılarıyla beraber inşirahla tüllenen akıbetine doğru...
[1] Meleklerin, "Sübhansın ya Rab! Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin." mealindeki sözlerine işaret edilmektedir. (Bakara sûresi, 2/32)
Sızıntı, Mayıs 2006, Cilt 28, Sayı 328
.
Belki Bir Gün Biz de Dirileceğiz
Yıllar var ki bu mağmum coğrafyada hemen her zaman bir diriliş esintisi ve fevkalâdeden bir sur sesi bekleyip durduk. Allah daha fazla bekletmesin; fakat, biz, yitirdiğimiz değerleri elde edeceğimiz güne kadar hep böyle aktif bir bekleyiş içinde bulunmaya kararlıyız. Ama acaba, böyle önemli bir beklenti adına, mevcut donanımımız, metafizik gerilimimiz, Hak karşısındaki duruşumuz yeterli mi.! Değilse, böyle pasif bir duruşa beklenti denmeyeceği açıktır; o hâlde, eğer beklediğimiz 'ba'sü ba'de'l-mevt' duyguda, düşüncede, kalbî ve ruhî hayatta kendimiz olma şeklinde bir diriliş unvanı ise -ki öyle olduğunda şüphe yok- beklentilerimizle beraber durumumuzu bir kere daha gözden geçirmemiz icap edecektir. Zira, hâlihazırdaki tavır ve davranışlarımızla beklentilerimiz arasında illiyet kanununa göre bir tenasübün bulunması, olmazsa olmaz esaslardandır. Aslında bu büyük beklenti, cahillere, mefkûresizlere, dava düşüncesinden mahrum olanlara ve hikmet fakirlerine göre bir iş değildir; o, ilm ü irfan erbabına ve hakikate adanmış ruhlara göre bir gaye-i hayaldir.. eğer bir gün mâkus talihimiz değişecekse, şart-ı âdî plânında 'Allah'ın izniyle' işte bu kahramanların eliyle değişecektir. Şimdiye kadar hep öyle oldu -Allah bilir- bundan sonra da yine öyle olacaktır; öyle olacaktır ve haricî-dahilî düşmanlar saldırılarına devam edecek, dostlar beklenen vefayı göstermeyecek, tahribatları tahribatlar takip edecek, ruh ve mânâ köklerimiz sürekli hırpalanacak, gönüller sevgiye hasret gidecek, her yanda ölüm iniltileri duyulacak.. ve tabiî bunca olumsuzlukların yanında her yana hayat üfleyen diriliş süvarileri de hiçbir zaman eksik olmayacaktır.
Tarihin değişik dönemlerinde bizim coğrafyamızda çok farklı kırılmalar, dökülmeler yaşandı.. defaatle insanımıza zehir içirildi ve onun gözlerine kezzap döküldü.. millî ve dinî değerleri elinden alınarak ona gurbetlerin en acısı yaşatıldı.. güneşi çalındı, ayı söndürüldü ve iç içe küsûflara maruz bırakıldı.. onun, bir yandan düşman cefasıyla kıvranırken diğer yandan da dost vefasızlığıyla inlemesi hiç mi hiç eksik olmadı; yıkılıp giden şer gürûhunu arkadan yenileri takip etti ve her zaman gelenler gidenleri arattı. Öyle ki, ne müstebit tiranların baskıları sona erdi ne de din düşmanlarının kin ve nefreti; sona ermedi ve bu dünyayı onun hakkında Cehennem'e çevirdiler.
Bugün de hiçbir şey değişmeden aynı tagallüpler, tahakkümler, tasallutlar devam etmekte; insanımızın ümit ışıkları söndürülmeye çalışılmakta, hak ve adalet çiğnenmektedir. Fert, devlet/devletler ve toplumlar olarak inandığını yaşamak isteyenlere fırsat verilmemekte; hatta onlara engizisyon uygulanmaktadır. Tabiî bütün bunlara rağmen göz doldurucu bir keyfiyette olmasa da gelecek adına vaad ettiği değişik buudlardaki ba'sü ba'de'l-mevtleri işaretleyen ümit meşaleleri de par par yanmakta ve her şeyi sevgiye ve saygıya göre yorumlayan günümüzün o aydınlık ruhları onca gayz, nefret ve tecavüzlere takılmadan ve hız kesmeden yüksek insanî değerlerimizi ihya istikametindeki yolculuklarını devam ettirmektedirler. Aslında, Allah hiçbir zaman, baskıcı zalim ve tiranlara karşı kapısının sadık kullarını -inayetini üzerlerinden eksik etmesin- yalnız bırakmamıştır.
Gerçi yer yer bâtıl düşünce çevreyi gürültüye boğmuş, sürekli esmiş savurmuş, etrafta panik hâsıl etmeye çalışmış, hakkın sesini-soluğunu kesmek için yapmadık şey bırakmamıştır ama toplumdaki sinmeler de hep gelip geçici olmuş ve arkasından hakikatin sesi daha bir tiz perdeden duyulmaya başlamıştır. Allah, bazı dönemlerde zalimlere mehil üstüne mehil verse de, çok defa 'gayretullah'a dokunma durumlarında onları der-dest edip cezalandırmış, mazlumları tutup kaldırmış ve onlara derlenip toparlanma yollarını göstererek böylelerini ilmî, içtimaî, aklî, kalbî ve ruhî diriliş yollarına uyarmıştır.
İşte, Allah'ın tutup desteklediği/destekleyeceği bu kimseler, bugün olmasa da çok yakın bir gelecekte sevgiden ve merhametten oluşturdukları değişik enstrümanlarla ruhlarında sürekli köpürüp duran o derin şefkat hislerini mutlaka seslendirecek; bulundukları her yerde birer sıyanet meleği gibi, karşılaştıkları mazlumları, mağdurları kucaklayacak; bütün zalimlere, tiran bozması müstebitlere ve o acımasız gaddarlara 'Bugün sizi kınayıp serzenişte bulunacak değilim (değiliz). Allah ettiklerinizi bağışlasın; O merhametlilerin en merhametlisidir.' (Yusuf, 12/92) diyecek ve o zamana kadar hep kan düşünmüş, kan konuşmuş, kan dökmüş ve kan içmiş en kanlı delilere dahi sinelerini şefkatle açmadan geri kalmayacaklardır.
Evet, bir gün mutlaka, böyle engin bir rahmet tecellisini temsil edecek olan o mefkûre insanları, o iman ve aksiyon kahramanları ve o Allah'la münasebetlerinde temkin ve teyakkuz erleri, tecessüm etmiş birer inayet şeklinde dört bir yanda belirecek ve bize kâse kâse diriliş şerbetleri sunacaklardır.
Şimdi, eğer Allah, böyle bir dirilişi bu tür seviye insanlarıyla gerçekleştirecekse, ilk defa sebepler plânında onları ba's edecek, sonra da mukadder görünen o umumî ba'sü ba'de'l-mevtle hepimizi ihya edecektir. Gayesiz ve hedefsiz mü'minlerin, his ve heyecan yorgunu kimselerin, kendileri tam diri olmadıkları gibi diriliş adına başkalarına bir şey ifade etmeleri de söz konusu değildir; bir kere Allah, Kendisine yürekten yönelen kimseleri ihya edeceği ve bu kimseleri başkalarının dirilişine vesile kılacağı vaadini onların peygamberâne azim ve kararlılığına bağlamıştır. Bunlar, sarsılmayacak bir imana sahip, durdukları yerde hep sağlam duran, sağdan soldan gelen tazyiklere asla aldırmayan, belâ ve musibetler karşısında hiçbir zaman sarsılmayan; aksine çevrelerindekilere karşı her zaman moral kaynağı olan, hizmet ve vazife anında ta ilerilerin ilerisinde bulunan, ücret ve mükâfat takdirlerinde ise gerilerin gerisine çekilerek sessizlik murâkabesine dalan öyle samimiyet âbideleridir ki, Allah özel bir teveccühte bulunacaksa işte bunlara bulunur ve birilerine hayat nefhedecekse onların soluklarıyla eder.
Zaten, kendilerini insanlığın ihyasına adamış bu ba'sü ba'de'l-mevt kahramanları, Allah'ın onlara ihsan ettiği kabiliyet ve kapasitelerini, mefkûrelerini ikame etme istikametinde son santimine kadar kullanmada kararlı, hep en yüksek fedakârlık hisleriyle kanatlı, üzerlerine aldıkları emaneti görüp gözetmede olabildiğine emin, her zaman derin bir teslimiyet duygusuyla Hakk'ın takdir ve teveccühlerini aktif bir sabır içinde beklemektedirler ki, gerçekten Hakk'a adanmış bir ruhun yapması gerekli olan da işte bunlardır. Böyleleri derlenip toparlanmak, doğrulup ayakları üzerinde durmak adına ifa etmeleri gereken her şeyi yapsalar da, sonucun bir 'vakt-i merhûn'u olduğu realitesine binaen yıllar ve yıllar boyu beklemesini de bilir ve asla paniğe kapılmazlar.
Evet, bazen bütün sorumluluklar yerine getirilmiş olmasına rağmen doğrulup kendini ifade etme ve bir diriliş eri olduğunu ortaya koyma hemen gerçekleşmeyebilir. Bu bazen, diriliş bekleyen kimsenin henüz tam kıvamına ulaşamayışından, ulaşıp bütün enerjisini kendi ruhunun âbidesini ikameye teksif edemeyişinden kaynaklanır; bazen de üzerine lâzım olmayan şeylerle meşgul olup dağınıklığa düştüğünden konunun vetireye farklı düşmesine sebebiyet vermiş olabilir.
Aslında dirilip kendimiz olmamız bir ilâhî atiyye ise -ki öyledir- henüz o atiyyeyi taşıyacak
güce ulaşamadan verildiği takdirde, kadri bilinemeyeceği için gelmesiyle gitmesi bir olacak ve telafisi çok daha güç yeni bir kısım mahrumiyetlerin yaşanmasına sebebiyet verecektir.
Ayrıca, eğer Cenâb-ı Hak, maddî-mânevî lütuflarını, insanların iradelerinin hakkını vermelerine bağlamışsa -ki biz öyle olduğuna inanıyoruz- onlar imkânları dahilinde olan her şeyi değerlendirecekleri âna kadar muhtemelen ilâhî teveccüh de gecikmiş olacaktır.
Bu konuda diğer bazı hususlar da şunlardır: Bazen bu yolun yolcuları, kendi güç, kuvvet ve kabiliyetlerini her şey sayıp onlara güvenme gafletine düşeceklerinden veya düşme durumunda bulunduklarından Cenâb-ı Hak onları şirkten sıyanet etme adına her isteyip dilediklerini hemen vermez ve 'cebrî lütfî' bir tevcihle onların yüzlerini tevhide çevirir. Bazen de, her şey yerli yerinde olmasına rağmen diriliş erlerinde tam bir teveccüh olmayabilir; işte böyle bir durumda Cenâb-ı Hak, onları değişik baskı, saldırı ve tazyiklere maruz bırakarak, ızdırar ruh hâletiyle Kendine yönelmeleri ve bir muztar içtenliğiyle O'na içlerini dökmeleri için belli bir süre onların diriliş gayretlerine aynıyla cevap vermez. Bazen de, bu diriliş erleri, şöyle-böyle belli bir kısım dünyevî beklentiler içine girip gönüllerini makam, mansıp, pâye, ikbâl düşüncelerinden arındırıp tam bir hasbîlik ortaya koyamayabilirler; bu açıdan da böyleleri bütün bütün ağyâr mülâhazasından sıyrılıp hâlisâne bir teveccühle O'na yönelecekleri âna kadar diriliş nefhasını da elde edemeyebilirler.
Bütün bu hususların yanında, bu yoldaki hasların hamlardan ayrılması, zalim ve gaddarların da toplumun her kesimi tarafından bilinip tanınması çok önemlidir ve böyle bir ilâhî imhalle her zaman yanılabilen ve yanıltılabilen yığınların bazılarında ehl-i ilhada taraftarlık hissiyle -bu biraz da her şeyin ayân beyan ortaya çıkmamasından kaynaklanır- ba'sü ba'de'l-mevt kahramanlarına karşı tavır almalar olabilir; bu itibarla ak-kara birbirinden ayrılacağı, âlim-âmî herkesin nerede durduğu/duracağı belli olacağı âna kadar herkese bir teemmül fırsatı verilir; dolayısıyla netice de biraz gecikmiş olur.
Sebep ne olursa olsun bize, kurallarına göre ve hikmet dairesinde vazifemizi yapıp ötesini Allah'a havale etmek düşer. Her diriliş eri bilmelidir ki, o, Allah ve Resûlü'nün çağrısına icabet ettiği takdirde Cenâb-ı Hak da ona diriliş yollarını gösterecek ve onun dökülüp yollarda kalmasına asla meydan vermeyecektir.
Sızıntı, Haziran 2006, Cilt 28, Sayı 329
.
Pırıl pırıldı o dünya apaydın ufukları, apaydın insanlarıyla. Dört bir yandan herkes merakla ona koşar ve bir kere onun nurefşân iklimiyle tanışanlar da ülkelerini bırakır gelir, onun ovasında obasında yaşarlardı. Bu dünyada geceler meleklerin iklimi kadar nurlu, gündüzler de cennet yamaçları gibi şendi. Gam-keder iğreti dururdu gelip üzerlerine çökse de.
Sevinç-neş'e tamdı en tozlu-dumanlı durumlarda bile. Genç-ihtiyar herkesin yüzünde, gözünde parıldayan ışık, gamzeden vefa ve samimiyet sayesinde o ülkede hayat âdeta bir şölene döner ve her hâliyle ruhanîler iklimini andıran o dünyada yaşama, ütopyaları aratmazdı. Civanmertti, yiğitti insanları. Vefa soluklanırdı her bucakta. Yerde kalmazdı mazlumun ahı ve haddi bildirilirdi zalimin anında.
İnanılmaz bir incelik, bir terbiye göze çarpardı her yanda. Sıradan insanlar bile hiç mi hiç kaba davranmaz ve hep bir centilmenlik sergilerlerdi her zaman. Şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun, rüzgârlar ne kadar muhalif eserse essin, onlar, asla itidali elden bırakmaz, herkesin öfke ile köpürdüğü durumlarda dahi içinde neş'et ettikleri toplumun saygı kurallarına göre hareket eder ve kat'iyen kaba davranmazlardı. Mâbed, mektep her zaman kendi mânâlarının kat kat üstünde bir ışıkla tüllenir, çarşı-pazar her yanda dolaşan enderunîleriyle bu mânâya farklı bir lezzet katardı.
Nazar mı değdi, yoksa bizde nazarlar mı sathîleşti; toplum yavaş yavaş karbonlaşmaya başladı. Zamanla içimizden bazıları ve yakınımızda bulunan bir kısım nankörler kendi değerlerini, kendi ruh ve mânâ köklerini baltalamaya durdular. Nefret ediyorlardı kendi özlerinden ve bağrında neş'et edip geliştikleri millet ruhundan. O güne kadar saygı duyduğumuz her şey horlanıyor ve yüzlerce senelik tarihî müktesebat ve millî kazanımlar değersiz bir metâ gibi sokağa fırlatılıyordu. Herkesi büyüleyen, çevremizdeki hasımlarımızı bile hayran bırakan en füsunlu yanlarımız bir kısım müstağriplerce âdeta iç bulandırıcı nesneler gibi algılanıyordu. Yer yer bizi ayakta tutan temel dinamikler bir bir budanıyor ve ruhumuza inat çöplüğe atılıyordu.
Böylece her gün biraz daha millî ruhun benzi sararıyor, tarihî renkler matlaşıyor ve milletin ufkunu her yandan korkunç bir kozmopolitlik sisi-dumanı sarıyordu. Gün geldi, çoklarının, düşünceleriyle beraber eda, endam ve üslûpları da değişti. Yüreklerindeki nurla beraber ufuklarındaki ışıklar da karardı ve her yanda fitili-yağı millet ruhundan asırlardan beri par par yanan meşaleler söndü, onların yerini içi boş kandiller aldı. Artık her yerde, ruhlarda bir gevşeme, iradelerde sendeleme ve heyecanlarda da tekleme göze çarpıyordu.
Âdeta bütün bir tarih boyu harıl harıl koşan at da, yiğit de yorgun düşmüştü. Her tarafta bir çözülme manzarası hâkimdi ve her yanda hazan ağlamaları duyuluyordu. Çevreden yükselen husumet homurtularına içte ve vesâyetteki çatlak sesler de katılınca vatan evlâdına oturup ağlamak kalıyordu. Fuzûlî'nin ifadesiyle:
"Dost bîvefa, felek bîrahm, devran bîsükûn,
Dert çok, derman yok, düşman kavî, talih (de) zebun(du)."
Her tarafta öyle bir sam yeli esiyordu ki hiç sorma..! Ne yeni nesillerde direnme gücü kalmıştı ne de hayatî müesseselerde tâkat. Peşi peşine devriliyordu mîâdı dolmuş gibi her şey.. ve anında devrilenlerin yerini bir kısım derme-çatma şeyler alıyordu. Gayrı nilüferin başında toprağa kök salıp göklere ser çeken o muhteşem ağaç çürümeye yüz tutmuştu; yenileyemiyordu kendini ve karşı koyamıyordu içten-dıştan bünyesini kemiren parazitlere. Koyamazdı da, yorgundu, sarsıktı ve üzerine baltalarla gelenlerin haddi hesabı yoktu. Bin senelik bir hınçla geliyorlardı üzerine.. kesip biçiyorlardı keyiflerince. Dilim dilim koparıyor ve paylaşıyorlardı aralarında. "Evvelâ başı" deyip onu koparıyor, sonra göğsünü yarıp kalbini çıkarıyor; ardından kolunu-kanadını buduyor; bilmem kaç kere öfkeyle homurdanıyor ve dinme bilmeyen bir gayz ve hınçla gelip gelip bu enkaz üzerine çullanıyorlardı. Hakkından gelindiğine inandıkları zaman bile bir türlü yakasını bırakmıyor; dirilir, kalkar, bütün oyunlarımızı bozar vehmiyle başında nöbet tutarcasına onu sürekli göz altında bulunduruyorlardı.
Bununla da yetinmiyor, bölgede onun şuuraltı müktesebatına karşı savaş ilan ediyor, onu hafızalardan silmek ve herkese unutturmak istiyorlardı. Onun hatırlanması, şöyle-böyle zihinlerde yeniden canlanması korkutuyordu evhamzedeleri, paranoyakları. Ona karşı hayallerinde oluşturdukları ürperten kurgular aslında onların uykularını kaçırıyor ve hayatı onlar için yaşanmaz hâle getiriyordu.
Ama yıkan için de, yıkılan için de olan olmuş ve dünyanın en önemli bir denge unsuru yerle bir edilmişti. Ne var ki, kin, nefret ve gaflet öylesine derindi ki, kimse bölgede huzur bendinin yıkıldığının farkında değildi. O gün olup bitenler, bugünleri gören vicdan insanlarının sinelerine birer zıpkın gibi saplanıyordu ama onların da yapacakları fazla bir şey yoktu…
Artık bir zamanlar o taptaze, o olabildiğine canlı ve huzur edalı olan mübarek ruhun ne rengi ne deseni ne de ümit vaadeden bir yanı kalmıştı. Yerle bir olmuş ve İsrafil sûru bekler gibi bir hâli vardı. Böyle bir sûr olur muydu ve o dirilir miydi, bilemem. Bizim ölüden diri, diriden ölü çıkarılacağı konusunda itikadımız tamdı; ama görünen o ki artık asırlarca bölgede muvazene unsuru olan o ruh ve onun çelik iradeli temsilcisi hiçbir mazluma kanat geremeyecek, hiçbir düşkünün elinden tutamayacak, hiçbir azgına dur diyemeyecek, hiçbir felaketi göğüsleyemeyecek, hiçbir çığlığa cevap veremeyecek ve hele kat'iyen "Ben de varım!" diyemeyecekti.. dolayısıyla da gayrı hiç kimse merak edip bu efsanevî ruhu görmek için bölgeye gelmeyecek, kimse bu dünyadan huzur iklimi diye bahsetmeyecekti; zira orada görülen bütün tatlı rüyalar sona ermiş, emeller dibe vurmuş, gürül gürül olduğu döneme ait sesler kesilmiş, mehter susmuş, kös de rafa kaldırılmıştı... Gurbet derindi, dönüşü olabilir miydi bilinemezdi ama hasımların, onun hakkından gelmiş ve onu bütün bütün bitirmiş gibi bir hâlleri vardı.
İşi bitirilen ve sonra da derin bir çukura itilen, şair-i şehîrimizin hüzünlü kaleminden damlayan iki kızanla bir zeybek değildi. Önce kıyılan sonra da kıyım kıyım hâle getirilen bölgede muvazene unsuru bir ruh ve Asyalı bir yiğitti; evet,
Bir yiğit vardı, gömdüler şu karşı bayıra...
Arkadan kefenini, gömleğini soydular.
"Aman kalkar!" deyip üstüne taşlar koydular,
Bir yiğit vardı, gömdüler şu karşı bayıra.
Yiğidim, hele anlatıver olup biteni!
Sen dertli, vatan dertli, oturup ağlayalım...
Ağlayıp da sinelerimizi dağlayalım,
Yiğidim, hele anlatıver olup biteni!
.................................
İradelerde çatırtı, ruhlarda müthiş şok,
Tarihi yağmaladı bir düzine tâli'siz;
Değerler altüst oldu, mukaddesat sahipsiz,
İradelerde çatırtı, ruhlarda müthiş şok.
Tıpkı rüyalarda olduğu gibi diril, gel!
Beyaz atının üzerinde bir sabah erken;
Gözlerim kapalı, ruhumda seni süzerken
Tıpkı rüyalarda olduğu gibi diril, gel!
Ümit ve beklentilerimizin rengi, şivesi ne olursa olsun, yıkık bir rüyaya dönmüş o altın çağların ruhumda birer hicrana dönüşen elemini dindirmede zorlanıyor ve yer yer gözyaşlarımla serinlemeye çalışıyorum. Sağda-solda şafak emareleri arıyor, iç içe hatıralara inkılâp etmiş hülyalar içinde dolaşıyor ve tam bir çerçeveye oturtamadığım, belki de sığdıramadığım o tasavvurları aşkın pırıl pırıl çağları ciddî bir dâüssıla ile bir kere daha yâd ediyor ve inliyorum. Hâdiselerin daha bir karmaşıklaştığı ve her şeyin boz bulanık bir hâl aldığı şu günlerde bazen bütün bütün mazileşiyor, aydınlık günlerimize yöneliyor, onların üzerine abanıyor ve yaralı gönlümü yaşaran gözlerimle nefeslendirerek "Meğer ne âlî bir milletmişiz!" diyor, yüzümü, gözümü o muhteşem köke sürer gibi bir hülyaya dalıyorum.
Sızıntı, Ocak 2005, Cilt 26, Sayı 312
.
Bizim de Kendimiz Olduğumuz Günler Vardı
Bugüne kadar çok lütuflar gördük Hak elinden.. ve ne ışıktan günler yaşadık O'nun teveccühünden!.. Zaman zaman bir kısım olumsuz yanlarımızdan ötürü hafifçe hırpalansak da, ekseriya özel iltifatlarla günlerimiz hep güldü.. biz de dolu dolu sevinçlerle köpürdük; köpürdük ve liyakatlerimizin kat kat üstünde ne sürpriz inayetlere şahit olduk.. ne görünmezleri gördük, ne erişilmezlere erdik ve ne paha biçilmez mazhariyetlerle pâyelendirildik. Sağanak sağanak ötelerden gelen değişik dalga boyundaki lütuflar ve yalnız olmadığımızı haykıran ak alınlı hâdiseler hiç mi hiç eksik olmadı. Ara sıra ruhlarımızda bir gurbet hissi belirse de, bizi yalnız bırakmayan Dost'un yüzlerce hâdise ile yakınlığını duyurması ve ufkumuzun enginliği ölçüsünde maiyyetini hissettirmesi sayesinde atmosferimiz yeniden aydınlanır ve gönüllerimiz şâd olurdu. Silinir giderdi bütün kederler ve tasalar; inşirah yağmaya başlardı ruhlarımıza; bırakırdık kederi, tasayı ve çocuklar gibi sevinirdik. Hâdiseleri yakından takip edenler için O'nun iltifatları mütemadî ve teveccühleri de kesintisizdi. Öyle ki, her zaman ufkumuz aydın ve mağriblerimiz de maşrıklar gibi pırıl pırıldı... O'nun bize en büyük teveccühü sayıyorduk biz olarak kalmamızı ve biz olarak yaşamamızı; zira bu sayede kendimiz gibi düşünüyor, kendimiz gibi davranıyor, hemen her zaman kendi sesimizle soluklanıyor, ruh ve mânâ köklerimizden fışkıran disiplinlere bağlı hareket ediyor ve kendi kültür değerlerimizi yine kendi üslubumuzla seslendiriyorduk; seslendiriyor ve kat'iyen kendi kendimize yetmediğimizin ifadesi sayılan fantezilere girmiyorduk. Kendimiz olmayı her zaman bir lezzet gibi duyuyor ve bu sayede, O'ndan gelen ilâhî lütufları da semavî bir armağan gibi değerlendiriyorduk.
O zamanlar biz kendimizdik; zirvelerde dolaşma tabiî hâlimiz ve bu aydınlık atmosfer de değişmez iklimimizdi. Bu nurefşan dönemde sık sık tadıp duyduğumuz, bizi hiçbir zaman yalnız bırakmayan ilâhî teyit ve ruhanî hazlara o kadar alışıktık ki, düşünce ve hayallerimizle ne zaman bu dünyanın o rengârenk ikliminde seyahate çıksak kendimizi cennetlerin koridorlarında sanır ve bir daha da bu atmosferden ayrılmayı asla düşünmezdik.. o zamanlar biz kendimizdik ve o pırıl pırıl günler de bizim günlerimizdi.
Şimdilerde o rengârenk ledünnîlikten ve o çerçevede duyup yaşadığımız ruhanîlikten ne kadar uzak olduğumuzu tam kestiremiyorum. Ne var ki, ara sıra belli sâik ve çağrışımlarla o altın zaman dilimlerine hayalî bir seyahatte bulunsam, ne kadar değiştiğimizi, ne kadar başkalaştığımızı acı acı hissediyor ve ürperiyorum; ürperiyor ve kendi kendime, "Eyvah! Ne kadar başkalaşmış, ne kadar kendi ruhumuzdan uzaklaşmış, ne kadar renk atıp soluklaşmış ve bir kısım fanteziler uğruna ne kadar kendi kendimize etmişiz!" diye düşünüyor ve hayıflanıyorum. Gerçi bir mânâda, o zamanlar itibarıyla, ufkumuz dediğimiz noktayı bütün bütün unutmadık.
Düşünce ve tahayyül dünyamızda, hafıza merkezlerimizde hâlâ bize ait ince, zarif, yarı açık yarı kapalı bir hayli hususiyetler ve renkler tülleniyor; ama her zaman içimizi kanatan hızlı bir başkalaşmanın sürüp gittiği de muhakkak... Önceleri içimizde hep lezzetli bir ledünnîlik hükmederdi; düşüncelerimiz ufuklu ve muhteşem, duygularımız süt gibi dupduru, ifadelerimiz metafizik derinlikli, üsluplarımız da meleklerin muhaverelerinden bir şive kapmış gibi sürekli semavîlikle tınlar ve çevreye ilham edalı ne büyüleyici şeyler fısıldardı.. o zamanlar dünya bizi dinlemeye koşar, ruhanîler sükût murakabesine dalar ve ihtimal melekler de bu armoniye dem tutarlardı. Bu sayede bizler çok defa arzda semavîlikler yaşar, dünyada ukbâ derinliklerini duyar ve âdeta kendi hâlimize imrenirdik. Hâsılı, o zamanlar iç derinliklerimizden gündelik davranışlarımıza kadar her tavrımızda ayrı bir tat, ayrı bir şive, ayrı bir lezzet ve ince, zarif, latîf bir bizdenliğin duyulup sezilmesiyle âdeta büyülenirdik.
Bu şiirimsi atmosfer o kadar sihirli ve tesirliydi ki, hiçbir yabancı mülâhaza, hiçbir fantezi onu ihlâl edemez; hiçbir ağyâr düşüncesi bu atmosferi delemezdi; dolayısıyla da ifade ve beyanlarımızda, tavır ve davranışlarımızda yabancılıkla alâkalı hiçbir dekolte renge, desene rastlanamazdı. Her zaman atmosferimizi renkli bir derinlik kaplar ve nazlı bir buğu sarardı. Nadiren de olsa bir kısım ses, görüntü ve daha değişik aykırılıklarla karşılaşılsa da, arkasından bütün çevre yine kendine has o sihirli ve esatîrî hâle bürünür ve kendi rengi, kendi deseniyle tüllenmeye dururdu. Öyle ki, bütün olumsuzluklar, buluta yükselen nemler gibi çiy noktasına ulaşır, yağmura dönüşür ve sağanak sağanak gönül yamaçlarımıza boşalırdı; boşalırdı da bütün iç âlemimizi saran bu ledünnîlik, görme duyma dünyamıza kendi boyasını çalar ve bize ufuk ötesinden neler ve neler fısıldardı.
Böyle bir ledünnîlik bazen ruhumuzu ağzına kadar doldurur, bizi değişik hülya âlemlerinin ferah-fezâ iklimlerinde dolaştırır ve fizikî dünyaların onca darlığına karşılık ruhlarımıza kâinatlar genişliğinde ışıktan âlemler vaad ederdi. İmanımızın gücüyle ve metafizik mülâhazalara açık bulunmamız sayesinde eşya ve hâdiseleri farklı görür, tabiatı dinin rengine boyanmış bir ilâhî kitap gibi duymaya başlar, her varlığı, her nesneyi birer semavî mesaj gibi dinler, yorumlar, mânâlandırır ve idrak ufkumuza giren her nesnenin elinden kâse kâse mârifet, muhabbet, zevk-i ruhanî ve aşk u iştiyak kevserleri içerdik.
O günler gönlümüze öyle enfes şeyler nakşetmişti ki, tarihî değerlerimiz bir bir devrilip her taraf harabezâre döndükten sonra bile hâlâ bize ait o güzelliklerin tat ve halâvetini ruhlarımızda hissediyor ve bu tatlı rüyanın hep böyle sürüp gitmesini diliyoruz; diliyor ve geçmişte mazhar olduğumuz nimetleri birer referans kabul ederek, verilenlerin çehresinde verilecekleri okur gibi oluyoruz.
Bugünkü bütün çırpınmalarımız, yazıp çizmelerimiz, gönüllerimizde her zaman dipdiri duyup hissettiğimiz gelecekteki o sihirli dünyalar içindir. Evet, gazeteler, kitaplar, mecmualar ve kendimizi ifade etme adına başvurduğumuz diğer vasıtalar hep o sihirli dünya içindir. Yıllardan beri bizi, kendimiz olma hülyaları arkasından koşturan bu mecmua (Sızıntı) da, özümüze ait sese soluğa ulaşma konusunda bizim için farklı bir enstrüman oldu; evet o, yer yer ruhumuzun heyecanlarını seslendiren bir dil, zaman zaman da bizi ruh kökümüzle irtibatlandıran bir dal oldu ve bize bir hayli turfanda meyveler sundu.
Ben, onun hâlâ ruhunu yitirmediğine inanıyor, daha uzun süre sesimize-soluğumuza tercüman olabileceği düşüncesiyle oturup kalkıyorum. Zaman her şeyi soldurup tesirsiz hâle getirdiği gibi bir gün onun da böyle bir hükm-ü kazaya maruz kalacağı izahtan vârestedir; ama, ben ona hissiyatımıza tercüman olması istikametinde ve Hakk'a bakan, Hakk'ı gösteren hizmetlerinde uzun ömürler dilemeyi bir vefa borcu biliyorum.
Sızıntı, Şubat 2008, Cilt 30, Sayı 349
.
Yerinde bunalım ve kriz sözcükleriyle de ifade ettiğimiz/edeceğimiz buhran, ferdî olduğu kadar içtimaî bir marazdır; çok defa bütün değerleri alt üst eden, zincirleme sarsıntılara sebebiyet veren ciddî bir maraz.. buhran bazen, ekonomik hâdiselerdeki ahengin bozulması, iktisadî dengelerin sarsılması, bütçenin açık vermesi ve enflasyonun başını alıp gitmesi şeklinde ortaya çıkar ki, bu, bir kısım ciddî tedbirlerle her zaman aşılabilir; bazen sosyal çalkantılar ve içtimaî hercümerç şeklinde zuhur eder ki, bu tür infilâk ve patlamalar da illetin bilinmesi ve yerinde basiretli müdahaleler sayesinde bastırılabilir; millî ve mânevî değerlerin aşınması, ruh ve mânâ köklerinin tahrip edilmesi, dinî değerler adına iç içe yozlaşmaların yaşanması da diyeceğimiz ahlâkî bunalıma gelince, onun aşılması ve savılması çok kolay olmasa gerek... Şu anda, bizim de içinde bulunduğumuz coğrafyanın yürekler acısı hâl-i pürmelâli böyle bir buhranın çeşitli derinlikleriyle en canlı misali.
Bu bahtsız coğrafyada bir kısım devlet ve devletçikler, maalesef birkaç asırdan beri hep bunalımlar fasit dairesi (kısır döngü) içinde dönüp durmakta; bir buhran girdabından sıyrılırken daha ifritten başka bir anafora kapılmakta ve âdeta ömrünü 'ehvenüşşerreyn' avuntularıyla tüketmekte... İhtimal bu dünya, akl-ı selim, kalb-i selim, hiss-i selim birleşik noktasında Rahmeti Sonsuz'un himayesine sığınacağı ve O'na yürekten teslim olacağı âna kadar da bu buhranlardan kurtulamayacaktır. Kurtulamayacaktır; zira o, her şeye rağmen hâlâ koskoyu bir maddecilik peşinde, aşırı bir bencillikle mâlûl; hep yaşama tutkusuyla oturup kalkmakta; her şeyi kuvvette görme kabalığına kilitli, Hakk'a karşı fevkalâde saygısız; başkalarını ezme ve onları halayık gibi kullanma fâikiyeti mülâhazasıyla gözlerini açıp kapamaktadır. Evet, bu koca dünyanın serkârları, hak duygusunu geliştirip yaygınlaştıracaklarına hakkı kuvvete bağladı, onun yedeğine verdi ve zayıflara her türlü zulmü reva gördü.. ilmî ve teknolojik üstünlüğü, geri kalmış yığınları ezmede ve sömürmede kullandı.. hukuku, âcizleri sindirme vasıtası hâline getirdi.. evrensel insanî değerleri hep keyfince yorumladı.. ve işte bütün bunlar, her zaman sağa-sola çekilebilecek yığınlar için birer buhran vesilesi oldu.
Denebilir ki, şimdilerde bu coğrafyanın insanı Cahiliye döneminde olduğundan da beter buhranlar içinde kıvranmakta, âdeta fevkalâdeden kurtarıcı bir el beklemekte, çeşit çeşit yalanlara aldanmakta, yalancı mumlar arkasında koşmakta ve böylece çare olarak başvurduğu her yol ve yöntemle bunalımlarını daha da derinleştirmektedir.
Bugün dört bir yanda yükselen âh u efgân gidip ta ayyuka dayanmakta, zalimler sürekli kin, nefret soluklamakta; mazlum, iniltilerini -hâlâ mevcudiyeti söz konusu ise- ma'şerî vicdana duyurmaya çalışmakta, hukuk hem de 'hak' diyenlerin ayakları altında ezilmekte ve kaba kuvvet lânet ile anılan cebbarlara rahmet okutturacak kadar tuğyan içinde; lâahlâkîlik, Sodom ve Godom'da olanların bilmem kaç kadem önünde.. Âkif'çe bir ifade ile arz edecek olursak:
Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde;
Vefâ yok.. ahde hürmet hiç.. emanet lâfz-ı bî medlûl;
Yalan râiç, hıyanet mültezem her yerde hak meçhul.
...........
Beyinler ürperir ya Rab ne korkunç inkılâp olmuş,
Ne din kalmış ne iman, din harap iman türap olmuş...
Bu hâl böyle devam ederse, kim bilir daha nice haklar çiğnenecek, nice vicdanlar susturulacak; ne zulümler alkışlanacak, ne ifritten tiranlara yahşiler çekilecek ve nice hayâsızlıklar işlenecek..!
Her şeye rağmen bizim insan mahiyetinde mündemiç bulunan iyilik nüvelerinin bir gün mutlaka inkişaf edeceğine, ne olursa olsun, insanoğlunun dönüp bir kere daha kendini keşfedeceğine, aklını, gönlüyle buluşturacağına, evrensel insanî değerlere yöneleceğine ve bütün olumsuzluklara 'Yeter!' diyeceğine inancımız tamdır.. hakkı ihtiraslarına kurban edenlerin, kuvveti her şey sayanların, hâdiseleri kendi vicdanlarının darlığıyla yanlış okuyanların bir gün mutlaka ettiklerine pişman olup ağlayacaklarını daha şimdiden görür gibi oluyoruz.
Bir dönemde bu bahtsız dünyaya edenler etti; insanlara Allah'ı, ahireti unutturdu ve onları âdeta sorumsuz birer azman hâline getirdiler. Oysaki, dünya da haktı ahiret de.. hayat da haktı ölüm de.. haşir de haktı hesap da.. sual de haktı mizan da.. Cennet de haktı Cehennem de.. bugün de haktı yarın da... Bütün bu duyguları söküp attılar sinelerden. Şimdilerde, hiçbir değer tanımayan, dinden habersiz, imandan nasipsiz, alabildiğine serâzat, olabildiğine çakırkeyf; kanun bilmez, nizam tanımaz, Cehennem zakkumu gibi bir kısım asi ruhlar karşısında çoğumuz çaresizlikle kıvrım kıvrımız. Doğrusu, her zaman kan düşünen, kan düşleyen, kan döken, kan içen, millet malını hortumlayan, kapkaççılığı meslek hâline getiren, uyuşturucuyla genç nesilleri zehirleyen, silâh ticaretiyle canileri destekleyen bu hilkat garibeleri karşısında ürpermemek mümkün değil. Şu anda olsun, keşke bu onulmaz gibi görünen problemlerin çaresi sezilebilseydi.! Heyhât hâlâ derin bir körlük içinde çokları, görmüyorlar boşluk içinde kıvranan yığınların yürekler acısı hâlini.
İç içe boşluk yaşanıyor koskocaman bir coğrafyada; inanç ve irfan boşluğu, her şeye heva ve hevesle başlayıp hezeyanla bitirme boşluğu.. ruh ve mânâ köklerine yabancılaşma boşluğu.. sistemli düşünememe boşluğu.. Allah'tan kopuk yaşama boşluğu.. kapkaranlık bir âkıbet boşluğu.. her şeyi beden ve cismâniyete bağlama boşluğu.. millî ve dinî değerlere yabancılaşma boşluğu.. ve kahreden daha bir sürü boşluk... Bunca boşlukla insanca yaşanır mı yaşanmaz mı o ayrı dâvâ, bu hezeyanları sezemeyecek kadar körkütük yaşayanların hadd ü hesabı yok...
Kitleler, kendilerini alıp götüren girdaplar içinde meş'ûm âkıbetlerinden habersiz gibi.. yığınlar kargaşaya açık duruyor.. kaba kuvvet temsilcileri her problemi kan dökerek, kan içerek çözebilecekleri hülyalarıyla oturup kalkıyorlar. Kalbini Mefisto'ya kaptırmış serseri ruhlar bohemce yaşama, fuhuş, uyuşturucu ve serâzat hayat peşinde. Bunlardan hiçbiri kendilerine benzemiyor; giyim kuşamları ruhlarının deseni gibi.. yemeleri, içmeleri, eğlenmeleri delilerinkine denk. Bu hâlleriyle sözde içlerindeki boşluklardan kaçıyorlar; ama farkına varmadan daha derin gayyâlara yuvarlanıyorlar.
Maddî imkânlar ve refah, ruhlarda nimet hissi, ihsana saygı düşüncesi uyaracağına, yığınları daha da çılgınlaştırıyor ve hayatı yaşanmaz hâle getiriyor. Cehennem yaşıyor gibi bir hâl içinde kitleler; bunalımlar bunalımları takip ediyor ve hayat âdeta bir buhranlar yumağı. Muvazene diyenlerin çoğunda dahi endâze bozuk; yanlış düşünüyor, yanlış değerlendiriyor ve yanlış mualecelerde bulunuyorlar.
Her şeye rağmen bize düşen, hakkı hak bilmek, vicdanlardaki onca darlığı aşarak gönüllerimizin enginliğiyle herkese açılmak, sürekli Hak'la beraber bulunma mülâhazasıyla kendimiz gibi olmak, bütün insanlara sinelerimizi açmak ve elimizden geldiği ölçüde çevremizi Allah'a ve O'na imandaki inşiraha uyarmaktır. Zira, kalblerin ancak Allah'ı anmak ve O'na uyanmakla itmi'nâna ereceğine ve oturaklaşacağına inancımız tamdır. İnanıyoruz ruhların O'na yönelmekle ızdıraplardan sıyrılacağına; O'nunla münasebetleri sayesinde lâhutî bir farklılığa ulaşacağına; açlıklarının zâil olup hafakanlarının dineceğine.. evet, insan ruhanî ve cismânî ızdıraplardan ancak O'nu bulmakla sıyrılır.. sonsuz arzular ancak O'nunla elde edilir; O'nu bulan her matlubuna nail olur ve her sıkıntıdan kurtulur.. evet, Allah düşüncesi fikre hâkim olunca insan aradığı en önemli şeyi elde etmiş ve daha sonra sahip olacağı mevhibelerin de referansını almış sayılır.
Böyle birinde hissiyat, 'ümit burcu' der, O'na yönelir. Korku-endişe, rahmet sarmallarıyla taaddüle uğrar, ayn-ı reca olur; tevekkül-teslimiyet, engelleri dümdüz, düzlükleri de pürüzsüz hâle getirir. Arzu, istek ve emeller, gözleri hep O'nun kapısında, uçabildikleri kadar yüksek uçar, hep ruhun 'Sidretü'l-Müntehâ'sı etrafında döner durur ve ağlarını sürpriz iltifatlara açık tutarlar.
Sızıntı, Aralık 2005, Cilt 27, Sayı 323
.
Enâniyet, değişik kullanım şekilleriyle "ben" mânâsına gelen "ene"den türetilmiş bir kelime.. insanın kendisi, özü, şahsiyeti mânâları yanında, ona, varlık, eşyâ ve hâdiseler hakkında tefrik, temyiz, okuma ve değerlendirme imkânı da veren "ene"; aynı zamanda bilme, inanma ve bu çerçevedeki ferdî ve içtimaî sorumluluklar karşısında insanı bir muhatap durumuna yükselten unsurdur. Ene'yi, nefis yerinde kullananlar da olmuştur ki, bu yönüyle o, insanın gerçek kimliği, hakikati, daha da önemlisi kendi mahiyeti dahil pek çok hakaikı ölçüp belirlemede mühim bir unsur (vâhid-i kıyâsî), sınırlılığıyla sınırsızlığa ışık tutan bir projektör, tenâhîsi içinde Nâmütenâhî'ye bakan doğru sözlü bir şahit ve açılmaz gibi görülen mânevî kapıları açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu anahtarı kullanmasını bilenlere Allah, varlık, eşyâ ve esrâr-ı ulûhiyete ait öyle derin sırlarını açar ki, bu sayede "ene" -ben ve ego da diyebilirsiniz- insanın en nuranî derinliği hâline gelir ve "Kenz-i Mahfî"nin lisan-ı fasîhi olur.
Onu bilmeyen ve mahiyetinden haberdar olmayanlara gelince, onlar için "ene" öyle bir gayya ve bir girdaptır ki, şimdiye kadar ne dev cüsseleri yutmuş, nice herkülleri yere sermiş, ne hanlar devirmiş ve ne hânümanları yerle bir etmiştir. Yükselenler onun acz u fakr kanatlarıyla yükselmiş, çakılıp yerinde kalanlar da onun çalım, gurur ve iddialarının kurbanı olmuşlardır. O, imanla doğru okunmadığı, mahiyetine acz u fakr esaslarına göre bakılmadığı veya kendini kendine mâlik saydığı, sayıp aynadaki sureti hakikat sandığı durumlarda kibre girmiş, gurur mırıldanmış, bencillikle gürlemiş, kini, nefreti ve hiddetiyle hayvanları aratmamış, şehevânî istekleriyle hep bohemler gibi yaşamış, çalım, caka ve başkalarını hafife alma türünden komplekslerden kurtulamamış ve kendi kendinin meshûru olmuş, çeşit çeşit illetlerle mâlûl bir özürlü; şahsî hazlarından gayrı bir şey düşünmeyen/düşünemeyen hodbîn bir gurur âbidesidir. Kendini güçlü hissettiği ve fırsat da yakaladığı zamanlarda, gözünü kırpmadan herkesi ezip geçen bir tiran bozması, hak ve hürriyetler konusunda saygısız bir nemrut ve Allah, Peygamber tanımayan bir nankördür. Zayıf ve güçsüz olduğu ya da ihtiyaçlarla kıvrandığı durumlarda ise o, kapıkulu saydığı kimselerin bile ayaklarına kapanacak kadar zelillerden zelil zavallının tekidir.
Aksine o, Allah'a imanla tenevvür edip acz u fakrını kavradığı, beden ve cismâniyetin uydusu olmaktan sıyrılıp kalbî ve ruhî hayat ufkuna yöneldiği, şevk u şükürle şahlanıp Hak rızasına kilitlendiği takdirde de âdeta müzekkâ bir ruha dönüşür ve öteki yanı itibarıyla bütün fena huyların menşei olmasına mukabil bu derinliği açısından güzel ahlâkın (mehâsin-i ahlâk) en temel unsuru hâline gelir.
Şimdiye kadar pek çok mutasavvıf ve kelâmcı, bazen "ene" unvanıyla, bazen de "nefis" namıyla bu konu üzerinde durmuş ve önemli açıklamalarda bulunmuşlardır. Mevzuun tafsilatını onlara havale ederek, burada birkaç cümle ile de olsa Üstad Bediüzzaman'ın bu hususla alâkalı mülâhazalarına temas etmek istiyorum:
O, Kur'ân-ı Kerim'deki emanet hakikatinin(1) pek çok yönlerinden birinin de "ene=ego" olduğunu ifade sadedinde; "ene"nin Âdem (aleyhisselâm) zamanından günümüze kadar insanlık âleminin etrafında dal-budak salmış hem nuranî bir Tûbâ-i Cennet hem de müthiş bir Zakkum-u Cehennem çekirdeği mahiyetinde olduğunu vurgular ve ona bu iki âlemin de kapılarını açacak bir anahtar nazarıyla bakar. Ona göre "ene"nin bu birbirinden ayrı derinliklerinin temsilcileri ve bu temsilcilerin teşkil ettikleri cereyanlar da vardır. Bunlardan biri silsile-i nübüvvet cereyanı, diğeri de diyaneti kabul etmeyen felsefe akımıdır. Din tanımayan ve diyanete baş kaldıran felsefî cereyan/cereyanlar bir zakkum ağacı gibi çevrelerine her zaman şirk ve dalâlet zulmetleri neşretmiş ve insanlığın ufkunu karartmışlardır. Onlardan, aklı biricik esas kabul edenlerin dünyasında dehriyyûn, maddiyyûn ve tabiiyyûn... gibi kimseler yetişmiş ve bunlar saf yığınların baştan çıkarılmalarına sebebiyet vermişlerdir. Kuvvet ve şiddeti öne çıkaranların atmosferinde Nemrut'lar, Şeddad'lar, Firavun'lar boy atıp gelişmiş ve kitlelere kan kusturmuşlardır. Hayatı, cismânî ve bedenî arzulara, isteklere bağlı götürenlerin çizgisinde insanın süflî hislerini gıcıklayan tanrıçaları, totemleri ve putlarıyla bohemliğe açık ruhların başlarını döndürmüş ve yığınları akla-hayale gelmedik sapıklıklara sürüklemişlerdir.
Nübüvvet cereyanına gelince o, "kuvve-i akliye" dalında enbiyâ, mürselîn, evliyâ ve sıddîkîn meyvelerini yetiştirmiş; "kuvve-i dâfia" dalında âdil hakimleri, melek gibi melikleri semere vermiş; "kuvve-i câzibe" dalında da suret ve sîret güzellikleriyle serfiraz ismet kahramanlarının gelişmesine ortam hazırlamıştır. Bu açıdan, peygamberlik ufku itibarıyla "ene"nin bir kulluk unvanı ve esrâr-ı ulûhiyetin de bir aynası olduğunu söylemek mümkündür. Öyle ki, bu yörüngede "ene" kendini bir abd bilir, Yaratan'ın hizmetinde olduğunu düşünür; O'na karşı hâlisâne kulluğa yönelir ve hemen her zaman O'nu hoşnut etme arkasından koşar. Aklına aldanıp nefsine yenik düşenler, güzeli, çirkini birbirine karıştırıp egoyu sabit bir hakikat şeklinde mütalâa edenler, dolayısıyla da, Hakk'a kul olacaklarına değişik mâlihulyalara dalarak cismânî hazlarından başka bir şey düşünmeyenler, varlık ve hâdiselere insanca bakıp onu muhteva enginliğiyle duyamayanlar, duyamayıp kendi bencilliklerinin darlığında heba olup gidenler egoizm gayyaları içinde boğuladursunlar, "ene"deki sırrı anlayanlar yürürler Hakk'ın inayet gölgesinde O'nun rıza ufkuna doğru...
"Ene"nin olumsuz yanıyla alâkalı bir derinlik sayılan Frenkçe "egoizm" de dediğimiz "enâniyet", kendine düşkünlük, yalnız kendini düşünme, her faaliyetini bir kısım şahsî çıkarlara bağlı götürme, her işi bencillik mülâhazasıyla ele alma ve o mülâhaza ile bitirme de diyeceğimiz bir ruh hastalığının unvanıdır. Böyle bir karakter, başkalarından söz edildiği, onlara teveccühte bulunulduğu hemen her yerde feveran eder, kıskançlıklara girer -üzerinde durulabilir- hırsla kıvranır; hızını alamaz gıybete, iftiraya başvurur ve "onlar" dediği kimseleri karalamak için elinden gelen her mel'aneti irtikâp eder.
Bazı kimselerde, bunun bir iki adım daha ötesinde, kendini mutlak üstün ve eşsiz görme, hatta kendine "gaye insan" nazarıyla bakma, aptalca hüsnüzan ve teveccühlere takılarak bir görüntü sergileyebilmek için maskaralık diyebileceğimiz fantezilere girme ve "ben" merkezli bir dünya kurarak kendini anlatma, meziyetlerini sayıp dökme cinneti söz konusudur ki, bunu da muzaaf enâniyet anlamında "egosantrizm" sözcüğüyle ifadelendirebiliriz. Böyleleri her hâdiseyi kendi bakış açılarına göre yorumlar, herhangi bir konuyu, onun enginliği ve derinliği çerçevesinde değil de, kendi egoizminin darlığı içinde ele alır, değerlendirir; sonra da, kendince çıkardığı hükümleri başkalarına da dayatmaya çalışır. Aslında, bu tipler kendi heva ve heveslerine öylesine kilitlidirler ki, kendilerinden başkasını görmez/göremez, kendi hülyaları dışında hiçbir şey bilmez, bilmek de istemez; kimseyi sevmez ve hayırla da yâd etmezler. Kendilerini insanî fazilet ve meziyetlerin merkezine oturttukları için her zaman redd-i müdahale hissiyle gergin ve kavgaya hazır bir hâlleri vardır. Hele bunların arasında nefsine âşık ve taparcasına ona bağlı bir kısım narsisler bulunmaktadır ki, bunlar tıpkı çocuklar gibi, gördükleri her nesneye sahip olmak ve başkalarına ait şeyleri elde etmek için sık sık onlarla kavgaya tutuşur ve mütemâdi hır-gür çıkarırlar.
Böylelerinde hiç mi hiç içtimaî sorumluluk hissi gelişmemiştir; onlar, hemen her zaman heva ve heveslerine göre hareket ederler. Olabildiğine kibirli ve gururludurlar; herkesi hafife alır ve âleme tepeden bakarlar. Bir de bu hasta ruhlar, çevrelerindeki saf yığınlar tarafından alkışlanıyor, ferdî bencillikleri herhangi bir cemaate mensubiyetle besleniyorsa -buna "cemaat enâniyeti" de denebilir- daha bir derinleşir, nemrutlaşır ve akla-hayale gelmedik fenalıklara sebebiyet verebilirler. Firavun böyle bir ruh haletiyle"Ben sizin en yüce rabbinizim."(2) sözleriyle hırlamış, bir başkası "Ben de ihya eder ve öldürürüm."(3) deme cür'etinde bulunmuş; bir diğeri ise "Ben bu serveti kendi imkân ve kendi bilgimle elde ettim."(4) hezeyanlarıyla gürlemiştir. Günümüzde çokça bulunduğu gibi, kimileri de mânâ âleminin devasa kametlerinin dahi telâffuz etmediği/edemediği "Ben Mehdiyim.", "Ben Mesihim.", "Ben kutbum, kutb-u irşadım", "Ben gavsım"... türünden saçmalıklarda bulunmuş; sürekli ben merkezliliğin karakteristik hırıltılarıyla kibrini, ucbunu, fahrini, makam sevdasını ve nefis muhabbetini seslendirmiş ve kulluğun esası olan acz u fakr, tevazu, mahviyet ve hacâlet... gibi hususlardan habersiz cahil kitleleri iğfal etmişlerdir.
Aslında bunlardaki sefalet ve ruh sukutuna sebebiyet veren hep aynı şeylerdir: Şeriat mantığından habersizlik, mütemerrid nefs-i emmârenin güdümünde bulunma, şöhretperestlik ve bohemce yaşama arzusu... gel gör ki, bu zelil insanlar, her zaman kendilerini farklı yaratılmış gibi görüp gösterir ve çevrelerine birer misyon insanı olduklarını empoze etmeye çalışırlar. Böyleleri herkesi sıradan, hor ve hakir varlıklar sayar ve onların da bir şeyler yapabileceklerini kat'iyen kabul etmezler. Hele bir de etraflarında bu duyguyu sık sık tetikleyen bir kısım müdâhinler varsa -ki her zaman var olmuştur- bunlar öylesine bir büyüklük hissine kapılırlar ki, herhalde bu ölçüdeki bir enâniyeti ifade için "mük'ap bencillik" sözü bile yetmeyecektir. Zannediyorum böylelerinin hâline en uygun isim "megalomani" olacaktır.
Pöhpöhe açık ve alkışa teşne bu tiplerin sapık hislerine, aldanmış yandaşlarının iddiaları da inzimam edince ortaya en tipik bir narsis çıkar. Sever kendini Allah'ı gerçekten sevenlerin sevdiği kadar.. tapar hevasına putperestlerin tanrıçalarına taptığı seviyede.. yanında Peygamber'den bahsedildiğinde dahi rahatsızlık duyar; "O'nun temsilcisi ve izdüşümüyüm." gibi hezeyanlarla -kendi inanmasa da- çevresini bir kısım muğlak ve müphem şeylere inandırmaya çalışır. Bütün hareket ve faaliyetlerinde hep takdir ve tebcil beklentisi içindedir. Damlasının derya, zerresinin güneş gösterilmesini arzu eder. Dahası, etrafını kendisine karşı çok derin bir medyuniyet içinde görmek ister; ister ve herkesin her şeyine gözünü dikerek, meşru ve gayri meşru bütün arzularının yerine getirilmesi beklentisine girer. Bekledikleri gerçekleşmeyince de çevresini yakar-yıkar, şuna-buna gönül koyar, en yakınlarını bile vefasızlıkla suçlar ve altından kalkılamayacak, is'âf edilemeyecek hak iddialarında bulunur. Zaten başkalarıyla da her zaman kavga içindedir; hasetle kıvranır durur.. gıybetle, iftira ile boşalır.. kinle, nefretle sürekli hafakanlar yaşar; "Ne kendi eyler rahat ne halka verir huzur." (Anonim) Yıkılıp gitse de cihandan mirasçıları onu kabre kadar götürür.
[1] Ahzâb sûresi, 33/72
[2] Nâziat sûresi, 79/24
[3] Bakara sûresi, 2/258
[4] Kasas sûresi, 28/78
Sızıntı, Mayıs 2005, Cilt 27, Sayı 316
.
Eskimeme veya Yenilenme Cehdi
Bu dünyada fertler gibi toplumlar da duyguları, düşünceleri, var olma cehd ve heyecanlarıyla toprağın kuvve-i inbâtiyesine yaslanmış, havaya, güneşe, suya dayanmış bir tohum gibi önce filizlenmeye durur, ardından tomurcuğa, başağa yürür; mîadı dolunca da ama hızlı, ama yavaş sallanır, yamulur, bağrında varlığa erdiği toprağa bir kere daha 'Merhaba!' der ve kendini onun ağûşuna atar. Belli sistem, belli düşünce ve belli felsefe temsilcilerinin kaderi de bundan farklı değildir; gürül gürüldürler hayatlarının baharında; çevrelerine güller gibi gülücükler salarlar gençliklerinde ve olgunluk çağlarında; renk atar ve sararıp solarlar kendi hazanlarında. Kendi iç dinamiklerini iyi kullanmak suretiyle, kimileri uzun ömürlü kimileri de kısa, yürürler mukadder âkıbetlerine.
Gün dönüp de ikbâlin yerini idbâr alınca, bütün hayatî aktiviteler de durur, nabızlar teklemeye başlar, renkler hazan yemiş yapraklar gibi sararır, hisler-heyecanlar diner ve her yan âdeta bir ölüm melodisiyle inler. Böyle bir çözülüşü bazen 'ani'l-merkez' hareketin güçsüzlüğüne, bazen temsilcilerin mefkûresizliğine, bazen hedefe tam kilitlenememeye, bazen ruhlarda dünyevîliğin ağır basmasına, bazen de ilk günkü samimiyetin korunamamasına veririz ama, kim bilir, belki de gerçek sebep bunlardan biri, belki hepsi, belki de 'Kudret-i Kâhire'nin esbap üstü meşîetidir. Bunlardan hangisi olursa olsun, insan yöneleceği kapıya yürekten yönelmez, gereken ciddiyet ve gayreti göstermez, her zaman daha engin mülâhazalarla bir tekâmül peşinde bulunmaz/bulunamaz, dahası her an yeni derinliklere açılma azmi içinde olmazsa, onun için renk atma da, sararıp solma da, hatta çürüyüp dağılma ve kendi enkazı altında kalıp ezilme de kaçınılmaz olur.
Evet, gözler hep zirveleri kollamalı, kanatlar 'daha yukarılar' deyip her zaman gergin bulunmalı, himmetler 'ulü'l-azmâne' bir çizgi takip etmelidir ki, zirvelere ulaşma, şâhikalarda dolaşabilme mazhariyeti de gerçekleşebilsin. Yoksa, duraklama ve çözülüp dağılma mukadder demektir. Kur'ân, kendi eser-i mucizesi sayılan aydınlık çağın o güzidelerden güzide topluluğuna: "Mü'minlerin kalblerinin, Allah'ı ve O'nun tarafından indirilen hakikatleri duyarak haşyet hissedip, yumuşayıp daha derin bir dirilişe erme vakti hâlâ gelmedi mi..!" (Hadîd sûresi, 57/16) diyerek onları çerçevesi verilmeye çalışılan böyle bir 'ba'sü ba'del mevt'e çağırmaktadır. Bu çağrıya uyarak mü'min, canlılığını korumak için her zaman yükselip derinleşme aşk u heyecanı içinde bulunmalı, mefkûresi adına hep yüksekleri kollamalı ve tamamiyet peşinde olmalıdır ki sıyanet görsün, devrilmesin ve yaşadığı sürece de hep taze kalabilsin...
Zira her zaman taze kalabilenlerde dehrin öldürücülüğüne karşı dirilme azmi hiçbir zaman dinmez.. ve böyle biri hangi çağda yaşarsa yaşasın İslâmiyet'i gökten indiği günün tarâvetiyle duyar, gözleri hep ihsan mülâhazasıyla açılır kapanır, ne tür bir zirvede dolaşırsa dolaşsın hiçbir şâhikayı son karargâh görmez. Hatta o, gidip bir gün Allah indindeki, melekler nezdindeki başdöndüren aşkınlıklara ulaşsa dahi her zaman yüzü yerde, gözleri ufuk ötesinde, kanatları gergin ve yüksek uçma azm ü ikdâmı içinde bulunur; bulunur ve arzlılara semavîlik törelerinden çeşit çeşit dersler sunar.
Tabiat ve cismâniyetlerine yenik düşenlerin, onca yaşama ve hayattan kâm alma tutkularına rağmen, eskiyip partallaşmalarına karşılık, bu irade ve azim insanları bütün bir ömür boyu dipdiri ve canlı kalmasını bilir ve her zaman değişik ölümsüzlük tavırları sergilerler. Okur ve yorumlarlar eşyâ ve hâdiseleri, görüp değerlendirdiği gibi nebilerin. İrtifadan irtifaa geçerler takılmadan arzın cazibesine ve sürtünme handikabına. Yürürler Allah'a yürüdükleri gibi ilklerin, beklentisiz ve pazarlıksız. Doymazlar imandaki neşveye, mârifetteki hazza ve Hakk'a gönül vermedeki lezzete. Hakk'a ulaşanları duyup görme onları daha bir şahlandırır; dökülüp yolda kalanları müşâhede ise bunları daha yürekten Allah'a yönlendirir.. yönelirler O'na, gördükleri hissizler, heyecansızlar karşısında, kulakları teşriî emirlere kapalı sağırlar ve tekvînî emirleri okuyamayan bahtsızlara rastladıkça.. onların bugünleri pırıl pırıl, talihleri aydınlık ve âkıbetleri de hep nûrefşândır.
Her günü yeni bir diriliş faslı gibi göremeyenler, varlığı içinde bulundukları devrin büyüteçleri altında okuyup değerlendiremeyenler, her gün yeni bir âlem keşfediyor gibi kendini bir kere daha derinden mütalâaya almayanlar/alamayanlar ve insan, kâinat, Allah hakkında hemen her zaman dilimine daha engin mülâhazalarla bakamayanların zamanla hissiyatları açısından yaşlanmaları, neş'elerini yitirip bir ölgünlüğe girmeleri, aşk u şevkleri adına bir humûdet yaşayıp kıvamlarını kaybetmeleri mukadderdir. Böyleleri bir yanılgı olarak kendilerini taptaze ve dipdiri görseler de her zaman bir tükeniş vetiresi içinde sayılırlar. Farkına varsınlar varmasınlar, yüreklerinde yükselme azminin bulunmayışına terettüp eden bir bitişle karşı karşıyadırlar. Dahası, anlamaz bunlar irtifa kaybettiklerini, inişe geçtiklerini ve 'hafizanallah' gidip bir yere kapaklanacaklarını...
Böyle kahreden bir durum, fertler için olduğu kadar aynıyla toplumlar için de söz konusudur; evet fertler gibi toplumlar da birer rüşeym şeklinde doğar, gelişir, olgunlaşır, hatta bazen ebediyet gamzediyor gibi bir hâl alır ve 'müşârun bi'l-benân' olurlar. Bazen de mebde'deki hayatî dinamikler aynıyla değerlendirilemez, özden uzaklaşmalar başlar, kendi olarak kalmanın yanında yenilenme vetiresi işletilemezse her şey künde künde üstüne devrilir; ne renk kalır ne de desen, hisler-heyecanlar söner, her yanda hazan çağlamaya başlar ve bir muhalif rüzgârla da bütün bütün yıkılır gider. Aksine, böyle bir toplum, konumunun farkında olur, durduğu yerde sağlam durur, kendi hayatî dinamikleriyle münasebetlerini korur ve sürekli kendini yenileyebilirse, tabir-i diğerle yırtılan, çatlayan ve kırılan yerlerini vaktinde tamir ederek mukadder gibi görünen çözülmelerinin önünü alabilirse, bir ilâhî atâ olarak ömrünü uzatabilir ve yaşadığı süreyi hep bir gençlik neşvesi içinde geçirebilir.
Aslında İslâm, müntesiplerine öylesine tazelerden taze bir ruh ve öylesine engin bir yaşama neş'esi bahşetmiştir ki, bu ruhun farkında olanların ve bu neş'eyi duyanların öyle kolay kolay devrilip gitmeleri söz konusu değildir. Bir mü'min için iman bütün güçlerin üstünde ilâhî bir güç kaynağı, İslâmiyet insanî aşkınlığın son durağı, Hak rızası da bu sönmeyen neş'enin ve bu renk atmayan canlılığın paha biçilmez armağanıdır.. ve bu donanım ve desteklerle bir mü'minin hazana yenik düşmesi, bir sürprize kurban gitmesi -Allah'ın inayetiyle- çok uzak bir ihtimaldir...
Cedlerimiz bu neş'e ve bu saadet duygusuyla dipdiri ve her zaman bir tekâmül peşinde idiler. Durdukları yerde 'sabit-kadem' ve değişme fantezisinden uzaktılar; kalbî ve ruhî hayatları itibarıyla da sürekli 'ba'sü ba'del mevt'ler yaşıyorlardı. Her gün yeni bir duyuş, yeni bir seziş, âfak ve enfüse ait yeni bir keşif ve yepyeni tahlil ü terkiplerle imanlarını bir kere daha derinden duyuyor, bir kere daha Hak tevfîkine dayanarak inançlarını yeniden inşa ediyor ve irfanlarının derinliği ölçüsünde bir aksiyon sergiliyorlardı. Her zaman Allah'ı anıp ürperiyor, tekvînî ve teşriî emirlerin mânâ, muhteva ve özünde derinleşiyor ve hep yükseklerden uçuyorlardı.
Onlar öyleydi, biz de böyle; uyanmamız sûr sesine bağlanmamışsa ihtimal bir gün biz de dirilebiliriz...
Sızıntı, Mart 2005, Cilt 27, Sayı 314
.
Fânîliklerle Kuşatılan Ruhlar
Dünyayı sadece fânî yüzü ve kendi darlığı içinde duyanlar, vicdanın onca genişliğine rağmen hayatlarını zindanda geçiriyor gibi onu karartmış sayılırlar. Bunlardan pek çoğu, böyle bir darlığı her hissedişinde, ya daha parlak ve muhteşem kabul ettiği maziye vurgun yaşar, ya da hayâllerinde şekillendirdiği tül pembe bir gelecek rüyasıyla teselli olmaya çalışır. İçinde bulunduğu en eşref gün ve saatlere sözünü dinletip onlara gönlünün boyasını çalarak kalb ve ruhun ferah-fezâ iklimlerine yükseleceğine, ya 'teselli' deyip hâli ve istikbali görmezlikten gelerek geçmişe sığınır; ya da köksüz, temelsiz bir yalancı âtî tasavvuruyla avunur durur. Bütün bunların teselli adına bir şey ifade etmediği/etmeyeceği açıktır; ama gel gör ki, o bir türlü bunu anlamamaktadır.
Evet, gelecek asla unutulmamalı, o her zaman millî ruh desenimize göre değişik ihyâ ve inşâ projelerine esas kabul edilmeli ve ona saygı duyulmalı; şanlı geçmişimiz de hep hayırla yâd edilmeli, ruh ve mânâ köklerimiz hatırına da her zaman müracaat edilecek bir kaynak sayılmalıdır. Bütün bunların yanında, daha çok da içinde bulunduğumuz zaman üzerinde durulmalı ve evrile-çevrile değerlendirilmelidir ki, bence bazılarını sıkan ve bunaltan darlıktan kurtulmanın yolu da bu olsa gerek.. yoksa, ne 'her yer karanlık' deyip geçmiş adına bir kısım ustûrelere sığınmakla ne de eşyânın tabiatını görmezlikten gelerek âtî hesabına tutarsız hülyâlara dalmakla kat'iyen bir yere varılamaz. Şimdiye kadar bu tür hülyâlar hasret, hicran ve inkisarlarımızı artırmaktan başka bir şeye yaramamıştır.
Ama ne acıdır ki, bazı kimseler, bulundukları durumun darlık ve sıkıcılığını iman ve Hak'la münasebetlerini güçlendirerek aşacaklarına, sürekli gel-gitler yaşayarak boş kuruntularla ömür tüketmektedirler.
Böyleleri için hayat çok kısa ve sınırlıdır; onun ne insanın emellerine cevap verecek bir vüs'at ve derinliği ne de hislerinin enginliği açısından ümit vaadeden bir yanı vardır. O fevkalâde vefasızdır; ne yemeye doyar, ne de yedirmeye 'eyvallah' eder. Senin olup olmadığı belli değildir; bir ömür boyu sırtında taşırsın da bilinmedik bir dönemeçte 'Allah'a ısmarladık' demeden çeker gider. Evet, kimsenin elinde mîâdını gösteren bir senet yoktur. Yaş ortalaması denen sınır kime vefa yüzü gösterir, o da belli değildir. Mukadder gibi görülen ömrü son damlasına kadar yaşayanların sayısı belli şart ve belli ortamlara göre farklı farklıdır: İnsan herhangi bir sabah veya akşam, ya da günün belirsiz bir saatinde, kendi hâlinde, her şeyden gafil, karşısına çıkacak sürprizlerden habersiz, bir yolda yürürken, şu veya bu şekilde bir iş görürken derlenip toparlanma fırsatını dahi bulamadan tutuştururlar eline tezkeresini ve Yunusça ifadesiyle 'Bindirirler cansız ata/İndirirler zulmete/Ne ana var ne ata/Örtüp pinhân ederler.' Biter onun için her şey; kopmuştur arkada bıraktıklarından; maldan-menâlden, evlâd u ıyalden. Bir hiçle karşılaşırlar ömür çerçevesinde ağlayıp sızlayanlar veya cenazesine koşanlar.
Ne gariptir ki, bir ömür boyu böyle bir sonun hesabı hiç mi hiç yapılmamıştır. Bu itibarla, o güne kadar devam edegelen ve bir yekûna varması hayâl edilen o bin bir hesaba bağlı kombinezonun bir daha meydana gelmesi de asla mümkün değildir. Ona ait hesaplar defteri kapanmış ve bütün o dar hesapları alt-üst edecek yeni bir muhasebe faslı başlamıştır. Buna her şeye 'elvedâ' faslı da diyebiliriz; hayata elvedâ, güzelliklere elvedâ, tadıp doyamadıklarımıza elvedâ, gidip gurûba kapanan bütün ümit ve beklentilere elvedâ faslı... Bütün arzuların sönüp kül olduğu, bütün hülyâların serâba döndüğü, bütün emellerin dibe vurduğu, bütün hüzünlerin daha bir koyulaştığı ve bütün ideallerin yıkık bir rüyaya dönüştüğü böyle bir durumda, kim olursa olsun, o kendini iyiden iyiye sallantıda hisseder; belki de yıkılır dize gelir; ama, artık yapacak fazla bir şey de kalmamıştır.
Devrilip toprağın bağrına gömüleceğini tahayyül ettikçe kara kara düşünmeye durur; her şey gibi fânîliğin onun hakkından da geleceği mülâhazasıyla ecel terleri döker, çaresizlikle inler; inler sırça saraylarının yıkılıp gitmesi, hülyalarının alt-üst olması, gülüp eğlenmenin, sevip sevilmenin ve hayattan kâm almanın sona ermesi karşısında. Artık ruh dünyasında hazan uğultularıyla esmektedir esen her rüzgâr ve hayat boşalma sesleri vermektedir ona göre her yanda. Böyle bir boşluk hissiyle onun nazarında, milyonlarca-milyarlarca insanın müşterek duygu, düşünce ve tecrübesinden örülmüş nizam ve intizam da diyebileceğimiz kültürler, medeniyetler, felsefeler de gidip aynı müphem ve belirsiz boşluklara akmaktadır. Gelenler tıpkı gölgeler gibi gelmekte, gidenlerse hayâllere karışıp yok olmakta.. ve böylece bir zamanlar toz pembe görünen her şeyin ve bütün hayatî aktivitelerin yerlerini bomboş çerçeveler, silik çizgiler ve sopsoğuk yokluklar almaktadır.
Artık, ne o her zaman renklerle tüllenen güzelliklerden bir parıltı, ne o pırıl pırıl simalardan bir eser, ne de o baş döndüren cazibelerden bir iz kalmıştır... Görünmüştür gayrı o yalancı rüyanın dibi ve en sevimli çehreler yokluğun ezip geçtiği yollarda hazan yemiş yapraklar gibidir.
Evet, kimilerince, ölümle insan ruhunda açılan oyuklar öyle derindir ki, böyle bir boşluğa açılan her ruh orada kendi yokluğuyla ürperdiği gibi, diğer insanların, milletlerin, hatta bütün varlık ve kâinatların gidip hiçliğe dökülmesiyle de irkilir ve dehşetler yaşar. Böylelerinin mızraplarından sürekli hasret ve hicran nağmeleri yükselir.. hep âh u vahlar duyulur çevrelerinde ve 'Şu vahşetzâra geldim ama bin peşîmânım.' şikâyetleriyle inler o karanlık iklim.
Genç olsun ihtiyar olsun, hayatını beden ve cismâniyetin darlığında yaşayanlar için böyle bir hicran ve inkisar kaçınılmazdır. İçki, kumar, eğlence ve çakırkeyf yaşama iptal-i his nevinden belki bazılarını avutabilir, ama mutluluk adına onların da kat'iyen bir şey ifade ettiği söylenemez; aksine onlara müptelâ olanların her zamanki hâlleri stres, çılgınlık, hafakan ve cinnettir. Kıvranırlar iç içe ızdıraplarla her an; kapkaranlık duygularla soluklanırlar muttarid ve hezeyan yaşarlar sürekli...
İmandır, ümittir, vicdan genişliğidir insanı kendi darlığından kurtarıp kalb ve ruhun ferah-fezâ iklimlerinde dolaştıran.. ilhad, inkâr, şek ve tereddüdün sisini-dumanını silip herkese rahat bir nefes aldıran.. zindanları saraylara çevirip insana Firdevs esintileri yaşatan.. ve bu küçücük insanoğlunu kâinatlara denk, hatta onları da aşkın vüs'ate ulaştıran... Bilmem ki, cismâniyetteki darlığa takılıp ruhundaki genişliği göremeyen günümüzün görme özürlülerine bunları anlatmak mümkün olacak mı..?
Sızıntı, Aralık 2004, Cilt 26, Sayı 311
.
Gaflet; dalgınlık, dikkatsizlik, kendinde olmama; gafil de çevresinde olup bitenlerden habersiz, her zaman şaşkın ve halkla münasebetleri açısından da dikkatsiz yaşayan demektir. Uyur-gezer gibidir gafil; yürür, fakat yürüdüğünün farkında değildir. Bir şeyler yapar ama, ne yaptığını tam kestiremez. Hedefsizdir, çok defa abesle iştigal eder; eder de hep yürüdüğü yollara ve içinde yaşadığı zamana yenik düşer. Doğrusu, onun davranışlarında bir gaye aramak da beyhudedir; zira o bakıp da görmeyen, işitip de anlamayan öyle bir şaşkın ve öyle bir dalgındır ki, bazen etrafında cereyan eden kızıl-kıyamet hâdiselerden bile habersiz yaşar.
Yıllar var ki, bu tali'siz coğrafyanın insanları -ona da yaşama denecekse- hep böyle yaşadı; gafletle oturdu, gafletle kalktı, bir gaye-i hayali olmadı ve sürekli gününü gün etme peşinde koştu.
Aslında, böylelerinin hiçbir zaman başka türlü olmaları düşünülemez; bunlar yer-içer, yan gelir kulakları üzerine yatarlar; ne maziyi görürler, ne de müstakbeli; Ömer Hayyam edasıyla: 'Geçmiş gelecek masal hep/Eğlenmene bak, ömrünü berbat etme!' der, kendilerini 'bel hüm edall'[1] gayyalarına salar ve hilkat seviyelerine rağmen bir hayat yaşarlar. Ne minarenin sesini duyar, ne mâbedden bir şey anlar ne de varlık ve eşyanın ifade ve beyanına kulak verirler. Kâinat kelime kelime, satır satır, paragraf paragraf bir şeyler anlatırmış; her yandan üzerlerine sağanak sağanak nimetler yağarmış; yer yer nankörlüklerinden dolayı arz u sema hâdiseleriyle ikaz edilirlermiş; her hâdise fasih beyan onlara neler ve neler anlatırmış... onlar bütün bu olup bitenlerden hiçbir şey anlamaz, hatta çok defa bu mütemâdî ikazların, bu devamlı tenbihlerin farkına bile varamazlar. Farkına varmak bir yana, bazen ilâhî tenbihlere isyan ve küfranla mukabelede bulunur; ihsan ve lütuflar karşısında da daha bir gaflete gömülür ve bohemlik soluklamaya dururlar.
Gafiller, nimete nimet demez, ihsanı ihsan bilmez, ikaza kulak vermez; belâ ve musibetlere gelince, azıcık inançları varsa, onu da kadere verir ve takdiri taşa tutarlar; yoksa, tabiî sebeplere bağlar, temerrütlerine devam ederler. İş dönüp de ilâhî lütuflar söz konusu edilince, her şeyi kendilerinden bilir ve 'ben, ben' diye nefes alıp vermeye başlarlar. Aksine işleri bozulup düzenleri alt üst olunca da, âh u vâh edip ellerini ovuşturur ve inlemeye dururlar. Ne var ki artık iş işten geçmiştir; geçmiş ve dünyevî perde kapanmış, yeni bir perde açılmıştır. Bu perde daha ürpertici ve daha müthiştir; evet, 'Ahiret azabı çok daha çetin ve daha şiddetlidir.'[2]
Ama ne acıdır ki, gafil, ne burada başına gelenlerden ne de ötede kendini bekleyenlerden haberdardır; gafletle oturur, gafletle kalkar.. düşünmez bugünü-yarını.. tanımaz hakkı-hukuku, çiğner çiğneyebildiği herkesi.. bir fitne olur eser her yanda ve katar karıştırır her tarafı. Gücü yettiklerini ezerken, gafildir, düşünmez onu da ezecek bir güçlünün bulunduğunu. Kendince ters gördüklerini değişik ad ve unvanlara bağlayarak haklarken de kendi âkıbetini hiç mi hiç hesaba katmaz. O, fevkalâde şımarık ve küstahtır. Zulüm ile âbâd olacağını sanır ama, kendini acı bir son beklemektedir; bu acı son en hafifinden hüsran ve nedamettir...
Şüphesiz onun bu türlü tavır ve davranışlarına karşı iman ve mefkûre insanlarına da düşen bir kısım sorumluluklar vardır: Bir mü'min, 'Nasıl olsa Allah'a inanıyorum' diyerek yan gelip yatamaz. Horlanıp hakir görülmeyi tabiî karşılayamaz. Haklarının elinden alınması karşısında sessiz kalamaz. Vazifesidir Allah'a dayanıp peygamberâne bir azim içinde bulunması, bir hikmet eri gibi iradesinin hakkını vermesi, iman serasına sığınıp Hak rızasına müteveccih olması, 'Ben de varım!' deyip bütün imkân ve kabiliyetlerini düşünce dünyasının ihyası adına harekete geçirmesi, her zaman ciddî bir sorumluluk şuuruyla hizmete âmâde bulunması, kalbî, ruhî, aklî, mantıkî bütün güç kaynaklarını ferdî ve millî dirilişi istikametinde kullanması... evet, bu icmâlî hususların hemen hepsi bir mü'min için çok önemlidir.
Bu itibarla da diyebiliriz ki, dine-diyanete saygılı, ülke ve ülküsüne kilitlenmiş yüksek karakter ve derin mefkûre insanları yetiştireceğimiz güne kadar, ehl-i gaflet ve dalâletin baskı ve dayatmalarına karşı koymak mümkün olmayacaktır. Birkaç asırdan beri devam edegeldiği gibi bundan sonra da insanımız sürekli iğfal edilecek.. tiranlar zayıfları ezmeden geri durmayacak.. insanî değerlere saygısızlık devam edecek.. Allah'ın adı unutturulmaya çalışılacak.. Resûl-i Zîşân'a açık-kapalı hakaretler yağdırılacak.. ırz ve namus mülâhazaları hafife alınacak.. fuhuş revaç bulacak ve bohemlik şahlandırılarak saf yığınlar cismaniyetin azat kabul etmez köleleri hâline getirilecektir.
Evet, hep imanlı ve ümitli olmalıyız ama, bir o kadar da azimli ve kararlı duruş içinde bulunmayı ihmal etmemeliyiz. Yıllarca ve yıllarca içte ve dışta ruh ve mânâ köklerimize düşman olanlara karşı gösterilen acz ü zaaf, millî değerlerimizi tezyif eden bir toplumu ve bazı kesimleri daha da cesaretlendirdi; masum ve mağdurların ezilmesini biraz daha kolaylaştırdı. Bir büyüğün ifade ettiği gibi, aç kurtlara karşı tahabbüb gösterildi ve onların iştihaları kabartıldı. Sonra da onlar dönüp dişlerinin kirasını istemeye durdular. Ezdiler bizi ve omuzlarımıza basıp bir yerlere yükseldiler, ancak hiçbir zaman insanca davranmadılar. Aksine, her defasında kendi bâtıl düşüncelerini dayattı ve herkesi kendilerine benzemeye zorladılar.
Ne var ki, bütün bunlara rağmen, birkaç asırlık bu acı serencâme bundan sonra da hep böyle devam edecek demek değildir; dünya var olduğu günden bu yana, ışık her zaman karanlığı kovaladı durdu.. geceleri sürekli gündüzler takip etti.. zaman dairevî cereyanıyla dün ağlattıklarını ertesi gün güldürdü.. ve kapkara günler bağırlarında ne nevbaharlar ne nevbaharlar yetiştirdi.
Millî ses muvakkaten kesilse de hiçbir zaman tamamen susmaz/susturulamaz. Ağzına fermuar vurulsa da, o mutlaka değişik enstrümanlarla kendini yine ifade eder ve maksadını çevresine behemehal duyurur. Gafiller uyansın-uyanmasın, o, mutlaka bir gün minarelerden yükselen sesler gibi ta yatak odalarımıza kadar gelip ulaşacak ve bize kendimiz olmamızı fısıldayacaktır.
Bugüne dek yüz defa kefeni gömlek yaptığımız gibi, son bir kere daha silkinip kalkmamız ve kendi ayaklarımız üzerinde durmamız neden mümkün olmasın ki!? Şimdi müsaade ederseniz konuyu bir eski nazımla noktalamak istiyorum:
Ey mâyesi nurlarla yoğrulmuş millet!
Hele dişini sık, az daha sabret!
Aman sönmesin sinendeki himmet!
Son durağın 'devlet-i ebed müddet'...
Hiç durma yürü ki yollarda gözler!
Durmuş şehit baban yolunu gözler,
Geril, koş, seni bekliyor pürüzler,
Şahlan ki sevinsin kederli yüzler...
[1] 'Hâsılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar onlardır.' (A'râf sûresi, 7/179) âyetine işaret edilmektedir
[2] Ra'd sûresi, 13/34
Sızıntı, Nisan 2006, Cilt 28, Sayı 327
.
Hak Karşısındaki Konumu ve Duruşuyla İnsan
İnsanoğlunun yaratılışı varlığa farklı ve derin bir ses katmıştır; o, yaratılış ağacını tamamlama vadiyle gelmiştir dünyaya. Ruh ve cismin birleşik noktasına otağını kuran mihnet yurdunun bu çileli yolcusu, her biri varlığının ayrı bir derinliği sayılan bu iki cevheri dengeli tutmada oldukça zorlanmış ve bir sancak gibi dalgalandığı aynı anda devrilme telaşları yaşamıştı/yaşıyor; sonra da özel bir inayetle doğrulup gaye-i fıtratı, netice-i hilkati diyebileceğimiz hedefine yürümüştü. Onun hayatı adeta bir dantela gibi hep sevinç ve keder atkıları üzerinde örgüleniyordu. Dünyaları-ukbâları peyleyecek cevher onun ruhunda idi; ama, ebedî hasmı şeytan da her zaman ense kökünde onu çarpmak için fırsat kolluyordu. Bu itibarla da o, ebediyetleri peylemeye çalışırken peylenme tehlikesiyle de karşı karşıya bulunuyordu; öyle ki, bir yandan sarraflık yapıp herkesin eteklerini mücevherlerle dolduruyor; diğer yandan da sürekli başının üstünde o uğru ve şakînin gölgesini hissediyordu.
Onun varoluş takdiri herkese ve her şeye bişaretti; ama, hususi donanım ve konumu da beraberinde bir hayli sorumluluğu gerektiriyordu. O mutlaka farklı yaratıldığını doğru okuyup donanım ve konumuna göre bir tavır almalı ve mâhiyetiyle mütenasip bir duruşa geçmeliydi. Aksine, irtifa kaybından ötürü cezalandırılması söz konusuydu. Onu, özel bir takdirle planlayan, maddî-manevî duygularla donatıp bir hilkat harikası haline getiren Zat, ondan şeklinin-şemâilinin, edasının-endamının takdir ve şükrünü istiyordu.
Evet insanoğlu, iç ve dış donanımı, –kaynağı Hak inayeti– güzellerden güzel sureti, vicdanî genişliği, mâhiyet zenginliğiyle bir kıvam örneği ve "ahsen-i takvîm" âbidesidir: O her yanıyla bir hilkat mucizesi, her uzvunda tam bir tenasüp nümâyan, zâhir ve bâtın ahengiyle de başdöndüren bir mükemmeliyet içindedir. Onun iç ve dış duyu organlarının, bu mükemmel yapının hendesesine göre planlandığı apaçık. Dünya-ukbâ derinlikleriyle –şart-ı âdî planında– her iki âlemi de mamur kılabilecek bir keyfiyeti hâiz.. mâhiyet ve donanımı herhangi bir fânî güç ve tâkate verilemeyecek kadar harika, olabildiğine değerli ve o aşkın kudretin en bariz remzi.. eli-ayağı, gözü-kulağı, dili-dudağı, kafası-dimağı, eti-kemiği, damar sistemi, mafsalları, sinir ağları; ruhu-kalbi, hissi-zihni, şuuru-aklı, mantığı-muhakemesi, ümitleri ve emelleriyle o Müteal Kudret'in en güzîde eseri; kainâtların bir misâl-i musağğarı; mülkün-melekutun özü, üsaresi, sınırlılığı içinde kevn ü mekanlar kadar bâtınî vüs'ati, zâhiren dar bir çerçeveye sıkıştırılmış küçük görünümlü olmasına rağmen zenginlerden zengin muhtevası ve canlılar alemi şiirinin bir bercestesi, diğer bir mana itibarıyla kâfiyesi; mükemmellerden mükemmel öyle bir tanzim içindedir ki, onda ne göze ilişen münasebetsiz bir çizgi, ne de zevk-i selimi rahatsız edecek bir aykırılık söz konusudur. Aksine o, hacmi, şekli, heykeli ve hendesesi bakımından olabildiğine ölçülü, düzgün ve pürüzsüz; hareketleri, tavırları, oturup kalkışı, konuşması, mimikleri, yeyip içmesi, sesi-sözü, yürüyüşü, oturuşu-kalkışı ve değişik pozisyonlardaki duruşuyla harikulâde, "Allah vergisi" denmeye sezâ ve eskilerin ifadesiyle bir "nüsha-i kübrâ"dır. Öyle ki, kör olmayan her göz, sönmemiş her hissiyât ve fikredebilen her akıl ondaki bu iç içe güzellik ve endam karşısında kendisini hayretten alamaz ve Yaratan'ın ondaki nâmütenâhî rahmanî tecellîleriyle olduğu yerde kalakalır...
Bütün bunların ötesinde, Allah'ın insanı hilafet pâyesiyle şereflendirmesi onun için mansıplar üstü bir mansıptır. Kur'an-ı Kerim insanı Allah'ın halifesi olarak zikreder. Buna göre, yerlerde, göklerde ne varsa, her şey bir manada onun için var edilmiştir. Musahhardır varlık ve bütün eşyâ onun emrine. Evet, mikro varlıklar o mini dünyalarıyla, makro alemler o baş döndüren mehâbetleriyle, bir zaviyeden insanoğlu için var edilmiş ve onun maslahatlarına muvafık yaratılmışlardır denebilir. Böyle bir teshîr ve emre amade kılma ne insanın yapabileceği türden bir iştir, ne de şuursuz eşya ve kör tabiata havale edilebilecek gibidir. Bu geniş alanlı ve olabildiğine kapsamlı musahhariyet, sonra hilafet unvanıyla umum varlığa müdahale hakkı, ancak ve ancak Allah'ın lûtfu ve yaratmasıyla olabilir.
Ayrıca, hangi mânâda olursa olsun, eğer, gökler-yerler, dağlar-dereler, ırmaklar-denizler ve onlarda yüzen gemiler, mikro dünyalar-makro alemler insana musahhar kılınmış ve onun okuyup değerlendirmesine, değerlendirip yorumlamasına sunulmuşsa –ki öyle olduğunda şüphe yok– bu da insanın her şeyden daha değerli ve nezd-i ulûhiyette özel bir kıymeti haiz bulunduğunu, hatta Allah'ın hususi bir kısım mükerrem ibadı müstesnâ, insanoğlunun her şeyden daha üstün olduğunu gösterir. Bu itibarla da ona ait hiçbir şey, dünyevî hiçbir değer karşısında feda edilemez; zira o, bedeli bulunmama imtiyazıyla dünyaya gönderilmiş farklı bir varlıktır...
Elbette ki insan bu aşkın mazhariyetleri, o küçük cirmi, o ehemmiyetsiz maddesi ve cismaniyetiyle ihraz etmemiştir, edemez de; zira o, beden ve cismaniyeti itibarıyla bütün varlık karşısında bir zerre bile değildir. Ne var ki, ahsen-i takvîm sultanı bu hususi yaratığın özü, mâhiyeti, iç donanımı ve bilhassa o "nefha-i ilahî" olan ruhuyla, bütün kainâtlar karşısında bir fâikiyeti söz konusudur.. ve bu yanı itibarıyla da, "Onun mâhiyeti meleklerden de ulvîdir/Avâlim onda pinhandır, cihanlar onda matvîdir." (Akif)
Zaten o, varlığa müdahele etme, bazı şeylerin şeklini, mâhiyetini değiştirme, eli ulaştığı ölçüde çevresini bediî zevklerinin rengine-desenine göre boyama selahiyetiyle bu dünyaya gönderilmiş bir halife ve hususi bir misafirdir. Aksine bir kısım maddeciler gibi, onu, yiyen-içen, cismanî zevklerini takip eden, sonra da yan gelip yatan bir varlık olarak düşünür ve öyle de görürseniz ona hakaret etmiş ve onu küçük düşürmüş olursunuz. İnsan, horlanacak ve küçük görülecek önemsiz bir varlık değildir; o, Kudret-i Sonsuz'un, varlığına câmi' bir ayna olarak yarattığı harika bir cevherdir. Evet, âlem-i mülk ve melekûtun sahibi kendini bir kere de –istiğnası müsellem– onunla ifade etmek istemiş; onu Zatına mücellâ bir mir'at edinmiş ve kalbini esrâr-ı sübhâniyesine bir mahzen, lisanını da hakâikına bir tercüman kılmıştır. O, istediği için böyle olmuştur; istemeseydi ne insan ne de bir başka nesne var olamazdı.. ve O, kayyûmiyetiyle burada durdurmasaydı hiçbir şey duramaz, hiçbir varlık da olduğu gibi kalamazdı. İnsanoğlu, Cenab-ı Hakk'ın varlığa talakatli bir tercümanı, topyekün varlık da, okuyup değerlendirmek, yararlanıp şükretmek için ona Yüceler Yücesi'nin ayrı bir lûtfu ve armağanıdır: Bütün semâlar ve ondaki aylar, güneşler, yıldızlar; bütün küre-i arz ve ondaki canlı-cansız her varlık: hava, su, toprak, topraktaki değişik madenler; ağaçlar-otlar, kuşlar-kurtlar, ovalar-obalar ve her yanda tüllenen güzellikler, tüllenip herkesi büyüleyen renkler, iç içe desenler, çeşitli telden nağmeler, her bucakta duyulan sihirli şîveler Yaratan'dan, "halifem" dediği zata, onun donanım ve konumunu işaretleyen birer teveccüh ve iltifattır.
Bütün bunları, kendilerine has derinlikleriyle duyup hissedebilenler, aczlerinin çehrelerinde Rabbilerinin sonsuz kudretini okur; fakr u ihtiyaçlarının simalarında O'nun servet ve zenginliğinin eserlerini görür; tefekkür ve şükür arası gel-gitler yaşar, sürekli marifetle soluklanır, bir aşk u şevk çağlayanı gibi gürler; sonra da yürür mihrabına ve Yaratan'ı karşısında iki büklüm olur. Zamanla böyle bir ruh, bir marifet ve muhabbet tiryakisi halini alır; sever O'nu yürekten, saygıyla anar andığı zaman. Gönlünde mağmalaşır aşk u iştiyak; dilinde içinden süzülüp gelen her biri bir kor iştiyak neşîdeleri, lisanında varlığın özünden fışkıran hikmet şiirleri, gözlerinde O'nun sonsuz güzelliğinin değişik dalga boyunda farklı tecellîleri; O'nu söyler her zaman bülbüller gibi şakıyarak; O'nu mırıldanır nazmında, nesrinde, "Bu O'nun hakkı" diyerek ve bir ihsan eri edasıyla O'nu görüyor gibi olmanın mehâfet ve mehâbetiyle oturup kalkmaya durur hayret ve hayranlık duyarak; duymalıdır da, zira o bunları görecek, duyacak, seslendirecek kıvamda yaratılmıştır. O, zâhir ve bâtın hasseleriyle yaratılanlar arasında bir farklılığın remzi ve bir teveccühün de işareti gibidir.
O, yaratılışından itibaren sayılamayacak kadar iltifatlar görmüş; meleklere mihrap olmuş; isimler ufkunda Müsemmâ-yı Akdes muhaveresine ermiş, "emanet-i kübrâ"yı yüklenmiş; arzın imarına yürümüş; orada ebediyet düşüncesiyle bir kere daha dirilmiş; ahlak-ı ilahî ile tam tahalluk ederek "safiyyullah" unvan-ı celîlini almış; tabiatının gereği olarak bir kere sürçmüşse de iradesinin hakkını vererek hemen doğruluvermiş; emre itaatte inceliği ilk kavrayan olarak, Rabbine karşı o muvakkat muhalefetini her zaman nedamet hisleriyle hatırlamış ve derinden derine inlemiş; Cennet'ten uzaklaşırken bile oraya dönüş kurallarını elinde sımsıkı tutmuş ve bütün düşme haybeti yaşayan bizler gibi kimselere doğrulup yoluna devam etme örneği olmuştur. Ufkunun karardığı günlerde bile o, Cennet'e, ebedî saadete ve ilahî cemâli temâşâya namzet olduğu ümidini hiç mi hiç yitirmemiştir; yitirmemiş ve elli türlü devrilme ihtimaline rağmen elinden geldiğince ayakta durmaya çalışmış ve hep Rabbine yürümüştür.
Aslında bu, bütün mü'minlerin de kaderi, macerası, mecburi yolu, tabiî güzergahı ve Hak'la münasebetleri çerçevesinde hayat hikayesidir: İnsan, Allah'a inandığı, inanması ölçüsünde O'na saygılı olduğu, nimetlerine karşı şükürle mukabelede bulunduğu takdirde gün gelir başı gökler ötesi âlemlere ulaşır, rûhânîlerle aynı atmosferi paylaşır, istidadı müsaitse gider meleklerle selamlaşır. "Cennetü'l-Me'vâ" der ilerler ve mevsimi gelince yürür "Sidretü'l-Müntehâ"da ikamet eyler...
İnsanın Konumu
İnsan, Allah'la münasebetlerinin yanında, Hakk'ın "emanet" dediği mükellefiyetin de biricik emanetçisi konumundadır. Keza, hilâfet pâyesi zımnında, mahlûkat üzerinde tasarruf ve hükümranlık hakkı da yine niyâbeten ona tevdî edilmiştir. Bu itibarla da, bütün mazhariyet ve mükellefiyetlerinin yanında ona emin, sadık ve ismet gayreti içinde olma gibi sorumluluklar da yüklenmiştir. O, Allah'a karşı emin, doğru; insanlara karşı güvenli, mûtemet; kendisine karşı sorumlu ve afîf; elinin altındaki her şeye ve herkese karşı da merhametli ve güvenilir olmalıdır ki, aslında hilâfet ruhu da işte bu esaslar üzerinde dönüp durmaktadır; dahası, insanoğlunun diğer canlılardan farklılığı da büyük ölçüde yine bu hususlara dayanmaktadır. İşte bunlarla o, varlık üzerindeki gerçek fâikiyetini ortaya koymuş olur. Bunlar sayesinde, hayatını gönlünün çizgisinde sürdürür. Bunlarla, ötelere ait istek ve beklentileriyle tavırları arasındaki farklılığı aşar.. ve bunlarla kendisine olumsuz bakanlara en ikna edici cevaplar vermiş olur.
Aksine o, böyle bir güven, doğruluk ve ismet gayreti sergileyemez, kendisine emanet edilen mâhiyet-i insaniyeyi insana yakışır şekilde koruyamaz, zâhir-bâtın hâsselerini yaratılış gayesi istikametinde kullanmaz/kullanamaz, din ve dünya işlerinde Hak rızasına kilitlenip elinden geldiğince mefsedetlerden uzak duramaz ve başta insanlar olmak üzere herkese, her şeye karşı bir halife ve emanetçi gibi titiz davranmazsa, potansiyel olarak yeri "a'lâ-yı illiyyîn" iken, bir hain, bir gâsıp, bir şakî, bir mütecaviz gibi aşağıların aşağısı mânâsına "esfel-i safilîn"e yuvarlanıverir.
Evet, bir insanın gerek ilâhî hak ve vazifeleri, gerek kendine karşı sorumluluk ve vecibeleri, gerekse başkalarının haklarına saygılı davranması... gibi hususların hemen bütünü onun insan olma farklılığıyla dünyaya gönderilmesine terettüp eden sorumlulukları cümlesindendir. Ne var ki, bunlara tam riayet edebilme de büyük ölçüde vicdanın hayatiyetine ve genişliğine kalmış bir şey. Vicdanı dar kimselerin bu sorumlulukları arızasız yerine getireceklerini beklemek beyhûdedir.
Vicdan, cehalet, kibir, gurur, bencillik gibi şeylerle daralır, büzüşür ve bir hodgâmlık dehlizine dönüşür. Vicdan genişliği, ilim, mârifet, muhabbet, mehâfet ve diğergâmlık hisleriyle mâmur gönüllere Allah'ın semâvî bir armağanıdır. Bir vicdan, bilgiye âşık, mârifet tiryakisi, muhabbet soluklu ve Yaratan'dan ötürü herkese karşı da alâka duyuyorsa, o vicdanda içtimaî ruh belirmeye başlamış demektir ki, biz buna vicdan genişliği veya inkişafı diyoruz. Böyle bir ruh-u içtimaîye, insanın her türlü bencilce tavırlardan sıyrılarak isminin özündeki ünsiyete yönelmesi demek de mümkündür. Böyle bir ünsiyetle o, Rabbini "Celîs ü Enîs" görür, O'ndan gelen rahmânî teveccühlerle bütün varlığın ünsiyet solukladığını duyar gibi olur. Her şeye ve herkese hep sıcak mukabelede bulunur. Derken, sadr u sinesi cihanları istiâb edecek kadar genişler; buna karşılık, ruhunda kibir, gurur, bencillik alanları da daraldıkça daralıverir. Bu suretle o, bir mahviyet ve tevazu insanı hâline gelirken, ferdî muhiti de birdenbire rûhânîlerin atmosferine dönüşür ve o atmosferde sürekli rûhânîlik esintileri duyulmaya başlar.
Aslında bir içtimaî heyette genişlik ve kuşatıcılık fertten başlar; fert, engin ruhlu ve engin vicdanlı ise, toplum da aynıyla o mükemmeliyeti aksettirir. Fert, duyguları itibarıyla dar, düşünceleri benlik çıkmazında ve mülâhazalarında da egosunu aşamıyorsa, bu tür parça ve parçacıklardan sağlam bir heyetin oluşması düşünülemez; hele büyük ve yüksek bir milletin teşekkülü asla.! Zira bir toplumu hakiki mânâda büyüten, yükselten, o toplumu meydana getiren fertlerdeki içtimaî ruh genişliğidir.. ve o toplumun istikbal vâdetmesi, uzun ömürlü olması ve devletler arası muvazenede kayda değer bir hizmet görmesi de böyle bir ruh-u içtimaîye bağlıdır. Düşünce ufukları itibarıyla fertler kendi egolarını aşamamış, aşanlar da bunu gerektiği gibi seslendirememiş, seslendirip mensup oldukları heyet-i içtimaiyenin her kesimine mâl edememişlerse, böyle bir milletin zamanla kuruması, çözülmesi ve başkaları tarafından yutulması kaçınılmazdır. Tarihinin en karanlık ve en perişan günlerini yaşayan, bahtsız bir coğrafyanın zamanzede çocuklarının bugün, bunun en acı örnekleriyle yüz yüze bulunduklarını söyleyebiliriz.
Bizim dünyamızda bu olmamalıydı; zira, iman gibi dünyaya meydan okuyacağımız bir dinamiğimiz vardı. Bediüzzaman'ın ifadesiyle "İman hem nur, hem kuvvettir; hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir." Ama, ihtimal iman hususunda bizim ciddî bir kısım problemlerimiz var; bunlar, imanın o yenilmez gücünü belli ölçüde sarsıyor, belki de kırıyor ve İslâm'la tam bütünleşmemize, onu tabiatımızın bir derinliği hâline getirmemize mâni oluyor. Dolayısıyla da, sürekli bencilliğimize takılıyor; gururumuzla, kibrimizle, kendi güç kaynaklarımızı hebâ ediyor; çıkar duygularımız, şöhret marazımız, makam hırsımız, kaba kuvvet kullanma zaaf ve boşluğumuz bizi, içinde bulunduğumuz toplumdan koparıyor, vicdan ufkumuzu daraltıyor ve ruh-u içtimaîmizi öldürüyor. Öyle ki, bir türlü millet fertleriyle yürekten bir araya gelemiyor, onları kendimiz gibi duyamıyor, zevk-elem paylaşamıyor, aksine sürekli taarruz duygularıyla oturup kalkıyor ve birbirimizi yiyip bitiriyoruz.
Oysa bir zamanlar, hep aynı şeylere inanıyor olmamız bizi birbirimize sımsıkı bağlıyor, ibadetlerimiz her gün birkaç kez bizi yan yana getiriyordu. Yüksek mefkûrelerimiz ve Hakk'a adanmış ruhlarımız sayesinde hem Hakk'a hem de halka her zaman yakın duruyorduk. Allah'a kul olma duygumuz bizi şuna-buna kulluk zilletinden kurtarıyor ve bize hakiki hürriyeti soluklama imkânı veriyordu. Düşünce ve inanç dünyamız itibarıyla âdeta bir hülya âlemi yaşıyorduk: Namaz kılıyor, Allah'a intisapla soluklanıyor; oruç tutuyor, O'nun yakınlığına yürüdüğümüzü hisseder gibi oluyor; zekât veriyor, kendimizi Allah'ın lütfettiği mal-mülk üzerinde birer emanetçi gibi görüyor ve karşı tarafa minnet etmeye bedel, hakkını alıp bizi sorumluluktan kurtardığı için minnettarlık duyuyor.. ve hemen ferdî her vazifemizde çevremize ipekler gibi yumuşak davranıyor, herkese sımsıcak mesajlar gönderiyor ve ömrümüzü ruh-u içtimaînin o ferah-fezâ ikliminde Cennet'e ermişler gibi geçiriyorduk. Herkesle beraberdik, acılarımızı bugün duyduğumuz ölçüde asla hissetmiyorduk ve vicdanlarımızın vüs'ati sayesinde, içten içe toplumun her yanında üfül üfül huzur esiyordu. Kibir târumâr, bencillik paramparça, gurur ayaklar altında, kıskançlık kapı kapı kovulan bir lânetlik, kin, nefret şeytana ve şeytanî evsafa karşı caydırıcı bir silah gibiydi ve her yanda bir kardeşlik ruhu nümâyândı.
Aslında, Hakk'ın azamet ve kibriyası karşısında, "konumum ve durumumun icabı bu olmalı" deyip el-pençe divan duran, ayağını bastığı aynı noktaya iki büklüm olup yüzünü süren ve kendini insanlardan bir insan görerek onlarla beraber bulunmayı millî ve içtimaî ruhun gereği sayan birinin, insanı küçülten, onun vicdanını daraltan ve mâhiyet-i insaniyeyi cismâniyetin dar zindanına hapseden gururla, kibirle, bencillikle, hırsla, kinle, nefretle ne alâkası olabilir ki ve olamamalıdır da. Bunun yanında o, başkalarına karşı da zillet göstermemeli ve hiçbir kimseye serfürû etmemelidir. Zira o, günde birkaç defa koşup Allah'ın huzurunda yerlere yüz sürmesine rağmen âzam-ı mahlûkata baş eğmeyecek kadar aziz ve sultanlar karşısında eğilmeyecek kadar da hürdür. Başta namaz olmak üzere ibadetleriyle o bir miraç yolcusudur; miraç ise, semalar ötesi, ötelerin de ötesi âlemlere yükselmenin unvanıdır. Her gün birkaç kez secdeleriyle melekler burcuna yükselip rûhânîlerle selâmlaşan, yürüyüp Hakk'a kurbet ufkuna ulaşan bir gönül eri, artık bulacağını bulmuş, bütün mevhum ve bâtıl şeylerden de kurtulmuş demektir. Böyle biri için ne sultanların ne kralların ne de imparatorların hiçbir önemi yoktur. Çünkü o, her gün lâakal kırk defa "Malik-i yevmi'd-din" unvanıyla Sultanlar Sultanı'na intisabını dillendiren bir hürdür ve bu hürriyeti de alınıp satılmayacak, hiçbir şeyle değiştirilmeyecek kadar semâvî bir kıymeti hâizdir.
Sızıntı, Şubat-Mart 1994, Cilt 16, Sayı 182-183
.
Bir şeyin aslı, esası demek olan hakikat, görülen, duyulan ve akledilip kavrananın ötesinde neyin ne olduğunun, ne ifade ettiğinin ve neyi gösterdiğinin apaçık bilinmesi demektir. İnsan, kâinat ve eşyânın, aslı, esası nedir? Bunlar hem teker teker hem de hepsi birden ne ifade ederler; atomlardan nebulolara, insanın en küçük parçacıklarından maddî-mânevî derinliklerine kadar bütün bir varlık ve ondaki nizam, ahenk, güzellik ve hikmet arkasında acaba neler var? Bütün bu gerçekler, rastlantılara verilemeyeceğine göre, mutlaka zerreden seyyârâta her şeyin dayandığı/dayanacağı bir hakikat olmalıdır. Her şeyin gidip istinad ettiği böyle bir hakikat vardır ve onun kendine has evsâfıyla tanınması da her insan için bir vecibedir. İşte böyle bir vecibeyi derin bir iştiyak ve alâka ile takip etmeye "hakikat aşkı" denir.
Topyekün varlık, eşyâ ve hâdiseleri hallaç ederek her nesnenin özüne, esasına, mahiyetine muttali olma hissi, heyecanı, cehdi, gayreti ve tutkusu da diyebileceğimiz böyle bir aşk, Hakikatler Hakikati'ne ulaşmanın da en emin yoludur. İnsanın ruh dünyasında böyle bir heyecan ve arzunun uyarılması ve onda her varlığın arkasındaki mânâyı anlama his, merak ve düşüncesinin harekete geçirilmesi; geçirilip azm u iradenin şahlandırılması, hakikat aşkı adına ilk mırıldanışlar ve ilk kıpırdanışlardır. Onun, âfâk ve enfüsü tam bir ibadet neşvesi ve ciddiyetiyle okuyup değerlendirmesi, yeni ilmî gelişmeler ve farklılaşan bakış zaviyeleri açısından varlık ve hâdiseleri bir kez daha gözden geçirmesi, bunları yaparken de karşılaştığı bütün sıkıntılara katlanması; kararlı tavırları, beyin sancısı; bir kısım muğlak ve mudil meselelerle yüz yüze geldiğinde ye'se düşmemesi, panik yaşamaması ve ne olursa olsun hakikate ulaşmayı hayatının gayesi bilmesi ise bu konuda olmazsa olmaz esaslardandır.
Böyle bir yolda yürümeyi; varlık ve hâdiseleri, her şeyin önünü arkasını düşünüp değerlendirme mânâsına "tedebbür", her zaman beyin fırtınası ölçüsünde mürekkep düşünme de diyebileceğimiz "tefekkür", her nesneyi ve her hâdiseyi basîretin engin ufkunda test etme mânâsında "tebassur" ve durma-dinlenme bilmeyen bir azimle zamanın çıldırtıcılığına karşı dişini sıkıp dayanma demek olan "tesabbur" şeklinde de özetleyebiliriz.
İnsan, bu mülâhazalarla kâinat, eşyâ ve hâdiseleri okuyabildiği takdirde zamanla, uzak-yakın çevresindeki her şeyin dili çözülüverir; her nesne ona kendi konum ve mânâsıyla alâkalı çeşit çeşit kasideler sunmaya başlar; içini döker, Yaratan'a işaretlerde bulunur ve arkasındaki engin mânâlarla onun ufkuna ışıklar, gönlüne de inşirahlar salar: Elektronlar, atomlar, o harikulâde faaliyetleri, muntazam hareketleri ve baş döndüren ahenkleriyle; moleküller, kendi mini dünyalarında muvazzaf birer memur gibi çelik-çavak ve nizamî faaliyetleriyle; protoplazma, çekirdeği ve onu çevreleyen zarıyla tıpkı bir konak, bir saray mükemmeliyetindeki mahiyet ve işleyişiyle; kalb, mide, ciğerler ve böbrekler, ifa ettikleri yüzlerce vazifeleriyle; dimağ, ruha bağlı ve Yaratan'ın emriyle ortaya koyduğu binlerce aktivitesiyle; vicdan mekanizması, latîfe-i rabbâniye, zihin, irade ve şuur gibi farklı derinlikleriyle; insanoğlu, iman, mârifet, muhabbet, aşk u şevk, kurbet, vuslat unvanları altında Yaratan'la münasebetleriyle; karada-denizde milyarlarca canlı, farklı farklı yaratılışları, yaşama serüvenleri, eko-sistem içindeki yerleri, kendi aralarındaki yardımlaşmaları, belli maslahatlar çerçevesinde sınırlı mücadeleleri, ama mutlaka umumî ahenge hizmetleriyle; yerküre, güneşle olan o hassas ve incelerden ince münasebeti, onunla arasındaki mesafesi ve bir zırh, bir sera gibi çepeçevre onu kuşatan atmosferi, bu havakürenin ihtiva ettiği farklı farklı nispetlerdeki gazları, yaşamaya müsait konumu, donanımı ve bağrından fışkırtılan vâridâtıyla; güneş, o ürperten görünümü, başları döndüren enerjisi, harareti, ziyası, arz üzerindeki canlı-cansız her şeyle alış-verişi ve değişik dalga boyundaki şualarıyla; büyük-küçük bütün kâinatlar, aynı mânâ, aynı muhtevadaki azametli hâlleri, gönüllere ra'şeler salan derinlikleri ve gelip vicdanlara akan hikmet ve maslahatlarıyla herkese hakikat adına türlü türlü mesajlar sunmakta, hakikate ulaşma yolunda ruhları şahlandırmakta ve tefekkür edebilenlere doyulmaz dakikalar yaşatmaktadırlar.
Evet, her gün görüp temâşâ ettiğimiz o en güzel meşherlerden daha güzel, en muhteşem saraylardan daha muhteşem, en muhtevalı kitaplardan daha muhtevalı, en mevzun ve muntazam sistemlerden daha muntazam, en şaşaalı mesîre yerlerinden daha büyülü ve hemen her zaman taptaze ve rengârenk hâliyle şu yeryüzü –ona bir mânâda cennetlerin izdüşümü, firdevslerin sihirli koridoru da diyebiliriz– bütün o cazibedâr derinlikleriyle insanî duygularımıza akseden birbirinden farklı tecellî dalga boyundaki güzelliklerin en enfesleriyle başlarımızı döndürmekte ve gönüllerimizi hakikat aşkıyla coşturmaktadır.
Eğer insan, tabiat ve hayata ait hususiyetleri biraz ön yargısız, biraz da insafla tetkik edebilse, görüp duyduğu, bakıp mütalâa ettiği canlı-cansız her nesneye karşı öylesine derin bir hayranlık duyacaktır ki, müşâhede ettiği şeyleri bir daha ve bir daha temâşâdan kendini alamayacak; belki de, bir sevdalı gibi sürekli varlığın özüne ulaşma hülyalarıyla oturup kalkacaktır; oturup kalkacak ve her yeni tetkik, yeni tahlil, yeni terkiple varlık ve eşyânın ötesindeki hakikatlerin/hakikatin meraklı bir araştırıcısı ve âşık bir keşşafı hâline gelecektir. Kim olursa olsun, kâinat ve içindekilere böyle bakıp böyle yorumlayan her meraklı ve hüşyar dimağ, farklı görür gördüğü her şeyi; başkalaşır onun nazarında renkler, desenler, şiveler; bir vecd ü istiğrak yaşar arz u semâyı her temâşâ edişinde; büyülenir güllerin, çiçeklerin revnakdâr güzellikleri karşısında. Yıldırımların tarrakalarından, kuşların-kuşçukların o içli ve narin nağmelerine kadar her seste Yaratıcı Kudret'e tebcil neşidelerinin yükseldiğini duyar gibi olur ve yürür daha ilerilere en derin iştiyaklarla. Yürür ve yer-gök arasındaki sırlı münasebetten atmosfer hâdiselerine, yağmurların içlere inşirah salan yumuşak seslerinden çayların-ırmakların çağıltılarına kadar hemen her şeyde tadına doyulmayan bir sermestî yaşar; yaşar da bütün bu hâdiselerin arkasında o topyekün varlığı kuşatan sonsuz irade ve merhametin mevcudiyetini duyar ve çocuklar gibi sevinir.. çocuklar gibi sevinir ışık-gölge münâvebeleri, gecelerin-gündüzlerin sırlı deveranı, her biri birer kudret kelimesi otların-ağaçların büyülü hâlleri, meyvelerin tat ve kokuları ve insan ruhunun bunları duyup zevk etmesi karşısında. Sevinir ve aradığı hakikate yaklaşan bir meraklı, sevdiğinin kokusunu duyan bir âşık gibi yer yer ümit mırıldanır, zaman zaman da "Daha var" deyip yoluna devam eder; devam eder de, ırmakların çağıltılarından ormanların içten içe iniltilerine, tenha koruların sessiz murakabelerinden başlarını semâya dayamış gibi duran dağların mehîb duruşlarına, bağ ve bahçelerin o nefis görüntülerinden insanoğlunun iç içe derinliklerine kadar hemen her şeyde, kitaplarla ifade edilememiş ne derin hakikatleri idrake muvaffak olur..!
Gün gelir o, uzak-yakın çevresinde görüp duyduğu her şeyin ses, soluk, renk, desen, hey'et, ruh ve mânâsında, idraklerimizi aşkın ve tariflere sığmayan o ezel ve ebed Sultanı Müteâl Mevcud'un göz kamaştıran şaşaalı tecellileriyle yüz yüze gelir; kendini farklı bir duyuş ve seziş zemzemesi içinde bulur; yürür daha ilerilere ve gider her şeyin farklı lisanlarla "Allah mâbûd, Allah maksûd, Allah mahbûb" dediği ufka ulaşır. İşte o zaman bütün zahmetler rahmete inkılâp eder; arama, yürüme meşakkatleri de zevkli bir seyahate dönüşür.
Zaten böyle hüşyar bir ruh için bir baştan bir başa bütün tabiat, topyekün varlık ve umum eşyâ bir güzellikler meşheri, bir sanat ve bedîalar galerisi ve bir zevk u safa seyrangâhıdır. Bu meşhere ve bu galeriye gönül gözüyle bakabilenler, bu seyrangâhı da iman nuruyla temâşâ edenler kendilerini cennetlere uzanan bir koridorda yürüyor sanır; sinelerinde duyup hissettikleri hakikat-i ezeliye cezbiyle çok defa kendilerinden geçer ve temâşâ iradelerini basiretlerine bağlayarak yeni ufuklara doğru koşarlar. Görüp tanıştıkları her varlıktan farklı bir merhaba alır, değişik mârifet dersleri dinler ve yol boyu uğradıkları canlı-cansız her varlığın dilinden, dudağından dökülen mârifet ve muhabbetleri yudumlaya yudumlaya dolaşır dururlar vadi vadi; selâm verir, selâm alırlar her şeyden. Daha bir yaklaştıklarını hissederler her adımda arkasından koştukları Hakikatler Hakikati'ne. Duyarlar hususî bir teveccüh gördüklerini ve âdeta O'ndan mesajlar alıyor gibi olurlar pekişen ve güçlenen imanları, mârifetleri sayesinde. Mevsimi gelince de, O'nu görüyor gibi olma ufkuna ulaşır ve görülmezleri görür, duyulmazları duyarlar ve ayrılmak istemezler bu zevk u şevk, mehafet ve mehabet koyundan.
İşte böyle bir hakikat aşkı zamanla insanda ciddî bir araştırma iştiyakı hâsıl eder ki, herhalde üzerinde durulması icap eden önemli konulardan biri de bu olsa gerek...
Sızıntı, Mayıs 2004, Cilt 26, Sayı 304
.
Bir mânâda çekememezlik ve kıskançlık da diyebileceğimiz "haset", herhangi bir insanın şeref, ikbal, başarı, hatta sağlık, afiyet, zenginlik, eda, endam, güzellik, bilgi, zekâ, mutluluk... gibi vasıflar ve mazhariyetler karşısında duyduğu hazımsızlık hissidir ki, buna kestirmeden, bir ferdin kendisinde olmasını istediği değişik vasıf veya mevhibelerin, başkasında bulunması karşısında duyduğu bir iç rahatsızlık da diyebiliriz. Rahatsızdır böyle biri kendine nispet edilmeyen faziletlerden, meziyetlerden, başarılardan; kederlenir hasım yerine koyduğu insanlara gelen nimetlerden; sevinir onların maruz kaldıkları musibetlerden.. ne "hüsn-ü aklî"ye saygı duyar ne de "hüsn-ü şer'î"ye; zira o, altında kalıp ezildiği ifritten egoizması ve dünyalara sığmayan kibriyle bütün fâikiyetlerin, farklılıkların kendine nispet edilmesi kuruntularıyla oturur-kalkar ve geçmiş devirlerdeki ilâhî mevhibeler hakkında bile nasıl olmuş da ona rağmen farklı bir zaman diliminde ortaya çıkmışlar diye düşünerek sürekli iç homurdanmalar yaşar.
Aslında böyle bir ruh haleti taşıyan kimsenin cinnetinde şüphe olmamakla beraber şimdiye kadar bir kısım psikanalizcilerle bazı psikologların dışında, açıktan açığa bu delilere "deli" diyen de çıkmamıştır. Evet, bir kısım psikanalizciler, haset duygusunu belli aşamalara ayırır ve şöyle bir sıralama ile ele alırlar: Değişik rekabet hisleriyle dışa vuran kıskançlık; hazımsızlığa hazımsızlıkla mukabele şeklinde ortaya çıkan çekememezlik ve gidip hezeyana dönüşen, sonra da bir tufan halini alan daha müthiş haset hissi... Bu sıralama, potansiyel kıskançlık duygusunun değişik terbiye yöntemleriyle kontrol altına alınmaması durumu itibarıyladır. İnsanları, his, şuur ve şuuraltı dünyalarıyla iyi okuyup iyi değerlendirebilen iç derinlikli rehberler ve insan sarrafı terbiyeciler vasıtasıyla, onun zararlı bir şekilde ortaya çıkmasına fırsat verilmeyebilir. Bu his önceden sezilerek, hoşgörü ve başkalarına ait meziyetlere tahammül ufkunu göstermek, kendi meziyet ve mevhibelerine yönlendirmek suretiyle tâdil edilebilir ve böylece kıskançlığın derecesi azaltılarak hasetçinin kendini harap etmesi kısmen de olsa önlenebilir. Üzerinde daha farklı bir üslupla durma mülâhazası mahfuz bu da bir görüş. Siz isterseniz, yine bir psikanalizci mülâhazasıyla buna, insanın bir kısım iç zaaflarının belli şahıslarda haset dürtülerine dönüşmesi de diyebilirsiniz..
İster öyle ister böyle, haset marazının -kem nazar dışında- kıskanılan kimseye hiçbir zararı yoktur, olamaz da. Şayet bir zarar söz konusu ise, o da hâsidin kendisine râcidir; zira kıskançlık, kıskanılandan daha çok kıskananın işini bitirir; evet böyle biri, her zaman rahatsızlık içindedir çekemediği kimselerde gördüğü güzelliklerden, değişik ilâhî lütuflardan; rahatsız olur, olur da oturur-kalkar hasım kabul ettiği şahsın mazhariyetleri karşısında kinle, nefretle homurdanır durur; Hakk'ın ona teveccühlerini içten içe sorgular.. duaya inanıyorsa, kıskandığı kimseye beddua eder; ihtimal onun için büyüye, kahriyeye başvurur ve kendi hayatını çekilmez bir azaba çevirir.
Bir insanda haset marazı mevcutsa, onun için bir sürü çekememezlik sebebi hazır demektir: Bazıları için aynı kulvarda koşma; bazılarınca karşı taraf kadar başarılı olamama veya beklediği ölçüde başarılarının karşılığını görememe; kimilerince de bencillik ve kibri zaviyesinden hep hasmına göre kendine biçtiği seviyenin gerisinde kalma... gibi hususlar birer hazımsızlık sebebidir. Böyle bir hâsid, Hakk'ın takdirine rıza göstereceğine, kaderî planların kendi heva ve hevesi istikametinde cereyan etmesini arzu edercesine sürekli hezeyan yaşar; açık-kapalı her zaman kaderi tenkit eder; ilâhî icraatı sorgulama küstahlığında bulunur.. kıskançlık hafakanları itibarıyla kendi yaşama atmosferini elektriklendirir ve kendi eliyle gider öldüren bir darlığın kulu-kölesi olur. Rahatsız eder çevresini ve onlar tarafından rahatsızlığa maruz kalır.. böyle bir darlık içinde geçirdiği her dakika, her saat patlamaya hazır bir bomba görüntüsü sergiler ve bu hâliyle en yakınlarını dahi bîzar eder.
Hastalık böyle sürüp gittiği takdirde zamanla mahdut kimselere karşı olan bu çekememezlik hissi büyür, genişler; sonra da düşünce ve hissiyat ufkunu tamamen kuşatarak onu bütün iyiliklere, güzelliklere sövüp sayan bir saldırgan hâline getirir. Öyle ki, artık böyle birinin bütün sözleri, beyanları döner-dolaşır, hep gelir hasım/hasımlar konumundaki şahıslara takılır. Bir mü'min için müzakere ve muhaverelerde "sohbet-i Canan" ne ise, kıskançlık pençesinde kıvranıp duran bahtsız için de bütün negatif mülâhazaların gelip kıskanılan (mahsûd) şahsa dayanması aynıdır. Bazen hasmını hafife alarak, bazen onun hakkında gıybetlere girerek, bazen de iftiralar ile karalayarak hep ona karşı düşmanlık duygularıyla oturur-kalkar.
Nefsin azad kabul etmez kölesi böyle bir zavallı, her gün beş defa camiye gitse veya ömrünü zâviye ve halvethanelerde geçirse ya da gidip Haremeyn-i Şerifeyn mücâvir ve misafirliğiyle serfiraz olsa da, içindeki bencillik hissini, kibir duygusunu, görünme zaafını, alkışlanma arzusunu söküp atacağa âna kadar, onun hakikî insan olmayı duyup zevketmesi çok zordur; zordur, zira o, ruh dünyasındaki bu olumsuz şeylerle Arapların "dâü'l-udâl" dedikleri iflâh etmez bir rahatsızlığın pençesindedir.. ve bu hâliyle bir şey dinleyip bir şey anlaması da mümkün değildir; mümkün değildir; çünkü, onun tahayyülleri kirli, tasavvurları basbayağı, fikirleri de sisli-dumanlıdır. Doğru göremez, doğru düşünemez, doğru değerlendiremez; iyiliklere kötülük der, -kendine ait değilse- güzellikleri çirkin görür ve kendisine nispet edilmeyen en önemli insanî değerlerin gerçekleştirilmesine karşı dahi savaş ilan eder. Dahası, gücünü, kendi değerlerini yükseltmeye sarf edeceğine, başkalarının başarılarını karalama, küçük gösterme ve tahrip etme istikametinde kullanır.. böyle davranır ve çok defa hasımlarını yakmak için tutuşturduğu ateşte içten içe cayır cayır yanar da bıkıp usanmaz çekememezlik adına tutuşturduğu fitne ocaklarını körüklemekten.
Karşı tarafı küçük düşüreyim diye çırpınır durur, ama küçük düşen de yine kendisi olur; böylece kendi hakkında zamanla bütün kazanma kuşaklarını birer kaybetme arenasına çevirir. Başkalarına zindan projeleri hazırlarken, koskoca dünyayı kendine zindan eder.. manevî hayatının nurlarını söndürür ve körkütük bir hazımsızlık heykeli haline gelir; gelir ve pîri sayılan İblis'i sevindirir.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kıskanma ve çekememe konusunda oldukça sert ifadeler kullanır ve ümmetinin bu ruhî rahatsızlıktan -bir mânâda "sedd-i zerâyi" mülâhazasıyla- uzak durmalarını salıklar. İşte o nûrefşan sözlerden meâlen birkaçı:
"Hasetle iman bir kalbde beraber bulunmaz."[1]
"Ateş odunu yakıp kül ettiği gibi haset de iyilikleri öyle yer bitirir."[2]
"Benim ümmetime de geçmiş milletlerin hastalıkları bulaşacaktır; o hastalıklar, şımarıklık, küstahlık, servet çokluğuyla övünme, birbirine sırt dönüp uzaklaşma ve çekememezlikti."[3]
"Hasede girmedikleri sürece insanlar hep hayırla oturur-kalkarlar."[4]
Bir başka yerde benzer ruhî rahatsızlıklar üzerinde durur, suizandan uzak durma vurgusunda bulunur ve hasedin tehlikesini hatırlatır.[5]
Konuyla alâkalı O'ndan şerefsudur olmuş daha bir hayli nurefşan beyan göstermek mümkündür; ama biz onlardan "cevâmiu'l-kelim"den sayılan bir pırlanta daha zikretmekle yetinmek istiyoruz:
"Zinhâr dedikodu ile ömür tüketmeyin; başkalarının kusurlarının takipçisi olmayın; birbirinize karşı çekememezlik ve kıskançlığa girmeyin ve sakın sakın kin gütmeyin."[6]
Bütün İslâm ahlâkçıları uzun uzadıya haset üzerinde durmuş, herhangi bir insan üzerindeki ilâhî nimetlerin zâil olmasını istemeyi kalbsizlik saymış ve bu iblisçe mülâhazayı ciddî ciddî sorgulamışlardır.
Evet, ötelerde ilk işlenen günahlardandır Hazreti Adem'e karşı bu kıskançlık oyunu.. Kabil'le yeryüzünde bir kere daha yenilenir ve sonra figüranları insanoğlu, şeytan bu çirkin oyunu teksir eder durur. Öyle görünüyor ki, Goethe'nin ifadesiyle kıyamete kadar da tekerrür edip duracak. İblis, Hazreti Adem'i çekememişti, Kabil de Habil'i. Firavun, Hazreti Musa'yı, bir kısım densiz diyanet mensupları Hazreti İsa'yı ve nice kendini bilmezler de insanlığın iftihar tablosu Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ı.. çekemedi, kendi ufuklarını kararttılar; bugün de çekemiyor ve hayatlarını azaba çeviriyorlar; iyiliklere, güzelliklere çirkin deyip daha bir çirkinleşiyorlar; hayırları baltalıyor, dünyayı şerler arenasına çeviriyorlar.
Diğer hastalıklar gibi haset rahatsızlığının da erken teşhisi çok önemlidir. Eğer rahatsızlık dışa vurmadan sezilir; kıskanılan kimse veya bir başkası tarafından kıskanç adam değişik rehabilitelerle kalbî ve ruhî hayata yönlendirilebilirse bu öldürücü duygu belli ölçüde de olsa baskı altına alınmış olur.
Haset, bir kötülük saplantısı, bir yıkma ve yok etme hissidir; aklî, mantıkî yollarla bunun kıskanç kimseye hiçbir şey kazandırmadığının anlatılması yararlı olur. Hemen tesir etmese de zamanla bir şey ifade edeceği, hiç olmazsa bu duygunun frenlenmesini sağlayacağı söylenebilir. Ayrıca, kıskanç kimsede başkalarına yararlı olma hissinin uyarılması, yaşama duygusu yerine yaşatma mefkûresinin geliştirilmesi faydalı olabilir. Ve tabiî her şeyden evvel, hayatı Allah rızasına bağlı götürme ve O'nu hoşnut etme cehdi içinde bulunma istikametindeki rehabilitasyonların onu bir nefis zebunu gibi yaşamaktan, bir beden ve cismaniyet hamalı olmaktan kurtarması -Allah'ın izniyle- her zaman ihtimal dâhilindedir.
Bu arada haset edilen kimselere de, mazhar oldukları nimetleri paylaşma ve herkesi faydalandırma; kıskanma ve çekememe konumunda bulunan kimseleri görme-gözetme ve gönüllerine girme; hazımsız olduklarına ihtimal verdikleri kimseler hakkındaki iyi düşünce ve mülâhazalarını onlara ulaştırma; ellerinden geldiğince Bediüzzaman'ın ifadesiyle, "Sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbûiyete, tâbiiyyeti tercih edip, imamet ve öncülük işinde başkalarını rahatsız edecek şekilde önde görünmeme; Allah'ın ihsan ve lütuflarını herkesin görüp bileceği tarzda kullanarak iştihaları kabartmama..." gibi bir hayli iş düşmektedir. Bütün bunlarla çekememezlik marazının önü alınır mı-alınmaz mı, o, Allah'ın bileceği bir şeydir; ben, bu konuda yapılmasının yararlı olabileceğine inandığım bazı hususları açmaya çalıştım. Hakikati Allah bilir ve Müessir-i Hakikî de yalnız O'dur.
Ayrıca şu hususa işaret etmede de yarar var; hasedin böyle zararlı olanının yanında gıpta mânâsına gelen bir türünü de Sahib-i Şeriat mahzursuz görmüş ve şöyle buyurmuştur: "İki kimseye hasette (gıpta) zarar yoktur: Kendisine bahşedilen serveti Allah yolunda infak eden imkân sahibi ve Allah'ın lütfettiği ilmi yaşayıp başkalarına da öğreten kimse."[7] Ne var ki, Kur'ân'ın has talebelerinin, ismiyle aynı olduğu gibi, algılanmasıyla da mahzurlu, çekememezliğe hem-hudut olan böyle bir ruh hâletinden uzak durmaları daha uygundur. Bundan başka hakta, dinî hayatta ve Allah rızasını kazanmada yarışma duygusu diyebileceğimiz "tenâfüs" Kur'ân-ı Kerim'ce alkışlanmış ve takdir edilmiştir. Rıza ne hoş ufuk, onu "i'lâ-yı kelimetullah" ile yakalama ne kutsal bir vazife ve o hususta rekabetsiz yarışma ne mübeccel bir iştir..!
[1] Nesâî, Cihad, 8.
[2] Ebû Davud, Edeb, 44; İbn Mâce, Zühd, 22.
[3] Taberânî, el-Mu'cemü'l-Evsat, 9/23; Hâkim, Müstedrek, 4/185.
[4] Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, 8/309.
[5] Buhârî, Edeb, 57; Müslim, Birr, 28-31; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/312.
[6] Buhârî, Edeb, 57; Müslim, Birr, 28-31.
[7] Buhârî, İlim, 15; Müslim, Salâtü'l-Müsâfirîn, 268.
Sızıntı, Eylül 2005, Cilt 27, Sayı 320
.
Hatıralar İkliminde Küçük Bir Seyahat
Acı olanı da var hatıraların bal-kaymak gibi tatlı olanı da. Acı hatıralar çok defa mürûr-u zamanla birer zevkli hikâyeye dönüşür ve her hatırlanışında insana çok keyifli anlar yaşatır. Tatlı olanları ise, bizi o eski nur-zulmet münâvebesi içinde görüp tattığımız zamanlarda, ikamet ettiğimiz farklı ikametgâhlarda, koşup durduğumuz değişik güzergâhlarda ve kadîm dost, sadık yol arkadaşlarıyla paylaştığımız gün ve gecelerde dolaştırır durur.
Şimdilerde geriye dönüp bakıyor; yer yer durgun sular gibi hayatımın sükûtî demlerini, gaye ile bütünleşmemiş mefkûresiz günlerini, sabâvete kurban edilmiş alacakaranlık gecelerini tahayyül ediyor ve o günkü dimağıma takatinin üstünde sorumluluklar yükleme hülyalarına giriyorum; bazı şeyler karşısında âhesterevlik ettiğimi düşünüyor, hızımı gözden geçiriyor; bazen zamanı geriye işletiyor, aykırılıklara yeni bir şekil vermeye çalışıyor; bazen realiteleri hayalin güdümüne veriyor; bembeyaz ve pırıl pırıl dakikalar arkasından koşuyor ve onları bugünkü mülâhazaların şivesiyle başkalaştırmaya çalışıyorum.
Bugünkü gibi hatırlıyorum doğup büyüdüğüm köyü-kenti, sokağı-mahalleyi; koyun-kuzu meleyişlerini, kuş cıvıltılarını, çoluk-çocuk çığlıklarını; yıllarca gelip-gidip eşiğini aşındırdığım mütevazi mektebi, öğretmenlerimi ve onların ince tavırlarını. Hiç unutmadım bir cami harîminde geçirdiğim yılları, tarihleşmiş bir mâbedin bağrında tünediğim sıkıntılı günleri; çok uzak kentlere hesapta olmayan seyahatlerimi; sonra hesaba giren ve bir vazifeye dönüşen Murad-ı Sânî beldesindeki imameti; cami penceresiyle mihrap arasındaki gel-git nefasetini; acemiliğime bağlı bir darlık içinde, hata-savap atbaşı, dinim, diyanetim adına mutlaka bir şeyler yapabilme heyecanımı; beni aşan kaderin sırlı plânları çerçevesinde bir "vakt-i merhûn"a bağlı sevkleri, insiyakları -buna kendi iradem açısından boşu boşuna çırpınma da diyebilirim- vazife deyip irşad adına ulaşabildiğim her yere ulaşma azm ü gayretini; evet, bütün bunların düşünce dünyamda bıraktıkları derin izler vardı ve unutamazdım hiçbirini...
Unutamazdım bir dehşetli ihtilalle herkes gibi benim de şok yaşadığımı, mesnetsiz tehditleri, sağduyunun sahâbetini, yeniden derlenip toparlanma mevsimini.. sonra gelip kapıma dayanan içinde yeni ihtilal teşebbüslerinin, hastalıkların ve hava değişimlerinin de bulunduğu oldukça maceralı vatanî vazifemi; tebdîl-i hava vesilesiyle maskat-ı re'sim olan beldeye, anneme, babama kavuşup onlarla geçirdiğim nefis Ramazan günlerini, Erzurum camilerindeki vaaz u nasihatleri; haddimin fevkinde gösterilen alâkayı ve bunların içimde oluşturduğu -tabiî idrak ufkuma göre- tahdîs-i nimet mülâhazalarını.. acı-tatlı ve iç içe bu hatıraları unutmam mümkün değildi.
Unutmam mümkün değildi sürpriz terhisi, Erzurum'da biraz hasret giderdikten sonra ilk gözağrım sayılan suyun ötesindeki beldeye yeni azimeti ve orada yaşadığım acı-tatlı günleri; ardından bir başka beldeye tayini, oradan da İzmir'e cebrî tavzîfi ve bu beldenin hizmete açık zaman, mekân ve insanını.. cami penceresine bedel senelerce bir tahta kulübede, cihan saltanatına değişmeyeceğim ızdıraplı fakat aydınlık günleri...
Evet, icmâlen de olsa bunların hepsini dün yaşanmış gibi hatırlıyor, dönüp arkada bıraktığım -bana ait yanlarıyla boş olsa da- o dopdolu günleri, hizmet irtibatıyla içinde bulunduğum yerleri hayalen temâşâ ediyor, o zamanlarda dolaşıyor, dostlarla selâmlaşıyor, bir kere daha aynı şeyleri paylaşıyor ve dünü bugünle beraber yaşıyorum.
Bu upuzun sergüzeştim içinde ciddî bir şey yaptığımı söyleyemem; kaynağı tamamen vifak ve ittifak onca şeyi görmezlikten gelerek de hiçbir şey olmadı diyemem. Tavsiye ve teşviklere "Evet!" diyen bir hayli hizmet eri hatırlıyorum, hatırlıyor ve hayırla yâd ediyorum. Yakından tanıdığım ve tanımadığım, hatıralarımın başköşesini tutmuş bu aydınlık simaları, kadınıyla-erkeğiyle bu adanmış ruhları hep çağın kudsîleri diye yâd ettim ve edeceğim. O müsait zemin ve bu vefa âbidelerini hedeflerine tam yönlendirmek mümkün oldu mu olmadı mı; net bir şey söyleyemeyeceğim, söylemem de mümkün değil; ne var ki şahsî yetersizliğimi, bazı dost kılığındaki kimselerin vefasızlığını ve her zaman hasmâne bir tavır alanların da tahribatını hesaba katınca daha farklı bir tablo da imkânsız gibi görünüyor.
İmkânsız gibi görünüyor ama ben hemen her gün kendimle yüzleşiyor, kendime göre üslûp hataları icat ediyor ve "keşke"den "keşke"ye sıçrayıp duruyorum. Baş edemediğim bir sürü şeye maruz kaldığım, âleme malum.. ben onları şimdilerde birer tatlı hikâyeye çevirip şeker-şerbet gibi yudumlasam da, her yeni handikapla o günlerdeki vefasızlıkları, ardı arkası kesilmeyen zulüm ve cefaları derinlemesine bir kere daha ruhumda hissediyor ve sinemden bir zıpkın yemiş gibi inliyorum.
Aslında, bir mânâda o gün bugün o ızdıraplar hiç mi hiç dinmedi. Hatta bazı çevrelerin kinleri, nefretleri, yapılan güzel işlerle mebsûten mütenasip (doğru orantılı) şişti, büyüdü, azgınlaştı ve kan kokan, kan düşünen bir hâl aldı. Allah'ın lütufları arttıkça ve artıp bütün dünyayı sardıkça, dine, diyanete ve şanlı geçmişimize düşman ruhların gayzı da âdeta magmalar gibi köpürüp her yanda yangınlar çıkarmaya başladı. Unutmadım, unutamıyorum o Haziran fırtınalarını, bant furyalarını, karalama kampanyalarını; hukukun hiçe sayıldığını, vicdan hürriyetinin ayaklar altına alındığını; sun'î cepheler oluşturulduğunu; küfür ve küfran temsilcilerinin tuğyanları yanında bir kısım müteşeyyihînin "haseden min ındi enfüsihim" komplolarını.. keşke bütün bunları unutabilseydim; unutabilseydim de "kelâm-ı nefsî" ile dahi olsa onlara karşı infial ruh haletine girmeseydim!
Ne var ki, onca tecavüz, komplo ve bunlara bağlı baskılar, inanan insanları asla sindiremedi; her inkıtadan sonra onlar bir kere daha "vira bismillâh" deyip daha bir ciddî dinlerine, diyanetlerine hizmete koyuldu ve duraksamadan yürüdüler Allah rızasına doğru. Hiç hatırlamıyorum kinin, nefretin dindiğini, şiddetin ve baskının hız kestiğini; buna mukabil gurbet hissi ve gariplik duygusuyla inandıkları değerler uğrunda heyecan kaybetmeden koşturanların tevakkufa geçtiklerini. Boşa gitmedi bütün bu gayretler; gün geldi sağanak sağanak Hak inayetiyle her taraf nevbahara döndü ve bize de sevgi ve şefkat hislerimizi ifade etme imkânı doğdu.
Yıllardan beri birbirine küs yaşayan farklılaştırılmış ve düşman kutuplar hâline getirilmiş pek çok kimse bu yeni sevgi atmosferine koşmaya başladı. Bu, onların kendilerine yönelmeleri, kendilerini bir kere daha keşfetmeleri demekti. Çok iyi hatırlıyorum, birbirinin elini ürkek ürkek sıkan kimselerin, biraz beraber bulunduktan sonra "Meğer hep aynı düşünüyormuşuz" ve "Meğer birbirimize ne kadar da yakınmışız!" dediklerini. Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın değerlendirmemize sunduğu fırsatlardı; ama bilmem ki bu fırsatları tam değerlendirebildik mi.! Keşke değerlendirebilseydik! Evet, bir dönemde şöyle-böyle ayrıştırılmış, sun'î gerginliklere çekilmiş ve yıkmaya kilitlenmiş değişik kesimlerin birbiriyle kucaklaşmaya ve sarmaş-dolaş olmaya başladığı ve kendi kendimize reva gördüğümüz gurbet yıllarını arkada bıraktığımız o günler çok verimli günlerdi; ama acıdır, yapılan onca olumlu işin görülmemesi, takdir edilmemesi bir yana, o istikametteki aktiviteler birer cinayet gibi gösterilmek istendi; istendi ve bir mânâda dinamitlendi.
Şimdilerde o fevkalâde büyülü ve ümitle tüllenen günleri, saatleri ne zaman düşünsem, "Keşke o sevgi ve diyalog çağlayanının önü hiç kesilmeseydi.! Keşke o ışıktan zamanın bağrına kurşun sıkılmasaydı!" deyip iki büklüm oluyorum. Ne kadar arzu ederdim, o nazlı nazlı bir araya gelişlerin, o yürekten birbirini selâmlayışların ve o sımsıcak akşamların devam etmesini! Hâlâ hatırlayabiliyorum, o samimî hislerin, o gönüllerden kopup gelen seslerin, o temel değerlerimize saygı çerçevesinde ortaya konan düşüncelerin iç dünyamızda uyardığı heyecanı, millî birlik ve beraberliğimiz adına hâsıl ettiği imanı ve ümidi. Eğer bir gün şeytan gelip aramıza girmeseydi ve fena huylara açık tabiatlardaki düşmanlık duygularını hortlatmasaydı, mızrabını yemiş bamtelinden yükselen sesler gibi her yörede duyulan o heyecanlı nağmeler, o birbirine ulaşan eller ve birbirinin meziyetini mırıldanan diller hep aynı şeyleri söylemeye devam edecek ve o mütekabil saygı, hürmet teâtîleri hep sürüp gidecekti.
O günlerle alâkalı görüp duyduklarım, elemiyle-lezzetiyle bütün yaşadıklarım, bizimle aynı duyguları paylaşmayan dar alanlı hafızalardan silinip gitse ve sönük, renksiz, neşvesiz bir geçmişe inkılâp etse de, onlar benim için çağrıştırdıkları ve gelecek adına vaad ettikleriyle hâlâ hayal dünyamın en renkli resimlerini ihtiva etmekte ve bana lezzetine doyulmayan dakikalar, saatler yaşatmaktadırlar. Hâdiselere hep aynı zâviyeden baktığım, onları aynı şekilde hecelediğim sürece de o canlı resimlerin hülyalarımı her zaman süsleyeceğinde hiç şüphem yok. Bu açıdan, ihtimal ne zaman bir kısım handikapla karşılaşacak olsam ya da şöyle-böyle bir muhalif rüzgâra maruz kalsam, hemen bir sessizlik murakabesine dalacak, sükûtun nağmeleri içinde hep o günleri dinleyecek ve o rengârenk resimlerle, o değişik fotoğraf kareleriyle teselli olmaya çalışacağım, çalışıyorum da; çalışıyor ve kendimi yığın yığın insanın en içten bir cûşişle sergiledikleri o sevgi ve alâka çağlayanı içinde hissediyorum. Her bir araya gelişte ilk görüşüp tanıştığımız o tertemiz yüzleri görüyor gibi oluyor ve ruhumu saran kasvetlerden bir bir sıyrılıyorum.
Yakın bir geçmişe kadar devam edegelen hep ümitle tüllenmiş o ahenkli, hatta biraz da âlâyişli toplanmalar-dağılmaların farklı bir çizgide de olsa hâlâ devam ettiğini düşünüyorum. Şartların, konjonktürün gerektirdiği farklılık mahfuz; aynı üslûp, aynı eda, aynı düşünce ve aynı mülâhazaların binlerce, yüz binlerce sevgiyle çarpan sine tarafından temsil edildiğinde tereddüdüm yok; ama ben o günlerle öylesine dolu ve yapılan işlere öylesine kurulu idim ki, o zamanlar icra edilen aktivitelerin içinden geçerek kendimi dünyaları aşan, gidip ta Hak rızasına ve onun gaye ölçüsündeki vesilesi sayılan "Nam-ı Celîl-i İlâhî"yi ilana dayanan bir cereyan-ı mütemâdî mecrasındaki kudsîlerin yedeğinde görüyordum. Bu mülâhaza ile kim bilir kaç defa kendi kendimi "ve kelbühüm bâsitun zirâayhi bi'l-vasîd" mazhariyetiyle payelendirmiş ve "Bu kadarını olsun herhalde lütfederler." demiş müteselli olmuşumdur.
Yaşadığım o süreçte, diyaloğa açık ve sevgiyle çarpan sinelerin heyecanı ruhuma öyle işlemiş, her gün şahit olduğum o güzel tablolar hafızama öyle hakkedilmiş ve gönlümde öyle derin izler bırakmıştı ki, aradan yıllar geçmesine rağmen hâlâ onları bütün canlılığıyla iç dünyamda duyabiliyor; o günlerde duyup işittiğim sesleri, sözleri bütün tazeliğiyle ruhumda hissediyor ve yer yer nükseden hasret ve hicran duygularımı onlarla bastırmaya çalışıyorum.
Kim bilir belki de şu anda, o elemleri, acıları gitmiş ve her şeyiyle lezzete inkılâp etmiş hatıralar yumağı içindeki canlı, renkli, ümitle tüllenen geçmişe ait hatıra karelerini, içimde yaşatmak ve arkadan geleceklere emanet etmek için, defter-i mesâvîm gibi simsiyah ve perişan satırlarımla farkına varmadan karartıyor da olabilirim...
O günlere ait, her yanda tüten ruh ve mânânın, tasavvur ve heyecanın o dar zaman diliminde kalmasına, sevgi söyleyen, hoşgörü mırıldanan ağızların susmasına, birbirine kavuşan sinelerde tütmeye başlamış aşk u alâkanın sönmesine, şefkatle açılıp kapanmaya başlamış gözlerin ebediyen kapanıp gitmesine, diyaloğa açık ruhların mevsimsiz bir hazanla savrulup devrilmesine gönlüm razı olmadı; dayanamazdım, meltemlerin yerini şimal rüzgârlarının almasına; iyiliğe, güzelliğe ve sevgiye açık atmosferimizin kinle, nefretle delinmesine; baharı hazanın vurmasına, millet ruhunun muhalif fırtınalarla sararıp solmasına ve "ba'sü ba'del mevt"imize yeniden kefen biçilmesine.. doğru durulmalı, doğru konuşulmalı, ortaya konan güzellikler müştak bütün gönüllere duyurulmalı ve bu dirilişin önünün alınmasına meydan verilmemeliydi.!
Birkaç düzine gönüllü ve Hakk'a adanmış ruh, insanlığı gerçek insaniyete uyarma azm ü niyetiyle -bunu Allah'ın gerçekleştireceğine inançları tamdı- yollara dökülürken, ellerinde kendi dünyalarından sönmez meşaleler dört bir yana açılırken "millet-i ebed müddet" mülâhazasıyla açılmışlardı. İnsanlığa diyecekleri pek çok şey vardı ve onu mutlaka demeliydiler.. işte bu mülâhazayla idi ki, hepsinin sinesi de yüce mefkûreye, yüceler yücesi Allah'a yürüme heyecanıyla çarpıyordu. Bütünü olmasa da büyük çoğunluğu itibarıyla toplum bu heyecanla coşkun ve tam bir metafizik gerilim içindeydi. Bu hâl umumî sulh, sükûn ve evrensel insanî değerler adına mutlaka daha da ilerilere götürülmeli ve emanette emin haleflere emanet edilmeliydi.. milletinin kaderiyle alâkadar ruhların derin bir ittifak ve ittihat sürecine girdiği, inanan sinelerin bu heyecanla coştuğu, her yanda diyalog sevdalılarının seslerinin duyulduğu, birkaç asırlık hülyalarımızın gidip hakikat ufkuyla kutuplaştığı o kutlu günlere ait aktiviteler bence hiç durmamalı; milletine hizmete adanmış ruhlar asla heyecan yorgunluğuna düşmemeli; dünyevî mutluluk, refah ve saadet onların uhrevîlik mülâhazalarının önüne geçmemeli; her zaman ışıkla parlayan bu simaların nurları hiç sönmemeli; "Hak rızası hedef, i'lâ-yı kelimetullah gaye ölçüsünde vesile." deyip yollara düşenlerin birliği kat'iyen bozulmamalı; gittikçe büyüyen, genişleyen, derinleşen bu gönüllüler hareketi, her diriliş dönemindeki ilklere has safvetini, samimiyetini, sadakatini korumalı ve Seyyid Nigârî gibi:
"Cânân dileyen dağdağa-yı câna düşer mi,
Cân isteyen endişe-i cânâna düşer mi;
Girdik reh-i sevdaya cünûnuz...
Bize namus lâzım değil,
Ey dil ki bu iş şâne düşer mi!.."
deyip arkalarına bakmadan hep insanlığı kucaklamaya doğru yürümelidirler.
Ben şimdilerde hâlâ hafızamda dipdiri tutmaya çalıştığım, o günlerdeki faaliyetlerin ve o mütemâdî koşturmaların, bugün de şartlar ve konjonktürün gereği aynı çizgide olmasa bile mücâvir bir kulvarda devam ettiği ümit ve hülyalarıyla oturup kalkıyorum. Hâlâ, o zevk u şevk akşamlarının yaşandığını düşünüyor, sevgi soluklayıp duranların nefeslerini duyar gibi oluyor ve ruhumun kubbesinde yankılanan o aks-i sadâlarla müteselli oluyorum. Ömrüm oldukça da hep bu hülyalarla yaşayacağım.
Sızıntı, Şubat 2006, Cilt 28, Sayı 325
.
Başkaları ne düşünürse düşünsün, bana göre bizim dünyamız, büyülü iklimi, oturduğu zemini, dağı-deresi, bağı-bahçesi, ovası-obası, mamureleri ve meralarıyla, o kadar şirin, o kadar sıcak, o kadar yumuşak ve o kadar sihirlidir ki, onun özüne nüfuz edenler ona âşık olur ve bir daha da ondan ayrılmayı düşünmezler. Şahsen ben ona mensubiyetimi bir imtiyaz, bir bahtiyarlık saydım ve içinde iken hep onunla serinledim, uzakta bulunduğum dönemlerde de onun hayalimdeki renkli resimleriyle müteselli oldum.
Benim nazarımda bu dünya, güzel insanları, sımsıcak tabiatı ve coğrafî konumu itibarıyla cennetlere uzanan koridordan farksızdır. Zaten altın çağları itibarıyla o, Firdevslerin bir izdüşümü şeklinde algılanır ve bütün cihanlara denk tutulurdu. O zamanlar Çin'den-Maçin'den seyyahlar gelir, onun o nefislerden nefis havasını yudumlar, atmosferindeki ledünnîliği duyar, moral bulur ve ayrılırken de gönüllerini bir kere daha gelme vaadiyle teselli ederlerdi.
O zamanlar bu dünyanın insanları, şimdikinden daha çok eşya ve hâdiselerle içli-dışlı, varlıkla sarmaş-dolaş, tabiatla da cankardeş gibiydiler. Evlerinin, yurtlarının-yuvalarının, köylerinin-kasabalarının dört bir yanı tabiata açık, iklimleri her zaman ferahfezâ ve çevreleri de bir tabiat meşherinden farksızdı. O ev, o köy, o kasaba ve o şehirdeki insanlar o semavî ufukları, o pırıl pırıl duyguları ve maverâî ruhlarıyla içinde yaşadıkları bu dünyayı o kadar Cennet'e yakın görürlerdi ki, bir adım daha atsalar kendilerini onun içinde bulacak sanırlardı. Bundan dolayıydı ki onlar, mezarlarını o bir adımlık yolda önemli bir konak sayar ve ahiretin ilk menzili kabul ettikleri kabristanları ufuklarının renk ve deseniyle süsler, aklın zahirî nazarında ürpertici görünen o saha-yı müthişi sevimli bir tenezzühgâha çevirirlerdi.
Biz, biz olduğumuz dönemde, evler, caddeler ve sokakların, o evlerde oturanlara, o cadde ve sokaklarda dolaşanlara öyle sıcak bir bakışları ve öyle anlamlı bir tavırları vardı ki, onlara kendi ruh ufkundan bakanlar, onların bize ait bazı şeyler mırıldandıklarını duyar gibi olurlardı. Bu dünyada hemen herkes, kendi gönlünden yükselen veya inançları, hülyaları, şuuraltı müktesebatından süzülüp gelen bir mûsıkî ile kendinden geçer, her zaman farklı bir mânâ meltemiyle heyecanlanır ve değişik bir neş'e ve sevinçle köpürürdü.
Gerçi o zamanlar da hüzne, kedere sebebiyet verecek bazı olumsuzluklar söz konusuydu ama, bu durum fazla uzun sürmez ve hemen arkadan bu müstesna dünyanın o enfes tabiatı, kendine has rengi, deseni ve her zaman büyüleyen zâtî keyfiyetiyle bütün tozun-dumanın önüne geçer, vicdanlara bir kere daha kendini hissettirir ve en ifritten hazanları pırıl pırıl baharlara çevirirdi. Bu itibarla da günlerimiz, gecelerimiz her zaman sımsıcak ve mavimtrak, aylarımız, yıllarımız da hep apaktı…
O zamanlar hayat bizim için yepyeni bir güzellikle başlar, çevremizde her şey bahar naraları atmaya durur, meltemler Yusuf Nebi'nin gömleğinden kokular getirir, ırmaklar Eyyub Nebi'nin hayat havzıyla çağlardı.. ve bu dünyada âdeta bir ukbâ neşvesi yaşanırdı. Gündüzler ışığını güneşten, gönüller de ziyasını gökler ötesinden alırdı. Gönül gözleri, günebakan çiçekler gibi hep onu kollar, ruhlar günün eşref saatleri sayılan namaz vakitlerine kurulu yaşar ve sineler hep onun aşk u heyecanıyla çarpardı. Böylece günün her parçası farklı bir şehrâyin ve bir şölen gibi duyulur; her hafta, her ay, her sene bu millete aidiyeti cihetiyle farklı bir renklilik içinde gelir geçer; geliş geçişleriyle o tali'li insanların başlarını okşar ve onlara her mevsim kim bilir kaç kere Cennet koridorlarında yürüdüklerini hatırlatırdı. Bu bahtiyarlar dünyasında her sabah âdeta bir "ba'sü ba'de'l-mevt" yaşanır, her öğlen, ayrı bir sıcaklıkla başlar üzerinde kendini hissettirir, her ikindi, bir meltem serinliğiyle dört bir yanı sarar, her akşam, bir sükût mûsıkîsi gibi gönüllerin derinliğinde duyulur ve bütün bir gün ötelere açık pencereleriyle herkese bir temâşâ zevki sunardı; sunardı da bu derinlik ve bu renklilik bir mânâda herkesi büyüler ve en katı kalbleri dahi ipekler gibi yumuşatırdı.
O günkü nesillerin her zaman pırıl pırıldı kalbleri, sımsıcaktı atmosferleri.. ve her tarafta sağlam bir güven ve huzur nümâyândı. Şimdilerde çokça şahit olduğumuz eşkıyalık, çetecilik, anarşi, zorbalık, derin devlet ve fâili meçhul… gibi konular hiç mi hiç bilinmezdi. Bilinmezdi, zira o zamanlar her yanda nizam, âhenk, hakkâniyet, adalet ve merhamet hâkimdi…
Hırs, haset, haksız kazanç, ihtikâr, rüşvet, iltimas, dolandırma, kandırma, hortumlama... türü hususların bazıları hiç bilinmez, bazıları da sadece sözlüklerde görülürdü. Zira o günün tali'li insanları fevkalâde kanaatkâr, haramdan uzak, helale kilitlenmiş ve hep hak duygusuyla oturup kalkarlardı…
Az görülürdü onlarda düşmanlık duygusu, cinayet ve intikam hissi, fitne ve fesat organizesi ve hükmetme sevdası; zira onlar, ciddî bir diyalog gayreti, bir hoşgörü felsefesi, bir sevgi ahlâkı ve bir şefkat anlayışına kurulu idiler.
O günkü insanlar baskıcı idareyi kadîm tarihten kalmış bir tiranlık gibi görür; despotizmayı, firavunluk şeklinde algılar ve lanetle yâd eder; başkalarını damgalama veya fişlemeyi, alçakların işi sayar ve ömürlerini tevazu, mahviyet ve îsâr ruhuna bağlı sürdürür; her zaman fütüvvet ruhuyla gürler, fedakârlık ve samimiyetle soluklanırlardı.
O aydınlık dönemde, içki, kumar, uyuşturucu ve kaçakçılık kat'iyen günümüzde olduğu kadar yaygın değildi. Sokak çocuğu, tiner, bali vesâir çağın problemlerini sözlüklerde bile göremezdiniz. Zira o gün her yanda kalb, ruh, akıl insanları, düşünen dimağlar, samimi gönüller, ülke ve millet için ihlâsla çarpan yürekler vardı.
Bu prototip insanların yaşadığı atmosferde ne yukarıda sayılan türden levsiyat olabilirdi ne de fısk u fücur, fuhuş, hayâsızlık ve bohemlik gibi insanı insanlığından utandıran inhiraflar. Her şeyden evvel, ismet, iffet, fazilet, ilâhî ahlâk ve hesap duygusu o bahtiyarların en mümeyyiz vasfı ve en tabiî halleriydi. Onlar, çizgileri belli, yol haritaları düzgün ve insanî derinlikleriyle de böyle bir şehrahta yürümeye hazır idiler. Doğru yaşadı, doğru yürüdü ve arkadan gelenlere yâd-ı cemîl oldular. Bilmem ki biz o yolun neresindeyiz?
Sızıntı, Nisan 2008, Cilt 30, Sayı 351
.
İlim ve araştırma aşkı, ilâhî isimleri, o isimler arkasındaki Zât'ı yakından tanıma, tanıyıp yakınlığına ulaşma ve canlı-cansız karşılaşılan her nesnede O'ndan esintiler duyup hissetme adına zevkli, mukaddes bir iştiyak ve heyecanın unvanıdır. Böyle bir heyecan taşıyan kimse ne gecelerin karanlığına takılır ne de gündüzlerin gürültü ve velveleleriyle dağınıklığa düşer; geceyi ayrı bir temâşâ ufku görür, yürüyeceği noktaya yürür; gündüzü de ayrı bir fırsat faslı olarak değerlendirir ve hep aksiyon soluklar. O, hakikate ulaşma ve inayet görmenin zahmetli bir yolculuğa bağlı olduğunun farkındadır. Meşakkat ve sıkıntıların nebiler yolunun zâdı, zahiresi, sermayesi olduğunu çok iyi bilir. Yarınları ve yarınki nesilleri aydınlatmaya koşarken, mumlar gibi erimesinin gerektiğine yürekten inanmıştır. Ömür tüketir varlığı doğru okuyup doğru yorumlama yolunda.. ve bilgisini mârifete, mârifetini de yakîne ulaştırma azmiyle dur-durak bilmeden koşar varlık şiirinin değişik fasılları arasında.
O, her zaman yeni bir şeylere ulaşma peşindedir; ufku, hedefi ve imkânlarının fersah fersah önünde; hızı ve irtifaı en yüksek uçanlardan daha yüksek; sermayesi bir damla olduğu durumlarda dahi gözlerinde her zaman engin deryaların o mehâbetli görüntüleri; kanatlarını ümitle açar-kapar ve bu uzun yolculukta tek kuruş sermayeye sahip olmasa da, dünyanın hazinelerini ayaklarının altında hissediyor gibi yürür hedefine. Bu itibarla da, o şimdilerde ne durumda olursa olsun, taşıdığı bayrağın yarın yükselip göklerde dalgalanacağında şüphesi yoktur.
Dün muasırları sürüm sürümken o yine böyleydi; didik didik ediyordu eşyâ ve hâdiseleri durup dinlenme bilmeden: Çağdaşları her şeyi uzaktan uzağa seyrede dursun, o her gün yeni yeni tespitleriyle yürüyordu varlığın özüne ve özlerin de özüne doğru. Bir dönemde böyle çalımla yürürken niye birdenbire durduk bilemeyeceğim; ama bugün bizim o muhteşem mirasımızı onların sahiplendiği açıktır. Evet, bu kez biz duraklamaya geçtik onlar yürüdü; yürüdü ve kökü bize ait esasları değerlendirerek nice keşiflere imza attılar. Her şeyin özüne, esasına ulaşamasalar da, çağın ilim ve teknoloji harikalarının arkasında onların olduğu muhakkak...
Bizler, uzak geçmişimiz itibarıyla oldukça parlak, şimdilerde ise zavallılardan daha zavallı birer zamanzede olmamıza karşılık; onlar, o kapkaranlık mazilerinden intikam alıyormuşçasına, ellerinde ilim meşalesi fersah fersah önümüzdeler ve insanî değerlerde olmasa da ilim ve araştırmadaki fâikiyetleriyle bize karşı caka yapmaktalar. Bize ne olmuştu da böyle gerilerin gerisinde kalıvermiştik.! Oysaki çok sağlam bir geçmişimiz, güçlü ve her zaman geçerli dinamiklerimiz, ilmi ve araştırmayı ibadet sayan bir dinimiz vardı; bu açıdan da, ne ilimlere ne de varlık ve hâdiselere hiç de yabancı değildik; ama her nasılsa bir kere cehalete, bağnazlığa, tembelliğe yenik düşmüş; sonra da kahreden bir taklit ve şablonculuğa takılıp kalmıştık!..
Ne günlerdi; biz kendimizdik, bütün araştırmalarımız da bizceydi. İbadet sayıyorduk düşünmeyi, araştırmayı ve öğretmeyi; hür düşünceli ve hakka ulaşma azmiyle gerilmiş binlerce ilim âşıkı şehit vermiştik.. harıl harıldık her alanda.. Hakk'ın kâinat kitabındaki şifrelerini çözme yolunda yarışır gibi bir hâlimiz vardı. 'O maziler sanki bir yıkık rüya şimdi.' (Akif)
İlk Müslümanlar, yeryüzünde İslâmiyeti neşrederken, bir yandan bütün himmetleriyle gönülleri aydınlatmaya çalışıyor ve insanlara, o döneme hâkim değişik istibdatlardan sıyrılma yollarını gösteriyor, diğer yandan da ulaşabildikleri her topluma yeni bir ilim anlayışı, tefekkür tarzı ve araştırma usulü sunuyorlardı. İslâm'ın zuhûru üzerinden henüz bir asır geçmemişti ki, Akif'in ifadesiyle: 'Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi/Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi/Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi...' Evet, onun gür sesinin ulaştığı her yerde, firavunluklar tarumâr olup gitti ve her bucakta hak ve adaletin bayrağı dalgalanmaya başladı. Putperestliğin yerini tevhid düşüncesi ve Allah'a kulluk alırken, taklit ve ustureler de bir bir yerlerini ilim aşkına ve araştırma iştiyakına bırakıyorlardı.
O gün her ilim, ilim kabul ediliyor ve hepsi de bu aşk ve iştiyaktan nasibini alabiliyordu: Bir taraftan âlet ve belâgat ilimleri, tefsir, hadis, fıkıh, usul-i hadis, usul-i fıkıh ve usul-i din gibi ilimler yeni bir dinî sistemin, bir hayat felsefesinin ve bir ukba mülâhazasının dili, tercümanı olarak ortaya konurken -burası o konuyu açmanın yeri değil- diğer taraftan da matematik, geometri, kimya, tıp, astronomi, ziraat ve şehircilik... gibi pek çok fen o güne kadar çok iyi bilinmeyen farklı bir çerçevede yeniden vaz'ediliyordu. O dönem itibarıyla, bu ilim dallarının hemen hepsinde, araştırma sevdalısı bir hayli mütefekkir, filozof ve kâşif göstermek mümkündür: Muhammed b. Zekeriyya er-Râzî'den (d. 864) Kûfeli Cabir'e (d. 815), Fârâbî'den (d. 870) İbn Sina'ya (d. 980), Fezârî'den (d. 796) el-Bettânî'ye (d. 858), İbn Yunus'tan (d. 950) Zehrâvî'ye (d. 936), Gazzâlî'den (d. 1058) İbn Rüşd'e (d. 1126) kadar daha yüzlerce deha... bizim burada işaret ettiklerimiz, kimya, matematik, geometri, tıp, astronomi, mûsıkî, fıkıh, usul-i fıkıh, tasavvuf... gibi ilim dallarında sistemler geliştirmiş ilim adamı, düşünür, filozof ve kâşiflerden sadece birkaçı... Bunların insanlığa armağan ettikleri eserler çağları aşacak nitelikte ve Batı Rönesansına öncülük yapacak mahiyettedir. Bunun böyle olduğunu içimizdeki bir kısım haricîler kabul etmeseler de, münsif ilim dünyası artık bu konuda farklı düşünmektedir.
Şimdi isterseniz, Haydar Bammâd, Josef Bertrand ve Gustave Le Bon gibi mütefekkirlerin bazı tespitleriyle konuyu biraz daha açalım: Milâdî sekizinci ve dokuzuncu asırlar, değişik ilim ve fenlerin fevkalâde inkişaf ettiği aydınlık çağlardır. İlim tarihi bu asırlar itibarıyla Şark'ı oldukça parlak anlatır. Şöyle ki, dünyanın dört bir yanında koyu bir cehaletin hüküm-fermâ olduğu bu dönemde İslâm Dünyası altın çağını yaşamaktadır. İlim adamları ve araştırmacılar, devlet ricaliyle yan yana ve el üstündedirler. Abbasî Me'mun döneminde, devlet tarafından yerkürenin küreviyetini ispatlama karar altına alınır. Bu karar daha sonraları Benû Musa (Muhammed, Ahmed, Hasan) tarafından Sancar sahrasında gerçekleştirilmeye çalışılır. İlim tarihinde keyfiyeti çok iyi bilinen bu tecrübe, bir de Kûfe sahrasında denenir ve bu konuyla alâkalı günümüzdeki bilgilere yakın sonuçlar elde edilir.
Oysaki, o gün, Orta Doğu'da İskenderiye mektebinin devre dışı kalmasıyla pek çok ilmî alanda bir duraklama yaşandığı gibi, astronomiyle alâkalı bilgiler de astrolojik ustûrelere yenik düşmüştü. İlmî araştırmalar durmuş, insanlarda ilim aşkı tamamen sönmüş ve müsbet düşünce de gurbet yıllarını yaşıyordu. O dönemde dünyanın en güçlü ilim merkezi sayılan Konstantiniye'de ilim yuvaları ruhların cinsiyet tayiniyle meşgul oluyordu; Avrupa'nın durumu ise, tamamen yürekler acısıydı.
İşte böyle bir çağda Müslüman ilim âşıkları, eski ilmî mirastan ellerine geçen bütün bilgi kırıntılarını derin bir iştiyakla gözden geçiriyor, onlardaki hataları düzeltiyor ve gelecek nesilleri hayret ve hayranlığa sevk edecek yeni tespitler ortaya koyuyorlardı.
Çok erken denecek dönemde, tecrübî usulleri vaz' edenler Müslümanlar olduğu gibi, bugün hâlâ Avrupa ülkelerinde kullanılan bir kısım alet ve sistemlerin keşfi de yine Müslümanlara aittir; usturlap, ilim dünyasına Muhammed b. İbrahim el-Fezârî'nin armağanı; zîc ise, aynı isimdeki eseriyle Ebu Abdullah Muhammed el-Bettanî'nin hediyesi; ilim âleminde 'cebir' isminin her zaman Cabir'le beraber anılması rastlantı değil; ilim dünyasında, Benû Mûsa'dan Muhammed'in adı ikinci derecedeki denklemlerin çözülmesi usulüyle, Ömer b. İbrahim'in ismi de üçüncü derecedeki denklemlerin halli usulüyle anılmaktadır; ay ve güneş tutulmalarının devrî olduğunu söylemekle bu konuda en doğru astronomik tespitlerde bulunan meşhur Ali b. Yunus olmuştur ki, bu zât aynı zamanda kendi 'Zîc-i Hâkimî'si ve Nasîruddin et-Tûsî'nin 'Zîc-i İlhânî'siyle zamanı ölçen, yıldızların yerlerini belirleyen ve saatlerde ilk rakkas uygulamasını gerçekleştiren binli yılların en namlı astronomudur.
Şimdilerde, bu ilim ve araştırma âşıkı insanlar bizim dünyamızda çok fazla bilinmeseler de münsif Batılılarca hep takdirle anılmakta ve ilim öncüleri olarak yâd edilmektedirler. İlim adamları, Lablas'ın, İbn Yunus ve Bettanî'nin gözlemlerinden yararlandığını söylerler. Hem niye olmasın ki, Batı dünyası asırlarca İbn Yunus ve Bettanî'nin sistemlerini kullanmış, üniversitelerinde talebelerine İbn Rüşd'ün felsefesini, İbn Sina ve Râzî'nin tıbbını okutmuş, Zehravî'nin cerrahi aletlerini kullanmış ve cerrahi yöntemlerini uygulamışlardır. Göz anatomisiyle alâkalı eski köhne düşünceleri yıkarak onların yerine, günümüzdeki bilgilere çok yakın tespitlerde bulunan el-Hâzin'i ilim dünyasında bilmeyen yok gibidir...
Müslümanlardaki bu ilim ve araştırma aşkı, zikredilen hususlar ve benzerlerine de münhasır değildir; onlar, edebiyattan diğer sanat dallarına, ziraatten bahçeciliğe, sulama kanallarından meyve aşılamaya kadar o günün dünyasınca bilinmeyen pek çok konunun da öncüleri ve rehberleri olmuşlardır. Dünyanın, Yunan mitolojileriyle avunup durduğu bir dönemde Doğu, o zenginlerden zengin ve ince üslûbuyla Batıyı âdeta büyülemiştir. Batı sanatta gayenin yükselticiliğini, tecridin sihirli atmosferini Müslümanlarla tanıyabilmiştir. Bağ-bahçe tımarı, o ince peyzaj farklılığı bizim dünyamızın Batıya armağanlarıdır. Orta Doğu ve diğer sıcak ülkelerin çok değişik meyvelerini Avrupa milletlerine Endülüs Müslümanları tanıtmışlardır. Hayvanat bahçeleri, balık havuzları da yine bu cins kafaların insanlığa hediyesidir. O gün, Endülüs Müslümanları tabiata müdahale haklarını kullanarak öyle mükemmel bahçeler hazırlamışlardı ki, buralarda en vahşi hayvanlardan en nadir bulunan kuşlara kadar her türlü canlıyla karşılaşmak âdiyattandı. Bu geniş alanların olabildiğine mükemmel dizaynı ve zenginliği, şelâlelerin büyüleyici görüntü ve sesleri karşısında temâşâ edenler âdeta kendilerinden geçerlerdi.
İlk Müslümanlar ilim ufukları, hakikat tutkusu ve araştırma aşklarıyla varlık ve eşyayı didik didik etmiş, çağlar boyu birer kaynak olarak herkesin başvuracağı çok önemli tespitlerde bulunmuş, uğradıkları her yeri kendi engin zevklerine göre yeniden şekillendirmiş ve tıpkı cennetlerin koridorları hâline getirmişlerdi. Herkes onlara ve dünyalarına imreniyor, yüreklerinde kin ve nefret taşımayanlar gönüllü olarak onların vesâyetine koşuyordu. Zaten öylesine geniş bir husumet cephesi karşısında da sırf kaba kuvvetle onca zaman ayakta kalınamazdı.
Günümüze doğru gelirken yavaş yavaş o aşk u iştiyak söndü. O beyin fırtınaları tamamen dindi ve her şey tersine döndü.. ve bu millette öldüren bir yorgunluk yaşanmaya başladı. Geçmişin oldukça cahil ve her zaman gözümüzün içine bakan çoban toplumları ilmî seviyeleri, araştırma ciddiyetleri, maddî terakkî ve teknolojik üstünlükleriyle bizi vesâyetlerine çağırır oldular. Acaba onlar şu anda bulundukları bu noktaya nasıl gelmişlerdi? Bütün dünya ile oynayacak bu korkunç gücü hangi yollarla elde etmişlerdi?! Bence bütün bu meselenin kestirmeden tek bir cevabı var; o da: Dün bizim geçtiğimiz yollardan geçerek..!
Bu itibarla, bize ve bütün eğitimcilere sadece, insanımızda, bir kere daha kendi soyumuzla tanıdığımız hakikat ve ilim aşkını uyarmak, bir kere daha onları, araştırma azm ü iştiyakıyla şahlandırmak kalıyor. Ne var ki, bu koca coğrafyada böyle bir şeyi başarmak için de, zinde dimağlara, hakka adanmış gönüllere, garazsız, ivazsız ve hiçbir gâile karşısında sarsılmayacak kadar da yürekli babayiğitlere ihtiyaç olduğu bir gerçek; şahsî, ailevî, siyasî ve ekonomik herhangi bir menfaat mülâhazası olmayan ve her türlü beşerî ihtiraslardan uzak babayiğitlere...
Sızıntı, Haziran 2004, Cilt 26, Sayı 305
.
İnsanlık Sevgiye Hasret Gidiyor
Bugün insanlık olarak insanca davranmayı unutmuş gibi bir hâlimiz var. Varlık içindeki farklılığımızı ifade etmekten çok uzak bulunuyoruz. Melekleri imrendirecek o muhteşem donanımımıza rağmen habîs ervahı bile utandıracak işler yapıyoruz. Kinle-nefretle oturup kalkıyor, gayzla köpürüyor ve birbirimize hep intikam hisleriyle bakıyoruz. Sevgi adına sinelerimiz bomboş, düşmanlık sisi-dumanı sarmış bütün duygularımızı ve yıllar var habersiziz muhabbetin o büyülü tesirinden. Düşüncelerimiz mütemadiyen kötülük duyguları üretiyor. Etrafı yakıp yıkma, her şeyi kendimize benzetme ve “öteki” dediklerimizi baskı altına alma âdeta ahvâl-i âdiyeden. Çoğumuz itibarıyla akla-mantığa rağmen hep hislerimizin güdümünde yaşıyoruz. Bizim gibi düşünmeyenleri ezme, susturma en bâriz şiarımız. Bazı problemlerin farklı çözüm yolları da olabileceğini hiç mi hiç düşünmeden bildiğimize gidiyor ve yapmalar yolunda ne yıkmalara ne yıkmalara sebebiyet veriyoruz. Birbirimizin gönlüne girerek can diliyle, gönül beyanıyla kendimizi ifade etme, geçmişte kalmış demode bir yöntem gibi...
Bencilliğimizin ürettiği bir sürü muhalif düşünce ve onların temsilcileriyle karşı karşıya bulunmanın hafakanlarıyla oturup kalkıyoruz. Sürekli hiddetleniyor, nefretle köpürüyor ve gücümüz yeterse kalkıp tepelerine biniyoruz. Ezebildiklerimizi eziyor, güç yetiremediklerimizin şeref ve haysiyetiyle oynuyor, hatta varsa medya güç ve imkânlarımızla onları yerden yere vuruyor, ölümden beter şeylere maruz bırakıyoruz.
Bu tür olumsuz şeyler karşısında, şimdilerde bütün dünyada duyulan ya zâlimlerin "hayhuy"u ya da mazlumların âh u efgânı. Yıllar var ki mazlumlar, mağdurlar diyarı bazı ülkeler sürekli baskı altında ve halklar inim inim. Akıllar durgunlaştırılmış, his ve heyecanlar söndürülmüş, çoğunluk kendi değerlerine karşı yabancılaştırılmış ve herkes birbirinin kurdu haline getirilmiş. Farklı düşünce ve farklı anlayışların birer ihtilaf ve iftirak sebebi sayıldığı bu kabîl toplumlarda vuran vurana, kıran kırana önü alınmaz kavgalar çıkarılıyor, insanlar birbirine düşürülüyor. Biri ötekinin gözünü çıkarıyor, canına kıyıyor; o da berikinin üzerine canlı bombalar veya bomba yüklü arabalarla yürüyor. Her yerde farklı bir vahşet yaşanıyor ki vahşilerinkine denk, hatta ondan da ileri...
Kalmamış çoklarında insanî ruhtan eser.. felç olmuş gibi vicdan mekanizması: İradeler zâlimce planlar peşinde; mârifetullah rasathanesi sayılan zihinler kirli duygulara teslim; sevginin o dupduru kaynağı his dünyası, yılan-çıyan yuvası; potansiyel olarak Hakk'ı müşâhede menfezi sayılan gönül, bütün bütün ışığı söndürülmüş bir dehliz ve bütün insanî sistemler, varoluş gayelerine aykırı bir yolsuzluk gurbeti içindeler.
Gerçi tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde benzer olumsuzluklar hep yaşanageldi ama bu seferki tahribat ve mesavî, biraz da küreselleşen dünya ve gelişen ileri teknolojinin katkılarıyla çok farklı ve ürpertici oldu. Allah'ın günü televizyon ve internet ekranlarına, gazete ve mecmua sayfalarına baktıkça dehşetle ürperiyor ve çok defa yüzümüzü başka bir tarafa çeviriyoruz. Biz gözlerimizi kapasak, kulaklarımızı tıkasak da elimizde olmayarak zihnimize nüfuz eden bir kısım olumsuzluklar yine sinelerimize bir zıpkın gibi saplanıyor, kalb ve ruhumuzda onulmaz yaralar açıyor. Bazen yığın yığın mesavîyi birden duyuyor, kan ve gözyaşı içinde kıvranan insanlarla beraber kıvranıyor ve yıkılıp yerle bir olan ümranlarla beraber biz de yıkılıyoruz. Hazan esiyor gibi her yörede.. kuruyup dökülen yapraklar gibi insanlar.. Âkif ifadesiyle: "Harâb iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler / Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar / "Gazâ" nâmıyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar/ Ipıssız âşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar / Emek mahrûmu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!.." İçimize akan şeyler birer çığlığa dönüşüyor ve bir şey yapamamanın ızdırabıyla inlemekle yetiniyoruz.
Oysaki, herkes ve her şey, bizden kendilerine uzatılacak bir el bekliyor; bekliyor ama çok defa kayıtsızlığımız veya aczimiz karşısında en derin inkisarlarla bir kere daha yıkılıyor.. yıkılıyor hissizliğimiz, hareketsizliğimiz karşısında ve feryatları cevapsız kaldığından dolayı. Az dahi olsa bunları duyup hissedenler de var ama onlar da güçsüz ve imkânsız. Bu itibarla da, olup bitenleri gördükçe ölüp ölüp diriliyorlar; duygularını, Suzî'nin "Yağmıyor yağmurlar, bitmiyor lale / Acep bu hâlimiz böyle mi kala / Rahmet deryasından gelen bu ile / Vakitlerde esen yeller perişan!.." suzişi nağmeleriyle seslendiriyor ve oldukları yerde kalakalıyorlar.
Bütün bunlar karşısında insan, inkisarla sarsılıyor ve "Demek artık yığınlar hep böyle birbirini yiyecek.. kitleler birbiriyle sürtüşüp duracak.. kimse kimseyi gönülden sevmeyecek.. insanlar birbirini düşünmeyecek.. mağdura kimse el uzatmayacak.. mazlumun başı okşanmayacak.. fertler birbirine bağırlarını açmayacak.. kimse bulunduğu yerde güvenli olmayacak.. dünyanın kaderine, kan düşünen, kan konuşan, kan döken kanlı deliler hâkim olacak.. ve çağ yeniden bir kere daha tiranlar çağına dönecek.." diyesi geliyor. Bu böyle sürüp gidemez; sürüp gitmesi, insanlığın ve insanî değerlerin ölümü demektir.
Öyleyse gelin, yolların ayrımında bulunduğumuz şu günlerde bir kez daha Yunus'ların, Mevlânâ'ların ses ve soluklarında yankılanan şu evrensel ilâhî çağrılara kulak vererek gönülden "sevgi" ve "kardeşlik" diyelim.! Gelin, insan olma farklılığını, rengi ve deseniyle bir kere daha bütün cihana gösterelim.! Gelin, garazların, kinlerin, nefretlerin dünyanın çehresini kararttığı şu günlerde bütün samimiyetimizle gönülden bir kez daha sevgi ve diyalog diyelim.! Gelin, vicdanlarımızı ilâhî rahmet vüs'atine göre bir genişliğe ulaştırarak ardına kadar herkese sinelerimizin kapılarını açalım.! Gelin, kendimizi kurumaya, yok olmaya mahkum birer damla gibi görmekten sıyrılarak, çağlayanlarla bütünleşip derya olmaya yürüyelim.! Mademki hepimiz insanız, genlerimizde Âdem Nebî'nin genleri ve özümüzde de Hakikat-i Ahmediye'nin usâresi var demektir; öyleyse gelin, bütün şeytanî dürtülere baş kaldırarak yeryüzünün halifesi olduğumuzu ve göklere ulaşmaya namzet bulunduğumuzu, cihanları velveleye verecek bir sesle haykıralım ve insan olma farklılığını bir kere daha meleklere duyuralım.! Gelin, yürüdüğümüz yolları birer şehraha çevirerek el ele, gönül gönüle hep Allah'a yönelelim.
Sızıntı, Mart 2008, Cilt 30, Sayı 350
.
Işık Karanlık Devr-i Daimi
Dünya var olduğu günden beri nur, zulmetin peşinde, ışık, karanlıkla yan yana, gündüzler geceleri takip etmekte ve güzel çirkin iç içe. Şeytan, ilk günden itibaren insanoğluna musallat, ruh, cismâniyetle karşı karşıya. Zulüm-adalet savaşı hiç mi hiç dinmedi ve kargaşa her zaman nizamla kavga içinde oldu. Dalâlet, hidayet birbirine rağmen genişledi, daraldı. Cehennem patikaları ile Cennet şehrahları yan yana kulvarlar gibi uzayıp gitti.. ve gecelerin döl yatağında da sürekli müstatil fecirler oluşup durdu...
Şimdi de öyle; gün oluyor, çepeçevre zulmetlerle kuşatılıyor ve sesimizi yükseltip avaz avaz, "Her yer karanlık.../Mağrip mi yoksa makber mi yâ Râb!" (A. Hamit) diye bağırasımız geliyor. Bir de bakıyorsunuz dört bir yan pırıl pırıl ve her tarafa ışıklar yağıyor; tulû tulû üstüne bin bir parıltı gecenin bağrında ve karanlık derdest ışığın ağında. Öyle ki görüp hissettiklerinizle kendinizi Cennet koridorlarında sanıyorsunuz; herkes, elinde Firdevs'ten bir demet gül, yürüyor gönlünce yollarda Allah'a emanet.. bir an geliyor ki ufkunuzu saran çirkinliklerle -bu biraz da hâdiselerin dış yüzüne bağlı- içiniz bulanıyor.. derken ardından hiç beklenmedik şekilde yine bir kısım güzellikler sökün ediyor. Kendinizden geçiyor, şevk u şükürle geriliyorsunuz. Şeytanı çileden çıkaracak "Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem" diye gürlediğiniz gün, saat, dakika ve saniyelerin sayısı hiç de az değil; ne var ki, ruhun bedene, aklın da nefse yenik düştüğü uğursuz zamanlar da hemen hemen ona denk...
Zulmün "hayhuy"u, zalimlerin ürperten hırıltıları, kaba kuvvetin saygısız çığlıkları, fısk u fücûrun sürekli ruhları kemirmesi, yalanın tervîç edilip hıyanetin âdiyâttan sayılması ve aldatmanın akıllılık zannedilmesi.. gibi helak edilmiş eski kavimlerin azgınlıklarına denk onca küfür ve dalâletin yanında bir de bakıyorsunuz, yeniden insanî değerlere yönelen yönelene; o zaman da izbelerde uğultu, yarasalarda telâş başlıyor ve saksağan yuvalarında bile âdeta bülbüller şakıyor. Evet, Cehennem'e sürüklenenlerin hadd ü hesabı yok, Cennet'e yürüyenler de onlardan az değil...
Yeni bir çağla beraber bir kısım mütegalliplerin bütün dünyayı en korkunç kaoslara sürükledikleri muhakkak.. onca fezâyi ve fecâyii irtikâp ederken aydınlanma, medeniyet, modernite, demokrasi, insan hakları.. gibi yaldızlı kelimelerle "Herkesin kör ve âlemin sersem" (Z. Paşa) yerine konması ayrı bir saygısızlık örneği; dahası olup biten bunca şeye "dur" diyecek birinin çıkmayışı, topyekün mazlumlar, mağdurlar adına öyle bir ızdırap ki hiç sorma.! Bu arada pek çok millet ve hususiyle de bunlar arasında bazı toplumların inim inim inlediğinin görmezlikten gelindiği de apaçık.. tabiî bütün bunlara "yeter artık" diyecek yiğitçe bir sesin yükselmeyişi ise, hepimiz için ayrı bir bahtsızlık.. yaşama hakkı, konuşma hakkı, kendini ifade etme hakkı.. gibi hukukun, kuvvetlilere has bir imtiyaz hâline geldiğini bilmeyen kalmadı.. kanunların, kuvvetlileri sıyanete göre vaz'edilişi, cezaî müeyyidelerin zayıflara karşı uygulanışı, ahvâl-i âdiyeden.. her yanda bir sürü tiran, hepsi de birbirinden yaman; onlar gibi düşünmediğiniz takdirde ezilmeniz mukadder.. bunlara karşılık "hak" demeye veya "demokrasi"yi telaffuz etmeye kalksanız; "medeniyet", "modernite", "çağdaşlık" deyiverip sindirirler sizi ve herkesi; bunlar da şimdilerde olağan hâdiselerden...
Evet, yıllar var ki hemen her yerde, zayıf, güçsüz ve geri kalmış ülkeleri büyük ölçüde kaba kuvvet idare ediyor, hem de hiç kimseye hesap vermeden. Bir baştan bir başa şu koca İslâm dünyasında şimdiye kadar emsaline az rastlanan mazlumiyetler, mağduriyetler en feci şekliyle yaşanıyor. Sürüm sürüm yığınlar, sürüm sürüm milletler.. ne hakka saygı var, ne de insanlara merhamet; her yerde kan-irin, her yerde ürperten bir vahşet...
Bütün bunlar olup durdu ve olmakta; ama, bir de madalyonun öbür yanı var: Her şeyden evvel şimdilerde zulüm gidip tâ ayyuka dayandı ve "gayretullah"a dokunma çizgisinde.. birkaç asırdan beri süregelen "Tagallüpler, esâretler; tahakkümler, mezelletler/Riyâlar, türlü iğrenç ibtilâlar, türlü illetler." (M. Akif), uyarmaya başladı uyuyan bütün toplumları.. artık her yanda bir sürü meş'ale par par.. ve bu aydınlıkta her şeyi doğru görüp doğru okuyan bir hayli insan var.
Dün hep kâbuslarla oturup kalkmamıza karşılık bugün, aydınlık geleceğin rüyalarıyla pırıl pırıl farklı mülâhazalarımız bulunmakta. Geç de olsa gayrı "yarınlarımız" diyebiliyoruz; kendimiz gibi düşünüyor ve kendi üslubumuzla yürüyoruz yürüdüğümüz yollarda. "Hak rızası" diyenlerin sayısı her şeye yetecek kadar; hakka yürekten bağlanmışların ise hadd ü hesabı yok. Her gün arz üzerinde ışık haddinin giderek genişlemesine mukabil, zulmetlerde de sürekli bir büzüşme var. Dünya durmadan dönüyor ve pek çok şey de sür'atle değişiyor. Hâdiseler böyle cereyan ettiği takdirde bugün olmasa da çok yakın bir gelecekte semavîliğin gelip kapımızı çalacağından şüphe edilmemelidir.
Kim bilir belki de, önümüzdeki günlerde rahmet arşından başımıza düşecek olan o "bir damla Ramazan" gibi vakt-i merhûnu gelince, umumî inayet ve şefkat de gelip sağanak sağanak başımıza boşalacak. İşte o zaman, asırlardan beri âdeta kupkuru çöllere dönmüş bu mazlumlar diyarı, pervanelerin ışığa koştuğu gibi herkesin göç edeceği bir hayal ülkesine dönüşecektir.
Her yanda ma'kûs kaderimiz değişmiş gibi bir hâl var; kendi değerlerimize daha yakın duruyor ve onları daha iyi tanımaya çalışıyor, tanıdıkça da daha bir yürekten seviyoruz. Hayranlık duyuyoruz İslâm'a ve onun getirdiklerine; dahası onu, gökler ötesinin bize bir şefkat ve vefası gibi görüyoruz. Ona sahip çıktığımız şanlı günleri gururla yâd ediyor; ona karşı vefa ve sadakat içinde bulunanları alkışlıyor; azimle, ümitle aydınlık geleceğe yürüyenlere de: "Yolunuz açık olsun." diyoruz.
Sürekli yollardayız ve yol mülâhazaları âdeta birer ziya, birer ışık hüzmesine dönüşerek içimize akıyor.. hedefte Hak rızası var, yol meşakkati ve yorgunluk umurumuzda bile değil.. Nâm-ı celil-i ilâhiyi duyup dirilenleri gördükçe biz de onlarla beraber bir kere daha dirilir gibi oluyoruz. Gönüllerimizde inşirah fasılları birbirini takip ediyor; sînelerimiz ayları, güneşleri, kâinatları istiâb edecekmişçesine genişliyor ve yol boyu karşılaştığımız her şey, ebedlere namzet olduğumuzu mırıldanıyor.
Şimdilerde inanmış gönüller son bir kere daha gökler ötesine yönelmiş gibi.. her yanda uhrevîlikler tülleniyor ve ruhlara âdeta ötelerin kokusu gelip sızıyor. Bütün varlığın bir nabız gibi O'na bağlı attığını duyar gibiyiz.. ve yer yer ötelerin sıcaklığı sarıyor her yanımızı.. her nesne, kendi varlık mertebesi ve özel konumu itibarıyla bize hayatın ayrı bir şiirini, ayrı bir musıkîsini duyuruyor. Her şeyde ve herkeste dünkünden farklı bir büyü seziliyor/seziyoruz. Ufuklar daha aydın, gözler daha keskin, varlık hakkında yorumlar daha tutarlı; sanki her yanda maneviyât âleminin ışıkları parıldıyor ve mutlu yarınlar daha şimdiden herkese kendi şîvesini, kendi desenini aşılıyor. Daha düne kadar tıpkı mezarlık görünümündeki bu dünya, şimdilerde kıpır kıpır hayatla tülleniyor ve bir "ba'sü ba'del mevt" şöleni yaşanıyor her yanda. İnsanların çehrelerinde daha belirgin bir uhrevîlik var. Artık hiçbir şeyi, "halli müşkil" bir bilmece gibi görmüyor; aksine bütün varlığı canlı ve anlamlı bir resim gibi temâşâ edebiliyor, bir kaside gibi seslendirebiliyor ve hemen her nesneyi daha bir farklı duyuyoruz.
Görüp hissettiğimiz her şey, imanın ziyası sayesinde bir Cennet manzarası gibi pırıl pırıl ve ebediyet televvünlü. Zaman, mekân, varlık ve hâdiseler dünden daha yumuşak ve mûnis görünüyor.. gönüllerimiz âdeta daha aydınlık günlerin ileride olduğunu meşk ediyor. Farklı farklı da olsa, pek çok kimse, hiss-i kable'l-vuku (önsezi) ufkundan aydınlık bir geleceği temâşâ ediyor gibi.. ve idbârını ikbâle çevirecek bir şifreyi elde etmişçesine içten içe pür-neşe; her adımında yeni bir şey kazanıyor olmanın sevinci ve yürüdüğü bu yolla dünya muvazenesindeki yer ve konumuna ulaşacağının güveni var hâl ve tavırlarında.
Dahası, bu iman ve reca ile kabri, mahşeri, sıratı aşıp Cennet'e ulaşacağına da ümidi tam. Gönülden inanmış Allah'ın kendisini yalnız bırakmayacağına ve O'nun inayetiyle dünya-ukba handikaplarını aşacağına.. ve görüyor dünyanın döndüğünü, ışığın da karanlığın da yer değiştirdiğini.. geceleri gündüzlerin takip ettiğini.. karın-kışın bağrında baharların geliştiğini.. zorluklardan sonra kolaylıkların meydana geldiğini/geleceğini.. ve bir gün önce ağlayanların ertesi gün mutlaka güleceğini. Sabah ola, hayrola; kim bilir yarınlar daha nelere gebe..!
Sızıntı, Kasım 2003, Cilt 25, Sayı 298
.
İslâm dünyası, var olduğu günden bu yana, tarihin hemen hiçbir döneminde, şu andaki hâl-i pürmelâli ölçüsünde bir talihsizlik yaşamamış ve bilebildiğim kadarıyla, bu seviyede asla ufkunun gerisinde de kalmamıştır. Bundan daha kötüsü de o, bugün bulunması gerekli olan nokta ile durduğu meş'ûm yer arasındaki mesafeyi görüp değerlendirebilecek durumda dahi değil. O, her şeye rağmen olabildiğine rahat; ne dert, ne fikir sancısı, ne yapıcı bir düşünce, ne niyet, ne de gönülden kopan bir heyecana sahip; aksine ufku bir sis gibi gamsızlıkla muhât; yaşama azmi kendi vicdanının darlığı içinde.. ve yarınlar adına -cismânî arzuları müstesnâ- ne bir emeli var ne de endişesi; kimi yerde cebbârlara kavaslık yapıyor; kimi yerde modern bir dilenci; kimi yerde fakr u zaruret pençesinde kıvrım kıvrım; kimi yerde de cehâlet ve bağnazlıkla sürüm sürüm...
İslâm dini, müntesiplerine, faziletli olmayı, onurlu yaşamayı, ilme açık durmayı, varlığı güzel okumayı, kâinat ve eşyâyı didik didik etmeyi, teşriî emirler gibi tekvînî esasları da en mükemmel şekilde yorumlayıp değerlendirmeyi emrediyormuş, onun umurunda bile değil; birkaç umurunda olan varsa da, onlar da ağızlarında fermuar, dinlenilmeme mahkûmu. Ayrıca bu dünyada, başka toplumlardan tevârüs edilen sefâhet en mergup bir meta ve teknolojik imkânlar onu tervîç etme seferberliği içinde. Şaşkınlık yaşıyor başıboş kitleler, uyuşturucu ve fuhuş ağında bütün genç nesiller; çürüyüp gidiyorlar "Gönlümce yaşayacağım." hülyalarıyla.
İnsan, İslâmî dinamiklerin güç ve zenginliğine bakınca, her yanıyla mamur iller, cennetlerin izdüşümü kentler, firdevsleri andıran köyler-kasabalar, mutlu ve ümitli insanlar, hakikat aşkıyla gerilmiş araştırmacı ruhlar, ilim sevdasıyla kitaplar ve laboratuvarlar arasında gelip giden leylîler-nehârîler, çalışma yolunda uykusunu dakikalara düşüren seherîler ve Hakk'a adanmış ruhlar görmek istiyor.. ama ne acıdır ki, görülen şeyler, görülmesi arzu edilenlerin tam aksine: Şimdilerde, bu koskoca coğrafyada, ne bir zamanlar cihanı baştan başa imar eden o ruh ve mânâ mimarlarına denk birkaç düzine entelektüel, ne de yıkık-dökük yanlarımızı tamir edecek birkaç çırak göstermek bile mümkün değil..
Oysaki, bu dinin mensuplarının, dünyada herkesten bahtiyar; öbür âlem itibarıyla da her zaman ümitvâr; her meselede topyekûn dünyanın önünde; imanı, azmi, kararlılığı ve yarınlar adına orijinal projeleriyle âleme rehberlik yapacak ve günümüzün problemlerini çözecek bir konumda ve kıvamda olmaları beklenirdi. Doğrusu biz de, ilim ve mârifetin onun ikliminde aranmasını, güzel ahlâk ve evrensel insanî değerler mevzuunda da onun örnek alınmasını beklerdik..! Beklerdik ki, adalet, hukukun üstünlüğü, inanç ve düşünce hürriyeti telaffuz edildiğinde herkesin hayalinde bu dünya tüllensin; ama, ya şimdi öyle mi.? Hayır, ne gezer! Bugünün mü'minlerinde iman değişik arızalarla delik-deşik; azmin boynunda kement, iradenin kolu-kanadı kırık; ilim ve mârifet ideolojilere emanet; güzel ahlâk ve seciyeden sık sık söz edilse de, realiteler "Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz." diye haykırıyor; adalet peylenebilen meta gibi bir şey; hukuk kaba kuvvetin vesâyetinde ve gücü zayıfları ezmeye yeten bir tahakküm ve tasallut vasıtası; hürriyet, kardeşlik, eşitlik henüz görebilme bahtiyarlığına eremediğimiz çeyrek düzine meçhul. İnsana, insanî değerlere saygı, konferansların, panellerin bir türlü gün yüzü görmeyen yaldızlı konuları.
Bütün bunların yanında, bu koca coğrafyanın, ilimde, teknolojide, sanatta, ticarette gerilerin gerisinde bulunduğu da ayrı bir gerçek. Dünyadaki itibarımız da onun gibi bir şey.. bunca olumsuzluklara rağmen bari birbirimizle barışık olsaydık; heyhât.! Günümüzde bu koca dünya, hiçbir kimsenin üretimde rekabet edemeyeceği tuhaf şeyler üretiyor: Kin, nefret, iğbirar, birbirini karalama ve bütün plânlarını düşmanlık üzerine kurma; her millet kendi içinde de böyle, birbirleri arasında da. Evet yıllar var ki, sürekli kendi içimizde hep hasım cepheler oluşturduk; sun'î düşmanlıklar, sun'î tehlikeler icat ettik; yığınları birbirinin kurdu hâline getirdik ve bir zamanların o mübarek coğrafyasını âdeta gulyabâniler vadisine çevirdik.
Yüce dinimiz, dünya ve ahiret saadeti vâdediyormuş; bize yüksek insanî ufuklar gösteriyormuş; hayatımızı anlamlaştırıyormuş.. bunların hiçbiri kendilerine has o büyüleyici tesirleriyle bu dünya insanına bir şeyler ifade etmiyor veya ettiğini ben göremiyorum; görüp bildiğim bir şey varsa, o da, inananların zaafı, vefasızlığı ve mülhitlerin de korkunç husumeti.. öyle ki, din adına bir faaliyette bulunsanız, daha ilk adımda ilhadı karşınızda bulursunuz; ikinci adımda inançlarınız, ümitleriniz ve metafizik mülâhazalarınızdan ötürü alay konusu olursunuz, en azından densiz bazı çevrelerin levmine uğrarsınız; diyalog, hoşgörü ve herkesle kucaklaşma dediğinizde, farklı bir kesimce yaylım ateşine tutulur ve günümüzün Hâricîleri diyebileceğimiz kimselerden tehditler alırsınız; dininizi tam yaşamaya kalksanız, bugüne kadar müspet ne tür bir başarı ortaya koydukları belli olmayan bazı güçlerin taarruzuna maruz kalırsınız; kalır da elli türlü komplo ile karşılaşırsınız.. bütün bunların yanında dine-diyanete sövüp-sayanların, geçmişinizi karalayanların, millî değerlerinizi hiçe sayanların, atalarınıza hakaret yağdıranların o hiç dinmeyen densizlikleri de kan olur, irin olur içinize akar ve size hicran dolu anlar yaşatır.
Bütün bu olup bitenler karşısında, kim bilir niceleri, "Artık bu dünyadan hayır gelmez, gelecek bundan daha kötü olacaktır!" diyerek gidip yeis bataklığına gömülür; niceleri yaşama ümidini yitirir ve kendini bütün bütün salıverir..! Aslında iman ve ümitle beslenmeyen bir ruh için bu durum normal de sayılabilir; evet, eğer bugün yapılan şeyler yarın bir bir yıkılacaksa, insanlığa hizmet eden hasbîler birer eşkıya gibi takibe maruz kalacaksa; herkes kendi hevâ ve hevesine göre bir dünya kurmaya kalkacaksa, bunları yaparken de kendi kriterlerine göre ters gördüğü her şeyi yerle bir edecekse -ki bir iki asırdan beri bu talihsiz coğrafyada işler hep böyle cereyan etmektedir- ne kimsede ümit kalır ne de azim ve irade.
Gariptir, bu talihi karartılmış dünyada, din, diyanet, ahlâk ve fazilet adına ortaya konan her olumlu hizmeti kuşkuyla karşılayan, bu yolda faaliyet gösterenleri suçlu gibi fişleyen ve herkesi şakî gören bir kısım tiran bozmaları ve onların şakşakçıları, nedense, bir türlü bu koca dünyanın yürekler acısı durumunu görmemekte veya görmezlikten gelmekte. Oysaki, bu coğrafyada ürperten bir durgunluk var; asırlardır dimağlar bir şey üretmiyor; güç kaynakları muattal.. her taraf harabe ve baykuşlara bayram.. dahası, sanki bu koca dünya, işsizlerin, güçsüzlerin içinde barındığı ufûnetli bir han..!
Şimdi arzu ederseniz, benim ifadelerime muvakkaten bir nokta koyarak İslâm dünyasının o yüreklere oturan ahvâl-i pürmelâlini merhum Akif'in her zaman vicdanlarda ürperti hâsıl eden o içli mısralarına bırakalım:
Musallat, hiç göz açtırmaz da ... kanlı kâbusu,
Asırlar var ki, İslâm'ın muattal, beyni, pazusu.
"Ne gördün, Şark'ı çok gezdin?" diyorlar; gördüğüm: Yer yer
Harâb iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler;
Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar;
Buruşmuş çehreler, tersiz alınlar, işlemez kollar;
Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar;
Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar;
Tagallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler;
Riyalar, türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler;
.....................................
Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar;
"Gazâ" namıyle dindaş öldüren biçare dindaşlar;
Ipıssız âşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar;
Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar;
Geçerken ağladım geçtim, dururken ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.
.....................................
Derinlerden gelir feryadı yüzbinlerce âlâmın;
Ufuklar bir kızıl çember bükük boynunda İslâm'ın.
.....................................
İlâhî! Gördüğüm âlem mi insaniyetin mehdi?
Bütün umranı tarihin bu çöllerden mi yükseldi,
Şu zâirsiz bucaklar mıydı vahdâniyetin yurdu;
Bu kumlardan mı, Allah'ım, nebîler fışkırıp durdu?...
Vâkıa, hâlâ bu mağmumlar dünyasında azmini, ümidini koruyanlar da eksik değil; bugün hemen her yerde hakikat aşığı, ilim sevdalısı, hizmet eri ve mefkûre nesli diyeceğimiz bir hayli insan var. Ama ne acıdır ki, bunların da sesleri hareketlerinin önünde ve faaliyetleri gürültülerinin çok gerisinde. Bağıra-çağıra yürüdüklerinden bazen hayırdan daha çok şerre sebebiyet veriyor; vehimle oturup kalkanları evhamlandırıyor, ilhada kilitlenmiş ruhları endişelendiriyor ve oldu bitti İslâm'dan nefret edenleri tahrik etmiş oluyorlar. Derken, her yanda anlamlı-anlamsız bir kısım sesler yükselmeye başlıyor; homurdanmaları homurdanmalar takip ediyor; zaman geliyor, yabancı servisler ve değişik lejyonlar harekete geçiriliyor, neticede o güne kadar yapılan her şey yıkılıyor; yollar tutuluyor, köprüler tahrip ediliyor; her şeyde bir kere daha gerisin geriye dönülüyor ve yapılan onca iş ve hizmet bir kin, bir nefret, bir gözü dönmüşlük tuğyanıyla hebâ olup gidiyor.. şimdiye kadar hep böyle oldu; aynı toplum içinde çeşitli kamplar oluştu.. kamplar arasında atışmalar-tartışmalar yaşandı.. zaman geldi, söz düelloları kaba kuvvet vuruşmalarına dönüştü ve derken ak-kara bütün bütün birbirine karıştı.
Oysaki, İslâm'ın temelinde akıl, mârifet ve hikmet önemli birer yer işgal ederler. Tefekkür, tedebbür, istidlâl, içtihat İslâm toplumları için olmazsa olmaz esaslardandır. Cenâb-ı Peygamber (aleyhi ekmelüttehâyâ) ümmetini Kur'ân vesâyetinde aklın ve muhâkemenin rehberliğine çağırır ve "İnsanın kıvamı, tamamiyeti aklıyladır; akılsızın dini de yoktur." buyurarak bize her işimizde aklî ve mantıkî davranmayı salıklar. Zaten O, her zaman ilmin yanında olmuş, ulemâyı tebcîl etmiş -yerinde açılabilir- ve dünyada ilk defa, kadın-erkek ilmin herkese farz olduğunu söylemiştir. "Hikmet Müslümanın yitirilmiş malıdır, nerede bulursa alsın." diyen de O'dur.
Ama ne gariptir ki, O, ümmetine yüzlerce âyet ve hadisle ilmi, hikmeti emredip ısrarla üzerinde durduğu hâlde, birkaç asırdan beri Müslümanlar bunu bir türlü anlayamadı; ilme, mârifete ve sanata karşı hep kapalı kaldılar; kapalı kalmanın da ötesinde, düşünce ve araştırma itibarıyla öylesine kısırlaştı, durgunlaştı ve kendilerini saldılar ki, gün geldi başkalarının vesâyetine girme bile onları uyarmadı -bugün dünyanın hâlihazırdaki durumu vesâyet sayılır- uyanıp göremediler çevrelerinde olup biteni. Yok haberi çoklarının hakikatten, hakikat aşkından, araştırma sevdasından. Ben, bu dünyada ilimde, teknolojide başkalarına bağımlı yaşamadan hicap duyan birine rastlamadım. Varsa birkaç insan, onlar da seslerini duyurabilme konumunda değiller. Allah'a kulluğumuz, iman konusundaki samimiyetimiz ise diğer olumsuz yanlarımızın tam dengi. İbadetlerimize gelince, onlar da büyük ölçüde kültürel faaliyetlerimiz türünden folklor gibi bir şey veya geleneklerimizden bir gelenek. Bari geleneklerimize saygılı olabilseydik; ne gezer, onlar da zamana emanet...
Vaziyet böyle olunca, bu dünyada ne İslâm'ın özünden, ne teşriî emirlerin doğru kavranmasından, ne de tekvinî esasların iyi okunup iyi yorumlanmasından kat'iyen bahsedilemez. Bu itibarla, içinde bazı Müslüman kümelerin bulunduğu, rengi, deseni bozulmuş, şivesi anlaşılmaz hâle gelmiş bu karanlık coğrafyada, bizim başka bir şeye değil, yeniden hakikat aşkının, ilim ve araştırma aşkının uyarılmasına, dinin vicdanlara bir kere daha kendi orijiniyle duyurulmasına ihtiyacımız var. Bu dünyayı, şu anda içine düştüğü o korkunç gayyâdan ancak, kendi terbiye sistemimizle yetişmiş zinde dimağlar, aynı iman ve aynı gâyeyi paylaşan Hakk'a adanmış ruhlar; garazsız-ivazsız "hizmet" deyip koşan irade erleri ve her türlü gâileyi aşmaya kararlı ilim, mârifet ve azim kahramanları kurtarabilirler; maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî beklentisi olmayan, ilim, mârifet ve azim kahramanları. Bugüne kadar hep onların geleceği ümidiyle yaşadık; sonsuza dek de öyle yaşama niyetindeyiz.
Sızıntı, Nisan 2004, Cilt 26, Sayı 303
..
Medet Allahım medet, medet ki çok bunaldık!
Bıraktık doğru yolu, yolsuzluğa takıldık.
Muhteşem geçmişimize ve ümitlerimizde tüllenen aydınlık geleceğimize arka çevirerek iddialarla avunan bir toplum hâline geldik. Bu meş'um dönemde, ortaya kayda değer herhangi bir eser koyamadık –öyle bir gayretimiz oldu mu onu da Allah bilir– ama cihanları yeni baştan inşâ ediyor gibi bir tavrımız var. Âlemin uçarak geçtiği yerlerde düşe-kalka yürüdüğümüz açık; gel gör ki, sürekli Süleyman tahtının vârisi olduğumuz iddiasındayız.. ve henüz kendi ses ve şivemizi belirleyememişken dünyaya bir şeyler anlatma peşindeyiz. Çoğumuz itibarıyla, iş ve beceri adına birer amelmanda ve zamanzede olduğumuzda şüphe yok; ne var ki, gürültümüzle yeri-göğü inletiyoruz. Hele bir tür hamâset destanlarımız var ki hepsi de "Şehname" edalı. Hakkı bâtıl, bâtılı hak göstermedeki cedel ve diyalektik kabiliyetimize diyecek söz bulamıyorum. Bu donanımla (!) hedef seçtiğimiz ve infazına karar verdiğimiz mazlumların Allah yardımcısı olsun.
Çoğumuz birer gösteriş budalası.. her işimizde riya diz boyu; şöhret hissi ve fâikiyet iddiası ise ondan da aşkın.. sürekli içimizde köpürüp duran bencillik duygusuyla, karşı taraf dediğimiz kimseleri âdeta birer kapıkulu gibi görüyoruz. Halkın yüzde sekseni için takdir ettiğimiz seviye ve konum, en katı kast sistemlerinde henüz adı konmamış bir bayağılığa eş. Ötekiler dediğimiz bu unvanzedelerin en küçük kusurlarını bahane ederek saç ve sakallarını yolup önlerine döküyoruz. Tabiî kendimize gelince daha farklı davranıyor ve levsiyât içinde yüzdüğümüz durumlarda bile burnumuzdan kıl aldırmıyoruz.
Bazen unutuyoruz insan olduğumuzu, çamurdan, balçıktan yaratıldığımızı! Aşkın birer varlık gibi görüyoruz kendimizi; görüyor da yere-göğe sığmayan bir teâzum duygusuyla en olmaz beklentilere giriyor ve en erişilmez pâyeler arkasına düşüyoruz; umduklarımızı elde edemeyince de hezeyanla köpürüyor ve etrafımızı yakıp yıkıyoruz. Bazen daha da ileriye giderek, bize ait olmayan işlerde bile şöyle böyle bir kısım irtibat noktaları bularak herkesten alkış bekliyoruz.. dahası yüzümüze, gözümüze bulaştırdığımız işlerde –buna falsolarda da diyebiliriz– bile bir kısım demagojilerle kendimizi aklamaya çalışıyor ve âdeta mutlak masumiyet iddiasında bulunuyoruz.
Yıllar var, bir türlü sâlim aklın gereklerini yerine getiremiyor, iradelerimizin hakkını veremiyor ve hep hata üstüne hatalara giriyoruz. Hırçınlıkla oturup kalkıyor, kinle nefretle gürlüyor, kaba kuvvetle herkesi sindirmeye çalışıyor; sindirilmeyenleri de potansiyel suçlu sayıyor ve ademe mahkum ediyoruz. Yok insanlara şefkatimiz.. habersiziz diyalogdan ve hoşgörüden.. saygılı olamıyoruz farklı düşünce ve farklı anlayışlara. Sürekli nefsanîliklerimizin arkasından koşuyor ve herkese çifte ve tekme savuruyoruz.
Bugüne kadar bir sevgi dili oluşturarak veya bularak kendimizi bu dille ifade etmeyi hiç düşünmedik; bazılarımız itibarıyla düşünsek de, onu da yüzümüze-gözümüze bulaştırdık! Ne olurdu sanki, bir kere de düşünce, söz ve beyanlarımızı vicdanlarımızın kadirşinas imbiklerinden geçirerek "biraz daha nezaket" deyip, o kaba tavır ve davranışlardan sıyrılıp ince ve imrendirici olabilseydik!. Ve "onurumuz, gururumuz"dediğimiz aynı anda, başkalarının da bu tür şeyleri mırıldandıklarını/mırıldanacaklarını kulak ardı etmeseydik!..
Ne olurdu, makam, mansıp, nâm u nişan ve menfaat kaygısına düşmeden her zaman insanî ufkumuzu koruyarak bir kere daha meleklere "لَا عِلْمَ لَنَا إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا" dedirtebilseydik; dedirtip yaratılışımızdaki farklılığı tavır ve davranışlarımızla ortaya koyarak o muhteşem donanımımızın gereğini yerine getirebilseydik!
Heyhât ki, bunların hiçbirini yerine getiremedik ve bir türlü kendimiz olamadık; olamadık da hep beden ve cismaniyetimize yenik düştük. Öyle ki, köpürüp duran hevâ ve heveslerimizle şeytanları sevindirsek de ruhanîleri sürekli küstürdük. İhtimal, şimdilerde bu hâlimize muttali olan hasımlarımız bize bakıp bakıp bayram ediyor ve perişaniyetimizi gören ehl-i iman da için için inkisarlar yaşıyor.. nasıl olmasın ki, bugün büyük ölçüde hak yolunda görünenlerde bile hakperestlik hissi sönmüş gibi. Çoklarımızda korkunç bir hissizlik ve hareketsizlik nümâyân.. toplumca ciddi bir heyecan yorgunluğu içindeyiz.. farklı bir görüntü sergileyenlerin heyecanı da nefsin güdümünde olma gibi farklı bir gâilenin riskleriyle mâlul.. pek çok kimse me'yus ve gelip ruhlarına çarpan bir sur sesiyle sarsık.. bunların ümit ufukları da kıyamet emareleriyle toz duman...
Seherler, inayet çağrısıyla gürleyecek diller bekliyor; ama bütün diller suskun. Gökler, gözyaşlarından oluşacak bulut intizârı içinde, ancak o hususta da bir kuraklık yaşıyoruz ki, sorma gitsin.. çoğumuz, fırtınalara maruz çer çöp misali sağa-sola savrulup duruyoruz ve şirazesi kopmuş bir kitabın eczası gibi darmadağınık ve pâyimâliz.
Bilmem ki bu kırılıp dökülmeden yakın bir zamanda kurtulabilecek miyiz; kurtulup bir kere daha ruhumuzun sesini feleklere duyurabilecek miyiz?!. Âh bir bilsem, ne zaman Allah karşısında yeniden yerimizi, konumumuzu kavrayarak "Yâ Hay" deyip dirileceğiz! Aslında O'nun kapısına yönelmeden hakiki varlığa erilemeyeceği de açıktır. Evet, Allah'a dayanmadan, sa'ye sarılmadan ve iradenin hakkı verilmeden dirilmek imkânsızdır. Sineler O'na yönelmeli, diller O'nu anmalı, gözyaşları ceyhun olup akmalı ki, hazan bahara dönüşsün ve beklenen umumî diriliş de gerçekleşsin...
Sızıntı, Mayıs 2008, Cilt 30, Sayı 352
.
Kalbin solukları harfsiz kelimesizdir ama, biz en tesirli beyanı, en büyüleyici mûsıkîyi de onlardan dinleriz. Henüz dillere düşmemiş, gelip kulaklara ulaşmamış, kalem uçları ve daktilo tuşlarıyla tanışmamış; ama bütün bu yolların hepsiyle kendini ifade etmenin çok çok üstünde öyle nefis bir şîvesi vardır ki kalb soluklarının, onlara sahip olanlar artık başka şeyler yazıp çizmeye ve onların dilinden anlayanlar da daha tesirli bir beyan aramaya ihtiyaç hissetmezler. Eğer fesahat ve belâğatla kendilerini ifade etmeye çalışan edipler ve değişik üslup insanları ya da kitlelere tesir adına demogojiden demogojiye koşan beyan şarlatanları kalbin soluklarındaki o derinlerden derin büyüyü sezebilselerdi, böyle dolambaçlı ve hatarlı yollarda ömür tüketeceklerine kendi sinelerine yönelir ve düşünce mızraplarıyla kalblerinin nağmelerini almaya çalışırlardı...
Ama neylersin, çağ bir gürültü çağıydı; âdeta insanlar da onun diliyle kendilerini ifadeye çalışıyorlardı: Evet, bugün dünya bir baştan bir başa en münasebetsiz seslerle inliyor. Medeniyet harikaları dediğimiz otobüsler, trenler, tramvaylar, grayderler, dozerler, vapurlar, uçaklar, radyolar, televizyonlar... atmosferimizi kirletip huzur ve sükûnumuzu delik deşik ettikleri gibi, bizi de kendilerine benzettiler; bugün hemen pek çoğumuz itibarıyla dillerimiz kalblerimizin önünde, seslerimiz makineleri aratmayacak şekilde dem tutuyoruz âdeta bu umumî gürültüye. Ülke bir baştan bir başa tıpkı sağırlar ülkesi, bağıran bağırana.. sesimizle-soluğumuzla birilerini bastırmaya çalışıyor gibi bir hâlimiz var. Ne düşünceye saygı kaldı ne de insanî hissiyâta hürmet; lâf ebeliği ve kelime oyunlarıyla çok geniş alanlı gürültü çıkaranlar âdeta başarılı addediliyor ve ödüllendiriliyor. İsterse deyip ettikleri hiçbir menfaat vaadetmesin ve hiçbir mantıkî kurala da uymasın; şöyle-böyle ses getiriyor ve yığınları harekete geçiriyorsa iş tamamdır...
Bir zamanlar sükût ve sessizlik bizim en tabiî hâlimiz ve her zamanki iklimimizdi. Belki çokları farkında değildi bu huzur atmosferinin ve bu sessizlik mûsıkîsinin, şimdilerde sezemedikleri gibi bu tiz perdeden gürültüleri. O zamanlar bu sükûnet ikliminde sadece seslerin en tabiîleri duyulur ve bir şiir ve mûsıkî gibi dinlenirdi. Bu hâl her gün birkaç kez o natural seslerle banyo yapan insanların ruhuna öyle sinmişti ki onların ikliminde asla gürültü kirliliği olmaz ve hiç kimse bağırıp çağırmaya iltifat etmezdi. Her yer lebâleb sükûnetle dolar-taşar ve herkes sessizlik soluklardı. Onların ikliminde saygı ve terbiye edalı öyle bir sükûnet hâkim idi ki, o atmosfere bir kere uğrayıp bir-iki damla sessizlik yudumlayanlar bir daha da oradan ayrılmayı düşünmezlerdi.
O zamanın insanları henüz medeniyet harikalarıyla tanışmamışlardı ve bu geveze varlıkların mârifetlerinden haberdar değillerdi; her taraf sessizdi; onların durumu da milimi milimine bu umumî hava ile tam örtüşüyordu. Gezip dolaştıkları her yerde süt gibi bembeyaz bir sükûnet yudumluyor, uğradıkları herkesten sükût işaretleri alıyorlardı. Ömürlerini her türlü münasebetsizliğe kapalı bir ledünnîlik içinde geçiren o dönemin talihlileri, her zaman ayrı bir eda, ayrı bir hava ve ayrı bir şîvede öyle bir sükûtîlik sergilerlerdi ki, nadiren de olsa, çevrelerinde meydana gelen haricî gürültüler bu sessizlik şiirinin ahengini kat'iyen bozamazdı.
Konuşmaları icap ettiği yerde bu insanların da bazen konuştukları olurdu ama onların söz ve beyanları daha ziyade hâllerinden süzülen mânâları açmaya mâtuf, müphem hisleri şerh etme istikametinde ve gözsüzlere pinhân hakikatleri avamîleştirme yönünde olurdu. Ağızlarını sık sık açmazlardı; açtıklarında da sükûtî durumlarında işleyip örgüledikleri düşünce dantelalarını serer-sergiler ve kendilerini dinleyenlere sessizliğin fikir kristallerinden ne hikmet cevherleri ne hikmet cevherleri sunarlardı.
Bu tertemiz atmosferde, ne gelip o pırıl pırıl havayı delen bir şerare, ne yırtık bir ses ne de münasebetsiz bir gürültü duyulurdu. Ara-sıra bütün bütün o iklime yabancı bir ses ve soluk bu havayı yırtsa da o insanlar ve onların büyülü atmosferi âdeta bir sihirle yenileniyor gibi hemen değişir, o eski esâtirî haline bürünür ve yeniden kendini meşk etmeye dururdu; dururdu da gönül dilleriyle ifade ettikleri o sükûtî hitabelerle, meleklerin gökten dökülen ilhamları gibi ulaşabildikleri bütün ruhları mest ederlerdi. Onlarla tanışma bahtiyarlığına erenler 'duydum, dinledim, okudum, öğrendim ve inandım' yerine 'gördüm, hissettim, büyülendim ve bende oldum' derlerdi. Onların hâl ve gönül derinliklerine bağlı bu fâikiyetleri sayesinde idi ki dilleri bilinsin-bilinmesin, ne demek istediklerini herkes rahatlıkla anlar ve onlara büyülenirdi. Halkla içli-dışlı olmaları bir yana, çekilip bir köşede iç murakabelerini yaşadıklarında dahi hâlleri ve görüntüleriyle gönüllere korlar saçar ve ruhlarda bir sûr sesi gibi duyulurlardı. Her zaman Hak'la irtibat içindeki bu dupduru insanların susması, bilemediğimiz bir sırla kalbî ve rûhî suskunluğa maruz kalmış kimseleri harekete geçirme adına âdeta bir komut gibiydi. Onlar, gönüllerindeki mahfî hazineleri tavır ve davranışlarıyla ortaya dökünce, bir dilin susmasına bedel o anda pek çok dil birden çözülür, önyargısız müsait gönüller dinlemeye durur ve her yanda müthiş bir heyecan köpürmeye başlardı. Onların bu sessizliği, ruhları coşturan öylesine derin bir mûsıkî idi ki, o atmosferi yaşayan herkesi önüne katar, istediği yöne sürükler, onlara hiç kimseden duyamayacakları nağmeler duyurur ve adı konmamış sürprizler yaşatırdı. Çevreleri onların bu sükûtî hitabelerinden pek çok şey alır, ifade ve beyanlarla daraltılmamış farklı mazmun, farklı mefhum, farklı mantukların engin ufuklarında dolaşır ve gönülleri ölçüsünde bir derinlik yaşarlardı.
Hele o sükûtîler içinde öyleleri vardı ki, onların bakışlarından dökülen ışıkları, yüz çizgilerinden akan mânâları ve tılsımlı tavırlarındaki derinliği görebilenler hemen büyülenir ve bir daha da onlardan ayrılmak istemezlerdi. Böyle sükûtî bir şiirle dolmuş ve doymuş kimseler dinî düşünce ve mü'mince mantığın ortaya koyduğu açıyla her şeyi daha bir farklı duyar ve daha engin bir temâşâ zevkine ererlerdi.
Ben şahsen, iz bırakan o büyük sükûtîleri 'idrak' diyebileceğim çerçevede tanıyamadım; dolayısıyla da gerektiği ölçüde yararlandım diyemem; ama yine de itiraf etmeliyim ki, bir alıcı olarak bütün kabiliyetsizliğime rağmen, onların ikliminde bulunduğumda yer yer çiy damlaları gibi ruhuma akan bazen müphem, bazen muğlâk fakat her zaman büyüleyen bir eda içinde öyle sırlı şeyler görüp hissetmişimdir ki, aradan yıllar geçtiği halde onları her yâd edişimde hâlâ ürperirim. Onların, o harfsiz-kelimesiz, sessiz ve sözsüz beyanları her şeye rağmen beni öylesine mest etmiş idi ki, bugün dahi o dırahşan simaları hatırladıkça gözlerim dolar ve ruhumda o sükûtîlikten nağmeler duyulmaya başlar. Kendi tabiat havzımın sınırlarını zorlamaya durur ve olduğumun yanında olabileceğimin hülyâlarına dalarım.
Sızıntı, Eylül 2004, Cilt 26, Sayı 308
.
Kendi Çizgimizi Heceleme Yolunda
Bir zamanlar "din" denince ilk defa akla bizim dinimiz geliyordu ve her akla gelişinde de vicdanlar saygıyla ürperiyordu. Her şeyden evvel onun sâlim vicdanlarda bıraktığı iz çok derindi ve her türlü çarpık değişime-dönüşüme meydan okuyacak kadar da güçlüydü. Onun hedefinde cihan sulhü ve insanlığın ebedî mutluluğu söz konusuydu. Vaadettiği şeyleri gerçekleştirmede öyle güçlü argümanları vardı ki, onu deliliyle-medlûlüyle tanıyanlar, dünyada en erilmezlere ermiş sayılırlardı. O Allah'tan gelmiş, insanları Allah'a çağıran öyle güçlü ve inandırıcı bir ses idi ki, ön yargısız olmak şartıyla, bu sese kulak verenler bir daha da onun tesirinden kurtulamazlardı; kurtulamazlardı, zira bu seste her zaman dünya ve ukbâ mutluluğu yankılanmaktaydı ve bu seste insanları melekleştirmenin şifreleri gizliydi. Bu ses, semalar ötesinin sesiydi ve örgülediği sistem de İslâm diniydi.
Bu din sayesinde insanlık iç içe en bereketli inkılâplarla tanıştı ve en hayatî değişimlere şahit oldu. Oydu mutlak sulh ü salâha giden yolları gösteren ve oydu asırlardan beri üst üste yığılmış beşerî problemlere nihaî çözümler vaadeden. Düşünün ki, asırlar ve asırlar boyu onun aydınlık çehresini karartmak ve gelip gelip önünü kesmek isteyen onca mütecâviz ve saldırgan kimselere rağmen, o hâlâ biricik ümit kaynağı olma konumunu muhafaza ediyor ve kendine sığınanlara ölümsüzlük iksiri sunuyor…
Karanlık bir dönemde ondan kopanlar veya bir inat uğruna ona karşı çıkanlar kendi tali'lerini karartadursunlar, o her zaman en taze ve gönüllere itmi'nan aşılayan mesajlarıyla yoldakilere biricik ışık kaynağı ve güven bunalımı yaşayanlara da âdeta bir emniyet otağı oldu ve olmaya da devam ediyor. Kim ne derse desin, bu dinin hakiki temsilcileri sayesinde bütün dünya bir gün bu büyük gerçeği mutlaka anlayacak ve onun üfül üfül huzur esen iklimine koşacaktır. Kim bilir belki de, o ilk diriliş çağlarında olduğu gibi bu din bir kere daha hepimizi bağrına basacak ve şu can çekişen dünyaya yeni bir hayat üfleyecektir!.. El verir ki, bu dinin müntesipleri kendi tereddüt ve zikzaklarıyla ona ümit bağlayanları inkisara uğratmasın ve ma'şerî vicdanda ona karşı oluşmaya başlamış güveni sarsmasınlar.
Bu din, bir dönemde gırtlağına kadar gaflet, cehalet ve dalâlet içinde bocalayıp duran yığınları bir hamlede, bir nefhada bulundukları durumdan kurtararak, onları idrak üstü ufuklara yükselttiği gibi günümüzün dağınık ve hedefsiz yığınlarına da mutlaka ilham kaynağı olacak ve onlara insan olmanın farklılığını haykıracaktır.
Evet bu din, o sağlamlardan sağlam semavî yapısıyla bir gün, bu çağın ipe-sapa gelmeyen yığınlarını da gerçek insanlığa uyaracak ve özündeki ilâhîliği herkese duyuracaktır.. duyuracaktır zira bu din, bir kısım mücerret ölçü, prensip ve nazariyelerden ibaret içi boş bir sistem değildir; o, insan tabiatıyla içli dışlı, onun maddî-manevî ihtiyaçlarına cevap verecek zenginlikte bir sistemler mecmuası; fert, toplum hemen herkese aydınlık bir gelecek vaadeden gökler ötesi âlemlerin sesi-soluğudur.. ve şimdilerde o, kendine has şivesi ve herkese tesir eden büyüsüyle, bir dönemde insanlığı ulaştırdığı semavîliğe bir kere daha ulaştırmak suretiyle ona dünya ve ukbâ kapılarını açacak sırlı bir anahtar sunmaktadır.
Günümüzde olduğu gibi o, bir kısım vefasız müntesipleri ve can alıcı hasımları yüzünden kendini tam ifade edemese de, bir eşref saat ve eşref zaman diliminde kalb ve kafa izdivacına muvaffak olmuş bahtiyar tilmizleri sayesinde bir kere daha sesini göklere ve gökler ötesi âlemlere duyuracak ve o günün insanlarına iç içe "şeb-i arus"lar yaşatacaktır.
Aslında bunlar, en muzlim dönemlerde gerçekleştiğine göre neden bir kez daha gerçekleşmesin ki?!. Bir kere, kendi keramet ve kıymet-i ruhiyesine uyarıldığı takdirde insan yine aynı insan.. o gün olduğu gibi bugün de hedef, dünya ve ukbâ saadeti.. bu gayeyi gerçekleştirmek için disiplinler aynı disiplinler.. geriye sadece iman, ümit ve azimle gerilmiş temsilcilerin "Vira Bismillâh" deyip işe koyulmaları kalıyor… Kalbler Allah'ın elinde, bakarsın bir gün o da oluverir. "Hak tecelli eyleyince her işi âsân eder / Halk eder esbabını bir lahzada ihsan eder." (İbrahim Hakkı) Kaldı ki günümüzde bu kıvamdaki temsilcileri de bütün bütün yok sayamayız. Gerçi biraz heyecan yorgunluğunun yaşandığı ve biraz da ahesterevlik ettiğimiz muhakkak; ancak çok önemli projelerin tahakkuk ettiği/ettirildiği de bir gerçek.
Her şeyden evvel, bugün, dünyanın dört bir yanında bize ait o kadar değerli şeyler ihya edildi ki, bunları görmezlikten gelmek bir nankörlük, görüp de hâlâ karamsarlık yaşamaksa bir tali'sizliktir; bir tali'sizliktir, zira son dönemler itibarıyla kaç hâdise gösterilebilir ki bu kadar hızlı gerçekleştirilmiş!. kaç diriliş vardır ki bu kadar seri tahakkuk ettirilmiş!. ve kaç düşünce ve dünya görüşü vardır ki bu kadar kısa zamanda kitlelere mal edilebilmiş! Bu itibarla da yeryüzü aynı yeryüzü, insanlık aynı insanlık, mefkûre aynı mefkûre, dün gerçekleşen o müspet hâdiseler bugün niye gerçekleşmesin ki?!. Hele bir de özü sözü bir o beklenen aydınlık temsilciler, değişik fıtratlara göre seslerini şöyle böyle bir duyuruverseler, duyurup selim düşünce ve ruhları kendi değerlerine uyarabilseler, işte o zaman, asırlardan beri ışık bekleyen bütün insaflı vicdanlar içinde bulundukları o dünyevî darlıklardan sıyrılarak bu aydınlık ruhların ferahfeza iklimlerine koşacak ve çok farklı bir hayatla tanışacaklardır.
Gerçi günümüzde bu tür diriliş hareketlerine karşılık bir kısım beden insanlarının olumlu her şeyi sabote etmeleri de bir gerçek.. bilhassa, tamamen dünyaya kilitlenmiş oligarşik bir azınlığın her şeye karşı çıkma gibi bir tavrı var ki hiç sorma gitsin. Evet, böyleleri kendi düşünce dünyalarına –ona da düşünce denecekse– ters düşen en olumlu şeyleri bile yerden yere vurmakta ve en masum hareketleri dahi karalamaktan geri kalmamaktadırlar. Bunlar bazen "gericilik" gibi kelimelerle, bazen de "irtica" ve "mürteci" gibi yâvelerle din ve diyanet adına ortaya konan her şeye saldırıp her gün yeni bir fitneye sebebiyet veredursunlar, gerçek insanî değerlere uyanmış temiz vicdanlar bütün bunları da her zaman tebessümlerle karşılamış ve böylelerinin bile –insan olarak yaratılmış olmanın kerameti– bir gün ettiklerine nâdim olup özür dileyebilecekleri beklentisiyle "Ya Sabûr" deyip durmuşlardır.
Şimdilerde bize, Allah'a dayanmak, azmimize azim katarak doğru bildiğimiz yolda yürümek ve elimizden geldiğince herkesi şefkatle kucaklayıp onlara dahi içimizde köpürüp duran insanî muhabbeti duyurmak düşüyor ki, gayri bundan ötesi Hakk'ın takdirine rıza ve zamanın çıldırtıcılığına karşı da aktif sabır ve temkine kalıyor.
Sızıntı, Temmuz 2008, Cilt 30, Sayı 354
.
Kendi Değerlerine Bîgâne Nesiller
Bugün hem biz hem de bizimle aynı kaderi paylaşan milletler, tarihin en bunalımlı dönemlerinden biriyle yüz yüzeyiz. Öyle ki tabakat-ı beşer çapındaki sarsıntıların biri atlatılamadan ufukta bir ikincisi beliriyor. Her yerde kırılmaları kırılmalar takip ediyor, her taraf ruhun çığlıklarıyla inliyor. Kitleler şaşkın ve yığınlar her gün farklı buhranların sürprizleriyle tir tir titriyor. Eğer Allah'ın sonsuz rahmetine ve O'nun vaad ettiği 'eyyâmullah'ın tahakkuk edeceğine itimadımız tam olmasaydı, ihtimal, ardı-arkası kesilmeyen bu üst üste sarsıntılarla biz de devrilip gidecektik; devrilip gidecektik ve gözleri her zaman üzerimizde olan gelecek nesillerin ümitlerini de beraber alıp götürecektik.. bazılarını alıp götürdüğümüz de söylenebilir.
İnsanda, ümidin ve Allah'a karşı beklenti içinde olmanın tek kaynağı imandır ve O'nunla her zaman münasebet içinde bulunmaktır.. dahası bu münasebeti zamanla insanî tabiatının bir derinliği hâline getirmektir. Maalesef, bazılarımız itibarıyla biz, bir karanlık fasılda imana karşı hep lâkayt kaldık, Hak'la münasebetteki gücü ve büyüyü tam sezemedik; cismanî ve maddî ufkumuzun tesirine takıldık, kulak dolması nazarî mülâhazalardan sıyrılıp amelînin enginliklerine bir türlü açılamadık. Hatta bazen, kendi fikrî ve amelî dünyalarımızın yamaçlarında bulunmayı, dolaşmayı ar ve ayıp sayarak, bazen de bir kısım fantezilere girerek, ruh ve mânâ köklerimizle alâkalı nice değerleri eski birer eşya gibi kaldırıp bir kenara attık.. ve milletçe inkişaf etme kabiliyetlerimizi, cihanları fethe yetecek heyecanlarımızı yabancılaşma yönünde kullandık; kullandık ve yıllar yılı kendi dünyamıza karşı hep bîgâne kaldık; inançlarımızın Allahçasına, dünya-ukba ve öteler ötesini onunla tanıdığımız 'Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferîd-i Kevn ü Zaman'a karşı bîgâne kaldık; hatta bazılarımız itibarıyla O'na hasmâne bir tavır aldık. Arş u ferşi birbirine bağlayan, ins ü cinnin kurtuluş fermanı, kâinat kitabının en doğru yorumu, 'Levh-i Mahfuz'un, 'Beyt-i Mâmur'un sesi-soluğu ve teşrîî esasların biricik kaynağı Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın sesinin kesilmesine de bîgâne kaldık.
Dahası, bu mübarek kaynaktan fışkıran, lâakal onun münbit ve bereketli atmosferinde boy atıp gelişen örflerimize, âdetlerimize, geleneklerimize hatta millî karakterimize ve millî tabiatımıza yabancılaştık, kendimizi yenileme azm ü heyecanını yitirdik ve heyecan yorgunu yığınlar hâline geldik. Bilmiyor çoğumuz imanın, İslâm'ın Kur'âncasını, Allah'la münasebetin Peygambercesini, dinin olmazsa olmaz ruhunu, temel dinamiklerini ve Nebi mesajlarıyla seslendirilen özünü, mahiyetini. Yok böylesine boş vermiş kimselerde en küçük bir öğrenme arzusu, kendini test etme azmi ve bir kısım önemsiz hobilere karşı duyulan alâka kadar öz değerlerini bilme merakı...
Bütün bunlara karşılık biraz bilmişlerimiz ise 'Bazen sükût da bir töredir' deyip sessizlik murâkabesine dalmakta ve her şey kendini bilmezlerin elinde âdeta içinden çıkılmaz bir hâl almakta. Tahkike kapalı ruhlarda sürekli tezebzüb rüzgârları esiyor; yığınlarda, kendilerini fetret boşluklarına salmış gibi bir hâl var; arzı görmüyor, semayı dinlemiyor ve boş yâvelerle ömür tüketiyorlar. Bir milletin üstünlük ve istikbal vaad ediciliğini onun geçmişten tevarüs ettiği dinî ve millî değerler belirler. Bu değerlere saygı duymayan ve sahip çıkmayan toplumların âkıbeti hüsrandır; hüsrandır ve bu mâkûs kaderi değiştirmeye de kimsenin gücü yetmez. Kendi değerlerine sahip çıkma ve mânâ kökleriyle irtibatını devam ettirme sayesindedir ki, toplum ve onu teşkil eden fertler kendilerini daha derinden duymaya başlar. İlim adamları, mütefekkirler ve sanatkâr ruhlar, alanları çerçevesinde kendi inanç, kendi düşünce ve kendi duygularını kitap kitap, nakış nakış işlemeye koyulur ve her sahada ruhlarının âbidelerini ikame ederek saf yığınlara kendilerini okuma ve mütalâa etme ortamı hazırlarlar. Nokta-i istinad olurlar onlara ve korurlar onların düşünce iffet ve ismetlerini, korudukları gibi kendi namuslarını.
Evet, eğer eli kalem tutanlar, kitap, broşür ve makaleleriyle; ressamlar bu alana ait kurallar çerçevesinde ebruları, tezhipleri, hatları ve resimleriyle; mimarlar inanç ve düşüncelerimizi aksettiren plân ve projeleriyle; şairler ve nâsirler beyan güçleriyle; mûsıkîşinaslar sinelerinden boşalıp ruhlarına akan besteleriyle kendi inanç, kendi his ve kendi düşüncelerinin âbidelerini ikame etmezlerse yığınlar kendilerine ters, geçmişlerine ters, ruh ve mânâ köklerine ters cereyanlara itilmiş olurlar. Doğrusu işte böyle bir ortamda yetişen bîgâne nesillerin âkıbetini düşününce ürpermemek elden gelmiyor.
Aslında, günümüzün insanının yapıp ortaya koyduğu/koyacağı her müspet şey onun yarınki nesillere en büyük armağanı olacaktır. Atalarından gelecek böyle bir armağandan mahrum kalan fakir ve nokta-i istinatsız nesiller, pek çok orta malı mülâhazaların ve değişik serseri düşüncelerin tesirinde kalacak ve bugün olmasa da yarın mutlaka kendilerine edeceklerdir. Dünden bugüne gerektiği ölçüde bir hassasiyetle üzerinde durulmadığı içindir ki, pek çok dinî ve millî değerlerimiz unutulup gitti; şöyle-böyle kalanlar da matlaştı, renk attı ve zaten heyecan yorgunluğu yaşayan nesillerde artık heyecan uyarmaz oldu.
Bugün koskocaman bu talihsiz coğrafyada inançlar ve onların hayata hayat olması kat'iyen kendine has derinlikleriyle duyulup zevk edilmiyor. İslâm'ın her şeyin üstesinden gelecek o büyülü gücü, bilinmesi gerektiği ölçüde bilinmiyor ve onun ruhlara vaad ettiği şeyler kendi enginlikleriyle görülmüyor. Oysaki, bir zamanlar bu dünyada cedlerimizin gerçekleştirdikleri o uhrevî derinlikli medeniyet kendine has rengi, şekli, deseni ve ruhuyla çok iyi biliniyor, bilindiği ölçüde yaşanıyor ve müntesiplerine semavîleşme yollarını gösteriyordu. Ya şimdilerde öyle mi.? Bilebiliyor muyuz bize ait değerlerin kıymetini.. kendi düşünce atlasımızın renk ve çizgilerini? Heyhât, meş'um bir dönemde bin senelik muhteşem bir geçmişin bütün vâridâtını bir kısım partal eşya gibi kaldırıp bir kenara attık ve ma'şerî vicdanda yeri doldurulamayacak boşluklar meydana getirdik.
İmanı, İslâm'ı derinlemesine duyamamış saf yığınların sorumsuzca hareketleri bir ölçüde kabul edilebilse de, şöyle-böyle okuyan, yazıp çizen, belli şeyleri olsun duyup hissetme konumunda bulunanları mâzur görmek mümkün değildir. Acaba bunlar biraz daha hassas olamazlar mıydı? Dinin özündeki güzellikleri, bugünümüz ve yarınımız adına onun vaad ettiklerini, diyanetin bağrında filizlenip gelişen ruhî tekâmülü çevrelerine anlatamazlar mıydı? Diyelim ki, bazıları bu değerleri duyup zevk edecek seviyeye henüz gelememişlerdi; kendilerini bu işin bir numaralı mümessili gibi görenler ve diyanet adına hep bir fâikiyet mülâhazasıyla oturup kalkanlar, gönül diliyle, beyan maharetleriyle ve varsa sanat kabiliyetleriyle bu altın mülâhazaları herkese duyurmalı değiller miydi?
Ben bize ait o güzellikleri, kalbinin dili, semavî orijini ve özündeki nefâsetiyle -bir iki müstesnanın dışında- seslendiren kimseye şahit olmadım. "Ruhî ve kalbî hayat" deyip sık sık onunla gürleyen, hatta ondan ötürü muhalif gibi gördüklerine karşı kinle, nefretle köpürenlerin ses ve soluklarında da vicdanı rahatlatacak bir nağmeye rastlamadım. Dahası, münhasıran diyanetin temsil edilmesi için hazırlanmış zeminlerde bu işin temsilcileri konumundaki zevat arasında dahi, "Yüce mefkûremi i'lâ ve ilân için yaşayacaksam dünyada kalmama değer, yoksa benim diğer canlılardan farkım ne..?" diyecek kadar sinesi samimiyetle çarpan ve yaşatma yörüngeli yaşayan pek fazla adanmış ruhla da karşılaşmadım.
Dini, kendi çarpık anlayışlarına göre yorumlayan ve diyaneti semaviliğine aykırı kılık ve kıyafetlere sokanlardan bir şey beklemediğimiz muhakkak, "Bu din benim dinim; bu kültür benim kültürüm; bu tarih benim tarihim!" diyenlerin olsun, bütün değerlerin renk atması ve matlaşması karşısında heyecanla köpürmeleri gerekmez miydi!?
Sızıntı, Ekim 2005, Cilt 27, Sayı 321
.
Bizler dünkü kültür ortamında yetişen nesilleriz; yarınki kuşaklar da, şimdilerde bizim oluşturduğumuz/oluşturacağımız irfan atmosferinin çocukları olacaklardır. Bugünkü nesiller, bağrında neş'et edip geliştikleri dinî, millî ve içtimaî atmosferden renk ve çizgiler taşıdıkları gibi yarınki kuşaklar da bugünkü sosyal çevreye ait hususiyetlerle kendilerini ifade edeceklerdir.. evet bizler, dünkü kültür ortamının çocuklarıyız, yarınki nesiller de bugünün ferzendeleri olacaklardır. Hâl, geçmişin bir açılımı, gelecek de onun imkân plânında önemli bir derinliğidir; ne geçmişsiz olunabilir ne de geleceksiz kalınabilir. Bu iki zamandan biri köklerimize ev sahipliği yapıyor, diğeri de sürgünlerimize; ne sürgün köksüz olabilir ne de kökü görmezlikten gelebiliriz.
Geçmişimiz, pırıl pırıl aydınlık da olabilir, bazı yönleriyle sisli-dumanlı da; ne olursa olsun o bizim geçmişimizdir. Mazinin bir kısım olumsuz yanlarını bir yere kadar sorgulasak da onu bütünüyle karalamamız kat'iyen doğru değildir. Böyle bir davranış ondan aldığımız ve alacağımız ışığı söndürmek demektir. Bu ise, cedlerimize saygısızlık olmasının yanında, hem bugünkü nesillere hem de yarınki genç kuşaklara karşı apaçık bir ihanettir.
Şimdilerde ruh ve mânâ köklerimize saldırıp geçmişimizi tamamen karanlık göstermek isteyenler, farkındalar veya değiller, genç kuşakları millî hislerden uzaklaştırıp onları kimlik bunalımına sürüklemektedirler. Şayet böyle bir şeyi bilerek ve plânlı yapıyorlarsa, bu açıktan açığa yarınki nesillere karşı işlenmiş en büyük bir cinayettir. Bir kere, geçmişinden kopmuş toplumların gelecek adına bir şey vaad etmesi mümkün değildir. Aslında geçmişiyle irtibatını koparmış nesillerden bir şey beklemek de beyhudedir; zira, mânâ köklerinden kopmuş milletleri fıtrat hiçbir zaman affetmemiştir. Hususî bir inayet olmamışsa, fıtrattan tokat yiyenler de asla iflâh olmamışlardır. Âkif merhumun ifadesiyle:
İşin hakikati, fıtrat ne kâr arar ne de zarar,
Beka-yı nesle bakar hep beka-yı nesli arar.
Neslin bekası ise onun kendi olarak ayakta durmasına, kendi ruh köküyle irtibatını devam ettirmesine, kendi kaynaklarından beslenmesine bağlıdır. Şimdiye kadar kendini, kendi değerlerini inkâr eden milletlerden iflâh olan, kendi olarak kalanlardan da bütün bütün tarihten silinip giden görülmemiştir.
Her milletin geçmişten tevârüs ettiği kültür değerleri onun kanı-canı mesabesindedir. O, bu değerler sayesinde kendi gibi düşünür, kendi gibi hareket eder ve her zaman kendi olmanın rahatlığı içinde bulunur; hayatını da daha bir engince ve daha bir net duyar. Asırlar ve asırlar boyu öyle duymuştuk hayatımızı ve kendi kültür değerlerimizle farklılığımızı. O zamanlar, baharlar-yazlar, geceler-gündüzler tenâvübî bir ıttıratla gelip üstümüzden geçerken kendimizi ne hayalî çağlayanlara salar, ne enfes çağrışımlarla heyecanlanır, içimize akan ne engin mânâlarla ürperir ve hayatı ne derince duyardık. Öyle ki, mazi olduğumuz aynı anda hal, hal ile hemhal bulunduğumuzda da geleceği yaşar.. ve âdeta bir mevsimde her şeyin üç defa çiçek açtığına şahit olur; tek bir nağmede bilmem kaç mûsıkî faslını birden duyar, bir mehter gürlemesinde umum tarihî sergüzeştimizi birden dinler.. ve kendi kendimize 'Meğer dünümüz ne muhteşem.! o günlerimiz ne büyülü.! o zamanki ufkumuz ne yüksek, hülyalarımız ne derin, mülâhazalarımız da ne şahane imiş!' der -kerameti o dönemdeki ruh ve mânâ derinliğine ait- her şeye yetebilecek bir moral yüksekliği ve derin bir sevinç hissederdik...
Benimle beraber, önü-sonu itibarıyla birkaç nesil,
Geçmiş gelecek masal hep
Eğlenmene bak, ömrünü berbat etme.
Ömer Hayyam
felsefesinin topluma/toplumlara dayatıldığı bulanık bir dönemde hayata gözlerimizi açtık. Büyülü gösterilmeye çalışılan bir hâzır zaman adına düne ait her şey tahrip ediliyor ve hakikî bir gelecekten daha ziyade muhayyel ve fantastik bir istikbal hülyasıyla bütün millî ve dinî değerlerimiz çok ağır şekilde sorgulanıyor; üzerinde mazi damgası bulunduğu için en değerli şeyler dahi birer partal eşya gibi kaldırılıp şuraya-buraya atılıyor ve saf yığınlara bize ait her şey âdeta unutturulmak isteniyordu.
İhtimal, bütün bunları yapanların çoğu, ne yaptıkları işin -buna cinayet demek daha uygundur- farkında idiler ne de bu kör dövüşünde harap olup-türap olup giden nesillerin. Yıllar ve yıllar boyu koskoca bir milletin onca fikir cehdi, onca gönül heyecanı ve onca göz nuru meyveleri diyeceğimiz mübarek bir birikim çerçöp gibi sağa-sola saçılıyor ve bir daha da hatırlanmaması için üzerine âdeta zift ve katran saçılıyordu: Dine üstûre deniyor, diyanet sürekli hafife alınıyor, geçmişe lânetler yağdırılıyor ve o en aydınlık günlerimiz, gençliğe simsiyah tablolar içinde gösteriliyordu.. hâlâ da gösteriliyor denebilir.
Ne var ki, birkaç asırlık onca gayrete rağmen, bunların çok da başarılı oldukları söylenemez: Evet çok geniş alanlı ciddî bir kısım sarsıntılar yaşandı. Ak günlerin ve ak düşüncelerin üzerine ziftler atılmaya çalışıldı. Bir ölçüde toplumca belli bunalımlara girildi ama büyük çoğunluğun ruhunda bize ait değerler her zaman kıymetlerini korudu/koruyor.. ve üst üste onca sarsıntı, onca kıyım ve onca tahribe rağmen, cedlerimizden bize intikal eden kültür hazinelerimiz -bekledikleri saygıyı tam görebilmeleri bir 'vakt-i merhûn'a bağlı- hep oldukları gibi kaldılar.
Bu hazineler milletimizin canı ve onun bekasının da teminatıydı.. millet bütün bütün yok edilemediği -Allah öyle bir şeye maruz bırakmasın!- ve millî ruh da öldürülemediği sürece, o hazine, toplumun hafızasında hep yaşayacaktı ve yaşadı da. Kim bilir, belki hem biz hem de o millî ve dinî değerler, unutulduğumuz ve unutuldukları sanıldığı bir anda, tamamen sürpriz bir tezahürle yeniden ortaya çıkar ve bize bayramların en büyüğünü yaşatırlar. Geçmiş, şu mağmumlar dünyasına kapılarını bir kere daha aralar ve hepimiz bir kere daha hülyalarıyla yaşadığımız o tılsımlı dünyalara kavuşuruz.
Aslında daha şimdiden, bir mânâda da olsa, o muhteşem âlemlerin kapıları aralanmaya başladı bile. Ara sıra bir kısım simsiyah kederler gelip gelip sinelerimize otursa da çevrede olup-bitenlerden aldığımız sevinçler de onlardan geri değil. Görebilenler için geçmişin, o parlak ve muhteşem günleriyle geleceğin nurefşan yılları daha şimdiden bir buluşma koyu arıyor gibi. Bu itibarla da, eğer birkaç adım ötede, muhteşem günlerinize ait konum ve seviyenizle yüz yüze gelirseniz hiç şaşırmamalısınız; zira, bizler şimdiye dek o kadar sürprizler yaşadık ki, böyle ekstradan bir lütfu dahi tabiî görmeye başladık.
Hak tecelli eyleyince her işi âsân eder,
Halk edip esbabını bir lâhzada ihsan eder.
İbrahim Hakkı Hazretleri
Sızıntı, Kasım 2005, Cilt 27, Sayı 322
.
Böbürlenme, kendini beğenme ve çok defa bir fâikiyet mülâhazası içinde bulunma diyebileceğimiz kibir, kişinin, bir kısım farklı özellikleri varmış gibi davranması, oturuşu-kalkışı, nefes alıp verişi, el-ayak hareketleri ve mimikleriyle hep bir farklılık peşinde bulunması, farklılık soluklanması, üstün bir karakter olduğunu ifade etmeye çalışması... gibi tavırlarla bencilliğin (egoizm) dışa vurması sayılan bir çeşit cinnet ve ruhî bir rahatsızlıktır. Böyle bir hasta her zaman kendini olağanüstü görmenin yanında çok defa, başkalarını, hususiyle de meslek, meşrep, yol-yöntem açısından kendine/kendilerine rakip saydığı kimseleri küçük görür ve gösterir; onlara karşı sürekli fâikiyet hezeyanları yaşar; başkalarına ait fazilet ve meziyetleri duymaya asla tahammül edemez; edemez ve duydukça öfkeden çatlayacak hâle gelir.
Böyle bir hasta, sürekli 'ben' mülâhazalarıyla soluklanır, her zaman tafralarla köpürür durur; kendinin değerler atlasında bulunmayan hiçbir düşünce ve davranışa iltifat etmez ve karşısında vahy-i semavî dahi olsa şahsî yorumlarına öncelik tanıyarak yine kendini ifade peşinde koşar.. ve ne yapar yapar hemen her mülâhazayı evirir-çevirir kutsal (!) saydığı kendi düşünce ve istinbatlarına bağlar.
İşte böyle bir aldanmış, zamanla daha da ileri giderek çevresindekileri halâyık görmeye başlar.. horlar ve hafife alır herkesi.. umulmadık beklentilere girer; beklediklerini bulamayınca da kırar-geçirir en sâdık kapıkullarını; bezdirir candan takdirkârlarını ve kaçırır en vefalı yâranlarını; kaçırır zira böyle biri mukaddeslere saygısızlık yapanları affetse de, bağışlamaz şahsına hürmet, tâzim, ihtiram ve saygıda kusur edenleri; ademe mahkûm eder hayalinde kendisine tasarladığı makam, mansıp ve pâyeleri şöyle-böyle sağda solda seslendirmeyenleri.
Bu hasta tip, başkalarının büyüklük ve meziyetlerine tahammül edemese de, yine de kendilerinden bir şey umduğu kimselerle aynı karelerde bulunmayı asla kaçırmaz; dünyevîlerin arkasından koşturur durur ve düz insanlarla bir arada bulunmayı, aynı kareye düşmeyi kendine zül sayar. Bu insanlar anası-babası, amcası-dayısı bile olsa kat'iyen onlarla anılmayı istemez. Tevazuu hiç düşünmemiştir; hikmetten tamamen habersizdir; bazı şeyleri okumuş gibi görünse de bilgisi sırf bir gümandan ibarettir. Görünme, bilinme, söze-sohbete konu olma, öldüren bir hırs ölçüsünde onun en büyük arzusudur. Konuşmaların dönüp dolaşıp kendisine dayanmasını, muhâverelerin onun meziyetleri etrafında cereyan etmesini, hatta hayatının romanlara konu olmasını bekler; bütün bunlar olmayınca da hırçınlaşır, çevresini vefasızlıkla suçlar, 'kadirbilmez nankörler, gerçeği görmez aymazlar, densizler, dirayetsizler' der; kibrini nefrete, öfkeye çevirir; patlamaya hazır bir gayz küpü hâline gelir.
Mütekebbirin hiçbir fikri, hiçbir işi, hiçbir tavrı normal değildir; düşünürken her şeyi kendini beğenmeye, ucbe bina eder. Hareket ve davranışlarında hep çalımlıdır. Sürekli fâikiyet mülâhazalarıyla oturur-kalkar. Onun evi mutlaka lüks, arabası son model, yalısı tam deniz kenarında ve rıhtımda da yatı olmalıdır. Aslında bütün bunlar onu zavallı bir lüks, bir fantezi tutsağı hâline getirmiştir ama, o bunun farkında bile değildir; farkında değildir ve kibrini, gururunu okşayan bu şeylere ulaşma uğrunda ölür ölür dirilir; akla-hayale gelmedik sefilliklere girer; yerinde el-etek öper, yerinde zulmeder, can yakar, hânümanlar yıkar, dahası bütün bu çılgınlıklarını 'ahvâl-i âdiye'den hâdiselermiş gibi görür.
Mütekebbirler arasında Karun gibi servetle büyüklük taslayıp "Bu imkânlara ben ilmim ve irfanım sayesinde kavuştum." (Kasas Sûresi, 28/78) diyen, sonra da yerin dibine batırılanlar olduğu gibi, İblis edasıyla, "Ben ondan hayırlıyım.." (A'raf Sûresi, 7/12) diyenler, daha da küstahlaşıp "Ben de öldürür ve diriltirim." (Bakara Sûresi, 2/258) şeklinde mırıldananlar, bütün bütün şirazeden çıkarak, "Ben sizin yüce Rabbinizim."(Nâziat Sûresi, 79/24) hezeyanına girenler de olmuştur. Eski çağların Firavun ve Nemrut... gibi tiranları, modern devirlerin Lenin, Stalin, Hitler, Mussolini... gibi zorbaları ve 'Ben yarattım, ben yaptım, her şey bizim eserimiz...' türünden sözlerle çılgınlıklarını haykırıp duranlar hiçbir dönemde eksik olmamışlardır. Bunların yanında, kibrine dinî bir kisve giydirerek kendisinin müçtehid, müceddid, kutup, gavs, hatta Mehdi ve Mesih olduğunu iddia eden aldanmış delilerin sayısı da az değildir.
Bunların hemen hepsinin ortak yanı, kendilerini olağanüstü varlıklar ve çevrelerindeki kimseleri de sıradan yaratıklar görmenin yanında, başkalarına ait fazilet ve meziyetlere tahammül edememe, bütün iyilikleri ve güzellikleri kendilerinden bilme, her türlü kötülüğü ve olumsuzluğu da mümkünse halâyık saydıkları kimselere fatura etme gibi bir gayretlerinin bulunmasıdır. Bunlar, şöyle-böyle tasarruf daireleri içinde meydana gelen her güzel şeyin kendilerine mal edilmesini isterler; başkalarının eliyle ortaya konan olumlu işleri de ya gasp edilmiş hakları gibi görür, kendilerine mal etme yollarını araştırırlar ya da ciddî bir kıskançlık hissiyle en nadide şeyleri dahi çirkin göstermeye çalışırlar. Ülkeyi alıp ilerilere götürme, toplumu çağın en seviyeli milleti hâline getirme, insanların ufkunu açıp yaşadıkları asrı iyi okumalarını sağlama, hatta topluma çağ atlatıp onu bütün milletlerin önüne geçirme gibi çok önemli ve hayatî hizmetleri, şayet kendileri o işin içinde yok iseler, mel'un sayarlar; lânet okurlar olup bitenlere ve bu önemli faaliyetlerin kahramanlarına.
Bu marazî ruh haletinin arkasında bazen soyluluk, bazen zenginlik, bazen maddî-mânevî pâye ve mansıp, bazen saf yığınların ölçüsüz takdir ve şımartması, bazen güç ve kuvveti elinde bulundurma, bazen de siyasî, içtimaî ve idarî statü farklılığı... gibi şeyler bulunmaktadır. Bu tür hastalar, şayet iyi bir eğitim ve rehabilitasyonla gerçek insanî değerlere, kalb ve ruh ufkuna yönlendirilmezlerse, toplum içindeki konumları ve kültür ortamları itibarıyla bazılarının Firavunlaşması, bazılarının Nemrutlaşması, bazılarının Karunlaşması, bazılarının da Mehdilik ya da Mesihlik iddialarına kalkışması kaçınılmaz olur. Görmezler hakikati.. doğru okuyamazlar gördükleri şeyleri.. yanlıştır bakış zaviyeleri.. çarpıktır değerlendirmeleri. Çünkü onlar küstahlaşmış ve Zât-ı Ulûhiyet'e mahsus büyüklüğü 'kibir' unvanıyla O'nunla paylaşmaya kalkışmışlardır. O da, "Dünyada büyüklük taslayanlara, âyet ve işaretlerimi doğru okuyup doğru anlama imkânını vermem." (A'raf Sûresi, 7/146) fermanı gereğince onları korkunç bir mahrumiyete mahkûm etmiştir.
Kibir, imana giden yolda insanın önünü kesen bir set, 'Kalbinde zerre kadar büyüklük hissi bulunan kimse Cennet'e giremez.' mazmununca da ebedî saadet yolunda aşılmaz bir engeldir. Bu maraz, bir kalbe yerleşmeyedursun, onun ötelere nâzır bütün ışıklarını söndürür ve onu başkalarına ait her türlü fazilet ve meziyetlere karşı bir tepki yumağı hâline getirir. Böyle bir hasta oturur-kalkar benlikle homurdanır, çevresinden saygı ve hürmet beklemeye koyulur. Zamanla bulduklarıyla yetinmez de 'daha' der durur. Umduklarını bulamayınca da hafakandan hafakana girer. Sık sık çevresini kadirnâşinaslıkla suçlar. Bazen bütün bütün kendini hezeyanlara salıp, yer yer soyundan-sopundan bahisler açarak, zaman zaman ilm ü irfanından dem vurarak veya başarılarından söz ederek, hatta mâneviyata açık bir ortamın çocuğuysa veya hakkında öyle bir kabul söz konusu ise evliyâ, asfiyâ ve ebrârdan olduğuna imâ, işaret ve -cinnetinin derecesine göre- açık beyanda bulunarak kutbiyet ve gavsiyetini seslendirir ve evirir-çevirir ifadelerini şöyle-böyle kendi fâikiyetiyle noktalar.
Kibrin, Allah ve Peygamber tanımazlık şeklindeki en kabacasını, "İblis dışında bütün melekler Adem'e secde ettiler; o kibrine yediremedi 'ııh..!' dedi ve küfrü seçenlerden oldu." (Bakara Sûresi, 2/34) beyanında da görüldüğü gibi şeytan ortaya koydu. Kendilerine kitap verilenlerin bir kısmı da "Demek size ne zaman nefislerinizin hoşlanmadığı bir kısım mesajlarla peygamber geliverse, böbürlenecek, ona kafa tutacak, sonra da kiminiz onu yalan sayacak, kiminiz de öldürmeye kalkacaksınız."(Bakara Sûresi, 2/87) beyanında görüldüğü gibi şeytanı takip ettiler. "Büyüklük tasladı ve mücrimler gürûhundan oldular." (A'raf Sûresi, 7/133) mazmunu etrafında şeref-nüzul olmuş âyetler âdeta bu türden devrilmiş pek çok kavmin kara yazısı gibidir. "Kibre girdiler, zira onlar kendilerini fâik ve yüce görüyorlardı." (Mü'minun Sûresi, 23/46) ifadesi de bu konuda ayrı bir talihsizliğin şahidi. "Biz; Karun, Firavun ve Hâmân'ı da helâk ettik, zira Musa (aleyhisselâm) onlara apaçık mucizelerle gelmişti ama, bu (mütekebbir)ler o yerde büyüklük tasladılar ve (inanmadılar) ama başlarına gelecek şeyin de önüne geçemediler." (Ankebut Sûresi, 29/39) beyan-ı sübhânîsiyle sunulanlar ise, tarihî bahtı karalardan sadece birkaçı.
Kur'ân âyetlerinin ışığında bu türden lânetlenmiş daha pek çok tiran zikredilebilir ama, biz o konuyu mevzu ile alâkalı hazırlanmış ve hazırlanacak olan ansiklopedilere havale edip geçmek istiyoruz. İşin özü, kibirli insan hakka kapalı, insanlara kapalı, hikmete kapalı, ilâhî mârifete kapalı; şeytana açık, küfre açık, halk nazarında menfur, riyâ, süm'a, hıkd u haset gibi İblis kaynaklı mesâvî ile kirlenmiş -üzerinde durulabilir- bir bahtsızdır. Bu tür bahtsızlardan şimdiye kadar iflâh olan görülmemiştir. Aksine hayatını kibir ve gurur zeminine bina edenlerin âkıbetleri hep küfürle noktalanmıştır.
Kur'ân-ı Kerim'in, "Allah, mütekebbir ve kaba kuvvet temsilcisi cebbarların kalbini işte böyle mühürler." (Mü'min Sûresi, 40 /35) fermanı konuyla alâkalı ne ürpertici bir tehdittir..!
Sızıntı, Ağustos 2005, Cilt 27, Sayı 319
.
Müslüman Ufkundan Dünya ve İçindekiler
Dünya, insanoğlu için şu sonsuz fezâda ahenkle yüzüp giden mükemmel bir seyahat gemisi; içinde varolduğumuz, varlığımızı duyduğumuz, Vareden'i bildiğimiz sımsıcak bir yuva; canlı-cansız aksesuarıyla cıvıl cıvıl ve rengârenk bir meşher; ayrı ayrı dillerle yazılmış milyonlarca, milyarlarca kitaptan oluşan muazzamlardan muazzam bir kütüphane; analarımızın her zaman şefkatle tüllenen odalarından daha sıcak, onların ninniler söyleyip salladıkları beşiklerden daha güvenli, daha yumuşak; her yanıyla Cennet bahçelerinin pırıl pırıl bir izdüşümü ve ufku itibarıyla da görebilenler için ötelere açık donanımlı, seyyar bir rasathanedir.
Ayrıca dünya, bütün kâinatların özünü-usâresini, mânâ ve maddesini mahiyetinde cem etmiş bir numune âlem; topyekün varlık ve hâdiselerin zenginlerden zengin en muhtevalı bir sayfası; cin ve insin tenezzühü için ihtimamla hazırlanmış ferah-fezâ bir mesire yeri ve öteler adına da âdeta bir prova salonu gibidir; iyilik de kötülük de onun bağrında boy atar gelişir, günah da sevap da onun dağında-bağında yetişir; sonra da bütün bunların ürünleri öteki âlemin pazarlarına gönderilir.
Bu açıdan da o, hem bir mezraa, hem bir fabrika, hem de ahiret pazarlarına açık tam bir ticarethanedir. Ekilecek şeyler burada ekilir ve burada biçilir. Ötelerin yol azığı burada tedarik edilir, Cennetlerin o nûrânî aksesuarları burada hazırlanır, ukbâ panayırlarında teşhir edilecek ürünler buranın tezgahlarında üretilir, -öyle yapıp ötelere ulaştırana canlarımız feda olsun- orada enzâr-ı âleme arz edilir; sonra da ebedî saadet saraylarında bâkî bir surette mü'minlere sunulur.
Dünya, ılgıt ılgıt şefkat tecellilerinin kesintisiz esip durduğu, rahmet sağanaklarının gelip gelip üzerimize boşaldığı âdeta bir yağmur ormanı, ışık ve güzellik dalgalarının ufkumuzda sürekli tüllendiği ve belli bir çerçevede ötelerin bütün debdebesini, ihtişamını aksettiren bir sinema perdesi gibidir. Görürüz olduğumuz yerden ötelerin hüzme hüzme ziyasını; kışlarla-baharlarla müşâhede ederiz ölümü, "ba'sü ba'del-mevt"i ve verâsını: Her gece fert planında, her kış toplumca ölüme yürür, her gündüz ve her baharda da yeniden bir kere daha diriliriz. Teksirler devam eder durur ve bize mütemâdiyen öbür âlem hatırlatılır.
Dünyada bazen güzelliklerin yanında çirkinlikler, iyilikler arasında kötülükler, ışığın arkasında karanlıklar ve yararlılarla beraber zararlılar da bulunabilir; ama güzel görüp güzel düşünenler için bunların içlere inşirah veren ve göz kamaştıran kısmı her zaman daha güçlü ve kalıcı, daha cazip ve imrendiricidir. Buna mukabil, sevimsiz görünen ve içimizi bulandıran şeyler ise, hem sonuçları hem de daha başka yanları itibarıyla güzel ve hayır edalıdırlar. Aslında bu tür eşyâ, insanî hislerimize değişik nağmelerle bir şeyler fısıldayan, azimlerimizi bileyen ve iradelerimize farklı sürprizler vâdeden, her zaman mânâlı fakat muvakkat, olabildiğine bereketli ama vâridâtı ötelere akan, yumuşak, ılık birer hayır kaynağıdır. Bunlar tıpkı suyun atomları gibi kendi kendilerine kalınca yakıcı olmalarına karşılık sabır, teslimiyet ve rıza ile farklı terkiplere ulaşınca can-fezâ birer iksire dönüşürler.
Üzerinde varlığımızı duyup yaşadığımız bu dünya, hem kâinatlara nisbeten hem de emellerimiz açısından gayet küçük, fakat her şeyin kalbi mahiyetinde; fezâdaki kehkeşanlara göre bir zerre, ama cihanlar kıymetinde; esir deryası içinde yüzüp duran varlık heyet-i umumiyesi karşısında bir damla, fakat bütün semâvât ağırlığında muhtevalı bir cirimdir. Bütün esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhâniyenin câmi' ve şeffaf bir aynası sayılan insanoğlunu o misafir etmiş, o ağırlamış ve onun ötelere sıçrayabilmesi için de âdeta bir rampa vazifesi görmüştür/görmektedir.
Onun yer ve konumunu, Hak nezdindeki kendi mevki ve duruşuyla müşterek mütalâa edip değerlendirebilen inanmış gönüller, bu küçük damlacıkla kâinat çapındaki nâmütenâhî deryaları peyleyebilir; semâvâta nisbeten bir zerrecik görünümündeki bu mini âlemle güneşlere sahip olabilir ve onun üzerinde geçirdikleri o dar zaman dilimine sıkıştırılmış kısacık ömürlerini ebediyet âlemlerinin bir nüvesi hâline getirebilirler. Elverir ki, kendilerine emanet olarak verilen mâhiyet-i insaniyedeki cevherleri hem de tek zerresini dahi zayi etmeden yerinde değerlendirebilsinler.
Evet, bu dünya fânîdir; misafir olarak bir bir gelenler, mîadları dolunca arkalarına bakmadan bir bir giderler. Gidenleri yeni gelenler takip eder ve o tıpkı bir han gibi dolduğu aynı anda boşalır, boşalırken de daha başka konuklarla dolar-taşar. Gelenler, askere duhul ediyor gibi gelir; gidenler de, ölüm tezkeresiyle asıl vatanlarına avdet ederler. İnsanlık varolduğu günden beri ne gelmelerin ardı arkası kesildi, ne de gitmeler durdurulabildi; bu itibarla da, buraya niye geldiğini ve nereye namzet olduğunu bilmeyen bir kısım bahtsızlar hemen her zaman vilâdet neşideleriyle coştukları aynı anda ölüm ağıtlarıyla irkildiler; bir an sevinçle soluklansalar da sürekli kederlerle yutkundular ve bir gün ümitle şahlanmaya mukabil, günlerce yeisle kıvranıp durdular; ne ağlamaları dindi ne de gülmeleri; bir kere "oh" dedilerse, birkaç kez "ah" edip inlediler...
Eşyâ ve hâdiselere iman gözüyle bakanlar için ise durum çok başkadır: Onlar, kendilerini buraya göndereni bilir, O'na yakın durmaya çalışır; gidecekleri yeri mâmur kılma mülâhazasıyla oturur-kalkar ve yol boyu hep huzur soluklanırlar. Bu ölçüde her şeyi O'na bağlayınca, kâinat da, içindekiler de birdenbire renk, şekil, mâhiyet, şîve değiştirir; tat olur, lezzet olur ve ışık olur gönüllere akarlar. İşte bu zaviyeden dünya, hedefinde ebediyet, insanları sonsuz mutluluğa götüren bir gemiye, bir tayyareye; içinde milyonlarca, milyarlarca kitap bulunan zengin bir kütüphaneye; başları döndüren, temâşâsına doyamayacağımız bir meşhere dönüşür ve büyüler herkesi.. talâkatli bir lisan kesilir, çağırır O'na hepimizi.. renkten, ışıktan oyunlarla duyurur gönüllerimize O'nun nurunu, ziyasını.
Aslında, iman nuruyla bakabilenler için, şu iç içe güzellikler Hakk'ın zâtına birer burhan; insan ise, o burhanları gören, duyan, okuyan, seslendiren bir tercümandır. Bütün eşyâ, onu akıl, şuur, his ve gönlüyle yerli yerinde değerlendiren talihlileri fizik ötesi âlemlerin derinliklerine uyarır; zamanla onların ruhlarına melekûtî sırlar akmaya başlar, zihinleri âdeta bu sırların havzı hâline gelir, kalbleri de tecelli avlama rasathanelerine dönüşür. Böylece Yaratan'ı bilmezlikten kaynaklanan zulmetler bir bir yırtılır veya büzüşür; nurlar gelir her yana otağlar kurar.. geniş bir "halka-i zikir" hâlini alır kâinat ve bütün eşyâ.. şiirler, mûsıkîler dinleriz harfsiz, kelimesiz canlı-cansız her nesnenin dilinden ve Yaratan'a îmâlar alırız her şeyin tavrından, duruşundan.
Öyle ki, ne zaman varlığı, kapsayan bir nazarla temâşâya alsak fizikî âlemler delinip de içinden ruhumuza eşyânın perde arkası sırları akıyor gibi olur ve dikkatlerimizi hep ötelere, ötelerin de ötesine çeker; gönüllerimize murâkabe hissi aşılar; aşılar da, bulunduğumuz yerde hayret ve hayranlık yaşayan bir dervişe dönüveririz. Biraz dünya, biraz ukbâ; biraz madde, biraz mânâ; biraz hakikat, biraz hayâl görüp hissettiğimiz ve temâşâsına dalıp tetkikine koyulduğumuz her şeyle o kadar mükemmel uyuşuruz ki, onlarda, bütün bir tabiat kitabı ve içindekilerin, bütün insanlık ve onun maceralarının şiirini dinler gibi olur ve büyüleniriz.
Evet, canlı-cansız bütün eşyâ birbiriyle o denli uyum içinde ve öylesine bir intizam ve ahenk göstermektedir ki, çok defa onu temâşâ ettiğimizde, kendi kendimize: "Acaba bizim gibi bunların da türlerine göre birer ruhları var da bu münasebet ve bu nizam onlardan mı kaynaklanıyor?" diye düşünürüz. İster nezaretçi melekler gibi birer ruhları olsun ister olmasın, biz onlara ne zaman dikkatlice baksak, hemen, hem birbirleriyle hem de bizimle olan o sıkı münasebetlerini anlar, bir şeyler söylemek istediklerini duyar gibi olur; onların en tatlı mûsıkîlerden daha büyülü sükûtî nağmelerini dinlemeye koyulur, en derin söyleyişlerden daha derin îmâlı suskunlukları karşısında soluklarımızı tutar; uyuyan bir çocuğu uyarma endişesiyle sessizleştiğimiz gibi sesimizi keser, duyup hissettiklerimizi, akıl, mantık ve muhakeme filtresi görmemiş saf mülâhazaların enginlerden engin o geniş alanına salıveririz; salıveririz de artık hayâl hanemizde her nesne âdeta bir kari, bir mugannî, bir kasidehâna dönüşür ve bize ne füsunlu şeyler ne füsunlu şeyler anlatırlar: Kimi eşyâ, hayâllerimizde birer Mevlevî semâzeni gibi canlanır; kimisi bir fasıldan başka bir fasıla geçiş peşrevi yapıyormuşçasına bize ahenk meşk eder; kimisi dudaklarında ney, ruhlarımıza hasret ve hicran günlerimizden derlenmiş yanık besteler sunar; kimisi de bize, gümbür gümbür mehter edasıyla dünyaya kendimizi ifade ettiğimiz îtilâ döneminden güftesiz, bestesiz marşlar dinletir.! Evet hemen her nesne, yeri, konumu, duruşu ve türü adına, farklı îmâ ve işaretlerle mutlaka bize bir şeyler anlatır; biz de, onları dinleyip çözmeye, anlayıp yorumlamaya ve sırlarını sırlarımız gibi duymaya çalışır; hepsiyle hasbıhal eder, hepsini sever, okşar; onları, sevdiklerimizi kucakladığımız gibi kucaklar ya da gider kendimizi onların o sımsıcak iklimlerine salıveririz.
Aslında, iman gözüyle bakınca, bütün varlık ve hâdiseler bize o kadar tanıdık, o kadar yakın görünürler ki, onları âdeta birer dost, birer arkadaş sanır, yüzlerine şefkatle bakar; onların çehrelerinde her şeye ve herkese şefkatle bakıldığını okur ve Yaradan'a dolu dolu hamd ü senâlarda bulunuruz.
Bazıları ilk nazarda biraz ekşi suratlı, biraz kaba, biraz da bize kapalı görünse de, biz, bakışımızı imana bağlayıp düzeltince, onlar da birdenbire değişiverir, yumuşar, mûnisleşir ve candan birer ahbap oluverir.
Bazıları, hemen her zaman, bir kısım insanlar gibi hep mütebessim, gökçek yüzlü, sıcak tavırlıdırlar ve bağırları da herkese açıktır; sizinle diyaloğa geçmeleri için bir kere yüzlerine bakmanız yeter; siz bakıverince onlar da hemen açılır ve size içlerini dökerler.
Kimileri, gülüp oynayan çocuklar gibi neş'eyle oturur kalkar; etraflarına gülücükler yağdırır ve sürekli çevrelerinde bir lunapark havası estirirler.
Kimileri, tepeden tırnağa baş döndüren süsleri ve zinetleriyle size unutamayacağınız dakikalar yaşatır ve âdeta "yine gel" derler.
Kimileri, beklentilerimizin çok çok üstünde önümüze serdikleri ziyafet sofralarıyla olabildiğine cömert davranır ve atmosferlerinden ayrılmamızı asla istemezler.
Kimileri, her zaman tatlı ve sıcak olmayabilirler; ama, şayet bir dikenle elinizi kanatmışsalar, ne yapıp yapıp bir gül vermeyi de ihmal etmezler.
Evet, görüp tanıyabildiğimiz canlı-cansız her varlık, meleklerin Adem Nebi'ye (as) saygı inhinâsı nev'inden bize karşı bir çeşit tâzimle doğrulur; ihtiva ettiği fayda ve maslahatlarla âdeta emrimize âmâde olduklarını ifade eder ve olanca sırlarını aklımızın önüne seriverirler. Bunların, idrak ufkumuzu çok çok aşkın madde-mânâ halitası, örgü ve deseni iman ve iz'anlarımıza emanet, her biri Yaratan'a birer emare ve işaret, O'nu gösteren, O'na göndermelerde bulunan, durmadan O'nu söyleyen öyle bir hâlleri vardır ki, insan onların arasında kendini Cennet'in koridorlarında sanır. Öyle ki, biz onları, -biraz da hususiyetlerini bilerek- ne zaman temâşâya koyulsak, duygularımızın âdeta tabiata karıştığını, her şeyin esmâ ve sıfât rengine büründüğünü, bütün varlığın manevîleştiğini, şiirleştiğini duyar gibi olur ve kendimizden geçeriz. Görüp müşâhede ettiğimiz her şey daha bir derinleşir, daha bir nûrânîleşir ve daha bir büyülü hâl alır. Hatta; gördüğümüz objeler âdeta bir büyü ile birdenbire uhrevîleşir; arz Cennet'in izdüşümü gibi tüllenir ve o baş döndüren ihtişamıyla bütün gökler yere inmiş gibi olur.
Böyle bir büyü ile topyekün varlığı hisli, derin bir kalb gibi duyar ve yürüdüğümüz bu hayat yolunda, sanki maddî ve dünyevî bir yere değil de, gönülden inandığımız ve her zaman içimizde tesirini hissettiğimiz, bütün dünya saadetleri onun mutluluk deryasının tek bir damlasına denk olmayan/olamayan farklı bir âleme yürüyormuşçasına yürürüz sonsuza ve ebedî mutluluğa. Duyarız ermişlerin erdikleri şeyleri ruhumuzda ve tıpkı Cennet'tekiler gibi: "Hamd ederiz bizden her türlü tasayı, endişeyi gideren Allah'a.. o Allah ki, bizi en güzel bir yerde iskân etti. Artık bizim için ne bir usanç, ne de yorgunluk söz konusu..." diye mırıldanırız.
Bu kadar güzellik, nefâset ve cennet-âsâ keyfiyetin yanında, dünyanın bir de nefsimize, hevâ ve heveslerimize bakan yanı vardır ki, o yönü itibarıyla bir hayli kirli, çirkin ve sevimsizdir; bundan dolayı da o lanetlenmiştir. Biz burada dünyanın o yüzünden hiç söz etmedik, etmek de istemedik; zira daha başta size, mülâhazalarımızı mü'min ufkuna bağlı götürmeye söz vermiştik. Şayet o ufuktan bakacak olursak, dünyanın, yazıda belirtilen çerçeveye tam oturduğu görülecektir.
Sızıntı, Aralık 2003, Cilt 25, Sayı 299
.
Muvakkat Fırtınalar ve Daimi Meltemler
Üç aylarla beraber zaman beklenen eşref günlere, eşref saatlere de kayıyor gibi.. gerçi hâlâ şerlere açık o 'eyyâm-ı nahisât'a[1] dâyelik yapan uğursuz günlerin gölgesi üzerlerimizde ve yer yer fırtınalar şiddetli esmeye devam ediyor; tahribe kilitlenmiş bir kısım çılgın ruhlar hız kesmeden yıkmalarını sürdürüyor ve her yanda fitne ocakları tutuşturarak inanan insanların seslerini kesmeye çalışıyorlar; ama, büyük çoğunluk itibarıyla bizler -inşâallah öyleyizdir- sürekli güzellikleri kolluyor, güzellikler arkasında koşuyor, hülyalarımızı güzelliklerle süslüyor ve neş'elerimizi gıcıklayan en derin hazlarla ötedeki saadet saraylarına ait kapıların aralandığını hissediyor ve gıcırtılarını duyar gibi oluyoruz.. duyar gibi oluyor ve bulunduğumuz yerden cennetlere atlıyormuşçasına masmavi ve aydınlık bir dünyayı temâşâ etme noktasında bulunuyor olma ruh hâletiyle dıştaki tipi-borana rağmen -zaman zaman da olsa- kendimizi bir haz zemzemesi içinde sanıyoruz. İmanın ve Hakk'a itimadın içimize saldığı nurlar sayesinde ne çevremizde oluşturulmak istenen gürültü ve velveleyle sarsılıyor, ne her yanı saran toz-duman karşısında panikliyor ne de üst üste üzerimize gelen zulme, zalime ve zulümâta 'eyvallah' ediyoruz. Allah'a güveniyor, hikmetle donanıyor ve her yörede soluklamaya çalışıyoruz dini-diyaneti, Hak rızasını ve kendi kültür değerlerimizi.
Şimdilerde her yeni gün ve onun içindeki nevzuhur inayetler -o inayetler arkasındaki yed-i Kudret'e ruhlarımız feda olsun- bizleri bütün dünyayı kuşatan bilmem o kaç asırlık sisten-dumandan arındırıp güzellikleri, nefâseti ve imrendiriciliğiyle hepimizi ve inanan herkesi âdeta Cennet kasırlarını hâvî bir âleme yükseltiyor gibi.. umurumuzda değil sağımızda-solumuzda kuduran kinler, nefretler ve gayzla köpürmeler. Öyle ki, herkesi korkutan, zayıf yüreklere ümitsizlik salan en korkunç fırtınaları, tayfunları, tipileri-boranları ayaklarımızın altından geçip giden ve kılımıza bile dokunmayan 'ahvâl-i âdiye' den hâdiseler gibi görüyor ve yürüyoruz hız kesmeden yüce mefkûremizin tüllendiği zirvelere, her zaman ruhumuzda canlandırdığımız aydınlık günler istikametinde ve atalarımızın kalb ve ruh dünyaları iklimine doğru.
Biz inanç ve ümitlerimiz sayesinde, bir gün mutlaka kendimiz olarak dirilip kendi ayaklarımız üzerinde duracağımız imanıyla yaşadık ve her zaman yeni bir varoluşa pencerelerimizi açık tuttuk. En amansız dönemlerde, en imansız hâdiseler karşısında bile tâli'imizi hep tevekkül, teslim ve belki de tefvîze bağlayarak inandık vaad edilen ilâhî eyyâmın doğacağına, inayet elinin hem bu dünyayı hem de öteleri hakkımızda mamurelere çevireceğine ve burada yapılanların ötelerdeki bağ ve bahçelere döküldüğüne/döküleceğine. Biz, ilâhî lütuflar olarak inananlara bahşedilen bu ekstra ihsanların çehresinde hep zuhur edecek ilâhî ihsanlardan mesajlar aldık ve ilâhî teveccühlerin gölgeleriyle sevindik; sevindik ve o kaskatı kederleri âdeta hiç mi hiç duymadık. Dahası, hemen hepimiz kendi gönlümüzün derinliklerinde olduğu kadar yürüdüğümüz yol ve istihdam edildiğimiz işlerin çehresinde de uhrevî bir şiiri dinlediğimizi söylesek mübalağada bulunmuş sayılmayız. Gerçi böyle bir duyuş ve seziş biraz da insanların his dünyalarının enginliğinden kaynaklanmaktadır; ama, yine de her inanmış gönül o çok ulvî mefkûre ve derin hatıralarının enfes bir şiir hâline geldiğini duyar gibi olur...
Hele zamana emanet bazı hislerle köpüren tatlı gün, saat ve dakikaların insana vaad ettiği öyle mutlu anlar vardır ki, kadirşinas gönüllerce bu zaman dilimlerinin her bir parçası insan ruhuna Cennet yamaçlarının zevkini duyuracak kadar rengin ve zengin geçer. Varlık ve hâdiseleri böyle bir zevk zemzemesi içinde temâşâ eden bir aydınlık gönül, çevresindeki muhtemel kızıl kıyametleri ve en hoyratça davranışları bile ipek gibi yumuşatır, iç aydınlığında nûrânî bir farklılığa ulaştırır; olumsuz hiçbir şeyle karşılaşmamış gibi geçtiği yerlere gülücüklerle boşalır ve sürekli kinle, nefretle, gayzla homurdananlara insan olma ufkunu gösteren îmalarda bulunur.
Vâkıa, bazı ahvâlde bu seviye yakalanamayabilir, bazen de kendi hamlığımıza bağlı çevreyi sisli-dumanlı görebiliriz.. bazı hâl ve hâdiselerin bir kısım bulantılara sebebiyet verdiği de olur.. ne var ki, bunların hiçbiri kalıcı değildir; gönüllerde iman, teslim, tevekkül tamsa, bütün bunlar geldikleri gibi gider ve bize yeni bir mukavemet ruhu armağan ederler. Aslında bu tür seviye insanları için hayat her gün bir kere daha taptaze duyulmakta, tabiî ahvâle karşı olduğu gibi sürprizlere de açık bulunmakta ve ağlamalar içinde gülmeler, elemler arasında lezzetler ve ızdıraplar arkasında dâimî hazlar var etmektedir. Böyle olunca da hemen her zaman mü'minin ufkunda yazlar tıpkı baharlar gibi diriliş nâraları atmakta, sonbahar ve kışlar da yeni bir 'ba'sü ba'de'l-mevt' muştusuyla guruplara tulû boyası çalmakta, mevsimler farklı birer saadet vaadiyle birbirini takip etmekte ve bu atmosferde âdeta her zaman bir sevinç ve ferah heyecanı çağlamaktadır.
Öyle ki bu iklimde sabahlar, sürekli bir haşr ü neşr neşvesi içinde gelir; gündüzler, her yanda farklı bir lezzetle kendini hissettirir; akşamlar, ufuk ötesine panjurlar aralar; geceler, ruh ve kalbin dilini çözen birer büyü ile her yanı sarar; sarar da saat, dakika ve saniyelere en katı gönülleri bile yumuşatıp rikkate getirecek bir nûrâniyet ve bir semavîlik ifâza eder. Herkes istidadına göre bu mânevî atmosferde kim bilir ne dâhiyâne mülâhazalara girer, ne söylenemeyecek şeyleri mırıldanmaya durur, ne derin hülyalara dalar ve ne mâverâî ufuklara yönelir; geçmişin semavîliklerine kanatlandığı aynı anda geleceğin en tatlı rüyalarında dolaşır ve ötelerin el değmemiş mülâhaza bağ ve bahçelerinden neler ve neler derer.
Evet, bizler, o derin inanç ve ümitlerimiz, o engin nazar ve teveccühlerimiz sayesinde O'nunla münasebetlerimizi sürekli derinleştirir, çok defa tasavvurlarımızı aşkın şeyler duymaya başlar, bulunduğumuz atmosferin âdeta uhrevîliklerle tüllenmeye durduğunu ve dört bir yandan şefkatle kuşatıldığımızı hisseder gibi olur ve bulunduğumuz yeri ahiretin bir koridoru sanırız; iç âlemimize göre şekillenen bu hususî dünya olabildiğine büyülü bir diyara dönüşür ve bize ötelerin nûrânîliğini duyurur.
Bu itibarladır ki bizim ufkumuz hiçbir zaman bütün bütün kararmaz; üst üste zulmetler her yanı sarsa da, kalb gözlerimiz çok defa ötelerin ziyasıyla par par parıldar; bulunduğumuz yerin hakkını verip ezelî ufkumuza müteveccih olduğumuz sürece asla gurbet yaşamayız. O'nun ekstra inayetleri sayesinde her zaman bir 'rükn-ü şedîd'e[2]yaslanır ve en dev dalgalara bile meydan okuyabiliriz. Bazen ters gibi görünen bir kısım insafsız hâdiselerle zamanın önümüzü kestiği hatta bazılarımızın ruhî rabıtalarını sarstığı da olur ama gelip sinelerimize çarpan hortumlar, tayfunlar bizim mukavemet sistemimizi güçlendirir, geldikleri gibi gider ve bize biz olmanın hususiyetleriyle alâkalı ne armağanlar ne armağanlar bırakırlar. Böylece, gam gider, kederler lezzetlere inkılâp eder; 'hayhuy'ların yerini 'Elhamdülillah'lar alır ve çevremizdeki hâdiseler âdeta bir saadet vaadiyle tüllenmeye başlar.
Şimdiye kadar iman, ümit ve Hakk'a teveccühümüz sayesinde her şeyi böyle görüp böyle değerlendirdik. Bundan sonra da durduğumuz yerde böyle durup, her şeyi böyle yorumlayacağımız ümidini taşıyoruz.
Öyle ise, ey o her zaman kinle, nefretle esen muhalif rüzgâr! Artık ne taraftan esersen es!.. Yakında sana da diyecektir o Kudret-i Kâhire: Yetişir ey küstah, gayri hırıltını kes..!
Sızıntı, Temmuz 2006, Cilt 28, Sayı 330
[1] 'Eyyâm-ı nahisât', fırtınalara, kasırgalara gebe uğursuz günler demektir; bu ifadeyle, Fussılet suresinin 16. âyetine atıfta bulunulmaktadır.
[2] 'Rükn-ü şedîd', yıkılmaz bir dayanak, sağlam bir kale ve güvenilir bir yer mânâlarına gelmektedir; bu tabirle, Hûd suresinin 80. âyeti îmâ edilmektedir.
.
Bir zamanlar bizim dünyamızda her şey çok renkli ve çok derindi; öyle ki, bu âlemde her zaman sağlam bir dünyevîliğin yanında engin bir uhrevîlik göze çarpardı. Onun atmosferine girenler, idrak seviyelerine göre burayı ötelerle beraber yaşar ve kendilerini bir enginliğin üveyki gibi görürlerdi. Bazen umumî hava bir kısım olumsuzluklarla kararsa da, onun atmosferinde hiçbir zaman rahatsız edici bir sis ve duman görülmezdi. Hele şimdilerde olduğu ölçüde bir kirlilik asla söz konusu olmazdı.. bazen ufkumuzda bir kısım bulutlanmalar ve içtimaî kırılmalar müşahede edilse de, arkasından hemen bu tür menfîliklere sebebiyet veren şiddetler, hiddetler, öfkeler diner ve yeniden gönüller arası rûhî münasebetler teessüs eder, derken her şey bir kere daha yerli yerine otururdu.
O zamanlar ilhad ve küfür bu kadar açık, bu kadar saygısız, bağnazlık ve taassup da bu kadar derin değildi. Hemen herkeste ve her kesimde tam olmasa da şöyle-böyle insan olarak yaratılmış bulunma şuuruna vâbeste bir merhamet ve şefkat hissi hâkimdi. Yer yer bu insanlarda da belli sebep ve sâiklere bağlı bir kısım hırçınlıklar ve feveranlar meydana gelse de, biraz sonra havaya hemen “hilm u silm” duygusu hâkim olur; sabır o güçlü tesirini ortaya koyar; derken biraz önceki taşkınlıklar, feveranlar da yerlerini sımsıcak bir mülâyemete bırakırlardı.
Bu böyleydi, zira bu dünya insanları, hemen herkesi kendileri gibi düşünür, başkalarından bekledikleri saygı ölçüsünde ve daha fazlasıyla onlara karşı saygılı olmaya çalışır; bir adım daha atarak onların elem ve lezzetlerini paylaşır ve arzu eden herkese kalblerinin kapılarını ardına kadar açarlardı. İnsaflıydı onlar; adalete önem verir ve hakkı tutup kaldırmada adeta yarışırlardı. Evet onlar, önce kendi millet ve vatandaşlarına, sonra da bütün insanlığa karşı fevkalâde âdil ve merhametliydiler; başları sıkıştığında kurt-kuş gelip onların şefkatlerine sığınırdı. Ne kendi aralarında ne de başkalarına karşı kat’iyen hır-güre sebebiyet vermez ve hır-gür çıkaranları da önce diplomasiyle sonra da insanî bir zecirle yola getirmesini çok iyi bilirlerdi.
Bağrında yetiştikleri kültür ortamının yanında, kendi ruh ve mânâ köklerine dayanmaları, an’ane, gelenek ve dinî değerlerinden beslenmeleri sayesinde çok defa kendilerini cennetlikler arasında ve Cennet koridorlarında yürüyor gibi görür, hep öteler mülâhazasıyla yaşar, ufuklarına akan mâverâîliklerle kendilerinden geçer ve tali’lerine tebessümler yağdırırlardı. Aslında onların böyle güzel görüp güzel düşünmeleri en olumsuz şeylerin arka planında dahi bazı güzelliklerin bulunabileceği inançlarından kaynaklanmaktaydı. Bu itibarla da onlar, gidip gidip çirkinliklere takılma yerine, elden geldiğince her şeyin güzel yanlarını görmeye gayret eder, topluma zarar vermeyen çirkinliklere göz yumar, şunun-bunun ayıplarıyla uğraşma saygısızlığına girmez; sürçen ve düşenlerin elinden tutar ve bir kıblenümâ gibi herkese insanî ufkunu göstermeye çalışırlardı. Böyle davranırlardı, zira onlar, şimdilerde bazılarımızda görüldüğü gibi özlerinden kopmamış ve kendi değerlerine karşı da yabancılaşmamışlardı. Onların nazarında madde-mânâ, dünya-ukbâ tıpkı bir ruh ve ceset gibiydi; birinden bakınca öbürü, ondan bakınca da beriki görünürdü.
Evet onlar, o ruhî ve fikrî zenginlikleri sayesinde asla ikilem yaşamaz; ilim-din ayrılığıyla uğraşmaz, fizik ve metafiziği birbirine zıt mütalaa etmez ve din ü dünya farklılığına takılmazlardı. Aksine bunların hepsini, aynı hakikatlerin farklı yüzleri gibi görür ve her şeyi, herkesi barıştırmaya açık aydınlık ufuklarının enginliğinde hep huzurla soluklanırlardı. Bakış açıları bu kadar geniş o temiz vicdanlar, varlık, eşya ve hadiseleri her zaman doğru yorumlamaları neticesinde, görüp duyduklarından, duyup değerlendirdiklerinden gönüllere akan mânâ ve mazmunlarla rengarenk dantelalar örgüler ve hep mâverâî derinliklerde dolaşırlardı; dolaşır ve her şeyin, herkesin dilinden farklı türküler dinler ve varlığın bağrında köpürüp duran bir şiir ve bir sevgi tufanıyla kendilerinden geçerlerdi.
Her zaman kendi millî çizgilerini koruyan ve kendileri olarak kalmada kararlı bu gökçek yüzler, atalarından tevârüs ettikleri değerlerle o kadar içli-dışlı olmuşlardı ki, geçmişi, içinde bulundukları zamanla beraber yaşar, hâli bir sermaye gibi değerlendirir, geleceği de ümit, iman ve azimlerine emanet ederek gerçek bir mevcut gibi görürlerdi.
O günler bizim altından günlerimizdi.. ve gecesiyle-gündüzüyle, baharıyla-yazıyla, sonbaharıyla-kışıyla her şey millî ruh yörüngeliydi. Bize ait o günlerde her mevsim farklı bir güzellikle gelir ruhlarımızı okşar, her gün ve gece de bir şölen canlılığıyla hissiyâtımız üzerinde tüllenir dururdu.
Eyvâh ki o günler bir bir karardı, o güzellikler de peşi peşine sararıp soldu ve dört bir yan yeni bir bahara emanet gidip hazana teslim oldu.. eyvâh ki garip bir “Bâd-ı hazân esti bağlar bozuldu / Gülistanda katmer güller kalmadı / Şecerler kırıldı bârlar döküldü / El atacak dahi dallar kalmadı!” (M. Lütfî Efendi) Biz, bilinmedik şekilde bir nazara mı çarpıldık, yoksa bir kere daha şeytanın oyununa mı geldik!.. Geldik de, değiştirme, dönüştürme gibi bir misyonumuz olmasına rağmen korkunç bir değişim ve dönüşüme mi uğradık?!. Dimağlarımız şeytanî kurgularla lebâleb; dillerimizde yabancı türküler.. ve aynı zamanda ifadelerimiz de fevkalâde kirli. Doğrusu çok ciddi şekilde yabancılaşarak kendimizden uzaklaştık ve “eski-yeni” deyip birbirimizin kurdu haline geldik; öyle ki düşüncelerimiz sürekli kin ve nefret üretiyor.. mülâhazalarımız şeytanın vesveselerine denk.. kararlarımız da tam ona göre. Oturup kalkıp her zaman nifâka, şikâka kürek çekiyoruz.. etrafımızı yakıp yıkmayı marifet sayıyor ve hesaplarımızı hep ihtilaf ve iftirak yörüngesinde götürüyoruz. Yok özbeöz kardeşlerimize insafımız, olduğu kadar can düşmanlarımıza.. yok en küçük bir şefkatimiz öz vatandaşlarımıza. Öyle ki, bazen en küçük menfaat mülâhazası veya makam, şöhret sevdası gibi bir his, en sevdiklerimize karşı münasebetlerimizi kesip atmamıza yetiyor.
Çoklarımız için bugün demagoji en mergup metâ ve geçerli akçe.. diyalektikte ise doğrusu üzerimize yok. Öyle bir ifade tarzımız ve üslubumuz var ki, ağzımızı her açışımızda bir sürü çam deviriyor ve bir sürü de ruhun kanına giriyoruz. Bazılarımızca din ve mukaddesâtın hafife alınması ahvâl-i âdiyeden.. kimisi, rahatlıkla -yüz bin kere hâşâ- Allah’a saldırabiliyor; Peygamber’e dil uzatıp O’nu küçük görebiliyor.. -tabiî onun densizliği- Kâbe, Ravza deyip ulu orta konuşabiliyor. Bu açıdan da denebilir ki, eski tiranlar bile dine-diyânete saygısızlıkta bu kadar ileri gitmemişlerdi.. evet, firavunlar, nemrutlar bile hiçbir zaman bu ölçüde bir seviyesizliğe düşmemişlerdi. Eski-yeni diktatörlerin, tiranların ağızları hiçbir zaman bu kadar yırtık, düşünceleri bu kadar kirli ve beyanları da bu kadar saygısızca olmamıştı. Dahası, geçmişin o cebbar sîmâları, bazıları itibarıyla ulûhiyet iddiasında bulundukları halde her zaman hasımlarına kendilerini ifade etme imkânını vermiş ve onları dinleme centilmenliğinde bulunmuşlardı.
Keşke içimizdeki bir kısım Allah Peygamber düşmanları da bu kadar insaflı olabilselerdi.. ve keşke bu endâzesiz ağızlar çağımızın bir kısım despotları yerine şanlı geçmişimizin aydınlık şahsiyetlerini örnek alabilselerdi!.. Ama kim bilir belki de bunca inhiraf ve kaymalardan sonra bir gün biz de kendi millî yörüngemizi bulur ve yeniden kendi derinliklerimize uyanırız!..
"Âbisten-i safâ vü kederdir leyâl hep,
Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar" (Rahmi)
Sızıntı, Ağustos 2008, Cilt 30, Sayı 355
.
Milletlerin kaderine hükmeden/hükmetmek isteyen kaba kuvvet temsilcileri, öteden beri, ideolojileri adına veya yaptıkları kötülükleri meşru ve mâkul gösterme hesabına yığınlarda her zaman ürperti hâsıl edecek şeyleri kullanagelmişlerdir; yani, "ideoloji tehlikede", "modernite tehdit altında", "her yanda demokrasi düşmanları var", "lâiklik gitti, gidiyor…" gibi yâvelerle sürekli saf halk yığınları arasında korku ve telâş uyarmış ve ülkeyi bir baştan bir başa âdeta tımarhaneye çevirmişlerdir.
Bunları yapanların ya kendileri de paranoyak veya gâye ve hedeflerine ulaşabilmek için böyle toplumsal bir paranoyaya ihtiyaç hissediyorlar; hissediyor, bazen aldatabildikleri veya robotlaştırdıkları insanlarla şöyle-böyle bir terör estiriyor; bazen gelecek adına saf kitleleri endişe ve telâşa sürüklüyor; bazen kitle imha silahları ve NBC yalanlarıyla herkesi aldatıyor/aldattıklarını sanıyor; bazen de irtica yaygaralarıyla hiçbir şeyden haberi olmayan yığınlar arasında korku ve telâş meydana getirip, onları türlü türlü vehimlere, daha doğrusu toplumsal paranoyaya sürüklüyorlar.
Millet, aslı-astarı olmayan vehimlerle kıvranıp durmuş, toplum paranoya yaşamış, onların umurunda bile değil; onlarca önemli olan, o bir avuç oligarşik azınlığın mutluluğu, onların çıkarları ve kaba kuvveti elinde bulunduranların hâkimiyet ve istibdadıdır. Bunlar, postmodern işgallerine, tagallüplerine, tahakkümlerine "sistem tehlikedeydi", "resmî ideoloji sarsıntı yaşıyordu", "nükleer silahların insanlığı tehdidi söz konusuydu", "çağdışı görüntüler temâşâ zevkimize ilişiyordu.." diye bir kısım bahaneler bulup, sonra biraz da bunları yalanlarla besleyince, artık top onların, çevkan onların, istedikleri gibi hareket edebiliyor ve istedikleri her yere rahatlıkla müdahalede bulunabiliyor; cinayetler işliyor, ocaklar söndürüyor ve bütün bunları saf yığınların ruhunda uyardığı paranoyaya emanet ediyorlar.
Paranoya, her şeyden şüphe etme, şundan-bundan kötülük geleceği endişesi içinde bulunma, kendini güvensiz hissetme ve vehimle oturup kalkma hastalığı. Bazen buna, bencillik, kibir, gurur, yaptıklarını beğenme gibi hususların da inzimam etmesi söz konusu olur ki, artık o zaman böyle biri tam bir psikopat ve bir deli demektir.
Hekimler, psikopatlar arasında paranoyak bünye gösterenlerle alâkalı bilhassa şu hususlara dikkat çekerler:
1) Kendine fevkalâde değer verme; kibir, gurur ve çalım… gibi tavırlarla "ben" hipertrofisi;
2) Herhangi bir haksızlığa uğrama, zulme maruz kalma düşüncesi uyaran güvensizlik ve aşırı şüphecilik marazı;
3) Düşünce çerçevesini belirleyecek olan muhakemelerindeki yanlışlık ve hatalardan ötürü vehim yaşama; sonra da içine düştüğü evhamı güçlendirme adına saçma ve gayr-ı mantıkî deliller üretme hastalığı;
4) Nihayet herkesi tutarsız ve güvensiz gördüğünden sosyal uyuşmazlık ve emniyetsizlik bunalımı. Eksik veya tamam, onlara göre paranoya, bazen bu emârelerin hepsiyle, bazen de bir-ikisiyle kendini hissettirir ki; her zaman halkla beraber olsa da böyle birinin cinnetinde şüphe yoktur.
Paranoya, müstaid ruhlarda hafiften başlar, yavaş yavaş gelişir; derken değişik telkin, tesir, evham bombardımanı ve yanlış muhâkeme sebebiyle zamanla tam bir cinnet-i mustatil halini alır ve kahreden bir evhama dönüşür: Böyle bir maraza yakalanan insan, zulme uğrayacağı vehmiyle oturur-kalkar; herkesin kendisi için kötülük plânladığı endişesiyle kıvranır durur.. ihtimallere hüküm bina ederek pek çok kimseyi potansiyel suçlu görmeye başlar ve böylelerini bertaraf etme stratejileri üretir; "Onlar bana zulmetmeden ben mutlaka onları ezmeliyim." diyerek masum insanlara karşı savaş ilan eder; kan döker, kan içer ve zamanla âdeta bir kanlı kâbus hâlini alır. Bazen kendi kuruntularını ideal sayarak bunları ihyâ, ikâme ve tâmim uğruna her türlü fezâyi ve fecâyii irtikâp eder. Bununla da kalmaz, hâkimiyetinin temâdîsine engel gördüğü veya öyle vehmettiği kimselere karşı her zaman hasmâne bir tavır içinde bulunur; fırsat doğduğu ve gücü yettiği zaman da bunların hakkından gelmeyi asla ihmal etmez.
Paranoya, bir korku, şüphe ve vehim hastalığı olarak bütün suiniyetlerin, suizanların da kaynağı gibidir. Onun ikliminde şekillenir bütün ayrıştırıcı düşünceler, "biz" ve "ötekiler" mülâhazaları. Orada kararlaştırılır nâhak yere infazlar ve en dırahşan nâsiyeleri karalamalar. İrtica ile alâkalı bütün klişeler o evham atmosferinin ürünüdür. Akla-hayale gelmedik bütün baskınlar o vehim atmosferinin boşalması, her şeyin dışa vurmasının da bir ifadesidir.
Paranoyak, kendinden başka kimseyi tanımaz; vefasızdır, ahd ü peymânına asla güven olmaz; kat'iyen adalet tanımaz ve hakka karşı da fevkalâde saygısızdır. Dahası o, bu kabîl değerlere bağlı yaşamayı aptallık sayar. İnanıyorum dese de inancı yoktur; bu itibarla da hâlis mü'minlerin en samimâne davranışları arkasında dahi dünyevî bazı mülâhazaların olabileceği kuşkusuyla oturur kalkar. Zaman zaman en masum hareketlerden dahi işkillenir ve en yararlı gayretleri bile kuşkuyla karşılar ve sorgular.
Paranoyak, aynı zamanda sırf kendini gören, kendini düşünen, kendi cismânî arzuları arkasında koşan bir hodgâm ve bir bencil; kendine hayranlık duyan ve her hâlükârda kendini, kendi davranışlarını, eda ve endamını beğenen bir narsistir; kendisinin ortaya koyduğu düşünce, tedbir ve çözümlerin dışındaki her şeye karşı tenkitleri hazırdır. O, yazılıp-çizilen şeylerin hepsini yanlış bulur, söylenen sözlerin tutarsız olduğunu iddia eder ve her şeyi, herkesi kapkara gösterir; çünkü hiç kimse o değildir. Ortaya konan düşünce, tedbir ve çözümler onun kafasından çıkmamıştır; o yazıları o yazmamış ve o sözleri de o söylememiştir. Bu itibarla da, bunların hiçbirinin doğru, yerinde ve isabetli olması düşünülemez.
Paranoyağın dışında her şey; bütün yerler-gökler, dağlar-taşlar, çağlayan sular-uçuşan kuşlar, her yerde kıpır kıpır hareket eden canlılar ve bir üst basamaktaki insanlar, hatta velîler ve peygamberler… evet her şey ve herkes onun nazarında göründüğünden farklıdır ve mutlaka kuşkuyla karşılanmalıdır. Gariptir, o, bu haliyle bir çelişki yaşadığının da farkında değildir; bir taraftan her şeyi, her nesneyi ve herkesi göründüğünden farklı vehmederken, nefsânî arzuları ve cismânî dürtüleri açısından zevklerine olabildiğine düşkün bir bohem, diğer yandan da çıkarlarının delisi bir hodbin; kin, nefret ve öfkelerinin esiri bir talihsiz ve şehevânî duygularının da âzat kabul etmez bir kölesidir: Canının istediği her şeyden kâm almak ister; bir ömür boyu cismânî istekleri arkasında koşturur durur; hayvanî hislerini yaşamada ölesiye bir tehâlük gösterir; salar kendini her türlü müstehcenlik ve levsiyâta.. ne ar, ne hayâ, ne millî kültür, ne de toplum kuralları; görmez, gözetmez bunları, gördüğü kadar olsun bir saniyelik nefsânî tatminini... Benlik, bir baş belası denecek ölçüde kuşatmıştır bütün ufuklarını; kibir, çalım, caka, başkalarını küçük görüp aşağılama onun her zamanki hâli; herkese ve her şeye hükmetme humması ise lâzım-ı gayri mufârıkıdır. Elinden gelse bütün dünyayı hâkimiyeti altına almak ister; bir kere de bunu o mel'un kafasına koymuş ise, gerçekleştirmek için her çareye başvurur, her vesileyi değerlendirir ve gözünü kırpmadan her mesâvîyi rahatlıkla irtikâp edebilir: yalan söyler, âlemi aldatır veya aldatmaya çalışır; verdiği sözlerde durmaz, döner; emanete hıyanet eder, akla-hayale gelmedik entrikalar çevirir, cinayet işler; masum, gayri masum demeden herkesin kanına girer; icabında kendisi gibi düşünenleri bile öldürür; ne yapar yapar, sun'î düşman cepheleri oluşturur ve bütün bunlar insanları aldatmaya yetmediği takdirde ar, namus, şeref, hukuk, demokrasi, adalet, insan hakları demeden "Kuvvetin de lâyüs'el bir hakkı var." mülâhazasıyla yürür bir gece kaba kuvvetle hedef kitlenin üzerine...
Paranoyak hiçbir zaman evrensel insanî değerleri görmez ve görmek istemez. O, bu değerleri, hasım ilan ettiği cepheye karşı kullanabildiği takdirde dilden düşürmez; aksine, kendi kirli düşüncelerini gerçekleştirmeye engel gördüğünde de gözünü kırpmadan din, iman, kültür, ahlâk, hukuk her şeyi yerle bir eder, sonra da üzerinde tepinir. O, hayâ hissi olmayan bir yüzsüzdür; ne ettiklerinden utanır, ne de planladığı kötülüklerden; utanmak şöyle dursun, o, yerinde başarılı komplolar kurmayı, değişik entrikalarla ötekiler dediği kimseleri bertaraf edip devre dışı bırakmayı, farklı yol ve yöntemlerle halkın malını iç etmeyi akıllılık, mârifet ve başarı sayar; sayar ve herkesin gözünün içine baka baka yer, yutar; sonra da yan gelir, kulağı üzerine yatar.
Paranoyağın davranışları da, zihnî yapısı gibi sisli-dumanlı ve değişkendir: Sımsıcak göründüğü durumları olduğu gibi sopsoğuk kesildiği zamanları da az değildir. Düşünce teşevvüşlerine denk renk değişiklikleri de hayret vericidir; bir bukalemun gibi çok rahatlıkla her şekle, her kılığa girebilir ve her kesimden görünebilir. Eğer Müslüman görünmek ona dünyevî bir şey kazandırıyorsa, hemen dindarlık taslamaya durur ve bir mü'min gibi davranır; ezkaza rüzgarlar muhalif esmeye başlarsa, o zaman da asıl kimliğine döner ve kabalıkların en hoyratçasını gösterir. Şartlar ve ortam, gücünü kullanmaya elverişli olduğunda, karşı cephe dediklerinin hiçbirini iflâh etmez, hepsini ezer-geçer. Güçsüz düştüğü veya gücünü kullanamadığı durumlarda ise, hiç tereddüt etmeden herkesin elini-ayağını öper ve tam bir zillet tavrı sergiler.
Paranoyak, aklen de, hissen de mâlûldür. Bu maraz hâli onda hem bir tabiat, hem de gâye gibidir; bu itibarla da, her zaman bir seciyesizlik örneği sergilemenin yanında, tıpkı bir kısım frengili veya AIDS'liler gibi sürekli virüsünü başkalarına da bulaştırma hummasıyla yaşar; yaşar ve bir paranoyaklar cephesi oluşturmak için elinden gelen her şeyi yapar: Yerinde kendine karşı mevhum düşmanlar üretir, yerinde hemen herkesin ciddi bir tehdit altında bulunduğu vehmini uyarır; gerekirse kendisi de bizzat, terör türü bir kısım eylemler tertip ederek saf kitleleri böyle bir tehdidin var olduğuna inandırır. Her zaman hile, hud'a düşünür.. yalan söyler.. sürekli iki yüzlü davranır.. çok defa suret-i haktan görünür, herkesi aldatmaya ve kafasında kurguladığı şeylere onları da inandırmaya çalışır; bütün bunları yaparken de elinden geldiğince kendinden emin görünmeye olabildiğine özen gösterir; gösterir ama, yine de her tavrından güvensizlik, telâş ve tedirginlik dökülür.
Aslında o her hâliyle tam bir yalandır; oturuşu-kalkışı, ağlayışı-gülüşü, şiddeti-mülâyemeti, sevinci-kederiyle mücessem bir yalan. Hep olduğundan farklı görünmeye çalışır; düşündükleri gibi konuşmaz, gerçek niyetini hep saklı tutar ve birbirinden farklı karakterler sergiler. Bu kadar çok varyasyonlu yaşadığından ötürü de, bir gün gerçek yüzünün ortaya çıkacağı endişesiyle sürekli yüreği ağzına gelir ve ölür ölür dirilir. Bu itibarla da, paranoyağın yayıp yağını çıkarmak istediği zâhirde başkalarıdır; ama, hakikatte o acayip iğneli fıçı içinde yayılan ve hırpalanan da yine kendisidir. Bu açıdan da, o, yer yer değişik zevk ü safa ve gülüp oynamalarla avunmaya çalışsa da, pek de mutlu olduğu söylenemez.
Paranoyağın iç dünyası tozlu-dumanlı ve fesada açık olduğundan onun en olumlu işlerinde dahi hep bir bozgunculuk ve fesat söz konusudur; ne var ki o, bu fesada "fesat" demeye de hiçbir zaman yanaşmaz; yanaşmaz ve değişik demagojilerle fesadı "salâh" göstermeye çalışır. Oturur kalkar bozgunculuk yapar, insanları birbirine düşürür, milletin farklı kesimlerini yer yer karşı karşıya getirir, düşman kamplar oluşturur; sonra bu bölünmüşlüğü, bu çözülmüşlüğü kendi hesabına değerlendirmeye durur. O, kendi gibi düşünmeyenleri veya çıkarlarına engel gördüklerini, yerinde antidemokratik olmakla suçlar, yerinde moderniteyi tehdit ediyor gibi gösterir; bunlar da yetmezse ne yapar eder, irtica yaygaralarıyla herkesin sesini keser ve mutlaka planlarını gerçekleştirir. Yalandır bunların hepsi, fesattır onun bütün yaptıkları, ikiyüzlülüktür her işi ve bir aldatmacadır her tavrı, her düşüncesi. Ama ne kadar insan vardır bütün bunları sezip anlayan!?
Paranoyak tam bir delidir; ne var ki, o bunun farkında değildir. Aksine o, kendini akıllı ve bilgili sanır; dolayısıyla da kendinden başka herkesin bir mânâda beyinsiz ve muhâkemesiz olduğuna inanır. Öyle sansa ve öyle inansa da, hiçbir zaman onun mutlu olduğu söylenemez; zira o, her an kendini ayrı bir düşman cephesi karşısında ve dünya çapında terörist örgütlerle kuşatılmış olarak vehmeder. Korkar ve titrer hayalinde îka ettiği bu saf saf düşmanlardan. Başa çıkamayacağını düşünür ve çevresindekilerden yardım dilenmeyi dener; onları da aynı düşmanların düşmanlığına, insanlık için bir tehdit unsuru olduğuna inandırması lâzımdır.. evet ona göre, düşüncelerinin, tasarılarının ve operasyonlarının meşru görünmesi adına herkesin aynı ölçüde vehme ve hezeyâna itilmesi zarurîdir; zira onun planlarının gerçekleşmesi adına toplumsal, hatta uluslararası bir paranoyaya ihtiyaç vardır. Bunun için de mutlaka şöyle-böyle, gazeteleriyle-mecmualarıyla, televizyonlarıyla-radyolarıyla bütün medya kuruluşları harekete geçirilmeli; çeşit çeşit tehdit unsurları sıralanmalı; demokrasinin, insan haklarının, cumhuriyet esaslarının tehlikede olduğu üzerinde durulmalı; yığınlar, ülkenin ellerinden uçup gideceği yalanına inandırılmalı; saf halk kitleleri üzerinde toplumun dört bir yandan kuşatıldığı vehmi uyarılmalı ve ne yapıp ne edip herkes delirtilmelidir ki zirvedeki mustatil cinnet yadırganmasın.
Evet, ezenlerin, başkalarına hükmetmek isteyenlerin, gözlerine kestirdikleri değişik coğrafyaları işgal edenlerin toplum/toplumlar çapında böyle bir paranoyaya ihtiyaçları var. Kinin, nefretin, hırsın, din düşmanlığının delirttiği bu insanların, idare etmeyi düşledikleri kimseleri korkutarak, ürküterek, telâşlandırarak, vehim ve hezeyâna sürükleyerek kendilerine benzetmeye çalışmaları bence bu cinnet mantığına göre normaldir. Aslında böylelerinden başka bir şey beklemek de aldanmışlık olur.
Maalesef bugün, Çin Seddi'nden Merâkeş'e, Kapadokya'dan okyanus ötesi ülkelere kadar hemen her yerde iflâh etmeyen bir paranoya yaşandığını/yaşatıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun için birkaç düzine terörist lâzımsa, paranoya ihtiyacıyla kıvranıp duran mütegallipler, kaba kuvvet temsilcileri, ülkeleri sömürmek isteyen postmodern müstemlekeciler bu işi kiralık birkaç kanlı katille yaptırabilecekleri gibi, üç-beş zavallıyı aldatarak veya robotlaştırarak da arzu ettikleri her renkte, her desende bir sürü terörizm imal edebilirler.
Şimdilerde kısmen de olsa bunu başarmış sayılırlar. Evet, bu kadar alınıp satılan, kiralık kanlı katil veya aldatılmış beyinsiz bulunduktan sonra, her yerde terör adıyla bir fitne ateşi tutuşturabilir, değişik yörelerde suikastlar planlayabilir, dinî duygu ve dinî düşünceyi kullanarak bazı kıt akılları provoke edebilir; böylece hem bütün bir toplumu hatta insanlığı evham ve hezeyâna çekmiş olur, hem de yakıp yıktıklarına, asıp kestiklerine ve üzerine çullanıp ezdiklerine karşı tutarsız da olsa bir bahane bulmuş sayılırlar.
Dünya çapında bütün bu işleri plânlayanlar ister birer paranoyak, ister birer psikopat olsun çok fark etmez. Ortada bir gerçek var ki o da; dünyanın bazı bölgelerinde bir kısım kaba kuvvet temsilcilerinin, dünyaya hükmetme ve kendi ideolojilerini hâkim kılma hırsıyla; bazı yerlerde de küfre kilitlenmiş bir kısım muannitlerin, küfürlerini, temerrütlerini, din-iman ve Kur'ân düşmanlıklarını sürdürebilmeleri için, yığınların vehimlendirilmesine, toplumsal paranoyaların yaşanmasına, kitlelerin hezeyâna çekilmesine ihtiyaçları var. Bana öyle geliyor ki, bütün toplum gerçekten cinnet yaşasa dahi, kaba kuvvetin temsilcileri, yalan söylemekten, halkı aldatmaktan, dimağlara vehim pompalamaktan ve herkesi kendilerine benzetmekten vazgeçmeyeceklerdir.
Sızıntı, Ocak 2004, Cilt 25, Sayı 300
.
Dünyanın karanlıklara yenik düştüğü bir dönemde ufkumuz hep renklerle tülleniyordu ve peşi peşineydi fecir şölenleri. Doludizgindi ışık süvarileri ellerinde pâr pâr meş'aleler, dirilişe çağırıyorlardı insanları uğradıkları her yörede.. diriliyordu semtlerine uğrayanlar İsa Mesih nefesi duymuş gibi.. ve yeşeriyordu geçtikleri yerler Hızır uğramışçasına. Bir gözleri dünyada, bir gözleri ukbâda; halkın içinde Hakk'a müteveccihti bu büyülü çehreler.. akılları, kalbleri el eleydi şu dünya mâcerasında; kâh burada, kâh ötede o sihirli seyahatleriyle her gün ayrı bir şehrâyin yaşıyorlardı âdeta...
Gökler bu dünya ile iç içe ve dudak dudağaydı.. şehirlerimiz, köylerimiz semâların tabakaları gibiydi. Kıt'adan kıt'aya geçme yakınlığı gibi tahayyül ediyorduk âsuman katmanları arasında seyahati ve çocuklar gibi en tatlı hülyalarla geçiyordu gecelerimiz-gündüzlerimiz. Her şafak ve tulû ile var olduğumuzu bir kere daha duyuyor, bir kere daha yeniden diriliyorduk. Düşünce ufkumuzda hep cennet meltemleri esiyor ve üzerimizde ruhânîlerin kanat sesleri duyuluyor gibi oluyordu. Bütün bir geçmişi bu günle, bu günü de yakın-uzak gelecekle iç içe yaşıyor, muasırlarımızın zaman darlığından değişik bunalımlarla kıvrandıkları aynı anda biz, cennetin ferah-fezâ yamaçlarında dolaşıyor gibi hep huzur ve neş'e solukluyorduk.
Her zaman sonsuzdan ışıklarla pâr pâr bu dünyada, uhrevî derinlikleriyle baş döndüren köylerimiz-kentlerimiz ve gelin odasına benzeyen pırıl pırıl yuvalarımız vardı. Bu dünyada, gül dikenle barışık, kedi güvercinle yan yana, bülbül saksağanla arkadaş ve her şey ebediyet türküsü meşk ediyor gibi bir derinlikle salınıyordu. Görüp duyduğumuz hemen her şeyle sûr sesi almış gibi bir kere daha derlenip toparlanıyor, daha bir hızlı O'na yürümeye duruyor ve yürüdüğümüz yolların gidip tâ semâlara dayandığını duyar gibi oluyorduk. Bilhassa kalbî ve ruhî hayat yörüngesinde yürüme bahtiyarlığına ermiş aydınlık ruhlar için bu dünyada yaşamak âdeta bir imtiyazdı.
Her fecirde sonsuza çağrı ezan sesleriyle yeni bir 'ba'sü ba'de'l-mevt' yaşıyor ve duygularımız taptaze, gönüllerimiz olabildiğine hüşyâr, ruhlarımız da meleklerle atbaşı, dini, gökten ilk indiği günün taravetiyle duyuyor, birkaç adım ötede Sonsuz Nur'un tebessümlerini görür gibi oluyor ve saygıyla olduğumuz yerde kalakalıyorduk. Hep ötelerin derinliğiyle düşünüyor, yaşamayı meleklerin temkiniyle değerlendiriyor ve her zaman Hakk'a âşina gönüller gibi oturup kalkıyorduk.
Bizim o günkü bu sihirli dünyamız âdeta zeminin hayat kaynağı, göklerin de kalbi mesâbesindeydi; bu kalb her zaman ritmik atışlarıyla 'Hû' deyip duruyor ve canlı-cansız aksesuarıyla her an bize cennet güzelliklerini hatırlatan akla-hayale gelmedik sürprizler sunuyordu. Pırıl pırıldı her taraf; bakıp bakıp çevremize, duyuyorduk varlık ve eşyânın çehresinde öbür âlemin göz kamaştıran ihtişamını...
Gecelerimiz hep bir 'seher' nûraniyetiyle geçiyor, gündüzlerimiz ise firdevs yamaçları gibi apaydındı; apaydındı üstümüze abanmış atmosfer ve onun çevrelediği tabiat, apaydındı bahar-yaz-sonbahar-kış ve bütün hilkat. Bizler bu renkli iklimde, dua ve niyazlarımızla her zaman iradelerimizi aşan isteklerde bulunuyor ve oturup-kalkıp sürekli O'nu hoşnut edecek şeyler mırıldanıyorduk. Duygularımız canlı, gönüllerimiz mızrabını yemiş bamteli gibi tir tir, her zaman O'na farklı telden ne besteler ne besteler sunuyorduk. Yer yer yüreklerimizden kopup gelen ve sinelerimizden yükselen âh u enînler Yakub'un (as) içli feryatları gibi bir çığlık olup yükseliyor; esen rüzgârlar da Yusuf'un (as) gömleğinden kokular sürünüp esiyordu. Her bucakta tertemiz duygularla örgülenen şeker-şerbet sözler, 'kelime-i tayyibe' gibi salih amellerin eşliğinde, kendi ufku itibarıyla âdeta 'çiy noktası'na yükseliyor, sonra da daha değişik bir Hak inayetine dönüşerek sağanak sağanak başımızdan aşağıya boşalıyordu. O günler mü'minlere vaad edilen günlerdi ve o yerler Kâbe'den, Tûr-i Sînâ'dan kopup gelen yerlerdi, bizler de yeryüzü mirasçıları talihlilerdik...
Bir gün geldi, düşmanların amansız saldırıları dostların vefasızlığıyla birleşince, biz de durduğumuz yerde duramaz olduk. Üst üste sarsıntılar yaşadık, sonra da birdenbire devriliverdik. Kim bilir belki de, maruz kaldığımız o hıyânetlere uğramasaydık, bu dünya kıyamete kadar o kendine has güzellikleriyle hep tüllenip duracaktı..?
Ne acıdır ki, bir uğursuz dönemde, bu aydınlık dünyanın bütün ışık kaynakları tahrip edildi.. meş'ale tutan eller kırıldı.. hak söyleyen ağızlara fermuar vuruldu.. ve gelip hayat kaynaklarımızın başına bir kısım gulyabanîler oturdu. Ve artık güneş kendi rengiyle doğmaz olmuştu; ay, çehresindeki lekelerin gölgesinde bir garip gibiydi; zemin de, ifritlerin cirit attığı bir vahşet alanı hâlini almıştı. Olan olmuştu ve gayrı ne bildiğimiz türden güller açıyor, ne çiçekler çevreye kokular saçıyor ne de bülbüller ötüyordu. Huzur ve neş'e ile etraflarına tebessümler yağdıran insanların yerinde de kine, nefrete, düşmanlığa yenik düşmüş kara ruhlu karakuralar ve gayzla homurdanan mağmumlar vardı. Bütün kalb ve ruh insanları o aydınlık çağla beraber sanki gidip kayıplara karışmıştı. Bomboştu köy-kent, ova-oba boş olduğu kadar dimağlarımız ruhtan, mânâdan ve kendi değerlerimize saygıdan...
Yığınlar bir illüzyona maruz kalmış gibi ayakta uyuyor; zimamı elinde tutanlar her gün ayrı bir fantezi peşinde.. kendi değerlerinden kaçan kaçana ve toplum çapında âdeta bir bozgun yaşanıyordu. Ne soy ağacına saygı kalmıştı ne de onun meyvelerine itibar; ağacın köküne baltalar inip kalkıyor ve bin senelik mirasımız ecdada inat çöplüğe atılıyordu. Münafıklık en mergup bir metâ halini almış ve her taraf nifakla inliyordu. Aldatma maharet sayılıyor; takiyye, profesyonel takiyyecilerin elinde Müslümanları karalama adına altın çağını yaşıyordu. Mülhidler her zamankinden daha kurnaz, daha hızlı, buna karşılık pek çoğu itibarıyla mü'minler ise ibadet yorgunu, hizmet bezgini, ücret bağımlısı ve tabiî sabır, azim, fedakârlık ve kararlılık bekleyen konular da fevkalâde zuhurlara emanet edilmişti. Aslında, harikulâde tecellîlere inanan insan ne kadar kalmıştı onu da Allah bilir!
Yakın tarihimiz itibarıyla bu ölçüde dağınıklığa maruz kalmış bir toplum olarak derlenip toparlanmamız mümkün müydü? Bir daha kendimiz olarak kendi ayaklarımız üzerinde durabilecek miydik? Zahirî esbaba bakılınca olumlu bir şey söylemek oldukça zordu; ne var ki inanan gönüller için sebepler her şey demek de değildi. Hak, inayetiyle tecellî buyurunca ne olmazdı ki! Bugüne kadar insanoğlu kaç defa kara-buza yenik düştüğü aynı anda sürpriz baharlarla karşılaşmış; kaç defa en korkunç yangınların bağrında 'berd ü selâm'a şahit olmuştu. İnsanoğlu yöneleceği kapıya sadâkatle yöneldiği, içini O'na açıp derdini O'na şerh ettiği her defasında içinde bulunduğu ölüm çukurlarını yükselme rampaları hâline getirmiş ve bir hamlede, bir nefhada ulaşılmaz gibi görülen zirvelere ulaşıvermişti. Neden bir kere daha olmayacaktı ki!..
Evet, şimdiye dek samimiyetle O'na yönelenlerden hiç kimse geriye boş dönmemişti ve O'na karşı müstağni duranlardan da asla kurtulan olmamıştı. İşte bütün bu mülâhazalarla bizler şu anda, yüzümüz kara, ama gönüllerimiz tir tir, ümidimizi O'nun rahmetinin enginliğine bağlayarak, yetersizliğimizi-tutarsızlığımızı ve tabiî çaresizliğimizi O'na açarak bizi yepyeni semavî bir takvimle farklı bir diriliş faslına ulaştırmasını diliyor, arzu ve emellerimizi de inayetine emanet ediyoruz.
Sızıntı, Ağustos 2004, Cilt 26, Sayı 307
.
Zevk u safâ düşkünlüğü, hafif meşreplik ve bunaklık da demek olan sefâhet, günümüzde çok yaygın ve âdeta teşvik görmekte. Ülkemiz dâhil hemen her yerde gırtlağına kadar sefâhete gömülmüş bir sürü sefîh var ve bunlar, içinde neş'et ettikleri toplumların bünyesinde âdeta birer virüs yığını. Akıl, mantık, muhâkeme ve dinî kurallar yerine cismânî arzu ve nefsânî zevklerine bağlı hareket eden bu densizler, sürekli hayvanî zevkler peşinde ömür tükettikleri gibi çevrelerindeki pek çok iradesiz kimseleri de aynı levsiyât içine çekerek onları da çürütmektedirler. Bugün, 'Geçmiş gelecek masal hep, eğlenmene bak, ömrünü berbat etme.' (Ömer Hayyam) diyen bir sürü serâzat var. Dünsüz, yarınsız ve kural tanımaz bu çakırkeyf nesillerin zevk u safâ adına nerede duracaklarını ve gidip daha nelere dalacaklarını bugünden kestirmek mümkün değil. Hele bir de televizyon, radyo, bazı medya kuruluşları ve bir kısım karanlık eğlence yerleri bunların hayvanî hislerini gıdıklıyor ve cismânî arzularını şahlandırıyorsa..!
Hayatlarını nefsanîliğe bağlı sürdüren, davranışları hayvanî içgüdülere emanet ve ciddî bir ruh sefaleti içinde bulunan böyle sefîhlere, dinî, millî ve ahlâkî değerleri anlatmanın çok zor olacağı kanaatindeyim; anlatamazsınız bunlara hayatlarını, zamanlarını, imkânlarını israf ettiklerini; herkese, hususiyle de gençlere kötü örnek olduklarını ve toplumu çürüttüklerini.. çekip alamazsınız onları içinde bulundukları bu bohemlikten ve insanı insanlığından utandıran ruh sefaletinden. Ne edep hissinden, ne hesap endişesinden ne de insanî değerlere saygıdan eser göremezsiniz bu talihsizlerin tavır ve davranışlarında. Hayattan kâm alma, kadın-erkek birbirinden yararlanma bunların en birinci işleri.. düşünmezler yuvayı, anne-baba olmayı, millete faziletli evlât yetiştirmeyi. Siz, kadına değerler üstü değerler atfeder, analığıyla Cennet'i onun ayaklarının altına indirirsiniz; hayat arkadaşı olarak onu ötelerde ebedî refîka-yı hayat pâyesiyle sarsılmaz bir tahta oturtursunuz; kızınız görür, gözünüzden aziz bilirsiniz; 'bacınız' der, üzerine tir tir titrersiniz.. bu önemli hususların hiçbiri onların nazarında bir şey ifade etmez; onlar bu muallâ varlığı sadece hayvanî iştihalarına göre değerlendirirler. Bu menhûs iştihaya göre, cazibesini koruduğu sürece o, hep ağa düşürülmeye çalışılan bir av, letâfet ve zarâfetini yitirince de yerlerde sürüm sürüm sürünen bir zavallıdır; bir zavallıdır o, kaşını, gözünü, mimiklerini kullanamayacak hâle geldiğinde ve cismâniyeti itibarıyla artık çevresinde bir türlü alâka uyaramadığında...
Bu konuda erkeğin de ondan çok farkı yoktur; bu çarpık alâka ve tehlikeli meylin karşılığı da dünyada inkisar üstüne inkisar, ötelerde de ebedî hüsrandır.. evet böylelerinin, âhireti yitirmenin yanında, kalıcı bir dünya zevkine ve huzura ermeleri de söz konusu değildir. Dünyaya müteveccih ve geniş imkânlar içinde olmalarına rağmen, ne yuvada mutluluk, ne aile fertleri arasında sıcak bir münasebet ne de yarınlar adına bir saadet vaadi; bomboştur onların yürekleri, hisleri ve iğretidir o sûrî beraberlikleri. Birbirinden kopacak gibi dururlar yan yana durduklarında; birer düşman tavrı alırlar ayrılıp hevâ ve heveslerine göre ayrı ayrı yollara girdiklerinde. Onca beraberliğe rağmen zerresi yoktur vefanın üzerlerinde ve endişe duymazlar arkada bıraktıkları yetimlerinden. Azıcık olsun bunun aksi söz konusu olsaydı bugün en zengin ve en medenî gibi görünen ülkelerde boşanan aile ve yıkılan yuva nispeti yüzde altmışlara hiç ulaşır mıydı?..
Zaten bu karanlık ülkelerde, hayat tâ baştan yanlış mayalandığı için bu tür sonuçları da tabiî görmek icap eder. Bizim dünyamız da dahil, şayet insanlık bu konudaki yanlışlarını görüp hatalarını düzeltmezse, bu ölçüdeki bir izmihlâl ahlâkı daha uzun yıllar devam edeceğe benzer. Bugün İslâm ülkesi görünümündeki yerlerde bu tür bir ruh sefaleti çok geniş alanlı görünmese de, çaresine bakılmazsa, aynı sefâhet seylâplarının bu dağınık coğrafyayı işgal etmesi de kaçınılmazdır. Daha şimdiden bazı çevrelerde hayâ, iffet ve utanma hissi bilmem kime emanet.. haram-helâl mülâhazası modası geçmiş telâkkiler gibi.. dinî esaslar ve ahlâk, insanın elini-kolunu bağlayan birer zincir, fazilet de anlamsız bir lüks âdeta.
Bu tür mülâhazalarla tamamen kendini salmış bu insanlar, yerinde en rezilâne davranışların bile müdafaasını yapabiliyor; fazilet-rezalet ayrımını, hayır-şer farklılığını bir telâkki ürünü gibi görüp gösteriyor ve ahlâkî hiçbir endişe taşımayabiliyorlar, taşımadıkları kadar orman komşuları. Bu tam bir fecâat ve fezâat ama, -maalesef- onlar bunu hissetme yeteneğine dahi sahip değiller. Heyecanla çarpan sineleri var ama şehvet duygusuyla; her anları ayrı bir his tufanıyla geçiyor ancak nefsanî zevkler hesabına. Öyle bir gaflet ve dalâlet içindeler ki, onların yanında Nuh kavmi, Ahkaf şaşkınları, Semûd sergerdanları, Sodom, Godom sefilleri, Pompei rezilleri çok hafif kalır. Ne ar, ne hayâ, ne iffet ne de evrensel insanî değerler, silinip gitmiş hepsi. Hakk'a karşı vefasızlar; saygıdan haberleri yok; işleri-güçleri yalan, hıyanet ve her davranışları apaçık riya.. isterseniz gerisini Âkif söylesin:
Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde...
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer o incecik perde!
Vefa yok, ahde hürmet hiç, emanet lâfz-ı bî medlûl;
Yalan râyiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhul.
Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;
Nazarlardan taşan mânâ ibâdullahı istihkâr.
Beyinler ürperir ya Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne iman, din harab, iman türab olmuş!
Mefâhir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl...
Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklâl!
Varlık ve imkân onları yoğa çekiyor; maddî refah daha bir sefilleştiriyor. Nimetlere karşı nankörlüğün yanında bir körlük yaşıyorlar ki âdeta cinnet.. evet bunlar maddî imkân, konfor ve müreffeh hayat adına her şeye sahipler ama iman ve yakîn problemleri var. 'Ahsen-i takvîm'e mazhariyetin farkında değiller. Her hâllerinde bir ruh sefaleti göze çarpıyor ve sefâhet diz boyu.. hayır hayır, gırtlaklarına varacak derinlikte!. tavırlarına bir başıboşluk hâkim ki, bu hâlleriyle onların iradelerinden söz etmek dahi çok zor. İç boşluklarını ya içki, kumar, eğlence ve uyuşturucuyla gidermeye çalışıyorlar veya anlamsız bir kısım aktivitelerle.. hele bunların arasında büyü, yoga, meditasyon ve daha bilmem ne şeytanî oyunlarla avunanlar var ki emsallerini en koyu câhiliye dönemlerinde bile görmek mümkün değildir...
Bu hilkat garibelerinin tavırları o kadar anormaldir ki, ne bir psikolog tetkikine ne de bir psikiyatrist psikanalizine ihtiyaç hissetmeden insanlık adına nerede durduklarını hemen anlayabilirsiniz. Çılgınlık ve hezeyân en mümeyyiz vasıflarıdır bunların.. cismânî ve nefsânî arzular arkasından koşmak her zamanki hâlleri.. yaşama tutkusu da, mefkûre ölçüsünde dertleri ve davaları. Yorgun, bitkin ve bezgin bir görüntü sergilerler işe yarar bir çağrıya muhatap olduklarında. Bin bir mazeret beyanına kalkarlar bir hizmet teklifi karşısında...
Onca zevk u safâya rağmen rûhen bomboş ve kalben de hep bir tatminsizlik içindedirler; her hâllerinde bir boşluk nümâyândır, bu itibarla da bir hayalet gibi kendilerini kovalayan streslerden, anguazlardan bir türlü kurtulamazlar; kurtulmak bir yana, ruh boşluğundan sıyrılalım derken daha derin bir kısım çukurlara yuvarlanırlar. Aldatan bir oyundan, öldüren başka bir eğlenceye, cismânî bir gayyâdan, nefsânî başka bir veyle yuvarlanır dururlar da rahat nefes alabilecekleri yere kat'iyen ulaşamazlar. Ömürleri sürekli bir fasit daire içinde cereyan eder de her ne hâlse bir türlü bunu fark edemezler. Zannediyorum, hakikî imana yönelecekleri âna kadar da bunu asla anlayamayacaklar.
Aslında bunların problemleri Allah'tan kopmakla başlamış; çareyi sadece cismânî zevklerde aradıklarından daha da derinleşmiş ve onulmaz bir hâl almıştır. "Kim kendine Allah'ın nimeti gelip ulaştıktan sonra (bunun yerine başka bir şey koyarak) onu değiştirirse böylesi için Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (Bakara Sûresi, 2/211) meâlindeki ilâhî beyan tam böylelerinin durumunu resmetmektedir. Ama bilmem ki onlar bunu anlayabilecekler mi.? Ben hiç sanmıyorum; zira bunlar neyi yitirdiklerinin de nerede yitirdiklerinin de hiç mi hiç farkında olamadılar; olamadılar ve hep kendilerini gerçek insanî değerlerden uzaklaştıracak fanteziler buldular. Bütün varlık ve eşyâ, Kur'ânî ifadeyle sürekli hakikati, Hakikatler Hakikati'ni hatırlattığı ve Allah yoluna îmâda bulunduğu halde onlar, sağa-sola döndü durdu ve Hakk'a ulaştıracak yolun dışında yollar, yöntemler aramada ömür tükettiler.
Evet, bugün insanlığın en önemli problemi imansızlık ve irfansızlık problemidir. Hayatın hemen her alanında olumsuz tesirleri görülen bu problem halledileceği âna kadar da insanoğlu kendini kahreden bu ruh sefaletinden ve her çeşidiyle sefâhetten sıyrılamayacak, kat'iyen kalıcı bir mutluluğa eremeyecek ve dağınıklıktan kurtulamayacaktır. Ekonomik durumu ve maddi refahı iyi olabilir; ama o asla değişik bunalımlardan, hezeyân türü şeylerden ve bilmem daha adı konmamış ne çeşit çılgınlıklardan sıyrılamayacaktır. Bugün çok geniş imkânlara sahip öyle ülkeler, öyle milletler ve öyle devletler var ki, buralarda bunalım doruk noktada, hezeyân şeytanları utandıracak çizgide, çılgınlık ise ahvâl-i âdiyeden bir şey...
Bu ruh sefaleti ve bu mâneviyatsızlık devam edecek olursa, bizim dünyamız da bu ruhî çöküş ve çözülüşten mutlaka nasibini alacaktır -almasın inşaallah- zira;
Bu hissizlikle cem'iyyet yaşar derlerse pek yanlış
Bir millet göster, ölmüş mâneviyatıyla, sağ kalmış.
(M. Âkif)
Batılı ülkelerde çanlar çoktan çalmaya başladı ve aklı erenler daha şimdiden değişik çözülüş senaryolarından bahsediyorlar. Bilmem ki bütün bunlar, bizim için kendi ruh ve mânâ köklerimize dönme zamanının gelip geçtiğini göstermiyor mu? İnşaallah çok geç kalmamışızdır..!
Sızıntı, Nisan 2005, Cilt 27, Sayı 315
.
Günümüzde topyekün dünya ve hususiyle de bizim coğrafyamızdaki milletler, şimdiye kadar olanlardan çok farklı ve öncekilerle kıyas edilemeyecek ölçüde tehlikeli bir dönemeçten geçmekte. Öyle ki, her an bütün dengelerin alt-üst olması, milletlerarası muvazenenin bozulması ve bir kısım herc ü merçlerin yaşanması kaçınılmaz gibi görünüyor. Değişik toplumlar ve bu toplumlar içinde farklı görüşteki, farklı düşüncedeki grupların hemen hepsi sürekli kinle, nefretle, öfkeyle oturup kalkıyor; akla-hayale gelmedik ifnâ ve itlâf projeleri arkasında koşuyor. Her millet ve o milletin içindeki farklı kesimlerin herbiri, 'öteki' dediği şahıs ve grupların, kuş gribine maruz kanatlılar gibi yakaladığı yerde hakkından gelmek istiyor; mütemâdiyen intikam hissiyle homurdanıp duruyor; yeni yeni düşmanlık senaryoları üretiyor ve hep öldüren bir kin ve nefret duygusuyla yatıp kalkıyor.
Bu atmosferde neş'et eden insanın sevgiden haberi yok, sevmeyi silip atmış sözlüğünden ve hafızasının hiç renk atmayan en canlı mazmunu 'antipati'.. o bu hâliyle hiç mi hiç nefrete doymuyor, kinden usanmıyor ve öfkesini aşamıyor; öfkesini aşmak bir yana bu tür şeytanî duyguların tesirinde sürekli haksızlıktan haksızlığa koşuyor; bâtılı hak göstermeye çalışıyor ve o eski tiranların bir ömür boyu işledikleri mesâvîyi rahatlıkla bir-iki aya veya bir-iki seneye sığıştırmasını biliyor. Bu zaviyeden o, melekeleri itibarıyla meflûç, muhakemesi açısından mâlûl ve her şeyiyle öyle bir derbeder ki, ne sıhhatli düşünebiliyor, ne normal bir insan gibi davranabiliyor ne de tutarlı bir fikri var. Bazen cinnete denk tehevvürlere girerek etrafını yakıp yıkıyor; bazen de hiç dinmeyen o gayz ve öfkesiyle kendisini yiyip bitiriyor.
Şimdilerde dünyanın pek çok yerinde fertler de böyle, toplumlar da böyle ve idarî mekanizmayı elinde bulunduran zimamdarlar da böyle. Çoklarının huzura, güvene savaş ilân etmiş gibi bir hâlleri var; hem kendi huzurlarını dinamitliyor hem de umumî emniyeti sarsıyorlar. Hele bir de şiddete ve cebre başvurmaları var ki, onları gören, 'istiklal mücadelesi' veriyorlar sanır. Böylece, üzerlerinde binlerce mazlumun ahı, intizarı birer lânetlik gibi yaşıyor, sonra da birer mel'un gibi bir bir devrilip gidiyorlar.
Gerçek bu!.. ve biz ne o köpürüp duran nefreti, öfkeyi dindirebiliyor ne de değişik türden saldırganlıklara 'dur' diyebiliyoruz. Yok bunları yapacak güç ve imkânımız, dört bir yanımızı saran fitne ateşlerini söndürecek iktidarımız. Ne var ki, elimizde sadece henüz insanlığını bütün bütün yitirmemiş kimselere rahatlıkla verebileceğimiz bir iksirimiz var: 'Şefkat'. Onunla önümüzdeki handikapları aşmaya çalışacak ve onun sıcak kanatları altında yolumuza devam edeceğiz.
Şefkat şimdiye kadar onu gönülden temsil edip doğru seslendirenler sayesinde bilmem kaç defa şeytanî fitneleri önledi ve insanlığı ölüm çukurlarına yuvarlanmaktan kurtardı!.. ve kaç defa Cehennem çukurları gibi görünen uçurumları firdevsî bahçelere çevirdi!.. Evet, herkese ve her şeye karşı duyulan karşılıksız sevgi ve alâka; mazlumların, mağdurların mâruz kaldıkları sıkıntıları göğüsleme ve bir anne içtenliğiyle onların üzerine titreme de diyebileceğimiz 'şefkat', ilâhî ahlâkın farklı bir tecellîsi, göktekilerin sesi-soluğu ve bütün annelerin sımsıcak nefesinin ayrı bir unvanıdır. Sinesinde bu hissi taşıma bahtiyarlığına ermiş biri, herhangi bir karşılık beklemeden sevgi ve merhamete muhtaç herkese şefkat elini uzatır; gücü yettiğince devrilenleri tutar kaldırır; üşüyenleri ısıtır; yalnızların, gariplerin vahşetini giderir ve kimsesizlere kimse olur. Körler onunla körlüklerini aşar, sağırlar onunla duymaları gerekli olan en önemli şeyi duyar ve ihtimal hep zulüm ile gürleyip duranlar bile onun sükutî beyanlarıyla dillerini yutar, muvakkaten dahi olsa kendilerini sorgulamaya dururlar. Onun bu sihirli derinliğine işaret sadedinde Beyan Sultanı, 'Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat göstermeyen bizden değildir' buyurur.. buyurur ve onu âdeta bir mü'min şiârı sayar.
Şefkatte öyle bir güç vardır ki, onunla en katı kalbler yumuşar, en mütemerrit ruhlar dize gelir ve en korkunç düşmanlıklar bile onun karşısında 'pes' eder. Kini-nefreti çözecek bir iksir varsa o şefkat; şiddeti, hiddeti, düşmanlığı ters yüz edecek bir silâh varsa o da yine şefkattir. Şefkat eden insan, ötelerin dilini kullanan ruhanîlere eş bir gönül insanı ve cehennemler gibi köpüren öfkeleri söndürmede de mânevî bir itfaiyecidir. O, şefkat lisanıyla konuşurken zulüm ve adâvetin dili tutulur; yakıp yıkmaya kilitlenmiş ruhların da eli-kolu bağlanır.. ve yolsuzlar yola gelir. Onunla yumuşayıp yola gelmeyenlerin de hakkından Allah gelir...
Şefkat, insanı enginleştiren bir histir ve insan ancak şefkat sayesinde başkalarının sevinç, neş'e ve huzurunu duyup anlayabilir.. anlar ve onların mâruz kaldıkları olumsuzluklar karşısında sorumluluklarını tam hisseder. Şefkatin hâkim olduğu bir atmosferde sosyal münasebetler daha bir hızlı gelişir ve içtimaî dayanışma âdeta kendi kendine teessüs eder. Böyle bir toplumda herkes birbirini sevgiyle kucaklar. Fertler ve gruplar, aralarında gönül kazanma yarışı yaşarcasına birer rikkat ve samimiyet insanı hâline gelir. Böylece gönül bağları daha bir güçlenir ve işte o zaman başkaları için yaşamadaki o engin zevk de duyulmaya başlar.
İsterseniz konuyu biraz daha açalım; eğer şefkat, uzak-yakın çevremizde görüp duyup hissettiğimiz muhakkak acıları göğüsleme, giderme ve muhtemel sıkıntıların önünü keserek bunların yerine sevinç, sürur ve neş'e ikame etmenin unvanı ise, o bizim için fevkalâde önemlidir. Bir kere sinesi bu yüksek duyguyla çarpan biri, her zaman merhamet hissiyle oturur kalkar.. herkese ve her şeye yumuşaklardan yumuşak bir nazarla bakar.. mağduru-mazlumu, annenin evlâdını, kuşun yavrusunu bağrına bastığı gibi bağrına basar.. himaye ve sıyânete muhtaç kimseler etrafında her an kuşlar ve kuşçuklar gibi kanat çırpar durur.. icabında yemez yedirir ve canını tehlikeye atar, onları korur.. hatta gerektiğinde o uğurda seve seve kendini bile feda edebilir.
Aslında, varlık şöyle derinden bir mütalâaya alınsa ve onun sinesine kulak verilse, her yanda şefkatin tüllendiği görülecek ve her taraftan şefkat nağmelerinin yükseldiği duyulacaktır. Kâinat ve eşyânın temel atkıları şefkat, ona nihâî güzelliğini kazandıran da şefkattir: ağaçlar mücessem birer rahmet, meyvelerse tecessüd etmiş birer şefkattir.. insan bir âyine-i rahmâniyet, iman nuranî bir şefkattir.. dünya bir vesile-i saadet, ukbâ bütün ihtişamıyla bir meşher-i şefkattir. Hâsılı, her şeyin mebdei de müntehâsı da rahmettir, şefkattir...
Eğer her zaman o yüksek uçan enbiya, evliya ve asfiya gibi tarihî şahsiyetlerin canlara can nuranî menkıbeleri doğru okunabilse, onların o aydınlardan aydın hayatlarında hep şefkatin köpürüp durduğu görülecektir.. evet, onlar her zaman şefkatle soluklanmış, şefkatle oturup kalkmış ve birer şefkat kahramanı olarak yaşamışlardır. Bu böyledir; zîrâ şefkat, insanı dikey (amûdî) olarak Allah'a yükselten nuranî bir rampa ise, gönlü şefkatle çarpanlar da sonsuza yükselmede sıraya girmiş, o baş döndüren irtifaın üveyikleridir. Böyleleri, tevfik burakına binmiş öyle gök yolcularıdır ki, bugüne kadar onlardan hiçbirinin yolda kaldığı görülmediği gibi, sinesi kinle, nefretle, merhametsizlikle çarpanlardan da hiç mi hiç hedefe ulaşan olmamıştır. Bir parça zahmete katlanıp, susamış bir köpeğin susuzluğunu gideren ahlâksız bir kadının Cennet'e; aksine, evindeki kediyi aç bırakıp onun ölümüne sebebiyet veren bir tali'sizin de Cehennem'e gittiğini Hazreti Sâdık u Masdûk beyan ediyor.. evet, Cennet bir şefkat otağı, Cehennem de bir gayz u nefret zindanıdır. Burada ortaya konan her güzellik Cennet'te farklı derinlikleriyle sahiplerini beklediği gibi, her çirkinlik de Cehennem'de ürperten buutlarıyla bahtsız müstehaklarını gözlemektedir.
Şefkat de, gayz u nefret de bu dünyaya ait birer realite olsalar da, varlığın özü, usaresi şefkattir. Eğer kâinatın mâyesi böyle bir şefkat olmasaydı ne insan ne de başka bir şey vücuda gelemez, gelenler varlıklarını sürdüremezdi; ezilmeleri ezilmeler, devrilmeleri devrilmeler takip eder ve bütün varlık bir kaos sarmalına dönüşürdü. Her yandan yalnızlık feryatları duyulur, her taraf vahşetle inler ve dünya âdeta umumî bir mâtemhane hâlini alırdı. Eğer bugün biz varsak ve varlığımızı sürdürebiliyorsak bu O'nun şefkatinden; eğer birbirimizi seviyor ve başkaları tarafından seviliyorsak bu da O'nun rahmetindendir.
Her şeyden evvel insanî duyguları tetikleyip gönüllerimizi heyecanla şahlandıran şefkat olduğu gibi, duygu ve düşünce dünyamızda iyilik etme, ihsanda bulunma, başkalarını kucaklama hislerini harekete geçiren de yine şefkattir. Şefkatle gürleyen bir sine, Cenâb-ı Hakk'ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin gölgesinde hep bir enginlik sergiler, hep incelerden ince davranır ve hep içten hareket eder. Her zaman sevgi yolunda yürür; yol boyu hayır ve ihsan duygularıyla köpürür durur.. Allah da onun sinesini açtıkça açar, ihsan hissini kat kat lütuflarla mükâfatlandırır ve merhametinin genişliğine göre ona özel teveccühlerde bulunur. Ümit ederim, Allah'ın, gönüllerimizde şefkat hissini uyaracağı ve bizi içinde bulunduğumuz kabalıklardan kurtaracağı günler çok uzak değildir...
Sızıntı, Ocak 2006, Cilt 27, Sayı 324
.
Seni Bir Kere Daha Derince Duyduk
Vilâdetin, insanlığın da vilâdeti oldu. Dost-düşman herkes doğrularını, yanlışlarını Senin neşrettiğin nur sayesinde görüp değerlendirme imkânını elde etti; etti ve belli ölçüde de olsa itmi'nana ulaştı. Biz hepimiz, gönüllerimizde hissettiğimiz Cennet'i ve ondaki ebedî saadeti, ancak Senin o semavî beyanın vasıtasıyla doğru anlayıp doğru duyabildik; duyabildik ve o füsunlu beyan çağlayanın sayesinde Hak muradını anlama ufkuna yöneldik.
Eğer bugün şöyle-böyle gözlerimiz Hakk'ı takdis ve takdirle açılıp kapanıyor ve gönüllerimiz vuslat heyecanıyla çarpıyorsa, bu yüksek duygu ve düşünceleri tetikleyen Sensin.. Sensin bize gerçek insan olma zirvelerini gösteren, ruhlarımıza sevda korları saçarak bize aşk u vuslat neşvesini birden tattıran; tattırıp iklimine saygıyla yönelenlere hakikî var olma sırrını duyuran.. dahası, milyonlarca, milyarlarca insanın takrîr, takdîr ve tasvîbini arkasına alarak, insaflı ruhlara bir kısım sâbiteler vererek herkese kendi olarak kalma yollarını gösteren.
Senin sayende mâneviyâta ve sevgiye uyanan gönüller, sanki sadece sevgi ve saygı solukluyormuşçasına ruhlarından yükselen ulvî sesler ve insanî enginliklerini dillendiren sözlerle asırlar ve asırlar boyu insanî değerlerin yanıltmayan temsilcileri oldular. Büyük çoğunluğu itibarıyla insanlık âlemi onların seslerinde ve sözlerinde, o güne kadar keşfedemediği vicdanının heyecanlarını duydu ve kendi iç derinliğine muttali oldu. Evet, Senin sayende birbirinden oldukça farklı görünen bütün insanlar, hatta bir mânâda cinler ve ruhanîler, o zamana dek bir türlü hissedemedikleri, hissedip söyleyemedikleri, söylemeye muvaffak olup da yerli yerince dillendiremedikleri her şeyi seslendirebiliyor ve büyük ölçüde pek çok problemi çözebiliyordu...
Sen -gönüllerimiz tahtın- dünyayı şereflendirdiğin andan itibaren insanoğlunun 'ahsen-i takvîm' remziyle ifade edilen mânâ ve mahiyet derinliğindeki esrarı deşifre ederek dilleri çözdün; saksağanlara bülbül olma âdâbını öğrettin ve dost-düşman hemen herkeste farklı zâviyelerden de olsa kendilerini iç derinlikleriyle duyup ifade etme düşüncesini uyardın. Evrensel insanî müştereklerin ortaya çıkmasını sağlayarak binlerce yorumu ve anlayışı bir potada mezcedip, bir ruh etrafında toplayıp herkese kendi gönül ufkundan pek çok şeyler duyurdun. Bu sayede topyekün insanlık, hatta cinler ve ruhanîler Senin mesajından süzülen öz ve mânâlarla, kalıplaşmış anlayışlardan sıyrılarak bir değişimler vetiresine giriverdi. Herkes farkına varsın-varmasın, büyük çoğunluğu itibarıyla insanlık, Senin ortaya koyduğun iman sistemi ve gösterdiğin insanî hedefler sayesinde pek çok yenilikler gerçekleştirdi ve pek çok başarıya imza attı.
Senin insanlık ufkunda tulû edeceğin güne kadar her yer karanlıktı; herkes yokluk vahşetiyle tir tir titriyordu ve üst üste çözüm bekleyen problemlerle de tedirgindi. Senin, bütün problemleri çözen, bütün ihtiyaçlara cevap veren ve bütün emelleri gerçekleştirme vaadiyle içlere inşirah salan mesajınla bir anda ruhlar ümitle şahlandı. Yeisle kıvranan gönüllerde ümit esintileri duyulmaya başladı ve her yanda teselli nağmeleri yankılandı. Öyle ki, artık her tarafta bir meltem tesiriyle duyulan bu sihirli nağmeler, mağmum gönüllere sürekli saadet vaad ediyor; hep sevmek ve sevilmekten dem vuruyor; sönmüş gibi görünen insanî alâka ve irtibatları canlandırıyor, aşk u muhabbeti körüklüyor; asırlardan beri sinelerde uyuyagelen yüksek insanî duyguları uyarıp harekete geçiriyor ve bütün insanları bir kere daha kendi iç derinlikleriyle buluşturarak onları kendi kadirlerini takdir etmeye yönlendiriyordu.
Senin o içten ve samimî solukların, sevgiye, ümide, mutluluğa susamış gönülleri canlandırıyor; mesajını saygıyla karşılayan teşne sinelerde kudsî bir heyecan meydana getiriyor, yüksek ruhları, Hakk'a kulluk hummasıyla ciddî mi ciddî tecessüslere, tefahhuslara sevk ediyor ve aydınlık arayan dimağların yürüdüğü yollarda par par parlıyordu.
Sen hemen her zaman herhangi bir bent ve engel tanımayan o müthiş imanın, azmin, cesaretin, kararlılığın ve arkana aldığın vefalı arkadaşlarınla bütün insanlığa sesini duyurma gibi seviyeler üstü ve aşkın emeller peşinde olmuştun. Öyle ki, hayat-ı seniyyenin hemen her faslında şahsî imkân ve iktidarının çok çok üstünde bütün insanlığı ebedî saadete erdirme niyet ve cehdiyle hep soluk soluğa yaşadın ve o engin vefa ve sadakatin adına hiç mi hiç duraksamadın; duraksayamazdın da, zira Sen bütün insanî rüyaların gerçekleşmesi, çalışıp çabalamaların bir değer ifade etmesi, ebediyete teşne ruhların arzularının yerine getirilmesi mesajıyla gelmiştin. İnsanlığın kalbî, ruhî ve bedenî ihtiyaçlarının karşılanması, sevme-sevilme hülyalarının gerçekleşmesi, burada ve ötede mutlu olma emellerinin tahakkuk ettirilmesi vaadi, Senin mesajının önemli bir derinliğini teşkil ediyordu.. ve Sen bu hususlarda kararlıydın.
Mesajın evrenseldi ve hemen herkes duyup değerlendirdiği ölçüde onu kendi gönlünün hususî iklimine olabildiğine uygun buluyordu. O, özündeki tabiîliği, ihtiva ettiği teşriî emirlerin tekvînî kurallara uygun olması, kalb, ruh ve aklın birleşik noktasında bu letâife muvâfık bir hâl alması ve bunların hepsine ait bir şive hâline gelmesi sâyesinde, her vicdan onu fıtratına uygun buluyor ve onun aydınlık ikliminde varlığın sırlarına daha bir derince muttali oluyordu. Evet, Senden duyduğumuz, tavır ve davranışlarında okuduğumuz her şey, kaynağı onca müteâl olmasına rağmen, bizim kavrayıp zevk edeceğimiz, anlayıp yorumlayacağımız çerçevede tenezzül dalga boyuyla her zaman bizi kucakladı, hissiyatımızı okşayıverdi; gönül iklimimizde yetişmiş gibi yakınlığını bütün benliğimize duyurdu ve sinelerimizin bir yanından fışkırıyormuşçasına sıcaklığını hep hissettirdi. Mahiyet-i insaniyemizi kucakladı, gözlerimizin içine baktı, tat ve şivesiyle bizi tepeden tırnağa mest ederek âdeta büyüledi. Bunlar, Senin hususiyetlerindi ve bu konuda Sen bînazîrdin.
İnsanlar arasında özel karakterlerin ve hususî kültürlerin üstünde, hiç kimseye ters düşmeyecek şekilde fâik, hatta müteâl bir üslupla herkese seslenebilen, seslenip müstaid ruhları tesir altına alan ve kendine mahsus remizlerle, işaretlerle, îmalarla sınırlı ifadeleri katlayıp muzaaflaştıran, daha derinleştirip birer mük'ap beyan hâline getiren Sen, arkadan gelenlere eşyâ ve hâdiselerin sihirli kapılarını araladın, hatta bazılarına o kapıları ardına kadar açtın ve inanan gönüllere ötelerin erişilmez neşvesini duyurdun. Hâlâ ruhlarımızda mahremiyetlerini koruyarak mahfuz bulunan semavî armağanların, çağın gereklerine göre bir kısım yeni açılımlarla her seslendirilişinde Seni bir kere, bin kere daha yâd ediyor, -tahtın sinelerimizin en mûtenâ tepesi- huzur-u mehâbetinde saygıyla iki büklüm oluyoruz. Bu Senin hakkın, sineleri vefa hisleriyle çarpan kapıkullarının da vazifesidir.
Sen, Yüce Yaratıcı'nın bütün kâinatlara eşi-menendi bulunmayan bir armağanısın; mesajın ve öğretilerin de O'nun emanetidir. Bunu böyle bilenler Seni her zaman canlarından aziz saydı ve ömür boyu Sana karşı hep medyuniyet solukladılar; solukladı ve vefalarının karşılığını da kat kat buldular.
Ama, bir gün geldi nereden çıktıkları belli olmayan, bilmem hangi kültürün çocuğu bir kısım densizler kalblerindeki küfrü telaffuz etmeye durdu ve Sana sataşmaya başladılar: Zâtına -yüz bin defa hâşâ- 'bede..', öteler ötesinin sesi-soluğu kutlu mesajına 'çöl ka....' ve, Seni dar bir zaman dilimine hapsederek 'o güne ve o kavme aitti' deme küstahlığında bulundular; cesaretlendirdiler kinle-nefretle köpüren bir dünyayı.. kapı araladılar saygısızca karikatürlere ve küstahça resimlere. Sen kendi dünyanın vefasızlığıyla, hasım bir cephenin saldırısına birden maruz kalmıştın. Atalarımızın mübeccel gayreti mahfuz, milletçe Seni anlatamamıştık. Şimdilerde küfür ve küfranın Senin dünyanda tetiklendiğini düşündükçe kendi kendimize hayıflanıyor, 'Meğer ne kadar da vefasız insanlarmışız!' diye mırıldanıyoruz.
Her şeye rağmen, ruh ve mânâ kökleri sağlam; genlerinde atalarının safveti; suyu, toprağı, havası yeni bir gül devrine açık bu dünyanın er-geç dönüp-dolaşıp Senin şefkat ve merhamet ikliminde yeni bir 'ba'sü ba'del mevt'e ereceğinde şüphem yok. Daha şimdiden, binler-yüz binler böyle bir 'eşref saat' beklentisiyle nefes alıp veriyorlar.
Ne benim ne de başkalarının Senden af dilemeye yüzümüz yok; ama kereminin enginliğinde de hiç şüpheye düşmedik. Ufkumuzun karardığı, her yanı hazanın sardığı, yolların yıkılıp köprülerin harap olduğu durumlarda bile gözlerimiz izlerini takipten hiçbir zaman dûr olmadı. 'Azîzim, rehberim, pîrim, efendim, şem'-i tâbânım/Ziya-i himmetimdir her iki âlemde devrânım/Benimle müttefiktir bu recâda cümle ihvanım.' (Ketencizâde) deyip Sana karşı vefa ve sadakatimizi seslendirmeye çalıştık. Eksiğimiz, kusurumuz hadsizdi; ama yine de Senin engin müsamahan yanında deryada damla kalırdı. Öyle ise gel;
Kerem kıl, kesme Sultanım keremin bînevâlerden,
Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedâlerden!.. (M. Lütfî)
Sızıntı, Mart 2006, Cilt 28, Sayı 326
.
Şeytan ve Çağdaş Takipçileri
Şeytan, Allah'ın rahmetinden uzak düşmüş, işi azgınlık ve azdırma; varlığını fitne, fesat, nifak ve şikak ekseninde sürdüren lanetlik bir tali'sizdir. Şeytânettir onun her işi ve şer peşinde koşar sürekli; koşar ve insanlarda kötülük duygularını tetikleyerek, onları iyilikten, güzellikten ve faziletten uzaklaştırarak âdeta kendine benzetip aveneleri hâline getirir. Dinî emirlere başkaldırma, Allah ve Peygamber'in dediklerini tersine çevirme, menhiyât yollarına su serpip insanları bohemleştirme onun en çok üzerinde durduğu hususlardandır. O her zaman ve her yerde kanun ve kural tanımamazlığı yeğler atmosferine girenlere.. böylelerinin hırslarını şahlandırır, cismanî ve bedenî arzularını kamçılar, onlara sürekli çalma-çırpma yollarını gösterir, zevk u safâ ile başlarını döndürür ve pek çoğunu kendi gibi iblisleştirir.
Belli hikmet ve maslahatlar için insanın varlık atlasına yerleştirilmiş bulunan bir kısım insanî hisleri olumsuzluk istikametinde kullanmada onun eşi-menendi yoktur.. o, kirli atmosferine girme bahtsızlığına maruz kalanlara güzellikleri çirkin, çirkinlikleri de güzel göstermede fevkalâde mâhirdir. Avladığı tali'sizleri iğfal ve propagandalarıyla öylesine beden ve cismaniyetin kulları-köleleri hâline getirir ki, artık böylesi zavallıların bir daha da hakiki insan olma ufkuna yönelmeleri âdeta imkânsızlaşır...
İnsanoğlu bu muzır mahlûku ilk defa Hazreti Âdem'e secde hâdisesinde Allah'a başkaldırmasıyla tanısa da, bu bahtsızın sergüzeştisi, -Allahu a'lem- iç problemleri ve düşünce çelişkilerine bağlı olarak çok daha eskilere dayanmaktadır. O, tabiatındaki potansiyel kıskançlık hissi, aldatma cibilliyeti, benlik duygusu, isyan ruhu ve şöhret zaafıyla -bütün bunlarda iradesi bir şart-ı âdî- günümüzdeki takipçileri gibi isyan ahlâkıyla sürekli köpürüp duran, fesada kilitlenmiş, bayağılardan bayağı bir varlıktır. Onun iç dünyasını ve mahiyetini teşkil eden esas unsurlarında sürekli kötülük duyguları kaynayıp durduğu için yörüngesine giren ins ve cinden herkese de aynı şeyleri mırıldanır. Hususiyle de bir kısım karakter problemi olanları kendine benzetmeye çalışır ve böylelerine mütemâdiyen şeytanî mülâhazalar üfler.. onların dem ve damarlarında dolaşır.. ve bu bahtsızlara hep negatif şeyler fısıldar. Bu zavallılar, iç dünyalarında şekillenen söz, beyan ya da yazıya dökülen düşünce şeklindeki olumsuzlukları kendi fikirleriymiş gibi sanırlar ama bütün bu menfîliklerin arkasında şeytanî dürtülerin olduğu açıktır. Bu itibarla da, insanlara karşı ve hususiyle de ehl-i imana karşı kin ve nefret taşıyan, onları baştan çıkarmaya çalışan, yer yer bir kısım zayıfların hayvanî hislerini tetikleyerek bunları bohemliğe sürükleyen, kendi gibi düşünmeyenlere saldıran, yerinde kargaşa çıkarıp genel havayı geren ve değişik kesimleri karşı karşıya getiren, her zaman nifak ve şikak peşinde koşan, Kur'ân ifadesiyle, mü'minlerle bulunduklarında onlardan görünen, radikal küfür babalarının yanlarına döndüklerinde de gerçek düşüncelerini ortaya koyan bu tür fitne örgütleri ve şeytan aveneleri de mecazen şeytan kabul edilegelmiştir ki, Kur'ân'ın شَيَاطِينَ الْإِنْسِ وَالْجِنِّ (En'âm sûresi, 6/112) ayetinde deşifre ettiği insî şeytanlar da işte bunlardır.
Hazreti Âdem'e secde emrine "hayır" diyerek isyan bayrağı açan, hatta daha da ileri giderek Hakk'a karşı diyalektik ve cedele girişen şeytan ne ise, günümüzün modern Mefisto'ları da onun izinde hemen her zaman sürekli iyiye-güzele başkaldırmakta, Allah'ı, Peygamber'i unutturmaya çalışmakta ve şeytanî mülâhazaların gelişip güçlenmesine zemin hazırlamaktadırlar. Goethe'nin de Faust kitabında ifade ettiği gibi, dünden bugüne şeytan ve insan mücadelesi, küfür ve iman retleşmesi hiç dinmemiştir ve dinmeyecektir de... Bu mücadele çerçevesinde bazen zemin küfür ve ilhada müsait hâle getirilmiş ve mülhidler bütün bütün küstahlaştırılmış, bazen mü'min gönüller kaba kuvvetle sindirilmiş, bazen bir kısım şımarık ruhlar kendilerinden başka kimseye hakk-ı hayat tanımama despotizmasına girmiş, bazen de günümüzde pek çok emsaliyle ürperdiğimiz türden ne zulümler ne zulümler işlenmiş ve işlettirilmiştir!.. Düşünmemişlerdir bu tiranlar kendilerinden daha güçlü bir "Kudret-i Kahire"nin mevcudiyetini.. düşünmemişlerdir zâlimin zulmü varsa mazlumun da Allah'ı olduğunu, bugün insanlara cevr u cefâda bulunanların yarın sürüm sürüm hâle gelip inleyeceklerini. Bundan daha acısı da, hayatlarını zâlim ve müstebitlerin güdümünde sürdüren tali'sizler, olup bitenlerden hiç mi hiç bir şey anlamamışlardır; anlamamış ve hep başlarındaki tiranların emellerine hizmet etmişlerdir. Fark edememişlerdir ne duruma düştüklerini ve ne bayağı işlere itildiklerini. Böyleleri için ne hoş söyler Namık Kemal: "Muîni zâlimin dünyada erbâb-ı denâettir / Köpektir zevk alan sayyâd-ı bîinsâfa hizmetten." İşin doğrusu, böylelerinin sonu da her zaman çok acı olmuştur ve olmaktadır. Atalarımız, "Şeytanın dostluğu darağacına kadardır!" derler. Bunların akıbeti de işte hep böyle noktalanmıştır. Bunlar dünyada hiç gülmedikleri gibi geleceklerinden de asla emin olamamışlardır; olamazlardı da, zira insî-cinnî şeytanlar onların ruhlarını çarpmıştı.. evet, onlar bir kere daha Mefisto'nun o sinsi oyununa gelmişlerdi.. aldanmışlardı dost görünen düşmanlara ve kendilerinden sandıkları yabancılaşmış ruhlara.
Şimdilerde bu gariplerden garip dünyaya musallat olan mülhidler, münkirler, bohemler, şehvet simsarları, hak ve adalet bilmez tiranlar; tali'siz yığınlara şeytanların yapmadıklarını, yapamadıklarını yapmaktadırlar. Öyle ki, düşünceleri olabildiğine kirli, ağızları bozuk, içleri kin ve nefretle köpürüp duran bu şer şebekeleri, kendileri gibi düşünmeyenlere sürekli saldırmakta, herkese bir çeşit kara çalmakta, istediklerini göklere çıkarırken istemediklerini de rahatlıkla yerin dibine batırmaktadırlar. Âkif merhum, lanetle anılan bu müstağriblerden bazıları hakkında ağır bir üslupla da olsa şunları söyler: "Üdebâmız ana-avrat sövüyor birbirine / Türlü adlarla çıkan nâmütenâhi gazete / Ayrılık tohumları saçıyor bol bol memlekete…" Evet bu, evvelki gün öyle olmuştu.. dün de öyleydi.. şimdi de öyle...
Allah, bizleri, "Şeytanın arkasına takılıp gitmeyin; o sizin için apaçık bir düşmandır ve sizi hep hayâsızlık ve çirkin işler yapmaya teşvik etmektedir."(Bakara sûresi, 2/168-169) diyerek ondan uzak durmaya çağırmış.. "(O lanetlik küstah, Allah'ın kendisini kovmasına karşılık) Ben de Senin kullarından bir kısmını kendime râm ederek her zaman onları saptıracak ve çeşit çeşit kuruntularla avutacağım." (Nisâ sûresi, 4/118-119) beyanıyla bu mel'ûnun hıncını hatırlatarak bizi teyakkuza sevk etmiş.. "Sen beni lânetlediğin için ben de Senin kullarının yolunu keserek sürekli onları gözlemeye koyulacağım; onlara pusular kuracak, sonra da kâh önlerinden, kâh arkalarından, kâh sağlarından, kâh sollarından gelerek onları ifsat edeceğim." (A'râf sûresi, 7/16-17) fermanıyla, ortaya konan şeytanî kine ve nefrete karşı da temkinli ve sağduyulu olmaya davet etmiştir. Keşke bütün bunları anlayabilseydik!..
Sızıntı, Haziran 2008, Cilt 30, Sayı 353
|
| Bugün 333 ziyaretçi (1091 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|
.
şığın Göründüğü Ufuk

"Işığın Göründüğü Ufuk" Çağ ve nesil serisinin yedinci kitabı olan Işığın Göründüğü Ufuk; ufkumuzu, insan, İslâm ve sevgi temaları üzerinde aydınlatıyor. Çağ ve Nesil serisi içinde müstesna bir yere sahip olan eser, şuur ve mana ağırlıklı, hayatı duyarak ve derinlemesine yaşamak için adeta bir rehber hüviyetinde duruyor önümüzde."
Bayram
Bayram, bütün bir Ramazanın özü, usâresi ve ötelerin sihirli vâridatıyla gelir boşalır başımızdan aşağı ve bize bitiş içinde başlangıcın müjdesini verir. Böyle bir müjdenin duyulup hissedilmesi, fertten ferde, toplumdan topluma değişebilir; geçirilen Ramazanın derinden duyulması, gönüllerin Ramazan rengine boyanması, şuurların ötelere ve ötelerin de ötesine uyanması ölçüsünde bayram da daha bir nazlı gelir, daha bir farklı yaşanır ve daha bir büyülü geçer.
Gönüllerin derinliğinde duyulan bir bayramda her ses, her soluk, her hareket, her davranış ruhlara tesir eden müphem, fakat sihirli öyle beyan tarzlarıdır ki, azıcık ifade ve hâlden anlayanlar için daha müessiri olamaz. Genç-ihtiyar, kadın-erkek, alim-cahil, talebe-muallim, işçi-esnaf gönlünün menfezleri az açık olan hemen herkes belli bir seviyede bu beyanın sihriyle oturur-kalkar ve bulunduğu her ortam da bayram rengiyle tüllenir, bayram sevinciyle tebessüm tebessüm bütün gözleri okşar ve gönüllere kevserler gibi akar.
Bayram, her kesimden insana fevkalâde mûnis gelir.. hemen herkesin içine işler.. herkese kendini dinletir ve ne yapar yapar herkesi mutlaka kendi atmosferine çeker. Kimseye karşı cebir kullanmaz, protokollere bağlı kalmaz, açık-kapalı kendisini kabul etmeyenleri tehdit etmez, ama herkes ona yürekten, gönüllü ve selim fıtratının tabiî insiyakları ile koşar; koşar ve onu kutlamaz, sadece yaşar.
Bayrama eren bütün inanmış gönüller, onun senelere denk ışıktan saniyelerini yaşarken, kendilerini hep sevincin, neş'enin bürüdüğü sırlı bir atmosferde sanır ve gezip dolaştıkları her yerde, yukarılardan başlarına bir şeylerin boşaldığını, boşalıp ruhlarının derinliklerine kadar her yanlarını sardığını duyar; bütün benlikleriyle o vâridatın kaynağına yönelir; derken, canlı-cansız çevrelerindeki her varlığın eriyip gittiği ihsaslarıyla kendilerini ötelerin davetlisi birer misafir gibi düşünerek hep sınırlarını aşkın yaşarlar. Böyle ruhanî bir atmosferde kendi mevhibelerini duyup seslendirmesini bilenler, marifet ufuklarının aydınlığı ve zenginliği, aşk u şevklerinin canlılık ve harareti ölçüsünde, hayatlarına bu engin hislerini karıştırarak, her zaman, kendileriyle beraber çevrelerindekilerini de lezzetten heyecana, aşktan insanî münasebetlere sürükler dururlar.
Ramazanda çok defa, her ses, her soluk, her davranış bize, âdeta beşiklerimizin başında ninni söyleyen annelerimizin içli nağmeleri gibi gelir. Bazen bu sözleri, bu düşünceleri o kadar ince, bu tavırları ve bu davranışları o kadar yumuşak buluruz ki, gezip dolaştığımız her yerde, aldığımız bu nezaket banyosuyla kendimizi kuşlar gibi hafiflemiş, ruhanîler gibi de mekân üstü bir hâl almış zannederiz.
İnsan, bayramda karşılaştığı birinden gördüğü muameleyi, karşılaşacağı daha başkalarından da göreceği mülâhazasıyla, gün boyu, realitenin elinden yudumladığı zevk ve lezzetlerin yanında, iyiliğe bu kadar açık insanlardan göreceği mutasavver hazları da doya doya yaşar; realitelerle tasavvur ve tahayyül dünyasından kendine göre yepyeni bir âlem inşa ederek, mekânın dar üç buuduna karşılık ve zamanın izafîlik esprisine dayalı göz görmemiş, kulak işitmemiş, dünyevî aklın sınırlarını aşkın bir sihir dünyasında dolaşır durur.
Evet bayram, bazen tam bayramlaşabilmiş insanlarla o kadar aşkınlığa erer, o kadar ledünnîleşir ve o kadar Cennetin Cuma Yamaçlarına dönüşür ki, insan yer yer onu kendi dublesi, zaman zaman da melek tüylerinden örülmüş kanatları gibi hisseder ve gezdiği her yerde bu gizli refîkin azizliğini görür ve heyecanını yaşar. Gerçi bayram, bir ölçüde herkese kendi boyasını çalar; herkesi kendi gibi söyletir ve herkese hükmettiğini bar bar bağırır ama, onun bazı ruhlar üzerindeki tesiri daha bir başkadır.
Bazen bayram, minarelerin gülbanklar gibi gürleyen sesinde, mihrapların ukbâ buutlu iniltisinde o denli farklılaşır ve aşkınlaşır ki, o eşref saatlerde hemen pek çok kimse, göklerin bütün mânâ ve usârelerinin üzerlerine boşaldığını ve ötelere ait esrarın sağanaklaştığını sanır ve her an ayrı bir Cennet duygusu yudumlar durur.
Hemen her bayram, onda füyuzât hislerimizi coşturacak âmillerin güçlülüğü nispetinde, onu başımızın üstünde ışıktan, renkten, mânâdan, ruhtan örülmüş bir kubbe gibi tahayyül eder ve kendimizi, o kubbede bulunan irili-ufaklı menfezlerden sonsuzu temâşâ etme konumunda hissederek, imanın mü'minlere kazandırdığı bu engin mülâhaza sayesinde, bu daracık zaman ve mekânın ne kadar çok buutlu olduğunu düşünür; çok kanatlı, çok buutlu melekler gibi duygu ve düşüncelerimizle bir yerde fakat çok aynada, hâl fânusu içinde ama kanatlarımızı hem mâziye hem de âtiye açılmış görür, çok zamanlılığı ve çok mekânlılığı birden yaşarız, hatta bazen bu mülâhaza daha da genişleyerek bizimle beraber başkalarını da içine alacak vüs'ate ulaşır ve bütün bir inananlar olarak, henüz vicdanlarımızda imanî bir nüve mahiyetinde varlığını hissettiğimiz Cennette, ruhların uçuşup durduğu tepelerde, onlarla beraber kanat çırpıp sonsuza uçtuğumuzu düşler; liyâkatlerimizi aşkın bu bin bir vâridat karşısında her birerlerimiz, "Değildir bu bana lâyık bu bende / Bana bu lutf ile ihsan nedendir?" mırıltılarıyla hayretlerimizi ifade eder ve kendi kendimize "Meğer bayram buymuş!" deriz.
Bazen, Rahmeti Sonsuz'a olan inançlarımızın feverânı sayesinde, vicdanlarımızda patlayıp çevremize yayılan ışık tufanları, etrafımızdaki maddî çeperleri darmadağınık edip her yanı öyle bir nura gark eder ki, vicdanın çok menfezli o engin rasathanesinden gökleri bütün derinlikleriyle temâşâ eder gibi olur, varlığın perde arkası esrarına ulaşır, bu dar âlem içinde yeni âlemlerin inkişâfını yaşar, tecessüs ve hayallerimizde de olsa, şu birkaç buutlu mekânın üstüne çıkarak, mekânların "lâmekân" olduğunu, cümle cisimlerin cân olduğunu, Hak tecellilerinin ayân olduğunu duyar gibi olur, iliklerimize kadar üprerir; mehâbet ra'şelerinin yanında muhabbetin sıcaklığını da hisseder ve "Ey Rab Senin varlığını duymak bir Cennet / Ne olur beni de bu duygu ile âbâd et" der, ona intisapla yaşamanın ne erişilmez bir pâye olduğunu zevk eder.. "Hazîretü'l-kuds"e daha yakın olma yollarını araştırır.. hep O'na koşar.. O'na bağlı yaşar.. O'ndan ötürü her şeyi kucaklar.. baharları zevkle temâşâ eder.. çiçekleri koklar.. varlıkla hasbıhâl içinde olur.. zaman gelir, dağlarla, tepelerle, ovalarla, obalarla söyleşir.. hayat ve varlık karşısında mü'min olmanın bütün hususiyetlerini ortaya koyar.. ve sık sık en nazlı dilekler, en içten iniltilerle O'nun kapısının tokmağına dokunur, sonra başımızı o kapının eşiğine koyarak içimizi sadece O'na dökeriz.
Ezanlar, kâmetler, namazlar, dualar, münâcâtlar, istiğfarlar, iç murakabeler farklı yöntemlerle o kapıya yönelmenin birer remzi ve işaretidir. O kapının önünde yükselecek bu ses ve bu davranışlar, ruhun solukları olması ölçüsünde, ötelerde nasıl kabul görür onu bilemem ama, biz, bazen varlığımızın, o duyuş ve söyleyişler içinde eriyip gittiğini hissederiz. Öyle ki bazen, içimizden kaynayıp gelen duyguları ifadeye kelime yetiştiremediğimizden fokur fokur kaynayan bir sükûta gömülür ve sessiz infiallerimizle, bu içli, bu derinden, bu ledünnî durumumuza bir yerden cevap verileceğini, bizim susmamıza bedel, ötelerin sesinin gürül gürül yükseleceğini beklemeye koyuluruz. Meleklerden mi, ruhanîlerden mi, yoksa kendi vicdanlarımızın meçhul bir menfezinden mi kopup geleceğini beklediğimiz böyle bir sesi net duymasak bile, mutlaka cevap verildiğine ve verileceğine inancımızla, ürpertilerimizde onu duyar gibi olur, haşyetle sarsılır veya sevinç gözyaşlarıyla boşalırız.
Hemen her zaman, böyle bir ruh hâliyle, hayata bakışımızın değiştiğini, her varlık ve hâdisenin bir farklılaşma süreci yaşadığını görür gibi olur, içine sürüklendiğimiz bu fevkalâdelikler karşısında, bizden olmayanların hiçbir zaman duyamayacakları, bizi anlayamayanların kat'iyen anlayamayacakları neler duyar ve neler hissederiz..!
Bu duygu ve bu hisler sayesinde bazen, erken dönemlerde ve iptidâî bilgiler mahiyetinde ruhumuzun derinliklerine yerleştirilen o mukaddes fakat müphem gerçeklerin, kuvve-i inbâtiyesi iman ve nur olan kalb yamaçlarında, nasıl çiçekler gibi açtığını, bir çocuk saffetiyle kabullendiğimiz o mücerret hakikatlerin ne kadar varlığımıza ait olduğunu duyar ve içlerimizde sessiz sessiz uyuyan esrarın nasıl tomurcuklaştığını, nasıl meyveye yürüdüğünü hayretler içinde zevk ederiz.
Hâsılı, her bayram bizim dünyamızda, bir dolunay gibi doğar.. ufkumuzu bir gökkuşağı gibi tutar.. ışık kaynağı ötelerden, bize donanma gecelerinde göremeyeceğimiz şehrâyinler yaşatır.. arz üzerinde uğradığı hemen her dairede, bir teşrifat üslûbuyla bizler gibi bütün başkalarını da ayağa kaldırır.. şivelerin en mükemmeli, nağmelerin en tatlısıyla ruhlarımıza demet demet besteler sunar.. îmâ ve işaretleriyle meraklarımıza kapılar aralar ve gönüllerimize uhrevîlikler fısıldar.
Sızıntı, Şubat 1999, Cilt 21, Sayı 241
.
Bugün medeniyetin binbir gürültüsü, yaşadığımız kentteki mimarînin soğukluğu ve şehirlerin her gün biraz daha yabancılaşması karşısında pek çoğumuz, büyük kentlerin, dev metropollerin dışında ayrı bir iklim, sessiz bir bucak, tabiata açık bir koy arama mülâhazasıyla neler düşünür, nelere katlanır ve ne plânlar, ne projeler yaparız.. yaparız da, senede hiç olmazsa belli bir müddet, belki her ay birkaç kez, içinde bulunduğumuz atmosferden sıyrılarak ya bir ormanın üfül üfül iklimine, ya bir korunun sessizliğine, ya bir koyun âsûdeliğine, ya da bir çağlayanın tabiatla çağıldayan harîmine koşarız.. koşar ve varlığı duymaya çalışır, tabiatı bir mûsıkî gibi dinler.. gözümüzle, gönlümüzle, hatta bütün duygu ve uzuvlarımızla şehirlerin dışındaki farklılığı yudumlar ve kendimizi bir kere daha hissederiz.
İnsanlardan kaçma mânâsına değil, insanlığı bütün derinlikleriyle duyma yolunda böyle bir uzlet, insanın paslanan, kendinden saykıllaşan özüne seyahati demektir. Ben şahsen, böyle bir duyuş, böyle bir tadış ve böyle bir hissedişi değişik esinti buudlarıyla birçok defa yaşadım.. zevk ettim.. fırsat el verirse yine de yaşamayı düşünürüm.
Ancak bütün bu düşünce ve mülâhazalar mahfuz, fakir, bu kabil özlemlerle sık sık, harîmine koştuğum kerameti kuruluş gayesine ve içindeki masumlara ait bir yer var ki, orası hemen her zaman ruhuma, ırmakların çağıltılarını, ormanların uğultularını, tabiat kitabının fısıltılarını birden boşaltmış ve gönlümde varlığın bir birleşik noktası gibi duyulmuştur. Öyleki, oraya ne kadar alışmış ve onun güzelliklerini ne kadar kanıksamış da olsam, onun harîmine her girdiğimde veya oraya ulaşma yol mülâhazasına daldığımda, âdeta bir mûsıkî, bir romantizm banyosu almış ve hususî bir maneviyat âleminin varlığını kalbimin kadirşinâs katmanlarında duymuş gibi, ruhumda bir metafizik gerilim ve gönlümde bir şahlanış hissetmişimdir. Evet, sanki oranın, ferah-fezâ ikliminden kalblerimize, sürekli bir şeyler sızıyormuşçasına, ben ve arkadaşlarım o mekânda her zaman bir neş'e ve zevk hissetmişizdir. Geleceğin değerlendirmecileri bu sırlı mekânı hangi ad ve ünvanla anarlarsa ansınlar, biz oraya "Beşinci Kat" demiştik. Beşinci kat olması, beş rakamıyla mukayyet değildi; o sadece bir çizgiydi.. bu müsemma onuncu, on beşinci kat da olabilirdi; ama değildi ve o, sadece mevcut binanın en üst katında bir çekme daireden ibaretti.
Beşinci Kat her zaman, bulunduğu yerden başını göklere kaldırmış gibi, semaları gözeten ve hep öyle tepeden bakıp, istikbal edeceği misafirleri bekleyen için için bir hâli ve bir teşrifat edası içindeydi. O, güvenli bir insan çehresine benzeyen cephesi ve değişik maksatlara açık girintili-çıkıntılı başı secdede Hak kullarını andıran arka bölümleriyle, hep bize heybet fısıldamış, ruhlarımıza ra'şeler salmış ve her zaman ümit rengine bürünerek gözlerimizin içine gülmüştür.
Beşinci Kat, sırtını sağlam bir zemine dayamış gibi oldukça rahat görünümlü.. ve bazen küçük bir dağ zirvesi heybetiyle, bazen de çömelmiş orta boy bir tepe şeklindeki hâliyle hep bize mehabet gamzetmiştir. Hatta o, çevresindeki ona nispeten küçük binalar, altında ve üstünde dört bir yanını saran ağaçlar arasında, kalbimizin her zaman duyup hissetmeye hahişkâr olduğu bir manzara konumundadır. Onun, göklerin mavisi ve yerin yeşilliklerinin birleşik noktasındaki bu müstesnâ konumu, bize hep annelerimizin şefkatini, babalarımızın irade ve kuvvetini, gençlik duygularımızın his ve hayâl dolu saatlerini hatırlatır. Bu müstesnâ mekânda her zaman, dört bir yandan kopup gelen tabiatın o kendine has natürel ses ve solukları, yanıbaşınızda veya biraz aşağılarda, tabiatın nağmelerine göre kısmen rötuşlanmış çocukların çığlıklarının çiğ çiğ üzerinize dökülüşü; bulunduğunuz yerin mânevî havası ve şivesiyle birleşerek size alabildiğine derin o şanlı geçmişimizin her telden nağmeleri gibi gelir. Bu nağmeler sanki, zuhur ettikleri zamanın atmosferini delik deşik edip kendi "oluşum" şartlarını aşarak, zaman üstü bütün vâridâtlarını, tarih hareminin el değmemiş bütün mahrem sırlarını, gelecek günlerin tat ve şivesiyle macun hâline getirip size sunduğunu sanırsınız; sanırsınız da, dünü tahayyül ederken, ayaklarınızın günümüzün zeminine bastığını ve gönüllerinizin de yarının ufuklarında attığını duyarsınız.
Evet, hassas ve duyarlı bir ruh, bu masmavi iklime hemen her yönelişinde, tozlu, dumanlı ve oldukça bulanık bir âlemden sıyrılıp, gökler kadar derin, yerler kadar zengin, analarımızın bağrı kadar sıcak bir güzellik ufkuna yürüyor gibi olur. Bu şefkat ve güzellik âleminin havası, ziyası, tadı, şivesi o kadar mûnis ve o kadar yumuşaktır ki, o tarafa doğru, otobüs, taksi veya bir başka vasıta ile hemen her seyahat âdeta, ruhun zaferine doğru bir yolculuğu gibi duyulur.. ve ciğerlerimizi oksijenle doldurmak için, ulaştığımız zirvenin tertemiz havasını yudumluyor gibi bir hâl alır. Hiç şüphesiz bu temiz iklimi ziyaret, kalbimizin en derin noktalarına sinmiş en silinmez hatıralar gibi hâlâ taptaze durmaktadır. Öyle zannediyorum ki, bütün dünyanın zevkleri, lezzetleri, hiçbir zaman bize, bu çok farklı unsurların birleşmesinden meydana gelen ledünnî hazları veremeyecek ve dünyada hiçbir zaman parçası da o mekânda geçen saniye ve saliselerin gölgesine ulaşamayacaktır. Hatta o mekân olduğu gibi kalsa, onun o mübarek müdavimleri de oraya gelip gitmelerini devam ettirse, ben şahsen, bugüne kadar sürüp-gelen o farklı geçmişin bundan sonraki ömrümde hep aynı çizgide kalsam bile ruhuma vadettiği yeni şeyleri duyacağıma emin değilim. İhtimal bu mekânın, kuruluş niyet ve mülâhazalarının çizgilerini tam aksettirdiği o ilk günlerin havasını, tadını, şivesini duymak mümkün olmayacağı gibi, onun gerçek derinlik ve zenginliğinin ana unsurları sayılan ve bugün çoğu itibarıyla göçüp gitmiş o eski müdavimlerin eksikliği de hep derinden derine hissedilecektir.
İlk günler itibarıyla orada, o kadar bizim dünyamıza ait bir terbiye ve nezaket ve bir teşrifat anlayışı göze çarpardı ki, oraya ömründe bir kere uğrayanlara bile mutlaka bir şeyler bulaşırdı -estağfirullah- onların ruhlarına bir kısım ledünnîlikler sinerdi, sinerdi de, aradan yıllar ve yıllar geçse dahi, bir gün onlar da mutlaka ruhlarının derinliklerinde kuluçkaya yatmış hatıraların tedâîleriyle hülyalarında o mânâ iklimine yönelir ve uhrevî zevkleri adına ne nağmeler ne nağmeler dinlerlerdi...
Evet, insan eğer bütün bütün kör değilse, bu mekâna uğradığında mutlaka onun yüzüne, gözüne, sözüne, edasına bir ruh, bir mânâ, bir şiir siner ve ona nice nezih hayâl âlemleri kapılarını aralardı. Doğrusu bu mekân hemen her zaman, duyguları besteleyen, düşünceleri besleyen ve ruhları coşturan büyülü bir yerdi. Bu husûsî mekânın ruhlarımızda hasıl ettiği his zenginliği sayesinde, şehir hayatının zahmet ve sıkıntılarıyla iki büklüm ve ard arda solup giden günlerimizin duygu ve düşünceden yana ne kadar fakir geçtiğini anlamak için herhalde psikoloji uzmanı olmaya gerek yoktu... Evet bugün, tıpkı yük arabaları ve nakliye vasıtaları gibi tıklım tıklım dolu ve korkunç bir sıklet altında geçen hislerimizin hiçbirini duya duya yaşayamıyor, onların varlıklarını kendi derinlikleriyle sezemiyor ve âdeta kendi zenginliklerimize karşı kapalı yaşıyoruz. Oysaki Beşinci Kat ve o mânâdaki yerler, pekâlâ hislerimizin inkişaf edip gelişmesi için müsait birer ortam teşkil edebilir ve edebiliyordu da.
Her gün çok değişik yerlerden gelen farklı insanlarla karşılaşmak.. haftada birkaç defa mantık-muhakeme dudaklarından farklı kültürlerin usârelerini yudumlamak.. her gelene teşrifat merasimini eda ederken onlara, bu mekânı, o günün çok yönlü yeni ilhamlarıyla bir kere daha yorumlamak.. çevrenin temâşâ noktalarını, ziyaretçilerin ilmî, idarî, siyasî, felsefî kimliklerinin çağrıştırdığı muhteva ile yeniden bir kere daha tefsir etmek.. günün değişik saatlerinde, ilâhî iltifatların farklı tecellî matla'larını vicdan menfezlerinden tekrar tekrar müşahedenin zevkini yaşamak.. tulûu gözlemek, gurûbu seyretmek, mehtapla konuşmak.. yıldızlarla hasbihalde bulunup hayâl peyklerine binerek galaksiler arasında dolaşmak bu mekândaki husûsî derinliği açısından görmenin, hissetmenin, duymanın, içe sindirmenin, değerlendirmenin değişik dalga boyunda farklı öyle televvünleri idi ki, buraya ulaşan hemen herkesin bakışlarını yontar, şekillendirir; fikirlerini biler ve enginleştirir; ruhlarını inceltir ve şeffaflaştırır ve hususiyle de bu katın mânevî haz ve tiryakilerine kitapların verdiğini ve vereceğini aşkın öyle bir marifet bahş eder ki kıtmirleri müstesna bu güvertenin kutlu sakinleri, tesbihle yükselen nefesleri âdeta bir çiçek kokusu gibi duyar.. tekbirle kanatlanan âvâzı, ışık hüzmeleri gibi göz bebekleriyle emer.. hamd ü senâları, göklerin üzerimize titreyen gölgeleri gibi hisseder.. ve Allah'a teveccühü kalbin en saf ve ritmik vuruşları gibi duyarlardı.
Bu mübarek hazîrenin -biz öyle zannediyor da olabiliriz- harîminde az dahi olsa, ârâm etme imkânı bulan hemen bütün misafirler, müstahdemler, talebeler, değişik programlar münasebetiyle bir akşamlığına gelip-konan, konup göçen ashab-ı mesalih, burada koklanan, duyulan, sezilen veya öyle olduğuna inanılan umumî havayı bozmamak, başkalarının konsantrasyonuna dokunmamak, herkese açık bir kısım mânevî zevk ve lezzet kanallarını münasebetsiz şerarelerle kirletmemek için, gezip dolaştıkları her yerde kırılabilecek kristaller varmışçasına, olabildiğine nazik ve kibar davranır, dikkatle oturur-kalkar ve âdeta bir ruhanîler topluluğu manzarası sergilerlerdi. Öyleki bunların, gözlerinin önünde sanki nihâî buudu masmavi bir ukbâ derinliği, başlarının üstünde ruhanîlerin kanat çırpış sesleri, düşüncelerinde bütün bunları temâşâ edebilme genişliği ve gönüllerinde bunları ve dahasını tatma enginliğiyle her şeyi kucaklamaya yeten bir insanî derinlikleri vardı.
Aslında hemen her atmosfer, her çevre, biraz da ona uyulunca, onun ruhuna nüfuz edilince ve onunla aramızdaki sevgi bağları tam sezilince netleşir, derinleşir, âdîlikleri aşarak fevkalâdeliklere ulaşır, derken, içindekilere daha bir talâkatle seslenir ve onlara ruhunun enginliklerinden gelen en mahrem bir mûsıkîyi dinletir. Beşinci Kat'ın bize, hemen her zaman bu vâridâtın en zengin bir sâkisi olduğunda şüphe yoktur. Evet o, oturduğu yer ve konumuyla bu mânânın mücessem bir heykeli gibidir.
Beşinci Kat ve onu omuzlarında taşıyan bina, bulunduğu nokta ile o kadar ciddi bir uyum içindedir ki; sanki onun plân ve projesi acemi, amatör bazı kimselerce değil de -aslında bu öyle olmuştu- ruhanîlerin ilhamlarıyla müeyyed bir dimağ, hem de onun bütün hususiyetlerini, çevresiyle münasebetlerini, bizim ruh dünyamızla derin alâkalarını bilgisayar tekniğiyle değerlendirmiş de öyle tatbik etmiş gibi, fevkalâde tenasüp içinde bir görünüm arz etmektedir.
İnsan, ne zaman onun üfül üfül esen iklimine adım atsa, daha temelinin ilk atıldığı gün toprakla buluşan ve yanı başlarında yükselen binayı takip edercesine her gün santim santim büyüyen ağaçların, ince ince salınışlarını, bir mûsıkîye dönüşen hışırtılarını duyar, o bina ve o ağaçlara emeği geçmiş insanların hayâlleriyle karşılaşır.. birkaç adım daha ilerleyince, her yanda salınan selvilerin, çamların, kavakların ve salkım söğütlerin serin ikliminde kendini bulur ve onların hoşâmedîlerini almış gibi ilerler. Ana binayı aşıp da, ona nispeten oldukça küçük ve âdeta bir yavru, bir çocuk gibi sevimli, masum Beşinci Kat'a ulaşınca, kendini münzevî bir sessizlik ve sâkit bir şiirin büyüleyiciliği içinde bulur.
Beşinci Kat'a hem merdivenlerle çıkılır hem de asansörle.. merdivenlerden çıkarken, hemen her katta kapıları koridora açılan pek çok odalarla karşılaşılır. Bunlar bizim, eşiklerini pek fazla aşıp, aşındırdığımız yerler değildir. İç âlemleriyle bize meçhul ve sakinlerine malum bu odalarda okul veya yurt talebeleri kalır. Birer birer bütün katlar aşılınca, sonunda insan kendini terasla iç içe bir mekânda bulur. Burası oldukça geniş ve ferah-fezâ bir yerdir. Buranın rahatlatıcı havasını çok iyi bilen bizler, asansörü kullanmıyorsak, merdivenleri birer-ikişer sıçrayarak çıkar ve âdeta bir an evvel yukarının temiz ve âsûde havasını teneffüs etmeye koşardık..
Burası, gerçekten de binanın en güzel, en aydınlık, en ferah, en büyüleyici ve gönüllerimizi uhrevî hülyalarla süsleyici müstesna bir yeriydi. Buraya ulaşınca, şehir, büyük bir bölümü itibarıyla âdeta ayaklarımızın altında kalır.. deniz gözlerimizi okşar, serinliğiyle bizi selamlar.. ve çevredeki tümsekler, tepeler gıptayla bizi seyrederlerdi. Binanın içinde dolaştıkça, kendimizi daha bir büyülenmiş hisseder ve her yanımızı âdeta uhrevî esintilerin kuşattığını sanırdık.. ve hele her köşede kalblerinin saffeti yüzlerine vurmuş, hisleri pırıl pırıl gözlerinde nümâyân, yüzleri talihlerine tebessümle süslü bir sürü temiz çehreyle karşılaştıkça, kendimizi varlığın perde arkasında seyahat ediyor gibi anlaşılmaz bir derinlik içinde bulur ve ne hayâller yaşardık.!
Beşinci Kat'ın en önemli güzellik unsuru sayılan bu kutlu sakinler, hemen hepsi de hâlinden memnun.. ömürleri pür neş'e.. günleri okuyup düşünme-düşünüp Hakk'a yakınlık arama hisleriyle dopdolu.. ve birer derinlik namzetleriydiler. Yanlarına gelen misafirler, onlar için ayrı bir haz vesilesi ve onlara hizmet de payeler üstü bir payeydi. Bu katı şereflendiren kutlu konukları memnun etmek için, âdeta onların çevrelerinde fır döner ve tıpkı halâyık gibi onların hizmetlerine koşarlardı.. hatta bir mânâda gelen misafirler, onların hayatlarının yeknesaklığını tadil ettikleri için, her zaman gelen konukları minnet ve şükranla karşılar, uğurlarken de, en mükemmel teşyi törenleriyle uğurlarlardı.
Bu temiz insanları, bu ölçüde hayata bağlayan, onlara yaşamayı sevdiren ve başkalarına faydalı olma duygusuyla coşturan hiç şüphesiz onların din hisleri, âhiret itikadları, Allah'la olan içten münasebetleri, geçmişten tevarüs ettikleri medeniyet telâkkileri ve millî üsluplarıydı. Hem onların bu ledünnî hâlleri hem de yanlarına gelen farklı kültürlerin, farklı anlayışların yontup şekillendirdiği o ayrı ayrı insanların hâli ve tabiî mekânın hususiyeti orada bulunan hemen herkese öyle dokunur, derecesine göre herkesin ruhunu öylesine büyüler ve herkesi öylesine kendi sükutuna çekerdi ki, biraz duyarlılığı olan her ziyaretçi, içeriye girdiği andan itibaren bir daha bu sihrin tesirinden kurtulamazdı.
Ben Beşinci Kat'ı, bir deniz gibi her şeyi içine alıp eriten bir dev kentin ortasında veya bir kenarında, o koca ummâna meydan okuyan ve hep dalgaların üzerinde kalmasını bilen bir nilüfer gibi tahayyül etmişimdir.. ve bu mülâhaza ile de onu, onca değişen şeye rağmen hiç değişmeden varlığını sürdüren ve sürekli ruhuma en enfes rayihalar neşreden şirin bir çiçek gibi koklamış ve tasavvurlarımı aşkın bir nefasetle içime aktığını hissetmişimdir. Hatta ben, onun sekine ve ruhanîlere açık iklimini, gönüllerimizin zaman ve mekân üstü âlemlere yükselmesinde bir rıhtım, bir liman, bir rampa gibi görmüşümdür.
Her şeyin normal mecrasında olduğu dönemlerde veya değişik med ve cezirlerle bütün mecraların ve eksenlerin kendilerine rağmen kaymalar yaşadığı günlerde ne zaman, Beşinci Kat'a girmişsem, onun genel havasının ve canlı-cansız aksesuarının ruhuma ilham ettiği mânâlar sayesinde his ve fikirlerimin daha derin tabakalarına inmiş ve onun büyüsünü daha derinden duymuşumdur.. evet, bu mekânda her zaman içime açılan bir hayâl kapısı bulmuş ve ondan geçerek kendi küçük ve mahrem dünyamın mahfazası içine oturmuşumdur. Aslında, onun içindeki bu derûnî his ve duygular, elbetteki pek çok müşahede, hatıra, tevafuk, müzakere, musahabe ve dünya kadar acı-tatlı hâdiseden kaynaklanıyordu. Hatta bu iç ve muhteva, binanın fizikî yapısının yorumlanmalarına da aksediyordu. Öyleki, bize göre bu bina, sanki herhangi bir insan eliyle yapılmamış da, yerin derinliklerinden fışkırmış, arz ve göklerin pek çok sırlarını ihtiva ediyormuşçasına alabildiğine derin görünürdü. Fakir bazen onu, ayakta Mabud'a kıyam eden bir âbid, bazen bir dağın zirvesinde secdeye kapanmış bir mahviyet insanı, bazen de Yaratıcısı'na el açmış yalvaran bir gönül eri gibi tahayyül ederdim.
İşte bütün bu hislerin, ruhumda hasıl ettiği enfüsî mülâhazalarla ben, bu mübarek mekân içindeki kutlu sakinleri, o fevkalade temkinleri ve sükut içindeki talâkatlarıyle her zaman bana şiir söyleyen, mûsıkî dinleten, esrar meşk eden, ders veren birer hatib, birer edib, birer bestekâr, birer heyecan insanı olarak görmüşümdür veya hep öyle görmek istemişimdir.
Bu katta, herkesin, aklını kullanması, iradesini şahlandırması, ruhunu dinlemesi ve ferden-ferdâ maveraîliklere açılması önemli bir esas olmakla beraber, sık sık kendisine başvurulan, akıl danışılan, dert yanılan ve bir ölçüde bazı proje ve plânlarda müracaat edenlerin tevazu mahviyet ve terbiyelerinin gereği merci görünümünde biri de bulunurdu.. bulunur ve teker teker bütün "ashâb-ı mesalih"i dinler.. kendince, danışılan şeylerde danışmanın hakkını vermeye çalışır.. dertlilere "çare" diye mutlaka bir şeyler söyler.. ashâb-ı mesalihin gönlünü hoş tutar.. bazen de iş ve problem bombardımanı karşısında bunalımdan bunalıma girer; başkalarının derdine çare bulayım derken kendisi çaresizlikle inlerdi. Bütün bunlar bazen anlaşılır, bazen de anlaşılmaz; ama mutlaka bir devr-i fani gibi hiçbiri uzun zaman hükmünü devam ettiremez.. bir bir gelir, bir bir gider ve yerlerini zevkli hatıralara bırakırlardı bizde; bir başka gün veya ikinci bir kez binadan içeriye girdiğimizde, bütün bu olanlar, geride hiçbir sır bırakmamış gibi, koca bina, yine o eski şiirli, sihirli hâline bürünerek, ruhlarımız üzerinde, içine ilk girilen bir mâbed gibi tesirli olurdu.
Hiç şüphesiz Beşinci Kat'ın en önemli mekânı, onun o geniş salonu ve değişik istihalelerle salon hâline getirilmiş bulunan teras katıydı. Çepeçevre hemen her tarafın ve denize kadar bütün ufukların temâşâ edilebildiği bu yer, her yanı camekanlarla kapalı, hem açık hem de kapalı diyebileceğimiz bir gariplik içinde ve umum binanın ruhunun özü gibiydi. Motorla işleyen mini bir şadırvanla küçük bir şelâle de, bütün tabiat unsurlarını bağrında toplama gibi bir tabiîlik duygusunun eseri olarak, onun bir yanına yerleştirilmişti ki, orayı görünce insan tam bir "tabiat meşheri" demese de tabiatın önemli bir kesitiyle karşı karşıya bulunduğunda şüphe etmezdi... Zaman zaman bu mini şadırvandan sular akar ve şelâle de böyle bir kata göre biraz da tiz perdeden diyebileceğimiz o gürül gürül sesiyle bu umumî senfoniye ses katınca camekanların önünde o âna kadar uyuyor zannettiğimiz ağaçlar, çiçekler bu mûsıkîyle uyanırmışçasına raksa geçer veya bu umumî manzaranın çağrıştırmasıyla biz öyle hayâl ederdik ve hepimizin yüreklerinin ritminin de, ona göre atmaya başladığını duyar gibi olurduk.. kim bilir hislerimizi hangi takdir ifadeleriyle dile getirir ve kendi kendimize tabiatın bu küçük kesitinde, umum varlığı bütün güzellikleriyle mülâhazaya alır ve "Kâinatta halihazırdaki mevcuddan daha baş döndürücüsü olamaz." diye mırıldanırdık.
Beşinci Kat'ın misafirlere mahsus ve her zaman uğranılmayan diğer odalarında olduğu gibi bu büyük mekânlarda da düzgün çerçeveli, içinde önemli yazılar, manzaralar, hatta ışıkla derinleştirilmiş Kâbe ve Ravzâ resimleri önemli birer yer işgal ederdi. Bu arada "Devlet kalem ve kılıçla vardır." esprisini aksettiren özel bir harita da bütün bir duvara tek başına sahip gibi görünürdü. Bütün bunlar seri imalat veren bir tezgahtan çıkmış gibi basit şeyler değildir; bu kattaki hemen her şey, suyu, havası, yeşili, dekoru ve daha değişik aksesuarıyla Beşinci Kat'ın ruh, mânâ ve edasına çok yakışan farklı renkte çiçekler gibiydi. Tedâî ettirdikleri şeyler itibarıyla, orada cereyan etmiş dünya kadar hâdiseyi ve oradan gelip-geçmiş pek çok insanı hatırlatırlardı. Mini müze yüzlerce hatıranın bir diskete sıkıştırılmış resmi veya kodlanmış bir hatıralar albümü gibiydi.. bundan dolayıdır ki, buradaki eşya, zatî değerleri itibarıyla değil, şifresi oldukları hatıralar açısından ele alınmalıdır. Ben bir gün, bunların mutlaka böyle değerlendirileceğine inanıyorum. Zira bu mekân biraz da, her biri bir hülyanın resmi bu hatıralarla genişlemekte ve bütün mekânlara, zamanlara açılan bir hayâl ülkesi hâline gelmektedir.
Her sabah, Beşinci Kat'ta bütün aydınlığıyla bir başka yaşanır.. öğlenler, sıcaklığını daracık sokakların başına boşaltarak, yanına en ince meltemleri alır ve onun üstüne yığar.. akşamın alaca karanlığı bir sürü vâridâtın muştusu ile onu rikkatle okşar geçer.. ve bütün bunlar, bizi günde birkaç defa, nimetlerin çehresinde O'nu anmaya, duymaya çağıran âdeta birer "eşref-i saat" olurdu.
Ben bazen, bir koltuk üzerine oturur; bir yandan şelâleye bakar, bir yandan da ağaçların, çiçeklerin nazlı nazlı salınmalarını seyreder ve hayâlî resimlerle, aradaki boşluğu da doldurup, terastaki bu raks ve cümbüşün yerdeki ağaçlarla bitevîliğe erdiğini tahayyül eder ve hepsinin bir bütünlük içinde el ele, omuz omuza verip "Yâ Hû" dediklerini, yatıp- kalkıp çevrelerine gülücükler yağdırdıklarını hayâlen duyar; îmânın ve sevginin darları nasıl genişlettiğini, mânâsız gibi görünen şeyleri nasıl mânâlandırdığını, mütenahiyi ne denli eb'âda sığmaz hâle getirdiğini düşünür ve Rabbime şükrederdim.
Güneşin ışınları, günün hemen her saatinde bu salondan ayrılmama ısrarını gösterir; binanın içine sızmak için her yandan pencereleri zorlar ve bu mekânı, her yandan hüzmelerini başına sararak bir güneş otağı hâline getirirdi. Bu salonun, minder veya kanepeleri üzerinde oturup düşünürken, burada dinlediğim uhrevîlik; sanki üst üste yığılıp katmerleşmiş, güya senelerden beri içine hiçbir yabancı duygu, düşünce girmemiş, sürekli kendi ruh ve mânâsıyla derinleşe derinleşe koyulaşmış, sabitleşmiş gibi gelirdi bana; gelirdi de gönlümün üzerinde bir mûsıkî tesiri icra ederdi. Hatta, bir enstrüman sustuktan sonra, uzun zaman kulaklarımızda, az önce onun tellerinin veya tuşlarının susan iniltilerini hâlâ dinlediğimiz gibi, saatler ve saatler boyu, orada vuku bulan bir derinliği duygularımızla dinler ve bu mekânı içinde terennüm edilen güzellikler ve derinliklerle dopdolu sanırdık.
Burada hemen her zaman yapılan ibadetlerin, müzakere edilen konuların; düşünce ve inanç dünyamızla alâkalı tahlillerin, terkiplerin; daha başka içtimaî münasebetlerin bir rüya ve hülyası hissedilirdi.. evet ben, bu müstesna mekânda, çok defa esrarlı bir akımla ürperdiğimi, sırlı bir sükûnet, bir sekineyle irkildiğimi hatırlarım. Eskiden burada tasavvufî bir duyuşla, halvette vâridât tecellileri yaşayarak sık sık hülyalarımın tepesinin delindiğini hissetmiş ve hayretler yaşamışımdır. Yaşamış ve yalnız kaldığım bazı dönemlerde, buranın tadının, neşvesinin ve husûsî esintilerinin ne kadar farklı estiğini duymuş ve bu buk'anın her yanından fışkıran mânâların çevreyi kuşatmasına şahit olmuşumdur.
Fakir, sistemli hülyalarımın tadını ilk defa Beşinci Kat'ta duydum.. ve kendi kendime: Meğer bugünkü hülyalarımla geçmişteki hayâllerimin nokta-i iltisâkı bu mekânmış dedim. Doğrusu ben, Beşinci Kat'ta kaldığım sürece, çok defa akl-ı meâşım durur.. düşüncelerim bağdaş kurup oturur.. gönlüm gider anlaşılmaz bir vuslat lezzetine dayanır ve ben orayı âdeta, Dost'a ulaşmanın bir rampası sanırdım. Öyleki, ruhumun derinliklerinde çiçekler gibi açan hülyalar, Cennet güzelliklerinin sırlı birer yansıması gibi gelirdi bana.
İçinde daha çok kalıp istirahat ettiğim odacık herkese açık bu mübarek mekânla hem iç içeydi hem de ondan ayrıydı. Çocukluğumdan beri ruhumda taşıdığım o eski rüyalarımı derinleştirmek için bu hücrenin husûsî hazırlanmış gibi bir hâli vardı. Bu odacık aynı zamanda, henüz keyfiyetlerini keşfedemediğim bir düzine düşünceye de beşik ve meşcerelik gibiydi. Öyleki, o henüz tam zabt u rabt altına alınmamış duygularımı, düşüncelerimi bağrına basıyor, sallıyor, besliyor, büyütüyor ve aklımın önüne koyuyordu. Kim bilir bu odada, kaç defa o eski hülyalara dalıp, yaşadığım hayatın içinde, biri bedenimle, diğeri de inanç, kanaat, düşünce ve hayâllerimle iki hayatı birden yaşadım. Evet, sanki bu gündelik hayat bana yetmiyordu da, hülya kılıcıyla onu paramparça ediyor ve daha engin bir âleme açılıyor gibi, mâziye, geleceğe birden tutunuyor ve kendime göre yepyeni bir hâl inşa ediyordum.
Evet, hemen her zaman ömrümün ahengine uysam da, bu odada benliğimin içinde bulunan gizli hayatımla kalmayı tercih eder, sonra da ondan yeni bir hayata realite köprüleri kurar; aklım, mantığım ve duygularım hep geleceğin ufuklarında kendime göre bir âtî dantelâsı örmeye çalışırdım. Bu itibarla da burası, her zaman ikinci ve daha zengin olan hayatımın inkişaf etmesine, genişleyip kendini aşmasına müsait ve ruhumu, hülyalarımı besleyen büyülü bir köşecikti.. burada hep, gönlüme göre geçeceğini ümit ettiğim bir istikbal ufku önüme açılır ve bana sürekli yeni doğuşlardan dem vururdu. Zaten, benim gibi hayâlperestlerin kuruntu dünyalarında, geleceğin vadettiği şeyler gökleri dolduran yıldızlar kadar çoktur. Katı realistler yadırgayadursunlar ben, her zaman böyle bir hayâl üstünde toplanıp dağılan ideallerimin pırıl pırıl çehrelerini temâşâ eder; küçük odamla beraber o koca binanın ve o binayla beraber dev kompleksin ve onunla beraber de bütün bir şehir ve hatta kâinatın sırlı bir kısım ittisal noktaları var olduğuna inanırdım.
Aslında, bu küçük oda gibi o koca binanın da hangi bölümünde olursam olayım herkes her zaman duymasa bile ben, ledünnî bir şiirin, ruhanî bir ilâhînin ve alelacele Dost'a vuslat hazırlığının heyecanını duyar gibi olurdum. Evet, kim bilir kaç defa, bu kapıları harice kapalı, kendi içinde sırlı mekânın herhangi bir köşesinde kendini kendi hayâlî zevklerinin çağlayanına salmış ve kendi enfüsî ahengiyle dopdolu, gönlünü derinden duyup hissetmeye çalışan, ama kolu-kanadı kırık bir insan gibi, bir değişiklik ve bir başkalaşma iradesi duymuşumdur.
Kim bilir, benimle beraber daha niceleri, ruha pek çok şey vadeden bu âlem içinde, ne derin idrakler ufkuna ulaşmış ve ömürlerini yıldızlar arasında seyahat ediyor gibi geçirmişlerdir. Ben bu mekânda hep zamanın çok farklı ve saatler üstü geçtiği kanaatini taşıdım.. taşıdım ve çok kere bir rikkat ve titreyiş içinde bulundum. Doğrusu bu mekân, pek çok kimsenin de kendi içlerinde hissettikleri gibi, benim gönlümün içini de âdeta aksettiren bir yerdi.
Burada, canlı-cansız her şey nazlı birer çiçek gibi güzelliğinin son damlasına kadar açılmış renk renk letafet soluklar ve her motif umumî bir ahenk içinde rengini, çizgisini, resmini, manzarasını, şiirini hep büyülü bir lezzetle ruhlarımıza duyururdu. Tıpkı bir paragraf içinde, her cümlenin umumî ifade ve ahenge destek olması gibi, burada her şey bir "sehl-i mümteni" edasıyla umumî hedefi aksettiren ince bir remiz ve sembol gibiydi.
Fakir, değişik şehirlerde pek çok farklı mekânlarda ikamet ettim; ne hayâl ve melâller gördüm ama, bütün bunlar arasında, hafızamda en derin izleriyle her zaman kendini hissettiren sadece Beşinci Kat oldu. Ve zannediyorum, hafızamın unutmamaya kararlı olduğu o bir sürü hatıralar zinciri de yine hep Beşinci Kat'ta cereyan etti. En derin murâkabelerime, en derin muhasebelerime daha çok bu mekân şahit oldu. Ömrümün vefa edip etmeyeceğini bilemem ama, yarınki hülyalarımın da orada süzülüp realitelere dönüşmesini, duygularımın orada yontulup, şekillenip ideallerimdeki dünyanın her yanına yayılmasını arzu ediyorum.
Sızıntı, Ağustos 1997, Cilt 19, Sayı 223
.
Derinleşmiş bir ruhun gönül yamaçlarına akseden en canlı ışıklar, daha çok yol mülâhazası ve murâkabe anında kendilerini hissettirirler. Bu dünyanın şartlarına göre yaratılan insanoğlunun, dönüp kendini Var Edene yönelmesi, mesafelere takılmadan sürekli O'na doğru ilerleyebilmesi oldukça dikkat, temkin, titizlik ve kararlılık isteyen bir konudur. Hemen herkesin, böyle önemli bir mevzûda, ibtidâî ve basit bir fikri bulunsa da, yine de böyle birinin, insanlık kafilesinin rehberliğini derpîş etmiş kimselerin yol belirleyiciliğine itimat ederek, her zaman onların arkasında yol alması, onların merkezî hareketlerinin insiyaklarına kendini salarak sürekli hedef arkasında koşması icap eder ki, hedefe ulaşanlar için çok avantajlı, dökülüp yollarda kalanlar için de helâket sayılan böyle hayatî bir seyahatı arızasız gerçekleştirebilsin. Şayet bu rehberler, o sahanın tecrübeli, bilgili, mârifet eksenli ve vicdan ufuklu üstadları iseler, tereddüt etmeden onların rotasına girilmeli ve hep onların yörüngelerinde hareket edilmelidir; edilmelidir, zira onlar, her zaman Hakk'a ulaştıran en kestirme yollarda yürür.. geçit veren veya vermeyen zirveleri çok iyi bilir.. halvete erebilecekleri ufukları kollar.. vuslat koyları etrafında dolaşır durur.. sürekli hedeften aksisadâlar alır.. bu sesleri kırmadan, çarpıtmadan arkalarındakilere intikâl ettirir.. ve bu uzun seyahatte kendi üzerlerine ve takipçilerin başlarına kabarıp boşalabilecek dalgalara karşı da âdeta birer dalgakıran gibi her şeyi göğüslerler.
Işık-karanlık arası sürüp-giden bu uzun seyahatte, her zaman hedeften gelebilecek bir kısım tecelli paketleriyle karşılaşmak mümkün olabileceği gibi, mukadder bütün vâridlerin, yolculuk sonrası bir iltifat teşrifâtına bırakılması da söz konusudur. Öyle ki, her yolcu bu uzun yollarda bazen, uzakta, hayâl-meyâl çakan bir şuâ ile ürperir.. bazen, sadâkat testine tâbi tutuluyormuşçasına ömür boyu bir tek şûle ile dahi karşılaşmaz.. bazen, geçtiği yollarda, her tarafın ışıklarla tüllendiğini temâşâ eder.. bazen, aralanmış bir gaybî panjurdan gizli gizli gözetiliyor olduğunu hisseder gibi olur ve haşyetle göz-kulak, dil-dudak kesilir; kesilir ve imanı sayesinde kendine açılan böyle bir tarassudu, maiyyete yaklaştığının emaresi gibi değerlendirerek göğüsleyeceği ipe iyice yaklaşmış bir koşucu gibi daha bir heyecanlanır ve daha bir şahlanır.. hatta böyle bir seyahatte meleklere iştirak ettiği hissiyle öyle bir coşar ki, kalbinin ritminde bütün göklerdeki âhengin sesini duyabilir.
Bu yolda, basiret ve idrak erbabına, yerinde sağanak sağanak ve yerinde çiseleme ve çiy şeklinde gelen vâridler, hep aynı değer, aynı evsaf, aynı renk, aynı şive ve aynı dalga boyunda gelmezler. Yol boyu her zuhur ve tecelli, inancı ve ihlâsı ilk şart olmak üzere her hizmet erinin, ufkunun berraklığı, gönlünün şeffaflığı, idrakinin enginliği ve metafizik yanının derinliği ölçüsünde sık sık karşılaşacağı birer seyahat armağanıdır. Bu armağanların kimisi, mahfazasından bellidir ve şuurla buluşur-buluşmaz da hemen şükre dönüşür.. kimisi, motif ve sembol ambalajlıdır; ancak dikkat ve basiret nurlarıyla çözülebilir.. kimisi, cismaniyet ve beden ufkuna çarparak simsiyah bir örtüye bürünür ve Hak'la münasebetimizi yenilememizi ve olumlu yorumlara kapıların aralanmasını bekler.. kimisi de günah ve hatalarımızın alacakaranlığında, yer yer Hak rahmetinin enginliği sayesinde ümitlerimizle buluşsa da, çok defa yeis ve hicranlarımızın rengine boyanarak -bunu biraz da havf ve recânın birbirine galebesi belirler ve icabında farklı bir tablo da ortaya çıkabilir- düşünce ufkumuza bir zift gibi akmaya başlar.
Bu armağanlar, davranışlarımızı belli bir çerçeve içine zorlayan tavırlar, tembihler, ikazlar hangi dalga boyunda gelirse gelsin, böyle bir yolda yürümeye muvaffakiyeti vuslata davet sayanlar, en derin uykularda olsalar da, bir gün mutlaka uyanır, ruhlarının, ezelî âşinası bulunduğu Sonsuz'un sesini duyar ve ömürleri vefâ ettiği sürece de hep bu iltifat çağrısı arkasında koşar dururlar. Böyle bir maraton için, eğitimli atletler gibi gerilmiş her gönül eri, bilhassa bâd-i tecellinin estiği geceleri, Hakk'a yürüme mevzuunda birer rıhtım, birer liman, birer rampa kabul ederek, seccâdesiyle hasbihâle geçtiği o en aydınlık dakikalarında, gönlünün heyecanlarını gözyaşlarıyla yoğurup ruhunu besleyen gönül saksısına bir kuvve-i imbâtiye gibi boşaltabilmişse, artık, rahmet arşının, onun adına iltifatlarla boşalmasında şüphe edilmemelidir...
Her ferde, liyâkatinin kat kat üstünde iltifatlarda bulunma âdeti olan Rahmeti Sonsuz, hiç mümkün mü ki, O'na koşan vefalı yolculara -hâşâ!- alâkasız kalsın.. ve harem-i hâssına ihlâs sermayesiyle yönelenleri hususî teveccühleriyle ağırlamasın..! Aslında, böyle bir ilâhî âdet olmasa ve hiç kimseye iltifatta bulunma sözü verilmese bile, herkes o Ezel ve Ebed Sultanı'na intisap etmiş olmayı, önceden alınmış bir avans gibi kabul etmeli ve her nefes alış-verişinde bir sadakat kahramanı gibi sürekli O'nu soluklamalıdır. "İşler yolunda gitmedi, gökten vâridat inmedi" diye çocuklar gibi küsme tavrına girmemeli; rıza bilmez seviyesizler gibi müteessir olmamalı; yolun zorluğunu ve uzunluğunu düşünerek mesafelere yenik düşmemelidir; aksine, hep "sular gibi çağlamalı, Eyyûb gibi ağlamalı" gezip dolaştığı her yerde sadece O'na gönül bağlamalı; O'nu görme, O'nu duyma, O'nu bilme mülâhazalarıyla oturup kalkmalıdır ki, ebediyeti peyleyebilecek kredilerini çocuk oyuncağı türünden bazı şeyleri elde etme yolunda harcamış olmasın; olmasın ve Allah'ın lutfettiği genişlikleri his ve hevesleriyle daraltmasın; rahmetin her şeyin önünde olma esprisine, himmetin her şeyi kucaklayan genişliğiyle mukabele ederek zımnî bir ilâhî mukavelenin gereklerini, tabiî O'nun büyüklüğü ve kendi küçüklüğü ölçüsünde yerine getirebilsin..
O'na doğru uzanan bir uzun yolda herkes, biraz da karakterini teşkil eden hususların sevki ile bazen yer de değiştirebildiğinden; hatta yer değiştirirken kaymalara da mâruz kaldığından her vakit konumunu koruyamayabilir; koruyamayabilir ve bazen gidip dairenin en dış çemberine çarpacak kadar merkezden uzaklaşabilir. Öyle ki, dünya kadar insanın iltifat sağanaklarıyla zevkten zevke girdiği aynı anda o, olup biten inkişafları tıkanma, fütûhâtı inkıbaz, başarı şerhâyinlerini şov, gülbankları da mağlupların tesellisi sayabilir. Hemen her dönemde, muvakkaten kervandan ayrılan böyle mütehayyirler olmuştur ve olacaktır da. Ancak, pek çoğu itibarıyla çok defa böyle geçici kopukluğun ruhlarında hasıl ettiği ürperti ve gerilimle, sıçrayıp bir hamlede merkezdeki yerlerini almış, hatta ayrılık hasretinin sıcaklığı ile, daha farklı bir bütünleşme, bir kıvam sergileyebilmişlerdir. Ne var ki, böyle bir metafizik gerilim elde etme için, irâdî olarak kafileden ayrılmayı tasvip etmek de mümkün değildir; zira her ayrılış, aynı zamanda bir kayma ve durdurulamayan, hatta dönüşü olmayan bir akıntıya kapılma ile de sonuçlanabilir. Bu itibarla da, genel kitle ile aramızdaki mesafe boşluğunu ufkî aşabiliriz mülâhazasıyla, âkıbeti meçhul böyle bir maceraya girilmesi kat'iyen tecviz edilemez. Yukarıda işaret edildiği ölçüde irâdî olmayan ve kasda iktiran etmeyen her sürçme ve devrilmenin "ba'sü ba'del mevt" vadeden bir yanı olsa da, her zaman aynı neticeyi istihsal etmek söz konusu olmayabilir. Muhtemel bir füyûzât hissi ve ruhî kıvam adına, muhakkak gibi görülen böyle bir felâkete vicdanın "evet" demeyeceği kanaatindeyim.
Kafile içinde kalmak, genel çizgiyi korumak, rehberi ve işaretçileri takip etmek sayesinde, insan zaman zaman sarsıntılara düşse ve merkezle irtibatında tezelzüller yaşasa da, her defasında, çekim gücü yüksek bir kısım aydınlık ruhlarla karşılaşabilir ve yolda bulunma şuurunu sık sık bileyerek her zaman canlı, taze ve güçlü kalabilir.. kalabilir ve sürekli yol alan bir toplumla müşterek hareket etme esprisi sayesinde hep zirveden zirveye sıçrayarak, yoldaki işaret ve işaretçilerin gösterdikleri ışık kaynağına karşı hasıl olan iştiyakla, her gün, her saat, her dakika ruhunda köpüren yeni bir diriliş neşvesi duyabilir.
Böyle bir seyahat kahramanı, hiçbir zaman işini, rastlantıların eşdeğerde olmayan akıntılarına bırakmaz. El verdiği kimseler hep, kendini sarpa uğratmayacak merkezî şuuru kullananları arar.. her zaman, ciddi, vakarlı, temkinli ve çizgi çizgi ruhunun derinlikleri çehresinde tebessümleşmiş kafile başlarını takip eder.. sadakat, sorumluluk ve mükellefiyet kahramanı diğergâm ruhların arkasında olur.. ve her işinde ihlâsla hep ilerilere, daha ilerilere geçmek için kalbinin bütün heyecanıyla çırpınır-durur.. çırpınır-durur ve kabiliyetine göre bir taraftan amudî (dikey) veya ufkî (yatay) mesafelerle savaşırken, diğer taraftan da mazhariyetlerinin şuur ve idrakinde olarak, tıpkı Kutup Yıldızı gibi sürekli kendi çevresinde döndüğü hissiyle, aksiyon-düşünce iç içe pek çok zamanı birden yaşar.
Hâsılı, sabredilip yoldan çıkılmaz ve yol mülâhazaları da, hedefe ulaştırma ümidini, yönlendirici rolünü tam oynayabilirse, topyekün kafile ve onun molekülleri sayılan fertler, şuurî, gayr-i şuurî bu kafileler ırmağının ona doğru akıp gittiği ummana, bugün olmasa da yarın mutlaka ulaşır ve azimlerinin alnındaki ter damlalarını kevserlere dönüşmüş olarak yudumlarlar. Evet, dış yüzü itibarıyla, kendi iradeleriyle değil de kitlenin insiyakıyla sürükleniyormuş gibi görünen kalabalıkların yol alışı, şuurlu merkezî hareketin tesiri sayesinde, ferdî aksiyonu çok aşkın pek çok zafer ve vuslat projesinin birden gerçekleştiği şekilde çok vuku bulmuştur.
Yollarda her zaman tekrarlanan, tekrarlandığından ötürü de ancak, şuurlu bakışlarca seçilebilen bu durgunluk görünümündeki aksiyonlar, bu dar mekanlı sıkışık kıpırdanışlar, bu hafif ve sessiz ilerleyişler, bu halk albenili cehdler, gayretler, sığlıklarında ummânların ürperten derinliklerini, sükûtlarında göklerin hareket ve enginliklerini, basitliklerinde ruhanîlerin semâvîliklerini saklamaktadırlar.. saklamaktadırlar ve ümit edilmedik bir yerde, ümit ve beklentileri aşkın sürprizlerle kahramanlarının karşılarına çıkacaklarında da şüphe yoktur. Bütün bu cehdler, gayretler, fedakârlıklar aka aka veya kaynaya kaynaya mevsimi gelince mutlaka kıvama erecek; uğrunda canların feda edildiği hakikat, karşı tepelerin arkasından zuhur eden bir dolunay veya yüzlerce şafak emaresiyle geliyor olduğu müjdesiyle, tulûunu gözlemeye koyulduğumuz bir güneş gibi yavaş yavaş belirecek; gözlerimizin içine gülerek bize ömürlerimizin ikbâlini fısıldayacak, ışık hüzmeleriyle içimize akacak ve çehrelerimize kendi boyasını çalarak, alıp bizi kendi dünyasında eritecektir.
Sızıntı, Ekim 1997, Cilt 19, Sayı 225
.
Ey nefis!
Sıyrıl hazan duygularından ve bir yeşillik ol, uçuşsun kuşlar, kuşçuklar çevrende.. bir su kaynağı ol, koşsun bütün bağrı yanıklar semtine.. mumlar gibi eri ve etrafına ışıklar saç; hem öyle bir saç ki, mehtabı temâşâya dalmış olanlar, onu bırakıp da senin ikliminin pervanesi olsunlar. İnsanları tıpkı bir anne gibi öyle sıcak ve içten kucakla ki, hışmından korkanlar bile, tereddüt etmeden kendilerini senin kucağına atsınlar. Allah'ın sana ihsan ettiklerini sen de saç cömertçe etrafına; saç ki, insanı insanlara, Cennet'e ve Allah'a yaklaştıran en sırlı formül civanmertliktir. Bu formülü ruhuna mal edip kullanabilirsen, mezhebi kin, nefret, düşmanlık olan en kaba ruhlar bile, bir gün mutlaka senin atmosferine girebilmek için kuyruklar oluşturup bekleyeceklerdir.
Sen her zaman bulutlar gibi olmalı ve kesmelisin güneşin yakıp kavuran sıcaklığını.. mevsimlere takılıp kalmadan, sağanak sağanak boşalan yağmurlar gibi söndürmelisin herkesin ve her şeyin hararetini; hiç olmazsa çiselerin okşayıp geçtiği gibi bağı-bahçeyi, ovayı-obayı, dağı-tepeyi; sen de okşamalısın bütün kurak gönülleri ve ruhları.. herkese açık öyle tatlı bir su kaynağı olmalısın ki, her zaman çevrende testilerin sesi duyulsun.. hasretle yanan gönüller aradıklarını senin ikliminde bulsun. Sen ağzını açıp da ruhunun ilhamlarını seslendirince, hikmetli söz avcılarının kalemlerindeki mürekkepler bitsin ve kitapların sayfalarını renklendiren o nefis duygular rûhânîlerin mezâmiri hâline gelsin.. gayzların, öfkelerin, kinlerin, nefretlerin hançerlerini bileyip hemen herkese saldırdıkları, her şeyi yakıp yıktıkları dönemlerde sen, en öfkeli ruhlar dahil, gelip bağrına sığınan bütün yurtsuzların-yuvasızların en içten hâmisi olmalı ve vesâyetine koşanları hayal kırıklığına uğratmamalısın...
Günümüzde olduğu gibi, bazı ifritten mütemerrid düşünceler milletçe bizi birbirimize ulaştırabilecek olan yolları yürünmez hâle getirip köprüleri yıktıklarında dahi sevgilerinden, müsamahalarından ve gönül heyecanlarından mânevî yollar ve köprüler kurarak ulaşılabilecek her noktaya ulaşmaya çalışıp, kat'iyen mukabele-i bilmisil (bir davranışa aynı ile karşılık verme) mülâhazalarına takılıp kalmamalısın; ölsen bile mutlaka Müslüman karakterinin gereklerini yerine getirmeli ve başına atılan taşları, atmosfere çarpıp eriyen meteorlar gibi ışığa çevirerek etrafına maytap ziyafetleri çekmelisin. Çevrende hiddetle, şiddetle yükselen bütün sesleri yumuşatarak onlardan sevgi güldesteleri meydana getirmelisin; getirmeli ve ne yolların harap olmasından, ne de köprülerin geçilmez hâle getirilmesinden kat'iyen söz açmamalısın.. söz açıp geçmişteki kin ve nefret virüslerini harekete geçirmemelisin. Bu yol, peygamberlerin yolu ve insan-ı kâmil olmanın da en sağlam köprüsüdür. Şimdiye kadar bu yolda yürüyenlerden hiç kimse takılıp yollarda kalmamış; kalmadığı gibi, herhangi bir kabalık ve hoyratlık karşısında da tavrını değiştirmemiştir. Aslında, eğer bir insan, insanlığının şuurunda ise, ne kinler, nefretler, kabalıklar, ne de değişik türden hamlıklar onun düşünce istikametine ve tavırlarına tesir edemez; etmemelidir de. Gerçi bir kısım toslamalar karşısında yol ve yön değiştiren Müslümanlar da vardır ama bunlar, duygu ve düşünceleri itibarıyla henüz dalgaları dinmemiş ve oturaklaşamamış ham ruhlardır. Ben, böyle hazımsız ruhların başkalarına bir şey verebileceğini zannetmiyorum. Böylelerinin, değişik türden hâdiseler karşısında tavırları hep karşılık verme ve tokmak yemiş davul gibi gürültü çıkarma şeklinde olagelmiştir ki; günümüzde insanlar arasında çokça yaşanan hırgürün en önemli bir sebebi de bu olsa gerek..
Mahviyet, tevâzu, hazm, olgunlaşmış, oturaklaşmış insanların dâimî hâlidir. Şartlar ne olursa olsun, böyleleri, her zaman gökler gibi derin, deryalar gibi engin, dağlar gibi mehîp ve sağlam, toprak gibi de mütevâzidirler. Ne çevrelerinde olup biten şeylerden müteessir olur, ne değişik ihtilatlarla bulanır, ne de fırtınalara boyun eğer; aksine, toprak gibi yüz yere sürer, her şeye ve herkese dâyelik yaparlar. Onlar, potalarda eriyip kaynayıp özünü bulmuş altın gibidirler; granitleri eriten fırınlara bile girseler mâhiyet değiştirmezler. Ve onlar öylesine yanıp kül olmuşlardır ki, artık hiçbir ateşten müteessir olmaz ve hiçbir kor karşısında 'pes' etmezler. Zaten külü yeniden yakmayı ve som altını potalara koyup eritmeyi de kimse düşünmez.
Ey nefis! Herkesin derdini vicdanında öyle derince duyup yaşamalısın ki, artık bu konuda kimsenin senden hiçbir beklentisi kalmasın.. onların acılarını öylesine içten hissedip ağlamalısın ki; ağlamaya durmuş bütün gözlerin yaşları kurusun.. onlar için öyle yanıp yakınmalısın ki, ızdıraptan ciğeri kebap olmuş böyle biri karşısında, bütün muzdaripler acılarını unutsun.
İşte kendisini bu ufka ayarlayabilmiş bir bahtiyar, kendi adına tasavvurları aşkın bütün güzelliklerin kadir gecesini idrak etmiş sayılır ve yerde gökte Allah halifesi olma pâyesi ile anılır.
İnsanın tabiatında hem safâ, hem de keder vardır; kederi iradenin mahbesinde sıkıca tutup, safâyı bir murad güvercini gibi uçurabildiği en son noktaya kadar uçurabilen, kâmil insandır ve âdeta o, bir yandan zindancı, diğer yandan da bir kuşbazdır. Bağlayacağını bağlar, salıvereceğini de salıverir. Evet, iradelerimizle hevâ ve heveslerimizin sesini kesmek bir yiğitlik, gönüllerimizi herkesi misafir edecek kadar geniş tutmak da bir babayiğitliktir.
Ey nefis! Her zaman yiğitçe davran ve hep babayiğitlik arkasında ol! Kendini kritik etmede vicdanını bir mihenk taşı gibi kullan; pota görmüş bir altın gibi o sapsarı çehrenle gül herkesin yüzüne.! Herkesin yüzüne gülerken de, sakın iyi bir sarraf olmayı kulak ardı etme.! Mâhiyetin itibarıyla sen bunların hepsine açıksın; gökteki ilk maceran da bunun en açık delilidir. Orada melekler senin beşiğini sallarken gıpta ninnileri söylemiş, şeytanlar da haset merasimlerinde zangoçluk etmişlerdi. Sen, daha o ilk gün hem korkunç bir hasetle karşılaştın, hem de takdirkâr nazarlara çarpıldın. Nazar değdi mi değmedi mi onu bilemem ama, âkıbetin uçmak ile noktalansa bile, bir sendeleme yaşadığın muhakkak: memnû' meyveye elini uzatırken iftar vaktini belirlemedeki içtihad hatanla -bu bir mukarreb hatasıdır- kendini dünya zindanında, hayır hayır! Hazreti Ahmed'e (sallâllahü aleyhi ve sellem) dâyelik yapacak olan toprağın bağrında buldun. 'Hakikî şecerenin hikmeti, dünyaya gele Muhammed (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazreti.' (M. Lütfi) sözü, senin ekşi çehreli kaderinin tatlılardan tatlı ilk meyvesini işaretler.. evet, eğer Cennet'te kalsaydın, inkişafa kapalı semeresiz bir ağaç gibi kalacak ve o potansiyel zenginliğini hiçbir zaman duyamayacaktın. Oysa ki, oradan ayrılıp da çadırını dünyaya kurunca, bu toz-toprak ülkesi seninle bir gülistana döndü.. ve sürgün edildiğin bu köhne diyar, enbiyâ-evliyâ sürgünlerinin bağı-bostanı hâline geldi. Sonunda, meleklerin gıptası bütün bütün takdire dönüştü ve şeytanların kıskançlığı da, dönüp bir zıpkın gibi onların bağırlarına saplandı.
Şimdi gel, kendi değerlerini koruma altına al! Hakk'a kurbet yolu sayılan bu sürgünü en iyi şekilde değerlendirmeye bak ve Hakk'a yakınlık vesilelerini O'ndan uzaklaştıran sebepler hâline getirme! Kin, nefret, gayz, hırs, haset ağına düşerek, ebedî hasmın olan şeytanı sevindirme! Şayet bir gün yanılıp da kendi çizginin altına düşersen, Âdem Nebî gibi davran; doğrul, kendine gel, suçunu itiraf et. Hakk'ın her zaman açık olan kapısına yönel ve hatalarına bir dakika bile yaşama hakkı ve şansı tanıma! Günahla bozulup başkalaşan insanî tabiatını tövbe iksiriyle yeniden ihya et, ayağa kaldır ve bir kere daha Allah'a doğru şahlandır! Bütün bunları yaparken de, topyekün insanların tabiatının da aynı olduğunu, sen hata yaptığın gibi, onların da aynı şeyleri yapabileceğini düşün ve bütün mücrimleri mazur gör! Hatta nefislerine yenik düştüklerinden ötürü, elinden geliyorsa onlara acı, kucakla ve yardımcı ol! Zinhar kendini başkalarının günah muhasebecisi gibi görüp de, şunun bunun hatalarıyla meşgul olma! Yanlışlıklarla meşgul olmak hoşuna gidiyorsa, bu hobini kendi günahlarına karşı kullan ki, âlemin küçük lekeleri sana, senin yağlı karalarını unutturmasın!
Uğradığın herkese, gül kokularıyla esen yeller gibi uğra.! Geçtiğin yollarda burcu burcu senin kokun duyulsun. Mumlar gibi yan, eri, başkalarını aydınlat, ama kat'iyen bu büyük fedakârlığı kendi çıkarlarına bağlama! Dolaplar gibi dön ve inle, bütün yanan yüreklerin ateşini söndür, ama kendini hiç düşünme! Bir buhurdanlık gibi için için hep kavrul, çevrene güzel kokular neşret, ama hâlinden asla şikâyet etme! Her zaman yüzün yerde olsun, Hakk'ın sana olan lütuflarını, başkalarına karşı tefâhur vesilesi yapma; aksine, onu muhtaçlara verilen avanslar gibi gör, ücretini peşin almış olmanın hicabını duy! Eğer kalkıp da, hizmet ve gayretlerini, hakkınmış gibi başkalarının teveccühüne bağlarsan, döner, çevrenden iltifat beklemeye başlarsın. Bu ise tedavisi çok zor ve herkesi senden ürkütüp kaçıran öyle bir hastalıktır ki, ısrar ettiğin takdirde, her gün maksadın aksiyle tokatlar yer ve insanları kendinden uzaklaştırmış olursun.. şayet gönül huzuru istiyorsan o, istiğnâ, tevâzu, mahviyet ve kanaattedir. Kendini büyük görenler, kendinde olağanüstü yetenekler vehmedenler, herkesten teveccüh bekleyenler, hırsla çalımla oturup kalkanlar, huzur yolunda olsalar da, bir gün mutlaka huzursuzluğa kurban giderler.
Ey nefis! Eğer yüreğin varsa, içindeki düşmanlığın yüzüne tükür! Vefâsızlığı kapından kov! Zulmü ayaklarının altına al, çiğne; Hakk'ın her yerde hazır olduğu mülâhazasıyla hayâsızlığın nefesini kes; kötülük hislerini ilâhî intikam inancıyla frenle; hevâ ve hevesin istikametinde değil, her zaman Hakk'ın hoşnut olabileceği yolda bulunmaya çalış! Allah'ın seni her zaman gözettiğini düşün; ağaçlar gibi titre ve tabiatını bozup seni çirkinleştiren, ruhuna yabancı ve kalbinin sırtında da bir yük sayılan ne kadar günah, hata ve mâsiyet var ise, savur gitsin gidebileceği yere.! Unutma ki, tabiatını değiştiren ve ruhunu kirleten bu şeylerden sıyrılmak adına göstereceğin her gayret bir cihad gibi değerlendirilecek ve seni adım adım Allah'a yaklaştıracaktır. Aksine, hep O'ndan uzaklaşman, gurbetin en acılarını yaşaman ve kimsesizliğin vahşetinde boğulup gitmen kaçınılmaz olacaktır.. hem de, amel defterinin hasenât hânesi bomboş, kalbî ve rûhî hayatın itibarıyla da karanlık ve loş olarak. Öyle ise doğrul, kendine gel, insanî değerlere sahip çık, sabırsızlık edip yitirdiğin Cennet'i bir de umursamazlığa kurban etme!
Bugün önceden kaybettiğin şeyleri yeniden elde etme yolunda ortaya koyacağın her gayret, toprağa saçılan tohumların başağa dönüşmesi gibi, mevsimi gelince yirmiye, otuza katlanarak mutlaka geriye dönecektir. Öyle ise hiç durma, tohum saçar gibi her yana iyilikler, güzellikler, faziletler saç; kötülüklere kilitlenmiş duyguların paslarını çöz ve hayatını başkalarının dünyevî-uhrevî mutluluğuna bağlayarak yaşa.! Yaşa da, şahsî hesap ve çıkarların, ruhunu öldüren mahbesinden kurtul! Nefsin adına her zaman sıkıntı çek ve başkalarına rahatlık dağıt!.. Dert dinle; dert yaşa, dertlerle inle ama, herkese derman olmaya çalış! Bütün insanlara sîneni sevgiyle öyle bir aç ki; kinle, nefretle donacak hâle gelmiş, kendi kendilerinin mazlumu ve tir tir titreyen bütün nefiszedeler senin sıcaklığına koşsun!
Irmaklar gibi hep yüz yere sür ve hayat ol çağla! Ay ve güneş gibi herkesi ve her şeyi ışığınla kucakla ve başlarını okşa! Sana yönelen ve senden bir şeyler bekleme îmâsında bulunanları asla hüsnüzanlarında yalancı çıkarma! Hizmette hep önlerde koş, mükâfat tevziinde de arkaların arkasında saklanmaya çalış; Allah için yapılan şeylerin dünyevî menfaatlere bağlanmasından yılandan-çıyandan uzak durduğun gibi uzak dur! İstemeyerek de olsa, bu türlü duygu inhiraflarına düşmeyi kalbin hesabına bir kirlenme kabul et ve bir dakikalığına dahi olsa böyle bir kirlenmeyi varlık içindeki o müstesna insanî konumuna karşı en büyük hürmetsizlik sayarak, hemen bir iç arınma kurnasına koş!
Her zaman iyilik duygularıyla otur-kalk ve hep güzelliklere tercüman ol! İyilik ve güzellik yolunda yürüyen ayaklar baştan daha yüce, ihsan hisleriyle çarpan gönüller de Kâbe kadar kutsaldır. Aslında, senin mâhiyetin bir Kâbe, hedefin Hak rızası; yolun da, Hakk'a ulaşma istikametinde kudsiyânın dönüp durduğu bir metâftır. Sen bu çizgini koruduğun sürece ünün gökler ötesi muhaverelerin mevzûu olacak ve nâmın rûhânîlerle anılacaktır. Öyle ise, bu insanî çizgideki hızını daha da artır, artır ki, insanî değerlerin aşındığı bir dünyada bu kabil gayretlere su kadar, hava kadar ihtiyacımız var. Hep hayır düşün, hayır konuş ve hayırlı işler istikametinde koş!
Bayraklar, hareket hâlindeki insanların omuzlarında daha bir güzel görünürler. Arılar, bal yaptıkları müddetçe mübarek kabul edilirler. Askerin yürüyüşü, duruşundan daha mehîbdir. Kalk, askerler gibi bayrak taşı, arılar gibi kovanını balla doldur ve amelmanda olma sevimsizliğine düşme! Her zaman insanlığa hizmette emre âmâde bulun ve göçüp gitmeye de hazır ol! Ne zaman göç emri geleceği belli olmasa da o, muhakkak ve mukadderdir. Öyle ise hep tetikte ol, günahlardan arın; meçhul çağrıya kapını arala ve beklemeye dur.
Sızıntı, Ocak 2000, Cilt 21, Sayı 252
.
Bugün hemen bütün dünyada olduğu gibi, bizim toplumumuzda da iç içe bunalımlar yaşanmakta; inanç bunalımı, düşünce bunalımı, kıstas bunalımı, sistem bunalımı, ahlâk bunalımı, aile bunalımı, idare bunalımı, rejim bunalımı gibi... her biri tek başına en güçlü devletleri dahi sarsacak kadar derin, değişik ölçüde pek çok bunalım. Bazı yerlerde aşılabilecek seviyede hafif, bazı yerlerde ise daha başka buhranlar da doğuracak kadar kesif bu bunalımlar, bugünün ve yarının insanını tehdit eden en büyük problem olsa gerek. İdareciler, içtimâiyatçılar, terbiyeciler ve ilâhiyatçılar baş başa verip bu bunalımlardan sıyrılma yollarını mutlaka araştırmalıdırlar.
Millet ve ülkemizi tıpkı bir karabasan gibi saran bu bunalımların kökleri, Batı'da, manevî değerlerin tezyif gördüğü, geçmişin horlandığı, metafiziğin ilim yuvalarından kovulduğu, cismâniyetin putlaştırıldığı, insan bencilliğinin azdırıldığı, ruhun bedene, kalbin kursağa, düşüncenin demagojiye kurban edildiği ve insanların maddîleştirildiği Rönesans sonrası döneme dayanır. Bu, bir Rönesans mesâvisi değildir; onun ve onunla gelen hür düşüncenin sûiistimalinden doğmuştur.. doğmuştur ve o gün-bugün de ufuksuzlaştırılan ve ego merkezli yığınlar hâline getirilen kitleleri, sadece maddeye, konfora, fizikî dünyaya yönlendirmiş ve onları ruhtan, metafizikten ve insanî değerlerden uzaklaştırmıştır. Tabiî bu, aynı zamanda insanın kendi özünden de kopması demektir ki, bu kopuş, onu bütün bütün problem yığını hâline getirmiştir. Milletler, kıvrım kıvrım.. fertler ve aileler, çözülmenin ağında.. demokratik "kitle örgütleri" çaresiz ve panik içinde.. ölçüler alabora.. inanç, ahlâk, aile ve gençlik en ürpertici sarsıntıların merkez üssünde perişan.. ve çoklarınca ümitler inkisarlara yenik durumda.. bütün bunlara karşılık, bu üst üste olumsuzluklara tepki duyanların tavırları da sadece bir teşhir ve bâtılı tasvir, sadece bir karalama ve ümitleri karartma gayretinden ibaret...
Bu itibarla da, kötülükler ve levsiyât başıboş.. toplum iki büklüm ve sürekli kan kaybetmekte.. onu yönlendirme mevkiinde bulunanlar gaflet içinde..
"Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr
Nazarlardan taşan mânâ ibadullahı istihkâr." (Mehmet Akif)
Evet, toplum, dertlerine derman olacak usta eller beklemesine mukabil, onun dertleri, sıkıntıları, problemleri, bir yerlere varma ve belli şeyler elde etme mülâhazasına göre yorumlanmakta, birilerini karalamaya vesile yapılmakta, arzu edilmeyen iktidarları bertaraf etme yolunda kullanılmakta, hatta pek çok millî ızdırap politize edilmeye çalışılmaktadır. Bütün bunların yanında olumlu bir kısım gayretlerin söz konusu olduğu da söylenebilir; ne var ki onlar da, üç-beş münevverin perakende cehdine ve birkaç insanın pasif tepkisine münhasır kalmaktadır. Buna karşılık, büyük çoğunluk, ya her şeyi devletten beklemekte veya bu düzensizliğin harika bir inayet eliyle düzeleceği şeklinde hüsnükuruntular içinde bulunmakta.
Oysaki, devlet ve hükümet yanında, gönüllü kuruluşlara, hatta teker teker her ferde pek çok sorumluluklar düşmektedir. Bu cümleden olarak, cehaletle savaşmak, eğitimle çeşitli sapıklıkların üzerine yürümek, modern ilimlerle düşünceye ışık tutmak ve din hakikatini kendi orijiniyle telkin ve temsil ederek ruhların Allah'la irtibatını sağlamak öncelikle üzerinde durulması gerekli olan hayatî konulardandır. Şu anda Türkiye ve dünyadaki genel durum, böyle manevî bir kalkınma hareketinin bir an evvel başlatılması gerektiği istikametindedir.
Böyle mübarek bir harekete, toplumun elit kesimi, seçkin düşünce insanları, ilim adamları ve imkân sahipleri omuz verdikleri ölçüde, semere almak her zaman mümkün olacaktır. Tamamen dinî, millî ve ahlâkî değerlere yönelik böyle bir seçkinler hareketi, bugün olmasa da yarın mutlaka hedefine ulaşacak ve millet, bu iç içe bunalımlardan kurtulacaktır.
Mesele sadece, aydınımızın, eğitimden medyaya her vesileyi değerlendirerek, millet ruhu ve tarih şuurumuzun usârelerini toplumun bünyesine aşılamasına kalıyor. Evet, geleceğimizi yeniden inşa edecek düşünce mimarlarının maddeye ve makineye kilitlenmiş dünyamızı biraz da ruhî hayata, metafiziğe ve manevî değerlerimize yönlendirmeleri yetecektir. Onun gerçek ızdırabı, bu konudaki açlığıdır ve bu açlık, giderileceği âna kadar da onu tatmin etmek mümkün olmayacaktır. Bu açıdan da eğer o, tabiatından kaynaklanan ve geçmişinden gelen hakikatlerle doyurulmazsa, olumsuz arayışlarını sürdürecek ve olmadık yerlerde çareler arayacak, efsanelere, hurafelere girecek, derken bulduğu her şey onun buhranlarını bir kat daha artıracaktır.
Bu itibarladır ki, milletçe, aşırı maddîleşmeye, insanımıza maddeci düşüncenin hâkim olmasına, din hakikatinin aşındırılmasına ve kültür geleneklerimizin yok edilmesine kat'iyen fırsat vermemeliyiz. Bir yandan bu konuda ciddî ve sıkı dururken, diğer yandan da, beşerî münasebetleri hep canlı tutmalı ve önce kendi içimizde, daha sonra da bütün bir dünyaya karşı oturup-kalkıp hoşgörü soluklamalı ve diyalog çağrısında bulunmalıyız. Farklılıkları müsamaha ile karşılamalı, her düşünceye saygılı olmalı, eğitime olduğundan da fazla önem vermeli ve bu konuda hiçbir fedakârlıktan geri kalmamalıyız.. geri kalmamalı ve düşünce sistemimizi besleyen kaynakları bir kere daha gözden geçirip, çağımızı, akıl, tecrübe ve vahyin tayfları altında tekrar tekrar yorumlayarak, tekâmüle açık, ilme inanan ve vicdana saygı duyan yeni bir toplum inşa etmeliyiz.
Elbette ki böylesine hayatî bir oluşum, bir kısım kahramanlar isteyecektir; inandığı dâvâ uğrunda kendini feda edecek kadar seviyeli kahramanlar. Her "değişim" ve "dönüşüm" bir küreden diğer bir küreye geçmek ve aşılmaz bir uçurumu atlamak gibidir ki, böyle bir hamle kat'iyen tehlikesiz olamaz. Bu ölçüdeki bir hamle şöyle dursun, âdiyattan en küçük hareketlerin bile kendilerine göre bir kısım riskleri vardır. Zaten biz bu dünyaya kendi saâdetimizi yaşamak için gelmedik. Varsa böyle bir niyet mutlaka ondan kurtulmalı; çevremizdeki insanlara, hususiyle de gelecek nesillere mutluluk vadetme adına yaşama zevkine "elveda!" diyerek yaşatma aşkıyla gerilime geçmeliyiz. Bu bizim, burada bulunuşumuz adına en mukaddes bir hedeftir. Biz, az dahi olsa, bugün sahip bulunduğumuz bütün değerleri, kıymetleri, mukaddesleri, bizden evvel gelip-geçmiş ve bize böyle bir dünya inşa etmek için kendini tehlikelere atmış, hatta ölmüş ölmüş dirilmiş Allah inayetinin temsilcisi kahramanlara borçluyuz.. ve tabiî bizden evvelkilerden aldığımız bütün bu değerleri, hayatımız pahasına dahi olsa, bizden sonrakilere, emanette emin insanlar gibi devretme mecburiyetindeyiz.
Bugüne kadar her medeniyet birkaç düzine kahramanın eseri olmuştur. Bundan sonra hep böyle olacaktır. Günümüzde, değişik fırtınalar ve türlü türlü illetlerle sarsık bulunan bu dünyanın, o eski tül pembe günlere, mehtaplı gecelere, buğu buğu sevgiyle köpüren geleceklere ve dirilişleri dirilişlerin takip edeceği çağlara ulaşması da bu kahramanlar sayesinde gerçekleşecektir.
Sızıntı, Şubat 1997, Cilt 19, Sayı 217
.
Buhranlar Ufku ve Beklentilerimiz
Bir iki asır var ki toplumumuz, kendi kendini inşa mülâhazasıyla, tarihte emsali görülmemiş bir ihtilâl humması içinde çırpınıp durmakta. Bilhassa son iki yüz seneden beri aydınımız, toplumun genel dokusunu birkaç defa bozup değiştirdi, değiştirip başkalaştırdı; hatta bazen, her on-on beş senede bir, öncekilere ait olanlarla beraber, kendi getirdiklerini de alt-üst ederek sürekli bir "değişim" ve "dönüşüm" humması yaşadı; yaşadı ve çağlar çağlar boyu, insanımızın kaderine hükmeden, hükmederken de her zaman muallâ yerini koruyan dinî, millî ve tarihî değerlerimizi temelinden sarsarak her şeyi yerle bir etti.
Öyle ki, bu talihsiz dönemde mâbed muhtevasından uzaklaştı.. medrese bütün bütün delik-deşik oldu.. bediî telâkkilerimizin sembolü saraylar villalara inkılâp etti.. eski saraylı şimdiki villalı, bütün bütün kendini taklit ve şablonculuk cereyanına saldı.. ulemâ, dine hizmet edeceğine ölmüş düşünceleri hortlatarak, yeni i'tizalî, cebrî, mürciî, müşebbihî fantezilere kapıldı.. siyasiler iktidar olma hırsıyla, ülkeye hizmeti, olumlu politika üretmeyi ve kalkınma projeleri hazırlamayı bir kenara bırakarak birbirini bitirip tüketme yolunu seçti.. "devletin parası deniz...." mülâhazası, bir kere daha büyük çoğunluğu pençesine aldı ve kitleleri birer mesavî yığını hâline getirdi.. "el elden çözüldü, yar elden gitti" gel gör ki, gaflet bitmedi; tarihten gelen insanî mülâhazalarımıza rağmen, demokrasiye rağmen, hatta halka rağmen sürekli levsiyat içinde dolaşıldı ve akla hayale gelmedik gariplikler irtikâp edildi.
Göz göre göre millete bunları yapanlar hain miydi? Hayır! Satılmış mıydı? Sanmıyorum.. ahmak mıydı? Hiç zannetmem.. ne idi öyleyse? Bu muamma karşısında bir şey söylemek oldukça zor; ama sanıyorum bunlar, kendilerini kendilerinden başka bir şey olma fantezisine kaptırmışlardı.. mâneviyatsız, muhteviyatsız, şurada-burada teselli arayıp duruyor ve kendilerini âdeta yeyip-bitiriyorlardı. Ruh dünyaları karbonlaşmış, içleri bomboş, olabildiğine sathî ve dekolte, fikirleri cılız, bakışları miyop, bakış zaviyeleri çarpık ve beyanları da alafranga idi.. camiye sırtlarını dönmüş, kiliseden kabul alamamış, ilmin şemasına takılıp-kalmış, teknolojinin "elifbe"sini aşamamış, "müzebzebîne beyne zâlik" fehvasınca bir orada-bir burada; ne tam orada, ne de tam burada; medeniyet düşünceleri ve kültür "yaşamları" itibarıyla a'rafa düşmüş ve hep bir berzah hayatı yaşıyorlardı.. bari şimdilerde bir farklılaşma olsaydı; ne gezer. Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, hâlâ istikrar kazanmamış ve oturmamış bazı müesseselerimizin, sanki oturma adına yeni kurbanlar istiyor gibi bir hâlleri var. Ben, bunca hırpalanmış bir milletin, yeniden bir kere daha kan kaybına tahammül edeceğine ihtimal vermiyorum. Ancak, görünen o ki, bir kısım eski iş bilmezlerin mirasçıları ve hakkı kuvvette gören gücün kulları, her şeyi bir kere daha alt-üst etme niyetindeler.. hem de birkaç asırlık bunca yanlış ve hatadan ders almamışçasına ve "Önce yıkalım, sonra neyi, nasıl yapacağımızı düşünürüz..." gibi çocuksu mülâhazalarla...
Bizim gibi bir zaman, batılılar da, ferdiyetçi ve liberal düşüncelerle, eski değişik kültürlerden ve dinlerin ruhundan kaynaklanan kolektif duygu ve hareket nizamını tahrip ederek toplumları bütünüyle yalnızlığa ve bunalıma itmişlerdi. Öyle ki, zaten varlığını berzahta sürdüren mâbedi bütün bütün cankeş edip devre dışı bırakmış.. o dev katedralleri, mimarideki ferdiyetçilikle, yalı ve villa mimarisiyle küçülterek apartman seviyesine indirmiş.. mektebi çevreye sis ve duman püskürten bir inkâr ve ilhat yuvasına çevirmiş.. kışlayı, bu anlayışı hem de kendine rağmen totaliterize eden ve koruyan bir bekçi hâline getirmiş.. ve her şeyi aşırı ferdiyetçiliğe göre plânlayıp mâşerî vicdanı da kolektif şuuru da öldürmüş.. derken bir arada yaşayan grupların yerine, serâzat ve çakırkeyf fertleri ikame ederek ortamı iştihaların, ihtirasların, dolayısıyla da kinlerin, nefretlerin, iğbirarların kol gezdiği bir kanlı arenaya döndürmüştü.. ne var ki o, yanlışlarını oldukça erken anladı ve anlayınca da, hemen süratle durumunu gözden geçirerek bu büyük tarihî hatadan geri dönüverdi...
Keşke biz de, her türlü ifrattan, tefritten uzak kalarak, fantastik alafranga saiklerin tesirine girmeden ve umursamazlığın derin derelerini aşırılığın korkunç uçurumları hâline getirmeden, akl-ı selime tutunarak, vicdanla beraberliğimizi sürdürmek suretiyle, muhakemenin yanında tecrübe ve müşahedeyi de yanımıza alıp bir yerlere varmayı plânlayabilseydik..! Ama, ne acıdır ki, onca emek-onca semek, göz nuru ve düşünceyi de içinde barındıran o korkunç levsiyata girmeyi biz de denemek istercesine, kendimizi o kokuşmuş çamurun içine salıverdik.. oysaki, onlar "tarihî bir yanılgı" diyerek kendilerini inkâr saydıkları o koskoca hatadan hemen sıyrılıverip kendi dinlerine, kendi kültürlerine ve tarihî dinamiklerine dönerek bu büyük yanlışta ısrar etmediklerini ortaya koymuşlardı...
Evet, bugünkü Batı, kuruluş dönemi itibarıyla, geçmişini çok iyi değerlendirdi.. tarihî metrukâtı karşısında alacağı şeyleri almada, atacağı şeyleri de atmada fevkalâde titiz davrandı.. davrandı ve şimdiye kadar gelmiş-geçmiş değişik medeniyet ve kültürlerin usâresini alarak bugünkü dünyasını onun üzerine kurdu. Aslında başka toplum ve başka milletler de aynı şeyi yapmışlardı. Bırakın diğer hususları, sadece din açısından meseleyi ele alacak olursak, dünya büyük çoğunluğu itibarıyla bugün yeniden dine yönelmeye başlamıştır. Evet, Hıristiyanlık âlemi -mevcut kaynakları itibarıyla her zaman münakaşaya açık olsa da- yirmi birinci asra birkaç kadem kala, yeniden kiliseye yönelmekte; Uzak Doğu insanı bir kere daha Vedaların sihirli havasıyla Brahmanizm'i yorumlamaya çalışmakta; yeni "Mahayana" ve "Hinayana"larda Budizm'in ruhunu aramakta ve koskocaman dev bir ülkede Konfüçyusizm'in ahlakîliğini soluklamakta... Bu itibarla da, Yakın Doğu ve eski İslâm ülkelerinin bu umumî yönelişten doya doya nasiplerini almalarından daha tabiî ne olabilir ki.?
Ancak, düşmanların amansızlık ve insafsızlığı, dostların da vefasızlık ve idraksizliği yüzünden bu koca dünya, daha bir süre bunalım ve hafakanlarla yutkunup duracağa benzer. Bu da, birkaç asırdan beri bizi demir pençesinde kıvrandıran buhranların devam edeceği mânâsına gelir.
Öyle de olsa, zaman er-geç kayıp ilâhî takdirdeki yörüngesine oturacak.. dünya yeniden şekillenecek ve cihanın çehresi bir kez daha değişecek.. ve tabiî bütün bunlar, zamana hakîkî derinliğini kazandıran ilim, irfan kahramanları sayesinde gerçekleşecektir; iman ve aksiyon dinamizmini harekete geçirerek yeniden bir inanç, sevgi, aşk, mantık ve muhakeme devri başlatacak olan kalb ve kafa mimarlarıyla. İmanları dağlar gibi metin, ümitleri her zaman fevkalâdeliklerle iç içe, hiçbir güç ve kuvvetin "pes" ettiremeyeceği kadar ilâhî inayetlerle destekli, bir o kadar da bunun şuurunda olan bu esâtirî kahramanlar, bin bir ızdırap içinde kıvranan ve her gün daha bir derinleşen iştiyak ve beklentilerle, milyonların, problemlerinin çözümünde kendilerine bel bağladığı son aydınlık süvarileridir. Öyle ki bunlar, duyulup hissedildikleri her yerde ruhlarda heyecan ve gönüllerde de sonsuzluk duygusu hasıl edecek.. senelerden beri bütün beklentileri boşa çıkmış ve ciddi bir ruh sefaleti içinde inleyip duran, inleyip dururken de her zaman bir Heraklit bekleyen yığınlar, bu Mesih solukluları duyunca, sûr sesi almış gibi yeşerecek, bir "ba'sü ba'del mevt"e yürüyecektir.
Aslında daha şimdiden bir hiss-i kable'l-vukû (önsezi) ile topyekün dünya, onları sezdiği her yerde, onlara yöneliyor, onları dinliyor, onlara güven besliyor ve kurtuluşu adına Hak inayetinin onlarda temessül ettiğine inanıyor gibi.. bundan dolayı da, gittikleri her yörede iltifatlara mazhar oluyor, alkışlanıp takdirle karşılanıyor ve köpük köpük aşk u heyecanla selâmlanıyorlar.. selâmlanıyorlar ama hâllerinde, ne takdir edilip alkışlanmanın hasıl ettiği şımarıklık, ne çevrelerindeki hüsn-ü zan tufanına karşı küstahlık, ne de ferdî enaniyetlerini besleyen âidiyet mülâhazası ile bir fâikiyet tavrı yoktur onlarda, olmayacaktır da; inşâallah onlar hep sade yaşayacak, sade düşünecek ve sade konuşacaklardır. Gönül verdikleri yüce hakikat sayesinde, hayatları hep ukbâ buutlu ve öteler televvünlü cereyan edecek.. içtimaî münasebetleri hep meleklerinki gibi garazsız ivazsız olacak.. ve tabiî üsluplarında da asla alafrangaya girmeyecek; düşüncelerini kendi enstrümanlarıyla seslendirecek.. sözlerinin belâgatını samimî olmalarında arayarak düşüncelerini ihlasla besleyecek; hiçbir zaman cümlelerini süsleme lüzumunu duymayacak ve beyanlarında da asla dekolteye sapmayacaklardır.. halktan birer insan olarak, onlar gibi oturacak, onlar gibi kalkacak, hislerini onlar gibi seslendirecek ve onlar gibi konuşacaklardır. Hatta bazen her şeyi tavır ve davranışlarının cereyanına salarak muhataplarını gönül diliyle ağırlayacak ve onlara hâlin en tabiî, en fıtrî bestelerini sunacaklardır.
Onlar, tarihî "yanılgılar"ı düzeltmek, eskiye ve yeniye ait güzel şeylerden bir dünya kurmak, semavîlikle arzîliği bir kere daha buluşturmak için hep ölesiye bir gayret içinde olacaklardır. Samimiyetlerinin derinliği ölçüsünde hizmetten başka bütün mülâhazalara karşı kapalı kalacak, yanlışlara karşı alternatif düşünceler sunacak, kimden gelirse gelsin doğrulara arka çıkacak, tahribe ve tahripçiye karşı inşa ve imarın yanında olacaklardır. Onlar iyi şeylerin horlanması, insanî değerlerin hafife alınması, tarihî dinamiklerin tezyif edilmesi karşısında hep ölür ölür dirilirler. Her insana karşı -onun her düşüncesini paylaşmasalar bile- her zaman saygılı, ince, zarif birer üslup insanıdırlar. Yeni bir mezhep, yeni bir yol ve yeni bir sistem peşinde değildirler; ama eskilere yeni derinlikler kazandırarak en eski kıymetlerden en yeni şeyler ortaya koyacak kadar da duygu, düşünce, his ve mantık zenginliğine sahiptirler.
Herkesin maddî güce ve kaba kuvvete sığındığı günümüzde onlar, maddeyi kendi çerçevesinde kabulün yanında, sadece ve sadece ruha, maneviyata, ilâhî inayetlere güvenirler. Milletçe kurtuluşlarının, maddî zaferlerden ve ülkeler elde etmekten daha çok, insanları kucaklamaktan, onların ruhlarına girmekten ve gönüllerin kapılarını aralamaktan geçtiğine inanırlar. Bugüne kadar düşmanlıklarla bir türlü açılmayan gönül kapılarının, mutlaka muhabbetle açılacağına öylesine inanmışlardır ki, sevginin en küçük bir parçasını dünyalara değiştirmezler.
Herkesin her fırsatta, kin, nefret, sertlik ve huşûnet sergilemesine karşılık, onlar, olabildiğince hoşgörü ve müsamaha ile davranır, her zaman evrensel barışa giden yolları araştırırlar.. araştırır ve bunu hayatlarının gayesi bilirler. Bu itibarla da şununla-bununla uğraşma yerine bütün mücadele güçlerini kendi nefisleri üzerine teksif ederek sürekli kendi boşlukları, kendi zaafları ve kendi tutarsızlıklarıyla savaşırlar.. savaşır ve gönüllerini ihtiras, kin, nefret, intikam hissi gibi menfî duygulardan temizleyerek hep iyilik duygusuyla yatar-kalkar ve kötülükleri iyilikle savarlar.
Sızıntı, Aralık 1996, Cilt 18, Sayı 215
.
Hakikat sevgisinin bir yanını ilim, diğer yanını da din teşkil eder. Evet, insanın idrak ve şuuruyla, varlık arasındaki münasebet ve alâkanın bir tarafında hakikati keşif ve tesbit, öbür tarafında da ona karşı belirlenecek tavır söz konusudur. Birinci hususu, dinin bilgi kaynakları da dahil ilim takip eder. İkinci hususu ise, din belirler. Temelinde, varlığın tahlil ve izahı, hakikat keşfetme aşk ve iştiyakı olmayan ilim kör ve onun tesbitleri de çelişkiden hâlî değildir. Ferdî, ailevî, içtimaî bir çıkar mülâhazasıyla elde edilmeye çalışılan ilmin, her zaman bir kısım tıkanıklıklarla karşılaşması mukadder olduğu gibi, bir zihniyet, bir düşünce, bir parti ve bir doktrine bağlı olarak ulaşılan bilginin de gidip er-geç sarpa sarması kaçınılmazdır. Din; kendi içindeki bilgi kaynaklarıyla engin bir ilim havzı olması itibarıyla, hakikat aşkı, hakikat tutkusu açısından hayatî bir unsur, önemli bir dinamik ve bilginin ufkunu aşan konularda da açık üsluplu ama derin edâlı yanıltmayan bir rehberdir.
Ne var ki ilmin, belli düşünce, belli cereyan ve belli doktrinlerin yedeğine verilerek, ufku sığlaştırılıp, hazımsız, mütehevvir, kavgacı ve hakikatin yolunu kesen bir gulyabanî hâline getirilmesi mümkün olduğu gibi, semavî bir gerçek olan dinin de, fanatik düşüncenin elinde kin, nefret, gayız, intikam hislerine me'haz gösterilmesi her zaman ihtimal dahilindedir. Bir objenin kendi zıddı gibi vehmedilmesi ne büyük çelişki!
Şimdi bir bilim yuvası düşünün ki -aslında o, mâbet gibi mukaddestir- şu şekilde veya bu şekilde herhangi bir felsefî cereyana takılmış, hatta ona esir olmuştur. Orada ilim, hür olmayan, bağnaz bir düşüncenin elinde tutsak demektir ve cehaletin en lânetle anılanına rahmet okutturacak kadar da mel'undur. Ve bir din ki, siyasî-gayri siyasî bazı hiziplerin çıkarlarına vasıta yapılmak istenmektedir; artık mâbet o hizbin daraltılmış mâlikânesi, orada ibadet de bir tür teşrifat merasimi hâline getirilmiş demektir ki; böyle bir durumda, dinin de, diyanetin de lâhutîliğine kıyıldığında şüphe yoktur.
Evet, bir toplumda eğer bazıları "ilim" diyor ve bilim yuvalarını kendi villalarıymışçasına arzularının, heveslerinin, ideolojilerinin vitrini gibi kullanıyorlarsa, o ilim yuvaları çoktan mâbet olmaktan çıkmış, arzuların, hırsların, nefretlerin bilendiği bir arenaya dönüşmüştür. Yine bir cemiyette eğer bazıları "dindarlık" diyor ve kendileri gibi düşünmeyenlere, düşünmeyip onlarla aynı siyasî mülâhazaları paylaşmayanlara kâfirlik, zındıklık, münafıklık sıfatlarını yakıştırabiliyorlarsa, böylelerinin temsilinde din, -günahı bu sahte temsilcilere ait- insanları Allah'dan uzaklaştırma, onların gönüllerini karartma ve ümit kapılarını yüzlerine kapama gibi tamamen onun maksad-ı tenziline muhalif bir fobi hâline getirilmiş demektir. Doğrusu, kinle, nefretle, gayızla köpüren ağızlarda ve ruhları karartan kalemlerde din düşmanlığı ne ölçüde bir bağnazlık ve şeytana sunulmuş onu memnun eden bir armağansa; "din" deyip falan görüşü, filan düşünceyi kritik adına sıkılarak havaya kaldırılmış yumruklar da o ölçüde bir yobazlık ve gök ehlini hüzne boğacak bir cehalet örneğidir.
Görünümü ne olursa olsun bir insan, hakikî imanın ne olduğunu, vicdanın ne ile seslendiğini bilemiyor, ilâhî aşk ve muhabbetten nasipsiz, Allah nezdinde büyük olan şeyleri büyük, küçük olan şeyleri de küçük görüp, küçük kabul etmiyorsa, böyle birini tam dindar görmek, dinin semavîliğine ve evrenselliğine karşı en büyük bir saygısızlık olsa gerek. Dinin de, ilmin de en büyük düşmanı, hevâ, heves ve bir kısım arzularımızın, yerinde fikir zannedilmesi, yerinde de bir dindarlık gibi gösterilmesidir. Bu husus insanlarda geniş zeminli bir boşluktur ve bu boşluğun kaynağı da onların zaaflarıdır.. bu zaafların başında da, olduğumuzun üstünde görünme ve yeteneğimizin kat kat fevkinde beklentilere girme zaafı gelir. İşte bu zaaftır ki, mâşerî vicdanın kutsal kabul ettiği ilim ve dine ait bir kısım değerlerle doldurulmaya çalışılmaktadır. Daha doğrusu din bazılarınca, kendi boşluklarını doldurmada tıpkı bir dolgu maddesi gibi kullanılmak istenmektedir. Vicdanın, böyle beşerî bir zaafa karşı, hakka kilitlenmiş en güçlü silahı hakikat aşkı ve ilim sevdasıdır.. evet, bilgiç görünen dimağların yosununu, dine taraftar gibi görünen düşüncelerin de pasını silecek bir iksir varsa, şüphesiz o da Allah aşkı, O'ndan ötürü bütün varlığa sevgi ve hakikat aşkıdır. Gönüller aşkla coşup ruhlar muhabbetle şahlanınca, bütün beşerî boşluklar, zaaflar ya tuz-buz olur gider veya yararlı birer hayat iksirine inkılâp ederler.
İnsanları Allah sevgisine ve varlıkla münasebete taşıyan hakikat aşkını, yeryüzü, peygamberlerle tanıdı ve benimsedi. İlk günden itibaren, her nebi, yolundakilere birer aşk emiri olarak rehberlik yaptı ve onlarla muamelelerini aşk kaneviçesi üzerine örgüledi; derken gidip bu ilâhî aşk havzı içinde eriyerek, misyonuyla hedeflenen gerçek değerine ulaştı. Hazreti Mesih, insan sevgisine dayalı bir hayat şiiri besteledi ve bu duyguyu değişik şekillerde seslendirerek misyonunu sürdürdü. İnsanlığın İftihar Tablosu, Fuzûlî'ce bir nefesle ifade edecek olursak, "Aşıklar leşkerine mîr-i livâdır sühanım (sözüm)" diyerek dünya evini şereflendirdi ve ömür boyu da hep sevginin sesi-soluğu olarak inledi durdu.. bu ilâhî sevgi, önü alınmaz bir aşkınlığa ulaşınca da, gözü aşk u muhabbetin öteler televvününde ukbâya yürüdü. Kur'ân, sesinde ve mûsıkisindeki büyüleyiciliğin yanında -imanla ve iyi bir konsantrasyonla okunabilirse- aynı zamanda bir baştan bir başa aşkın sesi-soluğu, iştiyak ve vuslatın da birleşik noktasıdır. Hakikat tutkusu, ilim sevdası, araştırma cehdi, sorgulama ciddiyeti, murakabe gayreti Kur'ân'ın hemen her sûresinde, mü'min gönüllerin dikkatini çekecek kadar üzerinde çokça durulan konular oldukları gibi, dikkatli ruhların her uğrayışlarında, yeni yeni cevherler buldukları birer pırlanta yatağı gibidirler. Kur'ân'ı dikkatle takip eden her düşünce seyyahı, mutlaka kendini bu pırlanta yataklarından herhangi birine ulaştıracak bir damarda bulur ve kim bilir, hazzına doyulmayan ne yol mülâhazalarına ulaşır...
Ama ne gariptir ki, bütün acılarımızı dindirecek, asırlık yaralarımız üzerinde panzehir tesiri icra edecek ve muhteva itibarıyla zenginlerden zengin bu kitap, tutkusu başka, aşkı başka, sevdası başka, araştırmalarında sathî, değerlendirmelerinde çarpık, sorgulamaları hep başkalarına yönelik, duyguları hırs ve menfaate kilitlenmiş, aklı, mantığı hislerinin önünde, muhakemesi kaprislerine yenik, iç derinlik ve muhtevadan ziyade "vitrin, vizyon" arası gelip-giden ne ruh fakirleriyle temsil edildiğinden -vebali biraz da bakanın nazarının matlaştırmasında- onun durulardan duru saffetine gölge düşmekte ve mütereddit ruhlarda da şüpheler hasıl olmaktadır. Doğrusu, âhiret yolunda ve metafizik yamaçlarda görünseler de böyleleri, gözlerini maddî çıkar kör ettiğinden, ruh ile, mânâ ile yoğrulmuş bir dünyayı kendi çerçevesiyle kavrayamayacak ve aksettiremeyeceklerdir. Dahası bunlar, başkalarının değişik zaafları üzerine kurulmuş dünyalarına bakarak, aynı silahla silahlanma, aynı malzemeyi kullanma gibi hatalara düşecek ve bir mânâda "ötekiler" dedikleri insanlarla aynı şeyleri paylaşmak suretiyle, onlarda görüp ayıpladıkları fenalıkları, birkaç gün sonra milimi milimine taklit edecek ve santim santim onları izleyeceklerdir. Böyle hedefsiz ve gayesiz bir mücadeleden şimdiye kadar kimse kârlı çıkmamıştır. Aksine herkesin, ayrı bir hüsran âh u vâhıyla inlediği böyle bir mücadelede millî ruh kaybetmiş ve zarar eden de bizler olmuşuzdur.
Kur'ân, yeryüzüne engin bir denge anlayışıyla inmiştir; o, ferdin, ferdle, aile ile, toplumla, sonra da bütün bir varlıkla münasebetlerini dengelemiş ve müntesiblerine umumî ahenge giden bir yolu salıklamıştır. Biz ise, onun ruhunu, kendi mantığımızın dar çerçevesine sıkıştırarak, evvelâ o çok genişi daraltmış, evrenseli mahallîleştirmiş; sonra da aşkını, âdiyatın zeminine indirerek onun gökçek yüzüne üst üste küsûflar yaşatmışızdır. Said b. Cübeyr, Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel, İmam Serahsî... gibi yüksek mefkûre insanları zulme taraftar olmak şöyle dursun, ona karşı en küçük tavize dahi meyletmeden her zaman, Allah'a açık vicdanlarının sesine-soluğuna göre karar vermiş ve saraylardaki zevk ve safâ yerine, zindanlardaki cefâyı -estağfirullah- Hakk'a kullukla gerçek derinliği bulmuş düşünce ve vicdan hürriyetini seçmişlerdi.
Evet, hedefli yaşayanlar hedefli ölürler; ölünce de mezarları gönüller, hatta bütün bir mâşerî vicdan olarak orada ebedlere kadar yaşarlar. Bu yüksek ruhlara mukabil, çıkarlarının esiri kurnaz geçinen talihsizler ise, dünyada her şeyi boş verir ve hep hevâlarının, heveslerinin tasmalı köleleri olarak kalırlar ki, bunların yaşamaları bir zillet, arkada bıraktıkları tam bir melânet, akıbetleri de felâket üstüne felâkettir.
Kur'ân'ın sadık bir talebesi -siz ona, bir mefkûre insanı da diyebilirsiniz- kendi aşk u şevki, heyecan ve tutkularının ötesinde başkalarını da terkisine alıp sonsuza taşıyan bir ebediyet süvarisidir. O, düşünce dünyasına göre idealize ettiği ufkuna doğru ilerlerken, başkalarının realite dedikleri pek çok şeyi çiğner-geçer; çiğner-geçer de bir kısım mefkûrezedeler onu deli sanır.
Aslında, gaye ve hedef, önümüzü kesip bizi duygularımızdan yakalayan ve madde ile, menfaat ile, çıkar ile, şöhret ile çepeçevre sarılı bu dünyanın dışında, bir ruh âleminin, bir metafizik atmosferin göbeğine fırlatan bir mancınık gibidir. Ona, şöyle veya böyle kilitlenen herkesin, bugün olmasa da yarın, tıpkı rampadaki bir füze gibi gidip Hak katındaki yörüngesine oturması mukadderdir. Din, bütünüyle bu ideal tipi besleyen bereketli bir kaynak, Peygamber de bu mübarek kaynağın şefkatli sunucusu, ciddiyetli temsilcisi ve onun semavî orijinine en uygun yorumlar getiren bir tefsircisidir. Bu itibarla da O, arkasındakilerine hep en iyiyi, en mükemmeli, en beşerî olanı salıklayan ve vaz'ettiği prensiplerle en uzak geleceğe açık bulunan bir müceddid, bir müşerri' ve bir inkılâp insanıdır. Kur'ân'ı kendi derinlikleriyle görmeyenler, o Zat'ı da, Kur'ânî derinliklerin en mâhir dalgıcı olarak kabul edemeyenler, sözüm ona, kendi derinliklerinde -ona da derinlik denecekse- boğulmuş öyle bahtsızlardır ki, yer yer Kur'ân'da kendi sığlıklarının aks-i sadâsıyla sarsılır geriye durur; zaman zaman tarihsellik hezeyanına sığınır ve kendi boşluklarını seslendirirler ki, bunların çoğunun yorum ve temsillerinde din, daha doğrusu diyanet, ya üstûrelerle delik-deşik olmuş bir ucûbe, ya da zamana yenik düşmüş ve çağıyla savaşan -hâşâ- çağ dışı bir sistemdir.
Oysaki Kur'ân, derinliğinin sırrı duruluğu öyle engin, öyle zengin bir kaynaktır ki, her muhatap onu, kendi idrak seviyesinin ufkunu aşkın bulup daha ilk kademde böyle bir kaynağa sahip olmanın itmi'nânına erebilir. Sonra da idrak ufkunun inkişafıyla onu hep, bir gökkuşağı gibi ve ulaştığı her noktanın ötesinde, ulaşılması imkânsız bir tâk gibi müşahede eder. Diyanet ise, işte bu ışık kaynağının, zeberced bir prizmadan hayatın içine akan, onu yoğuran, şekillendiren öyle aşkın bir yorumudur ki, onu duyup hissedenler, onda hep seviyemizin söylendiğini gördükleri hâlde yine de taklidi imkânsız bir "sehl-i mümteni" ile karşı karşıya kalırlar.
Sızıntı, Kasım 1997, Cilt 19, Sayı 226
.
Dua; bir çağrı, bir yakarış ve küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya, arzdan, arzlılardan semâlar ötesine bir yöneliş, bir talep, bir niyaz ve bir iç dökmedir. Dua eden, kendi küçüklüğünün ve yöneldiği kapının büyüklüğünün şuurunda olarak, fevkalâde bir tevazu içinde ve istediklerine cevap verileceği inancıyla el açıp yakarışa geçince, bütün çevresiyle beraber semâvîleşir ve kendini rûhânîlerin "hay-huy"u içinde bulur. Böyle bir yönelişle mü'min, ümit ve arzu ettiği şeyleri elde etme yoluna girdiği gibi, korkup endişe duyduğu şeylere karşı da en sağlam bir kapıya dayanmış ve en metin bir kaleye sığınmış bulunur.
Bizim ümit ve arzularımız birer başarı ve muvaffakiyet sâiki, korku ve endişelerimiz de olumsuz davranışlarımıza karşı birer temkin ve teyakkuz vesilesidir. Biz, Allah'ın geleceğimizle alâkalı takdir buyurduğu şeyleri bilmesek de, her zaman ümit ve endişelerimizi, azim ve kararlılıklarımızı o takdirin birer emâresi ve kavlî, fiilî, hâlî dualarımızı da -şart-ı âdî plânında- onun bir vesilesi sayarız. Zira, Hazreti Sâdık u Masdûk'un beyanıyla; sonuçta herkesin elde edeceği netice, büyük ölçüde o kimsenin davranışlarına bağlı olarak gerçekleşmektedir. Ne var ki, duada Hakk'a teveccühü kendi isteklerimize bağlayıp, kendi arzularımızı öne çıkarmamız da doğru değildir. Doğru olan, bir kulluk şuuruyla Hakk'a yönelip, tevazu ve mahviyet içinde, acz, fakr ve ihtiyaçlarımızın lisanıyla O'na arzıhâlde bulunmaktır.
Aslında dualarımızla biz, beşerî isteklerimizin gerçekleştirilmesinden daha çok, Rabbimiz'e saygımızı, güvenimizi ve O'nun gücünün her şeye yettiğini itiraf eder; son noktayı bazen bir sükûtla, bazen de -esbâba tevessül mülâhazası mahfuz- her şeyi O'ndan bekleme durumunda bulunduğumuzu vurgulama adına: "Ne hâlimiz varsa hepsi de Sana ayân/Dua, kapı kullarından miskince bir beyan.." mânâsına hâl-i pür-melâlimizi dile getiririz. Evet, bazen Kur'ân-ı Kerim, bazen de sözleri lâl ü güher Söz Sultanı'ndan alıntılarla istediklerimizi Hakk'ın dergâhına sunar ve ebedî mihrabımız olan O'nun kapısına yönelerek, ruh dünyamızı şerh eder, içimizi O'na döker ve "huzurun edebi" diyerek ağzımızı sımsıkı kapatarak sükût murakabesine geçeriz ki, bazılarınca böyle bir hâl -ihlâs ve samimiyetin derecesi ölçüsünde- en belâgatlı sözlerden daha beliğ ve en yüksek ifadeleri aşkın bir beyan ve bir arzıhâl sayılır. Allah, gizli-açık her hâlimizi bildiğine göre, duada sözden daha ziyade öz önemli olsa gerek.. zaten Cenâb-ı Hak da: "Kullarım beni Sen'den sorarlarsa; bilmeliler ki, Ben onlara çok yakınım; Bana dua edenin duasına icabet ederim." mazmununca O, arzu ve isteklerimizi bilmede, bize bizden daha yakındır. Bu itibarla da, istek ve dileklerimizi huzur mülâhazasına bağlayarak, sessizlikle seslendirmek, hususiyle de o seviyenin insanları için ayn-ı edebdir. İster gayb telâkkisi, ister huzur mülâhazası, bize bizden daha yakın olan Rabbimiz: "Siz bana dua edin ki, Ben de icabet edip karşılık vereyim." buyurarak, bizi duaya teşvik etmekte ve dua etmemeyi anlamsız bir istiğna ve bir kopukluk saymaktadır.
Dua eden bir kimse, bütün gönlüyle Allah'a yönelip yalvarışa geçebildiği takdirde, kendine her şeyden daha yakın olan Rabbisine karşı, kendi beden ve cismaniyetinden kaynaklanan uzaklığını aşarak O'nun her zaman var olan yakınlığına saygısını ifade etmiş ve kendi uzaklığının vahşetinden kurtulmuş olur. Cenâb-ı Hak da ona, duyması gerekenleri duyurur, görmesi gerekenleri gösterir, söylemesi icap eden şeyleri söyletir ve yapması lâzım gelen şeyleri de yapmaya muvaffak kılar. Bu paye aynı zamanda nafilelerle ulaşılan öyle hususi bir yakınlık (kurb) payesidir ki, artık böyle bir mazhariyetle şereflendirilen "kurb" kahramanının görmesi, gözler ötesi bir gözle, işitmesi kulaklar ötesi bir kulakla, diğer aktiviteleri de kendi benliğinin üstünde farklı bir kimlikle gerçekleşmeye başlar; başlar da bir hamlede gider, ayrı bir buudun insanı olma seviyesine yükselir; derken, her fırsatta Rabbi'yle dua ve icabet alış-verişinde bulunur, yalvarış ve yakarışa, O'nun sonsuz kudretine itimadın ifadesi olarak sımsıkı sarılır ve sırtını sarsılmayan bir güce dayamış olmanın güveniyle, dilinde dua yürür en olumsuz gibi görünen şeylerin üzerine.
Bu itibarladır ki, imanın zevkine ermiş ve ibadette hassaslaşmış ruhlar, kat'iyen duada kusur etmezler. Aksine böyleleri, ibadeti varlıklarının gayesi gibi duyar ve duaya da fevkalâde önem verirler.. maddî-mânevî sebeplere riayetin yanında gönüllerini Rabbilerine açıp yalvarmayı, O'na yakınlık arayışının sesi-soluğu gibi değerlendirir ve dualarını bir ümit, bir reca nağmesi gibi seslendirirler. Böyle bir yakınlık atmosferinde, çok defa ümit ve beklenti neşvelerinin yanında, bazen de mehabet ve endişe esintileri hissedilebilir. İnsan, her şeye O'nun sonsuzluk ve sınırsızlığı içinde baktığı aynı anda, kalbinin râşelerle ürperdiğini duyar gibi olur ve hemen temkin ve teyakkuza geçer. Duada, her zaman iç içe yaşanan bu iki hâl, insanın mârifet ufkunun vüs'atiyle mebsuten mütenasip (doğru orantılı) inkişaf eder. Kur'ân, mü'min tabiatındaki bu hisler halitasını: "Rabbinize huşû ile ve içten içe duada bulunun." diyerek, kat'iyen O'ndan müstağni kalınamayacağını, ululuk, azamet ve ceberûtuna rağmen, rahmet ve inayet kapılarının da ardına kadar herkese açık bulunduğunu vurgular ve duanın önemi üzerinde ısrarla durur.
Bizim acz, fakr, zaaf ve ihtiyaçlarımıza karşılık O'nun, bizi var eden, besleyen, büyüten, arzu ve isteklerimizi görüp-gözeten ve bizi asla başkalarına bırakmayan bir engin rahmet sahibi olması, O'na karşı tavırlarımızı devamlı ince ayara tabi tutmamız bakımından fevkalâde önemlidir. Bizler aciz, zayıf ve muhtaç, O ise, her şeye hükmeden mutlak bir Hâkim'dir. Bu itibarladır ki, biz hemen her zaman, küçüklüğümüzün şuurunda ve O'nun büyüklüğünü takdir hisleriyle hep iki büklüm yaşar ve isteyeceğimiz her şeyi, kavlî, fiilî ve hâlî talep çerçevesinde sadece ve sadece O'ndan ister ve O'na karşı müstağni davranmayı küstahça bir çalım; O'nunla dua ve ibadet münasebetlerimizde lâubalî, gayriciddî bulunmayı da bir saygısızlık kabul ederiz; ederiz de, O'na teveccühlerimizde her zaman ümit ve endişe, mehabet ve beklenti mülâhazalarımızı beraber götürmeye çalışırız. O'nun bize çok yakın olduğunu ve dualarımıza icabet edeceğini düşünürken, ululuk ve azametini rahmetinin vüs'at ve ihtişamıyla iç içe duyar.. haşyet ve râşelerle ürperir.. tavırlarımızı yeni baştan gözden geçirir.. ses tonlarımızı ayarlar.. hâzır ve nâzır birinin huzurunda bulunduğumuz mülâhazasıyla zevk ve temkini aynı anda hisseder ve yaşarız. Bu mânâda dua her zaman, Cenâb-ı Hakk'a arzıhâlde bulunmanın sesi-soluğu olması itibarıyla en sâfiyâne ve en hâlisâne bir kulluk tavrıdır. Aslında bütün varlık, istidât, kabiliyet veya fıtrî ihtiyaçlarının dilleriyle hep O'na dua ederler. O da bunların hepsine, belli bir hikmet çerçevesinde cevap verir ve her sesi duyup ona icabet ettiğini herkese ve her şeye duyurur.
Ne var ki, dualarımıza cevap verilmesini, bizim isteklerimizin aynıyla yerine getirilmesi şeklinde anlamak da doğru değildir. Biz bazen, sadece bugünü, hâlihazırdaki heves ve arzularımızın gereğini düşünerek kendi talep çerçevemizi daraltmış, yarınları ve bizimle münasebeti olan daha başka şeyleri gözden çıkarmış olabiliriz. O ise, hem bizim için hem her şey için, hem bugünümüzü hem de uzak-yakın yarınlarımızı iç içe görüp-gözeterek, bizim daralttığımız hususları açar, genişletir; dünya-ukba vüs'atine ulaştırarak, merhamet ve hikmetinin derinliğine göre çok buudlu cevaplarda bulunur.. evet O, hâlihazırdaki durumumuzu aydınlatırken yarınlarımızı karartmaz.. bugünün ışıklarını yarınların zulmeti hâline getirmez ve bize iltifatlarda, teveccühlerde bulunurken başkalarına kat'iyen mahrumiyet yaşatmaz.. herkese ve her şeye çok derinlikli cevaplar verir, dualarımızı duyduğunu, isteklerimizi nazar-ı itibara aldığını gösterir.. ve huzuruyla gönüllerimize tasavvurlarımızı aşkın ne inşirahlar, ne inşirahlar verir..
Bütün bu mülâhazalara açık bir gönül, ellerini açıp yakarışa geçince, kendisini gören, soluklarını duyan, içinden geçenleri bilen ve iniltilerini değerlendiren her şeye Kâdir, her şeye Hâkim, istediğini istediği gibi yapan, yaptığı her şeyde farklı hikmetler gözeten birinin var olduğunu düşünür; O'nun merhameti, iradesi, meşieti sayesinde her şeyin üstesinden gelebileceği inancıyla gerilir ve en karanlık anlarında bile sürekli huzur yudumlar, itminan soluklar ve ümitle oturur-kalkar. Bu çerçevede günde birkaç defa O'na yönelmek, kalbin gözü-kulağıyla fizik ötesi şeyleri görüp işitmeye çalışmak o kadar derin ve anlamlıdır ki, bir kere bu mazhariyeti duyup tadan birinin, bir daha da o kapıdan ayrılması düşünülemez. Bu mazhariyeti tam yakalayamasak da, son bir kez daha o Yüce Dergâh'a yöneliyor ve O'nun kapısının tokmağına dokunarak inliyoruz:
Ey, varlığı canlarımızın cânı, nûru gözlerimizin ziyası Yüce Varlık! Sen tenlerimize can vermeseydin, bizim çamurdan, balçıktan ne farkımız olurdu.! Sen gözlerimize ziya çalmasaydın, kâinatları, eşyayı nasıl değerlendirebilir ve Seni nasıl bilebilirdik.! Sen bizi önce taştan-topraktan, sonra da iman ve mârifet bahşederek iki kez var ettin. Sana kâinatın zerreleri adedince hamd ü senâda bulunsak, yine de hakkıyla şükür vazifesini yerine getirmiş sayılamayız...
Ey, her zaman güzellikler izhar edip çirkinlikleri örten ve en çirkin görünen şeyleri dahi izâfî güzelliklerle bezeyen Güzeller Güzeli! Gönüllerimizi güzellik duygularıyla mamur kıl ve bize her zaman güzel kalmanın yollarını göster!
Ey, günahlarla kirlenmiş kimseleri hemen cezalandırmayan, haddini bilmezlerin ayıplarını görmezlikten gelerek onlara mânevî kirlerinden arınma fırsatları veren Merhametliler Merhametlisi! Bizi günahlarla, hatalarla kirlenmekten koru; kirlendiğimizde de mağfiret ve merhametini bizden esirgeme! Biz, Senin var etmenle var olduk ve Senin lütuflarınla ayaktayız. Her zaman Senin cömertliğini soluklamakta ve Senin ihsanlarını yudumlamaktayız. Dimağlarımıza aydınlık veren Sen; gönüllerimizi iman zevkiyle mamur kılan da Sensin. Akıl Seni buluncaya kadar şaşkınlıklar içinde bocalayıp duruyor, nefis de bâğîlikler peşinde koşturuyordu. Aklı rehber hâline getiren Sen, nefsin arzularını frenleyip, ona itminan ufkunu gösteren de Sensin.. Senin lütuflarınla kendimizi bulduk ve şurada-burada zayi olup gitmekten kurtulduk.
Gönüllerimiz Senin mârifetinle itminana erip oturaklaştı.. düşüncelerimiz Sana teslim olmakla öldürücü hafakanlardan sıyrılabildi. Bizler hemen hepimiz, ellerimiz Senin kapının tokmağında boynu bükük dilencileriz -Allah, bu dilenciliği sonsuza kadar devam ettirsin-. Dualarımızla Seni mırıldanıyor, içlerimizi çekiyor ve vereceğin cevabı bekliyoruz. Bugüne kadar Senden başka bizi duyan, yüzümüze bakan ve şefkatle başımızı okşayan olmadı. Ne bulduk, ne gördükse Sende bulduk, Sende gördük ve Sana inancımız sayesinde hayretten, dehşetten, gurbetten ve yalnızlıktan kurtulduk. Bütün benliğimizle son bir kere daha Sana yöneliyor, af ve afiyet dileniyoruz.
Kalb katılığından, gafletten, başkalarına bâr olmaktan, aşağılıktan, aşağılanmaktan, miskinlikten; cehaletten ve faydasız bilgiden; ürpermeyen gönülden, doyma bilmeyen nefisten, kabul edilmeyen duadan; nimetlerinin zeval bulmasından, lütuflarının değişip başkalaşmasından; ansızın bastıran azabından, gelip çatan gazabından Sana sığınıyoruz. Senden her zaman, yalvaran diller, haşyetle ürperen gönüller istiyoruz. Tevbelerimizi kabul buyur, bizi günahlardan arındır, dua ve isteklerimize cevaplar lütfeyle! Delil ve bürhanlarımızı hedefine yönlendir, kalblerimizin ufkunu aç, dilimizi doğruluğa bağla ve gönül kirlerimizi temizle! Allah'ım, Senden her işimizde sebat, Kur'ân yolunda kararlılık ve nimetlerine karşı da duyarlılık hissi bekliyoruz. Kapına yönelenleri boş çevirme, itaatte bulunanlara bol bol karşılık ver, Sana baş kaldıranlara da doğru yolu göster.. muzdariplerin dualarını icabetle taçlandır, sıkıntıda bulunanları lütfunla şâd eyle, hasta ruhlara hususi muamelede bulun, küfür ve ilhad içinde bocalayanlara da nurunu göster; göster de kalmasın hiçbir yanda muzlim bir nokta..!
Sızıntı, Nisan 2000, Cilt 22, Sayı 255
.
Yıllar var ki toplumumuzda sürekli bir düşünce kayması yaşanıyor ve her gün daha da yaygınlaşan bir üslûp bozukluğu bütün duygu ve düşünceleri âdeta esir alıyor. Beyanlar fevkalâde dekolte, ifadeler olabildiğine mütecâviz, davranışlar bayağılardan bayağı, edâ büsbütün yırtık; bu şirâzesizliğe esas teşkil eden hisler ve mantıklar ise akreplerin niyetleri kadar karanlık... Neyi dinleyecek, kime güvenecek ve hangi düşünceye itimat edeceksin.? Her zaman tenkide ve tahribe kilitlenmiş bu kavgacı ruhlar arenasında, en masum düşünceler, en tutarlı plânlar ve projeler bile bazen teâruzların, tesâkutların insafsız dişleri arasında çiğnenip bir kenara atılmakta ve en mukaddes değerler hep pâyimal olup gitmekte.
Nedir acaba, insanımıza insanî değerler açısından bu ölçüde irtifa kaybettiren sebepler?. Nedir acaba bizi birbirimizin kurdu haline getiren sâikler..? Şayet bu üslûpla -tabiî, buna da üslûp denecekse- bir yere varılmak isteniyorsa çok yanlış; hele bu yolla bir kısım yüksek mefkûrelerin gerçekleştirilmesi düşünülüyorsa o da bütün bütün bir aldanmışlık.. ama ne acıdır ki, biz yıllardan beri hep peşi peşine aldanmakta, hep akla-hayale gelmedik yanlışlıklar yapmaktayız. Hem de yaptığımız şeyleri dünya çapında büyük başarılar gibi göstererek büyük yanlışlıklar yapmaktayız. Öyle ki, âleme örnek olacak, dünyanın şeklini değiştirecek, hiç olmazsa ülkemize çeki-düzen vereceğiz yâveleri en çok bu dönemde duyulan fantezilerden oldu. Ama, işte o tiz perdeden atıp tutmalar ve işte huzursuzluğun pençesinde kıvranan bu mübarek ülke ve mağdur millet!
Doğrusu, bu şirâzesizlikle ne dünyanın düşünce haritasını değiştirmek ne kendi toplumumuzun idbârını ikbâle çevirmek ne de insanımıza yeni ufuklar açabilmek mümkün olacaktır. Bence, bu hafakanlı çevrelerin, her biri birer hezeyan ve ihtilaç sayılan düşüncelerinden doğsa doğsa ancak kargaşa doğar. Ama kat'iyen yenilik doğamaz. Aslında bugüne kadar olanlar, bundan sonra olacakların aldatmaz emâresi ise, böyle bir konuda, daha fazla bir şey söylemek de abes olsa gerek...
Orijinal bir konuyu tahlil ettiğimiz iddiasında değiliz; bu mevzû şimdiye kadar değişik mahfillerde defaatle ele alındı.. bilmem kaç kere teşhis ve tesbit imbiğinden geçirildi.. nice zengin karîha ve güçlü kalemlere iştigal mevzuu oldu.. hatta ne kapsamlı anketlerle üzerinde duruldu.. ve farklı platformlarda farklı değerlendirmelere tâbi tutuldu; ne var ki bu teşebbüslerden hiçbiri beklendiği ölçüde yararlı olmadı.. olmadı ve hâlâ pek çok kimse düşünce ve zeka kıymetini bu üslûp bozukluğu uğrunda harcamakta; bilgi, kültür, cesaret ve mantığını hislerinin yedeğinde götürmekte ve âdeta hep insanî değerlerle savaşarak ömrünü tüketmekte. Zaten bu fikren yetersiz, kalbî hayatları itibarıyla bomboş, muhakemeleri açısından fevkalâde tutarsız, hikmet ve ilim fakiri kimseler, biraz da hilekâr, hasis, şöhretperest, makam-mansıp-menfaat düşkünü iseler, bunların başka bir çizgi takip etmeleri de mümkün değildir.. başka bir çizgi takip etmeleri şöyle dursun böyleleri, gözlerini diktikleri noktaya ve kilitlendikleri hedefe ulaşabilmek için kanmak bilmeyen bir susuzluk ve doymak bilmeyen bir oburlukla, sürekli bu cismanî açlık ve susuzluğu giderme peşinde koşacak; ara sıra elde ettikleriyle sevinseler de, çok defa fevt ettikleri fırsatlardan ötürü kıvrım kıvrım kıvranacak, her biri insanoğluna bahşedilmiş eşsiz birer mevhibe sayılan ruhlarındaki yüksek hislerini söndüre söndüre nefsanîlik vadilerinde hep sürüklenip duracaklardır.
Zaten, bu ölçüde, insanî mantık ve muhakemesini, vicdan ve vicdana bağlı ilahî mevhibelerini yitirmiş bu kalb ve düşünce fakirlerinin, dünyanın yükselip daha bir yaşanır hale gelmesine ve insanoğlunun mutluluğuna herhangi bir katkıda bulunmaları ya da milletleri için yararlı olabilmeleri ve hele onları yeni ufuklara yönlendirmeleri kat'iyen söz konusu değildir; değildir zira, hiçbir zaman, kendini iç derinlikleriyle duyamamış ve varoluş hedeflerini kavrayamamış; dahası sevmeyi unutmuş, saygıya boş vermiş, fazileti fantezi saymış ve sürekli ne kazanacağını, nasıl kazanacağını, kimi çarpacağını ve hangi yollarla refahın doruğuna ulaşacağını düşlemiş durmuş böyleleri, ihtimal hayır yapmaya niyet etseler bile hep şerlere sebebiyet vereceklerdir. Zira, kirli ruh ve mülevves tabiatlardan temiz şeylerin meydana gelmesi hiç görülmemiştir veya ender vak'alardandır.
Gerçi daha önceleri de insanlık defaatle düşünce inhirafları ve ruh kaymaları yaşayagelmiştir ama, konu hiçbir zaman bu ölçüde bir sosyal gâile haline gelmemiştir; gelmemiştir, çünkü günümüzün insanı bütün zeka gücünü, muhakeme kabiliyetlerini nefsi ve hevâsı hesabına kullanmakta ve hakka, hidayete karşı da kararlı bir savaş sürdürmekte. Ayrıca o, bütün bunları zeka ve bilgisinin her şeye yettiği ve yetebileceği kanaatiyle yapmaktadır...
Aslında ben, bugünkü insanların dünkülerden daha zeki ve daha mantıklı oldukları kanaatinde değilim. Hatta bir mânâda günümüzün zeka şampiyonlarının, muhakeme dahilerinin uzak-yakın dünkü insanlara nispeten daha aptal ve daha banal olduklarını düşünüyorum. Günümüz teknolojisi ve ilmî imkânlarının vadettiği onca avantaja karşılık, o imkânların onda birine bile sahip olmayan eski insan ihtimal daha kabiliyetli, daha muktedir ve daha tutarlıydı. Herhalde bir Kabil, günümüzdeki emsaline nispeten daha becerikli bir kâtil; Nemrut daha onurlu bir müstebid; Kârun daha atılgan ve müteşebbis bir kapitalist; Firavun daha dengeli bir mütemerrid; Sokrates daha disiplinli bir düşünür; Leonardo daha derin ve ufuklu bir sanatkâr; Shakespeare daha hülyalı, daha fettan bir edip; Goethe daha fâik bir tasvirci; Nietzsche, gözü daha kara bir âsi; Sartre daha mübâlâtsız ve mümâşâtsız bir nefis tahlilcisiydi.. evet, bunlardan her biri kendi felsefî çizgisinde -iyi ya da kötü- daha çaplı ve daha çalımlıydı.
Oysaki günümüzde, ne kendini tamamen hurafelerden kurtarmış kabul eden aydınlar, ne de dini ve metafiziği kendi derinlikleriyle kavradığını sanan ruh ve mânâ insanları, hem de sahip bulundukları onca modern imkânlara rağmen, kat'iyen selefleri seviyesinde başarılı olamamışlardır.. başarılı olamamadan da öte, her şeyi maddede arayan aklı gözlerine inmiş maddeciler de, her şeyi mânâya ircâ etme konumunda bulunan mâneviyatçılar da, muhakemeleri itibarıyla alabildiğine sığ, azim ve iradeleri açısından fevkalâde kararsız; insanî değerlere saygı bakımından eskilerden daha geri, hevâ ve hevesleri itibarıyla olabildiğine hercâi; her sabah ayrı bir cereyanın zebunu, her akşam ayrı bir anlayışın meftûnu; sürekli gel-gitler içinde ve hep istikrarsız; bazen ateist ve nihilist, bazen kapitalist ve liberalist; bazen uysal ve aşamayacağı güçler karşısında iki büklüm, bazen de serseri ve âsi; ama her zaman dengesiz ve hedefsizdirler. Aslında böylelerinin, her an ayrı bir akıntıya kapılıp bir meçhule sürüklenmeleri ya da herhangi bir yanlışın cenderesinde preslenmeleri mukadderdir. İşte kara bahtlarının rüzgârlarıyla, hazan yemiş yapraklar gibi savrulup zebil olan bu zavallıları kurtarmaya da kimsenin gücü yetmeyecektir.
Öyle tahmin ediyorum ki, bu sosyal zıvanasızlığı -belki de buna içtimâî paranoya demek daha uygun olacak- yarınlara ait tehditleriyle görebilenler, daha şimdiden ürperip titremeye başlamışlardır bile. Ancak, kim ne kadar ürperip titrerse titresin, çare ve çözüm adına ortaya atılan düşünceler, dönüp dolaşıp yine sosyalizm, kapitalizm, liberalizm... gibi doktrinlere gelip dayanmakta. Arızanın hakikî merkezi ve inhirafların gerçek sebepleri tesbit edileceği ana kadar da, zannediyorum biz hep bu fâsit daire içinde dönüp duracağız, toplum da bir türlü bunalımlardan kurtulamayacak.
Evet, o, siyasî buhranlardan sıyrılırken iktisadî krizlere gidecek, askerî handikapları aşarken idarî kaoslara sürüklenecek ve hep öldüren bu 'kısırdöngü'ler içinde harâb olup-türâb olup gideceğiz. Şayet önümüzdeki günlerde de bu mantıkla -daha doğrusu bu mantıksızlıkla- hareket edilecek olursa, bir çuvaldız boyu yol almamız mümkün olmayacak; paneller, konferanslar dönüp dolaşıp yine 'fert' ve 'devlet' makûlesine gelip dayanacak; 'Hürriyetçi bir düzen mi yoksa devletçi bir nizam mı? Kapitalist bir sistem mi, sosyalist bir idare mi..?' mülâhazaları asla aşılamayacak.. sonra da bir sürü diyalektik, bir sürü mantık oyunu, derken onca kaybedilmiş yıllar ve heder olup gitmiş imkânlarla kendi egoizmamız etrafında daireler çizip durduğumuz görülecektir. İsterseniz şimdi birkaç asırdan beri milletçe, yapılması gerekirken her ne hâl ise bir türlü yapılamayan hususların bazılarını arzetmeye çalışalım:
Biz, bir-iki asırdan beri millet olarak onca yenilik teşebbüslerimizin yanında, kendi millî kültürümüze dayanarak kendi ahlâk sistemimizi kuramamış; kendi metafizik mülâhazalarımızı geliştirip sistemleştirememiş; Allah, kâinat ve insan gerçekleri açısından kendi iç dünyamızı aksettirecek bir sanat telâkkisi ortaya koyamamış ve mânâ köklerimize göre bir talim ve terbiye sistemi geliştirememiş bir milletiz.
Dünyada hemen her ahlâkî sistemin özünü, sağlam bir inanç, hazmedilmiş hürriyet duygusu ve yaygınlaştırılmış bir mes'uliyet şuuru teşkil eder ki, bunların hemen hepsi de metafizikle alâkalı konulardır. Küfür ve ilhadın hakim olduğu, insanların hürriyet duygularının öldürüldüğü, gönüllerden sorumluluk hissinin sökülüp atıldığı bir toplumda metafizikten bahsetmek mümkün değildir. Böyle bir ortamda ahlâktan söz etmek ise bütün bütün imkânsızdır. Kendi metafizik düşünce sistemini kuramamış toplumlar, böyle bir metafizik mülâhazaya göre kendi iç kimliklerini belirleyememiş fertler, zamanla ruhlarını, inançlarını yitirecekleri gibi, uzun zaman kendi soy kütüklerini korumaları da mümkün olmayacaktır.
Oysaki biz, millet olarak tarih boyu bizi besleyen o bereketlilerden bereketli kendi hayat kaynaklarımızı kendi ellerimizle kuruttuk.. kuruttuk ve bütün bütün ithalâta yöneldik. Öyle ki, dünyanın dört bir yanından getirip dayatmalarla herkese kabul ettirmeye çalıştığımız o tuhaf milliyet telâkkisi, o acayip hayat felsefesi ve ruhumuzu yaralayan o garip sanat anlayışıyla topyekün milletin hafızasını karıştırdık, birkaç bin seneden beri par par yanan kendi meş'alelerimizi söndürerek yarasalar gibi âdeta karanlığa teslim olduk.
Şimdi bizim, şuna-buna değil, şu felsefe bu felsefeye de değil, bize kaybettiğimiz kendi ruhumuzu kazandıracak; bizi belirsizliğin anaforlarından kurtarıp kendi ahlâk, kendi anlayış ve kendi törelerimiz çerçevesinde yeni bir hakikat aşkına, ilim telâkkisine ve düşünce derinliğine ulaştıracak sihirli bir reçeteye ihtiyacımız var. Bu reçete, yüzlerce senelik millî hayatımızdan süzülüp gelen kendi metafizik mülâhazalarımız, kendi ukbâ buudlu hayat felsefemiz ve Allah-kâinat-insan gerçeğiyle alâkalı nübüvvet eksenli kendi sesimiz, kendi soluklarımızdır. Öyle zannediyorum ki, yitirdiğimiz değerleri elde edeceğimiz güne kadar da kendi üslûbumuzu bulabilmemiz, kendi konumumuzu belirleyebilmemiz ve düşünce kaymalarından kurtulmamız mümkün olmayacaktır.
Sızıntı, Temmuz 1998, Cilt 20, Sayı 234
.
Yıllar var ki milletçe, hakikî ihtiyaçlarımızı görmezlikten gelerek, ihtiyaçmışçasına bir kısım fanteziler arkasından koşup durduk. Bazen neyin ihtiyaç olduğunu kestiremeyerek, bazen de bir kısım lükslerimizi ihtiyaç zannederek, hayatımızı bütünüyle bu kabil lükslere bağlayıp sürekli tenakuzlar (çelişki) yaşadık. Böyle bir çelişki hangi sâiklere dayanırsa dayansın biz, onca ciddî ihtiyaca rağmen, her zaman bir kısım fanteziler peşinde olduk. Dahası, bazen peşinde bulunduğumuz şeyler ihtiyaçlarımızı gidereceğine, onları daha da artırdı; artırdı da, tıpkı susuzluktan ciğeri kebap olmuş birinin hararetini giderme yolunda deniz suyu içe içe, içme-susama fasit dairesinde zebun olup gittiği gibi, biz de, herhangi bir ihtiyacımızı gidermeyen bir kısım fantezilerin bağımlısı olarak bütün enerjimizi bir hiç uğruna kullana kullana, gölgelerin azat kabul etmez köleleri hâline geldik.
Bu itibarla da millet olarak, şu anda başka şeye değil, bizi içinde bulunduğumuz bu 'körebe' oyunundan kurtarıp, her zaman tabiatlarımızla bağdaşabilecek olan o köklü dînî, millî, ahlâkî, terbiyevî disiplinlerimizi hayata geçirmeye ihtiyacımız var. Şimdi, hem ortada zaruret derecesine gelmiş böyle bir ihtiyacı, hem de bu ihtiyacı karşılamanın biricik yolu o sağlam medeniyet telâkkimizi, o mazbut millî tabiatımızı ve o zengin kültür yapımızı görmezlikten gelerek, bir kısım fanteziler arkasından koşmamız, kendi millî değerlerimizi ihmal ve millet rûhunu tahrip değil de ya nedir..?
Bizim medeniyet telâkkimiz ve kültür anlayışımızda, insan ve insanî değerler her zaman öncelikli konular olagelmiştir. İş böyle iken, her biri birer elmas sütun mahiyetindeki kendi kültür kaynaklarımızı kulak ardı ederek; zenginlerden zengin o koskoca tarihî mirasımıza rağmen, farklı ve mânâ köklerimize ters bir dünya görüşü ortaya koymak, bilmem ki hangi mübrem ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır.? Ama gel gör ki, toplum olarak, yıllardan beri kendi iç âlemimizi, mânâ köklerimizi ve dünden tevarüs ettiğimiz değişik zenginliklerimizi hesaba katmadan ve tamamen bir kısım fantastik mülâhazalar, ya da bazı kimselerin lüksü olarak, hazır bir elbise gibi nice nesepsiz şeyleri alıp başımıza geçirerek, hem millet yapısındaki tenasübü hem de millî endamımızı berbat etmişizdir. Evet, körü körüne benimseyip millete de dayattığımız nice şeyler olmuştur ki, ya tamamen bir basiretsizlik ve cehalet sâikiyle, ya da başkaları öyle istediği için bu yabancı unsurlar gayet rahat gelip bize ait değerlerin yerlerine oturmuşlardır da, kılımız bile kıpırdamamıştır. Çok acıdır, bu meş'um dönemde zekâlarımız, hevâlarımızla heveslerimizin emir kulu, mantıklarımız göreneklere tâbi, iradelerimizin kolu-kanadı kırık, muhakemelerimiz de başkalarını taklide bağlı olmanın darlığı içinde, lüksten lükse koşan birer çağzede gibi hep sürüm sürüm yaşamışızdır.
Evet, milletçe bu karanlık dönemde, hemen her zaman mantıkî boşluklarımız, ahlâkî zaaflarımız ve entellektüel yetersizliklerimiz üçgeninde, tıpkı Bermuda Müsellesi'ne kapılmış gibi kendimizi ölüme salmış ve âdeta birer cansız cenaze görünümü sergilemişizdir.. bu arada bazı aydınlarımızın durumu ise, bütün bütün yürekler acısıdır. Evet, varlık ve hâdiseleri bir bütün hâlinde görememe zaafı, terkip ve tahlil zaafı, şablonculuk ve taklit zaafı ve kendi kendini inkâr zaafı içinde her yanıyla hiçliğe emanet bu dönemin aydınları, yol alıyorum vehmiyle hemen her zaman gidip mesafelere takılmış ve birer yol garibi gibi, bir oraya bir buraya toslamış durmuşlardır. Kimseyi suçlamaya hakkımız yok; göz göre göre yoldan çıkan bizlerdik. O koskoca tarihî sorumluluk da bize aitti. Hele kat'iyen kimse kabahati bilime, teknolojiye ve değişik türden düşmanlarla sarılı bulunduğumuza yüklemeye kalkmamalıydı. Onları ortaya atan, şekillendiren ve bütünüyle hayatı onlara bağlayan, başta yarım aydınlarımız olmak üzere bizlerdik. Bilim, bilim olarak masum, teknoloji de günahsızdı. Bu itibarla da, eğer mutlaka bir mücrim aranacak idiyse, o bizim aramızda aranmalıydı.
Evet, insan, kâinat ve topyekün hâdiseleri gerçek sahiplerinin referansı çerçevesinde bir türlü değerlendirememe ve yanlış mânâlandırma sonucu her şeyi tabiat ve esbaba bağlayan, en açık şeyleri bile anlaşılmaz hâle getiren, ifadeleri gayet vâzıh kâinat kitabını, dizaynı olabildiğine mükemmel dünya sarayını ve o kitabın okuyucusu, sarayın da nezaretçisi sayılan insanı gayesiz gören ve gösteren bizlerdik. Bizler, hiçbir şeyi temelde doğru yorumlayamadığımız gibi, varlığın mâverâsını da bir türlü göremedik; dolayısıyla da, eşya ve tabiat adına hilâf-ı vâki bir sürü yorumda bulunduk. Ne varlığı analitik bir mülâhaza ile ele alabildik, ne de varlık ötesi gerçeklerle alâkalı tutarlı bir şey söyleyebildik. Yanlış gördük, yanlış değerlendirdik ve yanlış sonuçlar karşısında hep apışıp kaldık. Derken, bu zincirleme hatalarla sürekli zincirleme günahlara girdik.. cezasını geri kalmışlıkla, fakirlikle, türlü türlü iftiraklarla çekeceğimiz zincirleme günahlara.
Oysaki eğer, daha ilk yenilenme rüyaları görmeye başladığımız günden itibaren, maddeyi de mânâyı da kontrollü olarak ele alıp atbaşı götürebilseydik, hem zihnî ve rûhî faaliyetlerimiz, hem de fizyolojik hareketlerimiz dengeli bir çizgi takip edecekti. Evet, daha o ilk günlerde hiç olmazsa bir parça okuyup düşünebilenler; matematik, fizik, kimya, astronomi ve biyolojiye olduğu kadar metafizik mülâhazalara, dine-imana ve kendi düşünce çizgimizde estetiğe; sözün özü, temel kültür kaynaklarımıza yönelebilselerdi, bugün çok daha farklı ve insanlık adına daha yararlı neticeler elde etmiş olacaktık. Ama ne gezer.! Biz, büyük ölçüde ikinci şıkkı tamamen ihmal ederek, ihmalin de ötesinde, her zaman o türlü düşüncelerin aleyhinde bulunmayı aydınlığın gereği saydık. Öyle ki, en önemsiz şeyler karşısında fevkalâde duyarlı davrandığımız hâlde, zihnî, rûhî, kalbî aktivitelerimizi bütün bütün görmezlikten gelerek, bilim ve düşünce adına da, din-iman ve bütün metafizik mülâhazalar hesabına da, Einstein'ın yaklaşımıyla, bir sürü kör bir sürü de topal yetiştirdik. Bilim ve araştırma mevzuunda duyarlı olmak elzemdi ve o hususta kat'iyen kusur edilmemeliydi. Buna 'eyvallah' ama, ne gariptir ki biz; insan, varlık ve hâdiselerle alâkalı konularda -gücümüz nispetinde de olsa- meselenin fizikî buuduna fevkalâde ihtimam gösterirken, metafizik yanını bütün bütün görmezlikten geldik ve geliyoruz. Her şeyi maddeye, kaba güce ve ekonomiye bağlıyor ve bunları, dünyayı cennetlere çevirmenin biricik temel unsurları sayıyoruz.
Aslında böyle bir mülâhaza ile maddeyi, kuvveti, ekonomiyi hafife aldığımız zannedilmemelidir. Ama eğer, bugün insanlık ciddî bir huzursuzluk içinde ise, nesiller her gün biraz daha kargaşaya kayıyor ve ırz çiğneniyor, namus pâyimal olup gidiyor ve herkes birbirini ısırıyorsa, siz bütün bu olumsuzlukları ve bu korkunç boşlukları, madde ile ve onun vadettiği refahla kat'iyen dolduramazsınız. Zaten onca gayrete rağmen doldurulamayıp 'toplumsal' barış ve güven adına bir şey yapılamadığı da meydanda. Ama acıdır, belli bir süreden beri biz, dünyevî mülâhazaları ve maddî refah unsurlarını her şeyin önüne çıkararak, tıpkı materyalistler gibi, hatta daha da ileri giderek, maddeyi hayatın olmazsa olmaz esası gibi görmeye başladık.. mâneviyatımıza musallat olan hurafelerden sıyrılmaya çalışırken -elbette ki böyle bir gayreti her zaman alkışlarız- gidip materyalizm hurafelerine saplandık ve kendi kültür mirasımızın önemli bir bölümünü bütün bütün inkâr ettik. Dahası, zamanla kendi millî çizgimizden tamamen saparak, temel dinamiklerimiz açısından da kendimizi değişik krizlerin ağında bulduk; sürekli yeni krizler doğuran bir krizler ağında. Ve bir daha da dengemizi bulup bu fasit daireden sıyrılamadık. Öyle ki; maddenin o katı, sıkıcı ve bunaltan dar çemberinden kurtulalım derken, ya ifratlara girerek eşyayı, tabiatı, hatta bütün fizikî mülâhazaları kaldırıp bir kenara attık ve kendimizi tuhaf bir mistisizme saldık. Ya da maddenin yerini, lüzumunu ve kendi çerçevesinde önemini vurgulayalım derken, gidip gırtlağımıza kadar maddeciliğe ve tabiatperestliğe gömüldük. Belki ruhçulukla gelen bir kısım hurafelerden kurtulduk; ama bu defa da ya tam bir materyalizm üstûre ya da natüralizm putuna takıldık; yani, cinden kaçarken şeytanın ağına düştük.
Daha kötüsü de, böyle bir düşünce hercümerci içinde bazılarımız, bütün bütün imanlarını yitirdiklerinden, insan, eşya ve kâinat gerçeklerini tamamen duyguların ihsas dairesine veya dünyevî aklın sınırlı çerçevesine inhisar ettirerek 'madde' diyor, 'pozitivizm' diyor, 'natüralizm' diyor ve bunların dışında hiçbir şeyi kabule yanaşmıyor; bazılarımız da, ilk filozofların akıl ve nefis mütalâalarına benzeyen değişik mârifet nazariyelerinin arkasından koşuyor; insan, kâinat ve eşya ile alâkalı hemen her mülâhazayı irfana bağlıyor; aklı da, insan duygularını da ve bu duyguların varlığı -kendi ihata çerçevelerinde- ihsaslarını da görmezlikten geliyordu. Evet, temel referans kaynaklarımıza karşı alâkasız kaldığımız bu dönemde, sürekli bir fikir keşmekeşliği içinde bocalayıp duruyor ve hemen her zaman birbirimizle uğraşıyorduk. Derken, upuzun yıllar hep böyle kısır çekişmelerle gelip geçti; ama, biz bir çuvaldız boyu bile yol alamadık.
Şu anda dahi kavga vesilesi o eski miras etrafında dedikodu etmeden öte bir şey yapamıyor; bazen tamamen tahribe programlanmış gibi sürekli yıkmaya koşuyor, bazen de sûret-i haktan görünerek tahriplerimizi birer inşa şeklinde gösteriyor ve o yıllanmış teâruzlarımızı, tesâkutlarımızı hep devam ettiriyoruz. İşte böyle bir mantıkla şimdiye kadar, bir hamlede, bir nefhada yıkıp yerle bir ettiğimiz nice âbidevârî değerlerimiz oldu ki, onları yakıp yıkarken, hep yerlerine daha iyilerini ikâme edeceğimiz hülyalarıyla oturup kalkıyorduk. Heyhat!. Daha iyilerini ikâme etmek bir yana, bilmem kaç asır oldu, yıktıklarımızın sahtelerini bile henüz ortaya koyabilmiş değiliz.
Oysaki, varlık Hakikî Sahibine bağlanarak bu kör dövüşüne bir son verilebilir ve O'na imandan kaynaklanan güç, disiplin, fazilet ve hikmetle yepyeni bir diriliş gerçekleştirilebilirdi. Böyle bir teşebbüs bundan sonra da olmayacak demek değildir. Ama, bu yön ve istikametteki bazı 'hudâyinâbit' oluşumlar müstesna, şu ana kadar ciddî bir şey yaptığımızı söylemek oldukça zordur. Aslında mesele dönüp dolaşıyor ve gelip, bir iman ve diriliş neslinin yetiştirilmesine dayanıyor. Sadece içinde bulundukları günün hesabına bağlı kalmayıp, yarınları ve daha sonraki günleri de düşünen; inanç, disiplin, faaliyet ve aktiviteleriyle bugünün insanları oldukları gibi, bütün davranışlarını götürüp sonsuza dayayan ve upuzun bir geleceğin muhasebesine bağlayan bir iman ve disiplin neslinin yetiştirilmesine.
İstikbal vadeden sıhhatli bir toplum için bu evsaftaki insanların yetiştirilmesi çok önemlidir. Aksine, fertleri itibarıyla sadece kendilerini düşünen ve himmetleri açısından da aile çerçevesini aşamayan bir toplum, cemiyet vasfını yitirmiş ve bir yığına dönüşmüş sayılır. Sağlam bir millet olabilme, o milleti teşkil eden fertler arasındaki âhenkle mebsûten mütenasiptir. Böyle bir âhenk de, gönüllerden fışkıran köklü bir kardeşlik ve sevginin mevcudiyetine, hem de bugüne kadar olandan çok daha farklı ve aşkın bir kardeşlik ve sevginin mevcudiyetine bağlıdır. Zaten şimdiye kadar yapılanlardan daha müessir, daha güçlü, daha farklı yeni bir şeyler söyleyip, yeni bir şeyler yapamayacaksak; farklı bir şeyler yapıyormuş gibi yüksek sesli ve yüksek frekanslı bağırıp çağırmanın da bir anlamı olmasa gerek.
Hâsılı, bugün toplumumuz, o muhteşem geçmişini üzerine bina ettiği kendi temel dinamiklerine yönelerek yeniden hayata 'bismillah' deme mecburiyetindedir. Aksine, eğer o, dînî ve millî değerlerini canlandırıp hayata geçiremez ve kendi kültür mirası itibarıyla dirilemezse, bugün içine sürüklenmiş olduğu kaoslardan, sırf bir kısım maddî imkânlar ya da teknolojik güç ve ilmî aktivitelerle sıyrılması zor görünmektedir. Bence bugün içinde bulunduğumuz değişik krizlerden sıyrılabilmek için, milletimizin hemen her kesiminde yeniden bir iman, bir aşk, bir heyecan ve bir ümit duygusu uyarmaya ve dinin kendi orijinalitesine uygun, çağın idrakine göre yeniden seslendirilmesine ihtiyaç vardır. Bir din, kendi ruhu açısından susturulmuş ve kendi ilâhî orijinalitesinden uzaklaştırılarak her şeyi maddeye ircâ eden banal bir telâkkinin yorumlarına hapsedilmişse, o dinin kendinden bekleneni vermesi mümkün değildir; insanlığa yeni bir mesaj sunması da. Allah'ın dünyada da, ötede de insanları mutlu etmek için gönderdiği din, şahısların keyfine ve şahsî yorumlarına tâbi olamaz.. o, dünyevî ve geçici bir kısım menfaatlerin, çıkarların ve muvakkat mutlulukların esasları gibi 'algılanamaz".. hele kat'iyen, bazı şahısların isteklerine ve bazı devirlerin gereklerine göre tevil edilerek, mesaj alanı daraltılamaz. Aksine, böyle yaptığımız takdirde onu öldürmüş olur ve kendi arzularımızı, isteklerimizi; hatta hevâ ve heveslerimizi onun yerine ikâme etmiş sayılırız.
Yakın tarihimiz itibarıyla onun bir türlü kendini ifade edememesini şu hususlara bağlamak mümkündür: Bazı müntesip ve dostlarının taassubu, ufuksuzluğu ve vefasızlığı; düşmanlarının da kin, nefret, husûmet ve ilhad yobazlığı.. evet o, her zaman bu iki engele çarptı, beklenmedik inkisarlara uğradı ve gölgede kaldı. Oysaki din, kendi olarak konuşmak, kendi olarak gönüllere girmek ve kendi olarak söyleyeceklerini söylemek için gönderilmişti. O, kimseyi tevkil etmemişti ve kimsenin de onun nâmına konuşmaya hakkı yoktu. Ama gel gör ki, her şeyde 'uzmanlık' ve 'ihtisas' dediğimiz bir çağda, pek çoklarımız itibarıyla, utanmadan ve sıkılmadan onun hakkında rahatlıkla konuşabiliyoruz. Keşke uzmanlığa saygı hissimizden o da nasibini alabilseydi. Aslında, bu kadarcık olsun, onun da böyle bir vefa beklentisi gayet tabiiydi. Ama, bilmem ki o, bu beklentinin öşrünü bulabildi mi..? Bu konuda söylenecek daha çok şey olabilir, ancak daha fazlası, bu makalenin istiap haddini aşar.
Sızıntı, Aralık 1999, Cilt 21, Sayı 251
.
Aklın, mantığın ciddî biçimde yara aldığı ve hislerin, heveslerin muhakemenin önüne geçtiği günümüzde, her zamankinden daha fazla dikkat etme konumunda olan bizlerin, çevremizde meydana gelen hâdiseleri, gerçek sebep ve sâikleriyle yerli yerine oturtabilmek, oturtup değerlendirebilmek için, kine, nefrete, düşmanlığa dayalı ve propaganda eksenli kitap, broşür, makale ya da sempozyum, konferans, panel, açık oturum gibi... belli ideolojiler etrafında yazılıp-çizilen fikir suretindeki heveslerden daha çok, düşünce namusu ihtiva eden objektif mülâhazalara ihtiyacı var. Yıllar var ki, sırf bir kısım ideolojik endişe ve hizip çıkarlarıyla alâkalı gayız ve öfke hıçkırıkları diyebileceğimiz o tiksindiren homurdanışları dinleye dinleye düşünce istikametimiz bozuldu.. beşerî münasebetlerimiz, herhangi bir ciddî sebebe dayanmayan bazı vâhî kaygılarla temelden sarsıldı.. ve milletçe, çevremizdeki onca güzelliklere rağmen hep bir kısım çirkinliklere takılıp kaldık; takılıp kaldık da iyilikleri bütün bütün görmezlikten gelerek sürekli kötülükleri öne çıkardık.. hatta daha da ileri giderek, pek çok evrensel insanî değerleri politik veya ideolojik mülâhazalarımıza feda edip kuruntularımızı âlemşümul kıymetlerin tahtına oturttuk.. gün geldi, prim yapacağı mülâhazasıyla düşmanlıkları körükleyip diyalog ve hoşgörüye karşı ilan-ı harp ettik.. cumhuriyet ve demokrasi nimetlerinden, bizim gibi düşünmeyenlerin istifadelerinden rahatsızlık duyarak her zaman bayraklaştırdığımız sistemi bile sorgulamaya kalktık.
Evet, bütün bunları yaptık ve aslında bunlar, bir döneme ait, Allah'a, O'nun Peygamberi'ne ve öldükten sonra dirilmeye inancını yitirmiş nesillerin dramıydı. Rıza Tevfik'in ifadesiyle, belli çevrelerce, Türklük ruhu apaçık ve zorla hem Allah'ına hem de Peygamberi'ne isyana itiliyordu. Geleceğin sonsuz karanlıkları karşısında, inançsızlıkla tir tir titreyen ve şaşkınlıkla gidip bir oraya bir buraya toslayan, insanî ve ahlâkî yanları itibarıyla, cismaniyetine nispeten tıpkı felçli uzuvlar gibi nahifleşmiş; millî değerleri açısından alabildiğine renksiz ve silik, tarihten tevârüs ettiği şeylere karşı fevkalâde saygısız ve mütecâviz; sürekli kendi hezeyanlarını takdis edip dururken, dinî ve millî her şeyi tekrar tekrar süzgeçten geçirme lüzumundan bahsedecek kadar lâubâli veya septist; yazarken, konuşurken işporta mefhumlarıyla düşünecek ölçüde bayağı ve ağzını açtığı her yerde, az buçuk firaset sahiplerince hemen kendini ele veren bu fikirzedeler, kendileri açısından altın çağlarını yaşasalar da vatan evladına hep kan kusturduklarında şüphe yoktur. Millet onların gayız ve nefret bombardımanları karşısında hep inim inim inledi; onlar da bir türlü doyma noktasına ulaşamadıkları o cehennemî kin ve hiddetleriyle sürekli homurdanıp durdular.. homurdanıp durdular ve hiçbir zaman varlık ve insanın gerçek muhtevasına, vicdanın sesine soluğuna, ruhun enginliğine yönelemediler. Yönelemezlerdi de, zira bunların ne bir ufukları ne de gâye-i hayalleri vardı.. egoları etrafında dönüp durmayı yol alma sanıyor.. ve tıpkı, her zaman sandalının bir yanındaki küreği kullanan kayıkçı gibi, aynı noktada daire çizip duruyorlardı. Kafalarındaki çarpık ve anarşik düşünceleri, dillerinden dökülen gayız ve nefret ifadeleri; kitap, gazete, mecmua sahifelerinin yanında televizyon ekranlarını karartan beyan ve üslûplarıyla bu duyguları kara, düşünceleri kara, ifadeleri kapkara talihsizler, dünden bugüne kendileriyle beraber milletimizin talih yıldızını da karartıyorlardı.
Bilmem ki, bunlara birer düşünce anarşisti demek nasıl olur?. Kendi fikirlerinin dışında -ona da fikir denecekse- her türlü otoriteye karşı çıkan, her türlü iktidarı reddeden, Bakunin'in ifadesiyle, hiçbir ayırım gözetmeden sadece yıkmayı düşleyen ve hedeflediği her şeye kaba kuvvetle ve bir hamlede ulaşmayı plânlayan; ilhamlarını Neronlar, Firavunlar, Leninler, Mussoliniler, Hitlerler, Francolar, Salazarlar veya Proudhonlar, Nietzscheler, Schopenhauerler, Kamular, Marcuseler... gibi büyük ölçüde ömürlerini insanî değerlerle savaşmakla geçirmiş canilerden alan bu düşünce ma'lûlü bahtsızlara başka bir isim bulmakta zorlandığımızı itiraf edelim. Tamir ve inşâ zemininde böyle hep tahripte bulunan, yıkmayı yapma sanan, her zaman müstatil bir cinnet örneği sergileyen bu insanları, günümüzün nesilleri böyle tanıdığı gibi, geleceğin insanı da böyle tanıyacak ve onları tarihin büyük anarşistleriyle beraber yâd edecektir.
Evet, duyguda, düşüncede, inançta, felsefede, tabiat "bilimler"inde hep materyalistçe davranıp anlayış ve inançlarımızı yıkarak bizi gönül dünyamızda ilhada, fikir hayatımızda teşettüte, örf, âdet ve geleneklerimizde tahribe iten, hatta kısmen muvaffak da olan bu insanlara dense dense anarşist denir; ama kat'iyen aydın ve entelektüel denemez; zira bunlarda anarşist ruhların bütün hususiyetlerinin var olduğu söylenebilir.
Bunlar, güçlü oldukları zaman zalim ve baskıcı; iktidarsız hale geldikleri zaman hırçın ve hilebaz; başkalarının boşluklarını değerlendirmede fevkalâde mahir ve kurnaz; kendi kusurlarını örtbas etmede olabildiğine cerbezeci ve şarlatan, hasım kabul ettiklerini yıkmada hep karalamacı ve karalamalarında da kararlıdırlar.
Evet, her yerde ve hayatın her biriminde kavgacı tabiatlarıyla düşüncelerini belli eden ve firasetli insanlara kendilerini ele veren bu olabildiğine zayıf, ama tahribin kolaylığındaki avantajları değerlendiren; bu oldukça mantıksız, fakat mugalâta ve demagojinin bütün türlerini bilen; bu tamamen muhakemesiz, ancak her zaman değişik çığırtkanlıklarla mevcudiyetlerini hissettiren bu kör ve topal yığınlar, bütün oyunlarını müstakim düşüncenin kendi içindeki tutarsızlığı ve zaafları üzerinde oynamaktadırlar.. oynarken de sanki bu ülkede yalnız onlar düşünüyor, onlar konuşuyor, onlar karar veriyor ve onlar kitleleri yönlendiriyor gibi bir imaj uyarılmakta; buna karşılık saf vatan evladı ise, kendi zaaf ve tutarsızlığının ağında binbir ihtilaçla kıvranmakta ve hep sessiz infialleriyle içten içe kendini yiyip bitirmekte. Böyle olunca da, her yerde sadece bu bir avuç anarşistin sesi duyulmakta, onların izleriyle karşılaşılmakta, onların tahriplerinin endişesi yaşanmakta ve her olumlu hamle onların plânlayıp ortaya koydukları engebelere takılmakta...
Acıdır, dün olduğu gibi bugün de bütün toplum yine onların uğursuz çığırtkanlıklarıyla inliyor, devlet, yer yer onların velvelelerinin şaşkınlığını yaşıyor, din ve diyanet onların şarlatanlığıyla sık sık hırpalanıyor; ahlâkîlik onların dünyasında bir ayıp gibi gösteriliyor ve sanat o uğursuz atmosferde hislerin, heveslerin oyuncağı haline getiriliyor...
Hâsılı, bu anarşist ruh rahatlıkla her yere girebiliyor, her şeye karışabiliyor, bütün değerlere dokunabiliyor ve tıpkı kanser hücreleri gibi metastazla ulaştığı her uzvu kendine benzetiyor ve ona kendi üslûbunu dayatıyor. Evet o, her zaman açık-kapalı komünist usûl ve yöntemleriyle içtimaî âhengimizi sarsıyor; dine saldırıyor ve onu çağ dışı ilan ediyor. Sanatı yozlaştırıyor ve onu kuralsızlığın, kanunsuzluğun mezbeleliğine çeviriyor. Düşünceye musallat oluyor ve onu hevânın, hevesin yedeğine vererek kirletiyor. Aslında, yaptığı şeylerle, inanç, düşünce ve sanat telâkkimizi bozan bu anarşist ruh, her şeyden evvel bizim iç âhengimizi bozuyor ve ümit ufuklarımıza sisler, dumanlar püskürtüyor. Böylece, inanç ve beklentilerimizdeki koskoca bir dünya, onun için bir tımarhane -bu onun umurunda olmasa bile- bizim için de bir zindana dönüşüyor.
Tımarhane deyip delilere telmihte bulundum. İşin doğrusu, bu darmadağınık ruhu, bu hiçbir kalıba uymayan hilkat garibesini ne sıhhatli dimağlar kategorisinde mütalâa etmek ne de hasta ruhlar albümünde bir çerçeveye oturtmak mümkündür. Akıllı deseniz, her zaman selim mantığa, ilmî müşahedeye ve vahye karşı ciddî tavırları sizi yalanlar. Şizofreni demeye kalksanız, aldattıkları yığınların tekzibine uğrarsınız. Paranoyak olduğunu düşünseniz, temâdî tenakuzu karşınıza çıkar. Narsist diyecek olsanız, meseleyi ferdîliğe incirar ettirmiş (indirgemiş) olursunuz.. evet bunlar hiçbir kalıba uymazlar; pek çok kalıp içinde görünseler de tam bir kalıpsızlık örneğidirler.
Genç nesilleri ele geçirdikleri yerlerde, önce onları baştan çıkarır, sonra da onlardan şikayet etmeye başlarlar. Kamu yararına deyip başına geçtikleri her işte, kendi çıkarlarını düşünür ve başkalarına boş verirler.. kendilerinden iş ve hizmet beklendiği her zeminde hizmetten daha çok laf üretirler.. emniyet ve asayişe -Allah göstermesin- müdahale etme fırsatını bulsalar, bütün düzeni kendi ruh atlaslarına çevirirler.. adalete el atsalar, hukuku o müşevveş düşünceleriyle yorumlar, umumî nizamı alt-üst ederler.. yollar onları vatan müdafaasına çekip götürse, cephede kelepir kovalar, cephe gerisini de kabadayılık arenasına çevirirler.. mihrabı, minberi ele geçirseler, kendilerini Allah'ın vekili görür ve halkı kapı kulları sanırlar; ağızlarını her açtıklarında ya kinle, nefretle boşalır ya da insanlara beddua ve kahriyeler okurlar.
Hâsılı, bunlar nerede ve hangi meslekte olurlarsa olsunlar, her zaman yıkıcı, insafsız, bencil ve kendi doğrularının azat kabul etmez köleleri gibi davranır ve herkesi değişik yanlışlıklar içinde görüp göstermeye çalışırlar. Zayıf düştükleri zaman kavgada yenilmiş çocuklar gibi tehditlerle teselli olur ve hep karşıya zarar verme fırsatını kollarlar. Kuvveti elde ettiklerinde herkesi ezer geçer, herkesi ağlatır ve çevrelerindeki mazlum iniltilerini bir ney gibi dinlerler. Bunların, ruhlarımızda cefa endişesiyle iç içe yaşayan dostlukları ayrı bir ızdırap; müsamaha, afv u safh bilmeyen düşmanlıkları ise ayrı bir ızdıraptır. Bunlar sadece davranışlarıyla değil, sırf yâd edilmeleri ile bile elli türlü kabalığı, hoyratlığı birden çağrıştırırlar.
Bunların belirli bir yolu, mezhebi, felsefesi yoktur. Aslında teşhisi, çerçevesi belli olmasa da bunlar birer hastadır ve hastalıkları da, mizaçlarını uyaracak değişik hâdiseler karşısında her zaman nüksedecek türdendir. Ne zaman hafakanlarının kabaracağı, ne zaman hezeyanlarının köpüreceği hiç belli olmaz. Uslu uslu otururken, bir bakarsın yakınındakilere tekme-tokat sallıyor, uzaktakilere de yazılarıyla, sözleriyle hakaretler yağdırıyor. O, ne millî göründüğünde doğrudur ne de milliyetsizliğinde; zaman zaman millî görünme lüzumunu duyar, önüne geleni milliyetsizlikle karalar.. yer yer evrenselliğe bürünür, millî ruh taşıyan herkesi faşistlikle suçlar.. dini kabul ediyor gibi göründüğü aynı zamanda, rahatlıkla bütün dindarlara "mürteci" diyebilir.. insan haklarından söz ettiği aynı anda, bazı kimselerin o haklardan mahrum edilmesi gerektiğini vurgular ve zımnen de olsa onların, insan olmanın avantajlarından yararlanmayı hak etmemiş bir alt sınıfa mensup olduklarını ima eder.
O, toplumu oralıya-buralıya ayrıştırır ama, ne oralıdır-ne de buralıdır; o, kinin, nefretin esiri, imanın ve imanlının da en amansız hasmıdır; hasmıdır ve kendinin o tahripçi iradesi dışında hiçbir iradeye tahammülü yoktur. Bundan ötürü de, içinde bulunmadığı, bulunamadığı, bulunup alkışlanamadığı en olumlu teşebbüslerin, en ideal projelerin -tabiî bütün bunlarda onun menfaatleri söz konusu değilse ve ona bir pâye ve itibar kazandırmıyorsa- hep düşmanı olagelmiştir.. düşmanı olagelmiştir, zira onun şahsen ne bir teşebbüs kabiliyeti, ne bir inşâ gücü ne de bir proje üretme istidâdı vardır. O sarmaşıklar gibi hep başkalarına dayanarak ayakta durmaya çalışır, onlardan beslenir, sonra dört bir yandan onları sararak hava ve ziyâlarına mâni olur.
O, bir başarısızlık örneğidir, kendi başarısızlığı kadar da diğer insanların başarılarının düşmanıdır. Şöyle veya böyle o, kendisinin içinde bulunmadığı hiçbir işi ve muvaffakiyeti hazmedemez. Bu itibarla onun hazmedemediği bir hayli insan vardır ve o bütün bunları düşman ilan etmiştir; gücü yettiklerini ezer, yetmediklerine çamur atar; en masum vatan evladını dahi karalamada bir an bile tereddüt etmez. Belki de onun en başarılı olduğu husus da işte budur. Değişik demagoji ve mugalâtalarla, o kapkaranlık düşüncelerini bazen en aydın kimselere bile rahatlıkla kabul ettirebilir.
Aslında, bu karanlık ruh, hep kendi yalancı hülyalarıyla beslenir ve vehimleriyle ayakta durur. Kinle, nefretle kendini ifade eder ve bütün oyunlarını karşı cephe kabul ettiği kesimin zaafları üzerinde oynar. Yaptığı her iş tahrip olduğundan, bazen az bir güç ve imkânla büyük işler başarıyor gibi de görünebilir. Hatta, yaptığı bu şeyler onun his dünyasına birer başarı gibi aksettiğinden sürekli onu cesaretlendirir ve onda daha büyük bir tahrip arzusu uyarır.
Doğrusu bu düşünce anarşisti bir insan ruhu zararlısıdır ve bu zararlı karşısında şimdilerde bizim her şeyden evvel, bugünümüzü, yarınımızı iyi görüp iyi değerlendirecek; ülke meselelerini dar politikacı mantığıyla değil, milletin ana problemlerini çok iyi kavramış ve alternatif çözümler üretebilen; sözden daha çok davranışlarının eri; icmalî plânda düşüncesi hareketlerinin önünde, tafsilî plânda hareketleriyle yeni düşünce ufuklarına açılabilen ruh kahramanlarına, analitik zekalara; yılgınlık bilmeyen güçlü iradelere ihtiyacımız var. İşte böyle hiçbir branşın tek ve dar görüş plânına mahkûm olmayan bu gerçek bilgi ve tefekkür nesli sayesinde, bugün olmasa da yarın -inşâallah- düşünce ufkumuzu kirleten ve millî üslûbumuzu karartan tarihî bir zararlının tesir ve teşevvüşünden kurtulacağımızı ümit ediyorum.
Sızıntı, Ağustos 1998, Cilt 20, Sayı 235
.
"Ne harâbî, ne harâbâtîyim
Kökü mâzide olan âtîyim." (Yahya Kemal)
"Muştular geleceğe, selam şanlı mâziye." (Kırık Mızrap)
Hiç şüphesiz bir topluma yapılacak kötülüklerin başında, o toplumu, bugünkü ve yarınki varlığının en hayatî kökleri sayılan mâzideki değer ve dinamiklerinden koparmak gelir. Yıllar var ki milletimiz, hep böyle sinsi bir plânla karşı karşıya kaldı; hatta ona o zenginlerden zengin tarihi unutturularak âdetâ bu koskoca millet millî hafızadan mahrum bırakıldı. Aslında biz millet olarak, bu bölgede var olduğumuz günden itibaren eskilerden tevârüs ettiğimiz her şeye kendi boyamızı çalarak, onları yepyeni kıymetlere ulaştırdık ve tamamen kendimize mal ettik.
Üzerinde bulunduğumuz bu topraklar, çevremizde çağlayıp giden ırmaklar, dört bir yanımızda salınan ağaçlar, gönüllerimize ürpertiler salan mehîp zirveler, sımsıcak ve yumuşak ovalar-obalar ve her uğrayışımızda, âdetâ bir âhiret koyuna uğramış gibi bizi uhrevîleştiren mezarlar ve o mezarlar içinde ibretli bir sessizlikle yüzlerce seneden beri yatan ölüler, o kadar bizimdir ve o kadar duygularımızla içli-dışlıdır ki, onlarsız edemeyiz.. aksine ne zaman onlardan uzak kalsak, ruhlarımızın ciddi bir "dâüssıla" ile sarsıldığını hisseder ve hemen onlara koşmak isteriz.
Evet biz, işte bu ölçüde gönüllerimize sinmiş bu topraklar üzerinde onun havası ile, suyu ile beslenerek yirmi birinci asrın sahillerine ulaştık. Biz, bu toprakların çocukları, mübarek tarihin mirasçıları ve torunları olmakla övündüğümüz ölülerimizin de dalları, sürgünleriyiz.
Bu itibarla da, o kendine has rengi, deseni, şivesiyle geçmişimize hayranlık duymamız ve onunla alâkalı yitirdiğimiz değerlerin hasretini çekmemiz gayet normaldir. Eğer gayritabiî bir durum varsa o da, bu konudaki vurdumduymazlıktır. Mâzi; şekil, keyfiyet ve öz bakımından bizim duygu ve düşüncelerimizin kaynağı, şimdiki mevcûdiyetimizin kökü, yarınki bekâmızın da esasıdır. Bu açıdan da o, bizden ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, her zaman bize bizden daha yakın olacak ve gönüllerimizin en mûtenâ yerinde hep bir sevgili gibi kendisini hissettirecektir. Eğer bugün, millet olarak varlığımız söz konusu ise, bunu büyük ölçüde o şanlı geçmişe borçluyuz. Biz, onun o engin çağlayanları içinde aka aka durulmuş ve gökten inen yağmur damlalarına denk bir saffete ermiş; onun vadilerinde rötuşlana rötuşlana şekillenip kendimiz olmuş ve millet ruhunun en son basamağına ulaşmışızdır. Bu itibarla da, gelişip içinde kıvama erdiğimiz böyle bir zaman dilimine karşı lâkayt kalmamız, topraktan sökülüp atılan ve hava ile, su ile irtibatı kesilen bir filiz gibi kuruyup gitmemiz, hatta yok olmamız demektir.
Ömürlerimiz vefa ettiği sürece biz böyle mübarek bir zaman dilimine karşı lâkayt kalmayacak, evet kuruyup gitmelere karşı hep mâziye ve onun değerlerine sığınarak yaşama azmimizi bileyip geleceğe yürüyeceğiz. Bu bitmeyen yolculukta, geceler her zaman o füsunlu hâlleriyle, gündüzler mor, menekşe renkleriyle, çevremizdeki canlı-cansız nesneler kendi orijinleriyle; köylerimiz, kasabalarımız, şehirlerimiz, bizim duygu ve düşüncelerimizden fışkırıp çıkmış bize ait hususiyetleri ve hislerimize benzeyen çehreleriyle gönüllerimize sürekli geçmişi fısıldayacak ve ruhlarımıza bütün zamanları birden yaşama tılsımlarını üfleyeceklerdir.. üfleyeceklerdir zira geçmiş bizim çocukluğumuzun beşiği, gençliğimizin altın çayırları, olgunluk dönemimizin silinmez izleri, ölülerimizin mezar şeklindeki otağları ve ümitlerimizin, emellerimizin masmavi ibrişimleri ile örülmüş, örülüp Cennet bahçelerine dönmüş bir sonsuz ülke ve bir sihirli diyardır. Evet, mâziye her yönelişimizde onu, ruhlarımızı değişik ilhamlarla coşturan bir ilham meleği, gözlerimizin içine gülen Firdevs bahçeleri ve gönüllerimizi şahlandıran çok sesli bir mûsıkî gibi duyar; onun hem bugüne hem de yarınlara galebe çaldığını bir iç müşahede ile hisseder ve halihazırdaki varlığımızın da, yarınki bekâmızın da anilmerkez (merkezkaç) bir hareketin uzantıları olarak gidip ona dayandığını görür; ondan fışkıran hâlin ve ondan kaynaklanacak olan istikbâlin o bereketli çağlayanları karşısında döner döner ona selam durur ve yine de bir şey yapamamış olmanın ezikliği ile onu kalbin kadirşinaslığına emanet ederiz.
Bilhassa, üst üste inkisarların yaşandığı, yolların gidip bütün bütün sarpa sardığı, havanın kararıp ufukların sarardığı, ümitlerin sarsılıp iradelerin çatırdadığı, hizmetlerin, dikenli tarlalar ve çakıllı yollarda yürüme ölçüsünde zorlaştığı dönemlerde mâzi, o kadar sıcak, o kadar yumuşak, o kadar aydınlık, o kadar masum, o kadar diri ve o kadar kucaklayıcıdır ki; ona sığınınca birdenbire aşılmaz gibi görünen tepeler dümdüz, düzlükler de pürüzsüz hâle gelir; gelir de âdetâ zindandan Firdevsî yamaçlara açılıyor gibi kendimizi rahat ve huzur içinde hissederiz. Dahası, onun içimize saldığı ümit kıvılcımlarıyla geleceği de öyle düşlemeye başlar, içinde bulunduğumuz durumu iki Cennet arasındaki bir berzahta yürüyor gibi görür ve geçilmesi gerekli olan bir köprüden daha fazla önem de atfetmeyiz. Böylece, realitede yitirdiğimiz şeyleri bir ölçüde imanlarımızda, ümitlerimizde, duygularımızda, düşüncelerimizde dipdiri olarak bulur ve cehennem gibi yerlerde ve durumlarda dahi sürekli "berd ü selam" yaşarız.
Bir iki asır var ki bazıları kendilerini, temelleri olmayan muhayyel bir geleceğin visal duygularına salarak, nice mânâ köklerimizi harap ettiler. Uğrunda onca günaha girdikleri o hayâlî âtî, onların vehmettikleri şartlar içinde hiçbir zaman gerçekleşmedi; daha sonra nasıl gerçekleşeceği, hangi kriterlere göre gerçekleştirileceği ve hangi sabitelerle doğrulanacağı da belli değildi.
Oysaki, yaşanmış bir mâzi, maddî, mânevî bütün dinamikleriyle esas alınarak geleceğin ona göre imar edilip şekillendirilmesinde bu belirsizliklerin hiçbirisi söz konusu değildir; değildir, zira her şeyden evvel böyle bir kabulde bir ruh ve mânâ kökü, bir kültür ve medeniyet temâdîsi bahis mevzuudur. Dün, millî varlığımıza esas teşkil eden dinamikler, yarınki varlığımız konusunda da bize ışık tutacak, ümitlerimize fer verecek, iradelerimizi güçlendirecek ve her zaman bizi şahlandıracaktır. Aksine, şanlı geçmişimize ve ona hayat bahşeden kaynaklara gözlerimizi kapadığımız takdirde zamanın yüksek debili seylâpları ve hâdiselerin amansız dalgaları karşısında her zaman zaafa düşüp sarsılmamız ve önü alınmayan bozgunlar yaşamamız kaçınılmazdır.
Halbuki mâzi, bizim hatıralarımızda hep taze, hep pırıl pırıl ve hep güzeldir. Elbette ki bunda, onun içinde olmayışımızın, o günkü insanlarla aynı şeyleri paylaşmayışımızın tesiri büyüktür. Ama bir küll hâlinde mâzi, bu kabil psikolojik mülâhazaların çok üstünde hep bir nezahetin, bir saffetin remzi ve unvanı olagelmiştir. Bundan sonra da ne o günkü muvakkat ve dar zeminli mesâvî, ne de bazı miyop bakışlı insanların yorumları onun renklerini solduramayacak, o derin ve duru kaynağı bulandıramayacak ve hiçbir güç onu yerinden oynatamayacaktır.
Şimdi eğer, bizim şu içinde bulunduğumuz dönemdeki düşünce tarzımız, bu sağlam zemin üzerine oturtulamamış ve ona böyle sağlam bir zeminde geleceğe açılma imkânı sağlanamamışsa, her şey, gece ve gündüzlerin değişmesi, yaz ve kışların dönüp durmasıyla sürekli sarsılacak; doğanların yaşlanması, yaşlıların ölmesi, yeşilliklerin sararıp solması, baharların hazanın pençesinde inlemesi ve lezzetlerin acılaşıp elemlerin azgınlaşması misillü, toplumun ruh saffeti de bozulacak, millet ruhu kozmopolitizme esir düşecek, renkler birbirine karışacak ve bütün değerler alt-üst olacaktır. Böyle bir durumda ise, bütün aşkların, muhabbetlerin sönmesi, insânî alâka ve irtibatların gevşemesi, içtimâî ızdırapların artması ve sarsıntıları sarsıntıların takip etmesi kaçınılmazdır.
Mâzi, tıpkı bir Kutup Yıldızı gibi hep yerinde duran güçlü bir referanstır. Evet, her şeyin değişip durmasına karşılık o hep yerinde durur, başkalarına yol gösterir ve izâfîliğin gerçeğe en yakın bir yanını temsil eder. Öyle ki o, her zaman merkezî bir nakış gibi yöresindeki bütün atkılara açık bulunur; uzak-yakın bütün tâlî nakışçıklar ise belli münasebetlerle onunla irtibatlanır ve onun ruh ve mânâsına göre şekillenirler. Bu açıdan mâzi, temel esprisi itibarıyla zaman üstü bir muhtevâya sahip bir öz ve bir aslî cevher gibidir. Bu öze ve bu cevhere sahip çıkabilen milletler, onu yerinde kullanabilen kimyâger uzmanlara ve cevherfürûşân sarraflara benzerler ki; asırlar ve asırlar boyu, din, ahlâk, kültür, san'at ve millî seciye gibi hayâtî unsurlar hazinesinden, bugünleri ve yarınları adına akla-hayâle gelmedik en nâdide eserler meydana getirir ve başkalarına göre yok sayılan bir zeminde hep varlık cilvesi gösterirler.. gösterir, itibârî ve izâfî nesneleri hakikî kıymetlere ulaştırır, azı çoğaltır, darı genişletir, tabiî görüneni fevkalâdeliklere yükseltir ve sınırlı şeyleri sınırsız hâle getirirler. Hatta bunca tahribata rağmen biz bile, ne zaman ağzımızı açıp da "mâzi" desek, sihirli bir kelime söylemiş gibi, tasavvur ufkumuza dünya kadar kapı aralanır; âdetâ bir büyü bizi çok sıkıldığımız bir zeminden, tahayyülleri aşkın ferah-fezâ bir iklime çıkarır ve geleceğin o dolgun, taşkın esintileriyle, düşünce ufkumuza yeni yeni renkler katarak, iç dünyamızda bize ne "ba'sü ba'del mevt"ler yaşatır; yaşatır da, bu kelimenin çağrıştırdığı şeylerle kendimizi her yerde rahatlıkla uçan bir balonla, bir zirveden diğer bir zirveye uçarak geçiyor sanırız. Bu mülâhaza ile de, geçmişi, içinde neş'et ettiğimiz bir dünya, geleceği de yeni bir dirilişle başlayacak olan ukbâ gibi düşünür ve her zaman gönüllerimizde cennetlerin füsununu duyarız.
Sızıntı, Aralık 1997, Cilt 19, Sayı 227
.
Gel Gönüllerimizle Konuşalım Demiştik
Gönüller arası iç içe uzayıp giden pek çok gizli yollar vardır. Herkes kendi ufkunda seyahat ederken, bilerek ya da bilmeyerek bir sürü de kesişme ve "örtüşme" noktalarında beraberlik yaşanır ve ne sürpriz hâdiselerle karşılaşılır. İnsan için nisbî hakikatler sayısınca hedefler olduğu gibi, o hedeflere yükselmenin ve ulaşmanın da farklı pek çok merdiveni, köprüsü, helezonu vardır. İnsanî melekeleri gelişmiş uyumlu mizaçlar ve evrensel değerlere saygılı gönüller, sürtüşmeden, kavga etmeden, birbirini karalamadan yürürler kendi izafî hakikatlerinin semalarına; hem de, herhangi bir trafik problemiyle karşılaşmadan. Bunların dünyasında farklı renkler, farklı şekiller, farklı kültürler, farklı düşünceler ve farklı kanaatler, sathî (yüzeysel) görüntülerle alâkalıdır. Onların derinliklerinde ise her zaman sessiz bir canlılık, dengeli bir hareketlilik ve şiirimsi bir hareket vardır ve imrenilen bir sükûnet ve huzur örneği sergilerler. Bunlar, üst taraflarındaki zaman zaman köpürmeleri, birbirini takip eden dalgaları, ara sıra belli ölçüde de olsa homurdanmaları ve yeşil, mavi, siyahımtırak renkleriyle tıpkı engin denizleri andırırlar. Satıhlarında belli farklılıklar yaşansa da, derinliklere inildikçe her şey silinir gider; ne köpükten eser kalır, ne homurdanmadan bir ses, ne de renklerden bir çizgi.
Biz, bir sürü garip, yıllardan beri gönüllerimizde hep bu enginliği duymaya çalıştık; insanları bir kısım farklı sâiklere bağlı dış yüzlerindeki hırçınlıkları ile değil, iç âlemlerindeki o lâhûtî genişlikleri, o canlı sükûnetleri, o aktif âhenkleri ve her zaman iyileşmeye açık yanları ile görmek, kabul etmek istedik. Daha başka türlü düşünmemiz de mümkün değildir; zira Müslümanlığın âmir hükümleri de bunun böyle olmasını gerektiriyordu ki, bu, aynı zamanda onun evrenselliğinin ifadesiydi. Biz de, her zaman onu böyle duymaya, böyle hissetmeye ve bütün mülâhazalarımızı onun bu esprisine bağlamaya çalıştık. Öyle ki, bir yandan kendi dinimize, kendi hayat felsefemize sımsıkı sarılırken; diğer yandan da başka dînî telâkkilerin, felsefî görüşlerin mevcudiyetini birer realite olarak görüp, "herkesi kendi konumunda kabul ve herkese saygı" sloganıyla sürekli beraber yaşamanın yollarını araştırdık. Bu temel felsefeye bağlılık sayesinde de hiç kimseyi, din, iman, mezhep ve düşünce farklılığı gibi hususlardan ötürü hor görmedik.. incitmedik. Onca tecavüze uğradığımız, ısırıldığımız, tahkire, tezyife maruz kaldığımız hâlde mukabelede bulunmadık; hem de bir hayli mukabele sebebi olmasına rağmen mukabelede bulunmadık; bulunmadık ve her türlü şetme, şamataya "eyvallah" deyip, "mukabele-i bilmisil"e zalimce bir kaide nazarıyla bakarak, insanlardaki daimî keramet ve şerefi, onların muvakkat kin, nefret, gayz ve vahşetlerine feda etmeyi hiç mi hiç düşünmedik. Bu duygu, bu düşünce ve bu anlayışımızı herhangi bir iltibasa meydan vermeyecek şekilde ifade edebilmek için, yer yer başlarımızı, kaldırım taşları gibi, insanî duygular taşıdığına inandığımız hemen herkesin ayaklarının altına koyduk. Böyle bir tavır hazm-ı nefis adına olması tevazu ve mahviyettir; ve bu şekilde davranırken, şayet dinimiz adına zillet gösterip, bilmeyerek günahlara girmişsek, onu da Allah affetsin! "İnsana saygı" deyip inledik ve kimse varlığımıza takılıp tereddüt yaşamasın diye de, hep hümâ kuşu gibi sadece gölgemizle varolma yolunu seçtik. Gönüllerini hoş tutmaya çalıştığımız, düşüncelerini saygıyla karşıladığımız ve her fırsatta yüzlerine tebessümler yağdırdığımız kimselerden de, insanca davranmalarını ümit etmenin ötesinde herhangi bir beklentiye girmedik. Aslında bu kadarcık beklenti de, insanî şekil ve surete bizim bir "hüsnüzan" armağanımızdı; vermemezlik edemezdik.
Evet, gözlerimiz hemen herkesin üzerinde; gönüllerimiz de bütün insanlığın heyecanıyla çarparken, bir anne şefkati derinliğinde alâkamıza karşılık hiç mi hiç bir talebimiz olmadı. Zaten böyle bir talep olsaydı, yetmiş iki milletle bu ölçüde ve bu kadar içten bir münasebeti devam ettirmek de mümkün olmazdı; zira karşılık ve bedele bağlanmış alâkalar, münasebetler kat'iyen devam vadedemez. Bu mülâhaza ile biz de, insanlar ile olan münasebetlerimizi sonsuza kadar devam ettirmek için, onlarla alâkamızı Allah'ın san'at eserleri olmaları esasına bağlama yolunu seçtik. Hep bu espri içinde oturup-kalktık ve herkese kadeh kadeh sevgi sunduk; (ihtimal, ifratımız bazılarının başlarını döndürdü ki, sevgiye nefretle mukabele etmeye başladılar) her fırsatta sînelerimizi açıp, insanî duygu ve düşüncelerimizi gözler önüne serdik. Sevgi çağlayanlarımızdan herkesin istifade etmesi için değer değmez kriterlerini müzakere konusu dışında bırakarak kriterler üstü yaşamaya çalıştık. Sonra da akıl gözünün salim düşünce ile buluşup birleşeceği eşref saati beklemeye koyulduk. Zannediyorum, insan unvanıyla yaratılmış bir varlıktan bu kadarını da beklemek hakkımızdı. Bunun aksi, insan olarak dünyaya gönderilen ve potansiyel zenginlikleri ile melekleri bile aşkın bulunan bir varlığa karşı saygısızlık olurdu.
İşte, yıllar ve yıllar boyu hep bu derûnî hislerle sevgi kurnalarımızı sonuna kadar açık tutarak, belli bir zaman dilimi itibarıyla kinle, nefretle, düşmanlıkla, gayzla, komplo duygusuyla kirlenmiş bir zeminde muhabbet fidelerinin çoğalıp, gelişip her yanı saracağı hülyalarına kapıldık. Aynı hülyaları bizimle paylaşan toplumun büyük çoğunluğu da;
Ses ver yiğidim, yoksa beni duymuyor musun?
Yıllar var ki, hep hayalinle oynaşıyorum;
Kalkıp geleceğin inancıyla yaşıyorum...
...............................
Ümitle ışıldayan gönlüm seni bekliyor;
Kâh göklerde uçup, kâh yerlerde emekliyor.
...............................
Her tarafta harap eller, baykuşlara bayram,
Köprüler bir bir yıkılmış, yollar yolcusuz;
Gelip uğrayanı kalmamış, çeşmeler susuz..
.................................
Tıpkı rüyalarda olduğu gibi diril, gel!
Beyaz atının üzerinde bir sabah erken;
Gözlerim kapalı ruhumda seni süzerken,
Tıpkı rüyalarda olduğu gibi diril, gel!
gibi gönülden çığlıklara ses verdi ve milyonlar, bu masmavi mefkûrenin büyüsüne kapılarak, her yerde sevgi mırıldanmaya başladı. Öyle ki, bu sevgi sağanağı zarûret ölçüsünde bir beklentiye bağlandığından, başlangıçta küçük bir iki sızıntıdan ibaretken, zamanla bir çağlayana dönüştü; dönüştü ve hemen her kesimin ümit dünyasında yepyeni bir dirilişin remzi olarak anılır oldu.
Allah'ın büyüklüğünün ayrı bir tecellî buudu.. O, bazen, çok küçük varlıklara büyük işler gördürerek, esbâbın önemsizliğini vurgular ve farklı bir üslupla kendi ululuğunu hatırlatır. Bu süreçte, biz de hep aynı şeyleri yaşadık. Öyle ki, Kudreti Sonsuz, bir kısım sıradan, düz insanlara, gönüllerin kapılarını ardına kadar açtı ve sevgi saltanatında onlara âdeta Süleymanlık bahşetti; bahşetti de kinin, nefretin, kavganın temsilcisi bütün şeytanî ruhlar, geçici de olsa şoka girdiler ve ifritten emelleri ile hezeyan yaşamaya başladılar. Artık her yerde söz hoşgörü kahramanlarınındı; onların elinde taş-toprak som altın kesiliyor, kömür elmasa inkılâp ediyor, zehir de şeker-şerbete dönüşüyordu. Onlar, toplumun kendisi olma istikametindeki bu hızlı değişimiyle mest ü mahmur, toplum da yeniden kendi derinliklerini keşfetmekle ferih fahurdu. Evet, incelik bir kere daha zerafetle buluşmuş ve yıllardan beri kan, irin ve gözyaşından bıkmış gönüller, bir âsûde şafağı duyuyor gibi, tâlihlerine tebessümler yağdırmaya başlamışlardı. Artık herkes, bu gök kubbenin altında oturup-kalkıp gönül hikâyelerinden bahisler açıyor ve tabiî gönüllere inşirah veren bu gerçek beyan karşısında, söz şeklindeki cadı mırıltıları da saklanacak kuytular arıyordu. Her yerde ışık karanlıkları boğuyor ve her yerde kinin, nefretin uğultularının yerini en ince tellerden nağmelerle sevgi ve insanî münasebetler alıyordu. Gayz ve nefret, eli kolu bağlanmış ölümünü bekliyor, kin ve düşmanlık duyguları, daralıp büzüşmenin inkisarını yaşıyordu.
Biz de kendi kendimize seviniyor ve çok yakın bir gelecekte, hâlâ insaniyetinin şuurunda olan kimselerin, gönüllerine Cibril'in kanatlarından tüyler takarak, meleklerin uçuşup durdukları iklimlere ulaşacaklarını ve dünyaya ruhtan, mânâdan bestelenmiş yepyeni bir ses duyuracaklarını bekliyor ve sabırsızlanıyorduk; içinde kavga hırıltıları olmayan, yalana, iftiraya, tezvire, karalamaya bütün bütün kapalı, göklerin en üst tabakalarından yepyeni bir ses...
Ama ne acıdır ki, tabiatları düşmanlığa, tecavüze, anarşiye, iftiraya kilitlenmiş marjinal bir kesim; güçleri ve tesirlerindeki fevkalâdelikleri tahrip yanlısı olmalarında ve çığırtkanlıklarında marjinal bir kesim, gulyabanîler gibi yolları tuttu ve kendi aklıyla hareket etmeyen bir kısım mütehayyir ve müteredditleri de yanlarına alarak kendi yaptırdıkları anket neticelerine göre toplumun yüzde seksen beş doksanının çok olumlu bulduğu bu mübarek süreci kundaklamaya kalktılar. Onunla da yetinmeyip, bu bir fırsattır diyerek dine hücum etti ve bütün dindarları karaladılar. Hemen herkesi bir ideolojinin insanı gibi göstererek, kimini dinci -o da ne demekse- adı altında, kimini de bir tarikat mensubu gibi göstererek irtica çığırtkanlığıyla her yerde fitne ateşleri yaktılar ve bir zaman kızıl bayraklar altında toplanıp millete, devlete yağdırdıkları aynı küfürleri bu defa da dindarlara karşı kullandı ve içlerini boşalttılar. Tutup tutmaması ayrı bir konu,
Zalimin zulmü varsa, mazlumun da Allah'ı var;
Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk'ın divanı var.
Sükûtumuz, üslûbumuza emanet.. misliyle mukabele, bizim kitabımızda zalimce bir kaide.. dövene elsiz, sövene dilsiz davranma, vicdanlarımızla aramızdaki mukavelenin gereği.. ne yapalım, Allah, ısırmak için bir diş, parçalamak için de vahşî bir pençe vermemiş, elimizden bir şey gelmez ki...! Ayrıca, herkes kendi karakterinin gereğini sergiler, karakterimize rağmen farklı bir tavır takınmayı kendimize karşı saygısızlık saydık ve böyle bir saygısızlığı irtikâp etmemek için, gürül gürül konuşacağımız bir yerde sadece yutkunmakla iktifa ettik.
Aslında, bizim şuna-buna mukabelede bulunmamıza da ihtiyaç kalmamıştı; zira onca yaygaraya rağmen, toplumun yüzde seksen küsuru, yapılanları birer çığırtkanlık olarak görmüş ve soylu bir millete yakışan o muhteşem tavrını bir kere daha ortaya koymuştu; koymuş ve bizi üslûbumuza aykırı hareket etme mecbûriyetinde bırakmamıştı. Biz de, son bir kez daha "cebrî lûtfî", kendi afv u safh çerçevemizde kalarak, herkesi sevgiyle kucaklama ahd ü peymanımızı bozmamış oluyorduk.
Evet, son bir kere daha bazıları, kendi ruh atlaslarını ortaya koymuş, biz de, kendi ledünniyâtımızı ifade edebilme fırsatını bulmuştuk. Bundan sonra da hep böyle davranacak ve karakterimize saygılı olmaya çalışacağız. Üç beş günlük bir dünya için baş yarmayacak, göz çıkarmayacak, kem söz söylemeyecek, gönül kırmayacak ve Yunus edasıyla herkese sevgi çağrısında bulunacağız; bulunacak ve milletimize karşı münasebetlerimizde hep şu sözlere bağlı kalacağız: "Senelerden beri çektiğim bütün ezâ ve cefâlar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musîbetler, hepsi de helâl olsun!. Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, memleket hapishanelerinde geçti. Aylarca ihtilâttan men edildim. Divan-ı Harplerde bir cânî gibi muamele gördüm. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere ve zindanlarda bana yer hazırlayanlara hakkımı helâl ettim." Evet, ben de bir mü'min olarak, bu duyguları paylaşacağıma söz veriyorum. Kimseye küsüp darılmayacağıma söz veriyorum.. ölümü gülerek karşılayacağıma söz veriyorum.. celâlden gelen cefayı, cemalden gelen vefa ile bir bileceğime söz veriyorum. Allah'a ait hukuka karışamam ama, bana ait hiçbir haktan dolayı kimseden davacı olmayacağıma söz veriyorum.
Sızıntı, Ekim 1999, Cilt 21, Sayı 249
.
Eski düşünce kendini yenileyememenin kurbanı oldu; yenisi ise, tepkilerle, fantezilerle kendi kendini yeyip bitirdi. Her iki düşüncenin de kendi içinde bazı tutarlı yanları olduğu muhakkak; ama hep karşı karşıya ve çekişmeli olduklarından birbirlerini nakzetmenin yanında, toplum hayatında da sürekli buhranlara sebebiyet verdiler. Eski düşünce, toplumun temel dinamiklerinden, örf, âdet ve geleneklerine kadar hemen her meselede bütün bütün dışa kapanarak her şeyi kendi içinde aradı, kendi doğrularına dayandı ve bunların dışındakilere hakk-ı hayat tanımadı.. hatta bazı durumlarda o, hemen her yeniliğe karşı çıktı.. zamanın yorumlarını görmezlikten geldi.. aklın hikmet-i vücudunu kavrayamadı.. çağı kendi muhtevası ve mânâ basamağı itibarıyla değerlendiremedi.. derken, bir zamanzede olarak asrına yenik düştü ki; bu da, lâkayt, lâubâli, fütursuz, endişesiz o toy Faust'un Mefisto'ya bir kere daha mağlup olması demekti.
Doludizgin eski düşüncenin yerini almaya yürüyen yeni anlayış ise, geçmişe ait her şeyi düşman ilan ederek dünya görüşünü ve hayat felsefesini kinler, nefretler üzerine kurdu; sonra da kavga ile besledi. Öyle ki, bir kasırga gibi esip geçtiği her yerde bütün eski değerleri silip-süpürüp götürdü ve mânevî yapısı itibarıyla bütün toplumu âdeta çölleştirdi. Bu korkunç içtimâî erozyondan sonra, Âkif'in ifadesiyle geriye sadece, "Harâp eller, yıkılmış hânumanlar, kimsesiz çöller/Emek mahrumu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar" kalıyordu. Eski düşünceyi her parçasıyla, atılmaya müstahak bir partal urba gibi gören bu alabildiğine aceleci, bu fantastik ve bu banal telâkki, geçmişten gelen her şeye baş kaldırmayı çağın hikmeti sayarak, atılması düşünülecek bazı üstûrelerin yanında koskocaman bir tarihî mirası da yere çaldı.. tekmeledi.. yerinde bütün bir mâzinin yüzüne tükürdü.. hatta cedlerimize sövdü.. o muntazamlardan muntazam inanç sistemimizi hafife aldı.. an'ane ve geleneklerimizle alay etti.. cihan hakimiyeti uğrunda ortaya koyduğumuz bütün hamleleri bâğîlik saydı.. ve can alıcı hasımlarımızı güldürme adına tarihî mefâhirimizi bir komedi gibi yorumladı ve seslendirdi... Allah'a imanı boş bir teselli ve aldanmışlık, ibadet ü tâatı ömrü ve zamanı israf, aşk u şevki hezeyan, ruh köküne bağlılığı nostalji sayan bu çarpık felsefe, eskiden tevârüs ettiğimiz her şeyin suratına yumruklar hâlinde kalkıp indi ve "eskiyi unut, yeniyi tut" nakaratıyla gönül dünyamızda mânâ köklerimizin zeminini paramparça etti.
Eski düşünce bazen, yanlış yorumları itibarıyla ilme, hür düşünceye karşı çıkıyor ve toplumu yaşadığımız çağın gerisine çekmek istiyordu ki, bu apaçık bir taassuptu. Yenisi ise, korkunç bir kin ve nefretle geçmişten gelen bütün değerlerimizin üzerine yürüyerek, ruh kökleriyle çağlar ötesine kök salmış bir millete, mazisizlik ve nesepsizlik aşılamak hummasına tutuldu. Her iki anlayış da oldukça saldırgan, müsamahasız ve bir kısım beşerî, hatta millî realitelerden habersizdi. Birinciler, bazı ahvalde her yeni düşünceye lânetler yağdırıyor ve çağın yorumlarına karşı kapalı kalmada ısrar ediyordu; ikinciler ise, eski saydıkları her şeyi deviriyor ve devirdikleri şeylerle bir gün millî kimliklerinin de yıkılıp gideceğini fark edemiyorlardı. Birincilerin, hiçbir değişiklik ve inkılâba tahammül edememelerine karşılık, ikinciler, bize ait her şeyden uzaklaşmayı inkılâp sayıyor ve körü körüne her türlü "değişim" ve "dönüşüm"e "evet" diyebiliyorlardı. Bir gün geldi bazı kesimler itibarıyla "ne din kaldı ne iman; din harâp iman da serap oldu" (Âkif). Aslında geçmişin belli bir diliminde yaşandığı gibi, günümüzde de bu iki cereyan ve bu iki düşünce tarzı bütün önleyici gayretlere rağmen hâlâ iç içe fakat birbiriyle yaka-paça; öyle ki aydınlanma iddiasında bulunanlar karanlıklara yenik.. bazı inanmış gönüller ise aklın bedâhetiyle savaş içinde.. demokrasi ve insanî değerlerin müdâfii görünenler, kendi aralarında bile her türlü değere karşı fevkalâde saldırgan.. Allah'la münasebeti kimseye bırakmayan -az da olsa- bir kısım nâdânlar ise, ellerinde "Dâbbetülarz" mührü herkese bir küfür damgası basmakta.. hürriyet kahramanları, gezdikleri her yerde ellerinde esaret tasmaları.. bazı saf mü'minler kendi değerlerine düşmanlık içinde.. bilenler, bilmeyenlere karşı çalım çakıyor ve gurura esir.. bilmeyenler, bilenleri hilkat garibesi görüyor.. evet, her iki kesim de birbirine karşı olabildiğine gergin ve öfke solukluyor, pür hiddet ve patlamaya hazır bir bomba gibi...
Gerçi, her iki cephenin de bir kısım haklı yanları var; ama itidal korunamayıp ifrat veya tefritlere girildiğinden, kazanma kuşağında hep kaybetmeler yaşanıyor. Dine, diyanete sahip çıkanlar, sırtlarını, yüzlerce yıllık muhteşem bir geçmişin, mânâ, öz ve usâresine dayadıklarından, yerli olmanın verdiği bir haklı gururun yanında, gönüllerini kine, nefrete kaptırdıklarından ötürü, haklılıkları içinde haksızlık ediyor ve sevap yolunu günahlarla kirletiyorlar. Ayrıca, o mânâ, o ruh ve o özün ne ölçüde bir samimiyetle temsil edildiği her zaman münakaşası yapılacak ayrı bir konu. Şayet, öz ve mânâ dediğimiz şeyin muhtevası kaybolmuş da onun yerine alışkanlıklar gelip oturmuş; şuur uçup gitmiş de tahtı insiyaklara kalmış; dolayısıyla da toplumda bütün tekâmül yolları tıkanıvermiş; yenilenme istidâdı körelmiş; inşâ gücü durmuş; düşünce, sanat ve araştırma aşkı sönmüş ve her şey nirvanaya dönmüş gibi bir durum söz konusu ise, bu ahvâl içinde "Cemiyet yaşar derlerse pek yanlış/Bir ümmet göster, ölmüş mâneviyatıyla sağ kalmış" (Âkif).
Esasen toplumumuzda, tıpkı metafizik mülâhazalar gibi, bir medeniyet, bir kültür, bir sanat istidâdı bulunmakla beraber bu potansiyel dinamikleri pratiğe geçirecek hakikat âşığı kahramanlar bulunmadığından, ciddî mânâda varlık içinde bir yokluk yaşanmakta; onca imkâna rağmen, herkes âdeta çaresizlikle kıvranmakta; hemen her yerde sürpriz inâyetlere bağlı görünen pasif bir beklentiye rastlanmakta ve insan şuuru, insan iradesi bir kısım mitolojik muhayyileler elinde kırılıp atılacak değersiz birer oyuncak derekesine düşürülmektedir. Doğrusu, bu ölçüde bütün değerleri alt-üst olmuş bir cemiyetin yığından farkı yoktur. Bu ise, insan gibi mükerrem bir varlığın sürü, ona ışık tutanların da çoban sayılmaları mânâsına gelir ki, bu da hem insana hem de onun öncülerine en büyük bir saygısızlık demektir.
Özündeki cevherleri itibarıyla fevkalâde zengin, ancak bütün bu mevhibeleri kullanamamaktan ötürü fakirlerden fakir bu birinci zümreye karşılık, ikinciler, alabildiğine maddeci, alabildiğine pozitivist veya müfrit birer rasyonalist ve realisttirler ki, sadece ellerinin tuttuğu, gözlerinin gördüğü, kulaklarının işittiği şeyleri kabul eder ve bunu her zaman o baş döndürücü mantık oyunlarıyla kitlelere kabul ettirebilirler. Ve bunlar her zaman bir kısım çocuksu düşünceleri rahatlıkla avlayabilirler; avlayıp onlara pozitivizmin, rasyonalizmin, realizmin o baş döndürücü şaraplarını içirerek, muhatap aldıkları hemen herkesi sarhoş edebilirler. Aslında bunların ortaya attıkları düşüncelerin tutarsızlıkları açık olsa da, ifratkâr, cerbezeci ve bastırmacı üslûpları sayesinde dünden bugüne saf kitleleri, hususiyle de inancı zayıf, başkalarının mantığıyla oturup kalkan ve din-diyanet mevzuunda şüphelerden kurtulamayan yığınları hep aldatagelmişlerdir.
Yıllardan beri bir kanlı kâbus gibi millet ruhunun üzerine çöken ve onu çökerten fikir şeklindeki bu evham kümelerini parça parça edip dağıtmadıktan sonra, hiçbir zaman hakikatle yüz yüze gelemeyecek, hakikat aşkını duyamayacak ve kendi ruhumuzu keşfetme imkânını bulamayacağız. Aslında, bu evham bulutları, insan muhayyilesinin uydurup, ruhun hakikatler dünyasına soktuğu, ona malettiği, onun gücünün tezahürü gösterdiği öyle vâhi fakat yerleşmiş, öyle tutarsız ama zihne malolmuş bir tabular mecmuasıdır ki, vahiyle bilenmiş akıl ve fikrin darbeleriyle paramparça edileceği güne kadar bu üst üste tersliklerden sıyrılmamız mümkün olmayacaktır. Dünküler, ses-soluk olarak bizi ifade ediyorlardı; ama, bize ait olan değerlerin, değişen dünya şartlarına göre, yoruma açık yanları itibarıyla yeniden yorumlanmaları, yeniden seslendirilmeleri lâzım geldiğini değerlendiremiyor ve kendi şartları içinde genişleyen bir dünya karşısında âdeta büzülüyor, daralıyor ve yetersizleşiyorlardı. Evet, temel disiplinler olarak dünkü değerlerimizin kıymet-i zâtiyeleri mahfuz, ama, zamanın sesine-soluğuna açık olanların, içinde bulunduğumuz zaman diliminin memelerinden beslenerek inkişaf ettirilmesi de bir gerçekti. Şimdi acaba biz, zamanın yorumlarını da yanımıza alarak yeni bir içtimâî telâkki, alternatif bir ilim anlayışı, farklı bir hukukî inkişaf ve bilinenin ötesinde apayrı bir araştırma zihniyeti ortaya koyabildik mi? Ben bu konuda olumlu bir şey söyleyemeyeceğim.. ve zannediyorum, yenilikçilerin seslerini bu kadar yükseltmelerinin asıl sebebi de işte bu konuda, yerli görünenlerin şimdiye kadar net bir şey söyleyememiş olmalarıdır. Evet, bazı dönemler itibarıyla birer değer ifade eden, fakat bugün için genel maslahatlarla çatışan ve hikmet-i vücûdu kalmamış bir kısım telâkki ve anlayışlar, devrimci geçinen bazı mefkûresiz ruhların, her zaman olumsuz şekilde değerlendirebilecekleri birer sermaye hâline gelmiştir. Ve işte bu noktada düşmanlıklar el eledir ve ifratlar da bağırlarında tefritleri beslemektedir.
Zaten, yıllardan beri sık sık ortaya atılıp hemen her vesile ile kavga denemeleri yapan bu kör ve topal cephelerin ne ilkinin ne de sonuncusunun yarınları yeniden inşâ adına hiçbir gayretleri olmadı.. olamazdı da; zira her iki kesim de henüz ismi konmamış bir "hiç"in kavgasından başlarını kaldırıp ileriye bakma fırsatını bulamıyordu.. bulamıyordu ve milletin en hayatî kaynakları "teâruzlar-tesâkutlar" ağında harcanıp gidiyor"; onlar ise, yıkılıp giden onca değerin enkazı arasında birbirlerine karşı zafer işaretleri yapıyorlardı. Ve zannediyorum, geçmişe sırtını verdiği aynı anda geleceğe yürüyen ve dünyayı bir kere daha ilim ve hikmetin birleşik noktasında yorumlamaya namzet hakikat erlerini yetiştireceğimiz âna kadar da bu körler ve topallar dövüşü sürüp gidecek...
Genel ahvâl böyle bir olumsuzluğu gösterse de, biz, bilmem kaç yüz senelik o şanlı geçmişin özünü, mânâsını koruyarak geleceğe doğru şahlanan, bahar-yaz, sonbahar-kış demeden her mevsimi kendi hususiyetlerinin üstünde değerlendirebilen.. ve millet ağacını senenin her gününde meyve verecek bir Cennet sidresi hâline getiren yarının hakiki sahibi bu alperenleri hep bekleyip duracağız. Gün gelip de bu alperenler kendilerini ifade etme fırsatını bulunca, dünya yeni bir sürece girmiş olacak ve hemen herkes eşya ve hâdiseleri daha bir farklı görecektir. Ve işte o zaman kinler, nefretler, gayzlar bir bir sönecek.. taassup putları üst üste yıkılacak.. bağnazca düşünceler götürülüp mezbeleliğe atılacak.. münasebetsiz tartışmalar yerlerini insanca musâhabelere bırakacak.. öfke ile sıkılan yumruklar, bugüne kadar gerçek bir hasım gibi gösterilen insanları sımsıcak kucaklayan ellere dönüşecek.. ve insanoğlu yükselen kendi değerlerini bir kere daha yeniden keşfedecektir.
Kim nasıl düşünürse düşünsün, ben gözlerimi yummuş hep sağanak sağanak sevginin yağdığı, herkesin sevgiyle oturup sevgiyle kalktığı o günleri tahayyül ediyor ve talihime gülücükler gönderiyorum.
Sızıntı, Mayıs 1998, Cilt 20, Sayı 232
.
Bu hayatın yaşama külfetine değip değmemesi büyük ölçüde, varlığın gâyesinin bilinip bilinmemesine bağlıdır. Hatta diyebiliriz ki, varlık ve insan mülâhazamızın zaman zaman bize hatırlattığı hayat muammâsı, daha çok duyularak, hissedilerek, yaşanarak, belli ölçüde ve âheste âheste netleşmekte ve belirginleşmektedir.
Aslında, hilkatte ilk ve icmâlî gaye bellidir; bu gaye insan, kâinat ve Allah gerçeği karşısında iman, mârifet ve zevk-i ruhânî ufkuna ulaşarak insan olma farklılığını ortaya koymaktır. Böyle büyük ve mücmel bir plânın tahakkuku ise, ancak ve ancak sistemli bir düşünce ve disiplinli bir aksiyona bağlıdır. Henüz tafsîlî düşünceye kapalı böyle basit bir ilk plân ve ilk hareket, düşünce ve aksiyon "sâlih dâire"sinin (doğurgan döngü) ilk halkasını teşkil eder, sonra da, kalbin lâhûtî ufkuyla aklın hikmet maşrıkları arasında bir sürü sâlih dâire yaşamaya başlar. Derken aksiyonlar daha komplike düşüncelere doğru geniş zâviyelere ulaşır, düşünceler de daha büyük projelere dönüşerek devam eder.
Hiç şüphesiz böyle bir sürecin en muhteşem üstadı, en güçlü rehberi, en bâriz karakteristiği de sağlam bir iman, şuurlu bir amel ve her amelde engin bir murâkabe anlayışıdır. Bu sayededir ki, herkesin gafletle, hatta pek çok kimsenin sarhoşça kendini içine saldığı pek câzip hayat cereyanları, bu vasıflara hâiz olanlara, hayatın gerçek mânâsını temâşâ imkânını veren birer rasathâneye dönüşür. Çünkü onlar düşünür; düşüncelerini aksiyona çevirir; aksiyonu yeni fikir çileleriyle derinleştirir ve her gün farklı bir doğumun sancılarıyla kıvranır dururlar; kıvranır durur ve ancak ızdırapla zonklayan beyinlerin doğurgan olacağına inanırlar. Evet onlar, şartlar ne kadar amansız, acılar ne kadar aşkın ve ruh ne kadar hafakanlar içindeyse, döl yatağındaki fikirlerin de o kadar güçlü, o kadar tutarlı ve o kadar çalımlı olabileceği inancındadırlar.
Bu itibarla da onlar, fikir sancısıyla oturur-kalkar.. varlığı her gün yeni baştan bir kere daha hallaç eder.. yerinde onu bir kitap gibi okur, yerinde bir meşher gibi temâşâya alır.. ve yerinde de iplik iplik örgülediği düşünce dantelâsına nakşederler. Zaten, kâinat kitabının ruhundaki hikmet hep bunu resmetmekte ve insanın yaratılış gâyesi de hep bunu göstermektedir.
Her şeyden evvel üzerinde durulması lâzım gelen şu ki, var olma, mutlaka kadri bilinmesi gereken önemli bir nimet basamağıdır. Evet, mademki biz varız ve bizimle beraber, bizi alâkadar eden dünyalar dolusu nimetler de var; elbette bu nimetleri devşirme, değerlendirme ve onları daha başka nimetlerin basamakları hâline getirme de bize düşmektedir.
Öyle ise her şeyden evvel, bütün istidât ve kabiliyetlerimizi hem de son kertesine kadar bu istikamette kullanarak ve Kudreti Sonsuz'un isteyip dilemesine birer dâvetçi mesabesinde bulunan iradelerimizin ses ve soluklarını mırıldanarak, irâdî varlıklar olduğumuzu mutlak ortaya koymalıyız. Zaten bizim vazifemiz de, bu engin varlık çağlayanı içinde kendi yerimizi, kendi sorumluluklarımızı, kâinat ve kâinat ötesi münasebetlerimizi düşünmemiz ve rûhî mantığımızı, varlığın perde arkası değerlerini araştıran bir hikmet kaynağı hâline getirmemizdir. Bunu yapabildiğimiz takdirde, kendimizi daha farklı duyacak, daha farklı görecek, daha derin hissedecek, derken bütün varlık ve hâdiselerin dilinin çözüldüğüne, bize bir şeyler anlattıklarına ve bizimle diyaloğa geçtiklerine şahit olacağız.
Eğer yanılmıyorsam, gerçek hayat adına yakalanması gerekli olan ufuk da işte budur! Biz kâinatın en önemli bir canlı aksesuarı, hatta ruhu, özü, usâresi; topyekün varlık da bu özün bir inkişâf ve inbisâtı... Öyle ise denebilir ki, bizim asıl sorumluluğumuz, konumumuzun gerektirdiği bir zâviyeden, varlığın bütün satır ve sayfalarını okuyup değerlendirerek, ruhumuzun derinliklerindeki hikmet aktivitemizi ortaya çıkarmaktır.. çıkarmak ve dış yüzü itibarıyla doğmak-ölmek arasında ızdırap çekmekten ibaret olan cismânî yaşayışın dağdağalarından sıyrılıp, kalbî ve rûhî hayata va'dedilen mânevi enginliklerde tecellî ve zevk avlamaktır.
Aslında, bu elemli hayatı yaşamaya değer hâle getiren de, herhalde, bu fânî yolculuğun her merhalesinde, ayrı bir neşveye ulaşmak ve farklı bir lûtfa mazhariyet olsa gerek. Bunu başarabilen kimseler, her an ayrı bir tecellî ile mest ve sermest; ruhlarının, tıpkı bir şiirin, bir mûsikînin kendi mecrâsındaki akışının cezbesiyle pürheyecan karar noktasına koşması gibi, haz yudumlayarak, zevk soluklayarak hep O'na koşarlar.
Evet, bizim için gerçek saâdet, haricî tatminlere bağlı, gelen-kesilen, akan-duran saâdet değildir; bizim için hakîkî saâdet, ruhumuzdan fışkıran, Allah münasebetiyle derinleşen ve Cennetle noktalanan ebedî saâdettir.. evet, işte, içimizden taşıp dalga dalga bütün varlığımızı saran bu neşve bizim neşvemizdir. İçimiz İlâhî tecellilerin bir güzergâhı, vicdanımız bu tecellîleri avlamaya çalışan bir seherî, ömrümüz hep pusuda ve gözlerimiz talihimizin ufkunda en küçük emâreleri teveccüh teşrîfâtıyla karşılarken, ruhlarımız da sürekli "Kadem bastın gönül tahtına Sultanım safâ geldin" (M. Lütfi) neşideleriyle zevk ü şevkimizi seslendiriyor.
Bizim, bugünkü nesilleri, böyle bir iman ve anlayışa, böyle bir yorum ve neşveye yükseltecek rehberlere ihtiyacımız var. Genç nesiller ancak, bu ufkun erleri arkasında koşarken, gençliklerini de, o gençliğin gâye ve hedefi çizgisinde doya doya yaşayacak.. ruhlarının sonsuzla bütünleştiği ufuklarda, fenâ ve zevâli ayn-ı bekâ gibi duyacak.. ömürlerinin sâniye ve sâliselerine cihanların sığabildiğini hayretle temâşâ edecek.. ve her şeyin çehresinde ayrı bir ebediyet televvünü müşahedesiyle ayrı bir sonsuzluğa erecek.. ve bu hayatın gerçekten yaşanmaya değdiğini anlayacaklardır.. anlayacak ve her şeyin kendi ruh semalarında tulû ve gurûp ettiğini müşahede ederek, galaksiler arası seyahat ediyor gibi sürekli kendi derinliklerinde, sonsuzun temâşâ menfezleri arasında gelip gidecek ve bu fânî hayatı pek çok buutlarıyla birden yaşamaya çalışacaklardır.
Sızıntı, Temmuz 1997, Cilt 19, Sayı 222
.
Tarifler çerçevesinde veya bilim ve mârifet nazariyesi açısından iman; "emn ü eman" kökünden türetilmiş, inanmak, güven vadetmek, başkalarının emniyetini temin etmek.. ya da emin, güvenilir ve sağlam olmak mânâlarına gelen bir kelime. Allah'a inanmak, O'nu tasdik etmek ve doğrulamak, vicdanî itiraf ve kalbî iz'anda bulunmak da, dil geleneği açısından bu mübarek kelimeye yüklenen mânâlardan sadece birkaçı.
İman edene mü'min denir. Mü'min; tarifler çerçevesinde yukarıda gördüğümüz hususların tam bir tasdikçisi ve temsilcisidir. -Burada amel-iman münasebeti, amelin imanın tarifine girip girmemesi konuları üzerinde de durulabilir ama, biz şimdilik onları geçiyoruz- Evet mü'min; sağduyusu, basiret ve firaseti, vahiy ile aydınlanmış dupduru ve tertemiz aklı, engin ve objektif anlayışı, sağlam ve kuşatıcı görüşü, sorumlulukları adına titizlik ve duyarlılığı, kötülüklere karşı azim ve kararlılığı, bütün bir ömür boyu yücelikler peşinde olması ve yüksekleri kollaması, her zaman dipdiri tutabildiği hissi, şuuru ve iradesi, her şeyin özüne nüfuz edebilme hususundaki tecessüsü ve hâdiseleri yorumlamadaki derin idraki, Allah'a itimat edip güvenmesi ve insanlar arasında bir güven insanı olarak tanınıp bilinmesi, Hakk'ı gönülden tasdik edip her zaman O'na karşı vefalı kalabilmesi, emanette emin olarak tanınması ve herkesin her zaman başvuracağı bir emniyet insanı şeklinde hatırlanması, hatırlanıp maşerî vicdanca kabul görmesi, duyulup görüldüğü her yerde Hakk'ın yâd edilmesine vesile olması ve semtine uğrayanları hâliyle, diliyle O'na yönlendirmesi açısından "Mutlak zikir kemâline masruftur." esasına binaen tam bir tasdik, iz'an ve temsil kahramanıdır.
Her inanan insan, aynı seviyede bir iman ve İslâm kahramanı olmasa da, her fert için inanma hissinin ne kadar önemli olduğu açıktır. Bir kere bu his, yaratılışı itibarıyla insanın tabiatında var olan en yüksek değerdir. İnanmayanlar, cismanî ve bedenî zevk u safayla doymaya, tatmin olmaya, daha doğrusu avunmaya çalışsalar da, kendilerini sürekli bir boşlukta hissederler. Boştur onların nazarında bütün zamanlar ve mekânlar, bugünler ve yarınlar.. ruhunda derinden derine böyle bir boşluğu hisseden biri, hezeyana dönüşen hafakanlarını;
"Bütün boşluk; zemin boş, âsuman boş, kalb ve vicdan boş;
Tutunmak isterim, bir nokta yok pîş-i nigâhımda." (T. F.)
şeklinde dile getirir. Küfrün ürperticiliğini ve imanın vadettiği huzuru, itminanı haykıran bir mü'mine gelince: "İmansız olan paslı yürek sînede yüktür." ( M.A.) der ve kestirir atar. Bu paslı yüreklerin pasını çözmeye karar vermiş bir gönül eri ise: "Hakikî zevk, elemsiz lezzet, kedersiz sevinç yalnız imanda ve iman hakikatleri dairesindedir;" öyle ise, "hayatın zevk ve lezzetini isteyenler, onu imanla hayatlandırmalı, farzları yerine getirmekle bezemeli ve günahlardan uzak durmakla korumalıdırlar;" zira, "bir kimse bâkî hayata tam yönelebildiği takdirde, dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı da olsa; o, bu dünyayı Cennet'in bir bekleme salonu mahiyetinde gördüğünden her şeyi hoş karşılar, her şeye katlanır ve şükreder." (Az bir tasarrufla Bediüzzaman'dan) der; reçete mahiyetindeki sözleriyle ufkumuzu aydınlatır ve imanın büyüsünü gönüllerimize duyurur.
Muhteva ve özü itibarıyla iman; can âleminden koparılıp ruhlarımıza sunulmuş bir yemiş, duygularımıza içirilmiş bir kevser, gönül dudaklarımızla emilen bir mânâ, his, şuur, idrak pergeli ve cetveliyle sînelerimizde şekillendirilmiş nurdan bir âbidedir. Gönlünü ve duygularını imanla, mârifetle onarıp ihya eden bir iman kahramanı, düşünce dünyasını cennetlere çevirmenin sırrını keşfetmiş, ebedî mutluluk yoluna girmiş ve başka arayışlardan da kurtulmuş demektir. Zira, "Her zaman imanda mânevî bir Cennetin, küfür ve dalâlette de mânevî bir cehennemin mevcudiyeti söz konusudur.. evet, iman mânevî bir Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıdığı gibi, küfür de içinde mânevî bir Cehennem tohumu saklamaktadır." (Siyakın üslûba tesiri çerçevesinde küçük bir değişiklikle Bediüzzaman'dan).
Aslında bir ruh imanla kanatlanmışsa, artık o ne başka eşiğe baş koyar, ne de başkalarına dilencilik yapma zilletine düşer.. kimseden korkmaz, kimseye baş eğmez ve imanın gücü ölçüsünde her şeye karşı yiğitçe davranır. Evet, "İman hem nurdur, hem kuvvettir; hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir ve hâdiselerin tazyikatından kurtularak her zaman mutlu olabilir." Çünkü, "İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül de saâdet-i dâreyni (dünya-âhiret mutluluğu) netice verir." (Bir-iki kelime değişikliğiyle Üstad Bediüzzaman'dan). Böyle bir iman âbidesi, her zaman gönlünü, gökler ötesi âlemlere ulaşmak için bir helezon gibi kullanır ve onunla meleklerin, rûhânîlerin iç içe bulunduğu melekûtî derinliklerde kanat çırpar durur. Zaman olur, melekler ve rûhânîler onun kulaklarına bir şeyler fısıldar ve zaman gelir o, rûhânîlerin boyunlarına mârifet gerdanlıkları takar ve bulunduğu âlemin müşârun bil-benânı (parmakla gösterilen) olur. Hele bir de o, imanını irfanla derinleştirip irfanını da rûhânî zevklerle bezeyebilmişse.. evet işte o zaman, melekleri bile imrendiren ufuklarda pervaz etmeye başlar.. hep Hakk'ın hoşnut olacağı zirveleri kollar.. sürekli cennetliklerle oturur kalkar ve "a'lâ-yı illiyyîn" rüyaları görür. Nûr-u iman ile a'lâ-yı illiyyîne yükselip, Cennet'e lâyık bir kıymet almak hakikî mü'minin kaderi; küfrün zifirî dünyasında aşağıların aşağısına (esfel-i sâfilîn) düşüp Cehennem'e ehil hâle gelmek de kâfirin ma'kus talihidir. (İkinci şık başlı başına bir konu ama, zannediyorum tahliline bu sahifeler yetmez...)
Hakikî mü'mini kendi derinlikleriyle görebilenler, onda Hakk'ı hatırlar.. onun nefeslerini duyan İsa Mesih'e uğramış gibi canlanır ve onun gönlünden yükselen sesleri dinleyenler, Beyan Sultanı'nın meclisine ermiş gibi söz şarabıyla mest ü mahmur hâle gelir. Evet, iman ve imanın vadettikleriyle donanımını tamamlamış bir rûhun, artık başka herhangi bir şeye ihtiyacı kalmamıştır. Allah'a intisabı sayesinde o, aczi içinde Hakk'ın kudretiyle güçlü, fakirliğiyle beraber O'nun servetiyle zengin ve küçüklüğüne rağmen de ululardan bir uludur. Çünkü o, ihtiyar ve iradesinin yetersiz kaldığı noktada, Efendisi'nin sonsuz iradesine dayanır. Üstesinden gelemeyeceği konularda O'nun kudretine itimat eder.. dünyevî hayatı itibarıyla sarsıldığında, ebedî hayatının bağ ve bahçelerine sığınır.. ufkunu ölüm endişeleri sardığında, kendini ebedî hayatın ferah-feza iklimlerine atar.. akıl ve idrakiyle çözemediği problemler karşısında da, Kur'ân'ın "hall ü fasl" eden aydınlık iklimine müracaat eder.. ve hiçbir zaman yeis yaşamaz, boşluk hissetmez; karanlığın mütemadî olanıyla karşılaşmaz; hayatını bir zevk zemzemesi şeklinde duyar, yaşar ve ömrünü Yaradan'a şükürlerle yedi-yetmiş-yedi yüz veren başaklara çevirir.
Mükemmel bir mü'min, sadece kendi donanım ve şahsî kıvamına da bağlı kalmaz; o, peygamberâne bir azimle herkese açılır, herkesi kucaklar ve kendini ihmal edecek ölçüde hayatını başkalarının dünyevî-uhrevî mutluluğuna bağlar ve hep bir sahabi gibi yaşar; yaşar da, tıpkı mumlar gibi özündeki aydınlatma usâresiyle sürekli çevresini nura gark eder ve kendine rağmen bir yol izler.. evet o hep, gece gibi karanlık iklimleri kollar.. zulmetlerle yaka-paça olur.. her zaman par par yanar.. yandıkça içi "cız" eder boynu bükülür ama, ne sürekli yanması, ne de yanıp tükenmesi, onu başkalarını aydınlatmadan alıkoyamaz.
İman yolunun başına sancağını sağlamca saplayabilmiş iman eri, bir hamlede arzı aşar.. gider semalara ulaşır.. yıldızlarla hasbıhal eder.. güneşle münasebete geçer.. ayla arkadaşlık kurar.. ve yürür fezanın derinliklerinde "Refîk-i A'lâ"ya doğru. Yürürken de, her zaman tevazu içinde yüzü yerde ve mahviyet soluklamaktadır.. evet o, gönlüne meleklerin kanadından tüyler takmış gibi, her zaman akıl almaz irtifalarda kanat çırpar durur; kanat çırpar durur ama, ne irtifaların baş döndürücülüğü, ne de rûhânîlerle at başı hâle gelme, onun o durulardan duru düşüncelerini bulandıramaz. Başı her zaman bir Âdem Nebi duygusuyla sînesi üzerinde buruk, dudaklarında hiç dinmeyen bir efgan ve ümitleriyle de kıpkırmızı güller gibidir. Güneşe bakar gibi Hakk'a yönelince renklerle köpürür; O'nun mehâbetini duyunca da, Sûr sesi almışçasına sabahın şebnemli yaprakları gibi terler.
Onu temâşâ edenler, onun her hâlinden Hakk'ı müşahedeye menfezler bulur, sonsuza yönelir ve dünyalarını bir sevda yuvasına çevirirler. O, ışığa hasret en karanlık gecelerde ve hazanla sarsılmış bağlarda-bahçelerde çeşit çeşit ışık oyunları gösterir ve çevresine gönlünün mânâlarından demet demet güller, çiçekler sunar.
Bazen duygularını heybet ve mehafetle yoğurur, kavrulmuş sînesini gözyaşlarıyla serinletir; bazen de ümit ve beklentilerinin yollarına su serpiyor gibi yaş döker, hülyalarının çarçabuk gerçekleşeceği tefe'ülü ile sevinç murakabesi yaşar. Ne var ki, imanının enginliği ölçüsünde, her zaman ötelere açık bulunur. Kalbinin ritmine ayak uydurur, mantığını kalbinin kanatlarından tüylerle kanatlandırır; düz akıl ve dünyevî idrakin takılıp yolda kaldığı aşılmaz gibi görülen engebeleri bir hamlede aşar ve mânâ dünyasının şâhikalarına ulaşır.
İman erleri gam ve keder sâikleriyle kuşatıldıkları zamanlarda bile hep huzur içindedirler. Onlar, ne devamlı gam çeker ne de kederin süreklisini bilirler. Allah'a intisap ve O'na dostlukları sayesinde, rahatlıkla gamın boynunu kırar; kederi, kendi küdûreti içinde boğar; varsa tasalarını "hüzn-ü mukaddes" renkleriyle bezer ve sıkıntıların arka yüzündeki uhrevî güzelliklerin tül pembe renklerini temâşâ ile, elemleri lezzetlere, ızdırapları da doğum sancılarının vadettiği inşirahlara bağlayarak, dudaklarından dökülen "of"ları ânında "oh"lara çevirir ve en muzdarip hâllerinde bile çevrelerine kalblerinin diliyle sevinç neşideleri dinletirler. Bir kere de bu çizgiyi yakalayıp ilk nefeslerini böyle uhrevîleştirince, ikinci kez soluklanmada, kalblerini dimağlarına bağlar, akıllarını gönül diliyle konuşturur ve seslerini tâ yıldızlar ve yıldızlar ötesi âlemlere duyurarak, vicdanlarının zirvelerinden bütün rûhânîlere, bugüne kadar duymadıkları ne ezanlar ne ezanlar dinletirler. Bu ezanları mü'minin kendisi de duyup zevk edebilir; elverir ki, ufkunu dalâlet kirlerinden temiz tutabilsin...
Sızıntı, Mayıs 2000, Cilt 22, Sayı 256
.
İnsanoğlu, yeryüzüne ayak bastığı günden beri hep huzur rüyaları görmüş, huzur sayıklamış, huzur arkasından koşmuş ve huzur uğrunda ne kavgalar, ne kavgalar vermiştir. Bazen onu, çok çalışıp çok kazanmada ve maddî refahta; bazen gönlünce yaşamakta ve sınırsız hürriyette; bazen geniş teknolojik imkânlara sahip olmada ve konforda; bazen de yeme-içme ve cinsî arzularını tatminde görmüş ve hayatını bunları elde etmeye ve bunlara sahip olmaya bağlamış.. böyle sisli, dumanlı yolda yer yer ümitlenmiş, zaman zaman da hayal kırıklığı yaşamış ve yeisle kıvranıp durmuş, ama hiçbir zaman o mahbûb-u muntazara ulaşamamıştır; ulaşamazdı da, zira onun, arkasından koşup durduğu huzur, imanlı faziletin bir meyvesiydi ve ancak mükemmel bir imanla elde edilebilirdi. Bu, aynı zamanda peygamberlerin çağrısının da esasıydı.
İşte bu huzur çağrısının özünü, ferdin bütün benliği ile Allah'a yönelip O'na teslim olması teşkil etmektedir ki, bu ölçüde teslimiyete muvaffak olmuş bir mü'minin, ne sürekli nefsânî arzularına esir olup kalması, ne de Allah'tan başka herhangi bir şeyden korkup endişe duyması söz konusudur. Çünkü artık o, sevip gönül bağlayacağı maksud ve mahbûbunu bulduğu gibi, her zaman ululuğu karşısında mehâbet ve saygı duyacağı bir Kudreti Nâmütenâhî'nin himayesine de girdiğinden huzur içindedir; huzur içindedir, zira o bilmektedir ki, o Sonsuz Kudret ve İnayet, kim olursa olsun Kendisine yönelenleri hiçbir zaman yüzüstü bırakmaz ve perişan etmez.
Bundan dolayı mü'min, hep üfül üfül huzur içindedir ve emindir. Her şeyi O'na bağlayıp yürüdüğü takdirde hedefe ulaşacağından, yol boyu güven içinde bulunacağından ve ötelerde de iç içe 'şeb-i arûs'lar yaşayacağından, o, gönlünde imanın vadettiği güven, his ve şuurunda teslimiyet esintileri, iradesinde İlâhî Meşîet'in yönlendirmeleri ile aşar nefsânîliğin bütün gayyalarını, hevâ ve heveslerin azgın iştihalarını ve yürür Kur'ân'ın rehberliğinde varlığın gayesine doğru. Evet, Kur'ân'ın atmosferine girip O'nun rehberliğine sığınanlar, her zaman ruhlarında derin bir itminan ve sarsılmayan bir güven duyar ve sürekli emniyet soluklarlar. Vicdanlarını dinlerken, varlık ve eşyayı temâşâ ederken, uzak-yakın yarınları, yani sonsuza kadar bütün bir istikbali düşünürken, hatta Berzah'ı, Mahşer'i, Sırat'ı, Cehennem'i, Cennet'i mülâhazaya alırken, fevkalâde bir vazife şuuru ve sorumluluk duygusu taşımalarının yanında, derin bir recâ hissiyle de dopdoludurlar ve recâ duyguları da gönüllerindeki imanın derinliği ile mebsûten mütenasiptir (doğru orantılı). Onlar, inançlarının enginliği ölçüsünde her şeyi öyle farklı bir rahmet aralığından temâşâ ederler ki, eğer perde açılıverse, ötede görüp yaşayacakları şeyleri, burada duyup hissettikleri bütün müteşâbihi bulacak veya dünyevî darlığın gereği, icmâlen duyduklarının tafsilleriyle karşılaşacak ve talihlerine tebessümler yağdıracaklardır.
Evet iman, dünyevî-uhrevî mutluluğun bir sihirli anahtarıdır ve ömrünü onun gölgesinde geçiren herkese hayırla çene kapama vadeder.. apaydın bir berzah hayatı sözü verir.. yumuşak ve ılık bir Mahşer muştusunda bulunur.. ruhlarımıza sevindiren bir Mizan serencâmesi fısıldar.. ümit ve temkin derinlikli Sırat maceramızı gönüllerimize duyurur.. Cennet, rıdvan ve rü'yet unvanlarıyla tasavvurları aşkın değişik sürprizlere kapılar aralar ve en sıkıntılı, en ızdıraplı anlarımızı bile unutturacak ölçüde Tûbâ-i Cennet'ten neler ve neler sunar bize.!
Aslında mü'min, bütün benliğiyle Allah'a yönelince, O'ndan gayrı her şey gözünden silinir gider. Bütün yalancı güçler, kudretler havası alınmış balonlar gibi söner. Zaman zaman sahte ziyalarıyla gözlerimizi kamaştıran bütün fâni ışıklar, gelip gönüllerimize vuran O'nun nûru karşısında birer birer kararır ve her tarafta: 'Bugün mülk ve milk, O mutlak ve galip olan Allah'ındır' sözü duyulmaya başlar ki; böyle bir noktaya ulaşmış gönül, bütün sahte güçlerin, kuvvetlerin, rahmetlerin, inayetlerin aldatıcı vaadlerinden kurtulur, sadece ve sadece O'na teveccüh eder ve imdadı da O'ndan bekler.. zorda kaldığında veya musibetlerle sarsıldığında O'na güvenir, O'na dayanır.. her çeşit tehdit karşısında, bütün varlığı kuşatan O'nun inayet, rahmet ve nusretinin serasına sığınır.. zayıf düştüğünde, O'nun o aşkın kuvvetinin vesayetine girer.. ezkazâ günahlarla kirlenince, hemen O'nun mağfiret kurnaları altında arınmaya koşar.. zaman zaman ufkunu saran sis ve dumanı O'na iman, itimat ve teslimiyetle darmadağın eder. Dolayısıyla da hiçbir hâdise karşısında dize gelmeden yürür istikbale.. ferdî, ailevî, içtimaî her bir problemini vicdanında O'nunla irtibata geçerek çözer ve hiçbir zaman ruhunda aşılmayacak bir vahşet, bir yalnızlıkla karşılaşmaz.. yer yer halk içinde muvakkat bir kısım gurbetlere maruz kalsa da, iman ve teslimiyeti sayesinde her zaman kendini 'üns esintileri' içinde hisseder; başına gelenleri kaderden atılan ikaz taşları şeklinde değerlendirir.. ve böyle bir alışverişi de hep rıza ve sabırla karşılar.
Allah'a imanı ve imanda mârifeti ona, her şeyle muârefe ufkunu açar.. ve bu sayede o, canlı cansız bütün varlığı âdeta kardeşleri gibi görür.. onlarla münasebete geçer.. eşyaya müdahale eder ve vicdanında kendine bahşedilmiş bulunan hilâfet payesini bütün enginliğiyle duyar.. her şeyin kendisi için yaratılmış olduğunu idrak ederek minnetle iki büklüm olur.. meleklerin şuuru ve kâinatların ruhuyla el ele olduğunun farkına varır.. ayağını bastığı zemini, içinde dolaşıp durduğu ovayı-obayı ata ocağı gibi sımsıcak bulur ve annesinin kucağındaymışçasına kendini rahat hisseder.. varlığı maddeci ve natüralist mülâhazaların resmettiği gibi değil, her şeyi Allah'a nispet eden bir mü'min gözüyle değerlendirir ve herkesten, her nesneden bir muârefe karşılığı görür.. münasebete geçtiği her şeyden emniyet mesajları alır ve emniyet ifade eden tavırlarla karşılık verir.. kimseden ürkmez, kimseyi ürkütmez; herkesi kardeşi gibi kucaklar.. bütün eşyaya tebessümler yağdırır; suyu, havayı ve daha değişik nimetleri Hak'tan gelmiş birer armağan gibi yudumlar.. toprağı ve onun yetiştirdiklerini misk ü amber gibi koklar.. bağı-bahçeyi, dağı-taşı, otu-ağacı, gülü-çiçeği âdeta canlı varlıklarmışçasına gönül diliyle selâmlar.. rast geldiği canlıları, bu misafirhanede refakatine tahsis edilmiş arkadaşları gibi okşar.. ve her hâliyle yeryüzüne, bir uzlaşma ve uzlaştırma çağrısı ile geldiğini ortaya koyar.
İşte herkesi ve her şeyi o engin imanıyla bu çerçevede gören bir mü'min, her zaman kendini bütün insanları kıskandıracak ölçüde çok buudlu bir huzur atmosferi içinde hisseder ve imanlı yaşamanın tariflere sığmayan zevkleriyle kendinden geçer.. evet, ne kavga ne nizâ; bütün enerjisini duyup zevkettiklerini başkalarına da duyurma ve o derûnî hislerini herkesle paylaşma, gücü yettiği nispette ufukların körlüğünü açarak bütün insanları bu zevk zemzemesine ulaştırma istikametinde çırpınır durur.. ve yaşatma gayretiyle her zaman birkaç adım yaşamanın gerisinde bulunur. O, oturur-kalkar Cenab-ı Hakk'a sonsuz bir güven duyar ama, halkı da karşısına almaz. Evet o, bir yandan kendi izâfî gücünü Allah'ın kudretiyle beslerken; diğer yandan da mü'minlerin himmetlerini yanına almayı ihmal etmez.. ve kendisine karşı çıkması muhtemel bütün güçleri kendi iktidarının birer derinliğine dönüştürerek, hiçbir şeye takılmadan yürür uçuyormuşçasına hedefine.. imanla huzura erme, inandırıp Hakk'ın hoşnutluğunu kazanma hedefine.
Doğrusu, fertleri bu ölçüde doygunluğa ulaşmış, birbirini seven-sayan ve birbirine gönülden bağlı bulunan böyle bir toplum, huzura namzet bir toplumdur. Huzura namzettir zira, artık onun fertleri arasında insanları huzursuzluğa ve ayrılıklara sürükleyecek faktörler silinip gitmiştir. Zaten onların arasında asalet, soy-sop, bölge, muhit farklılıkları ve imtiyazları gibi hususlar kat'iyen söz konusu değildir. Herkesi ve her şeyi mutlak bir menşein vesayetinde gören, kabul eden bu insanlar tam mânâsı ile birer kardeştirler. Kur'ân, 'Mü'minler, başka değil, birbirlerinin kardeşidirler.' derken, işte bu derin gerçeği hatırlatır. Aynı zamanda bu, sûrî bir kardeşlik de değildir; Nebî ifadesiyle, birbirlerine karşı sevgide, merhamette, gönülden davranmada bir vücudun uzuvları ölçüsünde kavî bir irtibat içindedirler ve her zaman birbirlerinin acılarını ruhlarında duyar, müteellim olur, sevinçlerini de paylaşır ve onlarla aynı mutluluğu beraber yaşarlar.
Evet onlar, birbirlerinin gözü-kulağı, dili-dudağı, eli-ayağı gibidirler. Bu toplumda her fert, hayatını diğerini yaşatmaya bağlamış, onun mutluluğu adına oturup kalkmaktadır. Dolayısıyla da, onların arasında yalnızlığa düşme ve perişan olma kat'iyen söz konusu değildir. Birinin canı yansa hepsinin ciğeri 'cız' eder. Birinin sevinç şölenine herkes neş'eyle katılır. Yine, bu toplum içinde anneler-babalar, azizler gibi ihtiram görür; çocuklarsa, saksılardaki çiçekler gibi ihtimamla büyütülür. Eşler, ötedeki ebedî beraberlik mülâhazasıyla, en ileri yaşlarda bile birbirlerine karşı hep ilk günün neşvesiyle davranırlar. Ve hayatlarını hissî münasebetlerin çok çok ötesinde, kalbî ve mantıkî bir çizgide devam ettirmeye çalışırlar. Bunlar, gözlerinin içine yabancı bir hayal girmeyecek kadar da birbirlerine karşı vefâlıdırlar. Aile içindeki bu âhenk geniş bir aile sayılan millet için de aynen geçerlidir; böyle ailelerden müteşekkil bir millette herkes birbirini sever-sayar, birbirine şefkatle bakar.. herkes için iyilik düşünür ve elinden geldiğince kötülükleri savmaya koşar. Kimseye suizanda bulunmaz, kimseyi zan altında tutmaz.. kimsenin ırzıyla, namusuyla, şerefiyle uğraşmaz.. tahminlere, ihtimallere binaen insanları takibe almaz, tutuklamaz.. ve fertleri birbirlerine karşı casus olarak kullanmaz.. ve o toplumun bir kesimi, varlığını diğer kesimi yıkmaya bağlamaz.. hele hiç kimse, bir kısım aşağı insanların işi olan komploya, yalana, tezvire, iftiraya kat'iyen başvurmaz. Çünkü, bu huzur toplumunda her fert, insanî değerleri korumaya ant içmişçesine, bütün olumsuzluklara karşı savaş vaziyetindedir.. ve bu toplum, bir vicdan ve huzur toplumudur.
Sızıntı, Şubat 2000, Cilt 22, Sayı 253
.
Varlığın özü, usâresi insan; kâinatların fihristi ve hülâsası da insandır. Mevcudatın merkez noktasını insan tutar; canlı-cansız diğer her nesne ise onun çevresinde iç içe halkalar teşkil ederler. Öyle ki, Yüce Yaratıcı bir mânâda her varlığı ona bağlamış, onu da, vicdanındaki nokta-i istinat ve nokta-i istimdadı duyurarak kendi "câzibe-i kudsiyesi"ne. İnsan mazhariyetleri itibarıyla, bütün varlık içinde, eşyayı, hâdiseleri ve tabiî her şeyin arkasında Kudreti Sonsuzu söyleyen bir dil ve kâinatlar genişliğinde vüs'ate sahip bir gönüldür. Varlık onunla yorumcusunu bulmuş, madde onun idraki sayesinde incelmiş ve mânâ kesilmiştir. Onun eşyayı temâşâsı tamamen bir hususiyet, kâinat kitabını okuyup yorumlaması bir imtiyaz ve her şeyi Yaratıcıya bağlaması da bir marifettir. Bu ufku itibarıyla onun, susup murakabe yaşaması bir tefekkür, ağzını açıp konuşması bir hikmet, her şeyi yorumlayıp ona son noktayı koyması da bir muhabbettir.
Varlığa hükmedip tasarrufta bulunma konumunda yaratılan o, maddede mânânın bütün hususiyetlerini ortaya çıkarıp yaratıcıya armağan eden de odur. Odur, insan-kâinat-Allah münasebetini duyup, sezip anlayıp marifete bağlayan; odur kendi potansiyel güç ve derinliklerinin sırrını kavrayıp damlada deryayı, zerrede güneşleri aksettirme mazhariyeti ile meleklerin bir kadem önüne geçen. O, yeryüzünü şereflendirmesi ile, ayağı, kendinden evvel gelenlerin başlarına taç, onun küre-i arzda yaratılması da, bu maddî kitlenin semalara karşı kıvanç vesilesi olmuştur. Varlık bütünüyle bir geniş derya, o, bu deryanın en kıymetli incisi; kâinat iç içe meşherler alemi, o ise bu meşherlerin temâşâcısı; eşya ve hâdiseler, bir dengeler armonisi, o ise bu baş döndüren ahengin hassas bir müşahididir. Onun imana bağlı düşünce ve şuurunun aydınlığında, sessizlik içinde ve zulmetlerle kuşatılmış görünen varlık gündüz gibi aydınlandı ve gönüllerimizde Cennet duygusu uyaracak bir güzelliğe büründü.
O, yerkürede otağını kuracağı ana kadar melekût ufuklarında Hakkı ilan bayrağını melekler ve ruhânîler taşıyordu; onun teşrifiyle bir başka şekilde livâlaşan o bayrak, mülk burçlarında dalgalanmaya başladı ve göklere nispeten bu mini küre, ötelerin ufku hâline gelerek semalara denk bir vaziyet aldı. İman onun sevinç kaynağı, İslâm yaşam programı, marifet yol azığı, muhabbet de iç dinamiği olduğu sürece o hep başlarda taç olageldi; tabiî zemini de onun neşrettiği nura muhtaç.. bu, Hakk'ın ona bir ihsanıydı; sebebi de başka değil, yine O'nun has teveccühü. Bu husûsî teveccüh onu "mevcut durumdan daha bedîi, güzeli ve çarpıcısı olamaz" sözleri ile anlatılan bu güzellikler meşherinin en nadide gülü ve Cennetin bir gölgesi sayılan dünyanın da biricik bülbülü olma şerefiyle şereflendirdi.
Evet, bu iç içe galeriler mecmuası, onun için nizama tâbi tutuldu ve dizayn edildi dense mübalağa edilmiş sayılmaz. Bu cihan o nadide güle bahçe, varlık deryası da o inciye sadef olmak için yaratıldı denmesi de abartı değil, vak'anın mütevaziane ifadesidir. Doğrusu, topyekün varlık, bir mânâda, insan için, insanın emrinde ve bir tamamiyet içinde insanla yorumlanıp seslendirildiğinden, âdeta ona bağlıdır; insan da her şeyi onun emrine musahhar kılan Yaratıcıya muhtaç olması açısından, insan ve Allah arasında öyle sıkı bir münasebet hissedilmektedir ki, bundan, yaratılıştan gaye insan ve onun ubûdiyeti olduğu hemen anlaşılabilmektedir.
Aslında insanın ihtiyaçları, varlığı içine alacak kadar geniş ve ebedlere uzanacak kadar da derindir. Her şeyden evvel o ebet için yaratılmıştır; ebede namzettir. Arzuları, istekleri sınırsız, beklentileri de sonsuzdur. Bütün dünyalar ona verilse açlığı giderilemez ve emelleri de sona ermez.. o, açık-kapalı her zaman dünyanın ebediyetini temenni ettiği gibi, başka ebedi bir yurdun mevcudiyetini de beklemektedir. Azıcık kalbinin menfezleri açık olan herkes, Cenneti ve Cennet bütün ihtişam ve güzellikleri ile Cemâl'inin küçük bir gölgesi olan, o güzeller güzeli Yüce Yaratıcıyı görmeyi de arzu eder.
Evet, varlık ve hâdiselerin çehresindeki hakikatleri duyup sezebilen ve kâinat içindeki konumunun farkında olan herkes yoldadır ve aynı zamanda o kendine karşı kadirşinas, Rabbisine karşı da saygıya açık demektir. Varlık içinde, bulunduğu konumun şuurunda olmayana gelince, onun ne kendine karşı ne de Rabbine karşı saygısının olduğu söylenemez; saygısının olması bir yana, böyle biri hakiki manasıyla Rabbini bilemez; bilse de ululuğu ölçüsünde ona tazimde bulunamaz. Hakiki insanlık, kul ile Rabbisi arasındaki münasebetin bilinip değerlendirilmesine bağlıdır. Aksine böyle bir münasebet sezilip değerlendirilmediği yerde, potansiyel değerleri itibarıyla meleklerden dahi ulvi sayılan insanın, "Kel en'ami bel hüm adall" fehvasınca, en sefil varlıklardan daha aşağılara sürüklenme ihtimali söz konusudur.
Evet, umûmi mânâda iman unvanıyla ifade edilen bu nispet, büyük bir mütefekkirimizin ifadesiyle, insanı insan, hatta sultan yapan bir payedir. Böyle bir nispetin bulunmayışının diğer adı olan küfür ise, onu, canavar bir hayvan hâline getirir ki, bu türden fertlerin teşkil ettikleri toplumlarda, büyük ölçüde, kinler, hiddetler, şehvetler, hırslar, yalanlar, riyalar, kıskançlıklar, aldatmalar, komplolar hükümfermâdır ve herkes âdeta birbirinin kurdudur. Zaten, bu kabil fena huylara yenik düşmüş yığınlara da kat'iyen millet ve toplum denemez; dense dense bunlara şuursuz kalabalıklar denir. Diyojen güpe gündüz, elinde fener çarşılarda insan aramaya çıkarken, ihtimal bu kabil yığınlara karşı tenbih ya da tepkisini ortaya koyuyordu. Aynı mülâhazayı bir başka zaviyeden değerlendiren "Düşünceler" yazarı Mark Orel: "Her sabah insanların içine girerken kendi kendime düşünürüm; yine bu gün insan şeklinde birtakım yaratıklarla karşılaşacağım. Eğer onları ürkütmeden ya da onlar tarafından ısırılmadan akşam edebilirsem mutlu sayılırım" der. Bu tesbite, büyük kadın Râbia Adeviye'nin yaklaşımı ise daha ciddi ve daha sertçedir: "Ben sokaklar da pek insan görmüyorum; gördüğüm, dükkanlar önünde bazı tilkiler, kurtlar ve zaman zaman da birbirleri ile hırlaşan daha başka yaratıklardır.. bir aralık yarım bir insan gördüm ve ona göre kapandım." Bu mülâhaza sahiplerinden hiçbirinin, bu şekildeki düşünceleriyle bütün insanları karalamak gibi bir niyetlerinin olmadığı açıktır.
Bu kabil mülâhazalarda, daha ziyade mahiyetindeki insani değerleri, birer sefalet unsuru hâline getiren kimselerin iç dünyaları resmedilmek istenmiştir. Eğer insanlar, sık sık şemâillerini yaratılış gayelerine, sîretlerini de sûret çerçevelerine göre gözden geçirip gaye ile hâl, muhteva ile şekil farklılığını gidermeye çalışmazlarsa, Râbia Adeviye'nin ve Mark Orel'in gördüğü şekilde müşahade edilmeleri ihtimalden uzak değildir.
Bazen de, bu insanlar arasında, dışı muntazam, içi oldukça perişan ve derbeder kimselerle de karşılaşırız ki, bunlar da ayrı bir türü temsil ederler. Bir düşünür bunları, caddeye bakan yanı ve arka tarafı birbirinden farklı binalara benzetir. Bu binaların ana yola bakan cepheleri temiz, güzel, görkemli ve göz alıcıdır; ama, arka tarafları kirli, perişan, bakımsız ve tiksindiricidir. Cadde tarafından baktığımızda ona "iyi" der ve değerler üstü değer veririz. Arka tarafını gördüğümüzde de biraz önce göklere çıkardığımız bu binayı yerin dibine batırırız. İnsanlar içinde de böyleleri vardır; onları tek yanlarıyla ele aldığımızda hep yanılırız; yanılır da bazen göklere çıkardığımız birisi için bir müddet sonra arz üzerinde bile yer bulamamanın darlığına düşeriz. Aslında her zaman iyi kabul ettiğimiz kimselerin çok fena yanları, fena saydıklarımızın da çok iyi tarafları bulunabilir. Önemli olan onu, olduğu gibi görüp, iyi yanlarıyla bir yere oturturken, arka cephesini de mahiyetine uygun hâle getirme gayreti içinde bulunmamızdır.
İnsanoğlu kendi sıfat ve tavırlarının çocuğudur. Onun iyi veya kötü vasıflarından hangisi galebe çalarsa o da, o türden vasıf ve davranışlar göstermeye başlar. Bazen canavar duygulu bir insan hâline gelir; öz kardeşini bile dişler.. bazen ay yüzlü bir Yusuf'a dönüşür, zindanları aydınlatır ve Cennet koridorlarına çevirir. Bazen öyle melekleşir ki, ruhanileri bile gıptaya sevk eder. Bazen de şeytanları utandıracak şirretlikler sergiler. Mevlâna: "Bazen melekler bizim nezahet ve inceliğimize imrenirler; bazen de şeytanlar küstahlığımızdan ürperirler" derken, zannediyorum, insanoğlunda birbirinden çok uzak bu iki yakanın, aynı zamanda ne kadar iç içe olduğunu vurgulamak istemişti.
Evet insan bazen semâvîleşir ve gökler kadar bir derinliğe ulaşır; bazen de o kadar bayağılaşır ki, yılanlara-çıyanlara rahmet okutturur. O, ne esnek ve eksantriği geniş bir varlıktır ki, çeşitli meziyetlerinin yanında bir sürü de rezileleri vardır; sînesinde dünya kadar güzellikleri barındırdığı aynı anda dünyaları aşkın fenalıklara da açıktır.. iman, marifet, muhabbet, ruhanî zevkler ona kalbi kadar yakın; insanları sevme, herkesi kucaklama, iyilik duygusu ile oturup-kalkma, hayatını başkalarını yaşatmaya bağlama, kötülükleri iyiliklerle savma, sevgiyi sevip ruhundaki düşmanlık duygusuna karşı her zaman savaş vaziyetinde bulunma ona kendi ruhunun sesi-soluğu kadar sıcak; hırs, kin, nefret, şehvet, iftira, yalan, tezvir, riya, komploculuk, çıkarcılık, bencillik, korkaklık, şöhretpereslik.. gibi fena duygular da ona pusu kurmuş, zayıf anlarını kollamaktadırlar. O, iyi vasıf ve olumlu davranışlarıyla kâinatların efendisi olabilme kıvamında iken, bazen kötü duygu ve kötü tutkuların pençesine düşerek bayağılardan bayağı bir tutsak hâline gelebilmektedir. İşte böyle bir insan zâhiren hür görünse de, hakikatta zavallılardan zavallı bir köledir. Aslında insan, kendi içinde sürdürdüğü savaşta -ki din buna "cihad-ı ekber" diyor- başarılı olduğu ölçüde hür ve faziletlidir. Onun, kendi mahiyetindeki potansiyel derinlikleri inkişaf ettirmesi ve Hak'la münasebete açık ikinci bir tabiata ulaşması, ruhunun derinliklerinde gerçekleştirdiği bu savaşı kazanmasına ve başı-ayakları aynı noktada birleşerek halka hâlini almışlık içinde bir tevazu ve mahviyetle bu zaferi duymasına bağlıdır.
Afâkîlikten sıyrılıp kendi içine eğilemeyen, ruhundaki derinliklerin yanında, mahiyetindeki çukur ve boşlukları göremeyen ve her gün kendini yeniden bir kere daha inşa edemeyen iradesizler, hep mesafe almaktan bahisler açsalar da iç alemlerinde sürekli yerlerinde sayar, hatta kımıldadıkça biraz daha geriye kayarlar. Ömür boyu, gözlerini-kulaklarını, dillerini-dudaklarını, ellerini-ayaklarını kendi egolarının esaretinden kurtaramamış böyleleri, hep tutsak olarak yaşayıp tutsak olarak ölür giderler de bunun farkına bile varamazlar. Doğrusu, hayvânî tabiatlarının esiri hâline gelmiş bu insanlar acınacak durumdadırlar. İnsanlığını koruyup geliştirmiş olanlara karşı sevgi ve alâka onların hakkı; berikilerine karşı gösterilecek muhabbet ve alâka da onları fena duygu ve tutkuların esaretinden kurtarma şeklinde olmalıdır. Böyle bir tavır, Allah'ın mükerrem olarak yarattığı insana karşı sevgi ve O'ndan ötürü alâka duymanın ifadesidir... ve insan sevilmek için yaratılmış bir varlıktır.
Sızıntı, Ağustos 1999, Cilt 21, Sayı 247
.
İnanmış İnsanın Nitelikleri
Günümüzde her şeyden daha çok, Allah'a karşı vazifesini yerine getirme şuuruyla gerilmiş mes'uliyet nesillerine ve topluma rehber olabilecek ideal insanlara ihtiyaç var. İnsanlığı, birkaç asırdan beri içinde bocalayıp durduğu ilhad, cehâlet, dalâlet ve anarşi gayyalarından kurtararak, imana, irfana, istikamete ve huzura ulaştıracak ideal rehberlere. Hemen her bunalım döneminde, dinî, fikrî, içtimâî, iktisâdî ve ahlâkî buhranlarla kıvranan yığınlara ışık tutmuş, insan, kâinat ve topyekün varlığı, hatta varlığın perde arkasını yeniden yorumlamış, duygu ve düşüncelerimizdeki tıkanıklıkları açmış bu cins dimağlar sayesinde, şimdiye kadar insanoğlu elli defa kefeni gömlek yapmış.. elli defa eşya ve hâdiseleri yeni baştan yorumlamış.. sığ mantıklar nazarında renk atmış, matlaşmış ve abes rengini almış varlık kitabını yeniden bütün derinlikleriyle hem de duyarak, hissederek bir mûsıkî gibi seslendirmiş.. bir meşher gibi temâşâ edebilmiş.. bütün eşyayı fasıl fasıl, paragraf paragraf tahlile tâbi tutup kâinatın ruhundaki gizli hakikatleri ortaya çıkarmıştır.
Bu kutluların mazhar oldukları en önemli hususiyetleri, imanları ve bu imanları başkalarına duyurma gayretleridir. Bu iman ve gayretleri sayesinde onlar, her şeyi aşıp Allah'a ve gerçek huzura ulaşabileceklerine, dünyayı cennetlere çevirip ötelerde de otağlarını firdevslere kurabileceklerine inanır ve âkıbetlerinin zevkiyle hayatı da, hizmeti de âdeta Cennet yamaçlarında seyahat ediyor gibi duyarlar.
Aslında, imanın derecesi ne olursa olsun, hiçbir sistem, hiçbir doktrin, hiçbir felsefe onun insanoğlu üzerinde olumlu müessiriyetine denk bir tesir ortaya koyamamıştır. İman, kendi çerçevesiyle bir insanın gönlüne girince, o kimsenin kâinat, eşya ve Allah hakkındaki düşünceleri birdenbire değişir, derinleşir ve bütün mevcudâtı bir kitabın sayfaları gibi çevirip değerlendirebilecek bir genişliğe ulaşır. O güne kadar şöyle-böyle çevresinde görüp fakat alâka duymadığı, hatta cansız ve mânâsız bulduğu bütün eşya birden canlanır, birer dost, birer arkadaş şekline bürünür ve şefkatle onu kucaklarlar. Bu sımsıcak atmosferde insan kendini, kendi kıymeti ölçüsünde duymaya başlar.. varlığın şuurlu biricik parçası olduğunu idrak eder.. kâinatın sahife ve satırları arasında kıvrım kıvrım uzayıp giden yolların sırrına erer.. eşyanın perde arkasına dair esrarı sezer gibi olur.. derken, üç buutlu mekânın dar mahbesinden kurtulur ve kendini sonsuzun enginliklerinde bulur.
Evet her mü'min, imanının derecesine göre her zaman benliğinin derinliklerinde köpürüp duran düşünceleri sayesinde, sınırlılığı içinde sınırsızlaşır, zaman ve mekânla mukayyetken, kayıtsızlığın üveyki haline gelir, mekân üstü varlıkların safına ulaşır ve meleklerden nağmeler dinler. Başlangıçta bir damla sudan, karmakarışık gibi görünen bir bulamaçtan yaratılan bu küçük görünümlü büyük yaratık, ruhundaki ilâhî nefhanın inkişâfına zemin hazırlanabildiği ölçüde, inbisat eder; yere-göğe sığmayan, önü-sonu olmayan ve iki kutup arasındaki kemmiyete denk keyfiyetlere ulaşan aşkın bir varlık haline gelir. Bizim aramızda dolaşır, bizimle oturur kalkar; ayakları ayaklarımızı bastığımız yerde, başı da başımızı koyduğumuz secdegâhdadır ama o, başıyla ayaklarını aynı noktada bir araya getirdiği ve bir halka haline geldiği secdeyi kurbet yolunda bir rampa gibi kullanır ve bir hamlede Allah'a en yakın olma ufkuna ulaşır.. ruhanîlerle aynı semâlarda kanat çırpar ve dünyevîliği içinde uhrevîler gibi yaşar. Böyle bir gönül, insanî duygularının gelişmesi, genişlemesi nispetinde her zaman ferdiyetini aşar; âdeta küllîleşir ve bütün inananları kucaklar.. herkese el uzatır.. ve topyekün varlığı en içten duygularla selâmlar. Karşılaştığı her şeyde ve herkeste ilâhî tecellîlerden renkler görür, desenler temâşâ eder ve sesler dinler.. her zaman değişik bir frekansta göklerin "hay-huy"u ile murakabeye dalar; meleklerin kanat seslerini duyar gibi olur.. yıldırımların ürperten tarrakalarından kuşların inşirah veren nağmelerine, denizlerin mehâbetli dalgalarından ırmakların sonsuzluk duyguları uyaran çağıltılarına, tenha ormanların büyülü iniltilerinden göklere başkaldırmış gibi duran şâhikaların heybetli edâlarına, yemyeşil tepeleri her zaman okşayıp geçen sihirli meltemlerden, bağlardan, bahçelerden taşıp her tarafa yayılan baygın râyihalara kadar çok geniş bir güzellikler atlasını görür, duyar, dinler ve "meğer hayat buymuş" der bütün eşya ile, eşyanın ruha benzeyen mânâsıyla o da gürler; soluklarını, dualarla, tesbihlerle gerçek değerlerine ulaştırmaya çalışır. Her zaman başı yerde, gözü bir nigâh-ı âşina beklentisiyle hep kendisine açılacağı ümidini taşıdığı kapının aralığında; ümitle gözlerini açar-kapar.. iştiyakla kapının arkasını kollar.. gaybetin ve gurbetin savulup gideceğini, huzurun ve kurbetin bir sekine gibi gelip ruhunu saracağı eşref saatleri bekler.. ruhundaki vuslat arzusuna cevaplar bulmaya çalışır.. bazen hep uçarak, bazen de yerlerde sekerek, herkesle ve her şeyle içli dışlı O'na doğru koşar durur. Her konakta yeni bir vuslat gölgesiyle "şeb-i arûs" yaşar.. her dönemeçte ayrı bir hasret ateşini söndürür ve aynı anda yeni bir kıvılcımla tutuşur, yanmaya başlar.. kim bilir, kendini günde kaç defa "üns" esintileriyle kuşatılmış bulur ve kaç defa bu vâridâtı duymayanların yalnızlıkları ve acıklı halleri karşısında burkulur.
Evet, bu ölçüde enginleşmiş ufuklu bir ruh, her zaman kendini yepyeni âlemlere açılma rampalarında, olabildiğine gerilimli ve insanî normları aşkın bir azim ve kararlılık içinde duyar.. sahip olduğu iman ve o imanın arkasındaki kuvvet sayesinde daha ne mazhariyetlere ereceğini ve ne başarılara imza atacağını düşünür.. ufku açık, önü açık, iradesi hür ve gönlü huzur içinde yorgunluğunu hissetmeden koşar durur. Uğradığı her konakta, kendisine ve çevresine alâkası daha bir artar ve derinleşir. Tam farkına varır veya varamaz; ama ruhunu dinlediğinde, sürekli kendini, bitmeyen, tükenmeyen bir huzur sath-ı mâilinde görür; başkaları için söz konusu olan onca gurbet ve yalnızlık sâikine rağmen o, kat'iyen yol yalnızlığı ve gurbet yaşamaz; yaşamaz, çünkü nereden geldiğini, niçin geldiğini, nereye sevk edildiğini bilir ve dünyadaki bütün toplanmaların, dağılmaların farkında, gâyesi ve hedefi belli bir kulvarda koştuğunun da şuurundadır; ne yol meşakkatini duyar ne de başkalarının yaşadığı korkuları, endişeleri ve ızdırapları yaşar. Allah'a güvenir, ümitle şahlanır ve mutlu yarınların masmavi hülyalarıyla zirveye ulaşma neşvesini yudumlar durur.
Evet, bu engin iman kahramanları, imanlarının derinlikleri ölçüsünde bir yandan, âlemin düşe-kalka yürüdüğü yollarda, Cennet yamaçlarında tenezzühe çıkmışçasına huzur soluklayarak yol alırlar, diğer yandan da Hak'la irtibatları sayesinde, bütün kâinatlara meydan okuyabilir, her şeyin üstesinden gelebilir; kıyametler kopsa bile endişeye kapılmaz ve karşılarına cehennemler çıksa da korkup geriye durmazlar. Başlarını her zaman dimdik tutar ve Allah'tan başkası karşısında kat'iyen eğilmezler. Kimseden çekinmez, kimseden bir şey beklemez ve hiç kimsenin minneti altına girmezler. Kazandıkları ve başarıdan başarıya koştukları zaman, bir taraftan imtihan geçiriyor olma endişesiyle tir tir titrer; diğer taraftan da şükran hisleriyle iki büklüm olur ve sevinç gözyaşlarıyla boşalırlar. Kaybettikleri zaman sabretmesini bilir, azimle gerilir ve bilenmiş bir irade ile "yeni baştan" der yola koyulurlar. Ne nimetler karşısında küstahlaşır ve nankörlük ederler ne de mahrumiyetlere dûçâr olduklarında ye'se düşerler.
İnsanlarla muamelelerinde peygamberâne bir kalb taşır; herkesi sever, her şeyi kucaklar; başkalarının kusurlarını görmezlikten geldikleri aynı anda, kendilerini en küçük hataları karşısında bile sorgulayabilirler; çevrelerindekilerin yanlışlarını sadece normal hallerde değil, öfkelendikleri zamanlarda bile bağışlar ve en huysuz ruhlarla dahi geçinmesini bilirler. Aslında İslâm da, kendi müntesiplerine, elden geldiğince affetmeyi, kine, nefrete yenik düşmemeyi ve öç alma duygusuna kapılmamayı salıklar ki, zaten sürekli Allah'a doğru yürüyor olma şuurunda bulunanların başka türlü olmaları da her halde düşünülemez.. başka türlü davranmaları, düşünmeleri bir yana, onlar oturur kalkar hep başkaları için hayır yolları araştırır, hayır dileklerinde bulunur, ruhlarındaki sevgiyi hep canlı tutmaya çalışır, gayza, nefrete karşı da bitmeyen bir savaş sürdürürler. Hata ve günahlarını pişmanlık hararetiyle yakar kül eder ve günde birkaç defa, mâhiyetlerindeki kötülük duygularıyla yaka-paça olurlar. Gönüllerinden işe başlayarak, her bucakta iyilik, güzellik fidelerinin boy atıp gelişmesine ortam hazırlar ve Râbiatü'l-Adeviyye felsefesiyle, zehir olsa da, herkesi ve her şeyi şeker-şerbet gibi kabul eder; üzerlerine kinle, nefretle gelenleri bile tebessümlerle ağırlar ve en mütecaviz orduları sevginin yenilmeyen silahıyla püskürtürler.
Allah, onları sever, onlar da Allah'ı.. hemen her zaman sevmenin heyecanıyla coşar, sevilme duygusuyla da mest ü mahmur yaşarlar. Tevazu kanatları sürekli yerde ve gül bitirme neşvesiyle toprak olmaya teşne bulunurlar. Başkalarına saygılı oldukları kadar onurlarına da düşkündürler; müsamaha, şefkat, mülâyemet ve inceliklerinin bir zaaf şeklinde yorumlanmasına asla müsaade etmezler. Gerekirse, bir an bile tereddüt etmeden hayatlarını istihkâr ederek âhirete yürümesini de bilirler. İnançlarını yaşarken, kimsenin tenkit ve takdirlerine kulak asmazlar; asmaz sadece ve sadece kendi düşünce atlaslarının rengini soldurmamaya dikkat ederler; ederler, zira onlar iyi mü'minler olmaya azmetmişlerdir.
Sızıntı, Mayıs 1999, Cilt 21, Sayı 244
.
Sevgi yaşatan bir iksirdir; insan sevgiyle yaşar.. sevgiyle mutlu olur ve sevgiyle çevresini mutlu eder. İnsanlık sözlüğünde sevgi bizim canımızdır; biz birbirimizi onunla hisseder, onunla duyarız. Allah, insanları birbirine bağlama konusunda sevgiden daha güçlü bir irtibat unsuru, bir zincir yaratmamıştır. Aslında dünya, köhne bir harabeden ibarettir, onu taptaze ve canlı kılan sevgidir. Cinlerin, insanların sultanları; arıların, karıncaların, termitlerin bile kraliçeleri, bu sultan ve kraliçelerin de tahtları vardır. Krallar, kraliçeler belli yol ve belli usullerle seçilir ve gelir tahtlarına otururlar. Kimsenin intihâbına ihtiyaç duymadan gelip gönüllerimize taht kuran bir sultan varsa o da sevgidir. Dil-dudak, göz-kulak onun bayrağını çektikleri ölçüde birer kıymet ifade ederler; sevgi ise kendinden kıymetlidir. Sevginin otağı sayılan gönül onun sayesinde kıymetler üstü kıymete ulaşmıştır. Sevgi sancağının gidip önünde dalgalandığı kaleler, kan dökülmeden fethedilmişlerdir. Sevgi askerlerinin ulaşabildiği yerlerdeki sultanlar, muhabbet çerisinin sıradan birer neferi hâline gelmişlerdir.
Biz, gözlerimizde sevginin zaferleri, kulaklarımızda onun davulunun, kösünün sesi bir atmosferde yetiştik. Gönüllerimiz hep onun bayrağının dalgalanma heyecanıyla attı. Sevgiyle o kadar içli-dışlı olduk ki, neticede hayatımızı bütün bütün ona bağlayıp ruhumuzu da ona adadık. Artık biz yaşarsak sevgiyle yaşar, ölürsek sevgiyle ölürüz. Her nefeste, bütün benliğimizde onu duyar; soğukta onunla ısınır, sıcakta da onunla serinleriz. Bizim harb u darbimizde güm güm sevgi davulunun sesi duyulur; sulh u sükunumuz da yine sevgi mehteriyle şölenleşir.
Bin bir fenalığın kol gezdiği şu fevkâlade kirlenmiş dünyada, her zaman temiz kalabilmiş bir şey varsa o sevgi, onca sararıp solan gülendam şeylerin yanında hiç renk atmadan güzellik ve cazibesini koruyabilmiş bir dilber varsa o da yine sevgidir. Dünyada hiçbir millet ve hiçbir toplumda ondan daha gerçek, daha kalıcı bir şey yoktur. Onun ninniden daha yumuşak, daha sıcak sesinin hissedildiği yerlerde bütün sesler soluklar kesilir, bütün enstrümanlar susar ve en tatlı nağmeleriyle sessizlik murâkabesine dalarlar.
Varlık bilinip görülme fitilinin, sevgi çerağından tutuşturulması sonucu meydana gelmiştir. Eğer Hakk'ın yaratma sevgisi olmasaydı, ne aylar, ne güneşler ne de yıldızlar meydana gelirdi. Kâinatlar birer sevgi şiiri, yerküre de bu şiirin kâfiyesidir. Tabiat kitabı ve eko sistemde her zaman sevginin gür solukları duyulur. İnsanî münasebetlerde de hep onun bayrağı dalgalanır durur. İnsanlar arasında her zaman revâcını koruyan bir akçe varsa o da sevgidir.. ve sevginin değeri kendindendir. Sevgi, en saf altınla bile tartılsa ondan ağır gelir. Altın da, gümüş de değişik borsa ve piyasalarda her zaman değer kaybedebilirler; ama, sevginin kapıları her zaman bütün olumsuzluklara kapalıdır ve hiçbir haricî müdahale onun iç ahengini bozamaz. Bugüne kadar, bütün bütün kine, nefrete, düşmanlığa kilitlenmiş canavar ruhlardan başkası da ona karşı koymayı, onunla savaşmayı düşünmemiştir. Bence, canavar ruhları uysallaştırmanın biricik iksiri de yine sevgidir. Dünyevî zenginliklerin tesir alanının dışında nice problemler vardır ki, sevginin büyülü anahtarından başka hiçbir şeyle çözülememiştir. Zaten, dünyada hiçbir değerin, sevgiye karşı koyması ve onunla rekabet etmesi de mümkün değildir. Altının, gümüşün, dövizin, çekin, senedin kartelleri hemen her maratonda muhabbet fedaileri karşısında nakavt olagelmişlerdir. Evet, maddenin patronlarının, onca gürültü, patırtı, şov ya da ihtişama rağmen gün gelmiş sermayeleri bitmiş, pazarları sona ermiş, ocakları sönmüştür; ama, sevginin çerağı her zaman par par yanmış ve ışık olup bütün gönüllere, ruhlara akmıştır.
Muhabbet rahlesi önünde diz çöküp ömrünü sevgi meşk etmeye adamış talihliler, hiçbir zaman sözlüklerinde, kine, nefrete, gayza, komploya yer vermemiş ve ölümleri pahasına da olsa düşmanlığa başvurmamışlardır; vurmazlar da. Onların muhabbetle iki büklüm olmuş boyunları her zaman sevgiye selam durmuş ve sevgiden başkasına kıyam etmemiştir. Hele onlar birer sevgi küheylanı gibi şahlandıklarında, düşmanlık duygusu saklanacak in aramaya durmuş; nefret, gayzından çatlamış; kin, öldüren bir yutkunmaya dönüşmüş ve komplo gelip sahibinin boynuna dolanmıştır.
Bugüne kadar şeytanın en tehlikeli oyunlarını boşa çıkaran bir büyü varsa o da sevgidir. Nebiler, firavunların, nemrutların, şeddatların gayız ve öfke ateşlerini sevgi kevserleriyle söndürmüşlerdir. Bütün hak dostları, şirazesi kopmuş bir kitabın eczası gibi şuraya-buraya saçılmış disiplinsiz ve âsi ruhları sevgiyle biraraya getirmiş ve insanî münasebetler alış verişinde buluşturmuşlardır. Sevginin gücü her zaman Hârût ve Mârût'un sihrini bozacak kadar aşkın olmuş ve cehennem ateşini södürecek kadar da tesirli. Bu itibarla da sevgi silahına sahip olan birinin artık bir başka silaha ihtiyaç duyacağını sanmıyorum.. evet sevgi, namlusundan fırlamış mermi ve top güllelerini bile tesirsiz hâle getirecek kadar güçlüdür.
İnsanın insanları sevip çevresine alâka duyması, hatta bütün varlığı şefkatle kucaklayabilmesi, biraz da kendini bulup bilmesine, kendi mahiyetini keşfedip Yaratıcısıyla olan münasebetini duymasına bağlıdır. O, kendi derinliklerini, kendi özündeki cevherleri duyup hissedebildiği ölçüde, aynı hususların başkalarında da bulunduğunu düşünür, hem Yaradana nispetin hatırına hem de mahiyetindeki cevherlere karşı kadirşinas davranma hissiyle her varlığı daha bir farklı görür, daha bir farklı duyar ve daha bir faklı değerlendirir. Aslında bizim birbirimizin kadrini bilip birbirimize karşı saygılı davranmamız, her birerlerimizde meknî ve meknûz bulunan cevherlerin bilinmesiyle yakından alâkalıdır. Peygamber beyanı olarak kitaplara geçen "Mü'min mü'minin aynasıdır" sözünü, daha da genişleterek, "insan insanın aynasıdır" şekline getirip bu son mülâhazayı o ifadeye bağlayabiliriz. Bunu yapabildiğimiz takdirde, hemen herkes, kendinde mevcut olan cevherler adesesiyle, diğer insanlarda bulunan derinlikleri, enginlikleri, zenginlikleri sezip duymasının yanında bütün bu önemli mevhibelerin hakikî sahiplerine bağlanmasını da bilir ki, bu da, bütün varlık aleminde görülen güzellik ve cemâl, sonra da sevgi ve alâka adına ne varsa hepsi O'na ait demektir. Bu inceliği sezebilen bir ruh, Mevlânâ gibi: "Gel, gel aramıza katıl; biz Hakk'a gönül vermiş aşk insanlarıyız! Gel gel bize katıl da sevgi kapısından içeriye giriver, giriver ve evimizde bizimle beraber otur... Gel birbirimizle içten konuşalım.. (gönüllerimizle sarmaş-dolaş olalım da) kulaklardan, gözlerden gizli konuşalım.. Güller gibi dudaksız ve sessiz gülüşelim.. Tıpkı düşünce gibi dudaksız-dilsiz görüşelim.. Mademki hepimiz biriz, birbirimize dilsiz-dudaksız gönülden seslenelim.. Mademki ellerimiz kenetli, gel bu hâlden bahisler açalım; El-ayak, gönül hareketlerini daha iyi anlar, öyle ise gel dilimizi tutalım, titreyen gönüllerimizle konuşalım.." der ve gönül dilinden bize destanlar sunar.
Bizdeki bu duygu derinliğini, bu insanî alâka zenginliğini ne Yunan ve Latin düşüncesinde, ne Grek ve Batı felsefesinde görmek mümkündür. İslâmî düşünce, hemen hepimizi bir cevherin değişik tezahürleri şeklinde görür ve her birerlerimizi bir hakikatin farklı yüzleri şeklinde mütâlâa eder. Zaten, Allah birliği, peygamber birliği, din, dil birliği, ülke, millet birliği... gibi fasl-ı müşterekler etrafında bir araya gelmiş insanlar -hadîsin ifadesiyle- bir vücudun ayrı ayrı uzuvları mesabesindedir. El, ayağa rakip olamaz.. dil dudağı ayıplayamaz.. göz kulağın kusurunu göremez.. kalb kafa ile cedelleşemez... eğer bunların bütünü bir vücudu tamamlayan unsurlarsa, biri iki görmek gibi bu çarpık müşahede de neyin nesi.! Dünyamızın, Cennet hâline gelmesinin ve Cennet kapılarının ardına kadar açılmasının, açılıp bize "buyurun" edilmesinin önemli bir vesilesi sayılan aramızdaki birliği bozmak da neden.! Birlik ve beraberlik, Allah'ın muvaffak kılmasının bir yolu ise, bu ihtilaf ve iftirakın mânâsı da ne!? Ne zaman, bizi birbirimizden uzaklaştıran duyguları, düşünceleri, ruhumuzdan söküp atacak ve birbirimizi kucaklamak için yollara döküleceğiz!
Ayrı ayrı mizac ve meşrep gibi, Allah'a ulaştıran yollar da mahlûkatın solukları sayısıncadır. Herkes ayrı bir anlayışa, ayrı bir yoruma bağlanır, ayrı bir yoldan yürür, ayrı bir köprüden geçer; ayrı bir merdivenle yükseleceği yere yükselir, ayrı bir helozonla ulaşacağı zirvelere ulaşır.. herkes farklı nağmelerle coşar, farklı enstrümanlar kullanır; ama hepsi de Hakk'ı hoşnut etmeye ve dünyayı cennetlere çevirmeye koşar. Koşma alanı bu kadar geniş ve hedef de her yola açık ise bu hırgür de neden!? Hele bir de hasımlarımız, aramızdaki bu ihtilaf ve düşmanlıkları aleyhimizde değerlendiriyorsa...
Konuyla alâkalı düşüncelerimi bir şairimizin şu enfes sözleriyle noktalamak istiyorum:
"Zen merde, civan pire, keman tirine muhtaç,
Ecza-i cihan cümle birbirine muhtaç."
Sızıntı, Eylül 1999, Cilt 21, Sayı 248
.
Işık, karanlıklarla savaşarak gerçek derinliğine ulaşır.. güzellik, çirkinlikler içinde daha bir belirginleşir.. iyiler, fâikiyetlerini tam olarak ancak kötüler arasında ortaya koyabilir; hiç olmazsa bazıları için bu böyledir.. toplum, huzura ihtiyaç hissettiğinde onu daha iyi duyar; duyar ve onun için ölür ölür dirilir. Rahatı, gerçek derinlikleriyle ancak meşakkat görmüşler anlayabilir; Cenneti de sırat yaşamış, sırattan geçmiş olanlar.. karanlığın en azgın ânı ışığın şafağını soluklar.. gündüzler, döl yatağı dönemini gecenin bağrında geçirirler; baharlar da karın-buzun sînesinde. Sebepler bütün bütün tesirsizleşince, ruhları Kudreti Sonsuz mülâhazası sarar; "meşakkat teysîri celbeder" fehvâsınca, sıkışma da her zaman ferah-fezâ iklimlere açılmanın önemli bir rıhtımıdır.
İç içe bunalımlarla sarsılıp çeşitli kaoslar fâsit dairesi içinde kıvrandığımız şu günlerde, rahatı, huzuru daha iyi anlayabiliyor.. ışığın kadrini daha içten takdir edebiliyor.. imanı ve Hakk'a kulluğu, o derin güzellikleriyle daha net görebiliyor.. kaynağı iman, vicdanlarımızdaki hakikî güveni daha engin duyabiliyor.. iyiliklere karşı arzularımızın köpürdüğünü, kötülüklere karşı da tiksinti duyduğumuzu daha açık hissediyor ve tam bir iyilik banyosu yapmak için kendimizi, şu aydınlık günlerin çağlayanlarına salarak son bir kez daha Ramazan diyoruz.
Kim bilir, şimdiye kadar kaç defa Ramazan görmüş, Ramazan duymuş, Ramazan yaşamışızdır; ama, değişik olumsuzlukların milleti çepeçevre kuşattığı, iradelerimizin çatırdayıp azimlerimizin sarsıldığı ve gurbet içinde gurbetler yaşadığımız böyle kasvetli bir zaman diliminde, hırpalana hırpalana tam mazlûmlaşmanın, her gün ayrı bir saldırı karşısında buruklaşmanın hasıl ettiği farklı bir hisle -bu biraz da kulluk insiyaklarımızdan kaynaklanıyor- sînelerimizi Rabbimize açıp en içten duygularla sızlanıyor ve "Ey Müsebbibü'l-esbâb, sebepler bütün bütün uçup gitti! Düşmanların cefâsı, dostların da hâl bilmezliği acz ve zaafımıza inzimam edince yol mülâhazalarımızı yoldakilerin hayreti sardı; bahtına düştük, bizi takılıp yollarda kalan yalnızların talihsizliğine uğratma!" diyoruz; diyor içimizi çekiyor; mâruz kaldığımız ızdırapları duyma ölçüsünde, ihtiyaç ve ıztırar hâliyle O'nun kapısının tokmağına dokunuyor; böyle bir tevhid mülâhazasına iltifatlarının ifadesi sayılan teveccühlerini, yine O'na olan itimat ve güvenlerimizle bekliyoruz ki, bu seviyede tabiatlarımızın derinliklerinde duyarak bir başka Ramazan yaşadığımızı hatırlamıyorum ve yaşayacağımıza da fazla ihtimal veremiyorum.
Evet, şimdiye kadar bu mübarek ayı, değişik iltifat esintileriyle defaatle idrak ettik ve defaatle Ramazanlaşmaya çalıştık; millet olarak şanlı günlerdeki içli ve derin Ramazanlar.. harb u darblerin yaşandığı o tozlu-dumanlı günlerin sisli atmosferinde, ziyâsı ve bereketiyle maytaplar gibi yanıp-sönen buruk Ramazanlar.. maddî-mânevî iç içe yoklukların ortalığı kasıp kavurduğu hazanlı Ramazanlar.. azimlerimizi ümitlerimize bağlayıp "Hak tecelli eyleyince her işi âsân eder/Halk eder esbâbını bir lâhzada ihsan eder" duygularını mırıldanarak, iftar-sahur arası gelip-gidip fevkalâdeden bir kapı aralanacağı ümidiyle hep aktif bekleyişte bulunduğumuz canlı fakat yetim Ramazanlar... Evet, hem birbirine benzeyen hem de benzemeyen bütün bu Ramazanlar, birer inkisâr ve burkuntu faslı da ihtiva etmesiyle hep aynı tulû ile tüllendi ve gidip aynı gurûblara kapandı; kapandı ve bize o hicranlı günler adına bir seher yıldızı şarkısı sunup geçti.
Şüphesiz, bugüne kadar gelip geçen hemen her Ramazan, sezilebilen veya sezilemeyen ziyâsı, nuru ve kendine has tadıyla âdeta başlarımızın üzerinde melek kanatlarının rikkatli sesiyle gelip geçti. Vicdanlarının derinlikleriyle bu yumuşak sesleri duyan hüşyar gönüller, hemen her zaman bir eşref saate koşuyor gibi, beraberinde bir ebedî doğuşun müjdesini de getiren Ramazana yöneldi ve onu duymaya çalıştılar.
Bazen konjonktüre göre, o günlerin ve gecelerin ilham ettiği mânâlar ile, tıpkı havada yumuşakça yüzen kuşlar gibi rahat, âhenkli, mevzun, hallerinden memnun, aynı düzen üzerinde, belli bir ufka yürüyüş neşvesiyle, hep güzelliklere konup-kalkarak; çevrenin isinden-pasından, içlere bulantı levsiyatından alabildiğine uzak ve yaşadıkları hayatın daha muntazam, daha anlamlı, daha derin bir geleceğe aktığı hissiyle dopdolu ve gergin.. bazen de, ümidin, neş'enin sonbaharını yaşıyormuş gibi tam bir inhizam içinde; iradeleri sarsılmış, azimleri kırılmış, beklenti ufukları daralmış, ruh atlasları renk atmış, korkunç bir çözülme ve bir ayrışma ile sürekli bir irtifâ kaybederek, ruh ve mânâ dinamikleri itibarıyla kendi semâlarının üveyki iken, ayaklarının altındaki arzın sürüm sürüm talihsizleri haline gelmişlerdir.
Şimdilerde, türlü türlü baskı ve dayatmalar, tagallüpler, tahakkümler, istibdatlar bize varlığımızı yeniden keşfetme imkânını verdi. Evet, her uzvunda ayrı bir ağrı, ayrı bir sızı bulunan bir muzdaribin her an bütün mevcudiyetini duyması gibi, biz de yıllardan beri yaşadığımız mağduriyet, mahkûmiyet ve mazlûmiyetler sayesinde, sessiz ama derinden, âheste âheste fakat kararlı, sımsıkı hak mülâhazasına bağlı, ancak hakkın da hiçbir zaman birileri tarafından bağışlanacak bir sadaka olmadığı şuuruyla ve tam bir metafizik gerilim içinde geleceğimiz adına yepyeni günlere kapı aralayan bir Ramazanla el eleyiz.. el eleyiz ve meltemler gibi yumuşak, hareketsiz akan yüksek debili suların görünüşlerindeki sessizlik ve tabiî mehâbetine denk bir kararlılıkla gözleri gönülleri doldura doldura kendi özümüze doğru yürüyoruz. Evet, bizimle aynı duyguyu paylaşanlar bazen, havada kanat çırpmadan duran kuşlar gibi mevzun, kendilerinden emin, daha yüksek irtifâlara açık ve geniş intihab yelpazeleriyle; bazen, her şeye rağmen bir kısım seçenekleri -li hikmetin- kullanmadan aktif bekleyişleriyle; bazen de, kendilerinden beklenenin kat kat üstünde bir temkin ve ciddiyetle hep dilbeste oldukları mefkûrelerine yürüyorlar.
Yürüyorlar oruçla, terâvihle, mâbetle meleklerin Hakk'a yürüdükleri gibi.. fevkalâde yumuşak, olabildiğine rikkatli, gözlerinde yaş, sînelerinde ürperti bütün samimiyetleriyle yürüyorlar durmadan. Sabahlara kadar kendilerine rağmen par par yanıp eriyen mumlar gibi, çevrelerine ışık saçıp hep karanlık yudumlayan, yaşamayı boş verip ömürlerini yaşatmaya adayan bu kahramanlar, ellerinde milletin mânâ ve ruhunu seslendiren enstrümanları, dillerinde geçmişimizin özünden, usâresinden süzülüp gelmiş argümanları bize muhteşem günlerimizi iade etme gayreti içinde çırpınıp duruyorlar. Biz de onların bu ulü'l-azmâne gayretlerini, bu gayretlerle yükselen zamanı, gelip geçici bir âna sıkıştırılmış vakitçik olarak değil de; özüyle, vâridatıyla, vadettikleriyle hiçbir zaman tam geçmeyen, bir ucu en kadîmlerden daha kadîm ve mâzinin şanlı bir döneminde, diğer ucu da sonsuza namzet ve hâle yaslanmış birbirinden muhteşem bütün devirleri, zaman ve mekan üstü, ruhun rasat noktasından, derin bir temâşâ zevki içinde seyrediyor ve iman sayesinde ne olmazların olur hâle geldiğini hayretle müşâhede ediyoruz.
Gerçeğe açık bu rüyalarda, onları çağrıştıracak sâikleri bulabilenler için, her yeni gün kim bilir ne bilinmezlere kapılar aralar, bize ''buyurun'' eder, mağmûm gönüllerimize inşirah üfler ve bizi kendimize ve hâle takılı olmadan kurtararak imanın, ümidin en ferah-fezâ iklimlerinde gezdirir.
Ramazan, hem en münasip bir dua, münâcât ve Hakk'a yönelme mevsimi, hem de çok canlı bir tedâî kaynağıdır. Onun gökkuşağı gibi rengârenk atmosferinde, gönüller her zaman buhurdanlar gibi tüter; her seher bir şehrâyin gibi tüllenir; her koyda yüzlerce bülbül öter. Ramazanın ışıktan ikliminde her hâl, her tavır, her duygu, her ibadet, bize sadece şanlı geçmişimizden bazı sesleri, bazı sözleri, bazı düşünceleri, bazı mülâhazaları taşımakla kalmaz; onun sihirli atmosferinde bazen tâ öteler ötesinden dahi neler duyar ve neler dinleriz.! Hele bu Ramazan, bir uzun imsak döneminden sonra, asırlar boyu süregelmiş bir sessizliği yırtan Ramazan ise... Ramazanın böyle bir aydınlık kaynağı olduğuna inanan bizler, küçüklüğümüz ölçüsünde değil, Ramazanın büyüklüğü ve Hak rahmetinin enginliği nispetinde onda öyle bir âhenge erer, öyle yerli yerine oturur ve öyle ufkî bir derinliğe ereriz ki, gönlümüz Hakk'a en yakın olmanın huzurunu duyar ve bütün benliğimiz yer yer O'nun rahmet tecellileri karşısında ra'şelerle ürperir, zaman zaman da üns esintileriyle sarıldığımızı hisseder gibi olur;
"Ey Rab Seni bilmemek hasret, yakınlık ateş,
Sînelerde yanan kor ocaklardakine eş..
Hele aşkın hele aşkın, aşkın tam bir Cennet.!
Ne olur aşkınla dirilmeme inayet et!"
diye mırıldanır, ufkumuzla bütünlüğümüzü gözden geçirir ve içinde bulunduğumuz havaya öyle uyarız ki, hem en saf neş'elerle coşan bir çocuk, hem de bin âhı birden duyabilen bir hassas ruh gibi, iki kutuplu bir dünyanın merkez noktasında, elemi zevklerine eş, endişeleri sevinçleriyle at başı, ümitleri her zaman temkine dayalı, korkuları recâ payandalı, ikilemler içinde ama mutlaka tevhid hedefli en engin duygularla ufuktan ufuğa koşarız; koşar ve âdeta ruhlarımızın kubbesi çatlayıp da açıkta kalacakmışız gibi bir hisle ürpeririz.
Bazen, bu mübarek günler içinde yaşadığımız kutlu saat ve dakikalar, iç dünyamızı öyle ifşâ eder ve sırlarımızı öyle açığa vurur ki, ifade etmeye muktedir olamadığımız düşüncelerimizin böyle net seslendirilmesi karşısında, sevindiğimiz aynı anda, gözün, kulağın kalbin önüne geçmiş olmasını düşünerek, haddimizi aşmış olma mülâhazasıyla da iki büklüm oluruz.
Ramazan esintileri bazen o kadar hâle uygun, yumuşak, mûnis ve beklenenin üstünde cereyan eder ki, gönüllerimiz çok defa tartamadığımız hislerle dolar-taşar ve biz sırlı bir akıntıyla kendimizi cennetlere taşıyan bir köprüde veya bir mecrada sanırız; sanırız da, bu akıntı kesilecek, bu seyahat sona erecek; erecek de farkına varmadan rıhtımına kadar ulaştığımız bu Cennet koridorundan dökülecekmişiz mülâhazasıyla ürpeririz. Ne var ki, arkadan hiç beklenmedik şekilde daha derin bir tedâî ve kabaran yeni bir dalgayla, tekrar hudutlarımızı aşarak kendimizi onun cebrî-lutfî çağlayanları içinde bulur; hiçbir şey olmamış gibi bu enfüsî seyahat ve müşâhedeye devam ederiz. Ramazanda hemen her gece, uzun bir yolculuğa hazırlanıyor olma çağrışımlarıyla yataklarımızdan fırlar, bedenin arzularına bir noktada kerte vurur; dünyaya kapalı, Dost'a açık duygularla O'na mahrem olacakmışız gibi bir hisle koşar ve sevinçle köpüren bir hâl alırız; alırız da dört bir yandan gelip benliğimizi saran bir kısım sihirli esintilerle gündelik düşüncelerden bütün bütün sıyrılır ve âdeta uhrevîleşiriz. Bu türlü ahvalde çok defa eşref saatler ruhlarımıza kendi büyülerini üfler ve gönüllerimizde Sonsuzun ateşini tutuştururlar. Böyle anlar bize, o kadar içli, o kadar tatlı, o kadar mûnis ve o kadar yumuşak gelir ki, böyle bir süreçte zamanın sâniyeleri, sâliseleri o kendilerine has nefâsetleriyle ruhlarımızın derinliklerine sindikçe, bir vuslat çağına girdiğimiz hülyalarına kapılarak varlığımızın kubbesi çatlayacakmış da öteye geçecekmişiz gibi oluruz. Aslında, "Cânı Cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil/Ne nizâ eyleyelim o ne senindir ne benim" mülâhazasını paylaşanlar için bu tabiî bir vetiredir.
Bu ledünnî hisler içinde ömrün dakika ve saatleri o kadar halâvetli geçer ki, onların üzerimizden böyle sür'atle gelip geçmelerinden âdeta rahatsızlık duyar ve "keşke bu şirin zaman parçacıkları hiç geçmese, zaman çağlayanı bu kadar hızla akmasa; akmasa da, iftar vaktinde yudumladığımız soğuk bir şerbeti, akıp geçtiği her noktada duyup zevk ettiğimiz gibi bu kutlu dakikaların sâniye, sâlise ve âşirelerini de öyle hissetsek" temennisinde bulunuruz.
Güneş her sabah bizim bu duygularımız üzerine doğar; her öğlen minarelerden yükselen ezanlarıyla bizde bu hisleri çağrıştırır geçer; her gurûp ruhlarımıza hem sevinç hem de hüzün kâselerini birden sunar; her gece, bir halvet büyüsüyle gelir ve bizi bürür; bürür ve dilimizin bağını çözer, bize içimizi dökmemizi fısıldar. Biz de bu sese, seccâdelere koşarak, hasret ve hicranlarımızı söyleyerek, sevinçlerimizi mırıldanarak, bazen inleyerek, bazen de çığlık çığlık seslerimizi yükselterek cevap veririz.
Böylece düşünce ufkumuzda hep aynı ruh, aynı mânâ ve sürekli O'nunla irtibat yollarını araştıra araştıra bir koca ay, "gitme" deyip yalvarmamıza rağmen çeker-gider; çeker-gider ama, onun hilâlinin gurûba kapanmasını müteâkip de, güneşler gibi ufkumuzu aydınlatan bayramla yüz yüze geliriz.
Sızıntı, Ocak 1999, Cilt 20, Sayı 240
.
Yeryüzündeki insanlık macerası, İslâm'la hedefine ulaşmış ve evrensel bir kurtuluş mesajı olarak yerine oturmuştur. Var olduğu günden beri yaratılış muamması karşısında sürekli didine-çabalaya iki büklüm olmuş felsefe, ancak İslâm'ın ortaya attığı değişik düşünce sistemleri sayesinde belini doğrultabilmiş ve bir kısım olumlu şeyler mırıldanmaya başlamıştır. Arz ve semadaki devasâ cisimler, vahyin onların çehrelerine saçtığı nurlarla karmakarışık birer kozmik unsur olmaktan çıkarak, temaşâ edilen meşherlere, okunan kitaplara ve baş döndüren armonilere dönüşmüşlerdir; dönüşmüş ve kendi hikmetleri çerçevesinde, tabiatlarının maverâsını haykıran talâkatlı birer lisan hâline gelmişlerdir. İslâm'ın Hızır çeşmesi gibi sürekli fışkırıp duran kaynağından bir yudumcuk olsun nasibini alabilen bahtiyar gönüller, ebedî var olmanın zevkini duymuş ve büyük ölçüde tabiatlarından kaynaklanan yalnızlık ve ümitsizlikten kurtulmuşlardır.
İslâm'ı kendi orijiniyle duyup yaşayanlar, gönül dünyalarında birer Cennet kurmuş ve hayatlarını Firdevs'tekiler gibi zevk etmeğe başlamışlardır. Onu kendine has çerçevesiyle duyup yorumlayanlar bir yana, bir kerecik olsun onun gölgesiyle tanışanlar bile, yok olma endişelerinden ve yalancı va'dlerin karanlık labirentlerinden kurtularak, muvakkat dahi olsa rahat bir nefes alabilmişlerdir. İslâm'ın, ona inananlar için önünü açtığı bir düşünce ve va'dettiği hayat seviyesinin ötesinde bir yaşama biçimi varsa o da, mü'minlerin Cennet'teki hayatları olmalıdır. Yaratıcı Kudret, tâ ötelerin en son noktasına kadar onun yoluna su serpmiş ve İlâhî İrade ona, dünya-ukbâ Süleymanlık mührünü vermiştir. İşte bu sayededir ki, sultanlar adalet soluklamaya başlamış, kuvvet hakkın hâmîsi hâline gelmiş, ilmin önü sonuna kadar açılmış, hür düşüncenin boynunda zincirler paramparça olmuş, şeytanlar, boynuzlarını atıp mâbede koşmuş; melikler, zulüm ve ceberuttan vazgeçerek, melekleşme yoluna girmişlerdir.
İslâm'ın rûhundan fışkıran hikmet sayesinde -buna İslâm felsefesi de denilebilir -genel düşüncenin rengi değişmiş; yeryüzü aydınlık bir atlas hâline gelmiş; varlık ve hâdiseler âdeta, talâkatlı bir hatibe, âteş-zebân birer vaize dönüşmüş; toprak, herkesi ve her şeyi şefkatle bağrına basan bir anne hâlini almış; sular, aşk ve vuslat çağıltılarıyla gönüllerimize sonsuzun nağmelerini duyurmaya başlamış; dağlar o mehîb hâlleriyle, ovalar obalar o mütevazı tavırlarıyla, fizikî yapılarını aşkın bir derinliğin sesi-soluğu olmuş; bağlar-bahçeler, rengârenk edâlarıyla bize tebessümler yağdırmaya durmuş; güller-çiçekler, cömertçe gözlerimize, gönüllerimize güzelliklerin en nefislerini sunarak başlarımızı döndürmüş, bakışlarımızı bulandırmış; ruhlarımıza var olmanın en engin zevklerini yaşatarak, Hakk'a teslim olmuş bahtiyarlara mutluluğun en enfesini duyurmuşlardır.
İslâm'ın insanlığa Yaradan'ın en büyük armağanı olduğunu idrak edemeyen talihsizler -bu, bazen ona karşı bir ön yargıdan, bazen de Müslüman görünenlerin tutarsızlığından ve kötü örnek olmalarından kaynaklanabilir- onun sunduğu mesajı anlayamaz, va'dettiklerini duyup hissedemezler. Hatta bazen, böylelerinin onun etrafında dönüp dolaşmaları bile bu olumsuz neticeyi değiştirmez; çok yakındırlar ama, uzaklardan daha uzak sayılabilirler. Hep ona bakar dururlar ama, bakışlarında dalgındırlar, asla onu anlayamazlar. Yakınlık onlar için uzaklık vesilesi olmuştur; görmek de hissetmemeğe sebep.. neylersin, tabiat bu..! Diken, gülün yanında olsa da yine dikendir ve batar; saksağan, gül bahçelerinde bülbüllerle yan yana bulunsa da, hep kendini kendi sesiyle ifade eder. Işığa lânet okuyanların sayısı hiç de az değildir.. nizamla savaşanları yer yer hepimiz gördük.. gül kokusundan içi bulanıp yere yıkılan birini her hatırladığımda içim bulanır.. hasılı herkes, kendi karakterinin gereğini sergiler vesselâm...
İslâm'ı tanıyan ve duyan bir aydınlık ruh, bütün eşyada sonsuzun çağrısını duyar ve ebed neşvesiyle coşar.. onun âsûde iklimine adım atan ayaklar baş olur; alınlarla parmak uçlarının birleşik noktası sayılan secdede mehafet ve mehabetle yüz yere süren bu çehreler, günde birkaç defa meleklerle atbaşı hâline gelir.
İslâm'a teslim olmamış başlardaki taçlar iğreti ve emanet, onun referansını almayan söz ve beyanlar ise üstûreden farksızdır.. onunla beslenmeyenlerin gönülleri boş, talihleri de karanlıktır; bunlar, zaman zaman parlayıp, bazı gözleri kamaştırsalar da, uzun süre parlak kalmaları ve hele çevrelerini aydınlatmaları asla söz konusu değildir. Bütün zamanları kucaklayabilmek ve sürekli renk atmadan kalabilmek aşkınlığa bağlıdır. Zamanı ve mekânı aşamayan sözler, düşünceler, sistemler, er-geç miatlarını doldurur ve hazan yemiş yapraklar gibi savrulur giderler; tabiî, sahiplerinin ad ve unvanlarını da beraber alır götürürler.
İslâm, hem sabittir, hem de değişken ve gelişken; o, kökleri yerin derinliklerinde ve hiçbir fırtına ile devrilmeyecek kadar sağlam, dalları da dört bir yana açılmış ve her mevsim yeni yeni meyveler va'deden bir ağaç gibidir. Meyve verdikçe kızarır ve her kızarışında yeni bir çağı âbâd eder.
Dünyevî-uhrevî lezzetlerin özü-üsaresi onda, ebedî var olmanın sihri de ondadır. Onun âleme sunduğu ışık karşısında güneş bir kıvılcım gibi kalır ve gönüllerde çimlendirdiği mânâ bahçelerinin yanında İrem Bağları yalancı masallara dönüşür.. akıl, mantık ve hislerimize sunduğu enginlik karşısında koskoca kâinatlar dar bir koridor hâlini alır.
İslâm'ın insan düşüncesine armağan ettiği o taptaze sözler, düşünceler, ışıklar, bütünüyle semâvîdir; hiçbiri başka kaynaktan alınmamış, başka fikirlerden beslenmemiş, yabancı ışıklarla başkalaştırılmamış, başka cereyanlarla bulandırılmamış ve fitili, başka çerağlardan tutuşturulmamıştır; aksine, ondaki her ziya, her bereket, her güzellik, her zevk, gökler ötesi âlemlerin el değmemiş turfanda semerelerindendir. Eğer hasımlarının husûmeti ve ön yargıları, dostlarının da cehalet ve vefasızlığı olmasaydı, bugün topyekün insanlık onun sunduğu semavî sofraların çevresinde birleşip birbirleriyle el sıkışacaklardı. Düşmanlar, inada kilitlendi, dostlar, onun ufkunu kirletti; o da bizi o semavî vâridâtından etti; etti ve sadefinin içine saklanan inci gibi gidip mahfazasına gizlendi.
Güneş, ona teveccüh edenlerle ziya alış verişi yapar; çiçekler, göz kırpmadan güneşe bakabildikleri sürece renk renk urbalara bürünür ve salınırlar. Ağaçlar, su ile, toprak ile, hava ile temaslarını sürdürdükleri müddetçe canlı ve revnakdar kalabilirler.. her şey, ama her şey, teveccühü ölçüsünde teveccühle şereflendirilir ve eğilimlerine göre mükâfatlandırılır. Gönüller İslâm'a kulak vermeyince o da sesini duyurmaz; davranış ve temsil sözü derinleştirmeyince, onun da sesi kısılır ve kat'iyen ruhlarda teveccüh uyaramaz. Söz, temsil kanatlarıyla uçurulabildiği ölçüde gönüllerde heyecan uyarır ve bütün enginlikleri aşarak gider her istidâda ulaşır. Sîneleri her zaman saygıyla İslâm diye çarpanlar, oturup kalkıp onun heyecanıyla yaşayanlar, kendi gönülleri de dahil, ne kalebentler aşmış, ne beldeler fethetmiş ve ne vicdan medeniyetleri kurmuşlardır.!
Bizler, birkaç düzine yıkık-dökük ruh, gözümüz gönlümüz İslâm'ladır; ölürsek, onun kolları arasında ölmek isteriz; yaşarsak, sadece onun ikliminde yaşamayı düşünürüz. Bizim yaşama enerji ve hararetimiz ondan, yaşama aşk ve şevkimiz de ondandır. Zira, her şeyin yıkılıp gittiği ve unutulup hafızalardan silindiği şu fânî âlemde, sarsılmayan ve hep yerinde duran, onca sararıp giden değerlere karşılık renk atmadan sürekli taptaze kalan sadece odur. Onun bayrağının kendi renkleriyle dalgalandığı her yerde huzur ve emniyet solukları duyulur. Onun hutbesinin okunduğu iklimlerde evrensel insanî değerler teminat altında sayılır. O, göklerdeki nizamın yerde bir iz düşümü, melekler arasındaki ahengin de cismaniyet âleminde renkli bir fotoğrafıdır. Onun ritmiyle oturup kalkanlar, kâinattaki umûmî ahenge de uymuş sayılırlar; sayılır ve eşya ve hâdiselerle müsademeden kurtulurlar.
O, en taze sözlerle, som altın gibi cevherlerden örülmüş öyle bir danteladır ki, nizam adına ne atkılarındaki resanete ulaşmak, ne de nakışlarındaki zerafeti yakalamak kabildir. Onda gökler ve gökler ötesi âlemlerin ahengini, nabızlarımızın atışı ve kalblerimizin ritmiyle birden duyar ve dinleriz; sırrı ona intisabda, kalbimizin vüs'atini göklerin derinliklerinden daha engin bulur ve haşyetle ürpeririz. Hiçbir rûhî sistem, hiçbir cereyan, hiçbir felsefe, onun ruhlara verdiği derinlik, sıcaklık ve yumuşaklığı veremez. Ruh-beden, madde-mânâ, dünya-ukbâ mutluluğunu Allah ona bağlamış ve onun yedeğine vermiştir.
Vicdanın dilini dinlemeyenler, onu anlayamazlar.. gönül gözleriyle bakmayanlar, onu kendi orijiniyle göremezler.. Gazâlî'nin ifadesiyle, "akl-ı maâş, akl-ı meâd'e dönüşmez" ve Mevlânâ'nın deyişiyle, "akl-ı türâbî, akl-ı semâvîye inkılâp etmezse", en yüksek mantıklar bile mantıksızlığa düşmekten kurtulamazlar. İnsanlık, var olduğu günden beri hep akıl ve kalb zıtlaşmalarının gürültüleriyle yaşadı. Şimdilerde olsun, eğer yeni bir "şeb-i arûs"la akıl ile kalbin izdivacını gerçekleştiremezsek, daha uzun süre bu iç çelişki devam edeceğe benzer.
Sızıntı, Haziran 1999, Cilt 21, Sayı 245
.
İçinde bulunduğumuz çağ, vadettiği müspet ve güzel şeylerin yanında, bizim için hep bir ızdırap ve inkisar çağı oldu. Sadece bizim için de değil; onunla tanışırken, henüz kalbî, ruhî, fikrî ve ilmî hazırlığını tamamlayamamış milletler, âdeta, muratlarına ermeden ve umduklarını bulamadan bağırlarından hançerlenen aşıklar gibi, ümitleri ye'se, iştiyakları da hicrana dönmüş ve iki büklüm olmuşlardır. Bilhassa bizim insanımızın hâli bütün bütün yürekler acısıdır.
Evet o, asırlar boyu, devletler muvazenesindeki yerinden koparılıp atılmanın, hep başta yaşamışken ayak olmaya zorlanmanın hafakanları içinde şaşkın ve âdeta bir berzah hayatı yaşadı. Hiçbir millet ve toplum çerçevesine yerleştirilemeyecek kadar gariplikler ve tuhaflıklar içinde sürdürdüğü bu şeâmetli yolculukta, tıpkı kumarda kaybeden birinin, "belki kazanırım" mülâhazasıyla "bir daha, bir daha..." dediği gibi, her şeyi çar-çur etme ruh hâletiyle iflastan iflasa sürüklendi.. bari bunca zaman içinde bir kere kazanabilseydi, ya da küçük bir kazanma ümidi olsaydı..! Ne gezer.. o hep kaybetti ve kaybettikçe de, daha bir hırsla neticesi belirsiz bu oyunun aldanan rekortmeni hâline geldi.
Vaktiyle hep ötelere yönelip semâvîlik arayan başlar, dualarla göklere doğru kaldırılan eller ve O'ndan başkasına karşı, almak için değil vermek için yaratıldığına inanan gönüller, şunun-bunun kapısında zilletle dilenen sergerdanlar hâline geldiler. Bir zamanlar atalarımızın, sonsuza yürüme rampaları sayılan mâbed, rûhânîliği çarmıha gerilerek, Allah'a açık şeffafiyeti merasimlerle karartılarak, mânâ ve muhtevası şekle kurban edilerek pek çok mezar-ı müteharrikin uğradığı bir güzergaha dönüştürüldü. Varlığın bir kitap gibi yorumlandığı, bir meşher gibi temâşâ edildiği ve bir laboratuar gibi her şeyin kurcalandığı mektep, kapkaranlık dogmaların tutsağı ve küflü şablonların kafalara yerleştirildiği bir izbeye döndürüldü.. eşya hor görüldü.. tabiat yanlış yorumlandı.. ekolojik denge bozuldu.. ve dünya yaşanmaz bir cehenneme çevrildi. Mâbedle beslenemeyen, mekteple aydınlanamayan ve kâinatla içli-dışlı olamayan, dolayısıyla da gönle ümitler yağdıracak ufukları bulamayan nesiller, kendilerini değişik çılgınlıklara salarak hezeyanda ve yakıp-yıkmada teselli aramaya başladılar. Evet, pek çoğu itibarıyla günümüzün nesilleri, bütün bütün ebedîliği temâşâ etme istidât ve kabiliyetini kaybetmiş gibi ufuksuz, idealsiz, mâzisiz ve geleceksiz, dar bir zaman dilimine sıkışmışlığın hırçınlığını yaşamakta.
Eski ülke, eski kent, eski mahalle ve eski yuvanın yerini alan iğretilik, ruhsuzluk ve zevksizlik içinde hayata gözlerini açan, açarken de ilk defa para, şöhret, şehvet, riya, rahat tutkusu ve egoizma ile tanışan nesillerin başka türlü olmalarını beklemek de herhalde hayâl olurdu. Hayatla böyle bir ortamda tanışan bu olabildiğine aç ve kendi ruhî derinliklerine kapalı insanlar, beden ve cismâniyeti her şey saydı ve onların bütün bütün insanî isteklere cevap vereceğine inanarak onlara tıpkı din ölçüsünde bağlandı, heva ve heveslerine teslim oldular.
Bu arada İslâm ruhunun, mefkûresiz, aşksız, heyecansız temsilcilerinin, din ve diyanet adına yapıyor gibi göründükleri hemen her şeyde "hakk-ı temettü" aramaları, mübârek dinimizin semâvîliğini bütün bütün kararttı ve mütehayyir kitlelerin metafizik heyecanını ve din-i hakka açık temiz fıtratların insiyaklarını başka arayışlara sevketti.. ve dahası bir kısım yalın kılıç ve palalarla kalblere iman kazacakları vehmine kapılanlar, zaman zaman da dini politize ederek bu Allah ve Cennet yolunun mânâ ve muhtevasını bütün bütün değiştirdiler.
Akıl, ilim ve vahyin meyvesi sayılan bir medeniyete öncülük ettikleri iddiasında bulundukları aynı anda, yer yer düşmanlık, kin, nefret, kıskançlık ve saldırganlığa başvurmayı da ihmal etmediler; hatta böyle davranmayı dinin gereği gibi göstererek bir mânâda mesâvî-i ahlâkı kutsadılar. Zaten böyleleri kat'iyen hüdâ erleri olamazdı; olsa olsa bunlar, cinayetlerini heva ve hevesleriyle besleyen caniler olabilirlerdi ki, yaptıkları da böyle bir karakterin gereğiydi. Aslında zaman zaman beyanlarına da akseden düşünceleri, onların tasavvur ve tahayyüllerini ele veriyordu ki, o da bize her meydanda, her sokakta kurulmuş otomatik idam sistemlerini işletmeye hazır, duyguları kanla köpüren, eli kanlı, gözü kanlı bir kısım kanlı delileri çağrıştırmaktaydı.. çağrıştırmaktaydı; zira çok iyi tanıdığımız, gönüllerinde aşkın, vefânın, imanı takdirin ve insana saygının bulunmadığı bu bulanık ruhlardan başka bir şey de beklenemezdi. Evet böylelerinden güven, hakka hürmet, herkese hakk-ı hürriyet beklemek beyhûdedir.
Bütün olumsuzlukların yanında, istediğini istediği zaman göklere çıkaran ve dilediğinde gayyâlara batıran; bâtılı tasvîr edip sâfî zihinleri şirâzeden çıkarmada kurgu-bilimlerde olduğundan da ürpertici ve o ölçüde de bir büyüye sâhip bulunan bir kısım medya ise, âdeta bu bin bir menfîliğe tuz-biber olmaktadır.. evet bugün genç-ihtiyar, kadın-erkek, okumuş-okumamış, hemen herkes bu devvâr u gaddârın elinde bir oyuncak ve bu sihirbazın meshûr bir piyonu. O, elindeki ruhsuz bir kısım cenazelere güzellikleri çirkin, çirkinlikleri güzel gösterebiliyor.. küçüklükleri alkışlattırıp büyüklüklere lanet yağdırtabiliyor.. bedeni ve cismâniyeti, ruhun ve kalbin önüne çıkararak, vicdana kezzâp döküp insan hissiyatını köreltebiliyor.. gıybet, iftirâ ve dedikoduya prim vererek dünya kadar bühtân bağımlısı yetiştirebiliyor.
Bunca mesâvînin önünde, arkasında veya yanında bulunan yarım aydınlar ise, daha çok eski dönemlerin, göğüslerinde sıra sıra madalyaları, sırmalı elbiseleri, kaytanlı urbalarıyla çalım satan saltanat ağalarını hatırlatmaktalar ki, bunların pek çoğunun dili kafasından daha büyük.. muhakemeleri yabancı şablonlara emanet.. insana saygıları burunlarından alıp-verdikleri soluklarının renginde.. ülke meseleleriyle münasebetleri menfaatleri nispetinde.. ve milletin geleceği adına plân ve projelerine gelince, kafaları ve himmetleriyle mebsûten mütenâsip (doğru orantılı). Ancak, dünyadaki umumî değişim ve dönüşümden onların da nasiplerini almaları mukadder gibi görünüyor.
İç içe bunca karanlığın yanında bir de inancı, ümidi, azmi, aşk u iştiyâkı ve kararlılığıyla bir altın nesil var ki, her şeye rağmen, hayatı değerler üstü değerlere taşıma, varlığa rûhanîlerin soluklarından ses katma, herkese meleklerin kanatlarından bir tüy takma gayesi peşindeler.. peşindeler ve bugüne kadar kâbusa teslim olmuş, oturup-kalkıp serap kovalamış yığınlardan ayrılarak kendi ruhlarının âbidesini inşâ etmekteler. Çehrelerinde evliyâ, asfiyâ ve enbiyânın boyası, ruhlarında alev alev ebediyet humması, uğradıkları her yere mesîhî bir ruhla peygamberlerin sevgi, aşk ve muştularını götürüyor ve dört bir yanda tarihin bin senelik ruh ve mânâsını seslendiriyorlar. Ellerinde yeni bir hikmet mâyesi, gönüllerinde Hakikat-ı Ahmediye humması, birkaç asırdan beri bizimle beraber bütün insanlığın da üstünü örten ve her yerde insanî duyarlılığı felç eden cehâlet, gaflet, bağnazlık ve aymazlık perdelerini parçalayıp, rahmetle hakikatin buluşacağı noktaya doğru uzanan yollara su serpip ikbâlimize akan hâdiselerin cereyânını kolaylaştırmaya çalışıyorlar.
Ümit ediyoruz ki, onlar iman ve aşkla Rahmeti Sonsuz'a gönüllerini açtıkları ölçüde, İlâhî inayet de onlara el uzatacak ve onlara semâvîleşme yollarını açacaktır ki, bu da hepimize yetecektir. Heveslerin yüksek duygulara, yüksek duyguların da vahye ve akl-ı selîme ulaşacağı bu nokta, küllî irade ile buluşma noktasıdır ki, mevsimi gelince herkes böyle bir buluşmayı vicdanının derinliklerinde duyacak ve bu ölçüde bir netice için çekilen her şeyin çok önemsiz kaldığını mutlaka anlayacaktır.
Sızıntı, Mart 1997, Cilt 19, Sayı 218
.
Kaos ve İnancın Sihirli Dünyası
Günümüzde herkes öfkeye programlanmış gibi kin solukluyor, nefretle yutkunuyor; sabit ve kararlı bir ihtirasla hasım saydığı herkese lânetler yağdırıyor.. gazete sayfalarına akan mürekkepler, televizyon ekranlarında şekillenen sûretler, radyolarda tınlayıp duran elektromanyetik dalgalar, dağdere, ova-oba her yerde birer şeâmet çığlığı gibi kulaklarımızı tırmalıyor, birer ürperten fotoğraf gibi gözlerimize çarpıyor ve gönüllerimizde cerihalar açıyor. Her gün, her gece duyup irkildiğimiz bunca gayız destanı ve bunca şeâmet çığlığının içlerimizi bulandırmasına karşılık çare arayanların sayısı yok denecek kadar az; onların düşünceleri de dönüp dolaşıyor, paraya, maddî refaha ve ikbâle bağlanıyor. "... duygular süflî, emeller hâr/Nazarlardan taşan mânâ ibâdullahı istihkâr" (Âkif). Böyle bulanık bir bakış zâviyesi açısından pek az bir kesim müstesnâ millî olanın olmayandan, kapitalizmin komünizmden, onun da liberalizmden farkı yok.. hayatı, yeme-içme, uzanıp yatma ve kazanıp keyif çatma telâkkisine bağlamış kimselerle, fıtratın değişmez sınırlarının mutlak mahkûmu diğer canlılar arasındaki mesafe her gün biraz daha daralmakta, iki yaka arasındaki temel farklar bir bir kaybolup gitmekte ve insanoğlu kendine rağmen yeni güzergâhlar aramakta.
Dinin, diyânetin, ahlâkın, hür düşüncenin, bize ait esprisiyle san'at telâkkisinin hafife alındığı; gücün, kuvvetin azgınlaşıp sınır tanımaz hâle geldiği; hislerin, heveslerin fikir sûretine büründüğü ve bu yalancı düşüncelerin zorla başkalarına kabul ettirilmeye çalışıldığı... böyle korkunç bir taassubun iç dramını anlamada zorlandığımı itiraf etmeliyim. Aydınlanmanın bir hayli yaygınlaştığı, entelektüelizmin tiz perdeden seslendirildiği günümüzde, nur ile zulmet, ilim ile cehalet arasında bulunması beklenen uzaklığın aksine, ikisinin de aynı noktada birleşmeleri bize karanlık bir terkibi gösteriyor ve ciddi bir problemin var olduğunu haykırıyor. Böyle bir çelişki de bizde, bazı kimselerin hissî iradelerinin, aklî ve mantıkî iradelerinin çok çok önünde bulunduğu hissini uyarıyor.
İşte bu ölçüde zıtların iç içe girdiği, toplumun değişik kesimlerinde üst üste kaosların yaşandığı, farklı mahreçli karanlık oyunların dünyanın çehresini kararttığı, bütünüyle yerin altının üstüne hükmetmeye başladığı, polemik ve diyalektiğin olabildiğine revaç bulduğu, bilhassa medya vasıtasıyla dedikodunun en mergûb bir metâ gibi hüsnükabul gördüğü, herkesin birbirinin kurdu hâline geldiği, birlik ruhunun sarsırılp her tarafı karakura gibi hiziplerin sardığı, ümitlerin yıkılıp iradelerin felç olduğu, ruhların ihtiraslara yenik düştüğü böyle karanlık bir dönemde, kendi mânevî âlemimize yönelerek kendi iç dünyamızı dinlemeye, cismâniyetin karanlık atmosferinden sıyrılıp kalbî ve rûhî hayatın büyülü atmosferine açılmaya şiddetle ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Âhesterevlik etmeyip bir an evvel kendine dönebilenler kendi iç dünyalarının büyü ve füsûnunu duyacak; dönemeyip ârâfta veya kendilerine göre öbür kıyıda kalan talihsizler ise, bugüne kadar sürdürdükleri kini, nefreti, iftirayı, tezvîri, aşağılamayı, iftirak ve ihtilafı devam ettirip, güneşlerin kol gezdiği ve gezeceği iklimlerde bile karanlık şeyler düşleyecek, karanlık düşüncelerle homurdanacak, kendilerine hep karanlık izbeler arayacak ve karanlıklarla oturup kalkacaklardır.
Keşke, her tarafa ışığın sağanak sağanak yağdığı yaşadığımız mübarek gün ve gecelerin feyzini onlar da duyabilselerdi.. keşke onlar da, ilhadı, ateizmi, fitneyi, fesadı sînelerinden söküp atarak, kim olursa olsun, herkesin anlayışına ve herkesin özel konumuna saygılı olabilselerdi! Belki bir gün bu beklentiler gerçekleşecektir; ama, bir zamanlar oturup kalkmış materyalizm soluklamış, inkâr-ı ulûhiyetle köpürüp durmuş, yer yer gidip anarşizm ve nihilizm bataklıklarına saplanmış, Allah, peygamber, din ve diyânet düşmanları bu dirilten havayı hiçbir zaman soluklayamayacaklardır. Ah ne olurdu ya Rab, keşke kendini onlara da duyurup gönül dillerinin bağını çözüverseydin..!
Her millet ve her toplumda ilhada açık insanlar vardır ve yer yer bunların gemi azıya aldıkları da çok görülmüştür. Ama, bir başka millet veya toplumun, bu kabil boşlukları ve zaafları ölçüsünde, bizde olduğu kadar güçlü sığınakları olmamıştır. Evet, onların da yumuşatan düşünceleri, uzlaştıran inançları, sevinçle köpüren günleri-geceleri, bayramları-seyranları vardır; ama, bu günler, bu geceler, bu bayramlar, bu seyranlar lâhûtîlik adına bomboş, neş'e ve sevinç adına bir parlayıp bir sönen havaî fişekler gibi gelip geçici, ruhânî zevkler adına da hiçbir şey vadetmeyecek ölçüde muvakkat ve cismânîdir. Evet, onların dünyasında ne Allah'la münasebetin mehâfet ve mehâbeti duyulur ne de ruhun zaman ve mekan üstülüğü hissedilir; her şey yalancı ve muvakkat bir sevinçle başlar, çılgınca bir nefsânîlik içinde cereyan eder; sonra da elemli birer hatıra, esefli birer rüya ve yıkık birer hülyâya inkılâp eder gider.
Bizim, Allah'la sımsıkı olma esasına dayalı mânevî atmosferimizde her ses, her söz, her davranış bir ninni gibi duyulur, bir mûsıkî gibi dinlenir ve bir yağmur gibi başımızdan aşağı boşalır; boşalır da, sırılsıklam oluruz onun vâridâtıyla. Belli zaman ve eşref saatleri îmâ ediyor gibi her gece hilâlin ayrı bir kalıba girmesi, her gün güneşin ayrı matlaa kayması, duygularımızı, düşüncelerimizi yeni bir zaman dilimine uyararak, hayallerimizi sürekli arkasından koşturup bize kevserler gibi hatıralar sunar. Gözlerimizin önünde, geçmiş, bütün o büyüleyici renkleriyle tüllenir, ümitlerimizin zirvelerinde mutlu gelecek kucak açar, bizi beklemeye durur ve hâlin dar mahbesinden kurtulan bizler dünü-bugünü-yarını katlayarak iç içe yaşar, âdetâ melekler gibi zaman üstü olmanın bütün hazlarını birden duyarız. Bizimle aynı memeden süt emmeyenlerin, aynı duygu ve düşünceyi paylaşmayanlar, ne şimdilerde içinde mest u mahmur olduğumuz o lâhûtî derinlikleri ne de kevserler gibi yudumladığımız zevk u neşveyi duyup anlamaları mümkün değildir.
Bu coğrafyanın talihli fakat biraz mağdur, bahtiyar ama zulme uğramış büyük milleti olan bizler, inancımız, düşünce ufkumuz ve millî üslûbumuz, başka milletlerde olmayacak ölçüde, millî ruh potasında şekillene şekillene, işlene işlene öyle incelmiş, öyle zarifleşmiş ve öyle evrensel değerlerle bezenmiştir ki, fazla değil, birkaç celse bile bizimle oturup kalkanlar bu farklılığı hemen anlayabilirler. Zira bu farklılıkta her zaman bizim gönüllerimizin mukaddes hüznüyle, ruhlarımızın şevk çağıltıları duyulur. Evet, bize kulak verenler, hemen her zaman, bizim beyan ve üslûbumuzda tatlı ve romantik bir hicranın ümitle seslendirilen bestelerini, zevkli ve ebedî bir dâüssılanın da vuslat nağmelerini dinlerler. Evet biz, bir yandan "Ey sâki aşkın narına yandıkça yandım bir su ver" diye mırıldanırken, bir yandan da "Parmağım aşkın balına bandıkça bandım bir su ver" der, hüznümüzü, tasamızı gülücüklere çeviririz. Dillerimiz bazen aşk bazen de melâl söyler; aşk u melâl başkaları için birer ızdırap sayılsa da, biz onlarda Mevlânâlar gibi hep kopup geldiğimiz âleme iştiyakın şiirini dinleriz. Aşk ve melâl bizde, içli, gamlı, sonsuzluk arzusundan kaynaklanan, ruhun lisanıyla bir yakarıştır. İnançlarımız, duygularımız bizi hep ötelerin sihirli âlemlerinde dolaştırdığı için hemen her zaman hüzün ve neş'eyi iç içe duyar; ağlamaları, gülmeleri, aynı sesin farklı perdeleri gibi dinler; sînelerimizin tasayla inip kalkmasına yüzlerimiz gülücüklerle cevap verir, gözlerimiz yaşlarla dolup taşarken vicdanlarımız İrem Bağları gibi güllerle kızarır.
Her fert için müyesser olmasa da, Allah'la irtibat bizim en tabiî tavrımızdır.. ve O'nunla münasebet ömrümüzün bütün hatıralarını zevk u şevke çeviren bir büyü gibidir. O'na ait duygularla atan sînelerimiz sürekli bir temâşâ hülyâsıyla dolar boşalır; gönüllerimizde en acı hazanları bahar neşvesiyle iç içe yaşarız. Ruhlarımız her zaman, Hak'la münasebetin gereği olarak bir kısım hususî duyuş ve zevk edişlerin insiyâkıyla en imrendirici tavırlara bürünür; bürünür ve bize hemen her an, hüzün ve kederlerle dolup taştığımız dakikalarda bile ayrı bir haz ve ayrı bir inşirahı duyurur. Haz veya hüzün, inşirah veya gam, imanla çarpan sînelerimizde istihâlelere uğrayarak bize zevklerin en tabiîsini ve beklentilerin en reel olanını söyler. Gerçi bazen, bizim de, başkaları gibi gelip geçtiğimiz hayat güzergâhında yumuşak saatlerle sert dakikaları, tatlı haftalarla acı günleri ve gece-gündüz münâvebesi içinde gelip geçen aydınlıklarla karanlıkları iç içe yaşadığımız olur; olur ama, inançlarımız, Hak'la irtibatlarımız ve ümitlerimiz sâyesinde kahırların elinden ne lütuflar ne lütuflar yudumlar ve ne erişilmez zevklere ereriz! Kahrı, lütfu bir bilmeyenler azap içinde azaplarla kıvranadursunlar, biz kendi atmosferimizde her şeyin engin bir rahmete inkılâp edeceğini görür; acı tatlı yanlarıyla bütün bir hayatı kevserler gibi yudumlar, yediğimiz-içtiğimiz her şeyde, oturup-kalktığımız her yerde kendi iç âlemimizin değişik dalga boyundaki nurânî inkişâflarıyla, kederlerimizin sevinçler karşısında küçüldüğünü, elemlerimizin lezzetler içinde eriyip gittiğini ve ömürlerimizin en renkli televvünlerle öteler hesabına birer sırlı mahzene aktığını duyar; fânîliğimizin ebediyete inkılâp etmesi hazzıyla, ağlarken bile çevremize gülücükler yağdırırız.
Bizim dünyamızda inançlar, inançların bağrında doğup gelişen beklentiler hayatımızla o kadar iç içedir ki, ömrümüzün her faslı bizi bir dua, bir niyaz, bir namaz durağında kanatlandırır ve âhiretin kapısına kadar götürür; götürür ve gönüllerimize Cennet güzelliklerini içirir. Bu sâyede her gün birkaç defa Cennet kokularını duyar gibi oluruz. Öyle ki, biz kendimizi hayatın gündelik seyrine salsak bile, gün boyu minarelerden yükselen ezan sesleri, temcid nağmeleri, câmilerin pencerelerinden taşan kâmet, tesbih, tahmid ve tekbir sadâları bizi hep kendi iklimine çeker, ruhlarımıza kendi boyasını çalar, gönüllerimizi bir tambur gibi seslendirir, bir ney gibi inlettirir ve bir mûsıkî neşvesiyle coşturur; coşturur da, tâ iç dünyamızın derinliklerinden köpürüp gelen, bütün duygularımıza yayılan, düşüncelerimizi Cennet yamaçları gibi renklendirip dilimize, dudaklarımıza ilham çağlayanları gibi akan sırlı bir ledünnîlikle büyülenir ve olduğumuz yerde kalakalırız.
Bu büyü ve ledünnîlik, bin bir feyiz ve bereketin sağanak sağanak yağdığı mübarek gün ve gecelerde daha bir aşkınlığa ulaşır. Öyle ki, çevremizdeki her şey bir neş'eye bürünür, her taraf daha bir uhrevîleşir ve ruhlarımızın metafizik hedefli heyecanları gider kendi zirvelerine, tasavvufî ifadesiyle kemâlâtlarının arşına ulaşır. Etrafımızı duyup dinleyebildiğimiz ölçüde bizler tıpkı çocuklar gibi seviniriz, çocuklar da kendilerini saf neş'enin lunaparklarında sanırlar; sanır ve hep bir bayram sevinci yaşarlar.
Böyle bir dünyada sabahlar, yolu beklenen birer misafir gibi kapımızdan, penceremizden içeriye akar; akşamlar, birer sevgili gibi gelir halvethânelerimizde yanımıza oturur; geceler, Dost'la vuslatın çağrışımlarıyla çınlar durur.. ve her vadide O'na yükselmiş eller, O'ndan gelecek vâridleri yakalamak için, ruhunun gücüyle metafizik gerilime geçer, "Tut elimden ey Dost tut ki edemem Sensiz" der inlerler.
Böyle bir dünyada, namazlar, dualar, gülbanklar gibi gürler ve uhrevî bir derinliğin sesi-soluğu olarak uğuldar.. gecelerin halveti bir ipek gibi ruhlarımızı sarar.. nabızlarımız, müşâhede muştusu almış bir sînenin heyecanıyla atar.. ve belki de bazılarımız, en içten duygularını, en içli sesleriyle, ifade edeceği mazmunu ifade edebilmek için çatlayıncaya kadar öten bülbüller gibi açık-kapalı her yerde şakır durur.. hâsılı, herkes kendine göre bitmeyen bir melâl ve sevinç, dinmeyen bir aşk ve heyecanla durmadan bir şeyler mırıldanır.. kendi ruhunun ra'şelerini dinler ve dinletir.. aşk u melâlle inler ve başkalarını da inletir. Evet, bir taraftan o, ruhunun heyecanını ve gönlünün ilhamlarını çevresine aksettirerek hem boşalıp hem de kendini son bir kez daha ifade ederken, diğer taraftan da herkesin müşterek hissiyâtına tercüman olarak söylemek isteyip de ifade edemediğimiz müphem mânâları söyler.
İşte bu ölçüde bir iman ve ümitle, bir aşk ve ledünnîlikle, dünü-bugünü-yarını birden yaşama ufku, hayata öyle bir derinlik kazandırır ki, ukbâ eksenli her gönül, kendini bir his ve fikir zemzemesi içinde bulur ve hâdiselerin sıkıcı, boğucu bütün tesirinden kurtulur. Bence, bütün insânî alâkaların en sağlam esası, duyulan bütün zevklerin en temiz kaynağı ve bütün aşkların, iştiyakların, cezbelerin, incizabların menbaı da işte bu iman ve bu ümittir. Bu iman ve bu ümidi elde eden her gönül eri, zaman üstü olmayı bütün derinlikleriyle duyup yaşayabilir.
Evet, insan, bu ufku yakalayabildiği ölçüde, varlığı daha bir farklı duyar, eşyâyı daha bir farklı değerlendirir; her şeye sinmiş Sonsuz'dan gelen tecellîlerin renk, tat, koku ve şivesiyle âdetâ kendi içinde erir ve yeni bir "ba'sü ba'del mevt"le ikinci bir varlığa erer. İç müşâhedelerin, varlığın perde arkasına açık olduğu böyle eşref saatlerde insan, var olmanın bütün zevklerini duyar ve bir mârifet banyosu almış gibi yabancı şeylerin sıkletinden bütün bütün kurtulur. Zaten, böyle aşka susamış ve iştiyakla şahlanmış gönüllere yer yer öteler sağanak sağanak şefkatle boşalır; kuruma endişesiyle titreyen bütün sîneleri sular ve hayalleri ne çiçekler ne çiçeklerle bezer!
Bu inanç ve bu ufuk insanlarının, upuzun bir cehd ve imsak dönemine terettüp eden bu hâllerine bazılarımız akıl erdiremeyebilir; ama bütün bunlar, birer kalbî, ruhî ve hissî vak'adır. Hayatın bin bir tecellisi içinde, Sonsuz'un ruhlarımıza boşalttığı bu aşkı, bu şevki, bu şiiri, bu mûsıkîyi, aktif imsak ve büyük cehd kahramanlarından başkası da anlayamaz. Bunu anlayamayanlar bizi de anlayamazlar. Bu ince ve nazlı hayatın uzağında kalanlar, kendi uzaklıklarının karanlıklarını yaşayadursunlar, hakikati müşâhede adına bakış zâviyesini yakalayabilmiş basiretler, her zaman bu vâridâtı bütün dalga boylarıyla duyar, kevserler gibi yudumlar ve dünyevî hayatlarını cennetler gibi yaşarlar.
Biz, döne döne duyup yaşadığımız bu zevk ve bu lezzeti, bir bayram sevinci içinde kim bilir daha kaç defa anlatacağız? Kaç defa anlatırsak anlatalım -anlatanın ifadelerindeki rekâket mahfuz- hep zevkle dinleyecek ve onları paylaşmaya çalışacağız.
Sızıntı, Kasım 1998, Cilt 20, Sayı 238
.
Kaos ve Ramazanlaşan Ruhlar
Günümüzün insanı fevkalâde bıkkın, tedirgin, yarınlarından endişeli ve her an beklenmedik bir kısım sürprizlerle karşılaşılacağı paniği içinde iki büklüm. Şüphesiz bunda, bazı karamsarlık tellallarıyla, bazı medya kuruluşlarının, birer uğursuzluk ve ümitsizlik enstrümanı gibi Allah'ın günü kapkaranlık fikirler -onlara da fikir denecekse- döktürmelerinin tesiri çok büyük.. belki de, bu kapkaranlık tablonun gerçek müsebbibi de işte bunlar; zira bunlar, ne zaman ağızlarını açsalar hep öfke, kin, nefret ve gayz mırıldanmakta; mırıldanırken de sanki şuuraltı mahzenleri patlamış da, içlerinde olan her şey şuraya-buraya boşalırcasına, milletin ruhuna her gün ayrı bir şeâmet pompalanmakta; hem de hiç tavır değiştirmeden, yanlış-doğru tefrik etmeden, yapılan bu şeylerin millete neye mal olduğu hesaba katılmadan, kararlı bir nefret ve ihtiras mantığıyla her gün sürekli aynı şeyler tekrar edilmekte. Dahası, toplumun bazı kesimleri diğerlerine karşı potansiyel suçluymuş gibi gösterilerek bunlar arasında ısrarla kavga ortamı hazırlanmakta; hatta her şeyi bütün bütün çıkmazlara sürükleyip devleti çaresizlik içinde göstererek bir kısım antidemokratik oluşumlara kapı aralanmakta ve davetiyeler çıkarılmakta...
İşte böyle kararsız bir ortamda, aklı, mantığı hislerine veya kaba kuvvete yenik heyecan insanlarının yanında, şöyle-böyle düşünen kimselerin bile bazen bu umumî havanın gerginliğinden, bazen sahip oldukları kuvvetten ötürü akla, mantığa, muhakemeye riâyet edememelerinden; bazen de çaresiz hâle gelmiş yığınların yeni bir dünya hasretinden, mevcut sıkıntı ve huzursuzluk daha bir şişerek veya öyle gösterilerek, toplumun hemen her kesimini bir kısım alternatif arayışlara sevketmekte ki, böyle bir kaos içinde bulunan kitlelerin neler yapabileceğini ve yaptırabileceğini kestirmek zor olmasa gerek.
Bereket dört bir yanda böyle iç içe bunalımların yaşandığı bir dönemde, son bir kere daha kendimizi Ramazanın o sımsıcak atmosferi içinde buluyor; herkesin düşe-kalka o tozlu-dumanlı yollarda yürüdüğü aynı anda, kendimizi cennetâsâ bir iklimde hissediyor ve bütün bütün mânevîleşerek ruhlarımızda "berd ü selâm"lara erdiğimizi duyuyoruz.
Evet, bazı kimselerin en insafsız şekilde zamanı ve zemini karartıp her şeyi cehenneme çevirdikleri günümüzde, başımızı kaldırıp iman gözüyle bakabilsek bizi hiçbir zaman yalnız bırakmayan Hak rahmetinin, gökteki hilâlin efsunlu beyanı, mâbed ve minarelerin sihirli ifadesi ve mahyaların esrarlı diliyle, bir kere daha gönüllerimize aktığını ve ruhlarımızı mâneviyatın ferah-fezâ iklimlerine ulaştırdığını duyup hissedecek, talihlerimize tebessümler yağdıracağız. Aslında böyle bir uhrevîleşme, üç ayların ufukta belirmesiyle başlar ve Ramazana kadar da her gün-her gece, ona hazırlayıcı bir şîve ile tulû eder ve mevsimi gelince de insanlara nur ve huzur aşılayıcı bir edâya ulaşır. İşte Ramazan, böyle üç aylık bir Hızır'la yolculuğun en son halkasını, Allah'a yakın olmanın en net ufkunu ve öteleri vicdanî bir temâşâ ile temâşâ etmenin de en açık tarassut noktasını teşkil eder. Zira Ramazan; varlığın olanca güzelliklerinin, daha net bir şekilde inanan insanların gönüllerine boşaldığı, onların ruhlarındaki inceliğin, letâfet ve nurâniyetin gürül gürül ifade edildiği bir teveccüh ve iltifat ayıdır.. evet onun o cıvıl cıvıl hâli, bütün gök ehlinin bizlere karşı teveccühünün bir aks-i sadâsı gibidir. Ramazanı idrak eden mü'min gönüller, her zaman semanın derinliklerinde perde perde yükselen o melekûtî seslere cevap veriyor gibi kendilerini bir aşk ve heyecan içinde bulur; iman, marifet ve muhabbetleri ölçüsünde ruhanî zevkler adına ne mûsıkîler ne mûsıkîler dinlerler. Ramazan mûsıkîsinin en tabiî unsurları sayılan mü'min gönüllerin, kendilerini ifade esnasında o içten sesleri ve her lâhza değişik bir tedâi ile bütün benliklerini saran ledünnî zevkleri bilhassa gece saatlerinde öyle edâlara ulaşır ki, konsantrasyonunu tamamlama bahtiyarlığına ermiş her ruh, kendi kendine: "Yoksa Cennet, Ramazanın arka yüzü mü?" diye mırıldanır ve onu âdeta Hakk'a vuslatın bir koyu gibi duyar. Hele sahurlar, sahurlardaki salâ ve temcidler bu umumî havaya kendi boyalarını çalıp gönüllerimize uhrevîlikler yudumlattırdıkları o derin dakikalarda -bu derinliği herkes sezemeyebilir- bizlere ne sürpriz şeyler, ne sürpriz şeyler anlatırlar.
Evet, bir yandan minarelerden taşıp evlerimizin içine akan tekbirler, tehliller, temcidler; diğer yandan sahur telaşıyla bir oraya-bir buraya koşup duran çocuklar, gençliklerinin gerçek bedelini ödeme temkiniyle hareket eden delikanlılar; yüzlerinde-gözlerinde hep inanmış olmanın vakar ve ciddiyeti o mehâbet abidesi yaşlılar, evet, her biri belli ölçekte, tıpkı bir koronun farklı enstrümanlarıymışçasına ayrı ayrı olmanın yanında müşterek ritimleri, aynı tondaki heyecanları, gönül gözleri eşyanın perde arkasında o içten hâlleriyle o kadar derin, o kadar muhtevalı ve o kadar yürektendirler ki umumî tavırları hep Cennet yamaçlarında Hak cemalini temâşâya koşan insanları düşündürür ve hatırlatırlar.
Dünyada Ramazan günleri kadar füsunlu, onlar kadar renkli ve derin bir başka zaman dilimi gösterilemez. O her gelişinde yeni bir şîve, yeni bir edâ, yeni bir zenginlikle gelir; gelir ve biteviliği ile kendine has renk renk dilimlere ayrılır: Onda seherler her zaman, göklerin derinliklerinden gelen bir mavilikle tüllenir.. sabah ezanları, sabah namazları başka vakitlerde olmayan bir büyüye dönüşür.. gündüzler iç içe ümitlerin, beklentilerin sırlı koridorları gibi oruçluları bir vuslat hissine çeker.. iftar saatleri, dil-damak lezzetlerinin çehresinde içten içe her zaman şeb-i arûsu çağrıştırır.. teravihler ruhlarımıza Dost'la halvet olmanın toyunu-düğününü duyurur.. evet Ramazan o bitevî ışıktan, renkten parçalarıyla duygularımıza sürekli ayrı ayrı şeyler fısıldar.. tam bir yekpârelik içinde ötelerin bayıltan renkleriyle gönüllerimizin yamaçlarına boşalır ve bizlere zaman ve mekan üstü ne harikulâdelikler ne harikulâdelikler ihsas eder; eder de, çok defa kendimizi bu dünyanın dışında büyülü bir âlemde dolaşıyor sanırız. Öyle ki, günün her saatinde ve gezdiğimiz her yerde, ötelerden gelip ruhlarımıza boşalan bir ilâhî mevhibe sağanağını duyar, tıpkı çiçeklerin içine girip onların özünü, usâresini emmeye çalışan, çalışırken de hep ayrı bir zevke eren arılar gibi her lâhza ayrı bir feyiz ve bereketin doygunluğuyla yaşar ve ayrı bir lezzeti paylaşırız. Böylece, Ramazanın o kendine has esintileri, günün hiçbir saatinde tamamen dinmeden hep sürer gider ve Ramazanlaşan gönüllerimizde; o ezelî teveccüh, o hususî ve ekstradan iltifatlarının yanında; evde, sokakta, mâbette, mektepte, kışlada duyduğumuz müşterek heyecanlardan, hayallerimizde derinleşip üstûreleşen manzaralara; iman ve kabullerimizin kesip-biçip şekillendirdiği duygularımızdan, mantıklarımızın, muhakemelerimizin temkinli yorumlarına kadar nice konuda bir sürü resim tüllenir ve ruhlarımızı sarar; sarar da hislerimizi, arzularımızı her lâhza ayrı bir hazza uyarır ve ayrı bir zevk olur gönüllerimize boşalır. Ramazanlaşan gönüller bu vâridleri bazen doğrudan kendileri duyarlar, bazen başkalarının duygularında veya simâlarında hissederler; bazen de, kendi kapalılıkları yüzünden sürekli onlarla konuşmak, şiir söylemek, mûsıkî dinletmek isteyen o mübarek saatleri, dakikaları ne duyar ne de zevk ederler. Böylece içinde arka arkaya semavî sofraların inip kalktığı bir zaman dilimi hep çay gibi akar gider de bir damla ölçüsünde olsun kendini ifade etme fırsatını bulamaz.
Ramazanları anlayan insan aklı, duyan insan vicdanı, zevk eden de insan kalbi olduğuna göre, varlığı görüp hissetmek, duyup değerlendirmek için göze, kulağa, mantığa, muhakemeye ihtiyacımız olduğu gibi, Ramazanı duyup zevk etmek için de akıl, şuur, kalbin harekete geçirilmesine, harekete geçirilip uyanık tutulmasına ihtiyaç hatta zaruret vardır.
Zira çok defa, en aydınlık günlerin içine girer-çıkar, en renkli saatleri tekrar tekrar yaşarız da bunların farkına bile varamayız. Bazen de iyi bir konsantrasyon sayesinde, o ölçüde parlak ve renkli olmayan dakikaları öyle bir duyar ve yudumlarız ki; kendimizi Cennet bahçelerinde ve kevserlerin başında sanırız.
Her şeyden evvel, bu mânevî güzelliklerin gönüllerimize akıp, içlerimizde birer zevke dönüşmesi için, bakış açısı ve teveccühün çok iyi belirlenmesi gerekir. Bu yapılabildiği takdirde, Ramazan birdenbire öyle farklılaşır ve bize o kadar derince işler ki, duygu dünyamızın tomurcuklar gibi sürekli inkişaf ettiğini duyar ve kendimizi mânâlarla, hislerle taşkın bir atmosfer içinde hissederiz; ederiz de çevremizdeki her şeyin dili birdenbire çözülür ve birer hatip gibi ruhlarımıza en duyulmadık hutbeler îrad eder ve bugüne kadar hiç söylenmedik sözler söylerler; seherler-sahurlar, ezanlar-namazlar, minareler-mahyalar, sokaklar-sokaklardaki lambalar, her yerde yükselen Kur'ân sesleri, hâfız nağmeleri, imamın solukları-cemaatın çehresi, çocukların çığlığı-yaşlıların temkini.. evet bütün bunlar ruhlarımıza neler söyler neler!. Söyler de o harfsiz, kelimesiz beyanlarıyla gönüllerimize türlü türlü ziyafetler çekerler.
Hemen her Ramazan; arzuları kâinatlar kadar geniş, emelleri ebedler kadar engin gönüllerimize, en sürpriz hisler ve mânâlarla sağanak sağanak boşalır; yağmurla dirilen toprak gibi ruhlarımızı harekete geçirir, duygularımıza yeni bir "ba'sü ba'del mevt" vadeder, vicdanlarımızı daha bir duyarlı hâle getirir ve lezzet olur oluk oluk içimize akar.. hem bütün kederlerimizi, acılarımızı unutturacak şekilde öyle bir çağıltıyla akar ki, onu hep bir şiirden, bir histen ve iç içe hayallerden örülmüş gibi görür; başka bir derinleşme kaynağı arama vehminden kurtulur, ruhlarımızın Hakk'a kullukla elde ettikleri hürriyet zevkini paylaşır ve "Kul oldum kul oldum; Hakk'a esarette gerçek hürriyeti buldum." der neş'e ile çığlıklar atarız.
Ramazan, hemen her zaman o kadar aydınlıklarla gelir ki, bütün bütün kirlenmiş ve gönül dünyasında iç içe karanlıklar yaşayan nefsin âzat kabul etmez kapı kulları bile, mutlaka onun atmosferinde bir şeyler duyar; bir şeyler söyler ve duygu, düşünce dünyalarında farklı edâlara ulaştıklarını hissederler.
Evet, bir kısım gâfil gönüller uyuklamaya devam etse de; lâubâli ruhlar serâzat yaşamalarını sürdürse de; ölü vicdanlar ülfete, ünsiyete yenik düşse de Ramazan, o ışıktan, renkten, sesten şîvesiyle en paslı kilitleri bile çözerek, ezanları, salâları, sahurları, iftarları ve teravihleriyle sessiz sessiz içlerimize akacak ve en katı gönüllere dahi mutlaka bir şeyler söyleyecektir.. söylecektir; zira Ramazan onu söylettirecek güçte ve nurâniyette, insan da bunları seslendirecek fıtrat ve istidâttadır.
Sızıntı, Ocak 1998, Cilt 19, Sayı 228
.
Hiçbirimiz, zamanın, bize ait çerçevesi içinde kalmaya razı değilizdir; ya hayallerimizle geçmişin enginliklerinde seyahat eder hamâset soluklarız ya da ümitlerimizle hep geleceğe doğru kanat çırpar; iman, Hakk'a güven ve O'na itimatla kurguladığımız senaryoları yaşarız; yaşar ve nice film gibi dünyalara açılır, hayallerimizde nice filmler çevirir, nice hakikatle hiçbir bağlantısı olmayan hülyalara girer ve nice zihnî görüntüler arkasında koşarız.
Ferah-fezâ bir geçmişi olan, daha doğrusu böyle bir geçmişi olduğunu kabul eden herkes, zaman zaman iç âleminde geçmişe seyahatler tertip eder ve sürekli mazinin ovalarında-obalarında, köylerinde-kasabalarında dolaşır ve bir türlü eski günlerin çerçevesini aşamaz. Genç, dinamik ve dünyaya açık nesiller ise, biraz yaşama ümidi, biraz mazisizlik, biraz da hayalperestliklerinden ötürü, hep kendilerini geleceğin tül pembe rüyalarına salar ve şimdilerde bulamadıkları âsûde iklimleri istikbalin koylarında ararlar.
Her iki mülâhaza içinde de birer hakikat payının bulunduğu muhakkak; ancak, hem geçmişi kendi değer ve dinamikleriyle bugünlere taşımak, hem de geleceğe tam hulûl edebilmek, bugünün, bir santiminin dahi zâyi edilmeden rantabl değerlendirilmesine bağlıdır. Evet, duygularımızın daha duru, düşüncelerimizin daha engin, gönüllerimizin daha sevinçli, ruhlarımızın daha coşkun, bünyelerimizin daha sıhhatli, zamanımızın daha bereketli, ekonomimizin daha dinamik ve devletler arası münasebetlerimizin daha tutarlı, daha imrendirici olduğu bir çerçeve içinde, geleceğin plân, proje, strateji ve uygulamalarını bugünden başlatabilir ve her mevsimde gerçekleşmesi gerekli olanı da gerçekleştirebilirsek, geçmiş-gelecek-hâl bir vahidin üç yüzü hâline gelir ve biz bu birkaç zamanı, hem de kendi derinlikleriyle aynı anda yaşayabiliriz.
Türk tarihinin altın çağları hep bu esprinin kavrandığı zamanlara rastlar. Şimdi eğer sesimizi tutarak, hafızalarımızı harekete geçirerek kendi tarihî perspektifimize sahip çıkabilirsek, bir zamanlar dalga dalga dünyanın dört bir yanına yayılmış kendi sesimizi, kendi sözümüzü derleyip-toparlayıp bir kere daha dinleyebilir; teneffüs ettiğimiz atmosferden ebediyetin enginliğini duyabilir ve onu duyabildiğimiz ölçüde de içlerimize sevinç olup akan talihimizin tebessümleşen emin ve âsûde dünyalarını, tıpkı ciğerlerimizi oksijenle doldurduğumuz gibi, huzur ve itminanla doldurabiliriz. Başka dünyalarda bin bir hesabın uyuşup bu yekûne varması, birbirinden farklı, ama birbirinin tamamlayıcısı, bütün vâridat kaynaklarının bütünleşerek aynı noktaya akması bile duygularımıza kat'iyen bu zenginliği veremez.
Bir zamanlar, bu değerler bize o kadar yabancılaşmıştı ki, bu ayrılığı hissetmeyecek kadar vahşileşen duygu ve düşüncelerimizle, bizden kopup giden şeyler karşısında "elveda" deme ölçüsünde olsun vefa hissimizi ortaya koyamamıştık. Evet, elveda yüksek mefkûremize! Elveda büyük millet olma şuuruna! Elveda dünya muvazenesindeki yerimize! Elveda tarihin ruhuna hürriyet, hak, adalet anlayışını üfleyen gönüllere! Elveda şefkat, merhamet ve istikamet atkıları üzerinde örgülenmiş esâtîrî millete! Elveda hayat felsefemize ve toplum telâkkilerimize! Elveda bütün değerlerimize ve değerler üstü değer taşıyan kriterlerimize diyememiştik.. diyememiş ve koskocaman bir tarihin yağmalanmasına ve şurada-burada çürümeye terk edilişine sessiz kalmıştık. Dahası, bu dünya en hoyrat tecavüzlerle sarsılırken, sarsılıp her gün kendi özüyle alâkalı yüzlerce cevherin sağa-sola saçılışını, her şeyin ürperten bir tükenişi haykırdığını duyamamıştık.
Keşke, temel dinamiklerimizin bir bir sarsıldığı, büyük millet olma büyüsünün bozulduğu ve bize ait birkaç bin senelik ölçülerin, değerlerin, güzelliklerin, tıpkı seylâplar önünde sürüklenen kütükler gibi devrilip gittiğini o ilk gün fark edebilseydik.! Ve keşke, her biri kendi kendine bir güzellik unsuru onca ruh ve mânâ köklerimizin, bu köklerle örgülenen nizamların, ahenklerin, insanımızın ortak ve kolektif anlayışından doğan medeniyet telâkkimizin, değişip dağılacağını, başkalaşıp kendi kendini yok edeceğini daha önceden sezebilseydik!
Vaktiyle bütün benliğimizle sevip değer verdiğimiz, millî ve dinî hasletlerimizin, götürülüp tarihe gömüldüğü o dönemde, hafızalarımızdaki bulanık resimlerde, soluk hatıralarda ve hasret renkli birkaç çizgide olsun vefamızı ifade edebilseydik! Heyhat, millet hafızası ham hayaller ambarına döndürüldü ve millet ruhu şeytana armağan edildi.
Bir zamanlar, hep aşk u şevk, muhabbet ve birbirine karşı gönülden alâka ile irtibatlı milletimiz, o meş'ûm dönemde, sürekli zeval ve fanilik duygularıyla sarsıldı ve müthiş bir çaresizlik ile kaderinin acı tecellileri karşısında, Yakûp gibi: "Tasa ve dağınıklığımı Sana şikayet ediyorum Allahım!" deyip inledi.
Mazi, bir bilgi, bir düşünce, bir ahlâk ve bir kültür harmanı ise, o, taze, canlı ve bugün olan yanlarıyla topluma mâl edilip mutlaka hâlleştirilmelidir. Bu yapılmayıp da onun kötü yanlarının bahse konu edilmesi ve ondan intikam alınması ne mümkündür, ne de yararı vardır. Bence, bunca yıllık mazlumiyet, mağduriyet ve perişaniyetin, hamiyetli ruhlarda üst üste heyecanlar hasıl ettiği bir dönemde, daha azimli ve daha şuurluca yaşadığımız çağın üzerine giderek ona mutlaka kendimizi ifade etmeli ve dünyayı yeniden şekillendirecek kendi mânâ köklerimize sahip çıkmalıyız. Geleceği belirleyecek bu perspektiftir.. ve şu yaşlı, tutarsız, dermansız dünyanın da buna ihtiyacı vardır. Kim bilir, belki de bizim dirilişimiz bütün dünyanın da dirilişi olacaktır.
***
Şimdilerde zaman, geçmişi geleceğe taşıyan; taşıyıp aşılayan bir rüzgâr gibi esiyor. Hâdiseler, ümit ve azimlerimizi şahlandıran birer ses ve birer nefes olarak ruh ufkunda, tıpkı Cennet kapılarının gıcırdayışlarını aksettiriyor gibi gelip gelip gönüllerimize çarpmakta. Öyle ki, bir füze ile semanın mavi derinlikleri içinde seyahat ediyormuşçasına dolaştığımız her yerde, varlığın O'na bakan yanlarıyla beslenen ve o muhteva zenginliğiyle çağlayıp vicdanlarımıza akan, çehrelerimizde tebessümleşen, dillerimizde aşk u şevkin "hay-huy"u hâline gelen ve bir tatlı serinlik ile hicranlarımızı vuslata, hasretlerimizi maiyyete ulaştıran; derken bize, kendi var oluşumuz içinde zaman-üstü, mekan-üstü "oluşum"ların kapılarını aralayan bir lâhûtîlikle iç içe yaşarız.
Aslında, şimdilerde dünya, tarihin dölyatağında gelişen ve her bucakta renklerin en büyüleyicisine, seslerin en tesirlisine kapanan öyle bir nevbahar arefesinde bulunuyor ki, her gün birkaç defa âtîyi iman ve ümitlerimizin ufkunda güneşler gibi temâşâ ediyor ve ilâhî ihsanların, meleklerin kanatlarında yağmur damlaları gibi, ova-oba her vadiye sağanak sağanak boşaldığını duyuyor, yıldırım ve şimşeklerin kol gezdiği yerlerde sürekli rahmetle sarmaş-dolaş oluyoruz.
Dünyanın en güzel coğrafyalarından biri olan bu altın kuşak ve onun incelerden ince insanına gösterilen alâka, her zaman onun gerçek değerinin pek çok altında olmuştur. Bu dünyanın böyle duyulup değerlendirilmesinde zaruret vardır. Kendimizi ve dünyamızı bu seviyede hissedebildiğimiz takdirde, ona karşı bugüne kadar yapılan aynı vefasızlıkların tekerrür etmeyeceği kanaatindeyim.. öyle zannediyorum ki, dünün olabildiğince mazlum, mağdur, mahrum nesilleri, geleceğin de fikir işçileri, kendi insanlarının ve kendi dünyalarının güzelliklerini, şimdiye kadar duyduklarının kat kat üstünde duyacak, Kudreti Sonsuz'la aralarındaki münasebeti daha bir derinleştirecek ve "tarihî yanılgılar" sürecinde meydana gelmiş bulunan bütün uçurumları aşacak ve bütün olumsuzlukları yenebileceklerdir.
Tamamen kendi kaynaklarımızla beslenmeye yöneldiğimiz o tül pembe günlerde varlığın tadı, kokusu, rengi, şivesi ve ifade ettiği mânâlar, engel tanımaz bir aşkınlık içinde surlardan ve burçlardan taşarak her eve, her köye, her kasabaya, her şehre akacak ve liyâkatlerimiz ölçüsünde yatak odalarımızda dahi bize, kendi şölenlerinin neşvesini yaşatacaklardır.
Geçmişin bir bölümünde milletimizin, değişik baskılar altında gelişme fırsatını bulamayan duyguları, düşünceleri, hayatı yorumlamaları, ebediyet mülâhazaları, kendine has o ledünnî derinliği ile mevsimi gelince yeniden yeşerecek, tomurcuklar gibi açacak ve dünyanın herhangi bir yerinde bulunmayan meyveleriyle herkese gerçek hayatın letâfet ve nefâsetini sunacaklardır. Evet, mevsimi gelince, herkes, var olmanın, yaşamanın, hayatı marifet ufkunda sürdürerek Allah'la münasebetin, O'nu bilip yürekten sevmenin tadına varacak; ruhânî hazlar zemzemesi içinde bütün acıların, ızdırapların, yeislerin ve inkisarların hakkından gelebilecek ve o parlak kaderini tevekkül ve teslimiyetle düşüne düşüne, içinde ömür sürdürdüğü, âhirete göre dar bir koridor sayılan dünyayı, Cennet yamaçlarında seyahat ediyor gibi duyacaktır.
Evet, inanan sîneler ve kendi derinliklerini sezebilen ruhlar, karşılaştıkları herkese, temâşâ ettikleri her manzaraya candan birer dost rikkatiyle eğilecek ve böyle bir beraberliğin neşîdelerini mırıldanacaklardır.. mırıldanacak ve dolaştıkları her yerde, varlığın perde arkasından ruhlarına akan mânâları duyarak: "Öyle bilmezdim kendimi/O ben miyim ya ben O mu?/Aşıkların budur demi" (Gedâî) diyecek ve duygularının şiirler gibi nizâmîleştiğini, düşünmelerinin ruhânî lezzetlere inkılâp ederek onun bütün benliğini sardığını duyacak.. ve her biri âdeta bir bayram arefesi o hisli, o sıcak ve o yumuşak günlerin, o zengin ve dupduru gecelerin, her şeyi neş'eye, sevince çeviren atmosferinde hemen herkes: "Olandan daha câzibi ve daha enfesi yok." mülâhazasıyla, sürekli hayretten hayranlığa gelip-gidecek ve bir tığ gibi kendi kaderinin dantelasını örecektir.
En iyi dönemlerde bile bazen her yan biraz sisli ve biraz dumanlı görünebilir; ama rica ederim bu, sağanak sağanak başımızdan aşağıya dökülen nimetlerin çeşitlendirilmesi, yeknesaklığın hasıl ettiği bıkkınlığın giderilmesi, duyduğumuz zevkleri, lezzetleri pozitif olarak hep aynı derinlikte duyabilmemiz; geldikleri gibi giden, gidince de yerlerini negatif hazlara terk eden sıkıntıların, ızdırapların mânevî zenginliklere dönüşmesi değil midir? Zaten, bu kabil sıkıntı ve ızdıraplar, her zaman mutluluklarla köpüren o uzun saâdetli günlere nispeten çok az yer işgal etmektedir. Şairin "Gam karar eyleyemez hande-i hurremdir bu." dediği gibi, başa gelen şeyler bir bir gelir ve hep tahammül çerçevesi içinde kalır.. ve tabii dünyalar kadar vâridat bırakır öyle gider.
Aslında bunlar, insanların, varlık ve hâdiselerin Hak'la münasebetini kavrayabildikleri ölçüde, hayatın keyfine, lezzetine, neş'esine ve ruhânî hazlarına o kadar açılırlar ki, her gördükleri, her duydukları, her değerlendirdikleri şey, onlara pek çok irfan kapısını birden açar ve nazarlarını sürekli varlık ötesi hakikatlere çevirir. Hem öyle bir çevirir ki, artık böyleleri her gün, her hafta yeniden bir kere daha hayata uyanır; mütemâdiyen ışıktan yollarda yürür; ufkî geçişlerle dünya-ukbâ sahilleri arasında gelir-gider ve duyup zevk ettikleri her şeyi bir saâdet vaadiyle paylaşırlar. Onların, Yüce Yaratıcı'nın lütuflarına açık duyguları, emme-basma tulumbaları gibi her zaman onların ruhlarına itminan ve huzur pompalar. Yer yer hâdiseler, gönül diliyle, onlara hayatın mûsıkîsini duyurmak için bir mızrap gibi onların ses veren tellerine dokunur; dokunur ve onlara çok az kimseye nasip olmuş çocuk neş'esi tadında ve âşık bir kalb gibi dolgun ne zevkler, ne lezzetler ilham eder!
Onların ufkunda her mevsim, bir sabah ihtişamıyla doğar; her saat apaydın ve yumuşak, vadettiği şeylerle de inşirah dalga boylu, cıvıl cıvıl ve olabildiğine lezzetli, ebediyet televvünlü olarak gelişir ve onların içine akar. Onlar hayatlarından memnun, kaderlerinden hoşnut ve sürekli bir dua tavrıyla içlerini Yaratan'a boşaltır ve hiçbir psikoterapiyle ulaşılamayan bir ruh ve irade mukâvemetine ulaşırlar. Ara sıra havanın kararıp, zirveleri dumanların tuttuğu zamanlarda da, dilleriyle, edâlarıyla birdenbire değişir; recâ ile Hakk'a el kaldırır; mehâfet ve mehâbetle boyunlarını büker; O'nun şefkatine sığınır ve kalb diliyle O'na ne nağmeler sunarlar.! Gönüllerinin duruluğunda emeller ve hülyalarının enginliğinde arzularla, hayatları uhrevî buudlu ve talihleri gökyüzündeki yıldızlar gibi pırıl pırıl hep aşkın yaşarlar.
Bazen, hemen herkes için, dolu dolu lezzetlerin her yana sindiği ve her şeyi fevkalâdeliklere yükselttiği öyle müstesna zamanlar olur ki, insan talih kuşunun başına konduğunu hissediyor gibi olur.
Aslında dikkat edilse bu coşkun hayat çağlayanı, her zaman duyulabilir.. her zaman gönüller, ruhların uçuştuğu âleme geçebilir.. ufuklar sürekli yol gösterebilir.. ışık her zaman karanlığı bozguna uğratıp onun otağına oturabilir.. ve aşkla yanan sîneler her zaman ebedî vuslatın elinden şerbetler içebilir. Yeter ki, zâviye belirlenip, kalbin balansı da ona göre ayarlansın...
Sızıntı, Mayıs 1997, Cilt 19, Sayı 220
.
Ülkemiz yeniden bir mânevî bunalım içine çekilmek isteniyor.. hakikî veya sun'î buhranları buhranlar takip ediyor.. toplum üst üste gelen bir sürü gâile ile yorgun ve sarsık.. kitleler şaşkınlık içinde.. elli noktada elli ayrı fitne ateşi.. ve şeytan bu iç içe yangına habire körük çekmekte. Kökü çok eskilere dayanan bu buhranlar döneminde, millî ve içtimâî krizler bir türlü yakamızı salmamış ve yığınlar hep kaoslarla baş başa bırakılmıştır. Din politize edilmek istenmiş, ahlâk kirletilmiş, kültür târumâr edilmiş, sanat ideolojilerin gel-gitlerine terkedilmiş ve siyaset en amansız kavgaların arenası hâline getirilmiştir. Böylesi toz-duman içinde ümitlerimizi korumak ve mutlu geleceğimizi kendine has çizgileriyle hakkını vererek soluklamak oldukça zor olsa gerek. Hatta bazılarınca imkânsız bile görülebilir.
Biz, gücümüz yettiğince, günümüzün bin bir patırtı-gütürtü ve kısır döngülerinden sıyrılarak, imanlarımızın aydınlık ikliminde, iradelerimizin alınlarında ter, bir kere daha ümitlerimizin yemyeşil tepelerini temâşâ etmek istiyoruz.
Evet, güzel sesli, lâtif edalı müezzinlerin, ruhlara göklerin derinliğini, enginliğini, tadını, şîvesini, merhametini, şefkatini ve semâvî esintilerini boşaltarak bütün sîneleri ötelerin sihirli varidâtıyla dolduracağı; doldurup bizi bütünüyle uhrevîleştireceği o tılsımlı günler ve geceler yakındır.
O gün, şimdilerde her yönüyle çökmeye yüz tutmuş, sarsık, fersiz, durgun ve çaresizlikten sürekli geçmiş günleri sayıklayan, ağzını her açışında bir sürü şikayetle boşalan somurtkan ve ölgün yüzlerin yerinde, gökçek çehreler, ümitle parıldayan gözler, inşirahla çarpan sîneler; bir gözleri dünyada, öteki ukbâda ve ruhlarında kurdukları muvazeneyi dünyalara üflemeye azmetmiş şen-şakrak azim ve irade insanları olacaktır.
Aslında bu ülkede ve insanımızda millî ve dinî değerlerimiz hiçbir zaman tamamen terk edilmemiş ve tarih şuuru da unutturulamamıştı; milletin bazı kesimleri durgun ve yorgun görünse de, onun duygu ve düşünce ufkunda sürekli geçmişin şanlı günleri tüllenip durmuş ve en perişan, en bitkin olduğu dönemlerde bile onda hep yeniden var olma aşk ve ümidini şahlandırmıştı.
Evet, toplum tamamen kendi özünden koparılamamış, içtimâî ve rûhî erozyon, her yerde ve her zaman aynı ölçüde tesirli olamamış.. hazan her şeyi bütün bütün kurutamamış, bağlar bitevî bozulmamış, asmalar kırılmamış, çiçekler de bütünüyle solmamıştı. Yol kenarlarındaki ışıklar tamamıyla sönmemiş, hedef karanlığa yenik düşmemiş ve milliyet mefkûresi zihinlerden silinmemişti.. bin seneden beri mâbedlerle, türbelerle, zâviyelerle, gönüllerimize, ruh mânâ ve şiiri boşaltan diller susmamıştı.. toprak, belli ölçüde de olsa "kuvve-i inbâtiye"sini koruyabilmiş, sular saffetiyle çağlamış, atmosfer hiç bulutsuz kalmamış, bulutları vuslata taşıyan rüzgârlar dinmemiş ve tohumlar da çürümemişti. Gün gelip de bahar yelleri esmeye; ovalar-obalar, yeşil, beyaz, pembe renklere bürünmeye; lâleler, zambaklar, papatyalar reftâre salınıp gönüllerimize akmaya ve erguvanlar kırmızı alevlerini yeniden tutuşturmaya başlayınca, her şey, hiç hazan görmemiş ve hiç kara-kışa yenik düşmemiş gibi dirilip hayata koştu.. ve bir zamanlar yaşadığımız muvakkat kesinti de âdetâ mütemâdî var oluşun sihirli dinamizmi hâline geldi.
Şimdilerde toplumun hemen büyük bir kesimi, karşılıklı iyilik ve terbiye salih dairesi (doğurgan döngü) içinde, birçok müşterek duygu ve düşünceyi, birçok müşterek zevk ve ümidi paylaşarak, hem kendimize hem de topyekün dünyaya açık kendi evrensel değerlerinin muvâzenesiyle meşgul. Bugüne kadar gerçekleşen hülyalar gibi, mevsimi gelince bu rüya da gerçekleşecek ve o gün, mâzi kadar derin, onun ihtişamlı günleri kadar da canlı, göz kamaştırıcı bir tekevvün içinde yüzlerce duygu, yüzlerce düşünce birbirine karışarak, debisi, dünyaya yetebilecek bir ırmak oluşturarak "ebed-müddet" istikbale akacağı ümidindeyiz.
Terkibinde madde-mânâ, fizik-metafizik, dünya-ukbâ unsurlarını ihtiva eden bu yeni oluşum, varlık ve eşya ile içli-dışlı Allah'la da hemhâl olanların insanlığa en büyük medeniyet armağanları olacaktır. O günün talihli insanları, bugüne kadar eşi az görülmüş bu irtifâ sayesinde hep kaderlerini sevecek; bugünü değerlendirmenin yanında geleceğe açık olmasını bilecek; şimdilerde gönüllerine akseden eksiği-gediği de inanç ve ümitleriyle doldurarak ömürlerini hep üveykler gibi gökyüzünde yüzerek geçireceklerdir.
Dünyevî ve maddî olduğu kadar, âhiret ve ebediyete de inanan bu insanların inşa edecekleri dünyadaki huzur ve itminânı duymak için, cihanın dört bir yanından, turist kafileleri gibi huzur kafileleri, hem de bir Piyer Loti iştiyakıyla selvilerimizin gölgesine koşacak ve içtimâî harîmimizin vadettiklerine can atacaklardır. Böylesine ruh ve maddenin birleşik dünyasında sonsuzluk yudumlayıp dolaşan ruhlar, gönüllerini, zaman ve mekânları da aşarak, tâ ebediyetlere saldıkları için, her şeyin hakkından gelmeye yeten, inanç, tevekkül, teslimiyet ve Hakk'a itimatları sayesinde hep dolu dolu yaşayacak; kaybettikleri veya elden kaçırdıkları bir kısım küçük şeyleri de bir terbiye teşrîfâtı ve gönül saffetiyle geçiştirecek, elemin kalıcısını hiç mi hiç duymayacaklardır.
Elbette ki bu mâverâîliğe, şimdiye kadar gelmiş-geçmiş emsallerinde olduğu gibi öyle bir hamlede, bir nefhada ulaşılamayacak; bütün bu güzelliklerin, gönüllerin hendeselendirdiği o amûdî (dikey) ufku tutabilmesi, şuuruyla ona sahip çıkması için, kalblerin bu mazhariyeti hazmedecek ölçüde sevgiyle yumuşaması, sînelerdeki aşk ve heyecanın bakışlarda tebessümleşmesi, belli nispette de olsa, fâniliğin aşılıp ruhların ezelî ve mâverâî hisleri duyabilmesi şarttır.
Aslında, böyle bir mazhariyet için kim bilir daha ne tür ciddî hazırlıklara ihtiyaç var ve ne ağır sıkıntılara katlanmak icap edecek.! Evet, insanlığı mukadder o zirvelere taşımak isteyenler, kim bilir ne zahmetlere katlanacak, ne gâilelerle yaka-paça olacaklar.! Ne hayal ve melâl mevsimleri yaşayacak, ne olumsuzluklarla karşılaşacaklar.! Nice rüya ve hülya, nice plân ve proje heba olup gidecek.! Ve kaç defa ümitsizlik ve inkisarla burun buruna gelecekler.! Kaç defa kaba kuvvet gelip onların nezâket ve zarâfetlerine toslayacak; kaç defa taassup ve mantıksızlık bir kezzap gibi temsil ettikleri akl-ı selîmin üzerine akacak.! Kaç defa onların gözünün içine baka baka menfaat ve çıkar duygusu millî ve tarihî değerleri, şurada-burada âdî bir metâ gibi peyleyecek.! Daha ne kadar merhaleler aşılacak, ne kadar çileler çekilecek, ne kadar hamlan olgunlaşacak.! Ne kadar mağrur ve mütekebbir ruhlar tebaha gelip ezelî ve ebedî hakikate uyanacak.! Ne kadar gönül merhamet ve insanlık duygusuyla doygunluğa ulaşacak ve ne kadar ilâhî tevfîkin imdada koşmasına yakarışlar çekilecek..!
Kim bilir bize bu koskoca mirası bırakanlar, ne kadar ağlayıp inlediler.? Bugün evirip-çevirip istifâde ettiğimiz değerleri elde etmek için ne cenderelerden geçti ve ne ölümlerle yaka paça oldular.? Şimdilerde har vurup harman savurduğumuz millî ve dinî değerlerimiz, kim bilir onlara neye mâl oldu.?
Rahmeti Sonsuz'dan niyaz ederiz ki, gerçek bedeli dünyalarla ölçülemeyecek kadar büyük olan o ulu günlerin hakikî fiyatlarını bizden talep etmesin...
Sızıntı, Nisan 1997, Cilt 19, Sayı 219
.
İnsanoğlu var olduğu günden beri, çok defa hep başka bir dünya özlemi içinde bulunmuş ve zaman zaman da yaşadığı dönemi yerden yere vuragelmiştir. Böyle bir mülâhaza, vicdandaki ebet arzusu veya yitirilmiş bir Cennete iştiyaktan kaynaklanması itibarıyla bir açıdan tasvip görebilir, hatta takdir de edilebilir. Ancak içinde bulunduğumuz zamandan şikayetin sesi-soluğu olması ya da ümitsizliğin ve karamsarlığın aks-i sadâsı gibi duyulması açısından böyle bir mülâhazayı tasvip ve takdir etmek bir yana, mutlaka üzerinde durulması gereken bir hastalık olduğu kanaatindeyim. Hususiyle böyle bir mülâhaza, bütün yerleşik düşüncelere, millet ruhuyla test edile edile gelişmiş ve kökleşmiş örflere, âdetlere karşı ise, onun marazî bir ruh haletinin tezahürü ve sosyal bir paranoya olduğunu düşünmek daha yerinde olacaktır.
Bilhassa günümüzde, tamamen paradoksal mülâhazalarla, geçmişten bugüne umumun kabul ettiği her şeyi sorgulama, hatta her eskiyi, eskimiş sayarak kaldırıp atma ve şayet varsa beğenilmeyen şeylerin yerine yeni, olumlu ve millî ruh televvünlü değişik alternatifler ikâme edileceğine, isyancı bir ruh hırçınlığıyla "Şimdilik her şeyi yıkalım; ille de bir şey yapılacaksa onu sonra düşünürüz." şeklinde tahrip eksenli hareket edilmektedir.
Böyle isyancı ve hezeyan televvünlü bir düşünce tarzı; devrini tamamlamış, artık gitmesi gereken köhne fikir ve anlayışların ayıklanıp atılması ve onların yerini de ter ü taze yeni yorum, yeni fenomenlerin alması arzu, iştiyak ve hasretinden tamamen farklı olduğu gibi, iyi-kötü demeden hemen her şeye rahatlıkla intibak edebilen zayıf karakterlere karşı, mutlaka gösterilmesi gerekli bir tepki de değildir. Bence böyle bir tavrın temelinde isterik bir hafakan, fikrî bir teşevvüş, avamca bir tehevvür, bir ruh hezeyanı ya da fantastik mülâhazalarla yeni bir şeyler söyleyebilme cehdi söz konusudur ki, böyle davranan bir şahıs bazen kelime ve mefhum hokkabazlığı, bazen de değişik ibham ve iğlâklarla, bir yandan kendi sığlığını saklamaya çalışırken, diğer yandan da -onlara da fikir denecekse- fikirlerini anlaşılmaz hale getirerek hep kendini peyleme peşindedir; peşindedir ve her sözü, her düşüncesi, her haliyle hep yeni meftunlar aramakta ve her zaman nefsinin meftunu olarak oturup kalkmaktadır.
Duygu ve düşüncelerinde, sürekli bir iç diyalektik ve birbirini nakzeden tezatların kol gezdiği böyle bir ruh mâlûlü için sözü edilen durumlar tabiî kabul edilse de bu şekilde çarpık bir ruh hâletinin birer tereddüt ve teşevvüşe dönüşerek bütün toplumu tesiri altına alması karşısında sessiz kalınamaz.
Bazen bu tarz ve bu üslûp, değişik buhran ve bunalımlar içinde bulunup da sık sık kendi nefsiyle hesaplaşan ve kendi düşüncelerini tenkit edip sorgulama cesaretini gösteren seviyeli dimağ ve dâhi ruhların alternatif sistemler arama gayretinde de görülebilir. Ama, bu iki şey, serâ ve süreyyâ farklılığıyla birbirinden uzaktır ve birinin, ülû'l-azmâne bir ceht olmasına karşılık, diğeri tahrip yörüngeli bir hezeyandır. Birinci düşüncenin temsilcisi, yapma azmiyle gerilmiş öyle bir düşünce mimarıdır ki, her yıkması bile bir inşa temeli teşkil eder. İkinci anlayışın bahtsız mümessili ise, duyguları, düşünceleri ve tavırları itibarıyla hiçbir zaman kendi olamamış; ömrünü hep gel-gitler içinde geçirmiş; yapma düşüncesi bile yıkma eksenli tipik bir tahripçidir. Her zaman "ben bir aydınım, ben bir entelektüelim" yâveleriyle oturup kalkar. Biraz ateizmin, biraz komünizmin, biraz da nihilizmin tesiriyle tam a'raf insanı ve tam bir berzahlıktır. Duygularıyla, düşünceleriyle bu melez tip, ne tam şarklı kategorisine girer ne de garplı; aksine o, her iki dünyanın da mük'ap cahilidir ama; halini hissettirmeyecek kadar da pişkindir. "Şark'a bakmaz, Garb'ı bilmez, görgüden yok vâyesi/Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermâyesi!" (Âkif) ona göre biçilmiş bir kaftan gibidir.
Bu sıkılmaz düşünceye göre -sağcı da olabilir solcu da- toplum hatta bütün insanlık, ürperten bir yıkılış sath-ı mâilinde.. tarihî tekerrürler devr-i dâimi içinde öteden beri devam edegelen belâlar, musibetler kabaran deniz dalgaları gibi müstevlî ve amansız.. bütün idareciler Sezarlar kadar müstebit, Napolyonlar kadar bencil.. bütün kitleler de böyle bir saygısızlığa müstahak şuursuz yığınlardır.
Böyle olunca, şimdiye kadar doğup gelişen ve parlayıp sönen medeniyetler gibi, yirminci asrın "uygarlık"ları da bir bir sönecek ve dünya son bir kez daha kara deliğe dönüşecektir. Zaten bu menhûs medeniyet daha şimdiden kendi ruhu ve kökleri sayılan önceki "uygarlık"lardan tevârüs ettiği mânâyı yerle bir etti bile. Bugün dünyanın pek çok yerinde fert tam bir kokuşmuşluk örneği.. aile kendi cüz'ifertleriyle bir çözülme içinde ve darmadağınık.. ana-baba bir zamanlar sırf bir keyif eseri olarak varlığına sebebiyet verdikleri evlâtlarının keyif ve heveslerini yaşaması karşısında olabildiğine lâubâli, hatta onların ruhlarının katili.. ruhun değerleri ayaklar altında çiğnem çiğnem ve saygısızlığa emanet.. kalb ve vicdan terbiyesinin yeri sözlüklerde bile unutulmuş gibi.. ve nesiller hevâ-yı nefsin elinde birer oyuncak.. "Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr/Nazarlardan taşan mânâ ibâdullahı istihkâr." (Âkif). Ömürlerini yeme-içme ve zevk u safâ haralarında geçiren bu ruhsuz cesetler, sürekli bir şekâvet girdabı etrafında döndüklerinin farkında bile değiller. Köyde-kentte yuvalar bütün bütün his, şefkat, iz'an ve şuur mahrumu.. sokak, her dönemecinde bir sürü cadı kazanı pek karanlık bir gayyâ.. mektep, her yönüyle boşluğa emanet ve muhalif rüzgârlarla nereye savrulacağı belli olmayan bir ucûbe.. mâbed, soğuğu-sıcağı duymayan, duyup irkilmeyen insanların ârâm ettiği bir gölgelik.. aşk u heyecan ocağı zâviyeler, folklorik merasimlere teslim birer küllük.. kuvvet, gadr u zulmün kulu-kölesi ve hakkın tepesinde amansız bir balyoz.. hürriyet, zulme kilitli ruhların lütf u ihsanı.. nizam ve güven kaba kuvvetin hendesesine göre plânlanmış ve her yerde çığlık çığlık âh u efgân...
Her biri bir karamsarlık resmi böyle bir tablo karşısında ne ümit kalır ne de azim. Bâtılın bu ölçüde resmedilmesinden kim ne bekler bilemeyeceğim; bildiğim bir şey varsa o da böyle bir tasvir karşısında en temiz dimağların bile bulanması, ümitlerin felç olması ve iradelerin de gümbür gümbür yıkılmasıdır. Vâkıa, iddia edilen şeylerin bazıları doğru da olabilir. Meselâ; yıllardan beri eşiğine baş koyup vefa ahd ü peymanında bulunduğumuz gaddar bir dünyanın dilenciliğinden bir türlü kurtulamadığımız; geçmişten tevârüs ettiğimiz inançlarımız, örflerimiz, âdetlerimiz gibi değerlerimizi terk edip kısmen de olsa kendi ruhumuzdan uzaklaştığımız; ilim ve teknoloji transfer ediyor gibi yabancı ahlâk ve anlayış transfer ettiğimiz doğrudur.. evet, millet gemisinin üst üste sadmelerle sarsıldığı bir vâkıa; ama duygu, düşünce ve vicdanlarımızda dirilme azmimizi felç etmeye, felçli göstermeye hakkımızın olmadığı da bir gerçek.. hatta, haktan haksızlıktan bahsetmek bir yana, ümit ve iradelerimizde olumsuz tesirler icra edecek her söz ve düşünce, her hareket ve davranış yüce mefkûremize karşı en büyük bir saygısızlık ve ihânettir.
Kaldı ki, iman, azim ve düşünce hayatımızda -bir kısım zorluklar söz konusu olsa da- her zaman ciddi bir rejenerasyonun var olduğu da apaçık. Evet, şimdilik çelimsiz görünse de, hemen her yerde iradeler, varoluş gayelerinin dantelâlarını örüyor, her yanda yükselen tevbeler, inabeler, münâcâtlar ve bunlar kadar mukaddes saydığımız, hak yolunda koşan hak erlerinin solukları, gök ehline bir yeni türden ne besteler ne besteler dinletiyor..! Dünyanın dört bir yanında, Hakk'a yalvarışlarla çınlayan kubbelerdeki aks-i sadânın -bir hadisin işaretine binâen- göklerde meleklerin muhaveresine mevzû teşkil ettiğini söylesem, zannediyorum mübalâğa etmiş sayılmam. Bazılarımız itibarıyla, liyâkatsizlik ve konumunun hakkını verememe her zaman söz konusu olsa da, dost firaseti ve düşman tecessüsünün birleşik noktasında duyulan sesin bizim diriliş neşîdelerimiz olduğunda da şüphe yok.
Evet, şimdilerde yürüdüğümüz yolların bizi ulaştırdıkları meydanlardan, rıhtımlardan ümitlerimizde yaşattığımız enginliklere açılacağımız inancıyla -bütün bir toplum olarak öyle olmasak da- tıpkı Cennet yamaçlarında tenezzühe çıkmış gibi, ruh iklimimiz itibarıyla şevk ü tarap içindeyiz. Çok yakın bir gelecekte, güneş, ay ve yıldızlar bizim yamaçlarımızda, hayâ, iffet, vefâ, sadâkat, ilim aşkı, araştırma ruhu çiçekleri üzerinde doğup batacak. Gelip geçtiğimiz her yerde, bizim için kurulmuş bir tâk gibi hep gök kuşağının altında yürüyecek ve iç içe güzellikler yudumlayıp geçeceğimiz günler dizi dizi yollarda. Evet her yüzde tertemiz iffet duygusu, her sînede aşk u şevk feverânı, her tavırda ayrı bir uhrevî derinlik duyacağımız ve bir temâşâ zevkiyle güzellikten güzelliğe koşacağımız; koşup ak bahtımıza tebessümler yağdıracağımız günler, horozu ötmüş şafaklar gibi ufkun beri tarafında.
Günümüzde, saygısızlığın filizlenişine, hatta bir meşelik gibi her yanı sarmasına ve egoizmanın bütün ruhlara hükmetmesine karşılık, her tarafta hürmetin boy atıp gelişeceğine, her yanda mahviyet, tevazu ve inceliğin üfül üfül eseceğine inancımız da tamdır ve sürprizler sağanağının sökün edeceği günlerin arefesinde bulunuyoruz.
Bügüne kadar hayata gözlerini açan genç nesiller, hep kendi dünyalarında erozyon yaşıyor, boşluktan boşluğa sürükleniyor ve üç buudlu bir mekan ile, geçmişten gelecekten koparılmış silik, renksiz, tek buudlu bir zaman telâkkisine mahkûm ediliyorlardı. Oysaki şimdilerde aynı insanlar, ruhlarını kanatlandırabilecek ufuklu ve gayeli düşünceleri sayesinde, kendi iç derinliklerine yönelip kâinat ve insanı bir kere daha yeniden keşfetme sürecine girdiler bile. Millet ruhu ve ahlâkî değerler, o kendilerine has çizgileriyle gelip bir kere daha gündeme oturdu; hem de şuur, his, irade ve lâtife-i rabbâniye derinlikleriyle. Ve artık pek çoğu itibarıyla, genç nesillerin çehresinde pırıl pırıl ve masmavi bir hayâ nümâyân; davranışlarında dupduru bir samimiyet ve vicdanlarında da köpük köpük bir heyecan var. Işıl ışıl her yüzde parlayıp duran uhrevî güzellik ve kalblerin derinliklerinde köpürüp taşan aşk u şevk bu yeni oluşumun yanıltmayan emârelerinden sadece bir ikisi.
Bugün bu ölçüde kendini hissettiren bu temizlerden temiz nesil, yüklendiği sorumlulukları derin bir vazife şuuru ve hizmet aşkıyla yerine getirmekte ve yitirdiğimiz cennetleri bize iade edecek gibi görünmektedir. İşte bu evsaftaki gençler, bir yandan her gün ferdî plânda daha bir derinleşip enginleşirken, diğer yandan da hendesî bir genişleme ile Allah'ın ayrı bir lütfunu seslendirmekte. Evet işte bu ölçüde, milletin mutluluğunu kendi mahrumiyetlerine bina edip, yaşamayıp yaşatan, uyumayıp uyaran ve bin bir mahrumiyet içinde başkalarının vicdan ve ruhlarını doyuran çağın kudsîleri bu hasbîler, bir yandan kendi mes'uliyetlerinin gereklerini yaşarken, diğer yandan da toplumun sıkıntılarına çareler arayıp onların ızdıraplarını paylaştıkları sürece, çok yakın bir gelecekte şu birkaç asırlık hafakanların dineceğinde şüphe edilmemelidir.
Aslında, her kaba şeyi, her kirli nesneyi ateşin yumuşatıp temizlemesi gibi, şu birkaç asırlık musibetler, belâlar, sıkıntılar da bu millette bir temizlenme duygusu uyarmış ve ona kendi saffetiyle ayakta durabilme düşüncesini ilham etmiştir. Dün, içinin kirliliğinden ötürü, ayağına bir pranga, boynuna da bir tasma takıp onu levsiyatın esaretine salan kader -o kader hep adildir- bugün de gönlündeki ümit emareleri, irade ve azminin çelikleşmesi sayesinde ona, yeniden milletler muvazenesindeki yerine ulaşmada mutlaka rehberlik yapacaktır.
Öyleyse şimdilerdeki saffetimizi bozmadan, milletçe kendi aşk u heyecanımızı, yine kendi sesimizle seslendirir ve ruhumuzdaki cibillî cesaretle ayağa kalkabilirsek, sûrunun sesi ta eski yıllara dayanan yeni bir "ba'sü ba'del mevt" yaşamamız mukadder demektir. Hiç şüphesiz böyle bir diriliş yolu da, imanın, aşkın, ihlâsın, hamiyetin bütün duygu, düşünce, tavır ve davranışlarımıza aksetmesinden geçer...
Sızıntı, Eylül 1998, Cilt 20, Sayı 236
.
Karamsarlık ve Vicdan Çağı
Her şeyi olumsuz yanından ele alıp değerlendirme ve her hâdise münasebetiyle karamsarca yorumlar ortaya koyma da diyebileceğimiz bedbinlik, insanoğluyla beraber var olmuş, bugünlere onunla taşınmış ve dünya devam ettiği sürece de elini onun yakasından çekmeyecek âfet ölçüsünde bir beşerî hastalıktır. "Nice servi revan canlar/Nice gül yüzlü sultanlar/Nice cihangirler, nice hanlar" bu gaddar hastalığın pençesinde, hazana maruz yapraklar gibi savrulmuş, içi karbonlaşan çınarlar gibi devrilmiş, zelzele ile çözülen kayalar gibi sağa-sola saçılmış ve "harap olup, türap olup gitmiş"lerdir: Gidenler gitmiş ama, iltihaklar bitmemiştir; bu ölüm yolculuğu ve bu ölüm kervanı bugün bile binlerce isteklinin -olmaz olsaydı- hâlâ en mergûb metâıdır.
Bedbine göre varlık her zaman, bir ölüm anaforu etrafında dönüp durmakta, dünya bir meçhule, bir belirsizliğe doğru kaymakta ve toprak tabakası bir kısım kaygan faylar üzerinde her zaman yüreklere korkular salmakta, insanlar birbirlerini avlamak ve birbirlerini yemek için yekdiğerlerine tuzaklar kurmakta; günler her an biraz daha kararmakta ve her şey bir kaos içinde doğup, bir kaos içinde batmaktadır. Evet, ona göre kâinat, her an alt-üst olabilir.. arz, zelzelelerle delik-deşik hâle gelebilir; köyler, kasabalar, şehirler bağırlarında binlerce insanı barındıran birer mezarlığa dönüşebilir.. toplum, değişik kesimleriyle daha ciddi kaymalara girebilir.. bugüne kadar olan oldu; bundan sonra da daha bir sürü değerin altı üstüne gelebilir, altı üstüne gelen her şey "ilelebed" öyle kalabilir... Önümüzdeki yıllarda zuhur edecek harbler-darbler, ihtilaller-inkılâplar, dünyanın, medeniyetlerin ve milletlerin sonu olabilir.. evet bedbin, her şeyi böyle görür, böyle duyar, böyle yorumlar ve şeâmetli çığlıklarla sürekli saçını-başını yolar... Bin bir fecâyi ve fezâyiyle eski devirler ve eski hâdiseler bir yana, 93 Harbi, Balkan Savaşı, Birinci ve İkinci Cihan Muharebeleri, Rusya'daki kargaşa, Avrupa'daki sarsıntı ve Pasifik'teki kızıl-kıyametler bu karamsar ve isterik ruhlarca, hep sonun başlangıcı ve kıyametin şafak emareleri sayılmıştır.
Oysaki, onların vehmettikleri gibi ne bütün savaşları, ne de ihtilal ve inkılâpları mutlak olarak olumsuz görmek doğru değildir.. olumsuz sayılmaları şöyle dursun, çok defa harp ve ihtilale sebebiyet veren sâiklerin insanî hedefli olmaları, savaşçı ve ihtilalcilerin de hüsn-ü niyetli hareket etmeleri sayesinde, fevkalâde müspet neticeler de elde edilegelmiştir. Hele bu oluşumlar, iyiyi, doğruyu, güzeli tesbit edip belirlemeye; azgınları durdurup mütecavizleri bertaraf etmeye; köhne telâkkileri yıkıp varlık ve eşyayı yeniden yorumlamaya mâtuf ise, yararlı olduklarında kat'iyen şüphe yoktur. Bir kere, başta peygamberlerin hareketleri ve sonra da yeryüzündeki bütün değişim ve dönüşümler, netice itibarıyla hep insanlık hesabına yararlı olagelmiştir. Evet, ne peygamberlerin gerçekleştirdikleri inkılâplara, ne İslâm öncülerinin tahakkuk ettirdikleri değişim ve yeniliklere ne de altın soyumuzun tarihi hercümerc etmesine tahrip ve yıkım diyebiliriz. Rica ederim, bedeviyet içinde bocalayıp duran bir topluma medeniyet yollarını göstermeyi ve çöldeki müptedî insanları, medenî milletlerin muallimi hâline getirmeyi nasıl yıkım ve tahrip kabul edebiliriz! Fatih'in İstanbul'u alarak, eskimiş ve köhneleşmiş Bizans düşüncesinin yerine rönesansa giden bir yolu açmasını yıkım ve tahrip sayabilir miyiz? Tarık'ın Endülüs'e yeni bir ruh ve mânâ götürmesini İspanya hesabına muvakkaten bir kıyamet saysak bile, temelde bu hareket, koskoca Batı'da önemli bir "ba'sü ba'del mevt"i netice veren bir kıyamet değil midir? Alparslan, Malazgirt meydan muharebesiyle Kostantiniye'ye giden yolları açmasaydı, Doğu'nun ilim düşüncesi, ilim ahlâkı ve san'at telâkkisi Batı'ya nasıl ulaşacaktı ki.?
Varsın çarpık ve müşrik düşünce, tevhid cereyanını tahrip saysın; putperestlik, mücerret hakikatlere inanmayı yıkım kabul etsin; tepinmeyi yürüme sayan çelimsiz iradeler, "eski hâl, eski dekor" demeye devam ededursun, bizim bütün bunların birer yenilenme, tazelenme ve sonsuza açılma hamleleri olduğuna inancımız tamdır. Ne var ki dünya, özü, esası ve mayası itibarıyla, hayrın yanında şerri, iyinin yanında kötüyü, güzelin yanında çirkini, yararlının yanında zararlıyı da ihtiva ettiğinden, bazen varlık ve hâdiselerin ruhundaki güzelliklerden, tenâsüplerden, hakkaniyetlerden, istikametlerden daha çok, yine insan iradesiyle meydana gelen kötülükler dikkati çekmekte ve netice itibarıyla da, hayra açık bir hayli şey şer gibi görülebilmektedir.
Bu açıdan, bazı harp ve inkılâpları; yaşlanmış, mukâvemetini yitirmiş, mâil-i inhidam bir kısım düşüncelerin, sistemlerin -dış yüzü itibarıyla ürpertici olsa da- tasfiyeye tâbi tutulması ve bertaraf edilme ameliyesi saymak daha yerinde bir tesbit olsa gerek. Bu tasfiye ameliyesi ve hayatî değişim, bir kısım çelimsiz ve dermansız ruhları endişeyle sarssa da, içleri hayat ve enerji ile dopdolu olanlar için her zaman yepyeni bir ufka ulaşma adına birer donanım vesilesi sayılabilir.
Aslında topyekün insanlık tarihi, bir değişimler-dönüşümler, dolayısıyla da hayatî hamleler tarihidir. Tarihî teşekkül ve tekevvünlerde hâli kucaklayamayan ve geleceğe de açık olmayan pek çok toplum ve millet, bu değişim ve dönüşüm sürecinde dökülüp yollarda kalmaya mahkumdur; buna karşılık hâlin kahramanları ve geleceğin düşünce mimarları ise, her zaman bu çetrefilli yolları rahatlıkla aşmış ve istikbalin ferah-fezâ iklimine ulaşmışlardır; bundan sonra da ulaşacaklardır.
Hazreti Mûsâ ve Yûşâ'nın, bütün eski Filistin ve Şeria çevresinde böyle bir değişim ve dönüşüm başlatmaları; Hazreti Mesih'in Havarileri'nin Filistin'leri ve Efes'leri aşarak kadim Roma'yı temelinden sarsmaları; ilk İslâm mücahidlerinin bir çığlık olup nokta-i istinadsız yüreklere korkular salmaları, netice itibarıyla uğranılan ve ulaşılan yerlerde birer bahar rüzgârı ve bahar selleri gibi bir tesir icrâ etmiştir. Evet ulaşılan bütün bu yerlerde yıkılacaklar yıkılmış ve köhneleşen düşüncelerin yerine daha canlı, daha taze düşünceler, disiplinler ikâme edilmişse, bunu tahrip değil, tamir saymak icap eder.
Öteden beri zâhirperest ve bir kısım sathî düşünceler, bazı olumsuz gibi görülen hâdiseleri hep karanlık görmüş, karanlık yorumlamış ve simsiyah mülâhazalarla seslendirmişlerdir. Oysaki, onların o kapkara gördükleri olaylar şimdilerde, bağırlarında cennetâsâ baharları geliştiriyor.. her yanı kaplayan kar gibi, buz gibi vak'alar, bir umumî doğuş ve dirilişin bestelerini mırıldanıyor.. her zaman yeryüzünde müşahede ettiğimiz o yaygın hırçınlıklar ve tabakât-ı beşer çapındaki krizler, bunalımlar, ruhların derinliklerinde ve muhakemelerin katmanlarında âlemşümul sulh ve emniyet düşüncesini ortaya çıkarıyor ve her şey âdeta hülyalarımızdaki dünyaların gerçekleşmesini hızlandırıyor.
Aslında hiç bir değişim ve dönüşüm -temel dinî, millî dinamikler ve ana esaslar korunduktan sonra- medeniyetlere ve millî olanlara düşman değildir. Aksine istidrâdî mülâhazamız mahfuz- her büyük çalkantı ve inkılâp, büyüklüğü ve şümulü ölçüsünde, yeni düşünce sistemlerine ve yeni medeniyetlere kapı aralayan birer hayatî hamledir. Zaten bu karşılıklı beslenme ve desteklenme özelliğinden değil midir ki, her iki oluşum da birbirini yok etmeden günümüze kadar devam edegelmiştir. Bundan sonra da, daha yıllarca ve yıllarca devam edeceğe benzer. Bazı hâdiselerin çirkin olan dış yüzleri itibarıyla tarihi yorumlayan ve sorgulayanlar, hayallerini kirlettikleri o levsiyât içinden sıyrılıp çıkamadıkları sürece, karamsarlıktan kurtulamayacak ve tarihî hâdiseleri yorumlama adına ortaya attıkları vehimleri ile de pek çok kimsenin kafasını bulandıracaklardır. Onlar, bu yanılgıları içinde bocalayadursunlar, geceleri gündüzler takip edecek.. kar-buz, dolu-fırtına, sînelerinde baharları besleyecek.. ve "şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek ve gür sadâ "Hakk"ın sadâsı olacaktır."
Evet, bir kere daha hatırlatalım ki, bugüne kadar devam edegeldiği gibi, bundan sonra da, yeryüzünde kavgalar bütün bütün dinmeyecek; ama hiç olmazsa belli bölgeler itibarıyla azalacak.. hayallerimizdeki evrensel barış tam gerçekleşmeyecek; ancak şimdikine göre biraz daha yaygınlaşacak.. inkılâp ve ihtilal fırtınaları yer yer endişelerimizi sarsacak; fakat, ihtimal daha insanî bir mülâhaza ile cereyan edecek..
Hâsılı, bundan sonra da zaman kendi yorumlarını ortaya koyacak ve herkes de bundan nasibini almaya devam edecek.. daralan, büzüşen geleceğin dünyasında, toplumlar ve milletlerarası münasebetler zamanın referanslarına göre gerçekleşecek.. inkişaf eden ilim, mantık, muhakeme ve ilham en amansız değişim ve dönüşüm anaforlarını bile yumuşatarak, munisleştirerek insanî olan şeylerin sınırlarını koruyacak ve çağı bir vicdan çağı hâline getirecektir.
Sızıntı, Ekim 1996, Cilt 18, Sayı 213
.
Allah'ın sıfat, isim ve fiillerinin en esaslı bir nokta-i mihrâkiyesi, en parlak aynası, varlık ağacının en mükemmel meyvesi, bütün kâinatın özü, usâresi sayılan insan; muhteva derinliği ve iç zenginliği itibarıyla bütün mükevvenâta denk, damla görünümünde bir derya, zerre çerçevesinde bir güneş, nokta ölçüsünde koca bir kasîde ve tırnak kadar hâliyle bütün bir varlığın atlası, en beliğ hutbeler istiâbında inkişafa açık bir kelime-i câmia ve bir sırr-ı ilâhîdir.
İnsan, inkişaf etmesi/ettirilmesi ve yaratılış gayesine göre açılması ölçüsünde Yüceler Yücesi'nin en parlak aynası, en talâkatlı tercümanı ve bu sınırlı âlemde sınırsızlığın da bir menşurudur. Eşya ancak, onun idrak ve basiret nurları sayesinde temâşâ edilen bir meşher, okunan bir kitap hâline gelmiştir. Denebilir ki o, bu potansiyel zenginlik ve derinliğiyle bütün kâinatların ruhu ve topyekün eşya içinde Yaradan'ı en net ve iltibassız gösteren, O'nun en sadık bir şahidi ve hassas bir kıblenümâ gibi yanıltmayan bir hâliknümâsıdır.
Yörüngesini bulmuş veya rampasına oturmuş hakiki bir insan, Hakk'ın şahidi olduğu gibi yoldakilerin de rehberidir; onu bulan Hakk'ı da bulmuş ve bütün dağınıklıklardan kurtulmuş olur. Onu müşahede eden, dolayısıyla da olsa, değişik tecelli dalga boylarında her şeyi görüp duymuş demektir.. evet düşünceleri inançları gibi dupduru, tavırları-davranışları düşünceleri çizgisinde ve her işi rıza hedefli bir insan, görüldüğü hemen her zaman Hakk'ı hatırlatır, irâdî olmasa da uğradığı her yerde Hakk'ın şahidi olduğu hissini uyarır.
İlk defa donanım ve mevhibeleriyle, sonra da bu donanım ve mevhibeleri inkişaf ettirip aşkınlığa ulaşmasıyla melekler üstü ufuklarda pervaz eden İnsanlığın İftihar Tablosu, varlık ağacının hem çekirdeği hem de meyvesiydi. İnsanoğlu, mensup olduğu bu ağaç ve onun bu müstesna meyvesiyle ne kadar iftihar etse azdır. Aslında "insan-ı kâmil" denince ilk akla gelen de O'dur. Varlık âleminde, O'nun kadar insanî muhtevasıyla zirveleşen bir ikinci insan göstermek mümkün değildir. Ne var ki, bu yüce meyve de yine, insanlık ağacının meyvesidir. İnsanoğlu "eşref-i mahlûkât (yaratılanların en şereflisi)", Hazret-i Ruh-u Seyyidi'l-Enam ise bu en şerefli türün iftihar tablosudur.
Bu uçsuz-bucaksız kâinatlar, malzeme değeri-zaman değeri-ibdâ ve inşâ değeriyle, getirilip insana bağlanınca, O'nun kıymet-i hükmiyesinin bütün varlığı aşkın olduğu kendi kendine ortaya çıkacaktır. Hatta sadece dünya değil, ukbâ dahi O'nun inkişaf etmiş hakikati adına plânlanmış dense sezâdır. O bu âlemle münasebetlerini devam ettirdiği aynı zamanda öbür âlemi de duymuş, oradaki beklentileriyle buradaki acıları, kederleri yumuşatmış ve o müthiş imanının enginliği ölçüsünde daha Cennete girmeden, vicdanının derinliklerinde hep Cennetleri yaşamış ve bu duygularını yol arkadaşlarıyla da paylaşmıştır. Bir kere daha tekrar etmeliyim ki; O, bu enginliğine rağmen bir insandır ve insanlık tûbâsının da en nurlu meyvesidir.
Gerçi insan, maddesi ve cismaniyeti itibarıyla bu mazhariyetlerden uzak görünmektedir. Hatta kendi mahiyetinden habersiz yaşadığı dönemlerde, diğer canlıların altına bile düştüğü söylenebilir. Ne var ki aynı insan, akıl, iman, vicdan ve ruhuyla şu varlık meşherinin dikkatli bir seyircisi, eşya ve hâdiseler kitabının şuurlu bir mütâlâacısı, varlığın satır aralarındaki esrarının da müdakkik bir gözlemcisi ve yorumcusudur. Bu itibarla o, ne kadar önemsiz görünse de, en âlî şeylerden daha aziz, Hakk'a kulluğu içinde sultanlara taç giydiren bir sultan ve küçüklüğüne rağmen kâinatlardan daha muhtevalı, eskilerin ifadesiyle bir "nüsha-i kübrâ"dır.
Böyle en üstün donanımlarla dünyaya gönderilen ve mahiyetindeki istidatlara göre en hayatî hedeflere yönlendirilen bu değerler üstü değerleri hâiz insanoğlunu, ifratlara, tefritlere sapmadan muhteva ve konumuna uygun ele alıp tahlil etme değişik din ve sistemler içinde sadece İslâm'a nasip olmuştur.
İslâm'a göre insan, insan olması itibarıyla üstündür. "Doğrusu Biz insanoğlunu çok şerefli yarattık." O, Allah'a, peygambere intisabıyla bu ilk pâyeyi silinmeyecek şekilde perçinler. "İzzet; Allah'a, Rasûlüne ve (dolayısıyla da) mü'minlere aittir." Hele inancı istikametinde ortaya koyduğu cehd ve gayretlerle o, âdeta, yeryüzünde Hakk'ın gözdesi gibidir. "Bizim yolumuzda gayret gösterip mücahede edenlere, Biz de mutlaka muvaffakiyet yollarını gösteririz; şüphesiz Allah ihsan erleriyle beraberdir", "İman edip salih amel işleyenlere Hazreti Rahmân insanların gönlünde sevgi yaratır".. gibi fermanlarıyla Kur'ân-ı Kerim, hep insanın farklı buudlardaki bu üstünlüğünü seslendirir. Evet, imanı, mücahedesi, salih ameli, yaratılışıyla mazhar olduğu her şey, ondaki insanî değerler üzerine kurulmuş birer bünyan ve onun mahiyet atkıları üzerinde işlenmiş birer dantela gibidir. İnsan, daha sonra elde edeceği mazhariyetlere, şöyle veya böyle, irade, cehd, gayret unvanları altında birer bedel sunar; ama, insanlık dediğimiz ilk mevhibe hiçbir karşılık ödenmeden elde edilmiştir ve tamamen cebrî-lütfî ilâhî bir bağıştır.
Bütün insanî münasebetler bu çerçevedeki mânâ ve muhteva üzerine kurulur ve hep onların üzerinde cereyan eder. İnsan olduktan sonra, kadın olsun erkek olsun, genç olsun ihtiyar olsun, siyah olsun beyaz olsun, herkes muhteremdir, masûndur ve dokunulmazlığı söz konusudur; Irzına el uzatılamaz, malına tecavüz edilemez, yurdundan-yuvasından çıkarılamaz, hürriyeti elinden alınamaz, inançlarını yaşaması engellenemez; dahası kendisinin bile kendine karşı bu olumsuzlukları irtikap etmesine müsaade edilemez ve Allah tarafından kendisine bahşedilmiş bu insanî değerleri zedelemesine fırsat verilemez; verilemez zira o, bütün bu değerlere emaneten mâliktir. Gerçek mülk sahibi ise Allah'tır. İnsan sadece bu emanetleri O'na karşı korumakla mükelleftir. Öyle ki o, kendine tevdî edilen bu emanetleri hep gözleri gibi aziz bilecek.. kılına bile dokunmayacak ve dokundurmayacak.. gerekirse o uğurda savaşacak ve ölecektir. "Kim malı uğrunda ölürse o şehittir, kim canı uğrunda ölürse o şehittir, kim yakınları uğrunda ölürse o şehittir ve kim yurdu-yuvası uğrunda öldürülürse o da şehittir" buyuran Söz Sultanı, insana ait bu önemli hakların dokunulmazlığını vurgular ve yaratılışı itibarıyla insanoğlunun bu fâikiyet ve üstünlüğünü ortaya koyar. Şimdilerde insanlık böyle bir anlayışın neresinde? Zannediyorum böyle bir konu bu makalenin çerçevesini aşar.
İman ve sonrası mülâhazalarda da insan, yine en mümtaz bir mazhariyeti hâizdir. Evet, kâinat ve eşya karşısında insan, semalardan daha derin ve meleklerden daha âlîdir. Yerde ve gökte bulunan her şey, kimisi doğrudan doğruya kimisi de dolaylı yollarla ona musahhar kılınmış ve bu konuda ona tasarruf imkanı verilmiştir. Bu musahhariyet ve tasarruf imkanı, insanı bu dünyaya bir misafir olarak gönderen Yaratıcı'nın, onun aczine ve ihtiyacına merhameten tamamen ona bir ihsanıdır. Böyle bir ihsan da ancak, iman şuuruyla sezilip mü'min vicdanıyla değerlendirilebilir. İmanının enginliği ölçüsünde eşyanın perde arkasına uyanmış bir mü'min, bu koskoca kâinatları kendi sarayı gibi görebilir ve canlı-cansız içindeki eşyayı da emrine verilmiş birer vazifeli kabul edebilir.
Bunun bir adım ötesinde, vicdan mekanizmasını harekete geçirip iradesinin hakkını vererek, kalb ve ruhun hayat derecelerinde seyahatler tertipleyip, mânevî zevkler yudumlayan kâmil insanların durumları söz konusudur ki, işin gidip böyle bir mazhariyete dayanmasındaki mânâyı kestirmede zorlandığımı ifade etmeliyim. Potansiyel değerlerini inkişaf ettirip bu zirvelere ulaşan insan için denecek bir şey varsa, o da ifadenin Âkifçesiyle şöyle olmalıdır: "Onun mâhiyeti hatta meleklerden de ulvîdir/Avâlim onda pinhandır, cihanlar onda matvîdir."
Şimdi acaba, bunca mevhibe ve mazhariyetlerle şereflendirilen insandan beklenen nedir? Bence asıl önemli olan da işte budur. Böyle bir konu üzerinde durulur ya da durulmaz, o ayrı mevzu; ama keşke, insan olmaya terettüp eden böyle önemli bir sorumluluğun şuurunda olabilseydik..!
Sızıntı, Mart 1999, Cilt 21, Sayı 242
.
Birkaç asırdan beri tamamen üslûbunu yitirmiş şu dünyada herkes bir şeyin peşinde; biz de kendi ruhumuzu arıyoruz. Bu aramayı devam ettirebilirsek, kendimiz olarak dirileceğimiz günlerin çok yakın olduğunu söyleyebiliriz.. evet, insanımızın kendine, kendi değerlerine yöneleceği günler yakındır. Bir talihsiz dönemde, sımsıcak dünyasını terkederek çok garip arayışlara giren son birkaç nesil, kâh gidip maddeye ve makinaya sığındı.. kâh değişik fantezilere tav oldu.. kâh kendini en çılgınca hezeyanlara saldı ve ömrünü cinnetler içinde geçirdi.. kâh vahşileşti: Kan döktü, kan içti, kan düşündü, kan konuştu ve kanlı deliler gibi yaşadı. Onun bu dağınıklığı, bu gaddar ve amansız ortamın edip eylediklerinin dayanılmaz hâle geldiği günümüze kadar da devam etti.
Ancak şimdilerde o, az dahi olsa, boşlukta bulunduğunun farkına vararak alternatif düşüncelere kapı aralamaya, imandan söz edip, geçmişe değerler atfetmeye başladı.. evet düne kadar Allah'ı, Peygamber'i ağzına almazken, hatta milleti tahkir edip tarihî değerlerimize söverken, bugün o, pek çok düşüncesini ruh ve mânâ ile bezemekte, ifadelerini metafizik ibrişimleriyle örgülemekte... Milletçe bizim renk, bizim desen ve bizim âhengimizi vadeden bu kutlu günler kesintiye uğramadan bir çeyrek asır daha devam edebilse, devletler muvazenesinde milletimizin ikbal yıldızının parlayacağı muhakkaktır.
Bugüne kadar ruhî güçlerini yitirenler yitirdiler ve bir hiç uğruna, tıpkı münbit olmayan topraklarda çürüyüp giden tohumlar gibi, heder olup gittiler. Evet bugüne kadar olan oldu.. ve tarihi yanlış yorumlamanın cezası olarak da pek çok kurban verildi, ırz çiğnendi, namus hırpalandı, millî ismet ve iffetimiz defaatle sarsıldı. Bundan sonra olsun, niyetlerimizi bir kere daha gözden geçirmeli, dileklerimizi iyi tutmalı; geleceğimizin, kanla, gözyaşıyla sulanmaması için duygu, düşünce ve hizmet mantığında boşluklar bırakmamalı ve hep tetikte olmalıyız. Belli bir ölçüde kasırgaların dinmeye başladığı ve ufkumuzda peşi peşine emareleri emarelerin takip ettiği şu dönemde, elimizdeki imkânları evirip-çevirip değerlendirmeli, zamanın ölü noktalarına bile hayat üflemeli ve ona kendi hesabımıza mutlaka bir şeyler konuşturmalıyız. Esrarı, büyüsü, muhtevası ve sonsuzluğu hakkında yeni yeni bir şeyler hissetmeye başladığımız şu varlık kitabı ve kâinat meşheri, kendi sesini, soluğunu, hikmetini bütün bütün gönüllerimize duyuracağı ve ilimlerin diliyle milletçe ruhlarımıza hayatımızın gayesini fısıldayacağı güne kadar aktif sabır içinde, temkinli ve askerî ifadesiyle, "teyakkuz"da olmalıyız; olmalıyız ki, milletimizin ikbalini istemeyen haricî düşmanlarımıza takılarak yakını uzak etmeyelim ve kazanma kuşağında kayıplara sebebiyet vermeyelim.
Evet, milletimize vadedilen ilâhî günlerin, bin bir şafak emaresiyle renk renk tüllendiği şu durgun görünümlü aktif zaman aralığında, geleceği omuzunda, kendi renk ve kendi deseninden livâlarla temsil edecek aydınlık nesillerin ruh ve mânâ hamurunu, kendi teknemizde, kendi üslûbumuzla yoğurmalıyız ki; milletimiz, geçmişten gelen düşünce zenginliği ve tarih şuuruyla dipdiri olarak yeni oluşumlara taşınabilsin. Biz, milletçe bu çok önemli işi gerçekleştirmeye çalışırken, bilerek veya bilmeyerek, bu hayatî gayretlere karşı çıkmak isteyenler olabileceği gibi, onu küçümseyenler, hafife alanlar, hatta yanlış bulanlar da çıkabilecektir. Bütün bunlara karşılık, biz de, bir taraftan iradelerimizi, -ondaki şer eğilimlerinin kökünü kurutarak ve hayır meyillerini coşturarak- güçlendirmeye gayret edecek; diğer taraftan da, her teşebbüsümüzü ihlas eksenli götürmeye çalıştığımız aynı anda, plân ve projelerimizde de aklî ve mantıkî boşluklara meydan vermeme titizliğini göstereceğiz. Biz inanıyoruz ki, hedefimiz Hak hoşnutluğu, yol azığımız da iman ve ihlas olunca, Allah bizi, yol boyu inayet avanslarıyla şahlandıracak ve biz nerede olursak olalım, hep O'nun ekstra tecellileriyle besleneceğiz.
Evet, gözlerimizi kapayıp Hakk'a kulluk neşvesi içinde, dünyanın dört bir yanına saçacağımız tohumlar, O'nun inayetiyle bir gün mutlaka hayata yürüyecek; hatta çürüyüp gittiğini zannettiklerimiz bile, mevsimi gelince yediveren, yetmişveren başaklar gibi salınıp kendi talihlerinin bestelerini mırıldanacaklardır.
Yürüyeceğiz istikbale -Allah'ın inayetiyle- iman, ilim atbaşı; düşünce, ibadet iç içe; sebeplere riayet ve tevekkül sarmaş-dolaş; ümitlerimiz hareket kaynağı, sabır arkamızda koşturan bir yol arkadaşı; nikmetler aynı nimet, nimetler de beklentisiz gelen avanslar gibi her şeyin gerçek kaynağına itimat referansı..
Biz yürüyeceğiz; O da, gözlerimizde öteler dalga boylu ziya tecellileri, kulaklarımızda sözlerin en doğrusunu bulandırmadan alma yeteneği ve sînelerimizde hikmet televvünlü ilhamlarıyla bizi hep koruyup kollayacak ve yol yalnızlığına bırakmayacaktır. Elverir ki, O'nunla aramızdaki Hâlık-mahlûk münasebetini bozmayalım ve O'nun iltifatlarını, ülfet ve sürekliliğin renkleri uçuran, tazelikleri solduran hazan esintili atmosferine terk etmeyelim.
Hep yürüyeceğiz, günümüzde bütün bütün durgunlaşmış ve hantal yığınlar hâline gelmiş şimdilerin insanından, dünyaya yepyeni şeyler vadeden aydınlık nesilleri bulup çıkarmaya doğru.. şunu-bunu karalamadan, kimseye çamur atmadan; daha çok düşüncelerimizi aksiyona göre plânlayarak, aksiyonlarımızı da cankurtaran ekiplerin üslûbuyla sürdürerek.. kansız-irinsiz, kinsiz-nefretsiz yolcuların da bulunduğunu göstermek için, yollara da, yollardaki tersliklere de takılmadan hep yürüyeceğiz. Bin bir türlüsüne şahit olduğumuz cinayetlere, şekâvetlere af ilan edeceğiz iddiasında değiliz; olamayız da. Umumun hukukunun söz konusu olduğu yerde gönüllerdeki af duygusu adalete inkılâp eder ve yaşama üslûbu, insanlık dışı davranışlara kapalı hâle getirilir. Evet, iyilikler ve iyiliklere taşıyan köprülerin, o köprüleri geçebilme duygusuyla dopdolu insanların mükafatlandırıldığı şehrahlar hâline getirilmesi insana saygının ifadesi olduğu gibi, kötülere ve kötülüklere yol verilmemesi de, insana karşı ayrı bir ihtiramın ifadesidir. Evet, insanlar, her zaman iyiliğe imrendirilmeli, kötülüğe, kötü yollara karşı da uyarılmalıdır ki; hiç kimse: "Suç bizde değil, biz bu yollara itildik..." demesin.
Aslında böyle düşünenler, mevcut sefalet ve perişaniyetlerinin sorumluluklarından sıyrılmak için böyle tutarsız mazeretlere sığınmaktadırlar.. daha doğrusu bunlar, insan olma farklılığını kavrayamamış mütefessih ve derbeder ruhlardır. Evet, gerçek insanî ruh taşıyanlar, içinde neş'et edip geliştikleri topluma ait bir kısım sorumluluklar yüklenme mecburiyetindedirler. Böyle bir sorumluluk şuuru insanî ruhun, insanî idrakin ve insanî düşüncenin gereği; insanı bu hayatî dinamiklerle donatan Zât'ın da emri ve isteğidir. Vicdan bütün bütün tefessüh etmemiş, şuur dumura uğramamış, idrak de körelmemişse, insanın böyle bir sorumluluğa karşı lâkayt kalması düşünülemez.
Bizler, hakikî insan olma mülâhazası açısından, kendimizi hâlihazırdaki bütün tersliklerin sorumlusu biliyor ve yarınki dünyaların huzur, emniyet ve istikrarı adına, son bir kere daha "insan" ve "kültür" diyoruz.. diyor ve ruhumuzdaki gerçek hürriyetin ilk merhalesi ve son noktaya ulaşmanın da biricik meş'alesi "iman"ın önceliğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz.
Evet, azgınlaştırılmış nesillerin, yeniden insanlığa kazandırılmasında ilk merhale ve en birinci iş, onların imanlarının, imanlarının sürekliliğinin o imanın vadettiği şeylerle beraber insanın tabiatının bir derinliği hâline getirilmesidir. Nesillere iman kültürü aşılanarak onlara, varlığın perde önü, perde arkasını izah etmek, ruhlarına duyurmak ve onların, imanın sımsıcak atmosferinde her şeyi şefkatle kucaklamalarını sağlamak, yakın tarihimiz itibarıyla bir türlü zabt u rabt altına alamadığımız, çözülüp gitmelerini önleyemediğimiz nesillere kurtarıcı bir iksir olacaktır. İmanla böyle bir temizliğe ermeyen ruh, vahşetten tamamen sıyrılamaz, tecavüzden kendini alamaz; insanları sevemez, onlarla uzlaşamaz ve hele asla semavîleşemez; semavîleşmesi bir yana, böyle birinin ihtiraslara bulaşması, ömrünü kinler, nefretler içinde geçirmesi; her zaman kirlenip kararması, körelip duygusuzlaşması, kabalaşıp hoyratlaşması kaçınılmazdır. Evet, iman, insanın varlığı daha bir farklı duymasını, dinlemesini, yorumlamasını sağlar; ona sonsuzun marifet ve sevgisini aşılar; onu varlıkla birleştirir, kin, nefret ve zaaflarını tadil ederek, dağınıklıktan hasıl olan bin bir ızdıraptan kurtarır.
Günümüzde imanla böyle bir enginliğe ermiş, şimdilik cılız, fakat ümit ve istikbal vadeden her seviyedeki nesillere, mutlaka hizmet zevki aşılanmalı; onlarda, karşılıksız, menfaatsiz, beklentisiz ve içinde şöhret, makam, mansıp vaadi bulunmayan vazife ve sorumluluk duygusu geliştirilmelidir ki; ne devletten, ne halktan, ne de bir kısım güç odaklarından destek alma, ikbal bekleme mülâhazasına girmesinler.. girmesinler ve her yerde millî düşünce meş'alemizi tutuşturacak ilim ve irfanla ma'mur kompleksler belli arzulara, belli ihtiraslara takılıp kalmasın; hep rıza eksenli, istihdam mülâhazalı, ruh iffeti ve diğergâmlık duygusuyla devam etsin.
Bu konuda, hakikat aşkının ayrı bir önemi olduğu da mutlaka vurgulanmalıdır. Okuma, düşünme, çalışma, araştırma; hakikata hakikat olduğu için bağlanma sevdasıyla birleşince, zannediyorum cihanları fethedecek bir güç hâline gelir. Hakikat aşkı, asırlardan beri, belli konularda da olsa, bazı milletleri göklere yükselttiği hâlde, biz bu durumu, duygularına, düşüncelerine zincir vurulmuş ruh mefluçları gibi, bazen imrenerek ve özenerek, bazen de iç çekerek hep uzaktan temâşâ etmişizdir. Şimdilerde, bu önemli hususun belli bir kesim tarafından heceleniyor olmasını takdirle karşılasak bile, ciddi bir ilim zihniyetiyle ele alındığını söylememiz oldukça zordur. Biz, ruhlarda maddî-manevî semavîleşme düşüncesi meydana getirecek olan, ahlâkî ve kültürel buutlarıyla hakikata iman blokajı üzerinde oturmuş ilim zihniyetine muhtacız. Düşüncenin sürekli inkişafı, bilginin pratiğe dönüşmesi, dönüşüp gelişme vadetmesi şimdiye kadar ancak böyle bir ilim zihniyetinin iticiliğiyle gerçekleşmiştir ve gerçekleşecektir. İlim zihniyeti bir esastır, ilim ve teknoloji ise, onun sadece iki küçük ürünüdür. Bir dönem itibarıyla bizde, şimdilerde de bir bölümü itibarıyla Batı'da var olan bu ölçüdeki ilim zihniyetine, bugüne kadar sahip çıkmış ne seviye insanlarına, ne azim kahramanlarına, ne yüksek performanslara ve harcanmış ömürlere şahit oluruz!
Geleceği yeniden inşa edecekler de yine bu kahramanlar arasından çıkacaktır. Onlara, hakikat aşkını, ilim sevgisini, araştırma ruhunu ve yenilenme esprisini iyi öğretebildiğimiz ve onları, ruh ve mânâ köklerine ait olanla-olmayanı birbirinden tefrik edebilecek seviyeye yükselttiğimiz ölçüde, bu daracık, kirlenmiş, tersliklere yenik düşmüş aynı dünya içinde daha geniş, daha temiz ve uhrevî güzellikleri çağrıştıracak daha âhenkli bir dünya inşa edeceklerdir.
Bu dinamiklerle irtibatlandırılarak hakikat aşkına ulaştırılan nesillerin kendi milletlerinin kahramanları olmalarına mukâbil, ruhzede, mânâzede derbeder yığınlar, milletimiz için her zaman bir âr ve ayıp vesilesi sayılacak ve toplumumuzun talihini karartacaklardır.
Geleceğe damgalarını vurma konumunda bulunan aydınlarımızın, ellerindeki imkânları değerlendirerek, müstakbel nesilleri, kalblerin sultanlığına hazırlayıp, kaybetme çukurlarını kazanma zirveleri hâline getirecekleri ümidini besliyoruz.
Sızıntı, Eylül 1996, Cilt 18, Sayı 212
.
İç içe aydınlık günlere doğru, ümitlerle dopdolu yol alırken, birdenbire sağda solda yeniden karanlık çağrıları duyulmaya başladı.. ve "Acaba yine o eski kavgalı günlere mi dönüyoruz?" diye ürperdik hepimiz. "İnsana saygı, herkese ve her şeye sevgi, bütün dünyaya karşı hoşgörü.." ne sihirli sözlerdi bunlar.! Onları ne kadar da sevmiş ve beğenmiştik; sevmiş, beğenmiş ve karşımıza çıkacak olumsuzlukları düşünmeden uslu uslu ve güvenle yürüyorduk geleceğe.. evet, işte böyle yürüyorduk ki, ansızın önümüze kinden, nefretten, öfkeden ifritler dikildi ve her yana saldıkları kapkaranlık düşünceleri ile bütün ufukları kararttı, köprüleri yıktı ve yolları da yürünmez hâle getirdiler; getirdiler ve yer yer ışık temsilcileri gibi görünüp karanlık oyunlar oynadılar; zaman zaman da, katrandan renklerini ortaya koyarak aydınlık düşüncelere karşı açıktan açığa savaş ilan ettiler; savaş ilan etti ve en müspet düşünce ve teşebbüsleri dahi karalamaktan geri kalmadılar. Aslında bunlar, karanlığın birer figüranı iken de karanlıktılar, ışık gibi göründüklerinde de; hemen her iki durumda da şeytanın define parsalar saçıyor ve fitne ateşlerine körükler çekiyorlardı.
Evet bizler, bazılarımız itibarıyla bir hayli zamandan beri, her şeyi bırakarak, aramızdaki kardeşlik ve dostluk duygusunu tahribe yöneldik.. gözümüz o kadar dönmüştü ki, kendi kendimize kıydığımızı hiç mi hiç fark edemiyor; dahası bütün duygu, düşünce ve davranışlarımızı götürüp düşmanlığa bağlıyorduk. Artık, hep onunla oturup kalkıyor ve sürekli düşmanlık solukluyorduk.. oysaki, kardeşliğe, dostluğa ne kadar ihtiyacımız vardı..! Vardı ama, bir türlü onu gerçekleştiremiyorduk. Keşke gerçekleştirebilseydik..! Ama ne gezer... Eğer bugüne kadar millet fertleri arasında böyle bir kardeşlik ve dostluk tesis edebilmiş olsaydık, bugün karşımızda bulunan o dağlar cesametindeki problemleri bir hamlede aşacak ve sesimizi tâ yıldızlara duyuracaktık. Ama yapamadık veya yaptırmadılar; yaptırmadı ve bizi birbirimizin kurdu hâline getirerek sürekli vuruşturdular ve hemen herkese, her fikre karşı çıkan birer çağzede durumuna düşürdüler. Bugün, bazılarımız itibarıyla herkese ve her düşünceye karşı tavır alıyor, bizim gibi düşünmeyen hemen herkesi karalıyor ve bu gidişle bir gün yapayalnız kalacağımızı ve kendi boşluklarımızın tutsakları hâline geleceğimizi hiç mi hiç düşünmüyoruz, düşünmüyor ve geleceğin muhtemel cennetlerini cehennemlere çeviriyoruz. Halbuki azimlerimize, ümitlerimize esas teşkil edecek ne kadar da çok sebep ve sâik var..! Demek ki bazılarımız, akılları, muhakemeleri hislerine yenik düştüğünden, duygu dünyalarında hep çelişki yaşıyor ve temel düşüncelerinde sürekli krizlere takılıyorlar. Doğrusu, düşünce ve davranışları itibarıyla birbirini yıkmaya plânlanmış böyleleri, aynı toprağın çocukları olsalar da, kat'iyen sıhhatli bir millet hâline gelemezler; gelemez ve "teâruzların, tesâkutların (iç çelişkiler ve dökülüp dağılmalar)" ağında esir olarak yaşar ve esir olarak ölür giderler.
Bilmem ki, millet olarak kendi kendimizi sorgulama zamanı gelmedi mi.? Yoksa, bu hissizlik böyle sürüp gittiği takdirde -hafizanallah- çok yakın bir gelecekte kendi enkazımız altında kalıp ezilmemizden korkulur. Aslında böyle bir ihtimalden korkmalı, titremeli ve birbirimize sımsıkı sarılmalıyız. Millet olarak bizim en önemli, en kayda değer yanımız, fert fert birbirimize karşı fevkalâde saygılı olmamız ve en esaslı bir güç kaynağımız da kalb, his, şuur ve irade plânında tesânüdümüzdür. Temelde bu hususların her ikisi de gelip, birbirimizi kendi konumlarımızda kabule dayanmaktadır. Nedendir acaba, bütün dünyaya dostluk mesajları sunup ve topyekün insanlıkla beraber yaşama projeleri ürettiğimiz bir dönemde, hemen her millete, hem de hiç tereddüt göstermeden vermeye hazırlandığımız o geniş dostluk mesajlarının öşrünü (onda bir) olsun kendi milletimizden esirgiyoruz?
Evet, herkese dostluğa "eyvallah!" ama, ondan evvel, birbirimize karşı beslediğimiz kin, nefret, düşmanlık ve yobazlık duygularını yok etmemiz gerekmez mi..? Kin, nefret, düşmanlık ve yobazlık kimde bulunursa bulunsun -ki bu, bir dindar olabileceği gibi, bir ilim adamı da olabilir; bir idareci olabildiği gibi, bir düşünür ya da bir lider de olabilir- çok ciddî bir kusur ve ayıptır. Ve böyleleri, Hak nazarında da, halk nazarında da kayıplar yaşıyor demektir; hem de kazanma kuşağında kayıplar.
İnsana saygı, insan olmanın gereğidir; onu sevmek de, Hak hatırının ve millet hatırının. Sözleriyle, tavırlarıyla insanlara karşı saygısız davrananlar, kendi karakter ve seviyelerini ortaya koymuş olurlar; insanlardan nefret eden ve onlara karşı düşmanlık besleyenler de vicdanî kimliklerini. Yüksek karakterler, toprak gibi yüzleri yerde ve hep alçakgönüllüdürler. Her yerde meltemler gibi eser ve herkesi serinletirler. Onların nazarında sevgi ve saygıdan daha değerli bir şey yoktur.. onlar sevmeyi-sevilmeyi, sevilip gönüllerde bir yer tutmayı cihan hükümdarlıklarına tercih ederler! İşte böyleleridir ki, onlar, hayatlarını hep başkalarının mutluluğuna bağlar, yaşatmak için yaşar ve hep ülü'l-azmâne bir tavır içinde bulunurlar.
Aslında herkes için iyi düşünüp iyi dileklerde bulunanların, her zaman bu düşünce ve dileklerinin kat kat karşılığını elde edecekleri de âdetullahtandır. Evet onlar, öyle bir karşılık peşinde olmasalar da, bir verir on alırlar ve insan olmanın bütün avantajlarından yararlanırlar. Kendini kine, nefrete, düşmanlığa salanlar ise, her zaman kendi insanî değerlerini dinamitlemiş ve gönüllerdeki yerlerini de yıkmış olurlar. Ömrünü kötü duygu ve tutkuların kıskacında sürdürmek hem bir azap, hem de bir seviyesizliktir. Herkesin iyi yanlarını görüp, herkesi kucaklamak ise, hem bir seviye, hem de bir kahramanlıktır: Kin, nefret, öfke ve hırs duygularını kontrol altına alma kahramanlığı. İşte bu kahramanlardır ki, nefislerine köle olma ve şeytana ırgatlık yapma zilletinden kurtulur ve bir anda Allah'ın onurlu birer kulu ve kendi iç dünyalarının da efendileri hâline gelirler.
Toplum olarak bir hayli zamandan beri arzularımızın esiri ve nefislerimizin de köleleri olduk.. ve pek çoğumuz itibarıyla, bugün hep şeytanın dürtüleri ile oturup kalkıyor, herkese karşı rahatsızlık duyuyor ve herkesten rahatsız oluyoruz. Bu şekilde davranmakla da -farkına varalım varmayalım- hızla insanî değerlerden uzaklaşıyor ve iç dünyamızda sürekli krizler yaşıyoruz. Evet, pek çoğumuz itibarıyla, birer sevgi otağı olan gönüllerimize, kötülük duyguları gelip taht kurdu. Ruhlarımızı nefret ve düşmanlık hisleri sardı. Artık birbirimizi sevemiyor, kucaklayamıyor ve hoş göremiyoruz. Otağını hep harâbelere kuran baykuşlar gibi, yıkıp dökmekten ve harâbeler görmekten âdeta zevk alıyoruz. Herkese ve her şeye hücum ediyor, korkunç bir hırsla hep tahrip peşinde koşuyoruz. Allah'a, ülkemize, insanlara saygısızlık ediyor ve affedilmeyecek günahlara giriyoruz. Hatta bazen, bütün bu yaptıklarımızın, bir hizmetmiş gibi alkışlanmasını bile bekleyebiliyoruz. Şimdilerde güneş her gün bir zulüm, bir tecavüz, bir haksızlık ve bir hezeyan üzerine doğuyor. Geceler de hep karanlık geçiyor. Âdeta bir günah toplumu olmaya azmetmiş gibi bir hâlimiz var. İnsanî duygularımız, nefsânîliğin çok çok gerisinde; hissîliklerimiz, mantık ve muhakemelerimizin önünde; sevgi ve hoşgörü de, düşmanlıklarımızın kanlı hançerleri altında paramparça. Peşin hükümlerle mahkum ettiğimiz insanların hadd ü hesabı yok. Ne zaman ne yapacağımız, kime küfredip kimi hakarete boğacağımız belli değil. Müstatil bir cinnet içindeyiz ve toplumsal bir şizofreni yaşıyoruz. Zulme doymuyor, tecavüzden utanmıyor ve sürekli günah işliyoruz.
Hakk'a saygısızlık günahı; insanlara kin ve nefret duyma günahı; fikirlere hürmetsizlik etme günahı; toplumun içine ihtilâf ve iftirak tohumları saçma günahı; karanlık görme, karanlık düşünme günahı; kendimizi masum, başkalarını mücrim kabul etme günahı; herkesi Cehennemlik ya da yobaz sayma günahı; olumlu her hareketi baltalama günahı; kendi insanî değerlerimizi tahrip etme günahı.. ve daha nice günahlar... Bence, artık bütün bu günahlardan tevbe etme zamanı gelmiş olmalı..
Öyle ise gelin, şu ışıktan günlerin ufkumuzu sarmasını iyi bir vesile sayarak, bütün günahlarımızdan tevbe edelim ve bir arınma süreci başlatalım.. bundan sonra olsun, insanlara karşı saygılı davranıp, insanî değerleri korumaya çalışalım.. fikirlere hürmet edip, kim olursa olsun, herkesi kendi konumunda kabul edelim.. geçmişi, kötü yanları ile kendi tarihselliğine gömüp, dünkü kavgaları şimdilerde yeniden kavga vesilesi yapmayalım.. toplumu değişik kamplara, gruplara ayırmadan vazgeçip, her fırsatta birlik ve beraberliğimizi vurgulayalım... Hâlâ gönüllerimiz, az da olsa, insanî duygularla çarpıyor ve pazularımız da kuvvetli ise, gelin, o heyecan ve o güçle birbirimizi kucaklayalım. Kırıp parçalayıp, sağa sola saçtığımız kendi parçalarımızı bir araya getirerek, bunları bir daha kopup dağılmayacak şekilde birbirine bağlama yollarını araştıralım.. bizim için her zaman birer kaba yol kesici ve gulyabânî sayılan kinden, iğbirardan, gayzdan uzaklaşarak, bizi halka sevdirecek ve Hakk'a ulaştıracak kalbin dilini anlamaya çalışalım...
Eğer bu mübarek ülkenin cennetlere çevrilmesi isteniyorsa -ki, istendiğinde şüphe yok- böyle bir şeyi ancak, o cennetleri önce kendi gönüllerinde kuranlar başarabileceklerdir. Aksine, ruh ve gönül dünyaları nefsânîliğin pençesinde ve insanı basitleştiren, seviyesizleştiren duygulardan kurtulamamış olanlar, dünyayı cennetlere çevirmeleri bir yana -farz-ı muhal- yolları firdevslere uğrasa, ihtimal, oranın da çehresini karartır ve zindanlara çevirirler.
Gelin son bir kere daha, ufukların ilâhî teveccühlerle nurlandığı, ruhlarımızı ötelerden gelen ışıkların sardığı ve her yanda Cibril'in soluklarının duyulmaya başlandığı, derken ilaçla dertlinin buluştuğu, şerbetle hastanın uyuştuğu şu mübarek günlerde el ele tutuşalım, gönüllerimizle konuşalım ve avaz avaz sînelerimizin seslerini ta yıldızlara duyurmaya çalışalım.
Sızıntı, Kasım 1999, Cilt 21, Sayı 250
..
Küfr; Allah'ın nimetlerini görmezlikten gelerek nankörlük etme anlamında bir kelime. Bir hareke farkıyla kefr, herhangi bir şeyin üzerini örtüp gizleme mânâsına gelir ki, tohumun toprağın bağrında, tomurcuğun da yapraklar arasında saklanması bir kefr olduğu gibi, onca delil, şahit, nimet, ihsan.. gibi inanma ve sevme sâiklerine rağmen insanın, bütün bunları görmezlikten gelerek Allah'ı inkârı ya da O'na karşı alâkasız kalması da hem bir küfür ve küfran hem de tam nankörlüktür.
Din açısından küfür, başta Allah inancı olmak üzere iman esaslarının bütününü veyahut bir kısmını inkâr etmeye denir ki, temelde, âfâkî-enfüsî şahitleri görmeme, her yandaki işaret ve işaretçilerden bir şey anlamama, hissetmeme gibi bir körlük, bir sağırlık, bir kalbsizlik ya da değişik sebeplerle bir inat, bir tuğyan ve bir temerrüdün mevcudiyeti demektir. Sebep ne olursa olsun, gönlünde küfür tohumu bulunan biri bu hissini; düşünceleri, sözleri ya da tavırlarıyla açığa vurunca kendini belli etmiş olur. Burada, küfrün temel esprisine ters bir açığa vurma söz konusu olsa da, 'nefsü'l-emir'deki hakikatin örtbas edilip, hilâf-ı vakiin ilan edilmesi açısından yine de bir gizleme, bir saklama ve bir setretme var sayılır ki, isterseniz siz buna hakikati gizleyip O'nun hilâfını ilan etme de diyebilirsiniz..
İman; inanılması gerekli olan şeylere tam bir bölünmezlik içinde inanıp iz'anda bulunmanın unvanıdır. Küfür ise, bunlardan herhangi birini kabul etmemenin adıdır. İman, bütün inanç esaslarının eksiksiz kabul edilmesinden ibaret bir fenomen olmasına karşılık küfür, bunlardan tek birinin olsun inkâr edilmesiyle gerçekleşebilen bir hâdisedir. Bu itibarladır ki, imanla küfür sadece birbirine zıt değil, aynı zamanda birbirinin tersidirler. Dolayısıyla da bunlar için hiçbir zaman bir ortak nokta ve orta çizgi söz konusu olamaz.. evet 'el-menziletü beyne'l-menzileteyn' Kur'ân mantığına ters mesnetsiz bir iddiadır. Bir insan ya kâfirdir ya da mü'min. Günah, insanı imandan çıkarmadığı gibi, bazı cürüm ve cinayetler de, Hak'tan uzaklaşmaya birer vesile teşkil etseler de, kat'iyen küfür sayılmazlar.
İman, insanı değerler üstü değerlere yükselten fevkalâde önemli ve hayatî bir intisabın unvanı; küfür ise, onun zıddı ve tersi olarak içine düşen talihsizi değersizliğe mahkûm eden ve onun ufkunu karartan korkunç bir olumsuzluğun adıdır. İman, en baş döndürücü irtifaların bile ona nispeten kuyuya dönüştüğü semavî bir yükseklik ve zirve; küfür ise, en derin kuyuların bile onun yanında kubbeleştiği ürperten bir çukur ve göçüktür. Yakasını ona kaptıran bir talihsiz, ömür boyu hep bir uçurumun kenarında bulunuyor gibi sürekli ürperir, titrer; vicdanındaki boşluğu bir gayya, bir Cehennem gibi duyar ve ölümü de her zaman ebedî bir yıkılıp gitme şeklinde hisseder. Tabiî ötede de, burada duyup hissettiklerinin tecessümüyle karşılaşır ve bir lanetlik gibi gezdiği hemen her yerde lanet sağanaklarına maruz kalır. 'İnkâr edenler ve hayatlarını inkârla noktalayanlar var ya, işte ötede, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetleri üzerlerine olanlar onlardır.' (Bakara, 2/161) gerçeğini gözleriyle görür ve çırpınır durur bir boşluk içinde; ne tutunacak bir dal bulabilir, ne de şefkatle kendine uzanan bir el. Vurunur, döğünür bir çaresizlikle.. ve çığlık çığlıktır sürekli ama; artık hiçbir şeyin fayda vermeyeceği de açıktır.. evet 'İnkâr edip küfre düşenlerin ne mallarının ne de evlatlarının o gün, Allah'ın vereceği cezayı savma adına hiçbir yararı olamaz/olmayacaktır.' (Âl-i İmran, 3/10)
Aslında, küfürle karartılmış bir ömrün ya da çiçeği, meyvesi dökülmüş bir hayatın, bu dünyada cezası vicdan azabı, sürekli boşluk ve tasa; ötede de bütün bu menfî mülâhazaların tecessümünden ibaret olan pek çok hasret ve hicran buutlarıyla cehennem ateşidir. Evet, küfürle geçen bir hayatın içinde, muvakkat bir zevk ve lezzete bedel her zaman dünyalar kadar elem, keder, hasret ve hicran mevcuttur. Bir yerde, Bediüzzaman Hazretleri'nin de belirttiği gibi, bütün varlığa halife olabilme payesiyle şereflendirilmiş bulunan insan, hayattan lezzet alma noktasında, arıdan, sinekten daha aşağı ve örümcekten daha iktidarsızdır. Onun bütün kıymet ve değeri Allah'a imanında ve O'na intisabındadır. Ama ne acıdır ki, küfürle bütün bu güç, kuvvet, zenginlik ve ötede namzet olacağımız her şeyi kaybeden bir talihsizin nazarında, geçmiş ve gelecekle beraber işte bu iman bir masal sayılmakta ve ebedî mutluluk da bir aldatmaca kabul edilmektedir. Aslında böyle inanıp böyle düşündüğü için çok defa onun hep yokluk hafakanlarıyla kıvranıp durması ve 'Şu vahşetgâha geldim ama bin pişmanım.' deyip inlemesi kaçınılmazdır.
Ne var ki o, kimi zaman mâlâyâni şeylerle kendini avutmaya çalışır; kimi zaman 'çare' der lehviyata sığınır ve hayat-memat realitelerine karşı ömrünü hep körler-sağırlar gibi geçirir. Ama nafile.. her zaman çevresinde, kafile kafile arkasından göçüp gidenlere muttali oldukça, ufkuna sürekli matemler yağar.. canlı-cansız her şey ona yetimler gibi görünür.. her tarafta yokluğun hırıltılarıyla ürperir.. ve hele bir de ruhundaki öldüren bu boşluklara, kalben alâkadar olduğu kimselerin hasretleri, hicranları da inzimam edecek olursa işte o zaman bütün bütün kamburlaşır, iki büklüm olur ve kendini kahreden öyle bir yalnızlığa salar ki, bir daha da ya geriye döner ya da dönemez.
Evet, yol olarak inançsızlığı seçmiş bir talihsizin nazarında, yaşamak iç içe hasret, hicran ve gurbet; ölüm de ürperten bir yokluktur. Her zaman, beklenmedik bir sürü hâdisenin sürpriz tehditleriyle karşılaşma durumundaki böyle bir bahtsızın, her adımda ayrı bir irkilme duyacağı ve sürekli ürperip duracağı açıktır. Aslında bütün bunlar, bir inançsızın küfürle kirlenmiş dünya hayatından sadece birkaç satır.! Onun adına öbür âlemi düşününce dillerimiz tutulur, başlarımız döner ve kendimizi bir dehşet murakabesi içinde buluruz: Evet böyle biri için öbür âlem, buram buram hicap ve pişmanlık terlerinin döküldüğü meçhul bir alan, haşyetle herkesin ürperdiği müthiş bir Arasat, solukları kesen bir sorgulama arenası, geçilmesi çetinlerden çetin bir köprü ve aşılması zorlardan zor öyle bir akabedir ki, bunlardan her birisi tek başına insanı çıldırtacak birer hâdise sayılabilir.
Evet, eğer bir insan kalbini küfürle kirletmiş, düşüncelerini hevesata bağlamış, insanî melekelerini de nefsinin yedeğine vermişse o, göklerin üveyki olmaya namzet iken, kolunu-kanadını kırmış, yerlerde sürüm sürüm bir sürüngen hâline gelmiş ciğeri kan içinde bir talihsizdir. Bütün hayatını cehenneme çevirmiş böyle birinin: 'Hürüm, serâzâdım, kendi hayatımı yaşıyorum..' gibi tesellileri ise realite plânında hiçbir şey ifade etmeyeceği açıktır. Farkında olsun olmasın o, şeytanın azat kabul etmez kölesi hâline gelmiş ve nârı nur zannetmekte, yakını uzak sanmakta, kısayı uzun görmekte ve gelip geçici şeylerin ötesinde de hiçbir şeyi sezememektedir.
Her şeyi maddeye bağlayan, maddeyi de yenilmez, değişmez bir güç kabul edip Yüce Yaratıcı ve O'nun sonsuz ilim, irade ve kudretini görmezlikten gelen böyle biri, hayatını da tabiatın dar kuralları içinde yorumladığından, kendi ilmi, iradesi ve inkişaf kabiliyetleri adına, genişi daraltmış, nihayeti olmayanı sınırlandırmış ve her şeyi bugün ve bugünün şartlarından ibaret olan dar bir alana sıkıştırmak suretiyle, geçmişsiz, geleceksiz bir hayatın boynu tasmalı, ayağı prangalı kölesi hâline gelmiştir. Böyle birinin, temkinsiz, dikkatsiz, dünsüz, bugünsüz muvakkat bir hayatın 'hay-huy'u içinde ömrünü -Nurlar'daki beyan çerçevesinde- israf edeceği ve meyhanelerle, kumarhanelerle, hapishanelerle hayat ufkunu karartacağı açıktır. Ne acıdır ki, netice itibarıyla cennetlere namzet bir mahiyette yaratılan bu insan, onca istidât, kabiliyet ve donanımına rağmen cehenneme ehil hâle gelmekte, göz göre göre Allah'a götüren şehrahtan çıkarak şeytanî mülâhazaların patikalarında sürüm sürüm olmakta, elindeki kevser dolu kadehleri müskirat kâseleriyle değiştirmekte, diriler arasında ölüler gibi yaşamakta ve ömrünü cismanî iştihaların gayyasında körler ve sağırlar gibi geçirmektedir.
Tamamen bir şeytan yolu olan küfür çıkmazı, ırmak başında insanı susuzluktan öldüren, bahar mevsiminde ruhları hazan tasasına boğan, gündüzün rengini karartıp geceleri kabre çeviren öyle ifritten bir yoldur ki, o yolun âb-ı hayatı hicran ve gözyaşı, neticesi hasret ve nedamet humması, vadettiği de bir serap ve öldüren bir azaptır. 'Hayatlarını küfre bağlamış olanların hâli, ıssız çölde serabı su zanneden susamış birinin hâline benzer ki, gelip ona ulaştığını sandığında, orada su namına hiçbir şey bulamaz/bulamayacaktır...' (Nur, 24/39) Bulamama bir yana, sürekli olarak, hiç de arzu etmediği şeylerle karşılaşacak, hicranla kıvranıp duracak ve nedamet duygularıyla yutkunarak: 'Yâ Rab, (diyecek) ne olur beni dünyaya geriye gönder de, zayi ettiğim ömrümü telafi yolunda iyi işler işleyeyim...' Bu hicranlı talebe verilen cevap fevkalâde müskittir: 'Hayır, hayır! Bu onun söyleyip durduğu bir kısım lakırdıdan başka bir şey değildir.' (Mü'minûn, 23/99-100)
Bundan sonra artık o, zülâl yerine zakkum yudumlayacak.. 'Yandım!' dedikçe, hasret ve hicranları daha bir artacak.. serinleme beklediği her yerde ocaklar gibi yanacak ve işte her şeyini kaybettiği böyle bir noktada, nerede, nasıl yanlış yaptığını anlayacak ama, 've ennâ lehü'z-zikrâ' fehvasınca böyle bir anlama da pek bir işe yaramayacaktır.
Sızıntı, Haziran 2000, Cilt 22, Sayı 257
.
Sonsuzun, kelime ve harfler dünyasında parıldayan ışığıdır Kur'ân. İns u cinnin duygu, düşünce ve his atlasında melekutun sesi-soluğudur Kur'ân. Gün gelip de O, en müstesna bir sadef içinde inciye dönüşünce, işte o zaman, söz sarraflarının gözleri de, sararıp solmayan ve renk atmayan bir güzellikle buluştu. Kur'ân, ziya olup varlığın çehresine yağacağı güne kadar, her yanıyla ayrı bir renk, desen ve ahenk meşheri olan şu koca kâinat bir gulyabanîler ülkesi; her satırı, 'Mele-i A'lâ'nın farklı bir sırrına sadef sayılan bu varlık kitabı da bir kısım evrak-ı perişandan ibaretti. Kur'ân bir güneş gibi doğunca -hiç olmazsa olumsuz ön yargıları olmayanların nazarında- o güne kadar bütün ufukları karartan küme küme bulutlar dağılıp gitti ve varlığın o güzellerden güzel endamı ortaya çıktı; çıktı ve bütün eşya, okunup zevk alınan bir kitabın paragraf, cümle ve kelimelerine dönüştü.. O'nun sesinin duyulmasıyla gönül gözlerine nurlar indi.. ve ruhlarda köpüren duygular da, o duygulara tercüman olan diller de, ışık türküleri söylemeye başladı.
Evet, gözlerin, gönüllerin onunla aydınlandığı günden itibaren, kâinat ile alâkalı nice bin seneden beri çözüm bekleyen bilmeceler, iç içe problemler, birer birer çözülür hâle geldi ve insan-varlık-Yaratıcı münasebeti ayın on dördü gibi ortaya çıktı; derken, bütün muammalar mânâ urbaları giyerek hikmet yörüngelerine oturdular.
Sağlam bilgi ve sağlam düşüncenin başı Kur'ân; doğru ifadenin, mantikî beyanın esası da yine Kur'ân'dır. O'nun ilk muhatab-ı zîşânı, bütün peygamberlerin efendisi; o Furkan-ı Zîşan da bütün semavî, gayri semavî kitapların sultanıdır.. öncekiler, O'nun gelip geçeceği yollara işaretler koymak ya da bayraklar dikmek için gelmişlerdir; sonrakiler de -biraz da kendi ruhlarının desenine göre- O'na şerh, haşiye ve dipnot düşmek için... eskiler, misalî fotoğraflarında, yeniler de, O'nun vücudî resimlerinde, meydana getirdiği büyük tesir ve inkılâplarda O'nu görmüş, O'nu tanımış; O'na 'Söz Sultanı' diyerek saygıyla dillerini tutmuş ve karşısında el pençe divan durmuşlardır. Kur'ân, değişik dalga boyundaki ışık ve renklerini yeryüzüne salarken, kadirşinas ruhlar da gözlerini ondan hiç ayırmamış ve bütün gönülleri ile O'na yönelmişlerdir.. evet O, bir çağlayan gibi göklerden gönüllere boşalırken, hüşyar sîneler de, bağırlarını O'na açıp, damlasını bile zayi etmemeye çalışmışlardır.
O, bir hamlede en kuytu yerlere bile sesini duyurmuş ve şerare yapan bütün uğursuz hırıltıları bastırmış.. ön yargılı olmayan her düşüncede kevser çağıltıları duygusu uyarmış.. ve fethettiği sînelerde hicran ateşlerini söndürerek, bütün ruhlarda vuslat arzu ve ümidini coşturmuştur. Sopsoğuk tabiatlar onunla hararetlenmiş, ebet arzusuyla yanıp tutuşan gönüller de onunla serinlemişlerdir.
Her yeninin eskiyip partallaştığı, her tazenin sararıp renk attığı şu fani dünyada, her zaman rengârenk ve taptaze kalabilen bir şey varsa, o da Kur'ân'dır. Evet O, indiği günden beri, onca muhalif rüzgâra, beklenmedik soğuğa, buza ve vakitsiz yağan kara, yer yer sertleşen atmosfere, değişen şartlara rağmen hep orijinini koruyup semavî kalabilmiş tek kitaptır. Bundan dolayıdır ki Kur'ân, ne zaman kendi lisanıyla heyecan köpüren sînelerden yükseliverse, ruhlarımızda âdeta semadan henüz inmiş bir ilâhî sofra ve Cennet'ten gelmiş bir demet turfanda hurma hissini uyarır; ne zaman O, özündeki cevherleri etrafa saçsa, inanmış gönülleri bütün dünyevî servetlere karşı istiğna ufkuna yükseltir. Kur'ân, ilâhî sözlerden nazmedilmiş bir beyan gerdanlığı, ilim feyezanlı beşer idrakinin son durağı ve lâhûtî ibrişimlerden örülmüş bütün varlığın haritasını resmeden incelerden ince bir danteladır. O'nun sesinin duyulduğu bucaklarda söz şeklindeki bütün ifadeler birer hırıltıya dönüşür; onun bayrağının dalgalandığı burçlarda inananların ruhlarına ışık, şeytanların başlarına da taşlar yağar ve oralarda ruhanîler iç içe şehrayinler yaşarlar.
Kudreti Sonsuz, iki cihan mutluluğunu O'nun kılavuzluğuna bağlamıştır. O'nun rehberliğine başvurulmadan kat'iyen hedefe ulaşılamaz; O'nun vesayetine sığınmayan yolcular da dökülür, yollarda kalırlar. Arkasına aldıklarını, şaşırtmadan, yanıltmadan maksada ulaştıran en son, en kâmil söz O'dur.. her zaman, herkes tarafından gayet kolaylıkla tilâvet edildiği hâlde, söylenmesi imkânsız olan da yine O'dur. O'nu kendi derinlikleriyle sînelerinde duyanlar, duyulması gereken her şeyi duyup hissetmiş olurlar. O'nu tam tadıp zevk edenler de, birer "arş-ı Rahman" sayılırlar. Ve onların sesleri, her zaman meleklerin solukları ile iç içedir.
Kur'ân'ın yeryüzünü şereflendireceği güne kadar, gelmiş-geçmiş her nebî, kendi çağını aydınlatacak çerağı O'nun ışık kaynağından tutuşturmuş ve çevresindeki amansız çölleri O'ndan birkaç damla ile cennetlere çevirmiştir.
Hatta, O'nun gölgesinin gezindiğı en karanlık devirler bile, birer altın çağ hâline gelmiştir. Aslını duyup yaşayanların dönemleri ise Cennet sabahlarından farksızdır. O'nun eşiğine başkoymuş olanlar meleklere eş, O'nun aydınlık ikliminde canlı-cansız her varlık da kardeştir.
Kur'ân'ı tam duyabilmiş bir sînenin ilhamları karşısında koca deryalar damla gibi kalır ve O'nun nuruyla aydınlanmış bir dimağ yanında güneş bir mum ışığına dönüşür. O'nun gönüllerimizde duyulan nefesi canlarımıza can ve eşyanın yüzüne çaldığı ziya ile bütün varlık da iç içe Hakk'a bürhandır. O'nun soluklarının duyulduğu en kuytu yerler bile İsrafil'den sur sesi almış gibi birden bire dirilir; O'nu kendi şivesiyle duyan gönüller Cebrail'den nağmeler duymuş gibi gerilir; dirilir ve gerilir, zira 'Bu Kitap, iman edenler için, onların Rabbleri tarafından basiretleri açan bir hidayet ve bürhandır..' Evet O, insanî melekeleri ölmemiş kimseler için tam bir rahmet ve hikmet kaynağıdır.
Kur'ân, kat'iyen beşeriyetin çocukluk dönemlerinde mahallî risaletler çerçevesinde kalıp zaman ve mekân hudutlarını aşmayan, aşamayan diğer beyanlar gibi değildir; O, bütün zamanları, mekânları aşan ve itikaddan en küçük âdâbına kadar, bütün insanlığın ihtiyaçlarını cevaplayan engin ve zengin bir mucizedir ve O, bu derinliğiyle bugün dahi herkese ve her şeye meydan okuyabilecek güçtedir.
Kur'ân, indiği dönemdeki ilk muhatabları olan hedef kitlenin bütün muarazalarını onların yüzlerine çalmış ve onlardan, benzer muhtevada bir kitap, bir sure, hiç olmazsa bir ayet getirmelerini istemişti. Bu ilk muarızlar O'nun beyan gücüyle büyülenmiş, yer yer O'na sihir demişler; bedî' üslûbuna çarpılıp şiir demişler ve eşyanın perde arkasından verdiği haberler karşısında aptallaşıp, onu kehanete bağlamak istemişlerdi; ama, kat'iyen O'nun benzerini getirememişlerdi. Nazım, nesir sözün her türlüsünü konuşan, konuşmayı seven konuşma üstadı o günkü muarızlar, dillerini yutup, kuyruklarını kısıp inlerinin bir köşesinde sessizlik ve hacalet murakabesine daldıkları gibi, bu ifrit çağın inatçı münkirleri de, eskilerden tevarüs ettikleri muaraza rûhunun yanında, onca demagoji, diyalektik ve karşı çıkma taktiklerine rağmen, acz ve öfke içinde yutkunup durmaktan başka hiçbir şey yapamamışlardır. Zaman değişip durmuş, asırlar başkalaşmış, telâkkîler farklılaşmış, muaraza ve mücadele hissi daha bir hararetlenmiş ama, Kur'ân, bunca muaraza yolları ve muarızlar karşısında hâlâ dağlar gibi metin, deryalar gibi zengin ve gökler gibi de derin o vakur ve müessir hâliyle gönüllere ürpertiler salmakta ve başları döndürmektedir. O, ruhlarımıza taht kurduğu günden bu yana geçen bin dört yüz küsur sene içinde, değişik dönemler itibarıyla pek çok söz sultanları yetişmiş, beyan saltanatları kurulmuş; farklı sistemler, farklı ekoller, farklı fikir cereyanları sözlerin en sihirlileri, beyanların en büyüleyicileriyle kendilerini ifade etmek ve Kur'ân'ı yıkmak için bütün cephanelerini kullanmış, her tabyaya başvurmuş ve sürekli bu Kitap'la savaşmışlardır; ama, O'nun kâinat, eşya ve insanla alâkalı ortaya koyduğu esaslardaki tenasübü, izahlardaki derinlik ve inandırıcılığı, vâkî istifhamları cevaplamadaki ilmîliği karşısında hep yenik düşmüşlerdir.
Evet Kur'ân, kâinata, eşya ve insan hakikatına fevkalâde çarpıcı bir uslûpla farklı bir bakış ortaya koymuştur ki, bu bakışla O, topyekün varlığı ve varlık içinde insanı bir bütün olarak ele alır ve tek bir noktayı bile ihmal etmeden her şeyi yerli yerine oturtur. Parçaların bütünle münasabetlerini, bütünün kendi cüzleri karşısındaki yerini en ince özellikleriyle sergiler.. ve bu koskoca 'kitap' ve muhteşem meşherle alâkalı insanın içinden geçen en küçük sorulara dahi değişik cevaplar verir. O, varlığın perde önü ve perde arkası esrarını en ince teferruatına kadar tahlil ederken, zihinlerde herhangi bir şüpheye kat'iyen mahal bırakmaz; evet Kur'ân, o inceden inceye tafsillerinde, ne akıllarda, ne mantıklarda, ne kalblerde, ne de hislerde herhangi bir boşluğa meydan vermez; O, insanın akıl, şuur, his ve idrakini öyle bir kuşatır ve dediklerini öyle bir kabul ettirir ki, O'nun bu aşkın tesiri karşısında âdeta insan, sıfat dairesini aşmış da Hazreti Zât'a açılmış hak yolcuları gibi hayretten dehşete, dehşetten kalaka yürür, haşyetle iki büklüm olur ve kendi kendine, 'Rabbin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsaydı, hatta ona bir misli daha ilâve edilseydi, denizler bitip gidecekti ama, onun (teşriî ve tekvînî emirleriyle alâkalı) kelimeleri bitmeyecekti' diye mırıldanır. Kur'ân, işte bu tükenmez kelime hazinelerinin altın anahtarı; iman da, bu esrarlı anahtarın dişleri ya da şifreleridir. Ben, bu anahtar ve bu şifreleri elinde bulunduran birinin kâinat, eşya ve insanla alâkalı temel meselelerde başka bir şeye ihtiyaç duyacağına ihtimal vermiyorum.
Kimse, benim, bu perişan sözlerimle Kur'ana methiye düzdüğüm vehmine kapılmamalıdır. Evvelâ, ben kim oluyorum ki, O'nu methedeyim.
Onu vasfederse vasfeder Hazreti Vassaf;
Dün ve bugün melekûtta rûhanîler saf saf.
Bir ta'zim ederler ki O'nu, sanırsın tavaf.
Ondaki bu harikulâde mazhariyetleri mücerret söz cevherleri açısından göremeyenler çıkabilir; ancak vicdanlarını kullananların, hiç bir zaman yanılmadıkları da açıktır. Hele bir de şimdiye kadar O'nun cihan çapındaki o müthiş tesirine bakabilmişlerse..
Kur'ân, yeryüzünü şereflendirdiği o ilk dönemde, hem ruhlarda, hem akıllarda, hem de gönüllerde tasavvuru imkânsız öyle bir tesir icra etmiştir ki, O'nun o ışıktan atmosferinde, yeniden hayata uyanan nesillerin mükemmeliyeti, O'nun hakkında başka mucizeye ihtiyaç bırakmayacak ölçüde bir harikadır ve bu insanların, dinleri, diyanetleri, düşünce ufukları, ahlâkları, kulluk esrarına vukufları ve marifetleri açısından benzerlerini göstermek de mümkün değildir. Doğrusu Kur'ân, o çağda, Sahabe unvanıyla öyle bir nesil yetiştirmiştir ki, bu nesil meleklerle eş değerdedir dense mübalâğa edilmiş sayılmaz. Aslında O, bugün bile, yürekten kendine yönelenlerin gönüllerini aydınlatmakta ve O'na ruhunu açabilenlere varlığın en mahrem sırlarını fısıldamaktadır. Öyle ki, kalb, şuur, his ve idrakleriyle O'nun atmosferine girenlerin birden bire duyguları, düşünceleri değişmekte ve herkes belli ölçüde de olsa kendini, bir farklı âlemde hissetmektedir.. Evet, insan O'na bir kere yürekten yönelebilse, bir daha da tesirinden kurtulamaz. Kur'ân, atmosferine çekebildiği talebesini öyle yumuşatır, öyle inceltir, öyle yoğurur ve şekillendirir ki, insan kendi kendine bir şey olacaksa, ancak bunun sayesinde olur; hatta çok defa, olmazlar bile O'nun gölgesinde tabiî bir oluşum sürecine girer; girer ve herkesi dehşete sevkeder. Kur'ân; 'Eğer dağlar yürütülecek olsaydı, bu Kur'ân'la yürütülürdü, yeryüzü paramparça olup ve ölüler konuşturulabilseydi, o da yine bu Kur'ân'la olurdu' der; der zira O, kalblerde, şuurlarda, hislerde, akıllarda öyle bir tesir icra etmiştir ki, O'nun bu müessiriyeti, dağları yürütmekten, yerküreyi paramparça etmekten, ölüleri konuşturmaktan ve nice bin seneden beri çürümüş cesetlere can vermekten daha geri değildir.
Her biri birer kalb ve ruh kahramanı olan Sahabî topluluğu, Kur'ân'ın feyyaz ve bereketli ikliminde neş'et etmiş aşkın bir cemaattir. Onlar, arzın büyük bir bölümünde ve insanlığın beşte biri üzerinde o denli derin bir tesir icra etmişlerdir ki, dağları söküp atma, cansız cesetlere hayat olma ve arzı semaya bağlama ölçüsündeki bu harika işte, onlarla boy ölçüşecek bir başka toplum göstermek mümkün değildir. Kur'ân'a gönül veren, O'nun semavî disiplinleriyle yoğrulup şekillenen, daha doğrusu, ruhta, mânâda Kur'ân'laşan bu insanlar, o Furkan'la olmazları oldurmuş; ölü ruhlara ebedî varolmanın yollarını açmış; arzın şeklini değiştirmiş; temas ettikleri toplumlara ötelerin zevkini duyurmuş; düşünceler üzerindeki zincirleri kırmış; ağızlardaki fermuarları çözmüş; hilkatteki müstesna yeri açısından insanoğlunu yeniden Allah'ın oturttuğu tahta oturtmuş; ona yitirdiği itibarını iade etmiş; kâinat, eşya ve insanı yeni baştan yorumlamış; tekvînî emirlerle teşriî kurallar arasındaki o derin ve sırlı münasebeti bir kere daha vurgulamış; kalb, irade, his ve şuurun nihaî gayelerini belirleyip ortaya koyarak, insan rûhundaki izafî, nisbî ve potansiyel değerlerin inkişaf ettirilme usûl ve esaslarını harekete geçirip düz insanı, insan-ı kâmil olmaya yönlendirmiş ve böylece ona, gözünün iliştiği, duygularının ulaştığı, kalbinin hissettiği her şeyde Kudret ve İradesi Sonsuz'un mevcudiyetini duyurmuş ve her şeyi götürüp, gerçek sahibine bağlamıştır.
Bir mü'min, bu ölçüde gözü-gönlü açık, duyguları ve rûhu uyanık, düşünce ve zihni de Allah'a bağlı ise, o kimse, cismaniyete ait bütün basitliklerden uzaklaşmış; hayatı daha bir başka şekilde duymaya başlamış ve duygular dünyasının sınır ötesine uyanmış sayılır ki, böyle bir hakikat eri, her nesnede, varlığın her parçasında Allah'ın ilminin dalgalandığını, Kudret elinin işlediğini hisseder ve bir ürperti duygusu, bir yakınlık şuuruyla ümit ve haşyeti iç içe yaşar; dünyevîliği içinde öbür alemin en son noktalarında dolaşır. Nefes alırken ümit ve beklentilerle alır, verirken de mehafet ve mehabetle verir. Hep Kur'ân'ın haritalandırdığı çerçeve içinde ve çizgiler arasında gezinir, gezinir ve hayatını sürekli maiyyet televvünlü yaşar.
Sızıntı, Temmuz 1999, Cilt 21, Sayı 246
.
Çağın insanı, gâyesizliğin mefkûresizliğin kurbanı olmuştur. O bazen mefkûresizliğiyle irâdesinin üzerine yatarak olduğu yerde kokuşmuş kalmış; bazen de irâdî olma adına etrafını yakıp yıkmış, bir anarşist, bir nihilist gibi davranmıştır. Doğrusu o, durgunlaşınca içten içe kendini yeyip bitirmiş, harekete geçince de din, diyânet, ahlâk ve adalet gibi değerleri yıkıp yerle bir etmiştir.. evet, onun kabuğuna çekilip münzevîleşmesi de sosyal çevre ile münasebete geçmesi de hep bir problem olmuştur.
Bu midesi aktif, beyni pasif, hisleri sürekli galeyanda ve kalbinin mevcudiyetinden habersiz cismanî varlığın, gündelik dedikodu dışında kalıcı, ruhlara inşirah verici ve onu geleceğe taşıyıcı kayda değer hiçbir yanı, hiçbir düşüncesi, hiçbir tavrı ve hiçbir projesi yoktur. Zayıf olduğu zaman her şeyi suskunlukla geçiştirir. Güçlendiği zaman da değişik tahrip yollarıyla kendini ifade etmeye çalışır; yer yer hazanla savrulan yapraklar gibi esintilere göre şurada-burada sürüklenir durur, zaman zaman da çer çöp gibi sıkışıp kaldığı yerde gelen üzerinden geçer, giden üzerinden geçer.
Yıllar var ki bu meş'ûm hava âdeta insanımızın tabiatı haline geldi. Evet o, duygusunda, düşüncesinde ve gâye-i hayalinde daralıp, büzüşüp dar bir fânusun içine girmeye razı olduğu günden beri ya aşağılık komplekslerine kapıldı ya da hezeyanlarla boşalmaya çalıştı.. ve her iki durumda da millî karakteriyle savaşıp durdu. Maalesef şimdilerde de bu savaş, daha farklı bir buudda bütün hızıyla devam ediyor. Düşünün ki âlem, yeni bir çağ mülâhazasıyla projeden projeye koşarken biz büyük ölçüde hâlâ birbirini takip eden buhran fâsit daireleri (kısır döngüler) içinde kıvranıp duruyoruz. Düşüncelerimiz dağınık, duygularımız süflî, davranışlarımız tutarsız, yüreklerimiz de merhametsiz.. yığınlar mânâsız gelgitlerin ağında birer oyuncak, toplum her gün ayrı bir mihrap peşinde ve rehberler de gaflet içinde. Öyle ki hangi müesseseye bir göz atsanız, içten içe kaynadığını görür ve ürperirsiniz. Evet bir düşünce hayatını ya da ahlâkı, kültürü, san'atı, siyaseti, iktisadı, hukuku içiniz burkulmadan seyredemezsiniz.
Bir dönemde, bizimle aynı kaderi paylaşmış, aynı mazlûmiyet ve mağduriyetleri yaşamış çevremizdeki toplumlar da, bize özeniyormuşçasına, her türlü mesâvîde âdeta bizimle atbaşı.. hatta bazı olumsuzluklarda fersah fersah bizim önümüzde oldukları bile söylenebilir. İçten içe birbirini yemeler, sürekli harb u darp, peşi peşine ihtilâller, her zaman kuvvetin hak üzerindeki hakimiyeti ve şuursuzca taklit bu koskaca dünyanın âdeta alın yazısı. Zaten, kartalların yenik düştüğü bir mücadelede serçelerden başka bir şey de beklenemezdi.
Böyle iç içe sadmelerle sürekli sarsılan, sarsıldıkça her gün biraz daha su alan millet gemisini onarıp uzun seferlere hazırlamak için bugüne kadar inanç, azim ve ümidini koruyabilmiş yüksek mefkûreli, uzun soluklu, yaşamasını yaşatmaya bağlamış ve maddî-mânevî füyuzât hislerinden fedakârlıkta bulunabilecek babayiğitlere ihtiyaç var.. birkaç asırdan beri dünyanın üzerine çöken değişik dalga boyundaki tazyikleri, farklı görünümdeki baskıları parçalayıp dağıtacak, hiç olmazsa yumuşatıp hafifletebilecek, polat iradeli babayiğitlere. Kendi kurtuluşlarını kurtarmaya bağlayan, ikbal ve geleceklerini başkalarının mutluluğu adına toprak gibi ayaklar altına serebilen; hava gibi herkesin demine damarına karışıp, her bünyede kan gibi deveran edip duran; su gibi hasret ve hararetlerin üzerinde çağlayıp her yana hayat üfleyen; sonra da bütün hareketlerini ruhunun derinliklerinde mefkûreleştirebildiği bir mes'uliyete bağlayan; ferdî sorumluluk sınırlarını aşkın bir merhamet irâdesi ve bütün insanlığı kucaklayacak enginlikte bir şefkatle bize yitirdiğimiz ruh ve mânâyı kazandırmaya çalışan; çalışıp son bir kere daha bize insanî muhtevâmızı hatırlatan bu yüksek idealler sayesinde öyle zannediyorum ki, bütün insanlığın yüzü gülecek, şu birkaç asırlık muzdariplerin ızdırapları dinecek ve belki de dünya yeniden bir kez daha mihverine oturacaktır.. tabiî bu arada, bunca zamandır mefkûresiz yaşayan âvâre ruhlara da birer örnek teşkil edeceklerdir.
Zaten, insanların müşterek kaderi de, onlara ayrı kalma, ayrı yaşama fırsatını vermeyecek şekilde bir program ihtiva etmektedir. Biz, gözlerimizi yumup kulaklarımızı tıkasak da hâdiseler, aramızdaki pek çok müşterek noktayı değişik yollarla kafamızın içine sokarak bizi, münferit hislerden daha çok müşterek lezzet ve elemler atmosferine çekip vicdanlarımıza içtimâîliğimizi hatırlatmakta. Zira, bizim her hareketimiz, şöyle veya böyle herkesi alâkadar ettiği gibi, âlemin en ücrâ bir köşesinde meydana gelen herhangi bir hâdise de bizi alâkadar etmektedir. Böyle bir iç içelik, biraz da insanın insan olmasından, onun duygularından, düşüncelerinden ve uzak-yakın çevresinde cereyan eden hâdiselerin müşterek tesirinden, sözün özü başkalarıyla beraber yaşama kaderinden ve paylaşma konumunda yaratılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Aslında insanoğlu, fıtratının bu ölçüde cebrî beraberliğe programlandığı sırrını kavrayabilse, kaderin hükmünü de yanına alarak daha hızlı hareket edebilir. Ayrıca o, niyet ve irâdesiyle kendini bu tabiî akışa saldığı takdirde, tabiîliğe aklî, mantıkî ve iradî bir derinlik de kazandırarak, bir yandan insan olma esprisini ortaya koyarken, diğer yandan da dileme ve niyet etme sevabını elde edecek ve irâdesini kendi ebedîleşme mefkûresini çözen bir anahtar haline getirecektir.
Onun içindir ki, "ebed-müddet" var olmayı düşünen herkes, mutlaka başkalarını da kurtarıp kucaklamayı ülkü edinmelidir ki, ebediyet yolunda kurtarıp kucakladığı herkes tarafından da kucaklanabilsin. Bunun aksine, kendi kurtuluşlarını başkalarını yıkma üzerine bina eden bencil, harîs ve merhametsiz ruhlar, sevmedikleri gibi sevilmemişler ve her kesim tarafından istiskal edilegelmişlerdir. Ayrıca, yararlı insanın yararı herkesten evvel kendine, zararlı insanın zararı da kendinedir. Tabiatında yararlı olma cevheri bulunan bir insan, tabiat ve karakterini sergileyip gönlünün diliyle kendini ifade ettiği her yerde, granitler gibi en sert gönüllerde bile taht kurabilmiş ve herkesin "vird-i zebânı" olagelmiştir.
Bencil, hırslı, kindar, merhametsiz davranan ve kendi varlığını sürdürme adına, yarasalar gibi hep harabeleri kollayan muhteris kimseler, hep ferdî dünyalarının dar mahbesinde kalmış ve müşterek bir dünyanın enginliğini hiçbir zaman duyamamışlardır. Hatta onlar o kendi daracık âlemlerinde bile asla huzur içinde olamamışlardır. Kalb ve vicdanlarında her zaman kaybeden bu insanlar, her şeyden evvel kendi içlerinde insan olma değerlerini kurutmuş ve kalblerini öldürmüşlerdir.
Evet, sadece kendilerini düşünüp başka herkese karşı kapalı yaşayan bu kimseler, birer miskinlik örneği ve ölüm-hayat arası sürüm sürüm öyle canlı cenazelerdir ki, ne hayatın sıcaklığını duyabilirler ne de yaşatmanın hararetini.
Gerçek hayat, bugünün ve yarının insanları düşünülerek plânlanan ve onlar için yaşama gâyesiyle mefkûrelendirilen hayattır. İşte baştan sona kadar hayatın her basamağına hakim olan böyle bir şuur, bir idrak, bir his, hakikî insan olma karakterinin tam resmi ve hadd-i tâmmıdır. Bu öyle bir resimdir ki, firasetle ona bakabilen herkes, bu fotoğrafın arkasında bütün bir varlıkla ne derin ve ne sıcak bir alâkanın bulunduğunu rahatlıkla görebilir. Bu resimde, insan, hem kendine hem de başkalarına kalb gözüyle bakar ve bakıp gördüklerini de vicdanın kadirşinaslığı ile değerlendirir. İşte insan böyle bir bakış zâviyesi sayesinde, kendi iç dünyasını daha iyi temâşâ ettiği gibi, aynı menşurla çevresini de daha yakından görüp tanıma imkânını yakalar ve herkesi, her şeyi daha mülâyim, daha yumuşak ve daha sıcak bulur. Ne var ki, böyle bir iç derinlik, hemen birdenbire elde edilemez. O, vicdanlarımızın derinliklerinde uzun bir mayalanma döneminden sonra ortaya çıkan bir merhamet tezâhürü ve gönlün dilinden bir insanî çağrıdır. Bu çağrı, gönül adamının vicdanından fışkırır, her yana kendi boyasını çalar ve zamanla da her şeyi kendi diliyle konuşturmaya başlar. O doğrudan doğruya kalbten yükseldiği için de dıştaki şerârelerden ve şurada-burada havayı kirleten parazitlerden de asla müteessir olmaz.
Göklerde ve yerde hüsn-ü kabule açık, iman esaslı, ihsan derinlikli bu çağrıya, bir gün bütün ruhânîlerin saygıyla yöneleceği, gök kapıları aralanarak ona iltifat ve teveccühlerin yağacağı muhakkaktır. İşte esas o zaman bütün gönüller merhametle atacak, merhametle düşünecek, merhametle konuşacak, merhametle davranacak ve bütün varlığı merhametle kucaklayacaktır.. ve zannediyorum, yeryüzü, bu ölçüde bir merhametin pırıl pırıl aynası haline geldiği işte o gün bizler de, hayatı daha içten sevecek, sevdirecek ve başkalarına ebedileşme yollarını gösterme uğrunda nefsimize ait hasis şeylerden bütün bütün sıyrılarak, vicdanın müşâhede ufkuyla hem kendimizi hem de bizim dışımızdakileri daha farklı görebilme zâviyesini yakalamış olacağız; yakalamış olacak ve sadece yapabileceğimiz iyilik ve güzellik düşüncesiyle yetinmeyip, elimizden gelmeyen iyiliklere, güzelliklere de ulaşmaya çalışacak ve bu konuda sürekli erilmez zirvelerin hülyâlarıyla oturup-kalkacağız. Ulaşılmazlar ulaşılır hale gelince "tahdîs-i nimet"le gürleyecek; tâkatimizin sınırlarını zorlayan aşkın mefkûreler karşısında da hep ümitten soluklarımızı imanla kanatlandırarak aktif bekleyiş içinde olacağız.
Her halde iyilik aşkıyla kendi sınırlarını zorlayan böyle bir ruhî seviye, insanın en derin yanı ve kayda değer en engin yönü olsa gerek. O, bu yanı ve bu yönüyle Hak katında da, halk katında da değerler üstü değerlere ulaşacaktır ki, işte onun "ahsen-i takvim"e mazhariyeti de bu derinliği itibarıyladır. Bu ölçüde, Allah ile iyi münasebetin neticesi olarak herkese karşı duyulan böyle bir alâka, ferdiyet plânında bir mefkûre; "Beni şehit eyle, miletimi aziz eyle!" sözleriyle seslendirilen düşünce yüksek bir millî mefkûre;"Milletimin imanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım."ifadeleriyle dile getirilen civanmertlik aşkın bir mefkûre; hayatına kastedenlere karşı;"Allahım ümmetimi bağışla, onlar beni bilmiyorlar." kelimeleriyle ifade edilen âlemşümul şefkat ise mes'uliyet eksenli, merhamet derinlikli kuşatan bir mefkûredir.
Kanaatimce, toplumumuzun şimdilerde, şuna-buna değil, bu ölçüde mefkûre kahramanlarına ihtiyacı var. Önce kendi milletimize, sonra da bütün bir insanlığa merhamet duygusuyla ellerini uzatabilen ve ellerini Rabbine her kaldırışında başkalarını dileyen mefkûre kahramanlarına. Böyle büyük bir ihtiyacı başkaları karşılayamayacağına göre, konumumuzun gereği kendi içimizden başlayarak onu seslendirmek de yine bize kalıyor.
Sızıntı, Ekim 1998, Cilt 20, Sayı 237
.
Bizimle aynı kaynaktan beslenmeyen, aynı memeden süt emmeyen ve geçmişten gelen aynı değerleri paylaşmayanların, ızdıraplarımızı anlamaları mümkün olmadığı gibi genel tavırlarımız karşısında kendilerini hayretten alamayacakları da açıktır.. açıktır; zira bugünü ve yarını sadece fizikî çerçevesi ile değerlendirip hayatı da münhasıran cismânî yanlarıyla ele alanlara göre, bedenin o sığ ve muvakkat zevk u sefâsından başka bir şeyin duyulup hissedilmesi mümkün değildir; mümkün değildir ve bu çarpık telâkkiye göre, cismâniyet ve bedenin dışında kalan konular üzerinde durmaya bile değmez.. ne dünümüzün ne de uzak yarınlarımızın herhangi bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Geçmiş de, gelecek de hâli kaybetmiş toplumların teselli sığınağıdır. Varsa da bugün-yoksa da bugün; gerisi ömrü berbat etmektir. Evet, kendini böyle dar bir perspektife hapsetmiş bir zihniyetin "Benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız!" ufkuyla alâkalı mülâhazaları anlaması çok zordur. Oysaki bu beyanın sahibi Söz Sultanı, neye ağladığını çok iyi bildiği gibi, ebet için yaratılan ve donanımı ile ebede namzet bulunan, iç dünyası itibarıyla da, iman, marifet, muhabbet ve zevk-i ruhânî dışında hiçbir şeyle tatmin olmayan olgun ruhlar da neye ağladıklarını ve neyin arkasında olduklarını çok iyi bilmektedirler.. ve bunlar için de, oturup ağlamayı gerektiren dünya kadar sebep var.
Evet, bugün hemen herkesi derinden alâkadar eden inanma ve huzura erme ya da kendini inançsızlığa salıp ızdıraplar içinde kalma davasının yanında, çözüm bekleyen yığın yığın içtimâî, iktisâdî, siyâsî ve kültürel problemler var.. toplum hayatında pek çok huzursuzluğun kaynağı sayılan hakkaniyetsizlikler, adaletsizlikler var.. insanî değerler açısından ve insaf esaslarına göre yeniden gözden geçirilip paylaştırılması gerekli olan haklar var.. sonsuzla alâkalı ümitlerimiz, emellerimiz ve bu ümitlerimizi, emellerimizi gerçekleştirme mevzuunda aşılmaz gibi görünen kaba kuvvet tahşidâtı ve antidemokratik engeller var... Hâlâ pek çok meselede hisler akla, mantığa hükmetmekte ve nizamlar, intizamlar kuvvetin ölçü tanımazlığına emanet.. ve hâlâ, dünyanın pek çok yerinde yanlış kabul edilen şeyler veya insanî kusurlar kanla, gözyaşı ile yıkanmakta.. zaman zaman insanların iradeleri de, düşünceleri de hiçe sayılarak yığınlar zorla Cennete götürülmeye çalışılmakta, ya da hoyratça Cehenneme itilmek istenmekte.. her gün yeni yeni kamplar oluşturulmakta, her takım kendi mantık ve kendi doğrularının kavgasını vermekte ve her düşünce kendine göre bir hayat tarzı resmetmekte.. dahası herkes bu dar resme uydurulmaya çalışılmakta ve öyle yaşamaya zorlanmakta.. hâlâ yüzlerce yerde, ferdî şuur ezilmekte, içtimâî irade felç edilmekte ve vicdanın gözlerine kezzap dökülmekte...
Oysaki, ferdî ve içtimâî bunalımlardan sıyrılmanın ve toplumları kıvrandıran değişik tazyikleri hafifletmenin en kestirme yolu onların vicdanlarına müdahaleden vazgeçip onlara kendi şuurları ve iradeleri ile var olma esaslarının gösterilmesidir. Evet, kitlelerin insan olarak kalmaları ve insanî değerlere yönlendirilmeleri, toplumda vicdan mekanizmasının canlı tutulmasına, irade ve şuurun saygı görmesine bağlıdır. Fert, kendi şuur ve iradesi ile var olduğu ve başkalarını da kurtarabilecek kıvama erdiği ölçüde gerçek vatandaş sayılabilir. Fertleri bu ölçüde donanıma sahip olmayan toplumlarda içtimâî, iktisâdî, siyâsî veya idârî problemlerden sıyrılmak mümkün değildir. Evet, parçaları yetersiz, tutarsız ve lehimle bir araya getirilmiş yığınlara millet denilemeyeceği gibi millet görünümündeki bu şirâzesiz eczânın herhangi bir istikbal vadetmesi de söz konusu değildir. Milletçe kurtulabilmemiz için, fert fert kurtarıcı bir ruhla tam bir metafizik gerilime geçmemiz şarttır. Millî talihimizin ikbal yıldızı, başkalarını kurtarmak için kenetlenmiş ellerin semaya kalktığı noktada içlerimize inşirah veren bir sürprizle belirecektir.
Ruhlarımızda, inancın o kendine has derinliklerini duymamız; ibadetlerimizde iradelerimizin ter, ızdırap ve sancısını yaşamamız; hareketlerimizde ahlâkî olmamız; his, irade, şuur ve gönül hayatımız itibarıyla yeniden dirilmemiz, dirilip her şeyi kalbin kadirşinaslığı ile tartıp değerlendirmemiz bizleri arzu edilen kıvama taşıyacak esasların özetini teşkil etmektedir. İşte bu esaslarla biz, enginleşip ferdiyet sınırlarını aşan bir duyma, bir dileme ve dilediği şeylerin şuurunda olma, hatta bunun bir adım daha ötesinde her şeyi sonsuzla irtibatlandırıp semavî kriterlerle değerlendirme sayesinde tam açılıma geçecek ve insan olmanın bütün avantajlarını paylaşarak "ahsen-i takvim"e mazhariyetimizi bir kere daha seslendirmiş olacağız. Zannediyorum bu temel espriyi kavrayabilmiş bahtiyarlar, başkalarını kurtarmaya namzet olmaları ölçüsünde, kendi geleceklerini de teminat altına almış olacaklardır.
Evet, bir kere daha hatırlatmalıyım ki, toplumu kurtarma hedefine göre plânlanamamış ferdî kurtarma projeleri neticesiz ve akîm kalacağı gibi fertlerin irade, şuur ve gönüllerinde öldürdüğümüz değerleri toplumda var etmemiz de mümkün olmayacaktır. Evet, kurtarıcılık hedeflenmeden kurtulma plân ve projeleri birer kuruntu, ferdî dirilişi baltalayarak milletçe bir yere varılabileceği zannı da bir avuntudur.
Bu itibarla biz, evvelâ kendi el ve ayaklarımızın bize ait olduğunu şahsî şuur ve iradelerimizde belirleyip, sonra da başkalarıyla el ele tutuşarak mâşerî şuur ve irade ile bütün problemlerimizi çözebileceğimize inanıyoruz. İşte bu şekilde davranma sayesinde, bir taraftan hep başkalarına hayat iksiri sunarken, diğer yandan da ferdî hayatımızın verimliliğini koruyarak, hatta artırarak maddî-mânevî yükselişimize süreklilik kazandıracağımız kanaatindeyiz. Evet, biz inanıyoruz ki; bir düşünce, bir plân ve bir gayret ne kadar diğergâmlık ifade ediyor ve ne kadar başkalarını tutup kaldırmaya mâtuf ise, o ölçüde tutarlı ve istikbal vadedicidir; zira insanları yaşatan kurtarma mefkûresidir; öldüren veya felç eden de menfaat tutkusudur. Ömürlerini şahsî çıkar uğrunda tüketen insanlar her zaman kirli politikalar içinde olmasalar da bir gün mutlaka kirlenmeleri kaçınılmazdır. Hayatlarını başkalarına diriliş üflemekle canlı tutanlar ise, herkesin yapraklar gibi hazanla savrulduğu yerlerde bile gezer, çevrelerine hayat iksiri sunarlar.. ve işte bunlar, her zaman dünya ve ukbâyı içine alacak olan çok yönlü bir maratonun "rıdvan"a namzet kahramanlarıdırlar.
Başkalarının varlık ve bekâsını, sırf kendi çıkarlarının kaynağı olması itibarıyla kabullenmiş görünen "kirli politikacı"nın ne dostluğuna güvenilebilir ne de düşmanlığından emin olunabilir. O, oturur-kalkar sadece çıkarlarını düşünür. Onun için el öper-etek öper ve hiç olmayacak insanlar karşısında bile hep serfürû eder.. çıkarları onu gerektiriyorsa, gücü yettiklerini ezer-geçer; baş edemeyeceği kimseler için de sürekli komplolar plânlar durur.. kuvvetli olduğu zaman hep amansız davranır; zayıf düştüğü dönemlerde de iğrenç bir mutabasbıs kesilir.. o, başkalarına karşı hep samimiyetsiz olduğu gibi, çok defa kendi oyunlarına yenik düşerek kendi kötü akıbetini de hazırlamış olur. Ona sorarsanız, aklı sıra, âlemi aldattığına, herkesi idare ettiğine ve yolunca davrandığına inanır. Oysaki zavallı, hep gülünç duruma düşmekte ve yarınlarına ait itibarını delik-deşik etmektedir. İnsanların bazılarında böyle ruhu yitirilmiş bir aldatan zeka, aslında çok ciddî bir zaaf ve onulması güç bir ruhî rahatsızlıktır. Böyle bir zaaf ve rahatsızlıkla mâlûl kimseler, kalıcı ve başkalarına yararlı herhangi bir işleri ve hizmetleri olmasa da, bazen idareli ve kurnaz davranarak, bahar-yaz, sonbahar-kış hemen her mevsimde bir kısım primler elde edebilirler.. edebilirler ama, gelecekleri adına da ne itibar ne kredi; yeniden kendilerini bir tabasbus içinde ve el-etek öpme kuyruğunda bulurlar.
Buna karşılık bir hizmet erinin davranışlarının temelini, uzun bir hazırlık ve fikir çilesinden sonra, onun vicdanından kaynaklanan hak arayışı hedefli bir merhamet çağrısı teşkil eder. İşte bu çağrı, hemen her zaman ferdî sorumluluğun çok üstünde ve içtimâî vazife şuurunun sınırlarını zorlayacak kadar aşkın ihlâs derinlikli bir çağrı ve tam bir gönül adamı işidir. Bu gönül adamı, her hayırlı işin önünde, her işinde kendi çizgisinde; bütün davranışlarında dupduru ve berrak; çevresinde olup bitenler ne denli amansız olursa olsun, hiçbir zaman bulanmayacak kadar kendi temelinden kaynaklı ve yol-yön değiştirmeyecek kadar da kararlı; iç ve dış duyguları itibarıyla Hakk'ı görüp Hakk'ı duymaya, Hakk'ı bilip Hakk'la olmaya kilitlenmiş ve halkla beraberliği de, böyle bir temâşâ noktasından duyup değerlendirme kıvamında tam bir uhrevî-dünyevîdir.. evet, böyle bir dünyevîliğin her menfezinden âhiretin şâhikalarını müşahede etmek mümkün olabileceği gibi, onun yaşadığı hayat da hemen her varyantıyla ona bir âhiret koyu âsûdeliğini tattıracak kadar berrak ve engindir. Öyle ki bu saflardan saf açık gönül, başkalarının bilmem ne kadar sene sonra kavuşmayı düşledikleri bir mutlu sona daha şimdiden ulaşmış, Hak beraberliğine ermiş ve Mele-i Âlâ'nın sakinleriyle diz dize, omuz omuza gelmiş sayılır ki, bu da onun hep kazançta olduğunu gösterir. Evet bu gönül adamı hep içten ve derin; hep büyük projeler peşinde, yüceliklere namzet.. ve oturup kalkıp merhamet düşünmekte, merhamet konuşmakta ve sürekli kendini merhametle ifade edebilme fırsatlarını kollamaktadır.. herhangi bir ayırım yapmadan hemen herkesi bir ebedî mutluluğa kavuşturma konusunda o kadar yürekten ve coşkundur ki; böyle bir mefkûreyi gerçekleştirme mevzuunda, dünyevî menfaat, çıkar veya makam, mansıp mülâhazaları bir yana o, mânevî hazları ve ötelerle alâkalı füyuzât hisleri adına da hep fedakârca ve hep aşkın yaşar. Hem kendi ruh dünyasında hem de toplumla münasebetlerinde, hem kendi iç âlemini tahlilde hem de çevresindekileri görüp gözetmede sürekli bir Yüce Güç'ün huzurunda bulunma ruh hâli sergiler ve herkesin ölüp gittiği yerlerde o üst üste dirilişler gerçekleştirir.
O, nefsinin istemediğini başkaları için de istememenin çok ötesinde kendine hoş gelen her şeyden başkalarının yararlanabilmesi için çırpınır durur, hatta bu uğurda ölür ölür dirilir.. ve ufkunun enginliği ile bir yandan zalimlerin kalbinde bile merhamet duygusunu harekete geçirmeyi başarırken, diğer yandan da mazlumların yanında bulunmayı Hak'la beraberliğin en önemli bir vesilesi sayar ve hep onlara bir nokta-i istinat olur.
Yaşatma tutkusu, kahramanımızın davranışlarını belirleyen önemli bir faktördür. Böyle bir misyona ehliyet arayışı onun her zamanki kaygısı.. en yüksek hırslardan daha yüksek bir hırsla Hak hoşnutluğunun arkasında olması ise onun en bâriz vasfıdır. O ölüp ölüp dirilirken bile, diriltme şuurunun hazzı ile ne bir acı duyar ne de herhangi bir sarsıntı yaşar. Elde ettiği başarılarını Hak inayetinin bir tezahürü kabul eder ve her gün birkaç defa kendini sıfırlar.. dahası, vesile olduğu işlere arzuları, hisleri karışmış olabileceği mülâhazasıyla tir tir titrer ve "Bana Seni gerek Seni!" der inler.
Yıllar var ki biz, işte bu kutlu ellerin, altı üstüne gelmiş ve "harap eller, yıkılmış hânümanlar, kimsesiz çöller" sözcükleriyle resmedebileceğimiz bir âlemi yepyeni bir dünyaya çevirecekleri günü hep bekleyip durduk. Bu iman, bu ümit ve bu azimle daha yıllarca beklemeye de kararlıyız. Her zaman temiz gönülleri merhametle donatan Rahmeti Sonsuz, birkaç neslin soluklayıp durduğu o ümitle şahlanmış gönüllerimizi dilerim inkisara uğratmasın..!
Sızıntı, Şubat 1998, Cilt 20, Sayı 229
.
Mülâhazalarımızın Yeşil Kubbesi
Varlığın özü, yaratılışın en anlamlı nüktesi Hazreti Muhammed'dir. O, yaratılış ağacı itibarıyla hem bir ilk hem de son gibidir. Varlık bir şiir gibi O'nun adına nazmedilmiş; vücûdu ise bu manzumenin âdeta en son kelimesi gibidir. O'nun dünyayı şereflendirmesi, insanlığın yeniden doğuşunun remzi; peygamberliği, eşya ve hâdiselerin aydınlanıp gerçek değerleriyle ortaya çıkmasının vesilesi; hicreti, insanlığın kurtuluş yolu; mesajı da, dünya ve âhiret saadetinin köprüsü olmuştur. Mü'min gönüller O'nun sayesinde varlığı bir meşher gibi temâşâ edip değerlendirebilmiş, bir kitap gibi okuyup yorumlayabilmiş ve O'nun aydınlık ikliminde yollar bulup Hakk'a yürüyebilmişlerdir. O'nunla hakikate uyanan ruhlar, sürekli ebediyet soluklar durur.. O'nu sîretinin derinlikleriyle kavrayabilenler, bütün ilimlerin özünü, usâresini elde etmiş sayılırlar.
Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen O hâlâ ufkumuzda yeni doğmuş bir yıldız gibi pırıl pırıl ve bütün varlığı aydınlatabilecek güçte güneş gibi -aslında O, güneşe de taç giydiren bir ziyadır- güçlü bir ışık kaynağı.. vazife ufku, gönüllere kulluk şuurunu sunan bir hikmet nüktesi; sevgiyle doygunluğa ulaşmış ruhu, varlığı birbirine bağlayan bir büyüklük emâresi.
İnsan ne zaman O'nu çağrıştıran iklime girse, kanının sevgiyle aktığını duyar.. O'nun atmosferine adımını atar atmaz, kendini Allah'a giden yolların ortasında bulur. O'nun köyünü ziyaret bile âdeta, Işık Çağına ulaşma adına bir rıhtım, bir liman, bir rampa gibidir; bu rıhtım, bu liman, bu rampa inanmış gönülleri O'nunla diz dize gelme bucağına ulaştırır ve doygunlaşmış ruhlara yeni bir aşk u şevk üfler. İnsan O'nu kaç defa ziyaret etmiş olursa olsun, müntesiplerinin derbederliğinden ötürü o mübarek hazîreyi ne kadar sönük görürse görsün, ne zaman, o yeşil, o âhenkli, o romantik, o sevgiyle tüten "metâf-ı kudsiyân"a adım atsa, ruhu hep bir güzellik, bir şiir, bir mûsıkî banyosu almış gibi o hususî âlemin derinliğini, zenginliğini duymaya başlar.. kalbi, bir vuslat mülâhazasına teslim olur, ritim değişikliğine girer ve neş'e-hüzün arası bir sürü duygu gel-gitleri yaşar.
Evet insan, o mehâbetle tüllenen mekân, onun çeperi sayılan mübarek mâbed ve "Sidretü'l-Müntehâ"ya doğru fırlamış gibi bir edâsı olan yeşil kubbe karşısında, her zaman İslâm dünyasının umumî ahvaliyle alâkalı en derin mülâhazalara gömülür, en içten duygularla buluşur ve bin bir his tufanıyla sırılsıklam olur. Bazen o kudsî mekânı bir buğu bürür; mâbedin her yanını bir hüzün sarar.. ve işte o zaman "Kubbe-i Hadrâ" şaha kalkmış gibi bir hâl alır.. ruhumuzla konuşur.. el açıp bağrındaki misafirin arkasına geçerek semalara dil döker; döker ve bize hasret ve hicranlarımızın destanlarını sunar. Bazen orada her yanı âdeta bir ışık sarar.. mescid, ayın etrafındaki hâleye döner ve kubbe, gök ehline sevinç tahiyyelerini takdim ediyor gibi bir vaziyet alır. Bazen onun göklere bakan ve için için bekleyen öyle derin bir görünümü olur ki, o hâliyle onu umumî tasalarınıza bir tercüman tahayyül edebileceğiniz gibi, sevinçlerinizi dile getiren bir gazelhân şeklinde de düşleyebilirsiniz; düşleyebilir de onun o derûnî sükûtu, o sessiz infiali içinde ne duyulmaz şeyleri duyar, ne sezilmez şeyleri sezer ve kendinizi âdeta, bulunduğunuz mekânın buudlarını aşmış da bir başka derinliğe açılmış gibi sanırsınız.
Yeşil kubbe ve onu çevreleyen mübarek mâbed, bir yandan etrafındaki irili-ufaklı dağlar-tepeler, hep sonsuzluk duygusuyla esip duran çöller-vahalar ve her zaman ötelere açık gibi duran uçsuz bucaksız beyâbân; diğer yandan da göklerin nâmütenâhiliğiyle o kadar mükemmel bir uyum içindedir ki, sanki bu mübarek kütle, semada programlanmış da, daha sonra bulunduğu yere resmedilmiş gibi bir görünüm arz etmektedir. Evet, hem en derin göklerden daha derin "Kubbe-i Hadrâ", hem çevresinde onu kucaklayan o sırlı arsa, hem de tabiat kitabının o "Buk'a-yı Mübareke"yi teşkil eden satır ve sahifeleri, âdeta titizlikle seçilmiş, mükemmel bir şekilde yerli yerine yerleştirilmişçesine bu maddî-mânevî pek çok şeyin halîtası, göklerin ve yerin âdeta birleşik noktası gibi bir görünüm sergilemektedir. Az buçuk o mekânın Sahibi'ne açık bulunan ruhlar -O Sahib'e canlarımız kurban olsun- başlarını o iklime uzatınca kendilerini gök ehliyle iç içe sanırlar. Bir de aşıkların has bahçesi sayılan muvâceheye varınca, kendilerini, o makama yakışır ve ora ile uyuşur o kadar temiz çehre ve o çehrelerden buğu buğu yükselen engin bir heyecan içinde hissederler ki, zaman zaman kalbler duracak hâle gelir. Aslında orada o sekteyi yaşayanların sayısı hiç de az değildir.
Muvâcehe, aşıklar için her zaman bir liman ve bir rampa vazifesi görür. Oraya ulaşan her aşık gönül, oradan âdeta denizlerin enginliklerine ya da göklerin derinliklerine açılıyor gibi bir büyülü zaman koridoruna girer.. girer de o mübarek buk'anın o masumlardan masum hâlini ve sevimli görünümünü bir şiir gibi dinler, bir kevser gibi yudumlar ve her saniye ayrı bir zevk banyosu yapar.
Muvâcehede zaman o kadar aydınlık, o kadar gönül alıcı ve o kadar hülyalara açıktır ki, oraya ulaşan saygılı bir gönül, Asr-ı Saadette yaşıyormuşçasına, Nebî'nin o temizlerden temiz çehresini ve vahye açık sînesinin heyecanlarını duyar gibi olur.. gök kapılarının gıcırtılarını, Cibril'in kanat çırpışları içinde, Kur'ân'ın tok sesini muhatapların heyecanlı tavırları arasında duyar ve kendini bir kutlu çağın bereket sağanakları arasında sırılsıklam hisseder; eder de bu umumî armoniye o da gözyaşlarıyla katılır.. ve o güne kadar gönlüne sinmiş Ravza duygusunun, daha bir derince her yanını kuşatması karşısında oracıkta eriyip merkade akmayı düşünür.
Aslında, orada görülüp duyulan her şey çok içlidir. Orada mekân, mekin her şey mutlaka insana bir şeyler fısıldar durur. Aşıkların ağlama ve inlemelerinin yanında, mekânın o talihli ama suskun sütunları; muvâcehenin hüzünlü fakat mütebessim hâli; iki adım ötede parmaklıklar arasından hayallerimize doğan mübarek merkadin -hâşâ- metâf-ı kudsiyânın pürvefâ bir mihmandar edâsıyla gönül gözlerimize tebessümler yağdırması o kadar sıcak ve tesirlidir ki, içinde bu mahrem muameleyi duyan her gönül ölümsüzlüğe erdiğini sanır. Hatta o melekler güzergâhını böyle bir gönülle duyup bu gözle temâşâ edenler için sanki orada canlı-cansız hiçbir şey yokmuş da, sadece mehâbet televvünlü bir sessizlik ve ziyaret heyecanıyla umumî bir bekleyiş varmış gibi, o makama adımlarını atar-atmaz kendilerini oranın tesirinde bulur ve onu dinlemeye koyulurlar.. o da onlara kendi usûlünü, kendi sükûtunu meşk ediyor gibi, onların duygu dünyalarına, o güne kadar asla yaşamamış oldukları en bâkir hisleri aşılar ve ruhlarına elli türlü çağrışım menfezi aralar.
Ravza'nın bağrında insan her zaman, gözlere çarpan ve gönülleri saran bir büyüyle karşılaşır. Hislerinde, düşüncelerinde bir başka âlemin esintilerini duyar.. gönlünün derinliklerinde hayalî kapılardan geçer.. en mahrem iklimlerde dolaşır ve arzın minberinin dibinde Hak beyanıyla şekillenen o ezelî hutbeyi hem de Hatîb'inin ağzından dinliyor gibi dinler ve O'na ümmet olmanın mutluluğuyla yerlere kapanır.
Böyle bir duyuş ve seziş, böyle bir zevk ve heyecan elbette bir inanç, bir kanaat, bir teveccüh ve derince bir sezinin birleşmesinden meydana gelmektedir. O inanç, o kanaat, o teveccüh ve o seziyi yakalayanlar için Peygamber Köyü, Mescid-i Nebevî, aşıklar durağı muvâcehe neler söyler neler söyler..! Evet, konsantrasyonunu tamamlamış ziyaretçiler için Ravza, orada insanların his ve heyecanlarının çok üstünde kendine has hâli, içli sükûtu, vakarlı görünümü ve ledünnî derinliğiyle ötelere hep var olma zevkinin şiirini söyler.. göklerdeki korodan mûsıkîler dinletir, yürekten kendisine yönelenlerin gönüllerine korlar salar ve herkese bir aşk u vuslat demi yaşatır. Sonra da yine o derin sessizliğine gömülür ve sizi vuslat otağında hüzünlü bir yalnızlık melâline terkeder.. terkeder de, o dakikaya kadar sanki size hiç esrar perdesi aralamamış gibi o kadim bikrinin iffetine bürünür.. bürünür ama, gönüllerinize ikinci çağrının dâvetiyesini bırakmayı da ihmal etmez.
Sızıntı, Nisan 1998, Cilt 20, Sayı 231
.
İnanmadığı hâlde inanıyor görünmek, akide ve düşüncelerinde münkir olmasına rağmen farklı bir tavır ve kanaat sergilemek, her zaman duruma göre hareket edip sürekli iki yüzlü davranmak demek olan nifak; ferdî, içtimaî bir riyakârlık ve bir ruh hastalığıdır. Bu hastalığı taşıyan mürâî ve münafık, her zeminde ayrı bir tavırda bulunur, her yerde farklı bir görüntü sergiler ve o rengârenk davranışlarıyla âdeta birkaç hayatı iç içe birden yaşar. Münafığın gerçek renginin ne olduğunu, ne türlü bir düşünce ve kanaat taşıdığını kestirmek çok zor; hatta imkânsızdır. O, kendine göre ters görüp "öbürleri" dediği hemen herkese karşı düşmanca duygular besler.. onlar hakkında açık-kapalı kötülük düşünür. Ama bu duygularını her zaman dışarı vurmaz; gerektiğinde hakikî hislerini gizleyerek onların düşünce ve kanaatlerine saygılı görünür.. onlara karşı olabildiğince yumuşak davranır.. ve onlardan biriymiş gibi hareket eder. Ne var ki o, hemen her zaman, içten içe de güm güm gümler ve mevhum hasımları için ne komplolar ne komplolar plânlar.. plânlar da, hasım kabul ettiği kesim veya kimselerin sıkıntılı hâl ve kritik durumlarında gerçek niyetini hemen ortaya koyuverir. Sonra da başkalarının, "hüsnüzan"na binâen ardına kadar açık bıraktıkları kapıdan içeriye girerek akla-hayale gelmedik kötülüklerin hepsini yapar. Din, iman düşmanlarının açıktan açığa diyanet ve mukaddesata sürekli hücum etmelerine karşılık o, çok defa dinî, millî ve vatanî değerlere saygılı görünerek her zaman ehl-i imanı aldatmaya çalışır.. her zaman sinsi davranır ve moda tabiriyle "takiyye"lerde bulunur.. yerinde herkesi dostça kucaklar ama, fırsat bulunca da arkadan hançerlemeyi ihmal etmez.
Münafık, konuşurken yalan söyler; bugün vefa sözü verdiği bir konuda bakarsınız, ertesi gün hemen sözünden döner; sizin itimat ve güveninize hıyanetle karşılık verir ve hemen her zaman en haince düşmanlık duygularını dostane tavırlar içinde icra eder. Bu itibarla da o, din, iman ve Kur'ân düşmanı bir münkirden daha tehlikelidir; tehlikelidir zira, sizin gibi düşünüyor görünüp, düşmanca duygulara karşı tedbirli olma ve teyakkuzda bulunma hislerinizde gevşeklik hâsıl ederek yanınıza kadar sokulur, yüzünüze güler; fırsat bulunca da yılan gibi ısırır ve akrep gibi de sinsice sokar.
Münafık, aslında hiçbir şeye inanmadığı hâlde, duruma göre "Benim Allah'a ve âhiret gününe inancım tamdır." diyerek kendine mü'min süsü verir ve her zaman ehl-i imanı aldatmaya çalışır. Ne var ki, her aldatma hareketinde aldanan da onun kendisidir; zira mü'minler firasetlidirler ve imanın nuru ile, gördükleri her şeyi doğru görürler.. "Evet ehl-i iman ne kadar âmî ve cahil de olsa, aklı derketmediği hâlde, kalbi öyle hodfuruş adamları gördüğünde soğuk görür ve onlardan nefret eder." (Mektubat). Kur'ân-ı Kerim bir yerde kendi kendini aldatan bu tip kimseleri şöyle resmeder: "Öyle insanlar da vardır ki bunlar, Allah'a ve âhiret gününe inandık derler; oysaki bunlar asla inanmış değillerdir (inanmış değillerdir ama, akılları sıra böyle yapmakla) Allah'ı ve ehl-i imanı aldatmayı kurarlar. (Aslında onlar bu tavırlarıyla sadece) kendi kendilerini aldatmışlardır, ama bunu fark edemezler." (Bakara, 2/8-9) Yine Kur'ân'ın tespitine göre bunlar, kalben hasta kimselerdir. Hisleri malûl, idrakleri tutarsız, şuurları kapalı, iradeleri de nefsanî temayüllerinin emrindedir. Vicdanî mekanizmalarıyla tamamen meflûç olan bu insanlar, hastalıkları ile o kadar uyuşmuşlardır ki, onları tedavi etmeye kalksanız tepki alırsınız, ilâç verseniz tokat yersiniz, kurtarmak isteseniz hakarete maruz kalırsınız...
Onlarla karşılaştığınızda yer yer kendinizi tam bir mülhit ve münkirle, zaman zaman da bir reybî (şüpheci), bir sofistle (safsatacı, mugalâtacı) yüz yüze gelmiş sanır ve irkilirsiniz. Münafığın bu hastalığı bazen öyle şiddetli bir şüphe, bir kuşku ve bir telâşa dönüşerek dışarıya vurur ki, onun o hâli karşısında ürpermemek elden gelmez. Bu hasta ruh, her zaman fevkalâde bir korkuyla sarsılır; çok defa da içine kapanarak kendine göre mevhum düşmanlar icat eder ve bu mevhum düşmanlar karşısında tir tir titremeye durur. Bazen münafık, her ses ve her sözden irkilir, her hareketi kendi aleyhinde bir tecavüz hamlesi gibi görür, her kıpırdanışı da kendisine karşı bir baskın teşebbüsü şeklinde yorumlar ve bar bar bağırarak etrafında kıyametler koparır. Böylelerinin bu garip görüntü ve ruh hâletleri Kur'ân-ı Kerim'de şöyle tasvir edilmiştir: "Sen onları gördüğünde kılıkları-kıyafetleri karşısında hayrete düşer (ve bunları bir şey zannedersin); konuşmaya kalktıklarında (kendilerini dinletirler), sen de dinlersin. (Ne var ki bu kimseler, ruh dünyaları itibarıyla) içleri bomboş kuru kütükler gibidirler. Her sesten ürker, her sayhadan pirelenir ve her şeyi aleyhlerinde sanırlar." (Münâfıkûn, 63/4). Bazen de o, bir orada bir burada bulunma telâşıyla sürekli kararsız davranır, tereddütlerle dolar-boşalır, her şeyi ve herkesi farklı görür, farklı yorumlar, hiçbir şeye ve hiçbir kimseye karşı güven duymaz. Bu gibi durumlarda eğer güçlü ise, hasım kabul ettiği cepheyi hem kendinin, hem sistemin, hem bütün insanlığın düşmanı gibi gösterir.. gösterir ve değişik vehimlerle, ihtimallerle zihninde mahkum ettiği bu mevhum cephe insanlarını hemen bitirmek veya bitirtmek ister: Çığırtkanlık yapar, iftiraya tezvire başvurur, moda tabiriyle yargısız infazlarda bulunur ve ne yapıp yapıp onların hakkından gelmeye çalışır. Hele bir de medyatik gücü varsa, o ipe-sapa gelmeyen vehim ve kuruntularıyla haftalarca, hatta aylarca kamuoyunu meşgul eder, hem öyle bir eder ki, yığınlar artık başka şey düşünemez hâle gelirler. Eğer güçsüz ve bunları yapabilecek durumda değilse, vehimlerinin bağrında besleyip büyüttüğü o düşman kampı karşısında, riyâdan tabasbusa, tabasbustan da aldatmaya her türlü melânete başvurur, her zaman iki yüzlü davranır -birkaç yüzlü de denebilir-. Ve kafasında kurduğu vehmî cepheler arasında sürekli gel-gitler yaşar, herkese ayrı bir yüz gösterir ve tipik bir yüzsüzlük örneği sergiler. İlâhî Beyan'da onun bu zikzakları ve yüzüp gezmeleri ise şöyle seslendirilmiştir: "Bu hâlleriyle onlar, mü'minler ve münkirler arasında mütemâdî gel-gitler yaşarlar; ne sonrakilerle tam bütünleşebilirler ne de öncekilerle. Her kimi de Allah şaşırtmışsa, artık sen ona çare bulamazsın." (Nisa, 4/142)
Münafığa göre, tek doğru insan kendi, tek doğru düşünce de onun düşüncesidir. Evet ona göre, doğrunun biricik mikyası onun çarpık kriterleri, müşevveş şuuru, endazesiz idraki ve her zaman yanıltan hisleridir. Varlığı ve varlığın perde arkasını böyle bir ruh hâletiyle değerlendiren -bilhassa "temâşâ eden" demiyorum- böyle bir hasta ruh nazarında, her nesne olduğundan çok farklı ve hemen herkes de, kendisinden endişe duyulması icap eden potansiyel bir düşmandır. Evet ona göre, bütün bir fizikî dünya ve onun metafizik buudu, yerleri-gökleri, ayları-güneşleri, yıldızları-nebulaları, dağları-dereleri, ovaları-obaları, bağları-bahçeleri, canlıları-cansızları, insanları ve hayvanlarıyla simsiyah bir fon üzerinde aldatan yalancı ışıklar, ürperten resimler ve ruhlara dehşet saçan görüntülerden ibarettir. O, ruhundaki maraz ve mizacındaki inhiraftan ötürü, âfâkî ve enfüsî her hâdiseyi, sisli-buğulu, tozlu ve dumanlı görür: öyle ki, onun o zifirî düşünce karanlığında, bazen iman ve imanın vadettikleri, Allah'la insanın Hâlık-mahlûk münasebetleri, ruhun ebediyet arzusu ve ukbâ mülâhazaları üzerinde ya hiç durulmaz ya da onun vicdanını saran sis ve dumandan ötürü kat'iyen oldukları gibi hissedilmezler. Bazen de o, irâdî olarak bunları hissetmemek için kendini keyiflere, neş'elere, eğlencelere ve oyunlara salar ve âdeta bütün insanî derinliklere karşı hep kapalı kalmak ister; ister de, dalıverir cismanî zevk ve safâya, şehvete, hevâya ve en derin uykulara.. sonra da kaçar, aklının getirip önüne serdiği realitelerden, mantıkî istidlâl ve istinbatlardan. Vehimlerle oturur kalkar.. sırf kuruntularını yaşar.. ve bu öldüren kâbustan uzaklaşmayı da asla düşünmez/düşünemez.
Münafık nazarında, insanı yükselten gerçek değerlerin ve insanoğlunun Hak nezdindeki konumunun hiç mi hiç önemi yoktur. Onun için varsa da yoksa da zevk u safâ ve her çeşidiyle cismanî arzular: O, yaşamak için yaşar.. en değerli sermayesi olan ömrünü nefsanî isteklerinin ağında tüketir.. hayatını yolda bulmuş bir metâ gibi kullanır.. ölümü ve ötesini kat'iyen düşünmez.. ebedîlik vehmiyle sürekli değişik arzular arkasında koşar.. zevklerinin bulanmasından, bulandırılmasından fevkalâde rahatsızlık duyar.. ve hep keyiften keyfe, neş'eden neş'eye sıçrar durur; sıçrar durur da, bir gün realitelerle, tûl-i emellerini besleyen vehimlerinin delinebileceği endişesiyle tir tir titrer.
Münafık, kendi gibi düşünmeyenleri aptal ve beyinsiz kabul eder ve elinden geldiğince onlardan uzak durmaya çalışır. Meşrû-gayrimeşrû her vesileyi değerlendirir; çalar-çırpar.. haram-helâl demeden yer-içer; sonra da yan gelir kulağı üzerine yatar; yatar da cismaniyeti adına olsun, bunca nimetlerle kendini tanıttırmak isteyen Zât'ı bir kerecik olsun hatırlamaz; O'nu tanımayı, anmayı ve O'na teşekkür etmeyi asla düşünmez ya da düşünemez.. münafık, varlık-eşya-Yaratıcı konularında tutarsız bir yol takip ettiği gibi, insanlarla münasebetinde de fevkalâde bencil, hodgâm ve nefisperesttir: Menfaat ve çıkarlarına dokunabilecekleri vehmiyle bazen, aynı kulvarda koşan herkesi, hatta en yakınlarını bile düşman kabul eder.. ve hemen onlara karşı savaş vaziyetine geçer; "Harp hiledir." mülâhazasıyla entrikalar çevirir.. komplodan komploya koşar.. rakip ve düşman ilân ettiği kimseleri aldatmaya çalışır.. yalan, iftira, tezvir gibi gayriinsanî her yola başvurur.. ve başa çıkamayacağını anlayınca da, hemen taktik değiştirir ve onlardan biriymiş gibi görünmeye çalışır.. mü'minler arasına girer.. kendine onlardan daha iyi bir mü'min süsü verir ve onlarla bulunduğu sürece de, ayrı düşmemeye, farklı düşünmemeye dikkat eder.. hatta onlar üzerinde fevkalâde olumlu hisler uyarır. İnkârcılar arasına dönünce de, açıktan açığa küfrünü ilân ederek, onlardan daha ileri bir tavır sergiler.. hâsılı o, her ortamda farklı bir görüntü ve farklı bir düşünceyle renkten renge girer ve kılık değiştirir durur. Onun bu davranışlarıyla alâkalı Kur'ânî tespit de şöyledir:
"Bunlar, mü'minlerle karşılaştıklarında, 'Biz de iman eden kimseleriz' şeklinde konuşurlar. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında da, 'Emin olun, biz sizinle beraberiz; onlarla sadece alay ediyorduk' derler." (Bakara, 2/14)
Evet işte bu hâliyle münafık, hiçbir zaman kendi olamaz, sâbit bir kimliğe bağlı kalamaz ve bazı cinler ve şeytanlar gibi, her an ayrı bir şekil ve suretle insanların karşısına çıkar. O, hayatını farklı anlayışlara bağlı yaşadığından ötürü de, hemen her cepheye hem yakın, hem de uzak kalmaya ve iki cephe arasında ortak bir nokta bulup orada ayakta durmaya çalışır. Bazen de, böyle müşterek bir nokta bulabilme telâşıyla bir oraya-bir buraya gelir gider.. sezilme endişesiyle korkular yaşar ve sürekli yalpa yapar durur. Bu şekildeki bir seciyesizlik, yaşana yaşana, zamanla onun mahiyetinin bir derinliği, daha doğrusu bir çukuru ve bir uçurumu şekline dönüşerek, onda ikinci bir tabiat hâlini alır.
Aslında her insan, bir hadisin de işaret ettiği gibi, doğarken, imana, itikada açık ve "insan-ı kâmil" olmaya müstaid olarak (İslâm fıtratı üzere) doğar; onun daha sonraki menfî ve müspet şekillenmesini ise, büyük ölçüde, ana-babası veya sosyal çevre belirler. Bu iki güçlü sâikle o, ya "a'lâ-yı illiyyîn"e doğru yürür ya da onca mükemmel donanımına rağmen, baş aşağı "esfel-i sâfilîn"e sürüklenir. Esfel-i sâfilîne sürüklenme, inançsızlıktan, iman etrafındaki şüphe ve tereddütlerden, Allah'tan gafil bulunmaktan, mânâya ve metafizik mülâhazalara karşı kapalı kalmaktan, bir kısım ahlâkî zaaflardan ve cismanî arzulara yenik düşmekten kaynaklanmaktadır. Bu sebep ve sâiklere daha başkalarını ilâve etmek de mümkündür. İlâveye gerek yok, bunlardan her biri bile tek başına, insanı/insanları yere serebilecek güçte bir hastalık âmilidir ve böyle bir virüsü taşıyan kimsenin ayakta kalabilmesi de çok zordur. Bunların bütünüyle yaralanmış ve sarsılmış bir ruhun iflâh olması ise tamamen imkânsızdır. İşte böyle bir talihsiz, gün gelir bütün bütün istikrarını kaybeder.. özünden uzaklaşır.. vicdanıyla tenakuza düşer.. iman ve imana müteallik şeylerden sıkılır.. dinden diyanetten ürker.. kitaba kuşkuyla bakar.. doğruyu gösteren delil ve burhanlardan kaçar.. her gün ayrı bir havada yaşamaya başlar.. "Dün dündü, gelip geçti; bugün bugündür, mutlaka yaşamalı ve keyif çıkarmalı; yarınlara gelince, onlar da cismanî arzulara göre plânlanmalı ve gerisi düşünülmemelidir." der ve her şeyi içinde bulunduğu âna inhisar ettirerek, sınırsızı sınırlandırarak ve genişi de daraltarak, ömrünü bir zamanzede olarak geçirir.
Münafık, ne toplumun ıslâhını düşünür ne de salâha alâka duyar; o, şahsî çıkar ve mutluluğunun -ona da mutluluk denecekse- dışında hiçbir şeyi önemsemez ve gözü hiçbir insanî değeri görmez; evet o, başkalarını düşünmez.. beraber yaşamasını bilmez.. paylaşmaya gelmez.. fedakârlıktan hiç anlamaz.. fazilete güler-geçer.. ve başkalarını yaşatma hissini aptallık sayar.. hatta bazen başkalarının saadetlerinden rahatsızlık bile duyabilir ve onlara karşı kötülükler plânlar.. onlar için hep fesat düşünür, ifsada koşar.. ve kendine ters gelen her şeye ve herkese ne amansız ne imansız taarruzlarda bulunur.. ona insanca davranması ve çevreyi yakıp yıkmaması söylenince de, hemen bir diğergâm ıslahçı gibi gürler ve kendisinin tam bir salâh insanı olduğunu haykırır. Onun bu türlü iki yüzlülüğünü ise Kur'ân şöyle resmeder: "Onlara, 'Yeryüzünde ve insanlar arasında fesat çıkarmayın!' dendiğinde, 'Biz barışçılarız; ve ortalığı düzeltmeden başka bir işimiz de yok.' derler." (Bakara, 2/11). Böyle der, fesadı da, salâhı da çarpıtarak demagoji yapmaya kalkarlar. Aslında hareketlerini kendi çıkarlarına bağlamış bulunan bu hasta ruhlar, kendi menfaatleri çerçevesindeki her şeyi salâh, aksini de fitne ve fesat sayarlar.
Evet münafıklar, bütün işlerini şahsî menfaatlerine bağlamışlardır. Çıkarları öyle davranmayı gerektirdiği bir yerde, rahatlıkla her türlü bozguncuyla anlaşabilir, münkir ve mülhitlere arka çıkabilir ve bir müfsit, bir anarşist gibi davranmada da asla beis görmeyebilirler. Onlar, her konuya nefsanîlik açısından yaklaşır ve her şeyi egoizmaya bağlı değerlendirirler. Ölçüleri bozuk, kıstasları ayarsız, kriterleri de yanlıştır: Akı, kara görür; güzele çirkin der; zulmü alkışlar, zalimle sarmaş-dolaş yaşar; ışığa söver, nura savaş açar; inanıp emniyet insanı olmayı aptallık sayar; hileyi, iğfali akıllılık kabul eder ve her işinde tahribin kolaylaştırıcılığına sığınarak güçlü görünmeye çalışır. Aslında, münafıkların kendi aralarında da sağlam bir birlikten söz etmek mümkün değildir; ama, doğruyu eğri, eğriyi doğru görme, münkeri mâruf, mârufu da münker bilme ve ehl-i imana karşı mütemadî kin duyma tabiatları, muvakkaten de olsa onları bir araya getirebilir. Ne var ki, böylesi bir beraberlik, kat'iyen kalbî bir beraberlik değildir; aksine onlar, duyguları ve düşünceleri itibarıyla hep bir dağınıklık örneği sergilemektedirler.
Münafıkların, iman, emniyet, tevekkül ve teslimiyet konularındaki tenakuzları da diğer çelişkilerinden farksızdır. Onlara iman deyince, "Şu aptalların inandığı gibi mi inanacağız?" derler. Böyle bir karşılık vermede Müslümanları hafife aldıkları açıktır. Ancak, onlar böyle bir mukabele ile, kendilerince daha farklı bir inanma şekli olabileceğini vurgulamak istemektedirler: Evet onlar, aydındırlar, imanları, din telâkkileri ve İslâmî anlayışları da farklı olmalıdır (!) Onlar hakikî dindar (!), dinin emirlerini kemâl-i ciddiyetle yaşayanlarsa dinci -o da ne demekse!-, onlar samimî, her işinde Allah'ın hoşnutluğunu takip edenlerse istismarcıdırlar. Bu itibarla da onlar, dinî anlayış ve İslâmî telâkkilerinde kat'iyen başkalarıyla aynı seviyede olmazlar. Böyle bir eşitlik, onlar için zül, onların o modern "kast" anlayışları açısından da kendilerine hakaret ihtiva etmektedir. İşin doğrusu bunların, imanla da, tevekkülle de, teslimiyetle de alâkaları yoktur ama, açıktan açığa "inanmıyoruz" demeye cesaret edemediklerinden ötürü bu kabil demagojilere sapmaktadırlar.
Hâsılı münafıklar, güçlü kuvvetli olup fırsat da bulunca, açıktan açığa millî ve dinî değerlere karşı savaş ilân ederler. Zayıf düştükleri ya da toplumdan tepki alabilecekleri durumlarda da, bir yandan akla-hayale gelmedik sinsi komplolarla düşmanlıklarını devam ettirirken, diğer yandan da, imandan, İslâmiyet'ten bahisler açarak dinin istismar edildiğinden dert yanar ve "Biz de mü'miniz, hem de hakikî mü'min." demeyi ihmal etmezler. Ancak böyle demeleri de fazla uzun sürmez. Kendileri gibi düşünenlerle baş başa kalınca, "Biz temelde sizinle beraberdik ama, inananlarla alay ediyorduk." -bu da yine Kur'ân'ın tespitidir- der ve çıkarlar işin içinden.
Kur'ân, nifak çizgisi üzerinde daha geniş durur. Ancak, şimdilik biz böyle bir makalenin istiâp çerçevesinde kalarak, ondan pek az alıntıyla iktifa ettik. Küfür gibi nifakın da bütün hususiyetleriyle anlatılması koca bir mücellet ister. Onu da uzman araştırmacılar yapabilir.
Sızıntı, Temmuz 2000, Cilt 22, Sayı 258
.
Ölümün Hatırlattıkları ve Ötesi
İnsanoğlu, ölmek için var olur, dirilmek için ölür ve ebediyeti duyup yaşamak için de dirilir. Bir bir gelinir bu dünyaya.. bir bir yürür herkes bu upuzun hayat yolunda.. onca müştereklere rağmen herkes kendi kaderiyle oturur-kalkar.. kendi kaderini yaşar ve programlandığı çerçevede, daha sonra bir başka hayatı duyup yaşamak için arkasına bakmadan yürür ebediyete.
Evet insan, dünyaya daha ilk adımını attığı andan itibaren, onun için geriye sayma başlamış demektir. Hatta embriyolojik sürecin mebdei, bir mânâda onun için sonun başlangıcı sayılabilir. Çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemleri bu vetirede sadece birer konaktırlar. İnsan nasibi ölçüsünde ya bu konakların hepsine uğrar ve bir süre misafir olur veya yürüyen bir trenden dışarıya atılıyor gibi, ümit edilen menzile ulaşılmadan, herhangi bir meçhul noktada, kendisine cebrî bir çıkış verilir ve onun için dünya ile alâkalı her şey biter. Her gün bu kabil hâdiselerle, duyguları delik deşik ve düşünceleri allak-bullak yolculuklarını devam ettirenler ise, son durak mülâhazası veya gerçekten O'na yaklaştıklarından ötürü, sürekli ense köklerinde yokluğun sopsoğuk elinin dolaştığını sanır, onun rengiyle sararır, her an sürpriz bir bitişin şokuyla tir tir titrer, hazan yemiş yapraklar gibi sarsılır ve her zaman kendilerini amansız bir çözülüşün pençesinde hissederler.. ederler de, günler, haftalar, aylar ve yıllar ilerledikçe, daha bir artan hafakanlarla kıvrım kıvrım kıvranır, işittikleri her seste ölüm ağıtlarından nağmeler dinler ve ruhlarındaki cehennem zakkumunu besleyen esintiler ölçüsünde, her gün birkaç defa ölür ölür dirilirler.
Mevsim dönüp de hayatın sonbaharı gelip çatınca, âdeta her şey ve herkes tarafından terkedildiklerini hisseder.. bütün varlığın kendilerine arka çevirip onları yalnızlığa attığını sanır.. dört bir yanın poyrazla inlediğini duyar gibi olur ve hazanla sararıp düşen her yaprakta kendi makûs kaderlerinin yazılarını okur.. çığlıklarını dinler, inkisarla iki büklüm olur.. buruklaşır.. ve hele ötelere inançları da yoksa, ruhlarının alacakaranlığında hayatlarının gurûp sonrasını tahayyülle sürekli yutkunur ve ölüm terleri dökerler.
Artık, ne çevrelerinde neş'eyle köpüren hayat, ne varlığın rengârenk güzellikleri, ne kuş cıvıltıları, ne ırmak çağıltıları, ne koyun-kuzu meleyişleri, ne de tabiat meşherinin o temâşâsına doyulmayan manzaraları onlara hiçbir şey ifade etmez.. etmez ve onlara göre artık her ses bir ölüm ağıtı.. her güzel manzara plastize bir hüzün paketi.. her doğum, bir ölüm referansı ve doğumlar ölümlere emanet.. her sevinç de bir aldanmışlık ve teselli mırıltısıdır. Bunların iç dünyalarında elemleri elemler kovalar, kâbuslu rüyalarda olduğu gibi gönülleri ve dilleri sürekli korkulara takılır, "kem-küm" eder. Her zaman bakışları bulanık, başları dumanlı, yaklaşan sonun şokuyla hezeyandan hezeyana sürüklenir ve daha mezara girmeden hep kabrin sadefleşmiş kemikleri arasında yılanlarla-çıyanlarla âdeta saklambaç oynarlar. Yer yer burunlarının yokluğa değdiğini ve ufalanıp toz-toprak haline geldiklerini hisseder ve her biri ayrı ayrı kendi kaderinin ağında "Keşke anam beni doğurmasaydı!" der, inler.
Gönüllerini imanla donatmış ve kalblerinin balansını ötelere göre ayarlamış "İman hem nurdur, hem kuvvettir, hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir." duygu ve düşüncesiyle tam bir metafizik gerilim içinde bulunanlara gelince; onlar, çocukluklarını bir zevk zemzemesi içinde duyar ve her zaman var olma şevkiyle haykırır.. gençliklerini Yusuf gibi birer iffet ve irade kahramanı olarak disiplinlerle geçirir.. olgunluk çağlarını arkadan gelenlere örnek olabilecek davranışlarla süsler ve yollardaki reflektörler gibi sürekli düz yolda yürümenin lâzım geldiğini vurgular.. yaşlılık dönemlerini de "ulü'l-azmâne" bir kararlılık, ciddiyet içinde ve nebîleri hatırlatan bir itminanla, Cennet koridorlarında seyahat ediyormuşçasına inançla, azimle ve ümitle sürdürürler.
Başkalarının kaybetme hezeyanlarıyla çıldırıp durduğu, en amansız gibi görünen demlerde, onlar, her zaman imanlarının, ümitlerinin meyvelerini devşirir ve bütün hassasiyetleriyle burada var olmanın, ötede de ebedî kalmanın neşvesini duyar ve âdeta ömürlerini bir şiir, bir hayal ikliminde yüzüyor gibi geçirirler. Öyle ki, Allah'a ve ötelere imanın herhangi bir faslı, herhangi bir ifadesi karşısında, sihirli balonlarla, fezanın sonsuzluğunda ötelere yürüyor gibi ruh-efzâ bir seyahat yaptıklarını sanırlar. Kendini duygularının, düşüncelerinin büyüsüne kaptırma ölçüsünde her inançlı ruh, şöyle ya da böyle cismaniyetten uzaklaşıyor ve ruhanîliğin enginliklerine açılıyor gibi olur ve ötelerin tasavvurları aşkın bütün romantizmini birden duyar.
Evet, her imanlı gönül, varlığın, her zaman güzelliklerini temâşâ ettiğimiz şu esrarlı meşherinde ne harikalara, ne harikalara şahit olur!. Ne büyülü sesler duyar!. Ne aşkın şeylerle yüz yüze gelir!. Gelir de yol boyu, kendisini selamlayan nice güzelliklerden iltifat görür.. nice ses hevenkleriyle büyülenir, kendinden geçer ve âdeta rüyalarda olduğu gibi, her gördüğü, her duyduğu, her düşündüğü şeye çarçabuk ulaşır ve kendini sürekli bir zevk çağlayanı içinde hisseder.. hisseder ve ömrünün bitmesini kat'iyen istemez.. dünyaperest ruhlar gibi değil; varlığın tenteneli perdesinin arkasındaki hakikî güzelliklere, Güzeller Güzeli'nin cemalinin değişik dalga boyundaki tecellilerine vurgun olduğundan dolayı ömrünün bitmesini istemez.
Daha doğrusu bunlar, ötekilerin, o dünyalarını karartan ruhlarındaki Cehennem zakkumuna bedel kalblerindeki iman çekirdeği sayesinde kendilerini her zaman, âhiret âlemi ve onun zevkle tüllenen manzaraları ile yüz yüze, Cennet ve onun Hakk'ı temâşâya açık yamaçlarında tenezzühde sanır ve bir bakıma, fiziği-metafiziği, dünyayı-ukbayı, ruhu-bedeni bir bütün hâlinde duyar ve yaşarlar.
Gün gelip de öteler perde aralayınca, düşüncedeki Cehennem tohumu, kapkaranlık bir kâbus gibi her yanda kendisini hissettirir.. mağmalar gibi köpürür ruhlara korkular salar.. bir sis, bir duman gibi bütün ufukları kaplar.. azap olur canları yakar.. musibet olur sağanak sağanak yağar.. ve tabiî gönüllerdeki tûba-i Cennet çekirdeği de dal-budak salar.. bağrında göğerip geliştiği gönüllere tebessümler yağdırır, revh u reyhanla tüllenir.. yapraklarına tutunanları sırlı asansörler gibi huzura, emniyete, rıdvana ve ebediyete taşır.. Cennetle buluşturur, Hak Cemali'nin temâşâ edildiği ufka ulaştırır. Hâsılı her iki zümre de sînelerinde taşıdıkları çekirdek ve tohumun inkişafıyla vicdanlarında icmâlen duydukları şeyleri, tafsilen ve fiilen görüp-yaşayacakları ayrı bir buuda intikâl eder de her şeyi ayan-beyan görmeye başlarlar:
Evet, hele "Sûra üfürüldü mü, işte o gün çok çetin bir gündür; (bilhassa) kâfire (hiç de) kolay değildir." (Müddesir, 8-10) Ya o "Göklerin yarılıp parçalandığı, cehennemin köpürüp alevlendiği ve Cennetin yaklaştırıldığı an, her nefis, dünyada ne hazırlayıp oraya sunduğunu (mutlaka) bilecektir." (Tekvir, 11-14)
"(İşte) O gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçar (kaçar; çünkü) o gün herkesin, başından aşkın bir işi var.. yüzler vardır o gün parıl parıl, gökçek ve sevinçle mütebessim.. yüzler de vardır, karanlık ve toz-toprak bürümüş, işte onlar kâfirler ve mücrimlerdir." (Abese, 34-42)
"Şüphesiz kâfirler için zincirler, bukağılar ve çılgın alevler hazırladık. İyilikle oturup kalkanlara (gelince, onlar) kadehlerle kâfûr karışımı (kevserler) içerler." (İnsan, 4-5)
Arzın darmadağınık olup, yıldızların bağı kopmuş tesbih taneleri gibi sağa-sola savrulduğu o dehşetli gün, dimağlardaki Cehennem tohumu ve gönüllerdeki Cennet çekirdeğinin ayrı bir inkişaf faslıdır: Evet bir yanda: "Hayır hayır! Yer çarpılıp paramparça olduğu, meleklerin saf saf (olup durduğu) ve cehennemin getirildiği o gün (evet işte o gün) insan her şeyi anlar (anlar ama) onun için (artık anlamanın) ne yararı var ki? (O) keşke bu hayatım için (bir şeyler hazırlayıp) gönderebilseydim, der.. artık O'nun azabı gibi kimse azap edemez ve O'nun gibi kimse zincire vuramaz." (Fecr, 21-26) Ürperten bir tablo; diğer yanda da: "Ey itminan içindeki nefis! O senden, sen de O'ndan râzı olduğun hâlde dön Rabbine! (Dön) kullarım arasına katıl ve Cennetime gir!" (Fecr, 27-30)
Nimetlerin bayıltan güzellikleri, musibetlerin ürperten çirkinlikleri ve yol boyu, tûba-i Cennetin üfül üfül esintileri, cehennem zakkumunun da sam yeli gibi iliklere işleyişi hissedilir: "O gün nice yüzler ışıl ışıl ışıldar ve Rabbi'ne bakar; nice yüzler de vardır ki, ekşir, asıklaşır ve belinin kemiklerinin kırılacağını sanır; (sanır ve iki büklüm olur)." (Kıyame, 22-25) İkincilere: "Haydi yalanladığınız şeye doğru yürüyün! Yürüyün, gölgesi olmayan ve alevden korumayan üç buudlu (katmerli) cehennem karanlığına! O karanlık, ulu ağaçlar gibi kıvılcımlar salar. O (kıvılcımlar) kalın urganlar gibidirler. O gün Hakk'ı yalanlayanların vay hâline!." (Mürselat, 29-34) Birincilere de âdeta tebrikler yağdırılır ve: "Şüphesiz müttakiler gölgeler (altında), çeşmelerin yanında ve iştihalarının çektiği meyvelerin başındadırlar. (Onlar) amellerinizin mükâfatı olarak afiyetle yeyin, için!. İşte biz iyilik edenlere böyle karşılık veririz." (Mürselat, 41-44) müjdeleriyle karşılanırlar.
Evet "Vadedilen (o büyük) hakikat gelip çatınca, küfredenlerin bakışları donakalır. 'Vah bize! Biz bundan gâfilmişiz; daha doğrusu biz zâlimlerin ta kendisiymişiz.' (derler ve onlara) siz ve Allah'tan başka bütün taptıklarınız cehennemin yakıtlarısınız ve oraya döküleceksiniz denir." (Enbiya, 97-98) "Kendilerine tarafımızdan saadet vadedilenler ise, işte onlar, cehennemden uzaklaştırılmışlardır. (Öyleki) cehennemin hışırtısını bile duymazlar. Onlar, canlarının istediği nimetler içinde ebedîdirler. En büyük korku bile onları tasalandırmaz.. ve melekler onları: 'İşte bu, size vadedilen sizin gününüzdür.' (muştularıyla) karşılarlar." (Enbiya, 101-103)
Müttakiler, bir de kitaplarını sağdan alma sevinciyle coşar, neş'e çığlıkları atar ve şükranla iki büklüm olurlar: "Kitabı sağdan verilen: 'İşte alın, okuyun bu kitabı! (Zaten) ben böyle bir hesapla karşılaşacağıma inanıyordum.' der. Ve artık o, hoşnut olacağı bir yaşayış içinde, (meyvelerin) salkımları (burnunun dibine) kadar yaklaşmış Cennettedir. Ve onlara: Geçmişte yaptığınız amellere karşılık, afiyetle yeyin, için, denir. Kitabı soldan verilenler ise: 'Âh keşke, bana bu kitap verilmeseydi! Keşke hesap nedir bilmeseydim!. Ve keşke ölüm işimi bitirmiş olsaydı! Malım hiçbir işe yaramadı. Güç ve hâkimiyetim yok olup gitti." (Hâkka, 19-29) der hasretle inler.
Artık "Mücrimler, şaşkınlık ve azap içindedirler. O gün (onlar) yüzükoyun sürüm sürüm ateşte sürüklenirler; (sürüklenirler de onlara): 'Tadın ateşle teması!' denir." (Kamer, 47-48) "Müttakilere (gelince) cennetlerde, ırmakların başında, Kudreti Sonsuz Melik'in nezdinde, sıdk makamında (birer yâd-ı cemil)dirler." (Kamer, 54-55)
Bir yandan gözlerin görmediği, kulakların işitmediği nimetlerin sağanak sağanak yağması, diğer yandan da cehennemin gayızla gürleyip öfkeyle köpürmesi ve mazhariyetlerine imrenilecek, istihkaklarından ürperilecek insanlarla her şey ebediyete akar durur: "Takvâ erbabına geleceğin en güzeli vardır: Adn cennetleri, ardına kadar kapıları açılmış, (onlar da, bu cennetler içinde) tahtlara yaslanmış olarak (çeşit çeşit) meyveler ve içecekler isterler. Yanlarında da, gözleri eşlerinin üzerinde, dilberler vardır." (Sâd, 49-52) "(Orada) azgınlara da en kötü bir azap (söz konusudur): Gider cehenneme yaslanır; o ne kötü bir istirahat döşeğidir! Tadıp duymaları için (onlara) kaynar bir su ve bir de irin (verilir), bu türden daha çift çift azablar..." (Sâd, 55-58)
Kimileri ferih fahûrdur. Değişik mazhariyet ve iltifat sağanakları karşısında; kimileri de buruk, ekşi ve hezeyan içindedirler: "Defterini sağdan alanlara gelince, nereden bileceksin ki, (o büyük mazhariyeti)?. Onlar dikensiz sedir ağaçları, salkım salkım muzlar arasında ve upuzun gölgeler altında çağlayıp duran ırmakların başındadırlar." (Vâkıa, 27-31) "Kitabını soldan alanlara gelince, nereden bileceksin ki (o korkunç mahrumiyeti)?. Onlar iliklerine kadar işleyen kaynar bir su içinde, serinlik ve rahat vadetmeyen kapkara bir dumanın gölgesinde (bekler dururlar); zira onlar dünyada, şımarıklık içinde, günahlarda hep ısrarlı idiler." (Vâkıa, 41-45)
"(Artık) o gün, cennetliklerin ebedî kalacakları yer en hayırlı bir yer, dinlenecekleri makam da en güzel bir makamdır." (Furkan, 24) Gönüllere akan zevkleri yudumlar ve kendi kendilerine: "Bizden üzüntüyü gideren Allah'a hamdolsun! Şüphesiz bizim Rabbimiz, günahları bağışlayan ve şükürlere de karşılık verendir. O'dur ki, bizi böyle bir makama yerleştirdi.. bir makam ki, (insana) ne yorgunluk ârız olur ne de usanç gelir." (Fatır, 34-35)
Sızıntı, Ocak 1997, Cilt 18, Sayı 216
.
Çoğu kimse ölüme, her şeyin sona ermesi, bir yok olma, bir inkıraz, bir çözülüp dağılma ve topraklaşma nazarıyla bakar ve kat'iyen onunla yüz yüze gelmeyi arzu etmez. Hastalık, yaşlılık, harb u darp, trafik kazaları ve deprem gibi ölüm sebebi sayılan hâdiseler zuhur ettikçe, o da tir tir titrer; kabrin yalnızlık ve vahşetini düşünerek ürperir ve hayatını tahammül edilmez bir azaba çevirir.. evet böylelerine göre, insan ölünce her şey biter. Ceset toprağa dönüşmek üzere ebedî istirahatgâhına tevdî edilir. Her şey ve her yer yokluğun karanlığına gömülür; şâirin ifadesiyle: "Artık güneş görünmez olur, rahatça dal, ölüm sonu gelmez bir uykudur." Ebed için yaratılan, ebede namzet bulunan bir insanın böyle bir telâkki ile ne kadar muzdarip olacağı açıktır. Böyle bir ebed arzusunu, vicdanını dinleyen biri: "Bütün dünya benim olsa, gamım gitmez, nedendir?" diyerek seslendirir ki, üzerinde durulmaya değer.
Oysaki ölüm, bir yok olma, bir inkıraz, bir çözülüp dağılma, bir hiçlik, bir tükeniş olmadığı gibi, kabir de bir topraklaşma çukuru, bir yalnızlık ve vahşet hücresi değildir. Ölüm, yaratılırken belli bir plân, program, hikmet ve maslahata göre yaratılan insanın, yine bir plân ve programa bağlı olarak bir buuddan başka bir buuda intikali, bir hâl değişikliği geçirmesi, amellerinin ürünlerine göre farklı bir sürece girmesi ve neticede vatan-ı aslîsine dönerek, inanç ve davranışlarının belirleyiciliği ile tabiî, müstakim ruhların iç içe vuslatlar koridoruna girip, Yaratan'la "bî kem u keyf" yüz yüze gelip görüşmeye yürümesi ve rıdvan yudumlaması demektir. Keza kabir de, görülüp zannedildiği gibi karanlık bir kuyu, yoklukla muhat bir çukur ve tecrid odası değil, aksine, aydınlıklara açılan bir kapı, insanı nûrânî âlemlere taşıyan bir koridor ve ruhun ötelere yükselmesi adına bir rampadır. Hazreti Şâhid-i Ezelî karşısında resmigeçit vazifesini tamamlayan veya asker olarak bulundukları bu dünyada engin bir hizmet şuuruyla imanlarını ibadetlerle, ibadetlerini de ihsanla derinleştirip ebedî bir mutluluğa tam hazırlanmış olanlar yürürler bu koridordan gözlerin görmediği, kulakların işitmediği tasavvurları aşkın saadetlere.
Evet ölüm, bizim için, her zaman ruhun dolaşıp durduğu çok buudlu bir mekâna ve çok derinlikli bir zamana, kulluk vazifesinden terhis mânâsına, Cenab-ı Hakk'ın "Haydi şimdi bütünüyle bana gel!" demesinden başka bir şey değildir. O'nu gönülden tanıyıp sevenler için bu "gel" deyişin üslûbunda öyle bir iltifat ve öyle baş döndürücü bir teveccüh vardır ki; "Ey gönlü itminana ve huzura ermiş ruh! Sen O'ndan, O da senden razı olarak dön Rabbine.! Katıl has kullarıma ve gir Cennetime!" şeklindeki çağrıyı alan ruh, bir dakika bile burada kalmak istemez. Zira bu çağrının mânâsı, dünyanın sıkıntı, dağdağa ve boğucu havasından sıyrıl.! Yitirdiğin Cennet'e ve ruhun asıl yurduna dön, demektir. Ölümü, bu mânâda bir iltifat çağrısı kabul edenler, dünyaya gelişi bir memuriyet ve askerlik, ondan ayrılışı da bir terhis, bir ikinci doğum ve bir ebedî varoluşa uyanma şeklinde anlar ve merdane yürürler kabre doğru. Azrail arkadaşlığını, İsrafil dostluğuyla bir bilir, Allah'a yürüme ânının her lâhzasını Cebrail rehberliğinde miraca yükseliyor gibi zevk ederler. Aslında mü'min, ölüp mezara gömülmeyi, sümbül vermek için toprağın bağrına saçılan bir tohum ve insan olmaya koşan bir sperm gibi görür.
Hangi tohum vardır ki, toprağa atılmış da başağa yürümemiştir.! Hangi sperm vardır ki, "rahm-i mâder"e düşmüş de, orada yokluğa mahkûm olmuştur! Allah, insanı kendi ruhuyla şereflendirmiş ve onu bir ebediyet üveyki olarak donatmıştır. Ceset çürüyüp dağılsa da ruh, O'nun varlığının gölgesinde ebedlere kadar yaşayacaktır. Zaten canı, Can Sahibi'nin aldığını bilenler için ölüm âdeta bir baldır, bir kaymaktır. Onlar için ölüm ve mezar bir perde; bitmeyen bir cümbüş vardır, o da az ilerde. Daha şimdiden onlar, imanları, inanç zenginlikleri ve mârifet ufukları ölçüsünde gönül dünyalarında Naîm Cennetleri'nin en mûtena yerlerinde karşı karşıya oturmaktadırlar mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerinde.. döner durur çevrelerinde çelik-çavak gençler, ellerinde kevserlerle köpüren testiler, sürahiler, kadehler... Onlar, ne bir baş ağrısı duyar ne de sarhoşluk hissederler.. ve tercihi kendilerine ait, başlarının üstünde istedikleri kadar meyveler... Canlarının çektiği kuş etleri, sadefleri içinde inciler gibi el değmemiş elâ gözlü eşler.. dal bastı kirazlar.. salkım salkım dolgun muzlar.. uzayıp giden gölgeler.. şakır şakır çağıldayan sular.. ardı arkası kesilmeyen ve yasakla sınırlandırılmayan meyveler... (Bu yaklaşık mealler, Vâkıa'dan.) Her zaman iyiliğe kilitlenmiş bu insanlar "salarlar kendilerini öyle koltuklara ki, orada ne güneş sıcağı görürler ne de zemheriri.. Cennet ağaçları salar gölgelerini her yandan üzerlerine.. ve meyveleri devşirilmeye hazır sarkmıştır burunlarının dibine." (Bunlar da, İnsan Sûresi'nin bir-iki dar meali.) "O gün mutlulukla tüllenen öyle yüzler vardır ki, emeklerinin neticeleriyle lütuflandırıldıklarından ötürü o yüksek Cennet'te tam bir hoşnutluk içindedirler.. ve bulundukları yerde boş söz de işitmezler... Orada fışkırıp akan kaynaklar, (oturmaya müsait) yüksek kanepeler, içmeye hazır (dolu) kadehler, yaslanılacak yastıklar ve nefislerden nefis döşemeler vardır." (Gâşiye'den bir kırık meal.) "İşte bunlar, mükâfatları, içinde devamlı kalacakları altından ırmaklar akan Adn Cennetleri'dir. (Dahası) Allah onlardan, onlar da Allah'tan hoşnutturlar ve bu rıza makamı da, sadece Rabbi'ne karşı saygılı ve haşyet içinde bulunanlara mahsustur. (Beyyine'den incelikleri düşünülmeden alınmış ayrı bir meal.) Evet, "Bunların mükâfatları, Adn Cennetleri'dir; girerler oraya kollarında altın bilezikler, süslenmiş olarak incilerle ve elbiseleri de ipektendir. (Girerken de) 'Hamdolsun, bizden her türlü tasayı, kederi gideren Allah'a; doğrusu Rabbimiz Gafûr'dur, yarlığar hepimizi; Şekûr'dur, yaptıklarımızın kat katıyla mükâfatlandırır bizi' derler."(Fâtır'dan kısa bir alıntı.)
Eğer, sırf cismaniyet adına dahi olsa, ölümün arka yüzü bu ise, bu ten kafesinin parçalanıp dağılmasına ağlayıp inlemek değil, bizi dar bir zindandan, genişlerden geniş bağlara bahçelere alıp götürdüğü için sevinmeliyiz; sevinmeliyiz zira, gönüllerimizde kendini hissettiren ve rüyalarımızın menfezleriyle her gece ruhlarımıza tebessümler yağdıran o büyülü ve baş döndüren âlemin biricik köprüsü var. O da ölümdür; O'nun emri ve izni dairesinde gelen ölüm... Ölümün hakikatini kavramış gönlü imanla, duyguları da aşk ve heyecanla köpük köpük bir muhabbet kahramanı bin can ile koşar Sevgili'ye. O'na kavuşunca da, dünyevî benliğiyle şekerler gibi erir ve şerbete dönüşür. Farklılaşır ve uhrevîlerin letâfetine ulaşır... Rûhânîlerin "hay-huy"u ve meleklerin kanat sesleriyle banyo yapar. Başkalarının, nefsânî kirleriyle çevrelerinde tiksinti uyardıkları bitevî ve tulûu, gurûbu olmayan kederlerle yoğrulduğu kesintisiz bir zamanda o, gül gibi elden ele dolaşır ve uğradığı her yerde misk ü amber gibi koklanır. Can Hükümdarı da, ona başları döndüren, gözleri kamaştıran ebedî sultanlıklar bahşeder.. onu her zaman yeni yeni teveccühlerle iltifatlandırır.. hususî muamelelerle ağırlar.. Cemaliyle ufkunu aydınlatır.. hoşnutluğundan besteler dinletir ve ruhuna kâse kâse güzellikler içirir. Var olmayı ganimet bilip değerlendirmiş bir mârifet eri; imanı ve aşk u şevki ölçüsünde âhiret pazarının her menzilinde incilerin, elmasların gördüğü teveccühü görür; hayatını suiistimal edenlerin, zifiri karanlıklarda ürkek ürkek dolaşmasına karşılık o, hep ışık görür, ışıklarla hasbıhal eder; ışık atmosferinde sabahlar ve akşamlar; ışık yudumlar ve ışıklar içinde sermest dolaşır; onun ufkuna asla gece uğramaz ve onun mağriblerini kat'iyen gurublar karartamaz. Otağını böyle bir ufka kuran bahtiyar, hemen her zaman insanî duygularının yaratılışına gaye teşkil eden şahikalarda dolaşır; irade ufkundan şuur zirvesine, şuur zirvesinden kalb arşına yükselir ve yükseldiği her burçta kendini ayrı bir mevhibe sofrasının başında bulur ve ayrı bir temâşâ zevkinin vecdini yaşar. Bunlar idrakleri aşkın öyle lütuflardır ki, bir kısmını dünyada bazı gönül erleri duysalar da, tamamını yaşayıp hissetmek âhirete mahsustur.
Bu hususiyete mazhar olacak bir mü'min, hiçbir petekte bulamayacağı balı, hiçbir yerde elde edemeyeceği kaymağı, orada dili damağı arasında bulur. Bu bildiğimiz göklerin ve yerlerin bulunmadığı o sihirli dünyada her şey, bütün o feyizler ve güzellikler kaynağı etrafında sabahlar-akşamlar; sadece O'nu görür, O'nu bilir, O'nu duyar ve O'nun câzibesiyle kendi mahiyet çizgisinin üstüne yükselerek, O'nun varlığının ziyasına bağlanır ve pâr pâr parlamaya başlar.. ve "Bir şûlesi var ki şem-i cânın/Fânûsuna sığmaz âsumânın" (Gâlib) hakikatinin mücessem bir misali olur.
Eğer bütün bu mazhariyetlere ölüm köprüsünden geçilerek ulaşılabiliyorsa, bence ölüm insanın en tatlı emeli olmalı.. ama hayata çağrı ve ona mazhariyet bize ait olmadığı gibi, ölümü arzu etmek ve istemek de bizim hakkımız değildir. Yaratan çağırınca severek O'na koşarız; "Hele az daha durun!" dediğinde de, vuslata karşı sabır mülâhazasıyla dişimizi sıkar dayanırız.
Sızıntı, Mart 2000, Cilt 22, Sayı 254
.
Ruh Ufku ve Metafizik Düşünce
Yıllar var ki bu ülkede, ruh da ruh ufku da sürekli anlamsız görülmüş hatta hafife alınmış ve horlanmıştır. Bilhassa bir kısım müstağriblerle, bazı inkılâpçı geçinenler "değişim" ve "dönüşüm" adı altında, varlık ve bekâmızın özü, esası sayılan metafiziği de, ruhu da, ruhun getirdiklerini de her zaman küçümsemiş ve bütün bunlara düşman kesilmişlerdir.. düşman kesilmişlerdir; zira bunlar, ne ruha ne de ruh ufkuna dair hiçbir şey bilmemektedirler. Aslında, her şeyi maddeye irca ederek muhakemelerini hep fizik endeksli sürdürmek isteyenlerin, ne ruhu, ne metafiziği, ne de manevî olanı görmeleri mümkündür. Ruhu, manevî olanı görmeleri bir yana, çağdaş pozitivistler, rasyonalistler kadar olsun, bunların maddeyi ve eşyayı görüp değerlendirdikleri dahi söylenemez.. evet bunlar, tasavvur ve tasarıları itibarıyla olabildiğine sathî, mantık ve muhakemeleri cihetiyle fevkalâde sığ; üslupları açısından da hep çocuksu ve hırçındırlar.. akılları ihsas dünyalarıyla sınırlı; ilhamları madde ile çevrili; düşünce ufukları da olabildiğine dar ve tek buudludur.
Ruh, mânâ ve metafizik, bizden, ihsaslarımızı aşkın ve içgüdülerimizin ötesinde daha engin ufuklar istediği için, bir kısım maddeci banalların bunları anlayamayacağı, dolayısıyla da bunlardan hoşlanmayacağı muhakkaktır. Diğer bir yaklaşımla bu, ruh ufkunu, metafiziği anlamayanların düşünce çizgisini aşağıya çekmek gayretlerinden de kaynaklanabilir. Evet, bu küçük insanlar, ruhu, mânâyı, metafiziği devreden çıkarınca, kendilerine entel görünme fırsatı doğacaktır. Bunların sürekli; çoktan Avrupa'da ruh ufkunun da metafizik düşüncenin de kaldırılıp bir kenara atıldığından dem vurmaları, işin içyüzünü bilmeyen kitleler için, her zaman bir aldanma ve kayma vesilesi teşkil edebilir; hatta fanteziye açık bir kısım hercâi gönüllere müessir de olabilir. Ancak, bugünkü Batı'nın oluşumunda önemli bir esas sayılan bilim düşüncesi -temelde maddeciliğe müesses olsa da- hiçbir zaman ruh, mânâ ve metafiziğe karşı bütün bütün kapanmadı. O, her zaman, ruh ve mânâ mazmununu, pozitivist ve rasyonalist felsefe ile tam telif edemese de ne Eflatuncu düşünceden tamamen uzaklaşabildi, ne Paskal ve S. J. Jean'ı görmezlikten geldi, ne de Bergson'un metafizik dünyasından uzak kalabildi.. evet hemen her dönemde bu türden düşünce ve ilim adamları, hep bugünkü Batı'nın oluşumunda birer temel unsur olarak vazife görmüş ve nâzım rol oynamışlardır. Oysaki, bizdeki "değişim" ve "dönüşüm"lerde ruh ve mânâ ufku bütün fakülteleriyle eski bir metâ imiş ya da anlaşılmaz bir kısım paradokslardan ibaretmiş gibi ya kaldırılıp bir kenara atılmış veya tahkir ve tezyif edilerek "ilericilik", "aydınlık", "Batıcılık" gibi bir zümre tarafından kutsanan mevhum ve izafî değerlere kurban edilmişlerdir. Hem de yerlerine hiçbir şey konmadan kurban edilmişlerdir.
Eğer ruh ufku varlığın perde arkasına açılma ve metafizik de varlığı bir küll hâlinde ele alıp değerlendirme ise -ki genelde öyle olduğu kabul edilmekte- o olmadan ne varlık ve hâdiseleri kendi çerçeveleri içinde, hakikatlerine uygun olarak yorumlayıp seslendirmek, ne de kâinatın özünü, Yaratıcı'yla alâkasını ve bizim O'nunla münasebetimizi idrak etmemiz mümkün olacaktır; zira kâinat ve onun ruhunu bilmek, hele bu bilginin pratikte neye yaradığını kavramak, bilimin ortaya koyduğu esaslar içinde, farklı branşlara göre, ayrı ayrı usûl ve metodlarla tahlil ve tetkik etmekle bu birbirinden kopuk bilim parçacıkları kat'iyen bize beklediğimiz neticeyi vermeyecektir.. beklediğimiz neticeyi vermesi bir yana; varlığın mânâ ve muhtevası bütün bütün kaynayıp gidecek ve tetkike aldığımız eşya, karşımızda bir kısım cansız resim ve şekillerden ibaret kalacaktır. Onun için biz, varlığı ruh ufkuyla duymayı ve metafizik bir mercek altında temâşâ etmeyi, onu bütün buudlarıyla görmenin ve değerlendirmenin biricik yolu olarak görüyor; böyle bir yolu ihmal etmeyi de, mantığı tâkatinin üstünde işleri yorumlamaya zorlama; aklı, mahsusât fanusu içine hapsetme ve muhakemeyi de duyular dünyasıyla sınırlandırma sayıyoruz ki, kendimizi dinleyebildiğimiz, ruhumuza kulak verdiğimiz ölçüde, vicdanlarımızın buna isyan ettiğini duyacak, mantık ve muhakemelerimizin bize başkaldırdığına şahit olacağız...
Bugüne kadar hemen her büyük düşünce akımının temelinde metafizik ve ruh ufkunun müessiriyeti mutlaka söz konusudur. Bütün eski dünya, Samilerden İbranilere, Aramilerden Turanilere, Tevrat'tan Vedalara, Upanisatlardan Avestalara ve Gatarlara, yeni dünya, Zebur'dan İncil'e, Kur'ân'dan Sünnet'e metafizik bir çağlayan içinde ve ruh ufkunun vesayetinde gelişmiş ve şekillenmiştir. Kant'tan Hegel'e, Leibniz'ten Jean'a metafizik kahramanlarını inkâr etmek bugünkü Batı'nın özünü bilmemek demektir.
Modern ilim düşüncesini, ruhla, mânâ ile savaştıranlar, eşyanın perde önünden de perde arkasından da hiçbir şey anlamayan, fizik-metafizik sınırlarını kavrayamamış ve tefekkür yetenekleri bulunmayan muhakemesiz mukallidlerdir. Hâlbuki, bilimin de, ilmin de beslendiği temel kaynak metafizik düşünce ve ruh ufkudur. Tarih boyu bütün ilmî hamleler bu kaynaktan beslene beslene gelişmiş; ilim düşüncesi onun büyülü, engin sonsuzluk televvünleri ve gönüllerimize akan ilhamları sayesinde bugünlere gelip ulaşmıştır.
Eğer bundan sonra bir kere daha ilmin aydınlık atmosferinde yeni bir dünya inşa etmeyi düşünüyorsak -ki düşündüğümüze şüphe yok- bunu ancak, o engin metafizik mülâhazalarımızla vicdanlarımızdan ruh ufkunu temâşâ ede ede gerçekleştirmemiz mümkün olacaktır. Zaten yakın tarihimiz itibarıyla böyle önemli bir hususu ihmal ettiğimizden dolayı değil midir ki, onca çabaya rağmen, milletimizde bir türlü ne ilim aşkı, ne ilim düşüncesi, ne de Batı standartlarında bir ilim felsefesi geliştirememişizdir.. geliştirememişizdir; çünkü hakikat aşkı, ilim aşkı ve ilim düşüncesiyle kitlelerin gönlüne inememişizdir.
Bugün, ilim veya bilim adına kullandığımız esaslar, hayat-kâinat ve varlık felsefemiz, başkaları tarafından daha önce ortaya atılmış nazariyelerdir.. ve bunların nüveleri de kat'iyen bizim mantığımız, bizim muhakememiz, bizim sancılarımız ve bizim gayretlerimizin ürünleri değildir. Bizim ızdıraplarımızın, bizim fikir çilelerimizin, bizim ilhamlarımızın ve bizim hafakanlarımızın doğurmadığı şeylerden istifade etmeye kalkmak -hele doğrudan doğruya olursa- ruh velûdiyetimizi öldürmek ve düşünce hayatımızı kısırlaştırmak demektir.
Gerçek ilim düşüncesi, metafizik tecessüs ve ruh ufku sayesinde, varlığın herhangi bir parçası ve kâinatın herhangi bir disiplini karşısında, her zaman o parça ve o disiplini eşyanın bütününe bağlayan âlemşümul bir görüşü, bir yorumu bize anlatan düşüncedir. Böyledir; zira o, bütünü birden kompoze edebilmenin sihirli formülünü ihtiva etmektedir.. evet, parçanın verdiği ilham ve sezişler bazen belirsizliğe, izah edilmezliğe takılıp kalmalarına mukabil, bütün, kendi tamamiyetinin referansı sayılır.
San'at düşüncesinde ruh ufku ve metafizik âdeta buut farklılığının remzi gibidir.. hatta denebilir ki, san'at telâkkisi gerçek renk ve derinliğini ancak böyle bir ufuk sayesinde ortaya koyabilir. Zira san'atkârın yaptığı şey; bizim iç duygularımızın varlıkla münasebetini yakın takibe almak ve bu ihsaslarla içinde köpürüp-duran his, heyecan ve hafakanlarını yorumlayıp seslendirmek, seslendirdikten sonra da bunları uygun kombinezonlar içinde bize sunarak benliğimizde sürekli, her şeyin, kendi asıl kaynağına karşı çırpınıp durduğunu resmetmektir. Değişik bir ifade ile san'atkâr; eşyadan herhangi bir unsur ve kâinattan herhangi bir televvün karşısında, duygularına akan ve ruhunu saran ilhamları birbirine bağlayarak, kaynaştırarak ve bütün nomen ve fenomenleri bir araya getirip, her şeyi bir küll hâlinde bize takdim edebilen bir metafizik kahramanıdır.
Evet, parçaların ihsası, gerçek bir ilmî düşünce referansı olmadığı gibi, hakikî bir san'at ufku ilham etmekten mahrumdur. Yakın tarihimiz itibarıyla san'at düşüncesindeki "kem-kümler"imiz, tutarsızlığımız, bir türlü "biz" olamayışımız, monotonluğumuz, dolayısıyla da tatminsizliğimiz böyle bir perspektif darlığından kaynaklansa gerek.. evet varlığın, bir bütün hâlinde müşahede, mütâlâa ve değerlendirme rasathanesi de diyebileceğimiz böyle bir ruh ufkumuz olmazsa, san'at dâhileri yetiştirmemiz şöyle dursun, sıradan san'atkârlarla san'atta tatmin ufkuna ulaşmamız kat'iyen söz konusu olamayacaktır.
Bir kere daha hatırlatalım ki, ilmin de, düşüncenin de, san'atın da, hatta fazilet, ahlâk ve kültürün de beslendikleri en önemli hayatî kaynak, böyle bir ruh ufku yoluyla ulaşılacak gerçek metafizik felsefedir. Güç ve müeyyideleri kendi düşünce zeminimizin ürünü böyle bir felsefe ile, parça parça olan bilgi kırıntıları bütün hâline gelecek; lâhut dairesinden imkânın en uçtaki sınırına kadar her şey mahrutî olarak duyulup hissedilecek ve çok yeni yorumlarla daha enginlere açılma imkânları doğacaktır.
Bu itibarla da diyebiliriz ki, ruh ufku olmayan, dolayısıyla da kendi metafizik düşünce sistemini kuramamış milletler, kat'iyen şablonculuktan kurtulamaz, kendileri olamaz ve hiçbir zaman kendi âidiyetlerini hissedemezler. Sürekli bir hercâilik içinde bir o tarafa, bir bu tarafa yönelir.. bazen "ötekiler" dediği kimselerden bir şeyler dilenir, bazen de berikilerden.. ama, hep bir ruh ve kalb aritmisi ile sarsılır durur.. ve arkadan gelenlere de sadece ve sadece zikzaklar çizme metrukâtı miras bırakır. Evet, dünden bugüne iyi bir metafizik düşünce ile kendi şahsiyetlerini inşa edememiş milletler ve kimlik bunalımıyla ruhta lime lime olmuş yığınlar, yolun sonunda kendi kendilerini de inkâr etme mecburiyetinde kalmışlardır.
Birkaç asırlık taklitlerimiz, bu taklitlerden kaynaklanan kararsızlıklarımız, hem bizi, hem yetiştirdiğimiz nesilleri, hem de arkadan gelenleri şaşkına çevirmiş, farklı düşüncelerin çarpıştığı arenalara itmiş ve millet fertlerini birbirinin kurdu hâline getirmiştir.
Biz şimdi, gözlerimiz ufuklarda, milletçe bizi, inançsızlıktan, sebatsızlıktan, kararsızlıktan ve taklitçilikten kurtararak, kendi metafizik düşünce sistemimize, kendi san'atımıza, kendi ahlâkımıza kavuşturacak irade erlerini ve dünü-bugünü-yarını bir nokta gibi görüp değerlendirebilecek ruh kahramanlarını bekliyoruz.
Sızıntı, Kasım 1996, Cilt 18, Sayı 214
.
Varlığın mânâ buudu, ona açık olanlar için kat'iyen bir vehim, bir hayal, bir kuruntu, bir hezeyan değil; o bir vak'a ve bir iç sistemdir. Varlığımızın kabul edilir şekildeki izahı, hayatımızın sırrı, yaratılışımızın gâyesi, ebediyetle alâkalı arzularımızın gerçekleşmesi ve bütün bu hususlarla alâkalı düşüncelerimizin inandırıcı ve tatmin edici olabilmesi, vehimlerimizin, kuruntularımızın eriyip gitmesi ancak böyle bir mânâ buuduyla kabil görünmektedir. Mânâ buudu icmâlî imanın yolu, marifetin, onu zirvelere taşıyan ışıktan helezonu, aşk u iştiyakın burakı, cezb u incizabın da çağrısıdır. Her mü'minin kâinat görüşü, her marifet erinin yol azığı, her aşığın iç dinamizmi, her hak erinin sönmeyen heyecanı hep o buudun engin havuzundan beslenir. Köklerini böyle bir mebde' ve kaynağa salmış ruhlar, gönüller ve bu ruhlardan, gönüllerden taşan duygular, düşünceler öyle metafizik bir manzûme teşkil ederler ki, bu sayede, mikro âlemden makro âleme kadar her şey anlaşılır bir tertibe girer ve âdeta her kelimesi yerli yerine oturmuş düzgün bir cümle hâline gelir.
Sebepleri, sâikleri bahis mevzuu olmadan herhangi bir şeyin sevilmesi, ona aşık olunması düşünülemeyeceği gibi, herkesin, her zaman mânâ buuduna açık bulunması da söz konusu değildir. Bazıları, daha doğarken ona açık olarak doğar, bütün bir ömür boyu bu istidadını geliştirir ve belli bir devreden sonra da topyekûn mekanları, zamanları kuşatacak bir istiâba ulaştırırlar. Bunlar, sonsuz denecek ölçüde, mânâ ve metafizik derinliğe bir iştiha içinde hayatlarını sürdürür ve yol boyu hiç doyma bilmeyen açlar gibi yaşarlar. Aynı yollarda, âlemin elde ederek doygunluğa ulaştığı, bulup ülfet ettikleriyle zaman zaman isteksizleştiği maddî ve cismanî fenomenlere bedel bunlar, realitenin sınırlarını aşkın, kalbî hayatlarıyla doludizgin hep sonsuz bir iştiyakla yepyeni yollarda yürür, farklı menzillerde konaklar, uğradıkları her menzili o andaki hâli ve öncekiler sonrakilerle olan münasebetleriyle bir hikmete bağlar; marifet, muhabbet ve zevk-i ruhânî adına sürekli bir arzu, bitmeyen bir iştiyakla Mecnun gibi "Leylâ" der dolaşır ve ufuktan ufka koşarlar.
Yaratılanın Yaratan'la böyle bir aşk u iştiyak münasebeti, fâni ve gelip geçici varlıkların başkalaşma ve özüyle ikinci bir var oluşa ererek sonsuzlaşma ufkudur. Diğer bir yaklaşımla böyle bir münasebet, aşığın kendi varlığından sıyrılarak, nurânîleşip, mânevîleşip, mâşukunun varlığında eriyerek bütün bütün O'nun iradesine teslim olmasıdır. İşte, böyle mânevî bir zirveleşme sayesindedir ki, bu noktaya ulaşan her ruh, kendi saffeti ölçüsünde şeffaflaşır, zerre iken bütün varlığı istiâb edecek bir genişliğe ulaşır ve topyekûn kâinatların bir "ahsen-i takvîm"i hâline gelir. İmanla başlayıp marifetle gelişen, muhabbetle derinleşip aşkla sonsuzlaşan böyle bir münasebet, Hakk'ın bizde aradığına bizim bir çeşit cevabımızdır ki; böyle bir münasebet içinde her zaman kemmiyetsiz-keyfiyetsiz Allah görünür ve hep sonsuz bir huzur dalgalanır durur. İnsanlığın İftihar Tablosu'ndan bütün enbiyâ ve evliyâya uzanan çizgide binlerce ruhu, hatta çizgi farklılığı içinde Musset'ten Pascal'a, St. August'tan Jeans'a kadar binlerce aşk kahramanını pervaneler hâline getiren böyle bir haz ufkuna karşılık; insanın düşünce atmosferini karartan, onun gönlünü kasvetle bürüyen, hatta bütün bir hayatı onun için kuyu içinde kuyu hâline getiren firavunca zulüm ve çalım, nemrutça inhiraf ve çarpıklık, Nietzsche'ce hezeyan ve çılgınlık, Schopenhauer veya Maarrî'ce ufuksuzluk ve bedbinlik ise tam bir müstatil flâkettir. Birincilerin bu dünyayı, insanî kemalât ve semavîleşmenin bir helezonu gibi kullanmalarına mukabil, ikinciler, kendi ruhlarında hasıl ettikleri karanlıklara gömülerek kendilerini ebedî ölüme mahkûm etmişlerdir.
Daha baştan mânevî hayata açık olanlar, ya da sürpriz bir inayetle sonradan böyle bir ufka uyananlar -yer yer yolları karanlıklara uğrasa da- hep ışıkla iç içe yaşar ve ömür boyu ziya avlarlar. Öyle ki bunların her sıkıntısı yeni bir açılmanın başlangıcı, her ızdırapları da bir yeni vilâdetin doğum sancısıdır.
Evet, yeryüzünde hemen bütün inşirahlar her zaman, sıkıntıyla beslenmiş ve tazyiklerin bağrında gelişmiş; her aşk u şevk dönemi de bir ızdırap ve çile faslıyla gerçekleşmiştir. Yunan düşüncesi kemalini tefekkür ve tecessüs vadilerinde aşk u ızdırapla elde ettiği gibi, Rönesans hareketi de hakikat aşkı ve araştırma iştiyakıyla beslenerek gelişmiştir. Bu ölçüde diğer tarihî tekerrürler devr-i dâiminin mânâ buudu ise üzerinde hususî olarak durulmaya değer ayrı bir konu...
Bizim dünyamızda sonsuzluk tutkusu, hakikat aşkı, sistemli tefekkür ve tecessüs başka hiçbir millette olmayacak ölçüde bir patlama dönemi yaşamış ve doğrudan doğruya ya da dolaylı yollarla asırlarca cihana ışıklar saçmıştır. Böyle bir altın çağın arkasının getirilmesini çok arzu ederdik.! Ama ne acıdır ki, sayılamayacak kadar pek çok sebepten ötürü zaman, sonraki dönemlerde bizim aleyhimizde beklenmedik acı yorumlar ortaya koymuştur. Bugün yeniden zamanın cereyanına kendi boyamızı çalabilmemiz için insan üstü gayretlere ihtiyaç var. Böyle bir gayret sergileyip çile ve ızdırapla gerçek karakter ve istidadımızı öne çıkararak, düşünce ve hayat dantelâmızı ona göre örgüleyeceğimiz âna kadar da sürüm sürüm olmamızın yanı başında, ne kendi orijiniyle dinî hayat, ne san'at, ne ilim, ne de kendi kaynaklarımızdan beslenen bir ahlâkî hareket mümkün görülmemektedir; mümkün görülmemektedir, zira marifet ve aşk sermayesinden mahrum fertler gibi, aynı mahrumiyeti yaşayan milletler de çökmeye, çözülüp dağılmaya mahkûmdurlar.
Evet, mânâ derinliği olmayan ve metafizik düşünceye kapalı bulunan ruhlar, gün gelir bütün bütün hayatî dinamiklerini kaybederek, tamamen hazan yemiş yapraklar gibi savrulur giderler.
Bir millet bu hâle gelince, yavaş yavaş kültür hareketleri durgunlaşır, genç-ihtiyar her kesimiyle toplum yorgunlaşır, ilim yuvaları şablonculuğa teslim olur; düşünce ve ilim sözcükleri gerçek mânâ ve muhtevâlarını yitirir.. ve her şey talihsizleşen ilim yuvalarının aktörlerine bir caka ve çalım vesilesi hâline gelir. Oysaki, Eski Yunan'da olduğu gibi hicrî 4. asırda, bütün İslâm dünyasında ve batının Rönesansa yürüdüğü yıllarda o müthiş gelişmeler hep binbir sancının bağrında filizlenmiş; hakikat aşkı ve marifet sevdasıyla beslenmiş; san'atla, teknolojiyle resimlendirilmiş, sonra da toplumların ruh ve mânâ değerleriyle uzlaştırılarak tarihe emanet edilmiştir.
Bir-iki asır var ki, bizim dünyamızda tam bir körlük, ciddî bir ruh zaafı ve kalb aritmisi yaşanmaktadır. Öyle ki gözler hiçbir şey görmemekte, kulaklar hiçbir şey işitmemekte, vicdanlar da, her şeyi maddede arayanların "hay-huy"u arasında kendi seslerini duyuramamaktadır. Böyle bir dünyada ilim kör, diyanet topal, san'at mefluç, idare teâruzlar-tesâkutlar ağında tutarsız, siyaset çıkar ve alkışa endeksli, ilim adamları madalya ve plaket peşinde, genç nesiller çakırkeyf, serâzat ve hezeyan içinde, kuvvetliler de istibdat ve zulme kilitli, buna karşılık yığınlar da meskenet ve zilletle inim inimdir. İşte böyle bir toplumda, okuyan, düşünen, araştıran, san'at düşleyen çok insan olabilir; ama bunlar içinde çeşitli sefaletlere başkaldıran ve gönüllerinin derinliklerinde inzivâya çekilerek kendi ruh gücünü keşfetmeye çalışan insan sayısı fevkalâde azdır. Buna karşılık, her biri bir putun peşinde, her biri bir beklentinin tarassudunda, ilme saygısız, ahlâka karşı bîgâne, hakikat tutkusu itibarıyla sığ ve kendi değerlerine sahip çıkma açısından da olabildiğine vefasız fertler de sayılmayacak kadar çoktur. Gariptir, böyle bir toplumda, hafife alınan ve her zaman küçük görülen halk yığınları hem sesleri, hem sözleri, hem de şahsiyetleri itibarıyla, kafaları kalbleri kadar karışık, duyguları düşünceleri kadar tutarsız ve sürekli mihrap değiştirip duran bir kısım elit kesimden daha istikrarlı bir görüntü sergilemektedirler.
Zannediyorum, millet olarak bizim başka şeye değil, bizi böyle bir fakirlik ve uyuşukluktan kurtaracak ve bize kendi ruhumuzun sesini duyuracak "ateşten sîne"lere ihtiyacımız var. Öyle anlaşılıyor ki, bu samimî sîneler her biri âdeta bir mağma gibi gönüllerinden fışkırtacakları lavlarla, milletimize her yerde yeni mecralar meydana getirip, bizi talihimizin ufkuna yönlendirecekleri âna kadar hep bu durgunluğumuzun dezavantajlarını yaşayacak, günde birkaç defa ölüp ölüp dirilecek ve kat'iyen belimizi doğrultamayacağız. Her yerde metafiziğe ve mâneviyâta yönelmenin başladığı şu günlerde, Allah'tan, iradelerimize fer, ufuklarımıza da aydınlık bahşetmesini diliyoruz.
Sızıntı, Mart 1998, Cilt 20, Sayı 230
.
Yeri ve Sorumluluklarıyla İnsan
Eğer insanoğlu yeryüzünde Allah'ın halifesi, bütün yaratılanlar arasında Hakk'ın gözdesi, topyekün varlığın özü, usâresi ve Yüce Yaratıcı'nın en parlak aynası ise -ki bunun böyle olduğunda şüphe yoktur- onu bu âleme gönderen Zât, kâinatların ruhundaki esrarı keşfetme, dünyanın bağrındaki gizli kuvvet, kudret ve potansiyel imkânları ortaya çıkarma; her şeyi yerli yerinde kullanarak kendisinin ilim, irade, kudret.. gibi sıfatlarına şuurlu bir temsilcisi olma hak, salâhiyet ve kabiliyetini verecektir ki, o, varlığa müdahale ederken ve hilâfet vazifesini yerine getirirken aşamayacağı herhangi bir engelle karşılaşmasın, eşya ile münasebetlerinde çelişkiler yaşamasın, hâdiselerin koridorlarında rahat dolaşabilsin, mâhiyetine dercedilmiş bulunan istidatları inkişâf ettirmede zorlanmasın, ebedlere kadar uzayıp giden arzularını, emellerini gerçekleştirmede beklenmedik mânialara takılmasın.
İnsanoğlunun, bugünkü başarılarıyla ve eserleriyle farklı bir donanım ve imkânlarla dünyaya gönderildiği açıktır. Evet onun, kendisinden kaynaklanan onca münasebetsizliğe rağmen, bugün ulaştığı nokta ve elde ettiği muvaffakiyetlere bakılacak olursa, herhangi bir engele takılmadığı, yaptığı bazı işlerde yanlışlıklara girse de pek çok başarıya imza attığı, iradesinin hakkını yerine getirip varlığı yeniden şekillendirmeye gittiği, dünyayı imar ederek farklı bir konuma getirdiği, bilerek veya bilmeyerek, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım..." tebşiriyle anlattığı ve yeni bir vazifeliler kadrosuna işaret buyurduğu semavî ihbarına tam bir ayna olduğu ortadadır.
Gerçi o bazen, meleklerin keşif ve müşahede yoluyla ileri sürdükleri fesat endişesini doğru çıkardığı da olmuştur; ama, böyle kısmî şerlere karşı, onunla gerçekleşen geniş, kalıcı ve Cennet neticeli hayırların sayısı da az değildir. Evet, onun dünyasında nisbî fenalıklara karşı her zaman izafî hayırlar da devam edegelmiştir. İnsanlığın ayları, güneşleri sayılan salih kullar, evliyâ, asfiyâ ve enbiyâ ile, bir kısım kötülüklere, fenalıklara mukabil; hayırlar, güzellikler de her tarafa yayılmış, her yanda yaşanmış ve Allah'ın insana emanet ettiği hilâfet mührünün hakkı, hususiyle de yaratılış gayesinin şuurunda olanlarca kat katıyla edâ edilmiştir. Yaratılış esprisini kavramış bir mü'min, farklı yaratılışıyla mütenâsip farklı düşünce, farklı inanış ve farklı davranış sorumluluğuyla -ki beklenen de odur- bu âleme gönderildiğini anlar ve tavırlarını ona göre ayarlar. Böyle davranması gerektiği insanın zahirî ve batınî donanımından anlaşıldığı gibi, Kur'ân'da onun gerçek kıymetiyle tavırları, davranışları arasındaki münasebetin sık sık vurgulanmasından da anlaşılmaktadır. Yüce Yaratıcı Kur'ân'da: "Ben cinleri ve insanları başka değil, (Beni bilip) Bana kullukta bulunsunlar diye yarattım." diyerek, insan olarak yaratılışın, hilâfete mazhariyetin, farklı donanımın en önemli gâyesini vurgulamaktadır. Böyle bir ilk hatırlatma, hem önceki nimetlere karşı bir umumî sorumluluk ve teşekkür çağrısı hem de hilâfet vazifesinin temel yörüngesini nazara verme adına önemli bir tembihtir.
En şümullü ifadesiyle kulluk da diyebileceğimiz ubudiyet, varlık ve eşya ile hem-âhenk olmanın, dünya ve içindekilerle uyum içinde bulunmanın, kâinatın sırlı koridorlarında yürürken şuraya-buraya takılmadan yol almanın, sözün özü, otağını tekvinî esaslarla teşriî emirlerin birleşik noktasında kurmuş bulunan insanoğlunun, iç âhengiyle varlık arasındaki dengesini korumanın semavî unvanıdır. Esasen bu âhenk ve bu denge sağlanmadan, insanın insanî değerlere saygı içinde ve onları koruyarak yoluna devam etmesi de mümkün değildir.
İnsan, yaratılış gâyesine uygun hareket ettiği ölçüde varlık ve hâdiselerle olan münasebetlerini korumada da başarılı sayılır. Aksine, yaratılış gâyesine uygun davranmayan ya da kısmen dahi olsa sorumluluklarını aksatan, kendi hedefsizliği ve başıboşluğu yanında, kâinatın dönen dolapları, işleyen çarkları karşısında sürekli müsâdemeler yaşar ve bir mânâda kendi evi, kendi sarayı sayılan bu dünyayı içinde yaşanılmayan bir cehenneme çevirebilir. Daha bugünden bazıları, çok yakın bir gelecekte dünyanın, böyle bir cehenneme çevrileceği endişesiyle tir tir titriyorlar..
Şurası da bir gerçek ki, âdi sebepler plânında varlığın tâbi olduğu cebrî kanunlarla, insanın iradî genel davranışları arasındaki uyumu, ancak ve ancak kâinatları bir meşher, bir kitap gibi hazırlayıp insanoğlunun istifadesine sunan Zât bilir. Böyle bir bilgi kaynağından gelen mesajlar çerçevesinde teşriî emirlere uyum, tekvinî esasların esrarına vâkıf olmanın ve onlarla hem-âhenk bulunmanın da biricik yoludur. Evet insan, ancak bu sayede, bütün varlığın bağlı olduğu kanunlarla müsâdemeden ve boşluklar yaşamadan kurtulur ve kendi evinde, kendi sarayında bulunmanın huzurunu duyar. Aksine, insanın Yaratıcı'sından kopması, O'ndan uzaklaşması onu üst üste kopma-uzaklaşma, varlık ve hâdiselerle müsâdemede bulunma fâsit dairesi (kısır döngü) içine çekecektir ki, böyle birinin iflâh olması mümkün değildir.
İnsanın, Yaratıcı'ya halife olma aktivitesi, O'na inanıp ibadet etmeden eşya ve hâdiselerin esrarına vâkıf olmaya, ondan da tabiata müdahale etmeye kadar fevkalâde geniş bir dairede cereyan eder. Hakikî bir insan bütün bir ömür boyu evvelâ, imanıyla duygu ve düşüncelerini plânlar, değişik ibadet çeşitleriyle ferdî ve içtimaî hayatını düzene sokar, genel muameleleriyle aile ve toplum münasebetlerini dengeler ve arzın derinliklerinden semanın enginliklerine kadar her yerde nev'inin bayrağını dalgalandırarak gerçek bir halife olmanın gereklerini yerine getirip iradesinin hakkını edâ etmeye çalışır; çalışır ve yeryüzünü imar eder, varlıkla insanoğlu arasındaki âhengi korur, arz ve semanın zenginliklerini arkasına alarak, Yaradan'ın emri ve izni dairesinde hayatın rengini, şeklini, şivesini daha bir insanî seviyeye getirmeye gayret eder.
İşte, özünde Allah'a kulluk mânâsını da ihtiva eden gerçek hilâfet budur.! Ve bu aynı zamanda en küçük bir cehdle en büyük bir ihsanın birleşik noktasıdır. İnsanı, kestirmeden böyle bir noktaya ulaştıracak hamlenin adı da ibadettir. Bazılarının zannettiği gibi ibadet sadece bir kısım belirli hareketleri yerine getirmekten ibaret değildir; o şümullü bir kulluk ve kapsamlı bir sorumluluğun unvanıdır.. ve hilâfet namıyla, insan-kâinat-Allah münasebetinin en açık, en net ifadesidir. Eğer ibadet insanoğlunun bütün esaretlerden sıyrılarak Allah'a bağlanma şuurunu kalbe yerleştirmesi, varlığın her parçasında O'na ait güzellikleri, O'na ait nizamları, O'na ait âhenkleri görüp, duyup hissetmenin adı ve unvanı ise -ki öyle olduğunda şüphe yoktur- o herkesle ve her şeyle beraber Hakk'a müteveccih olmanın, her şeyi O'na bağlamanın; bağlayıp her an O'nunla nazarî-amelî irtibatlarını yenilemenin en sıhhatli ve en kestirme yoludur. Şuurla böyle bir yolda yürüyen hiç kimse, kendisinin bir memur, vazifesinin de hilâfet gibi bir pâye ile şereflendirilmenin hakkını edâ etmekten ibaret olduğunda tereddüt etmez; etmez ve şu muvakkat dünya hayatını dolu dolu yaşayıp yaşatmaya; köşe-bucak uğradığı her yere, gayret ve samimiyet mürekkebiyle nâmını yazmaya; elinin ve ününün ulaştığı her noktaya duygularını soluklamaya; zamanın, mekânın her parçasını ona bağladığı düşüncelerini nakşetmek suretiyle bütün dünyaları doldurabilecek bir derinliğe ulaşmaya ve sonsuzu peylemeye yetebilecek bir niyet enginliğiyle yaşamaya çalışacak ve böylece, ebediyetlere namzet olmanın huzuruyla kevn ü mekânları aşan, cennetlere ulaşan en derin ruhânî hazlar içinde dolaşacaktır.
Hele bir de bu insan, tekvinî esaslarda ve teşriî emirlerde, vazife ve sorumluluğu öne çıkararak, yaptığı iş ve hizmetlerin sonuçlarına bağlanmaktan daha çok, onların özünü ve ruhunu takip edebiliyorsa, ne neticelerin umduğu gibi çıkmayışı onu inkisara uğratır ne de kulluk iştiyakından ona bir şey kaybettirir; yaptığı her hizmeti derin bir ibadet neşvesi içinde yerine getirir ve var olmanın en üst kademesi sayılan hakikî mü'minler zirvesine ulaşmanın şükrüyle oturur-kalkar; oturur-kalkar ve asla ye'se düşmez, paniğe kapılmaz ve yol mihnetiyle bıkkınlık yaşamaz.. ye'se düşmek, paniğe kapılmak, bıkkınlık yaşamak bir yana o, nefs-i amelin özündeki o derin lezzetlerle daha bir şahlanarak, Mevlânâ edâsıyla: "Kul oldum, kul oldum, kul oldum/Kullar azat olunca sevinir/Ben ise kul olduğum için şâd ve mesrurum" der, iş ve amelin değerini, ona terettüp eden netice ile değil de, doğrudan doğruya yaptığı vazifenin sıhhati, onun hâlisâne edâ edilmesi ve Hak rızasına muvafık düşmesiyle ölçer ve değerlendirir. Böyle davranarak kulluğunun enginliğini, onu ücretlerle, mükâfatlarla irtibatlandırarak daraltmaz, dünyaya ait sonuçlarla, ilâhî ve uhrevî amelleri dünyevîleştirmez; aksine onu, hep sıfırın sonsuza nispeti içinde mütalâa eder ve ruhunda duyduğu bu ölçüdeki bir nispetin genişlendiriciliğiyle yaşar. Duyguları, düşünceleri ve kalbiyle bu genişliği duyup hisseden biri, Hakk'a kul olmanın rahatlığına erer ve değişik baskılardan kurtulur; kurtulmakla kalmaz, vicdanında ezmeyen, zelil kılmayan bir kapının bendesi bulunduğunu duymakla insanlığını kurtarmış ve gerçek hürriyetini elde etmiş olur. Onun ilk cebrî lütufları değerlendirmesi istikametinde böyle davranması bir vazife, Allah'ın değişik dalga boyundaki lütuflarını devam ettirmesi ise ikinci bir ihsandır.
Eğer insan, yeryüzünde Allah'ın halifesi ise -potansiyel olarak insanoğlu bu mazhariyetin biricik namzetidir- o, Allah için işleyecek, Allah için başlayacak, Allah için küsecek, Allah için sevecek, O'nun izni dairesinde varlığa müdahale edecek ve ele aldığı her işi O'na niyâbet mülâhazasıyla yerine getirecektir. Dolayısıyla da, ne başarılarıyla gururlanacak, ne yenilgileriyle ümitsizliğe düşecek, ne kabiliyetleriyle övünecek ne de üzerindeki Hak mevhibelerini inkâr edecek; her şeyi O'ndan bilecek ve gördüğü işleri birer istihdam sayarak, her yeni başarısıyla güven yenilemesi mânâsında yeniden bir kere daha Rabb'ine yönelerek itimat ve vefasını haykıracak ve günde birkaç defa Âkifçe ifadesiyle kendi kendine: "Allah'a dayan, sa'ye sarıl, tevfike râm ol.../Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol." sözleriyle nefes alıp verecektir. Sürekli gerilimde, her zaman azimli, daima şevk içinde, hep vazife şuuruyla oturup kalkacak ve her zaman hareketlerini, hamlelerini kulluk gâyesine bağladığı için de ne zafer ve başarılarıyla küstahlaşacak, ne de hezimetleriyle inkisarlar yaşayacaktır. Düz yolda yürürken veya yokuş aşağı inerken nasıl bir heyecan ve rahatlık içinde ise, en sarp yokuşlara tırmanırken de aynı azim ve aynı kararlılığı gösterecektir.
Evet o, bir yandan hilâfet vazifesini yerine getirme uğrunda, aklî, kalbî, ruhî, hissî bütün melekelerini harekete geçirerek her türlü tasavvuru aşkın bir performans sergilerken, diğer yandan da, sorumluluğu kapsamına girmeyen neticeler konusunda olabildiğine mütevekkil, teslimiyet içinde, yeni hamleler peşinde, alternatif oluşumlar adına ümitlerle dopdolu ve hep Allah'la irtibat peşindedir.
İşte gerçek mü'min ve tam bir hakikat eri örneği! Bu çizgide niceleri gelip gitmiş ve geçtikleri yerleri cennetlerin koridorları haline getirmiş.. ve niceleri de bu yollarda Hakk'ın vadettiği günlere doğru yürüyorlar. Gelip geçenler de, yollarda onları takip edenler de kendilerine ait özelliklerin kahramanları olarak yaşadılar ve yaşıyorlar. Küçük bir menfezle bile bu imtiyazlıları temâşâ etmek epey zaman alacak.. onlar ve siz müsaade ederseniz; bu konuyu başka bir zamana bırakalım.
Sızıntı, Nisan 1999, Cilt 21, Sayı 243
.
Yıllar var ki, toplum olarak pek çok garip oluşumun hem "fâsit" hem de "sâlih" dairelerini birden yaşıyoruz. Bir yandan geçmişteki inkırazlara rahmet okutturacak kadar büyük çöküşlerin en ürperticileriyle künde künde üstüne devriliyor ve millî, ahlâkî, ruhî temellerimizi, mânâ köklerimizi kendi ellerimizle tahrip ederek bir yerlere varacağımızı sanıyor; diğer yandan da, değişik şafak emâreleri aydınlığında ve ümitlerimizin ufkunda her şeyi bir sabah neşvesi, bir bahar canlılığı içinde duyuyor ve iç içe zıtları beraber yaşıyoruz.
Evet, günümüzün baş döndürücü teknolojisi ve onun vadettiği lüks ve müreffeh hayata koşan çağımız, sadece geçmişten tevârüs ettiğimiz değerleri devirmekle kalmadı; kararlı bir tahrip duygusu -buna sosyal hezeyan demek daha uygun olur zannediyorum- ve vefasızlık hissiyle şanlı mâzimizden bize intikal eden topyekûn inanç sistemimize, an'ane ve geleneklerimize, millî ve dinî dinamiklerimize karşı da apaçık bir savaş ilan etti; etti ve millet ruhunu hem Allah'ından, hem Peygamberinden hem de tarihinden kopararak, ona ne hicranlı, ne hicranlı yıllar yaşattılar. Bu arada pek çok toy düşünce yeni bir kimlik hummasıyla hezeyandan hezeyana koşadursun, bir hayli kimse de bir hiç uğruna harâb olup türâb olup gitti. Bu dönemde her gün yeni bir kıble arayışı, her sabah yeni bir mihraba yöneliş âdeta milletimizin kaderi oldu.. kitleler, tabular arası gel-gitlerin şaşkını, bir oraya bir buraya koşarak ömürlerini hiçler arkasında tüketti ve aylar, yıllar heder olup hiçliğe döküldü. Bu arada ailenin geleneksel o mukaddes hazîresi, hem de bir fantezi uğruna paramparça edilerek hânelerimiz âdeta zıtlıkların çarpıştığı bir arenaya dönüştürüldü. O kuş yuvalarından daha yumuşak, daha sıcak evlerimiz, gelinip konulan, konulup göçülen han ve otel odalarına döndü. Bu talihsiz barınaklarda yaşadığını vehmedenlerse, hep gerçek ve kalıcı saadete hasret, muvakkat zevk u safânın hazlarıyla coştu ve ömürlerini cismâniyetin dar mahbesinde geçiren bedenzedeler gibi yaşadılar.. iradeleri dermansız, gönülleri inançsız, ruhları aç, ufukları karanlık, ümitleri de sarsık olarak...
İlim ve teknoloji adına çağa damgasını vuran milletlerden alınması gerekli olanı alacaklarına Çin'in-Maçin'in levsiyatına talip olanlar, kendi ahlâkî değerlerini ayaklar altına aldı ve varlık içinde yokluğun dilenciliğiyle her kapıda ayrı bir tese'ül örneği sergilediler; sergiledi ve kara bahtlarının öldüren girdapları içinde ruhsuz emellerinin esiri olup gittiler. Hem de, yakın bir gelecekte bir baştan bir başa dünyaya hükmedeceklerini, yıldızlar arası seyahat acenteleri kuracaklarını, varlığın esrarını çözeceklerini, adı konmamış keşiflerle insanın ömrünü uzatacaklarını; hatta ölüme çare bulacaklarını, ihtiraslarının acılarını aşıp tam doygunluğa ereceklerini, yaşadıkları hayatın bugünkü zevk u safâsına yeni derinlikler kazandıracaklarını hayal ettikleri bir dönemde... Bugün, gözleri hâlâ bu yalancı hülyaların büyüsüyle meshûr dünya kadar insan var; dünya kadar insan var ki, gözlerini hakikat güneşine kapayıp vehimlerinde yaktıkları mum ışığıyla hayatı götürmeye çalışmaktalar. Ama, ne hayat vehme ve hayale bina edilecek kadar basit, ne de insanı bekleyen bu upuzun yolculuk bir yalancı mumla geçiştirilecek kadar önemsizdir. Bir yakın gelecekte kim bilir hangi bilinmedik sâikle ümitlerinin bağı bütün bütün çözülünce, topyekûn beklentiler, ipi kopmuş tesbih taneleri gibi dört bir yana saçılacak, sağlı-sollu bütün güzergâh beklenmedik şeylerin işgaline uğrayacak, uzaklar yakın, yakınlar uzak olacak, rüyalar yıkılacak, bütün vehimler ve hayaller enkaz altında kalacak, işte o zaman ne o iddialı buluşların, ne tumturaklı felsefelerin ne de o tül pembe ümitlerin hiçbiri kalmayacak; hatta bugün müzelerde, antik çağlara ait teşhir edilegelen eşya değerinde bir hatıra kıymetiyle dahi kalmayacak.
Bilmem ki, varlık-yokluk arası yapayalnız kalmış ve varlığın hiçbir yanından inşirah verici hiçbir cevap alamayan bu bahtsızlara ve bunca yolun, hep mevcudiyetine yürüdüğü bir kavşakta gurbete, hicrana takılıp kalanlara acısak mı, azarlasak mı, yoksa oturup onların hâllerine ağlasak mı..?
Sisin, dumanın gönüllerine oturduğu, çeşit çeşit tersliklerin iradelerini felç ettiği ve ölüm girdapları etrafında dönüp durmayı hayata yürüme zanneden bu bahtsızlara mukabil aynı arenada bir de, gönül gözleri ötelerin temâşâsında, duyguları Hakk'a yönelişin heyecanıyla köpük köpük, elleri sînelerinin bütün zenginlikleriyle Allah'a açılmış ve yağmur yüklü bulutlar gibi kendilerini salmak için esinti intizarına dalmış ruhlar var.. gönüllerindeki iffet duygusu çehrelerinin her çizgisinde nümâyân; insana saygı ve hürriyet hissi davranışlarının en belirgin rengi; üslûpları ve ifadeleri her gönülde sonsuzluk duygusu uyaracak kadar sihirli; tavırları, Hak'la irtibatlarını aksettiren harfsiz, kelimesiz birer beyan; beşerî münasebetleri sımsıcak ve ruhânîlerinki kadar içten; evleri, mektepleri, kışlaları âdeta birer mâbed, mâbedleri de o derinlerden derin ledünnîlikleriyle Cennet kevserleri sunan mukaddes birer sebil intizara dalmış ruhlar...
İşte bunlar, ellerinde kâseler, temiz vicdanların kendilerine yönelmelerini bir fırsat aralığı gibi bekleme heyecanı içinde; karşılık, destek ve tesir intizarına girmeden bulutlar gibi herkesin başından dolaşarak; yağmur olup her tarafa akarak; toprak gibi şak şak olup filizlere bağırlarını açarak, yerinde başlar üstünde, yerinde ayaklar altında, kendi adlarına yaşamayı unutup hep yaşatma sevdasıyla oturur-kalkar ve her yana diriliş üfler dolaşırlar. Evet, bunların yontup şekillendirecekleri dünya ve gelecek nesillere emanet edecekleri tarihî miras, hem bu milletin hem de yarınki kuşakların yüzlerini güldürecektir. Aşk u şevkimizi yeni bir dirilişle ebedileştirecek ve geleceği imar etme adına iradelerimize fer verecek böyle bir "oluşum", fevvâreler gibi coşan aşkın, Cennet zevkleriyle at başı hâle gelmiş ibadet neşvesinin ve varlığımızı ebedilik şarkılarıyla seslendirecek olan azmin, ümidin, imanın bir son meyvesi, ebede yürümenin de rampası ve rıhtımı olacaktır.
Hâsılı, şimdilerde bir yandan üzerimize sürekli ışıklar yağarken, diğer yandan da hep pis kokulu dumanlar yükseliyor. Neylersiniz, şimdiye kadar hükm-ü kazâ sürekli böyle cereyan ettiği gibi -dileriz uzun sürmesin- bundan sonra da hep böyle devam edeceğe benzer.
"Her şey akar; su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.
Akışta demetlenmiş büyük-küçük kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!" (N. Fazıl)
Sızıntı, Haziran 1998, Cilt 20, Sayı 233
|
| Bugün 333 ziyaretçi (1092 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|
|
İnancın Gölgesinde
Başlarken
İman, İslâm'ı dil ile ikrar kalb ile tasdikten ibarettir. O, sonsuz bir güç ve kuvvet kaynağıdır. Ancak istenen semereyi ve arzu edilen neticeyi elde edebilmek için, imanın amel ile takviye ve desteklenmesi şarttır.
Amelin, Allah'ı görüyor gibi yapılmasına ise "ihsan" denir.
İman ve ihsan, gözde ziya ve cesette can gibidir. Bu iki temel esasa bağlı olarak farz ve nafilelerin yerine getirilmesi ise, sonsuzluğun semalarına açılmada iki nuranî kanat durumundadır.
Evet, insanı Allah'a yaklaştırma yollarının en emini, en kestirmesi ve en makbulü farzları eda yoludur. Ve gerçek mahbubiyet ve dolayısıyla da "Kurbet/Allah'a yakın olma" ise, sınırlı ve kayıtlı olmayan nafilelerin nâmütenâhî, engin ve vefa tüten ikliminde tahakkuk eder.
Hak yolcusu, her an ayrı bir nafilenin kanatları altında sonsuza uzanan yeni bir koridorda kendini bulur, yeni bir mazhariyete ulaştığını hisseder; farzları edaya daha bir iştihalı ve nafilelere karşı da daha bir iştiyaklı hâle gelir. Bu nokta ve bu mânâya uyanan her ruh, Allah tarafından sevildiğini de duyar.. ve bir kudsî hadiste ifade buyrulduğu gibi, artık onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya "meşîet-i hâssa" dairesinde cereyan etmeye başlar. Bir bakıma "Mârifetullah" da budur. O, bilmenin bilenle bütünleşip onun tabiatı hâline gelmesi ve (bilenin her hâlinin bilinene) tercüman olması mertebesidir. Mârifeti, vicdanî bilginin zuhur ve inkişafı şeklinde tarif edenler de olmuştur ki, bu zuhur ve inkişaf aynı zamanda insanın kendine has değerlerle zuhur ve inkişafı da sayılır. "Nefsini bilen Rabbi'ni bilir." sözünün bir mahmili de bu olsa gerek.
Mârifetin ilk mertebesi, dört bir yanımızda çakıp duran isimlerin tecellîlerini görüp sezmek ve bu tecellîlerle aralanan sır kapısının arkasında sıfatların hayret verici ikliminde seyahat etmektir. Bu seyahat esnasında sürekli Hak yolcusunun gözünden, kulağından lisanına nurlar akar; kalbi, davranışlarına hükmetmeye başlar; davranışları Hakk'ı tasdik ve ilân eden birer lisan kesilir ve bu lisan da âdeta bir "kelime-i tayyibe" disketi hâline gelir.. derken her an vicdan ekranına
إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ
"O'na ancak güzel kelimeler yükselir. Onu da amel-i salih yükseltir."[1] pür-envâr hakikatinden ayrı ayrı ışıklar aksetmeye başlar. Artık böyle bir ruh bütün kötü duygu ve tutkulara karşı kapanır ve böyle bir gönül, öteden esintilerle sarılır; sarılır da, ruhuna açılan bir sırlı menfezden, kalblerde kenzen Bilinene, -"Sığmam dedi Hak arz u semaya/Kenzen bilindi dil mâdeninden." mealiyle anlatılmak istenen
مَا وَسِعَنِي سَمَائِي وَلاَ أَرْضِي وَلكِنْ وَسِعَنِي قَلْبُ عَبْدِي الْمُؤْمِن
bir müteşâbih beyanda ifade edildiği gibi- ışıktan koridorlar açılır ve insan bir daha da ayrılıp geriye dönmeyi düşünmeyeceği bir temâşâ zevkine erer.
Hak yolcusunun bütün bütün ağyâra kapandığı, tamamıyla nefsanîliğe karşı gerilime geçtiği ve kendini huzurun gel-gitlerine saldığı bu nokta mârifet noktasıdır. Bu nokta etrafında dönüp durana irfan yolcusu, başı bu noktaya ulaşana da "ârif" denir.
Mârifet ikliminde hayat, Cennet bahçelerinde olduğu gibi dupduru ve âsûde; ruh, sonsuza ulaşma duygusuyla hep kanatlı; gönül itminana ermişliğin hazlarıyla bir çocuk gibi pür-neş'e, fakat tedbirli ve temkinlidir.. لاَ يَعْصُونَ اللّٰهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ "Allah'a emrettiği şeylerde isyan bilmez ve emrolundukları şeyleri yerine getirirler."[2] ikliminde sabahlar-akşamlar ve hep meleklerle atbaşı olurlar. Duyguları tomurcuk tomurcuk mârifete uyanmış bu ruhlar, günde birkaç defa Cennetlerin cuma yamaçlarında seyahat ediyor gibi yaprak yaprak açılır ve her an ayrı bir buudda Dost'la yüz yüze gelir, onunla hemhâl olmanın hazlarına ererler. Gözleri Hak kapısının aralığında olduğu sürece, her gün, belki her saat birkaç defa visalle mest ü mahmur hâle gelir ve her an ayrı bir tecellî ile köpürürler.
Âlim geçinenler, ilimleriyle emekleye dursun, felsefeden dem vuranlar hikmet hecelemeye devam etsin! Ârif nurdan bir menşur içinde hep huzur yudumlar ve huzur mırıldanır. Hatta mehâfet ve mehâbetle sarsıldığı anlarda bile o, sonsuz bir haz duyar ve âdeta gözleri ağlarken kalbi sürekli güler.
Bu müşterek hususiyetlerin yanında, mizaç ve meşrep farklılığıyla bir kısım ayrılıklar da göze çarpar ârifler arasında. Bazıları sessizlik ve derinlikleriyle girdapları andırırken; bazıları çağlayanlar gibi gürül gürüldür. Bazıları bir ömür boyu günahına-sevabına ağlar, ağlar da ne âh u vâhdan ne de Rabbi'ni senâ etmekten doymaz. Ve doymadan göçer-gider bu dünyadan. Bazıları da hep, heybet-hayâ-üns atmosferinde seyahat eder-durur ve bu deryadan ayrılıp sahile ulaşmayı asla düşünmez. Bazıları tıpkı toprak gibidir; gelip geçen herkes basar-geçer başlarına. Bazıları bulut gibidir; salih-talih alır herkesi şemsiyesi altına ve ona damla damla rahmet sunar. Bazıları da hava gibidir; her zaman duygularımız üzerinde bin bir rayiha ile eser-durur.
Mârifet ehlinin kendine göre emareleri de vardır; ârif, Mâruf'tan başkasının teveccüh ve iltifatını beklemez.. O'ndan gayrısıyla halvet olmaz.. göz kapakları ve kalb kapılarını O'ndan başkasına açmaz. Gerçek ârifin, başkasına teveccühü, başkasıyla halvet arzusu ve gözlerinin içine başka hayalin girmesi onun için en büyük azaptır. Bu ölçüde mârifete eremeyen yârı-ağyârı tefrik edemez; Yâr'la hemdem olmayan hicrandaki azabı bilemez...
"Yakîn" bir bakıma, mârifetten sonra gelir. O, insanın hayatının her dakikasında, her saniyesinde, salisesinde ve âşiresinde yeni bir ufka açılması, yeni bir deryaya yelken açması demektir. Yakîn bir arayıştır; mütenâhî insanın Nâmütenâhî'yi arayışı... Böyle bir insanın hayatı bütünüyle nuranîdir. Vicdanına durmadan vâridât yağar. Ve o hayatını hep aydınlıklar içinde yaşar. Onun hatırına semavî sofraların biri kalkar biri iner. Sanki, Efendimiz vefat etmemiş, vahiy dinmemiş ve Cibril'in ayağı yerden kesilmemiş gibidir. Ötelerden gelen esintilere o, sinesinin coşkunluğu ile mukabele eder.
Yakîn, inanılması gereken hususlara, aksine zerre kadar ihtimal vermeyecek şekilde inanmak demektir. İki kere iki matematikçilere göre dört eder. Fakat bunun her zaman kemmiyet plânında, teker teker sayıların aynı seviye, aynı derece ve aynı kıymette olmamaları yönünden tenkidi yapılabilir. İşte yakîn, bu açıdan, her türlü riyazî ölçülerin üstünde bir kesinlik ve netlikle imandır. Zaten, varlığın hemen her yanında tecellî eden güzelliklerde Cemal ve Kemal-i Mutlak sahibi Hz. Allah'ın cemalî ve kemalî tecellîlerine ait çizgileri seyredip "zevk-i ruhanî" noktasına ulaşmak da ancak böyle bir imanla mümkün olur. Yakîni elde eden insan, hep onun Cennet yamaçlarında dolaşır durur. Kalbi, gönlü ve sinesi her an ayrı bir vâridâtla dolar boşalır. O da her an kendini bir başka hisseder ve Rabbini bir başka tanır. Arş bahçesinden demet demet çiçek dermek ve meyve devşirmek işte budur.
Yakîn, mebdei itibarıyla hayra uyanma, müntehası itibarıyla ise itminana ulaşma ve doyma mânâsına gelir. İnsan O'ndan gayri her şeye doyunca, O'na iştahı kalmaz. O'nunla doyunca da başka şeye iştahı kalmaz. Hırsla dünyayı takip edenler O'ndan nasibini alamamış insanlardır. Kalbi Allah'a karşı itminan ile gerilmiş bir insan her şeye karşı fermuarını çekmiş, kapamıştır. Böyle bir kalb tıpkı bir kıblenüma gibi sürekli Hak hoşnutluğunu gösterir ve vicdan ibresinde de en küçük bir sapma olmaz. Bu öyle yüksek bir "Yakîn" mertebesidir ki, bu mertebede seyahat eden ruh, her konakta ayrı bir وَلَكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْبِي "İsterim ki kalbim itminana ulaşsın."[3] gerçeğine şahit olur ve her menzilde ayrı bir vâridâtla taltif edilir. Dolaştığı her yerde لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ (Hak dostları için) ne bir korku vardır ne de onlar tasalanırlar."[4] nefehâtını duyar. أَلاَّ تَخَافُوا وَلاَ تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ "(Onların üzerine melekler iner ve derler ki:) Korkmayın! Tasalanmayın, size vaad olunan Cennet'le sevinin!"[5] bişaretini hisseder, أَلاَ بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ "Biliniz ki, kalbler ancak Allah'ın zikriyle huzura erer.."[6] kevserini zevk eder, tabiat ve cismaniyet üstü yaşar.
İtminan, insanın sebepler üstü ve vasıtalar ötesi bulunmasının unvanıdır. Akıl, tabiatüstü seyahatini bu mertebede noktalar.. ruh, bu noktaya ulaşınca dünya kaygılarından kurtulur.. his, bu sihirli konakta bütün aradıklarını bulur ve damla iken derya olur.
İnsanı bu noktaya götüren belli başlı yollar vardır. Bunların en başında da ilim ve tefekkür gelir.
İlim, eşya ve hâdiselerin bize anlattığı, tekvinî emirlerin, önümüze açıp döktüğü şeylerin hissedilmesi, kavranması ve Yaradan'ın yüce maksatlarının sezilmesinden ibarettir. Eşyaya hükmetme mevkiinde yaratılan insan; görecek, okuyacak, sezecek ve öğrenecektir. Öğrendikten sonra da, hâdiselere sözünü geçirme ve onları teshîr etme yolunu araştıracaktır. İşte bu nokta, Yüce Yaratıcı'nın emriyle, eşyanın insana, insanın da kendi Yaradan'ına teslim ve mahkûm olduğu noktadır.
İlim; fizik, kimya, astronomi, tababet ve daha çeşitli dallarıyla insanlığın hizmetinde ve her gün ona yeni yeni armağanlar vermektedir.
Evet, ilim ve teknik insanın hizmetindedir ve ondan korkmak için, ciddî hiçbir sebep de mevcut değildir. Tehlike ilmîlikte ve ilme göre bir dünya kurmada değil; tehlike, cehalette, şuursuzlukta ve mesuliyet yüklenmekten kaçınmaktadır.
Bununla beraber ilim tek başına kaldığında, yani düşünce-tecrübe ve vicdan üçlüsünden tecrid edildiğinde, sapma ve saptırmalara vesile olacağı da kat'iyen göz ardı edilmemelidir.
Evet, zihinler sonsuzluk düşüncesinden mahrum bırakıldığı, ruh teknolojinin esiri hâline getirildiği, kalbî hayat bütün bütün ihmale uğradığı bir yerde ilimden de ilmin yararlı olacağından da bahsedilemez. Aksine, böyle bir iklimde ilim, vahşetlerin buudlaşıp devam etmesine, boğuşmaların kıran kırana sürüp gitmesine, aldatma ve istismarların "dev" birer âfet hâlini almasına yardımcı olacak ve "hak" karşısında "kuvvet"e omuz verip ona yan çıkacaktır.
Doğrusu şu ki; ilim, insanın maddî-mânevî mutluluğunu hedef alıp, onun bedenî-ruhî problemlerini çözmeye çalıştığı ve insanı gönül-zihin birliğine ulaştırabileceği ölçüde faydalı ise de, bunları yapmadığı veya yapamadığı zamanlarda faydasız, hatta bir ölçüde zararlıdır ve ondan insanlık yararına bir şeyler beklemek de abestir.
Bugünün bütün bütün maddîleşen insanı, ilim ve tekniğe sadece şahsî hazları, maddî refah ve rahatı itibarıyla alâka duymaktadır. Böyle bir anlayış ise onu, her gün biraz daha ahlâkî çöküntü, ruhî bunalım ve düşüncede sığlaşmaya götürmektedir. İşte bu insan tipidir ki, büyük bir kısmı itibarıyla gerçeği araştırmaya ve o yolda tefekküre yanaşmamakta, hatta bunları sevmemektedir. Şüphesiz bunda, topluma avam kültürünün hâkim olmasının, ilim adamlarındaki beleşçilik düşüncesinin ve hasbî ruh kıtlığının tesiri çok büyük olmuştur. Ne var ki, ruh insanı, ilham insanı, gönül insanı yetiştirememenin tesiri bundan daha büyüktür. Ortalığı, her şeyi maddede arayan aklı gözüne inmiş karakuraların sardığı bir dönemde, gerçeğin ilminden, ilimde derinleşip buudlaşmaktan bahsetmek mümkün değildir. Aksine, böyle bir atmosferde muhakeme ve tefekkür her gün biraz daha kısırlaşacak, insanlar biraz daha aptallaşacak ve dünyanın her yanı makinelerin komutlarıyla iş yapan insanlarla dolup taşacaktır.
Onun içindir ki, yarınları yeniden inşa etmeyi plânlayanlar, öncelikle ilmin ne olup ne olmadığını, ondan neler beklenebileceğini, onun hedef ve gayelerini çok iyi belirleme mecburiyetindedirler. Yoksa aksaklıklar sürüp gidecek ve ilim de kendinden beklenenleri kat'iyen veremeyecektir.
Tefekkür, istidlâl yoluyla kâinat kitabını didik didik etme demektir. O, karadeliklerin içinden, bir tünelden geçiyor gibi geçip Cennet yamaçlarına ulaşmanın adıdır. Böylece ilmin her yamacı aydınlıklar mesiresi hâline gelir.
Zira eşya ve hâdiselerin mebdeinde Allah vardır ve bütün varlık O'na dayandırılmaktadır.
İnsan belli bir yere kadar bu delil ve istidlâllerle yürür. Onlar insanın elinden tutar ve saray kapısına kadar getirirler. Bir halâyık gibi insana teşrifatçılık yaparlar. Ama saraya gelindiğinde artık onlar kapının ardında kalırlar, içeriye alınmazlar. Zira artık ihsan sırrı zuhur etmiştir. Aranan Gayb bulunmuştur ve vicdan O'ndan gelen sesi duymaktadır. Medlul ile konuşurken delilin orada ne işi var? Ballar Balını bulan kovanın yağmalanmasına aldırış eder mi hiç? Allah (celle celâluhu) cisimden, ârazdan münezzeh ve müberradır. Ancak bu noktada insan sanki bir adım daha atsa kendini O'nun kucağında bulacak gibi olur. Tabiî O, bütün bunlardan münezzehtir. Zaten O, insana şah damarından daha yakın değil mi? Bu sırrın zuhur ettiği yerde, hiç delil veya istidlâlden bahsedilir mi?
Asl'ı bulan vesileyi, hazineyi bulan yolu-izi ne etsin? Yeter ki bu yol inancın zirvesinde ve son kemal noktasında bitsin...
[1] Fâtır sûresi, 35/10.
[2] Tahrim sûresi, 66/6.
[3] Bakara sûresi, 2/260.
[4] Bkz.: Bakara sûresi, 2/62, 112, 262, 274, 277.
[5] Fussılet sûresi, 41/30.
[6] Ra'd sûresi, 13/28.
.
Allah'ın Varlığına İcmâlî Birkaç Delil
Varın ispatı yokun ispatından her zaman daha kolaydır. Bir elma cinsinin yeryüzünde bulunduğunu, bir tek elmayı göstermekle ispat edebiliriz. Hâlbuki yokluğunu iddia eden kimse bütün yeryüzünü, hatta kâinatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu ispat edebilir. Bu ise, imkânsızlık çapında bir zorluk demektir. Öyleyse diyebiliriz ki, yok hiçbir zaman ispat edilemez...
İki ispat edici, binlerce nefy ve inkâr ediciye tercih edilir. İki kişi aynı hakikatte ittifak etmişse, binlerce insanın kendi dar pencerelerinden şahsî bakışlarıyla onu inkârları hiçbir değer ifade etmez.
Bir sarayın kapılarından 999'u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddia edemez. İşte inkârcı, devamlı surette kapalı olan o bir tek kapıyı nazara verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, onun ve onun gibi olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyalarına kapalıdır. Mü'min için kapalı kapı yoktur. Yeter ki gözlerini yummasın!.. Zaten 999'u herkese açıktır. Hem de ardına kadar... İşte o kapı ve o delillerden birkaçı:
1- İmkân Delili
Âlem, mümkinât nev'indendir. Yani varlık ve yokluğu müsavidir. Var olduğu gibi, olmayabilir de. Var olurken de, hadsiz oluş keyfiyetlerinden herhangi birinin olması imkân dahilindedir. Yani en az var olan kadar olmayan da var olma şansına sahiptir. Her mümkin ise, kendi dışındaki bir sebebe bağlıdır. Öyleyse önce var olmayı, sonra da var olma şekil ve keyfiyetini, olmamaya ve olması mümkün diğer şekil ve keyfiyetlere tercih eden birisi vardır. O da Allah'tır (celle celâluhu).
2- Hudûs Delili
Âlem mütegayyirdir, durmadan değişiyor. Değişen her şey sonradan olmuştur. Bu bakımdan madde ezelî olamaz. Evet, maddenin termodinamik kanununa göre sürekli yokluğa doğru kayması, kâinatın durmadan genişlemesi, güneşin süratle tükenişe doğru yol alması gibi vak'alar, varlığın bir başlangıcı olduğunu gösteriyor. Sonradan olan her varlığın bir yaratıcısı vardır; illetsiz malûl, sebepsiz netice ve sanatkârsız sanat mümkün değildir. Sebepler ise zincirleme devam edip sonsuza kadar gidemez. Öyleyse durmadan değişen, ezelî olmayıp sonradan meydana gelen ve bir ilk sebebe muhtaç olan şu madde âleminin de bir muhdisi vardır. O da Allah'tır (celle celâluhu).
3- Hayat Delili
Hayat şeffaf bir muamma!.. Evet o, zâhirî sebeplerle izah edilemeyecek kadar düşündürücü ve Yaratıcı Güç'e delâlet etmesi bakımından da şeffaftır. Evet o, doğrudan doğruya Yaratıcı'sını gösterir ve ilân eder. O, muamma oluşuyla ilim adamlarını, şeffafiyetiyle de avamdan insanları büyüleyen sihirli bir vak'adır. Ve hayat âdeta hâl diliyle: "Beni var edip yaratan ancak Allah'tır (celle celâluhu)." der..
4- İntizam Delili
Her varlık kendi parçalarıyla bir âhenk ve bütünlük içinde olduğu gibi, bütün kâinat da kendisini meydana getiren varlık parçalarıyla bir âhenk ve bütünlük içindedir. Bu ise bir nizam ve intizamın varlığını haber veren yanıltmaz bir delildir ve bir Nâzım'a delâlet eder ki, O da ancak Allah'tır (celle celâluhu).
5- Sanat Delili
Atomdan insana, hücreden galaksilere kadar bütün kâinatta ince ve baş döndürücü bir sanat göze çarpmaktadır. Evet, bir baştan bir başa kâinattaki her eser:
Çok büyük sanat değerine sahiptir;
Çok kıymetlidir;
Çok kısa zamanda ve çok kolay yapılmaktadır;
Çok sayıda olmaktadır;
Karışık ve çeşit çeşittir;
Devamlıdır.
Hâlbuki zâhire göre kısa zamanda, çok sayıda, kolay ve karışık yapılan işlerde sanat ve kıymet olmaması gerekir. Ancak yapan Allah (celle celâluhu) olursa, o zaman her şey değişir ve zıtlar bir araya gelir!.
6- Hikmet ve Gaye Delili
Her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edildiği göze çarpmakta ve bir zerrede dahi abes, gayesizlik, mânâsızlık ve israf sayılacak herhangi bir durum müşâhede edilmemektedir. Hâlbuki, ne madde âleminde, ne bitki ve hayvanat dünyasında, ne de eşya ve hâdiselerde şuur ve idrak mevcut değildir ki, bu gayeler silsilesi takip edilebilsin.. öyle ise, kâinattaki bu şuurlu işleyişi ve bu hikmet ve gayeleri ancak Allah'a (celle celâluhu) isnat etmekle mâkul bir yol tutmuş olabiliriz.
7- Şefkat-Merhamet ve Rızık Delili
Bütün yaratıkların ve bilhassa insanın ihtiyacı sonsuz, ihtiyarı ise bir hiç hükmündedir. Öyleyken, bütün ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçları hiç ümit edilmeyen yerden ve hiç ümit edilmeyen bir tarzda, kimin neye ne kadar ihtiyacı varsa, o keyfiyet ve miktarda karşılanmaktadır. Yardım gönderilmesi, gönderilen bu yardımın ihtiyaca tam cevap vermesi açıkça ispat ediyor ki, bütün bu ihtiyaçlara, her şeye kendisinden daha yakın bir şefkat eli cevap vermektedir. Kâinat çapında işleyen ve sonsuza kadar da işleyecek olan bu sistemli şefkat, merhamet ve rızıklandırma, bütün bu işleri yapabilme sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan da münezzeh bir Zât-ı Akdes'i anlatmakta ve ispat etmektedir.
8- Yardımlaşma Delili
Birbirine en yakın olandan en uzak olana kadar, bütün mahlûkat birbirlerinin yardımına koşuyor. Aralarında hiç münasebet bulunmayan iki ayrı varlık cins ve nev'i, böyle bir yardımlaşmada âdeta aynı bütünün parçaları hâline gelip birbirini tekmil edip tamamlıyor. Düşünmeli ki, bakteriler, solucanlar ve toprak el birliği içinde ve aynı gaye etrafında toplanıp bitkilerin imdadına koşuyor ve bu imdada koşuş tekerrür edip duruyor. Akıl ve şuurdan mahrum bu varlıkların, aklı hayret ve şuuru hayranlık içinde bırakan bu faaliyetleri, perde arkasında Vacibü'l-Vücud bir Zât'ın hikmet dolu faaliyetini gözler önüne sermektedir. Yani bütün kâinat, bu yardımlaşma diliyle "Allah" demektedir...
9- Temizlik Delili
İnsandan arza, arzdan semanın derinliklerine kadar bütün kâinattaki nezafet ve temizlik, başlı başına bir delil olarak, bize Kuddûs ismiyle müsemma bir Zât'ı (celle celâluhu) anlatmaktadır.
Evet, toprağı temizleyen bakteriler, böcekler, karıncalar ve nice yırtıcı kuşlar.. rüzgâr, yağmur ve kar.. denizlerde aysbergler ve balıklar; fezamızda atmosfer, semada karadelikler; bünyemizde kanımızı temizleyen oksijen ve ruhumuzu sıkıntılardan kurtaran mânevî esintiler, hep Kuddûs isminden haber vermekte ve o ismin verâsındaki Zât-ı Mukaddes'i göstermektedir.
10- Simalar Delili
Esasen bütün mahlûkata teşmili mümkün iken, meseleyi müşahhaslaştırmak açısından, sadece insanı ve her insan ferdini diğerlerinden farklı kılan onun en bariz ayırıcı vasfı durumundaki simasını ele alarak mevzua yaklaşmış olalım:
Herhangi bir insanın siması, en ince teferruatına kadar kendisinden evvel geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine kat'iyen benzememektedir. Bu kaide, kendisinden sonra gelecekler için de aynen geçerlidir. Bir cihette birbirinin aynı, diğer cihette birbirinden ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alanda çizip, sonra da kendileri gibi olması mümkün milyarlarca resimden ayırmak ve her şeyi sonsuz ihtimal yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmak, elbette ve elbette yarattığı her varlığı, hem de hiç kapalı bir yanı kalmamak üzere bilen ve o varlığa istediği şekli vermeye gücü ve ilmi yeten Cenâb-ı Hakk'ı en sağır kulaklara dahi duyuracak kuvvette bir ilândır. Evet, simada yer alan uzuvları başka simalardaki uzuvlardan ayrı yaratmak ve her gözü, mutlak surette diğer gözlerden tefrik ettirici bir özellikle teçhiz etmek, gözünde fer olmasa bile, sinesinde kalb bulunan her vicdan sahibine, bütün bunları yaratıp sonsuz hikmetlerle donatan Zât'ı (celle celâluhu) gösterir ve tanıttırır...
11- Sevk-i İlâhî Delili
Yavru ördek, yumurtadan çıktığı anda yüzmesini becerebiliyor. Kozadan çıkan karıncalar, hemen dehliz kazmaya başlıyorlar. Arı, çok kısa zamanda sanat harikası olan peteği; örümcek ise, gergef inceliğindeki ağını örebiliyor. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, bunlar ve bunlar gibi olanlar başka bir âlemde kendilerine öğretilen malumatla ve yaratılıştan gelen bir kabiliyetle iş görüyorlar. Hâlbuki insan, her şeyi bu dünyada öğrenmek mecburiyetindedir; hem de varlıklar arasında istidatça en mükemmel yaratık olduğu hâlde. Demek oluyor ki, diğerlerine bu hususiyetleri veren bizzat kendileri değil, her yaptığını hikmetle yapan bir Zât'tır ki, onlara böyle ihsanda bulunmuş...
Kilometrelerce ötede yumurtalarını bırakıp dönen yılan balıklarının yavruları, yumurtadan çıkar çıkmaz yola koyulur ve annelerini sanki elleriyle koymuş gibi bulurlar. Bunu ilâhî bir sevkten başka ne ile izah edebiliriz? Hayvanlarda gördüğümüz bu harikulâdelik, ancak ve ancak Allah'ın (celle celâluhu) bir vergisi olarak açıklanırsa, işte o zaman buna aklî ve mantıkî bir açıklama nazarıyla bakılabilir. Yoksa, başka her yorum, sadece bir safsatadan ibaret kalır...
12- Ruh ve Vicdan Delili
Mahiyetini bilmemekle beraber, varlığından kimsenin şüphe etmediği ruhumuzun ve ona ait fonksiyonların cesedimize hükmediş keyfiyeti de, yine Cenâb-ı Hakk'ı bildiren delillerdendir. Dünyada emir âlemini temsil eden cevher ruhtur ve ruh, bu âleme ancak terakki ve tekâmül için gelmiştir. Hikmetin neticeye tesiri mevzuumuzun haricinde olduğu için, biz burada yalnızca onun delâlet ettiği noktaya temasla iktifa ediyoruz. Evet, madde âlemiyle mahiyeti noktasında hiçbir münasebeti olmayan ruhun kendine mahsus bir âlemden buraya gönderilişi, olgunlaştırılmaya tâbi tutuluşu ve bunun da belli bir programla yürütülüşü, şüphesiz Cenâb-ı Hakk'ı ilân eden en mühim delillerden biridir.
Diğer taraftan, insandaki iç sezişler ve zâhirî hiçbir sebep yokken Rabb'e dönüşler ve O'na yönelişler ve bu hâdiselerin milyonlara ulaşan adette tekrar edilişi açık bir delildir ki, insanda yaratılıştan var olan ve Hakk'ı bulmanın en mühim vesilelerinden biri durumunda bulunan vicdan, kendi Yaratıcısı'na, O'na perestiş etme derecesinde meftundur ve bütün varlığıyla O'nunla irtibat hâlindedir. Zaten "Elest Bezmi"nin yanıltmaz şahitlerinden biri de, vicdan değil midir? İşte vicdan, bu şahitliğin hakkına riayet zaruret ve mecburiyetinin sevkiyle "Allah" demektedir...
13- Fıtrat ve Tarih Delili
Her insanda iyi ve güzele karşı bir sevgi, buna mukabil kötü ve çirkine karşı da bir nefret hissinin varlığı, aksi hiç kimsenin hatırından bile geçmeyecek vuzuh ve açıklıkta bir realitedir. Demek oluyor ki, bu duygular, ahlâklı davranma ve iyi işler yapma yönündeki meyilleri ve ahlâksızlıktan ve çirkin davranışlardan da nefret verip kaçınmayı temin eden yapıları itibarıyla delâlet etmektedir ki, insana iyiyi, güzeli emreden ve onu kötülük ve çirkin davranışlardan men eden sistemin sahibi kim ise, kendisine bu duyguları veren de, O Zât'tır. Bu Zât da, hiç şüphesiz Allah'tır (celle celâluhu).
Dinler tarihi şahittir ki, beşeriyet hiçbir devrini dinsiz geçirmemiştir. Bâtıl, hatta gülünç dahi olsa hemen her devirde bir dine inanmış ve bir mânevî sistemi takip etmiştir. Ayrıca, inanmak bir zarurettir; zira o fıtratta vardır. İnsan fıtratına bu ihtiyacı yerleştiren Zât'la, bize inanmayı emreden Zât, aynı Zât'tır. Ve O da Allah'tır (celle celâluhu).
14- Duygular Delili
İnsan, binlerce duyguyla teçhiz edilip donatılmıştır. Her duygu, madde dışı bir âlemden mesaj mahiyeti taşır. Ancak insanda bir duygu daha vardır ki o, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ı tanıtır. Bu duygu, insanda var olan ebed ve sonsuzluk duygusudur. Bu duygu sebebiyle insan, daima ebed için didinir ve ebed için çırpınır. Sonlu olan hiçbir şey, onu hakikî mânâda tatmin edemez. Ve bu duygu, insana başka bir sonlunun tesiriyle tevdi edilmiş olamaz. Sonlu olan sebeplerin hiçbiri, bu sonsuzluk bâdesini sunamaz. Hâlbuki, bunun varlığı bir vâkıadır, inkârı da kabil değildir. Öyleyse bu duygu bize, bizi bu duygu ile yaratan Zât tarafından verilmiştir.. ve ebedî hayatı da yine O verecektir.
15- İttifak Delili
On tane yalancı, arka arkaya gelip bize evimizin yandığını söylese, bu adamların hayatta bir defa dahi doğru söylediklerini duymamış olmamıza rağmen, "ihtimal" der onlara inanırız. Zira ortada bir ittifak hâdisesi var. Hâlbuki bahsini ettiğimiz ittifak, binlerce peygamber, yüz binlerce evliyâ ve milyonlarca da inanan insan arasında meydana gelmiş bir ittifaktır. Muhtelif zamanlarda ve ayrı ayrı mekânlarda yaşamış bu insanların ittifak ettiği en birinci nokta, "Allah vardır." hakikatidir. On yalancının bir yalan üzerindeki ittifakına ehemmiyet verildiği hâlde, milyonlarca, hem de hayatlarında bir kere dahi yalan söyledikleri duyulmamış nebiler ve velilerin bu çaptaki ittifakına inanmayan insan nasıl insan olabilir? Ve ona nasıl akıllı denebilir..?
16- Kur'ân Delili
Kur'ân-ı Kerim'in kelâmullah olduğunu ispat eden bütün deliller, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın varlığının da bürhanları durumundadır. Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğuna dair yüzlerce delil vardır ve bunlar, o mevzu ile alâkalı İslâm kaynaklarında en ince teferruatına kadar tafsil edilmiştir. Biz, meselenin ispat yönünü o eserlere havale ile iktifa ediyoruz. Evet, bütün bu deliller, kendilerine mahsus dilleriyle "Allah vardır." derler.
17- Peygamberler Delili
Peygamberlerin ve bilhassa Peygamberler Efendisi İki Cihan Serveri'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini ispat eden bütün deliller de, yine Cenâb-ı Hakk'ı anlatan bürhanlara dahil edilmelidir. Zira peygamberlerin varlıklarının gayesi, tevhid, yani Allah'ın varlık ve birliğini ilân etmektir. Öyleyse, her peygamberin kendi peygamberliğini ispat eden bütün delilleri, aynı zamanda bütünüyle Cenâb-ı Hakk'ın varlığına da delil olmaktadır. Ne var ki, onların peygamberliğini ispat eden delillerin serdi, şu andaki mevzumuz dışında kaldığından, teker teker üzerlerinde durmayacağız. Şimdilik sadece şunu arz edelim ki, bir peygamberin hak nebi olduğunu ifade eden bütün deliller, aynı kuvvetle, hatta daha da öte bir kuvvetle "Allah vardır ve birdir." demektedir.
.
Sebepler, Tabiat ve Kendi Kendine Varolma
1- Sebepler ve Tesadüfler Kâinatı Meydana Getiremez
Tesadüf, kanunla zıtlaşmak demektir. Kanun, belirli ve devamlı bir münasebeti ifade eder. Onda bir plân, program, nizam ve intizam vardır. Hâlbuki tesadüf, gelişigüzelliğin ve başıboşluğun adıdır. İlimler ise, daima kanunlarla meşgul olur; tesadüfleri meşguliyet sahalarına almaz ve onlarla uzaktan-yakından ilgilenmezler. İlimler ve kanunları tesadüflerle bir arada mütalâa etmek, büyük bir yanlışlıktır.
Kelimeler üzerinde bu kadarcık durduktan sonra, hükmümüzü teyid için birkaç misal verip, bu mevzuu geçelim:
Bir insanda yüz trilyon hücre ve bir hücrede bir milyona yakın protein vardır. Bir proteinin tesadüfen meydana gelebilmesi için, 10 rakamının arkasında 160 sıfır ile ifade edilen ihtimal gereklidir. Ortada tercih ettirecek bir sebep olmadan bu ihtimallerden birinin tesadüfen vukû bulması ise, yine o rakamlar adedince muhaldir ve mümkün değildir!..
2- Kâinat Kendi Kendine Meydana Gelemez
Varlığı zarurî olma, olmaması mümkün olmama demektir. Burada zarurî kelimesinden maksat, vücubdur. Vücudu vacip olanın dışında her varlık, imkân dairesine dahildir. İmkân ise, olup olmaması müsavî mânâsına gelir. Vücudun vacip olması, aynı zamanda sonsuzluğu gerektirir. Hâlbuki kâinatta müşâhede edilen her varlık, süratle bir sona doğru kaymaktadır. Öyleyse, kâinatta sonradan varlık sahasına çıkmış hiçbir mevcudun vücudu vacip değildir. Vücudun vacip olmayışı, mümkün olmasıyla eşdeğerdir. Mümkün ise, bir yaratıcıya muhtaçtır. Muhtaç olunan yaratıcı ile muhtaç olan eşyanın aynı olması ise, sadece bir hezeyan ifadesidir. Öyleyse, yaratıcıya muhtaç olanı yaratan, hiçbir zaman madde ve madde cinsinden olamaz. Onu yaratan, vücudu vacip olan bir Zât olabilir ki, O da Allah'tır (celle celâluhu).
Diğer taraftan, -muhalfarz- eğer madde aynı zamanda kendini yaratan güçse, şimdi o güç ve kuvvet nereye gitmiştir?. Ebedî olmayan bu gücün ezelî olamayacağı da gayet açıktır!. Öyleyse, varlığın ötesinde bütün varlığa hükmeden ezelî ve ebedî bir Zât vardır ki, O da, Allah'tır (celle celâluhu).
3- Tabiat ve Tabiat Kanunları da Yaratıcı Olamaz
Kanunla, o kanunu vaz'eden aynı değildir. Tabiat kanunlarını yine tabiat kanunları koymuş olamaz. Diğer taraftan, tabiatın kendinde olmayanı başkasına vermesi de muhaldir. Sonra, insanda mevcut binlerce duygunun hiçbiri tabiatta yoktur. Öyleyse tabiat, kendinde olmayanı insana nasıl verebilmiştir? Bu muhali hangi akıl kabul edebilir?
Kendinden daha mükemmeli yaratamayan taş, toprak, hava, ısı ve ışıktan mürekkep olan tabiat, insanı nasıl yaratabilir?
4- Tevhid'de Sühûlet Vardır
Bütün eşyayı bir tek şeye vermek, bir tek şeyi bütün eşyaya taksim etmekten daha kolaydır. Bir zerrenin yaratılması için bütün bir kâinat gereklidir. Bütün kâinatı yaratamayan, bir tek zerreyi yaratamaz. Zira eşya arasında böyle bir telâzum (birbirini gerektirme, birbiriyle sıkı alâka içinde bulunma) vardır.
İdare açısından bir orduyu bir kumandanın emrine vermek, gayet kolaydır. Buna karşılık, bir tek neferi ordunun neferleri adedince kumandanların emrine vermek ise, iş ve idareyi zorlaştırmak demektir.
Bütün kâinatı Cenâb-ı Hakk'a isnat etmekle, bir zerrenin yaratılmasını O'na nispet etmek arasında fark yoktur. Meselenin aksinde de netice aynı olacaktır. Yani bir zerreyi kim yaratmışsa, bütün kâinatı da o yaratmıştır. Daha açık bir ifadeyle, yaratılışın zerresiyle küresi, mikrobuyla gergedanı, damlasıyla deryası, parçasıyla bütünü arasında fark yoktur. Küreyi yaratamayan zerreye, gergedanı yaratamayan mikroba, deryayı yaratamayan damlaya, bütünü yaratamayan da parçaya sahip olamaz ve hükmedemez...
.
Tabiat, Tabiat Kanunları ve Sebepler Niçin Yaratılmıştır?
1- Kanunlar ve sebepler, birer vasıta ve perde olup, yukarıdan gelen emir ve talimat, bu vasıtaların perdedarlığı arkasında taalluk noktalarına ulaşır
Cenâb-ı Hak, madde âlemini yaratırken, tabiatın ayrılmaz zatî bir vasfı ve özelliği olarak, tabiat kanunlarıyla sebepleri de beraber yaratmıştır. İlk yaratılışa verilen "Ol" emriyle varlık sahasına girenler, aynı zamanda bu hususiyetle de mücehhez olarak bu sahaya girerler. "Ve ona her şeyden bir sebep verdik."[1] âyeti de, bu hakikati ifade etmektedir.
Ancak bütün bu sebep ve kanunlar, Cenâb-ı Hakk'ın izzet ve azametine birer perde olup, onların ardında hakikî icraatta bulunan ve varlığı -sebepler dahil- yaratan, yine Allah'tır (celle celâluhu). Kanun ve sebepler, o Kudret'ten gelen hakikî tasarruf ve tesirleri neşr ve ilân etmekle vazifeli, O'nun izzetini aklın zâhirî değerlendirmelerine karşı muhafaza eden tenteneli birer perde hükmündedir.
İnsanlar arasında bulunan makam sahiplerinin bile bir izzet, azamet ve haysiyetleri vardır ve bundan dolayıdır ki, birtakım vasıtalarla ve perde arkasından icraatta bulunurlar. Her dairede yapılan işlere bizzat müdahale edip, ortada görünmezler ve izzet ve azametleri adına işleri başkalarına gördürüp, başkalarını kullanırlar. Sözgelimi, bir devlet başkanı, belediye zabıtası gibi elinde makbuz çarşı-pazarı bizzat denetlemez; zira makam ve mevkii, buna müsaade etmez. Bir general, koğuşların temizliği, karavana taşınması ve silah bakımı gibi vazifeleri erlere gördürür ve kendisi, rütbe ve makamı adına o vazifelerde bizzat görünmez. -Teşbihte hata olmasın- aynen bunun gibi, kâinatın ve bütün mevcudatın tek sahip ve hâkimi olan Allah (celle celâluhu) da, kâinatta cereyan eden bütün hâdiseleri, kanun ve sebepleri perde yaparak sevk ve idare etmektedir. Zira izzet ve azamet, bunu gerektirir. Bir farkla ki, Allah'ın (celle celâluhu) izzet ve azametine perde yaptığı şeyler için hakikî tesir bahis mevzuu değildir.
Demek oluyor ki, kanun ve sebepler, hükümetin bir kalem dairesi hükmünde olup, yukarıdan gelen emir ve talimatın tatbiki o daireden, o vasıta ve sebeplerle irtibatlandırılmaktadır. Gerçekte bütün işleri gören ve gördüren ise, Allah'tır (celle celâluhu).
2- Tabiat kanunları ve sebepler, haksız şikâyetlere ilk hedef olsunlar diye yaratılmıştır
Eşya ve hâdiselerin iki yönü vardır: Mülk ve melekût. Diğer bir ifadeyle, iç ve dış.. tıpkı ayna gibi. Onun bir yüzü şeffaf, berrak, kirsiz, temiz, güzel ve kusursuz; diğer yüzü ise kesif, kirli, çirkin ve kusurludur. Bunun gibi, eşya ve hâdiselerin de melekût yönü dediğimiz iç yüzünde kanun ve sebepler bulunmadığı için, o yüzde kir, çirkinlik ve kusur yoktur. Burada her şey berrak, pırıl-pırıl ve tertemizdir. Hayat, nur ve rahmet, bu yüze sadece üç misaldir.. mülk yönü dediğimiz dış yüzünde ise, Cenâb-ı Hakk'ın izzet ve azametine, kemal ve cemaline muhalif, göze, kulağa ve buruna, hatta hayal ve düşünceye hoş gelmeyen birtakım hâller bulunur ki, işte kanun ve sebepler, bu gibi durumlarda perde, bazen de hedef olsunlar diye yaratılmışlardır. Cenâb-ı Hak, icraatını bu sebep ve perdelerin verâsında sürdürmektedir. Ayrıca, haksız ve yersiz şikâyetlerin doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'a karşı yapılmamasını temin hikmeti de, sebep ve kanunların yaratılmasını iktiza etmiştir. Zira, gafil ve cahil kimseler, çok defa eşya ve hâdiselerdeki ince ve derin hikmetleri, neticede saklı nice güzellikleri göremediklerinden, şikâyetlerini bizzat Cenâb-ı Hakk'a tevcih eder ve O'ndan şikâyette bulunurlar. Hâlbuki böyle bir şikâyet, şikâyet edilen husustan daha büyük bir felâkettir. Evet, çok defa şikâyete sebep olan felâket, kendinden daha büyük yeni bir felâket getirir. İşte, Rahmân ve Rahîm olan Yüce Zât (celle celâluhu), sonsuz bir rahmet eseri olarak, icraatını esbap ve perdelere sarıp sarmalamakla kullarının hakikî felâketten kurtulmalarını dilemiş ve onlara mazeretler bahşetmiştir.
Bunun içindir ki, gönül meyvesini kaybetmiş bağrı yanık ananın feryadında gizli olan şikâyet, hastalık ve musibet perdesine sarılmış ve böylece o ana, evlâdını kaybetmekten daha büyük bir felâket olan Cenâb-ı Hakk'a karşı küstahlıktan kurtarılmıştır. Kullarına karşı bu kadar şefkatli davranan Rabbimiz ne büyük ve büyüklük ifadesi, O'nun gerçek büyüklüğü yanında ne kadar küçüktür!..
3- Tabiat kanunları ve sebepler, sonsuz ilâhî sanatı nazara vermek için yaratılmıştır
Sanatkârın büyüklüğü, eserinin kıymetiyle takdir edilir. Cıvıl cıvıl kuşlar, rengârenk çiçekler ve en küçük varlıkta müşâhede edilen harika sanat incelikleri ve daha neler neler!. Evet, bütün bunlarda Allah (celle celâluhu), tabiat diliyle isim ve sıfatlarını terennüm ettiriyor ve bu isim ve sıfatların tecellîlerini sebepler adı altında teşhir ederek, şuurlu varlıklarına seyrettiriyor.. Kendisi de, onların hayret ve hayranlıklarını seyrediyor.
Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister. Dünyada, beşerin pür-kusur sanatkârlarında dahi görülen böyle bir hazza meftuniyet, galeri ve sergiler adı altında teşhir ediliyor ve bu galeri ve sergilerden her gün biri kapanıp, diğeri açılıyor. Hâlbuki beşerdeki cemal ve kemal, Mutlak Cemal ve Kemal Sahibi'ni anlamada bir ölçü birimi olarak, hem de en asgari seviyede bulunmaktadır. Bununla beraber, böyle bir ölçü adesesiyle dahi olsa, Mutlak Cemal ve Kemal sahibi olan Cenâb-ı Hakk'ın kendi cemal ve kemalini görme ve gösterme isteğiyle tabiatı bir teşhir salonu hâline getirmesindeki yüce irade ve meşîetini idrak edip anlamak, her zaman mümkündür. Bu idrak ve anlayıştır ki, insanı O'nun tesbih ve takdisine sevk eder. Cenâb-ı Hakk'ı tesbih ve takdis etmek, ibadet ve kulluk şuurundan kaynaklanır. Böyle bir kulluk ise, insanın, hatta bütün varlığın yaratılış gayesidir. İşte sebepler merdiveni, bizi böyle bir gayeye doğru yol aldırıp ufka yaklaştırması bakımından da önemlidir...
4- Tabiat kanunu ve sebeplerde tedrîcîlik
Tabiat kanunu ve sebeplerde tedrîcîlik esastır. Bu da, ilâhî sanatın büyüklüğünü ispat eden en sırlı delillerdendir. Çünkü, her kademe ve her safhada ayrı ayrı isimlerin tecellîlerini göstermesi ve bütünde var olan sanat harikalığının bir organizmanın değişik teşekkül safhalarını meydana getiren bütün bölümlerinde de bulunması, sadece Cenâb-ı Hakk'ın sanatına has ve O yüce sanatkâra mahsus bir özelliktir. Böyle bir hususiyeti başka hiçbir sanat eserinde görmek ve göstermek mümkün değildir.
5- Tabiat kanunları ve sebepler, hikmet yurdunda bulunmamızın muktezası ve neticesidir
Ahiret dârü'l-kudret, dünya ise dârü'l-hikmettir. Yani, ahirette daha çok kudret hâkimken, dünyada ise hikmet hâkimdir. Dolayısıyla, ahirette kanun ve sebepler devre dışı bırakılacaktır; fakat dünyada, hikmetin gereği olarak kanunlar ve sebepler devrede bulunmaktadır.
Cenâb-ı Hakk'ın Hâlık, Rezzak, Şâfî, Mukaddir, Musavvir... gibi isimlerinin yanında bir de Hakîm ismi vardır. Bu mübarek isimle O, hikmetle iş yapar; hikmetle yaratır, hikmetle sebep ve kanunları icraatına vesile kılar; hikmetle, illet-malûl, sebep-netice arasında kurduğu münasebetler çerçevesinde varlık dantelâsını örer...
Ahirette ise kudret hâkim olduğundan, Cenâb-ı Hak kudretiyle muamele edecek; fâni ve geçici olan dünyayı, içinde cereyan etmekte olan kanun ve sebepleriyle beraber yıkıp, yeni ve tamamen başka mânâların esas olduğu bambaşka bir mesken yapacaktır. Ve o âlemde, dünyaya mahsus ne kadar değer ölçüsü varsa hepsi silinecek ve varlık değişik bir hüviyete bürünerek kudret tezgâhına sevk edilecektir.
Kudretin hâkim olduğu bu ebedî âlemde, Cennet meyvelerini yemek için toprağın sürülmesine, tohumun ekilmesine ihtiyaç yoktur. Cennet elbiseleri de, terzinin iğnesiyle makasına ihtiyaç duyulmadan dikilmiş bir hâlde sahibini bürüyecektir. Orada eskime, pörsüme, ihtiyarlama ve ölme de olmayacağından, bu neticeye götürücü sebepler de bulunmayacaktır. Dünya hizmet yeri, ukbâ ise ücret evidir. Dolayısıyla, oradaki nimetlere nâil olmak için burada çalışmak ve sebeplere sarılmak gerekir. Fakat ahirette bu sebep de diğer sebeplerin maruz kaldığı akıbete uğrayarak ortadan kalkacak, evet, orada çalışma da olmayacaktır...
6- Tabiat kanunu ve sebepler, sırr-ı teklif ve imtihan için yaratılmıştır
Sebepler ve kanunlar birer perdedir. Gayba iman edenlerle etmeyenleri birbirinden tefrik için, gözlerimizle gayb arasına çekilmiş olan bu perdeler, mü'minin kâfirden ayrılmasına yardım eder. Gayba iman, mü'minin en mümeyyiz vasfıdır. Burada şu hususa da dikkat etmek gerekir:
Cenâb-ı Hak, dileseydi kanunları yaratmayabilirdi. Söz gelimi, dünyayı bizim de görebileceğimiz bir meleğin sırtına yükler ve bize yerçekimi kanunundan bahsettirmezdi. Veya çocuğun teşekkülü için sadece bir gece yapılacak duayı şart koşardı da, insan, çocuğu kapısının önünde hazır bulurdu. Yine Allah dileseydi, gökyüzündeki yıldızları birer harf gibi kullanır ve herkesin okuyacağı şekilde bu yıldızdan harflerle adını yazar ve Zât'ını bizlere duyururdu. Veya Cenâb-ı Hak, her insanla bizzat konuşur ve ta baştan insanı o kabiliyetle donatılmış olarak yaratırdı... Bütün bu saydıklarımız ve saymadıklarımızın hepsi mümkündü. Ancak bu takdirde, esas gayeden sapılmış olurdu. Çünkü insanın yaratılış gayesi imtihandır. Eğer bu dediklerimiz olsaydı, ne aklın varlığının bir hikmeti kalırdı, ne de kulluk teklifinin bir mânâsı olurdu. Bu, aynı zamanda insan iradesinin zorla elinden alınıp, insanların ister istemez inanmaya mecbur edilmesi demek olurdu ki, sorumluluk ve mükellefiyet ruhuyla telif edilmesi mümkün değildir. Evet, eğer öyle olsaydı, elmas ruhlu Ebû Bekir'lerle kömür ruhlu Ebû Cehil'ler birbirinden ayrılmazdı. İmtihan sırrı kalmadığından dolayı da, melekleri geride bırakmaya namzet insanın makamı sabit kalır ve insanın yaratılmasının bir mânâsı olmazdı. Zira insan yaratılmadan önce de, makamı sabit melekler mevcuttu.
7- Tabiat kanunları ve sebepler, fikirlerin gelişmesi, ilim ve medeniyetlerin teşekkülü için yaratılmıştır
İnsanoğlu, var olduğu günden beri merak ve tecessüsünü Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı madde üzerine teksif etmiş ve bunun neticesi olarak da, üstü kapalı yaratılan eşya ve hâdiseleri keşfederek gün yüzüne çıkarmış.. medeniyet ve teknoloji de, onun bu gayretiyle günümüzdeki seviyesine ulaşmıştır. Hâlbuki işin başından beri her şey apaçık vaz'edilmiş olsaydı, merak ve tecessüs kalmayacağından araştırma, inceleme de olmayacak ve insanlar ilk buldukları ortamda sadece her şeyi malum olma zemininde hayret ve hayranlık hislerinden uzak bir şekilde, dünyadan gelip geçme sıralarını savmaya çalışacaklardı. Doğduğu gün öleceği günü beklemekten başka işi olmayan böyle bir zavallının hazin hâli, hepimizin değişmeyen kaderi olurdu ki, herhâlde bunun adı da şimdikinden başka olacaktı. Öyle olmadığı için, olmayana isim de veremiyoruz...
8- Tabiat kanunları ve sebepler, belli bir ülfet, ünsiyet ve alışkanlık hâsıl ederek, hayatı sevimli hâle getirirler
İfrat ve tefritten arınmış ülfet ve alışkanlıklar, hayatı zevkle yaşanır hâle getirmenin ayrılmaz vasıflarıdır. Bu vasıflardan mahrum bir hayatın hiç de istenecek ve sevilecek bir durumu yoktur. Zira yarın nasıl bir gün ile karşılaşacağını bilmeyen bir insanın, hayatını belli bir plân ve programla disipline etmesinden söz edilemez.. ve harikalar cümbüşü ortasında hayatını her an yeni bir harikayla koyun koyuna geçiren insanın şaşkınlığı ve bu şaşkınlığın bitmek bilmemesi de, hiç arzu edilecek bir şey değildir. Bir de, insanın bizzat kendisinin dünyaya geliş keyfiyeti değişseydi.. ve bugünün keyfiyetiyle dün ve yarın arasında hiçbir münasebet olmasaydı, sonra buna ölümün keyfiyeti de katılsaydı, bir düşünün insan ne hâle gelirdi? Evet, dünyada sebep ve kanunlarla tasarruf yapılmamış olsaydı, denge ve düzen gibi hayatı hayat yapan bütün sabit değerler de ortadan kalkardı ve onlarsız bir hayat da hayat olmaktan çıkardı...
Ülfet ve alışkanlığın orta yolu, düşünerek ve tefekkür ederek yaşamak; ifratı, tefekkürü öldürmek ve tefriti de hayatı zehir etmektir. Mü'min ise, her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da orta yolu seçendir.
[1] Kehf sûresi, 18/84.
.
Tabiat, Tabiat Kanunları ve Sebepler Hakikî Mutasarrıf ve Yaratıcı Olamazlar
1- Kanun ve sebepler, madde ile kaimdir
Kanun ve sebepler, madde ile kaim olduklarından maddeden ayrı düşünülemezler. Maddesiz mevcudiyetleri mümkün olmayan kanun ve sebepleri, maddenin menşei, esası ve yaratıcısı görmek, tam bir aldatmaca ve diyalektik hezeyanıdır. Maddeyi ve hareketleri doğuran, kanun ve sebepler değildir. Tam aksine, kanun ve sebepler, var olan maddeden ve onun hareketinden doğarlar.
Yıldızlar ve gezegenler, yörüngelerinde ve belli bir denge içinde dönüp duruyorlar. Fakat bunu Newton bulup keşfetti diye yapmıyorlar. Belki sonradan yaratıldıkları ve o istikamette sevk edildikleri için deveran ediyorlar. Newton ve benzerlerinin yaptığı ise, kâinata madde ile beraber konmuş bir kanunu ortaya çıkarıp, ona bir ad koymaktan ibarettir.
2- Kanunlar ve sebepler, mümkinâttandır
Kanunların ve sebeplerin var olup olmamaları aynı derecede müsavidir. Varlıkları maddeye bağlı olduğu için aynen maddeyi çevreleyen şartlar, onlar için de geçerlidir. Nasıl madde, tercih ettiren bir sebep olmadan vücuda gelemiyorsa, sebep ve kanunlar da tercih ettirici bir sebep olmadan vücuda gelemezler. Bu, mümkün olmanın zarurî neticesidir. Kendisi böyle bir tercihe muhtaç olanın ise, yaratıcı olması kat'iyen söz konusu değildir; çünkü kendisi yaratılmaya muhtaçtır.
3- Kanunlar ve sebepler hâdistir. Dolayısıyla, ebedî olmayan, ezelî de olamaz
Kanun ve sebepler hâdistir. Bu sebeple, "Ebedî olmayan ezelî de olamaz." sözümüz, sebep ve kanunlar için de geçerlidir. Bir hâdisin başka bir hâdis tarafından yaratıldığını düşünmek ise, teselsülü kabul etmek olur. Teselsül ise bâtıldır.
Kanun ve sebepler de, madde gibi yokluğa doğru gitmektedir. İlim adamları, maddenin dağılması, yıldızların saçılması ve kıyametin kopmasını netice verecek pek çok sebep beyan etmektedirler. Sonlu olup, yıkılıp gitmeye mahkûm bulunanlar, yaratıcı olamazlar.
4- Kanunlar ve sebeplerin varlığı, başka sebeplere muhtaçtır
Kendilerinin var olmasına bizzat kendileri sebep olamayan ve bu yüzden de birer netice olan kanun ve sebepler, zincirleme olarak her zaman başka sebeplere muhtaçtır. Sonsuza kadar zincirleme uzanıp gitmesi mümkün olmayan sebeplerin bir noktada durması mecburî ve zarurîdir. Meseleyi müşahhaslaştırmak bakımından şöyle bir misal verebiliriz: Ağaca sebep çekirdektir; ya çekirdeğe sebep nedir? Tavuk, sebep olarak yumurtaya bağlıdır. Ya yumurta hangi sebebe bağlıdır?.. Veya bir elmayı ele alalım: Elma, sebepler plânında diyelim ki çiçeğe ve tomurcuğa; çiçek ve tomurcuk dal, kök ve gövdeye; onlar, çekirdeğe; çekirdek de toprağa, toprağın ihtiva ettiği elementlere, ısı, ışık ve havaya, dünyaya ve dünyanın belli bir ölçüdeki eğilimine... muhtaçtır. Bu şekilde sora sora varıp çekim kanununa dayanırız ama sorular yine bitmez ve hep "Ya o?" diye sormaya devam ederiz. Fakat neticede son bir noktada durma ihtiyacı hissederiz ki, işte bu son nokta, başlangıç itibarıyla ilk sebeptir.. ve o da hiç şüphesiz, artık "Ya o kime?" diye soramayacağımız bir Zât olacaktır. Aksi takdirde, her sebebe bir ilâhlık isnat etmek gerekir ki, bu da, zerreler adedince muhali kabul etmek demektir.
5. Kanunlar ve sebepler, hakikî ve zatî bir vücuda sahip olmayıp itibarî şeylerdir
Bazı kanun ve sebepler, hakikî ve zatî bir vücuda sahip olmayıp, itibarî ve hayalîdirler. Yukarıda bahsi geçen 'yerçekimi kanunu'nu ele alalım. Bu isim, sadece vâki olan bir meseleyi izah için konulmuş bir namdan ibarettir. Yoksa, gözle görülür, elle tutulur, laboratuvarda incelenir bir nesne değildir. Görülen ve duyulan ise sadece neticelerdir. Yani kanunlar, mücerret faraziyelerden ibaret mevhum kuvvelerdir. Çekirdekteki gelişme kanunu, suyun kaldırma kanunu, DNA'daki şifre kanunu ve mıknatıstaki çekme kanunu hep bu türdendir. Öyleyse hemen soralım: Görünür, maddî, hakikî ve zatî bir varlığı olmayan hayalî ve görülmeyen bir kuvvet, yani kanun ve sebepler, nasıl olur da, muazzam kütleleri bulunan milyonlarca ton ağırlığındaki milyarlarca gök cismini son derece ince hesaplarla, muvazeneli ve dengeli bir şekilde, dehşet veren keyfiyetiyle döndürebilir? Görmemeyi inkâra sebep yapanların, varlığa ilk sebep kabul ettikleri bu hayalî kanun ve mevhum sebeplere, görmedikleri hâlde inanmaları ve Yüce Yaratıcı'ya veremedikleri güç ve kuvveti bu hayalî sebeplerde tasavvur etmeleri, bir düşünce ve fikir olarak değil, olsa olsa bir düşünce küflenmesi olarak değerlendirilebilir.
6. Kanunlar ve sebepler, muhtaç oldukları diğer kanun ve sebeplerle omuz omuza vererek, neticelerin meydana gelmesine sebep olurlar
Kanun ve sebepler, muhtaç oldukları başka kanun ve sebeplerle bir araya gelerek, neticelerin meydana gelmesine sebep teşkil ederler. Yoksa, yoktan var etmek gibi bir fonksiyonları olamaz. Bir hücreyi meydana getiren bütün kanun ve sebepleri bir araya toplamak mümkündür; ancak ondan canlı bir hücre vücuda getirmek asla mümkün değildir.. zaten ısrarla söylediğimiz gibi, bir canlının vücuda gelmesi için binlerce sebebin şuurlu ve ölçülü bir şekilde bir araya toplanması gerekir ki, bu da bizzat bu sebeplerin yapabileceği bir iş değildir.
7. Kanunlar ve sebeplerle neticeleri arasında uygunluk ve tenasüp yoktur
Kanun ve sebeplerin kendileri gayet âciz, zayıf, basit, fakir, ilimsiz ve iradesiz olmalarına karşılık, neticeleri son derece mükemmel, sanatlı, kıymetli ve önemlidir. Demek oluyor ki, sebeplerle neticeler arasında illet-malûl, sebep-netice münasebeti görülse bile, uygunluk ve tenasüp yoktur. Nasıl ki elli kiloluk bir adam, beş yüz kiloyu kaldırsa veya bir çocuğun, parmağına taktığı bir iple bir otobüsü çekip götürdüğü görülse hayrete düşülür ve böyle bir şey şaşkınlıkla karşılanır. Aynen öyle de, çevremizde cereyan eden eşya ve hâdiselere, taşıdıkları sebep-netice tenasübü ve uygunluğu zaviyesinden baktığımız zaman, muazzam bir farklılık ve insanı hayrete gark eden bir dengesizlik müşâhede ederiz. Meselâ, parmağımızı bir kompresör gibi kullanıp taş ve kayaları delmek istesek, parmağımızı parçalamaktan başka bir netice elde edemeyiz. Çünkü taş ve kayayı delmekle elimizin ve parmağımızın sertliği arasında bir münasebet yoktur. Hâlbuki, ipek gibi ince ve nazik damarlarıyla minicik bitkiler, taş ve kayaları şak edip yararlar. Sigara kâğıdından daha ince yapraklar, o şiddetli hararet karşısında dayanır ve yemyeşil kalırlar. Meyve, çiçek ve dallarıyla kocaman bir ağacın programını bünyesinde saklayan bir çekirdeğin basitliğine ve küçüklüğüne bakın! Ve en mükemmel yaratık olan insanı, bütün istidat ve kabiliyetleriyle birlikte çekirdek hâlinde ihtiva eden ve şeriat dilinde necis kabul edildiği için, bulaştığı yerin yıkanması şart olan spermleri düşünün!.. Tatlı ve lezzetli şeker konservesine benzeyen meyvesiyle incir ağacının çekirdeğini ve bir de bu çekirdeğin o ağaca nisbetle, nerdeyse gözle görülmeyecek kadar küçüklüğünü ibret gözüyle inceleyin!.. Evet, bunlar gibi birçok meseleyi sıralayarak anlıyor ve kabul ediyoruz ki, kanunlar ve sebepler, o müthiş zayıflık ve basitliklerine rağmen daima mükemmel neticeler vermektedir. Bu kadar mükemmel ve muhteşem neticelerin menşei, menbaı, var edeni ve Yaratıcısı, bu âdi, basit, zayıf ve geçici kanun ve sebepler olamaz.
Hele, sebeplerin kendilerinde olmayan bir vasfı başkasına vermeleri hiç mi hiç düşünülemez. Biraz sonra yok olup gittiğini görüp dururken, insandaki ebed duygusunu bir damla hakir ve kerih suya bağlamak, hezeyan değil de nedir?
8. Kanunlar ve sebepler, zıdlarının varlığına muhtaç bulundukları için yaratıcı olamazlar
Kanunlar ve sebepler yaratıcı olamaz, çünkü zıdları vardır. Zaten kâinatta her varlığın bir zıddı vardır. Zira bir bakıma eşya, zıddıyla bilinir. Çekme-itme, eksi-artı kutuplar, sıcak-soğuk, güzel-çirkin, gece-gündüz, madde-mânâ hep birbirinin zıddı oldukları için bilinmektedirler. Bilinmesi için zıddının varlığına muhtaç olan ise, yaratıcı ve ilâh olamaz.
Sanatkâr, sanatı cinsinden değildir. Evi yapan ustayla ev aynı cinsten olamaz. Aksi hâlde, bir şeyin hem kendisi olması hem de olmaması gibi, mantıkla bağdaşması imkânsız bir hezeyana sapılmış olur.
9. Bazen bütün sebepler toplandığı hâlde netice hâsıl olmaz, bazen de sebepler teşekkül etmeden hâsıl olur
Bazen bütün sebepler toplandığı hâlde neticenin hâsıl olmaması da gösteriyor ki, neticeyi meydana getirme gücü, bizzat sebeplerin kendisinden değildir. Bazen de sebepler teşekkül etmeden neticeyi görmek mümkün olmaktadır. Bütün bunlar, yapıp yapmamada ihtiyar ve irade kendi havl ve kuvvetinde olan bir Zât'ı ilân eden hususlardır. O zât ise başka değil, ancak Allah'tır (celle celâluhu).
10. Sebepler arasında en üstünü ve kabiliyetlisi olan insanın ihtiyaçları ebedlere uzanırken, iktidarı ise hiç hükmündedir
Sebepler arasında en üstün ve kabiliyetlisi insandır. Eşya ve hâdiseler ona musahhar kılınmıştır. O, akıl, şuur ve iradesiyle mümtaz bir varlıktır. Bütün bunlara rağmen en âciz, en zayıf ve en muhtaç da yine insandır. Yerinde bir mikroba mağlup olur, yerinde en küçük sebep karşısında pes eder. İhtiyacı ebedlere uzanmakta, buna karşılık iktidarı ise, hiç hükmündedir. Şimdi, keyfiyeti ve mahiyeti bu olan insan, elini hangi sebebe açıp yalvaracak ve hadsiz ihtiyaçlarını kimden talep edecektir; hele, sebepler arasında en üstünü de o ise..?!
Evet, onun da el açıp müracaat edeceği bir Zât vardır. O Zât ise, sebepleri Kudret Eli'nde tesbih taneleri gibi evirip çeviren Hz. Allah'tır (celle celâluhu).
.
Allah, İnsanları Neden Bir ve Eşit Yaratmamıştır?
Allah, insanları neden bir ve eşit yaratmamıştır? Neden insanların bir kısmı zenginken, diğer kısmı fakirdir? Ve yine, bir kısım insanların hiçbir fizyolojik problemi yokken, neden bir kısmı kör, topal ya da daha başka yönleriyle malûldür? Öte yandan, bazı insanlar musibet ve belâlara maruz kalırken, daha başkalarının rahat ve rehavet içinde ömür sürdükleri görülmektedir. Bütün bunlardaki hikmet ve sebep ne olabilir?
Günümüz insanının zihnini her devirden daha çok meşgul eden bu uzun soruya maddeler hâlinde, fakat kısaca cevap vermeye çalışalım:
1. İnsan, sevdiğini onu tanıdığı nispette sever
Evet insan, sevdiğini onu tanıdığı nispette sever; tanımadığının ise hep düşmanı olmuştur o. Esasen, itiraz işmam eden bütün soruların altında da böyle bir tanımamazlık yatmaktadır. Eğer insan, kendi Yaratıcı'sını tanıma mevzuunda herhangi bir şöhreti tanımaya duyduğu iştiyak kadar arzulu olsaydı.. Rabb'ini tanıtıp tarif eden muarrif üstadların tedrisinden nasiplenerek, kâinat kitabını Kitabullah'ın ölçü ve kıstaslarıyla tetkike tâbi tutabilseydi.. Allah Resûlü'nden sudûr ile hayata hayat olan hakikatleri bir nebze dinleyip, neticede vicdanında hâsıl olan nur hüzmelerinin maviliğiyle eşya ve hâdiselerin lâhut âlemine ait yönünü seyredebilseydi, zihnini kurcalayan birçok mesele ve istifhama daha işin başında çare bulmuş olacaktı. Gel gör ki, ilmin ve tefekkürün katledildiği bir devrede bunların hiçbirinin var olduğunu söylememiz mümkün değildir.
2. İnsan dahil bütün varlık ve bütün mükevvenat, Cenâb-ı Hakk'ın mülküdür
İnsanın kendini mâlik zannettiği ve bundan dolayı sahiplendiği nice şeyler vardır ki, az bir düşünce ile onların da hakikî sahip ve mâlikinin Allah olduğu idrak edilir ve mâlikiyet davasından vazgeçilir.
Evet, ağzımıza götürdüğümüz tek lokmanın dahi mâliki biz olamayız. Zira o tek lokmanın hazırlanıp soframıza gelmesi için koca kâinatın vücudu gerekmektedir. Demek oluyor ki, bize o tek lokmayı bahşeden, ancak bütün kâinatı yaratmaya muktedir olan Zât olabilir. Mademki her şeyin sahibi O'dur, öyleyse sahip olduğu mülkte tasarruf etme hakkına da yalnız O sahiptir. Zira, mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf edebilir ve mülkünde yalnız mülk sahibi tasarrufta bulunabilir...
Beşerin zulmüne ve cür'etinin derecesine bakın ki, terzinin, model olarak kullandığı insan üzerinde elbiseyi biçip kesmesine ve uzatıp kısaltmasına hakkı olduğunu kabul eder de, aynı hakkı Cenâb-ı Hakk'a çok görür!..
3. Allah'ın sonsuz isimleri vardır
Her isim, kendi tecellîsine mâkes olacak aynaların vücudunu gerektirir. Meselâ, Rezzak ismi, rızka muhtaç olanların varlığını iktiza ettiği gibi, Şâfî ismi de hastalıkların ve o hastalıklara giriftar olanların mevcudiyetlerini ve var olmalarını ister. Bu tecellî keyfiyetini biz, bize bakan yönüyle tevil ederken, buna "İsimlerin imdada koşması." deriz. Allah (celle celâluhu), Mucîb ismiyle darda kalanların, Kâbız ismiyle gaflete dalanların, Bâsit ismiyle de sıkıntıda boğulanların imdadına koşar. Eğer bütün isimler teker teker ele alınıp, tecellî keyfiyetlerinin gerektirdiği âyinedarlık ve o âyinedarlıkla alâkalı hâl, durum ve zemin tetkik edilebilse, işte o zaman içtimaî hayatta farklılık gibi sanılan manzaraların hikmet yüzü görülmüş olacaktır.
Demek oluyor ki Cenâb-ı Hak, Kendini bize bu sonsuz isimleriyle tanıtmakta ve bizlere Celâlî ve Cemalî tecellîlerini göstermektedir. Bir gülün dikenine Celâlî isimleriyle tecellî edip bize Celâlini tattırdığı gibi, gülün nazik yapraklarına da Cemalî isimleriyle tecellî eder ve bize Cemalini tanıttırır. Nasıl ki bir ressam, tablosunda en az bahar mevsimi kadar kışa da yer verir ve bir güzellik buudu olarak kışın o beyaz örtüsü üzerinde de durur; aynı şekilde, bir orman manzarasında renkli çiçeklerin yanı sıra ağaçlardan birine de bir yılan konduruverir ve ırmakların, yeşilliklerin yanında kayaları da ihmal etmez.. öyle de, Cenâb-ı Hak, içtimâî tabloyu çeşitli isimlerinin tecellî kalemiyle çizmekte ve ona ayrı bir buud ve ayrı bir derinlik kazandırmaktadır. Zaten, bunu O'ndan daha güzel kim yapabilir ki..?
4. Kâinatta zıtlıklar hâkimdir
Biz, partiküllerden galaksilere kadar her şeyde artı ve eksi kutup zıtlığını görmekteyiz. Zaten, kâinattaki mükemmel vahdet ve şaşmaz nizam da bu zıtlıktan doğmaktadır. Bu fıtrat kanununa insan da uymalıdır ki, cemiyette vahdet korunmuş olsun. O hâlde insanlar, birbirine zıt durumları paylaşmalıdır. Bu da, bir kısmının zengin, diğer kısmının fakir; bir bölümünün tok, diğer bölümünün aç; bir grubun hasta ve sakat, diğer grubun ise sağlam ve sıhhatli olması gibi zıt durumların vücudunu gerektirir. Nasıl kâinatı tamamen aynı kutuplarda toplamak mümkün değilse, aynı şekilde insanları da aynı durum ve seviyede tutmak mümkün değildir. Dıştan yapılacak her müdahale, bu hâkim dengeyi ve vahdetin sağladığı âhengi bozar. Yılanları ve fareleri bile ortadan kaldırmak, tabiat kitabında çıkarılan bir cümleyle değişiklik yapıp mânâyı bozmak olacağından, nizama menfi tesir yapar. Herkesi fakir veya zengin yapmaya kalkışmakla, herkesi erkek veya kadın yapmaya çalışmak arasında neticeye tesir yönüyle pek fark yoktur. Ah zavallı gayret ve boşa giden onca emek!..
5. Arzu edilen neticeye ulaşma yolunda her bir meslek için yapılan imtihan ve test sorularının şekil ve mahiyetlerinin yanı sıra sayıları, zorluk ve kolaylıkları da farklı farklıdır
Cehennem'den kurtulma ve Cennet'e nail olma, netice bakımından az bir mazhariyet midir ki, oraya girmek için belli bir imtihan ve derecesine göre hesaba çekilme mevzuubahis olmasın? Şu dünyada ölmeyecek kadar ve ancak yetecek ölçüde verilen bir maaş için gece gündüz çalışıp didinen, yorulup çile çeken insan, mahrumiyeti ölümden daha beter bir Cennet hayatına erme karşılığında, elbette en azından o maaşa hak kazanma uğrunda maruz kaldığı şeyler kadar olsun bazı mahrumiyetlere maruz kalacaktır. Bundan da anlaşılıyor ki, cemiyet hayatında gördüğümüz birbirine zıt durumlar, herkesin kendi imtihanını verme keyfiyetinin en normal bir tezahürüdür. İmtihan ise, herkesedir ve istisnası da yoktur.
6. Dünya mağrem, ahiret ise mağnemdir
Meşakkat buradadır, nimetlere konmaksa orada. Ahirette hizmet ve talim olmadığı için bütün sıkıntılar burada çekilecek, üç buudlu sabır ile imtihan burada verilecek, emniyet ve saadet orada elde edilecektir. Zira dünya ahiretin, ahiret de dünyanın rağmına işler. Ruh cesedin, ceset de ruhun rağmına gelişir. Dünyada heveslerine göre yaşamaya çalışanlar, ahirette hiç de hoşlarına gitmeyecek bir hayatla karşılaşırlar. Burada çekilen sıkıntılar ve katlanılan mahrumiyetler, orada kazanılacak ganimetlerin katlanarak verilmesine birer sebep teşkil edecektir. Bir kudsî hadiste bu husus şöyle dile getirilir:"İki emniyeti ve iki korkuyu bir arada vermem."[1] Allah, sevdiği kullarının ahireti burada tüketmesine razı olmaz ve onlara böyle bir neticeyle karşılaşmayacakları bir yaşama şekli lütfeder.. hatta cebreder.. ve bu cebir, bir cebr-i lütfî olur.
7. Sıkıntı ve musibetler istisnaî olup, vasatî bir insan ömrüne kıyasla çok kısa bir zaman dilimini işgal eder
İnsan, yirmi dört saatlik ömrünü tetkik etse ve bu tetkikini geçirdiği bütün hayatının zaman dilimlerine tatbik etse, görecektir ki, ömrünün kıyas kabul etmeyecek oranda ekseriyeti rahat, rehavet, bolluk ve nimetler içinde geçmiştir.
Şimdi, bazı nimetlerin umumî oluşu sebebiyle üzerlerinde hiç düşünmediğimizi nazara alarak, şu soruları cevaplamaya çalışalım: "Güneş bizim kendi malımız mıdır? Durmadan verdiği ışığın karşısında bugüne kadar hiç sarfiyat faturası ödedik mi? Ya sıcaklık kaynağı olan ısısına ne demeli? Yağmura, buluta, rüzgâra ve toprağa bizi hiç de tanımadıkları hâlde yaptıkları yardım ve hizmetlerinden dolayı verdiğimiz ücretin faturası acaba kaç kuruştur? Senede kaç saniye hava kesintisine maruz kaldık? Hiç güneşin doğmadığı gün oldu mu? Ve yılın kaç gününü bir hastalığın ızdırabıyla geçirdik?"
Evet, sıhhatli ve neşeli geçirdiğimiz, nimetlerle burun buruna yaşadığımız günlerimizle, hasta ve mahrumiyetler içinde bulunduğumuz günlerimizin yüzde hesabıyla orantısını çıkarıp şöyle bir istatistik yaptığımızda göreceğiz ki, insanoğlunun şikâyet edip durduğu fakirlik, hastalık, sakatlık, belâ ve musibet dönemleri hayatında çok kısa bir süre işgal etmekte ve daima gelip geçici olmaktadır. Ayrıca bu süreler, ahiret hesabına çok şey getirip, dünya hesabına çok az şey götürmektedir. Kaldı ki, bu geçici ve kısa devreli hâllere sebebiyet vermesi bakımından, insanların fert, aile ve millet olarak çeşitli suiistimalleri, ihmal ve kötü alışkanlıkları da söz konusudur. Bunun ötesinde, musibet ve hastalıkların pek çok rahmet yönleri ve pek çok kazandırdıkları da vardır.
Dünya tarihinde, sulh ile geçen asırların yanında savaş yılları çok cüz'î kalır. Aynı şekilde, zelzele dakikaları toplansa, yüzyıllar içinde bir saati bile doldurmaz. Yay eğri bile olsa ok doğrudur ve atış isabetli olur.
Yakın mesafeden bakıldığında bir tabloda göze çarpan mânâsız ve çirkin denebilecek gölgeler ve karanlık renkler, o tablodaki güzelliklerle birlikte ve bir bütün olarak değerlendirildiğinde, onların fuzulî bir ayıp ve kusur değil, tam aksine mânâlı bir âhenk ve güzellik içinde vazife yapmakta oldukları takdir edilecektir. Elverir ki, göz ve kafa sağlam olsun ve bakış mesafesi iyi ayarlanabilsin!..
8. Adalet, bir denge mânâsını ifade eder
Hayvana yüklenen heybe dengede olduğunda veya terazinin iki kefesi aynı hizada bulunduğunda, lügat mânâsıyla adalet yerine gelmiş demektir.
Allah âdildir ve dengeyi de bu adalet üzerine oturtmuştur. Atomlardan galaksilere, nebatlardan hayvanlara ve ondan insanlara kadar her varlığa lüzumu derecesinde ve yaratılışlarına uygun cihazlar verilmiştir. Bu verilenlerin mukabilinde ise kimsenin bir şey ödediği yoktur. Eğer adalet, almanın karşılığında aynı oranda olmak şartıyla vermek ve dengeli, karşılıklı mukabelede bulunmak ise, buyurun, Allah'ın size verdiklerinin karşılığını verin!
Mülk bütünüyle Allah'a aittir. Bizim payımıza düşen bir şey mi var? Allah'ın meccanen verdiklerine karşı verecek neyimiz var ki? Allah, "Kulum, üzerinde bulunan ve hayatında istifade ettiğin her şeyden kendine ait olan kısmı bir tarafa, Bana ait olanı da bir tarafa ayır." diyecek olsa, herhâlde insanın payına düşen sadece bir "sıfır" olacaktır. Hatta sıfır bile, sahiplik ifade eden "Benim" ifadesine muhatap olmayacaktır. Öyleyse Mülk Sahibi'nin, kendi mülkündeki tasarrufuna karışma hak ve salâhiyetimiz yoktur. Ayrıca, karşılıksız verilenin ölçüsü ne olursa olsun, insana düşen sadece verilen kısma teşekkür borcunu îfa etmekten ibarettir.
Bir misalle meseleyi tavzihte fayda var: Fakir, kimsesiz, atıyyenin en küçüğüne dahi muhtaç üç arkadaş farz edelim. Servet sahibi bir zat geldi ve bunların elinden tutarak, Selimiye'nin minareleri gibi üç ayrı yoldan her birini minareye çıkardı. Çıkış esnasında, her basamakta onlara çeşitli ihsanlarda bulundu. Çıktıkça artan bu ihsanlar, onlardan birincisi için birinci şerefede, ikincisi için ikinci şerefede bitti. Üçüncüsü ise, minarenin en üst şerefesine kadar çıkarıldı ve diğerlerine göre daha çok ihsanlara mazhar oldu. Şimdi bu üç kişiden birincisinin, ikinci ve üçüncü şahıslara bakarak şikâyette bulunmaya, ikincinin de üçüncüye bakıp, adaletsizlikten dem vurmaya hakkı olduğu söylenebilir mi? Hayır, hiçbirinin zerrece şikâyete hakkı yoktur. Hepsinin hakkı, kendilerini basamak basamak minarenin belli bir seviyesine kadar çıkaran zata şükranlarını sunmaktır.
İşte, Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsanlarını da aynı ölçü içinde değerlendirmek mümkündür. O, insanı yokluktan alıp varlık basamağına, oradan da insanlık seviyesine çıkarırken, bunu sadece lütuf ve ihsanıyla yapmıştır. İnsana düşen de, ihsanın her mertebesinde O'na karşı teşekkürde bulunmak ve her nimete mukabil sadece şükran hissiyle coşmaktır.
İnsan biraz daha düşününce, Cenâb-ı Hak'tan değil şikâyet etmek, O'ndan herhangi bir şey talep etmekten dahi hicap etmesi gerekir. Zira mazide verdiklerinin şükrünü eda edememiştir ki, istikbali adına O'ndan bir talep ve istekte bulunsun. İstiyorsak, bu sadece O'nun lütuf ve ihsanına olan inancımızdan ve istemeyi de bize Kendisi vermiş bulunmasındandır.
9. Maddî imkânlar yönüyle insanları aynı seviyeye getirmek mümkün olmadığı gibi, faydalı da değildir
Nice zenginler vardır ki, bir fakirin geçirdiği mutlu bir gün karşılığında bütün servetini vermeyi canına minnet bilir. Duyduğu huzursuzluk sebebiyle canına kıyan çok zengin vardır. Ancak bu, fakirlik her zaman huzur getirir mânâsına anlaşılmamalıdır. Öyle fakirler de vardır ki, her günü diken yutar gibi geçirirler. Bundan da anlaşılıyor ki, ne zenginlik saadetin biricik sebebidir, ne de fakirlik. Çünkü insan, yalnızca mideden ibaret bir mahlûk değildir. Onun midesinin yanında bir de ruhu, kalbi, duygusu, hisleri ve vicdanı vardır.. ve esasen, insanı insan yapıp diğer varlıklardan ayıran da bunlardır. Bunlar tatmin edilmedikçe bütün dünya tek bir insana verilse, yine o insan huzurdan nasipsizdir. İşte bütün mesele, fert ve toplumları huzur duyup, mutlulukla dolacakları bir zemine, bir ebedî meskene göre hazırlamaktır. Yoksa bu geçici dünyada ona ne verirseniz verin, onu mutlu edemezsiniz...
10. Eşitlik anlayışı
Zenginden alıp fakire vermek, esasen eşitlik getirmez; aksine kabiliyetlerin körelmesine, çalışma arzusunun sönmesine, üretimin düşmesine ve sevgi, saygı, itaat ve şefkat gibi güzel duyguların ölmesine yol açar. Neticede şahsın eline bir şey geçmeyecek veya geçen miktar da elinden alınacaksa, o zaman sermaye için kim çalışır ve kim ter döker? Bunun içindir ki, komünist blok, ferdî mülkiyeti tanımaya mecbur kalmış ve sistemlerinin temel taşını kendi elleriyle parçalamıştır. O hâlde, zenginin malını zorla elinden almak çare değildir. Belki çare, onun kalbini kazanıp vermeye hazırlamak ve böylece ona insanî bir duygu kazandırmaktır.
Ticaret ahlâkına riayet edip çalışan ve böylece meşrû yoldan servet sahibi olan bir insanın malını elinden alıp, kahvehane köşelerinde çene çalmakla vakit öldüren bir tembele vermek acaba adalet midir? Böyle bir davranış, cemiyetin bir kısmını mağdur ederken, diğer kısmını da sadece başkasının sırtından geçinen asalak bir zümre hâline getirmez mi? Böyle bir adalet teklif edenler, elinden malı zorla alınıp fakire verilen insanlarla, asalak hâline getirilmiş fakirler arasında meydana gelmesi muhakkak kin ve düşmanlığı acaba ne ile izale edecekler?
Ve işte İslâm, Allah korkusunun nezaretinde hem sermayeye, hem de emeğe gereken önemi vermiş ve serveti zenginlerin elinde dönüp dolaşan bir "devlet"[2] olmaktan çıkarıp, sadaka, zekât ve karz-ı hasen köprüsüyle fakir tabakayı besleyici musluklar ve oluklar tesis ederek, servetin akışını sağlamıştır. Ayrıca İslâm, bir yandan faiz, karaborsa ve spekülâtif kazanç gibi meşrû olmayan yollarla fakirin ezilmesinin önüne geçerken, diğer yandan "Çalıştırdığınız kişinin ücretini daha alnının teri kurumadan verin."[3] diye fermanda bulunmuştur. Evet, İslâm bir taraftan bu tedbirleri alırken, diğer taraftan da hasır üzerinde yaşayarak hayatını sürdüren Nebi'sinin bu örnek davranışıyla fakirliğin ahiret için ne demek olduğu dersini vermiştir. Bu sayede yukarıdan şefkat ve merhamet, aşağıdan ise hürmet ve itaatin söz konusu olduğu bir cemiyet teşekkül etmiş ve bütün bir toplum huzura kavuşmuştur. İslâm tarihi, bu türlü duygu ve düşüncelerin ve akılları ve kalbleri teshîr eden ilâhî kaidelerin pratiğe dökülüşünün en güzel endam aynasıdır. İnanıyorum ki, onu bu perspektiften okuyup değerlendirme, günümüz insanına pek çok şey kazandıracak ve içtimaî tıkanmaları bertaraf etmenin en müessir yolunu bulmada onun elinden tutacaktır.
Zenginlik veya fakirlikten birini tercih, tamamen ferdin gönül dünyasıyla alâkalıdır. Gözünü yüce ufuklara ve yüce ideallere dikmiş, insanlığı insanlık semasına çıkarmak için çırpınan bir ferdi, ne kadar zorlasanız da ona göre zindan sayılan zenginliğin mahbesine sokamazsınız. Ferdî plânda bu böyle olmakla beraber, cemiyet plânında devletin güçlü olabilmesi için gerekli bütün şartların hazırlanması da, vazgeçilmez bir ehemmiyeti haizdir. İşte İslâm, bu muvazene ile insanlığı kucaklamış.. ve tabiî, getirdiği prensiplere riayet edildiği müddetçe de bu muvazene muhafaza edilmiştir.
Gönüller Sultanı'nın ölçüleri içinde, dünya ahiretin yanında bir gölge, bir ağaç-altı konaklaması, bir eğlence, bir oyun ve ebedî âleme kıyasla, Allah katında sinek kanadı kadar kıymet ve değeri olmayan köhne bir menzildir. Fakat aynı dünya, diğer bir değerlendirme ile, Cenâb-ı Hakk'ın adının bayraklaştırılacağı yüksek ufuklara yükselebilmenin en mühim vasıtasıdır. Bu vasıta iyi kullanılarak mü'minler, dünya devletleri arasında bir muvazene unsuru olacak ve her türlü diplomatik münasebetlerde parmağının işareti takip edilen bir millet hâline gelecektir.
Hz. Ömer, harbe iştirak edenlerin dışında, değişik yerlerde binlerce at besliyordu. Hz. Osman binlerce deveyi yüküyle beraber bağışlayacak kadar zengin ve cömertti. Zira her ikisini de birleştiren bir nokta vardı ki, o da şuydu: İkisi de sade bir hayat sürüyor, bir parça kuru ekmek yiyor, kum üzerinde yatıyor ve halkla oturup kalkıyorlardı. Zorlama ile elde edilecek neticeler değildi bunlar; bilakis İslâm'ın kazandırdığı ruhtu ki, onları ve onlar gibileri yetiştiriyor ve topluma hâdim kılıyordu.
Eğer insan unsuru, gerçekten en başta gelen bir mesele ise ve bunu bayraklaştırıp köhne fikirlerine payanda yapmak isteyenler de dedikleri ve söylediklerinde yalancı değillerse, o zaman gelin bu meseleye bir çare bulalım. Yani, on dört asır evvel bulunmuş çareyi yeniden gündeme getirelim. Zira insanı bir fazilet âbidesi hâline getirecek tek çare, o ilâhî reçeteyi aynen tatbik edip pratiğe dökmektir... Aksine başka çare aramak, sadece hastalığı müzminleştirecektir.
11. Hulâsa
Sorunun belâ ve musibetlerle alâkalı yönünü, yukarıda anlattıklarımıza ek bir fezleke ile tamamlamaya çalışalım:
Belâ, musibet, hastalık ve sakatlıklarda cüz'î bir kısım zararlar olsa bile, bunların netice itibarıyla fevkalâde yararlı oldukları söylenebilir. Zira, bazen terbiye gayesiyle çocuğumuzun kulağını çekiyor, vücudumuzu kurtarmak için kangren olmuş bir parmağı kesiyor ve icabında yılan zehirinden ilaç yapabiliyoruz ve bütün bunlara itiraz eden olmuyor. Çünkü, gelecek büyük fayda için az bir zararın işlenmesine cevaz verilmiş oluyor.
Devam edelim: Şahin, serçenin kabiliyetini geliştirir; hâlbuki zâhiren onu korkutup tedirgin etmektedir. Bazen yağmur, elektrik ve ateşten zarar görenler olabilir; fakat umumî menfaatin hatırına kimse çıkıp da ateşe, yağmura veya elektriğe lânet okumaz. Oruçta ilk bakışta beden için bir zahmet var olduğu kabul edilebilir. Ancak o, vücuda direnç ve zindelik kazandırır. Asker için de talim ve eğitimi aynı şekilde değerlendirmek mümkündür. Ya ruhumuz; o da hastalık ve musibetlerle saflaşıp berraklaşarak, neticede Cennet'e ehil hâle gelmesin mi? Böyle bir netice, hiç de küçümsenecek bir netice değildir.
Az alıp çok vermek, Allah'ın şanındandır. O, icabında gözümüzü, ayağımızı alır ama, karşılığında şehitlik verir.. malımızı alır, ahirette çok nimetlerle mükâfatlandırır; sabrettirir, karşılığında hadsiz sevaplar bahşeder.
Hastalıklara, belâ ve musibetlere sabır ve tahammül, ibadetin menfî kısmından sayılır. Evet, bunlarla da insan sevap kazanır; sonra bunlarda riya korkusu da olmaz. Çünkü hiç kimse, gösteriş için hasta olmaz.
Belâ ve musibetler, kişinin derecesini de artırır. Dağlarda yükseklere çıkıldıkça oksijen azlığından dolayı insanın göğsünde sıkışma olur; kar, fırtına ve boralar en fazla yüksek dağların zirvesinde bulunur... Bu yüzdendir ki, en şiddetli belâlara daha çok nebiler, veliler gibi kametleri bâlâ kimseler mâruz kalmış ve yüceliklere açık kimseler de bu yolla zirveleşmişlerdir.
Belâ ve musibetler, insanlara nimetlerin kadrini öğretir ve şükür yolunu açar. Açlık, ekmeği katmer eder; iftar vakti bir bardak su ne kadar tatlıdır. Hasta, sıhhatin kıymetini daha iyi idrak edip şükrettiği gibi, uzuvlarından biri eksik olan da, diğer uzuvlarının değerini anlamada başkalarından daha fazla mesafe kat'eder.
İnsan, nefis ve şeytan gibi hasımlarına karşı sürekli uyarılmaya ve dikkati çekilmeye muhtaçtır. İşte belâ ve musibetler, insan için bu vazifeyi görür, onu günahlara karşı ikaz eder ve korurlar. Başkasının tarlasına girmeye yeltenen koyuna şefkatli çobanın attığı ikaz taşları neyse, mü'min için belâ ve musibetler de odur. Cebi dolu ve sıhhatli insanın günaha girmesi daha kolaydır. Hâlbuki mahrumiyet ve hastalıklar, onu böyle bir düşüşe karşı muhafaza eder. Ayrıca, hasta bir musibetzedenin, aczini anlayıp gurur ve kibir hastalığından kurtulmasına sebep olabilen hastalık ve musibetler de, onun için tiryak ve ilaç hükmündedir. Hatta öyle günahlar vardır ki, onlara ancak musibetler kefaret olabilir. Evet, nice belâ ve musibetler vardır ki, rüzgârın ağaç yapraklarını döktüğü gibi günahları döker ve insanı tertemiz hâle getirir. Zaten, pâk olan Cennet'e de ancak böyle paklananlar girecektir.
Meseleyi biraz daha hususî veçhesiyle ele alacak olursak, bir fikrin temsilcilerinin yetişmesinde başa gelen belâ ve musibetlerin rolü çok büyük ve büyüklüğü nispetinde de mühimdir. Allah, yüce bir hakikati omuzlayacak hasbî ve diğergâm ruhlarla ham ve menfaatperestleri tefrik edip ayırmak hikmetine binaen çeşitli imtihanlarla Hakk'a adanmış ruhları sarsar, eler, elekten geçirir, ta ki saf ve temiz olanlar diğerlerinden ayrılsın. Ve daha yolun yarısında dökülecek zayıf karakterler, işin başında dökülsün ki, sağlam bir karakter gerektiren çok kritik anlarda millet bozgun yaşamasın!...
Belâ ve musibetler, bazen umumîleşir. Böyle gelen belâlar, masumları da aynı kervana katar. Zira imtihan sırrı, bunun böyle olmasını gerektirmektedir. Şu kadar var ki, masumlar ahirette niyetlerine göre haşrolurlar, diğerleri de kendi niyetlerine göre. Her şeye rağmen belâ ve musibet istenilmez, ancak geldiği zaman sabredilip sineye çekilir. "Lütfun da hoş, kahrın da hoş!" diyebilmek ise, ayrı bir merhale meselesidir.
İşlenen günah ve isyanlar, belâ ve musibetlere davetiye çıkarmak gibidir. Geçmişte birçok milletlerin mahvına sebep olan da, işte irtikâp ettikleri bu cürümleridir. Bu türlü belâ ve musibetlere karşı paratoner ve koruyucu durumunda olanlar ise, kendi günahları için ağladığı kadar başkalarının günahları için de gözyaşı dökebilen ve hakikî ruh inceliğine sahip gönül erleridir.
[1] el-Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 10/308.
[2] Bkz.: Haşir sûresi, 59/7.
[3] el-Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 4/97.
.
Ruh, Melek, Cin ve Şeytanların Varlığı
1. Bu mahlûkların varlığı, Kur'ân-ı Kerim'in ve Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanlarıyla sabittir
Kur'ân-ı Kerim'in Allah kelâmı olduğunu ispat eden bütün deliller ve Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini tasdik eden bütün hüccetler, aynı zamanda ruh, cin, melek ve şeytanın varlığı hakkında da delil ve burhandırlar. Onları inkâr edemeyen, bunları da inkâr edemez. Zira bu mevzular, hem Kur'ân-ı Kerim'de, hem de Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek sözlerinde çeşitli vesilelerle ele alınıp incelenmiş ve varlıkları bizzat onlar tarafından tasdik edilmiştir. Evet ruh, melek ve cin meselesi, işte böyle muhkem ve sağlam delillerle teyid edilmektedir.
Melek ve cinlerle, cinlerin başı şeytanın varlığıyla alâkalı başka hiçbir delil olmasa bile, çok mevzuda olduğu gibi bu meselede de Kâinatın Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Kur'ân, delil olarak yeter. Zira on dört asırdır, ne Kur'ân'ın, ne Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) tek bir sözü yalanlanmadığı gibi, aksi de ortaya konamamıştır. İlim adına sabit ve değişmez kabul edilen ne kadar kanun bulunmuş, ne kadar keşif yapılmışsa, hemen hepsinin fezleke ve aslının Kur'ân'da bulunup, on dört asır önce haber verildiğini görüyoruz. O hâlde, melek ve cinin varlığı, bizim varlığımız gibi kesin, Kur'ân ve Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğruluğunun kat'iyeti kadar da kat'îdir. İnanmayıp inkâra sapanlar, ancak kibir, gurur, inat, peşin fikir ve Kur'ân'a, İslâm'a düşmanlıklarından dolayı bu garip ve anlaşılmaz duruma düşmektedirler.
2. Bu varlıkları görmememiz, yokluklarına delâlet etmez
İnsanın görmesi, umum varlığa nispetle çok sınırlıdır. Dolayısıyla insan, görmediğine "yoktur" deyip geçemez. Nice şeyler var ki, varlığını bildiğimiz hâlde onları göremiyoruz. Görmemek, yokluğa sebep teşkil etmez. Dün meçhulümüz olan birçok mesele, bugün artık malumumuz olmuştur. Fakat bildiklerimiz, birçok bilmediğimize kapı açmış olduğundan, biz yine bilinmeyenlere yelken açmak mecburiyetindeyiz. Mevzuumuzla alâkalı varlık için de aynı şeyleri düşünmemizde hiçbir mâni yoktur...
3. Bu varlıklar, bizim görgü, bilgi ve müşâhede buudlarımızda değildir
Ruh, melek, cin ve şeytan, bizim buudlarımızda değildir ki görebilelim. Biz, bizde mevcut organlarla ancak kendi buudumuza girenleri görür ve duyarız. Nitekim, ölçü birimleri dahi varlığın hususî durumuna göre değişmektedir. Mesafe, ağırlık ve yoğunluğun ölçü birimleri hep farklı farklıdır. Ateşin hararet derecesini, onun içine elini sokmadan ya da hararet ölçme aleti kullanmadan öğrenmeye çalışanın durumuyla, fizik ötesi ve maddî olmayan varlıkları maddî vasıtalarla görüp tutmaya, tutup tespit etmeye çalışmak birbirine benzetilebilir. İkisi de, hedefe varmada yanlış yol takip etmektedir.
4. Küçük kâinat olan insanda ruh, büyük kâinatta melek gibidir
Kâinatta hâkim olan mânâ ve ruhtur, madde değil.. ve yine, ilk yaratılan da madde değil, anti-maddedir. Evvelâ nur, ruh ve madde için kalıp olabilecek mahiyetler var edilmiştir. Bu, en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün varlık için böyledir.. ve varlık, daha sonra belli bir zaman içinde o kalıplara göre şekillenmiştir.
Varlıkta bir kader, matematik(î) ölçü, plân ve program hâkimdir. Kanunlar ve değişmeden devam edegelen prensipler sayesinde ve bu prensiplerin hükmü altında, her şey görülüp-gözetilerek, muhafaza edilerek cereyan etmektedir. Bu arada, görünen şeyin arkasında bir kısım görünmeyen kuvvetler sezilmektedir.
Meselâ, eğer dilinden anlasaydık ve dilimizden anlasaydı -belki de anlıyordur- bir çekirdeğe: "Sen ne olmak istiyorsun?" diye sorduğumuzda, "ağaç" diyecek ve neticede ağaç olacaktır. Ne mevsimlerin değişmesi, ne üzerinden çeşitli devrelerin geçmesi, ne de bulunduğu yerden başka bir yere nakledilmesi, onu bu sözünde yalancı çıkarmayacaktır. Çünkü onun ağaç olması, bir kanundur. Şimdi bizler, bu çekirdekteki ağaç olma kanununu izah edebiliyor muyuz? Hayır. Öyleyse, inkâr mı edeceğiz? Elbette ki hayır.
Gözle görülmeyecek letafette bir yapıya sahip olan rüzgâr ve kasırga, ağaçları kökleyip savuracak ve çatıları uçuracak güç ve kuvvete sahiptir. Şimdi bizler, her yıl yüzlercesine şahit olduğumuz bu vak'alardan sonra, rüzgârdaki güç ve kuvveti, sırf görmediğimizden ötürü inkâr mı edeceğiz?
Elektrik, belli bir sisteme bağlandıktan sonra, düğmeye basan kim olursa olsun, koca bir fabrikayı, dev gibi makineleri çalıştırır da, biz ondaki bu potansiyel gücü ancak eserinden anlarız. Oysaki, ondaki bu gücü, şimdiye kadar kimse görmüş değildir. Fakat, görmediğini inkâr eden safderunlardan başka, ondaki bu gücü inkâr eden de çıkmamıştır.
Zerrelerden kürelere kadar mevcudiyeti herkesçe kabul edilen itme-çekme kanunu da böyledir. Bu kanun sayesindedir ki, kâinattaki nizam ve âhenk devam etmektedir. Şimdi, neticesini gördüğümüz, fakat bir türlü kendisini müşâhede edemediğimiz bu kanunu inkâr mı edeceğiz?
Misalleri çoğaltmak mümkündür. Fakat neticede varlık ve hâdiselerin bize diyecekleri şudur:
"Arkadaş! Sen bize takıldın kaldın. Biz sadece tenteneli bir perdeyiz.. ve bize verilen emirleri yerine getiririz. Bizim üstümüzde de bir kısım nezaretçiler var; onların adları da, ruh ve melektir. Siz, kendi âleminize sarkmış dallar olarak bizi görüyorsunuz; ancak, esas vücud ve kuvvet, ruha ve meleğe aittir, onlarda görülen de Hakk'a. Evet, unutmayın ki, küçük bir kâinat olan insana ruh nezaret eder, büyük bir insan olan kâinata da melekler!.."
5. Bütün kâinat, hayat ve şuur sahibi varlıklar için hazırlanmıştır
Hayat maddeye değil, madde hayata hizmet etmektedir. Topraktan havaya, ondan güneşe ve rüzgâra, derken kâinatta cari bütün kanunlara ve bu kanun ve nizamlarla temin edilen âhenk ve düzene kadar ne varsa hepsini teker teker ve topluca tetkik ettiğimizde görürüz ki, bütün bunlar, yeryüzünde canlıların, bilhassa şuur sahibi varlıkların yaşamasına zemin hazırlamak içindir. Kâinatta israf yoktur. Eğer hayatla neticelenmeseydi, bütün bu masrafların abes ve israf kabul edilmesi gerekirdi. Çünkü, hayat olmayınca hiçbir varlık ve varlığa ait hususiyetin de mânâsı kalmayacaktır. Hayat olup, şuur bulunmasa, o zaman da her şey renksiz ve karanlık olacaktır. Öyleyse bütün kâinat, hem hayat, hem de şuur sahibi varlıklar için hazırlanmıştır. Ve yine madem şu dünya, bu kadar küçüklüğüyle beraber, bunca şuur ve hayat sahipleriyle doludur; dünyamızdan binlerce defa daha büyük olan şu yıldızlar da, elbette kendi şartları içinde şuurlu hayat sahibi varlıklarla dolu olacaklardır. İşte o varlıklar da melekler, cinler ve ruhanîlerdir.
6. Hayat, maddeye bağlı değildir
Eğer hayat maddeye bağlı olsaydı, bir fil ve gergedanın pireden daha hızlı ve seri, daha hassas ve daha duyarlı olması icap ederdi. Hatta, en ince hislerle en keskin duyguların sinekte değil de, bir dağda bulunması gerekirdi. Everestler yerinde dururken, bir kuş, dünyayı küçük bir bahçesi hâline getiremezdi. Demek madde, sabit ve pasif; buna karşılık, mânâ, ruh ve hayat ise faal ve aktiftir. Hayat, iç ve öz; madde ise kışır ve kabuktur. Başka değil, madde, ancak hayata hizmetkârdır. O hâlde esas olan, görülenler değil, aksine görülmeyenlerdir...
7. Kâinatta cereyan eden hâdiseleri hayalî kanunlara veremeyiz
Farazî ve itibarî bir çekim kanunu, dev gibi mücessem küreleri sırtına alamaz. Binlerce şey üzerinde imzası bulunan dimağa ait vazifeler, beynin o müthiş fonksiyonları göz ardı edilerek, görünürdeki sebep olan kimyevî reaksiyonlara verilemez. Öyleyse, kanunları ellerinde tutan meleklerin ve beyne kumanda eden ruhun varlığını kabule mecburuz. Melek ve ruh dururken, bütün bunları hayalî kanunlara ve çözülüp giden maddeye vermek, makul bir izah değildir.
8. Melek, cin ve ruhî meselelere izah getiren pek çok hâdise vardır
Dünya canlılarla dolu, her canlı ise, kendi hayat şartlarına münasip cihazlarla donatılmış durumdadır. Karada yaşayanlar, denizde yaşayanlar, kısaca bütün canlılar, kendi âlemlerine uygun organizmalara sahiptirler. Bu canlıların, içlerinde bulundukları şartların dışına sıçrayıp da başka bir âleme intikalleri mümkün değildir. İnsan ne kadar üstün cihazlarla bezenmiş olursa olsun, iğne kadar bir balığın hayatını yaşayamaz. Ancak belli cihazları taklit edip kullanmak suretiyle, geçici olarak onların âlemini ziyaret edebilir.
Etrafımız, binler çeşitte yaratıklarla sarılı.. buzullarda yaşayanlar, çölde hayat sürenler, oksijenini havadan alanlar, sudan temin edenler, topraktan biten şeyleri yiyenler, bizzat toprağı yiyerek geçinenler, sürünerek yürüyenler, gök kubbede kanat çırpıp pervaz edenler veya suda yüzenler; daha neler ve neler!..
Evet, şu küçücük dünyada, diğer sistemlere nispetle nokta bile olamayacak kadar şu küçük yerkürede binlerce çeşit hayat ve yaşama şekilleri mevcuttur. Yeryüzünde vaziyet böyle iken, acaba dünyadan çok daha büyük yıldızların, sistemlerin, güneş ve gezegenlerin, oralardaki şartlara uygun canlı ve şuurlu sakinleri yok mudur? Bir çırpıda verilecek "hayır" cevabı elbette ki yanıltıcı olur. Çünkü henüz insanlık, oralara ait şartların içine girip de araştırmada bulunmuş değildir. Okyanusların içine girip de, oradaki canlıları görmemekten gelen bir inkârla, başka dünyalarda olabilecek canlıları inkâr etmek arasında fark yoktur. Denizde boğulmadan yaşayan canlılar olduğu gibi, ateşte yanmayan canlılar da olabilir. Ve öyle bir canlı için en güzel mesken de, herhâlde dünya değil, güneş ve güneş gibi yıldızlar olacaktır. Kaldı ki, dünyada bile ruhî güç ve istidatlarından dolayı ateşin yakamadığı nice insanlar vardır. Dolayısıyla, hayat şartlarını sadece kendi dünyamıza kıyas edip, diğer yıldızları şuur sahibi canlılardan hâlî ve boş kabul etmek, hiç de doğru değildir.
Bir kimyacı ile konuşsanız, bir fizikçi, astrofizikçi ile sohbet etseniz, bir biyolog, zoolog, jeolog ve arkeologla fikir alış verişinde bulunsanız ve tıp sahasında biraz derinleşseniz veya böyle biriyle görüşseniz, karşınıza ne inanılmaz âlemler, ne inanılmaz hayat şartları ve ne maceralı seyahatler çıkacaktır.
Bilmediğiniz veya en azından "ayne'l-yakîn"ine eremediğiniz bu gibi mevzularda size anlatılanları kabul etmeseniz bile, hemen inkâra da sapmamak, tutulacak en mâkul yoldur. Çünkü konuşanlar, kendi sahalarında ihtisas yapmış kimselerdir. Meseleyi mevzuumuzla irtibatlandıracak olursak; bizzat yaşamış, görmüş veya görenlerden dinlemiş olarak melekleri anlatan, cinlerin hayat hikâyelerini nakleden ve ruhî meselelere izah getiren binlerce ve yüz binlerce o sahanın mütehassısı vardır ve onlardan nakledilen yüzlerce hâdise biliyoruz. Anlatılanlar o kadar çoktur ki, meseleye kat'iyet kesbetmiş nazarıyla bakılabilir. O hâlde, bu mevzuda anlatılanlara da inanmak veya en azından inkâr etmemek icap etmez mi?
9. Dünyamızda hayat vardır; diğer yıldızlarda da başka türden bir hayatın olması, her zaman mümkündür
Meseleye bir kıyas-ı temsilî ile yaklaşmaya çalışalım: Emsalsiz ve sayısız hazineleri ve eşsiz sanat harikaları bulunan bir sultan düşünün. Bu sultan, saraylardan bir şehir kurmuş ve o muhteşem şehrin bir köşesinde de kulübecik şeklinde küçük bir hane yaptırmıştır. Bu küçücük binada büyük bir faaliyet olduğunu, muhtelif hayat şartlarının mevcudiyetini ve çeşit çeşit yiyeceklerle kapların dolup dolup boşaldığını müşâhede ediyoruz. Bir de gözümüzü o muhteşem saraylara çeviriyoruz; fakat ortada kimseyi göremiyoruz. Şimdi bizim bu göremeyişimizi hangi sebebe bağlamak daha uygundur: Göz zaafımıza mı? Sekenelerinin bizden saklanışına mı? Yoksa kimsenin olmayışına mı?
Şu muhteşem şehirde binlerce sarayın boş ve hâlî olup, sadece şu haneciğin binlerce canlıyla dolu oluşunu kabul mânâsına gelen bu son görüş, elbette aklı başında birinin kabul edebileceği bir görüş değildir. O hâlde, ya göz zaafımız o sarayların sekenesini görmeğe mânidir ya da o sekene, bilemediğimiz hikmetlerle bizden gizlenmektedir.
Dünya, misalimizdeki bu hane, kâinat ise o muhteşem şehir; yıldızlar da, o şehirdeki debdebeli saraylar. Şu dünya haneciğinde bunca ışık, renk ve ses cümbüşünü seyreden adam, nasıl olur da o muhteşem ve debdebeli yıldız saraylarını boş ve hâlî kabul edebilir. Hayır, oralarda da hayat vardır ve oraların da şuurlu sekenesi mevcuttur! Bizim onları görmeyişimiz, onların olmamasını gerektirmez. Bu, ya bizim gözümüzdeki zaaftan ya da onların başka bir buudda saklanışlarındandır.
Esasen biz, yerkürenin kendine de canlı nazarıyla bakıyoruz. Evet, insanın cesedini bir ruh idare ettiği gibi, dünyamızı da nezaret mânâsıyla melekler sevk ve idare etmektedir. Bu kaide, bütün gökyüzü cisimleri için de geçerlidir...
10. Dünya bahçesinin bülbülleri gibi kâinattaki bütün güzellikleri terennüm eden bülbüller vardır
Kâinattaki güzellikleri terennüm eden bülbüller vardır. Bu bülbüller, dünya bahçemizin bülbülleri gibi, sema bahçesinin yıldızdan çiçekleri üzerinde şükür ve hamd mânâsına gelen terennümlerle şakır dururlar. Bazen cismanî bir varlığı kendilerine mesken yapar ve kudretin cisimlerde cilvelenişini seyredip kendilerinden geçerler. Bazen de koca bir galaksinin zikirlerini Cenâb-ı Hakk'a takdim ederler. Onlar ebedî kulluktadırlar ve onlar ancak kullukla ayakta durur ve yaşarlar!.. İşte onlar ruhanîlerdir, meleklerdir.. ve onlar, şekillerini kulluktan seçmişlerdir
11. Melek, cin ve ruhanîlerin mevcudiyetini peygamberler ve veliler haber vermiş, filozof ve ilim adamları ispat etmiştir
Ruh, melek ve cin gibi varlıkların bir ferdinin ispatı, bütün nev'in ispatı demektir. Bu hususta cüz', küllü gösterir. Evet, bir veya birkaç insanda böbrek gördükten sonra diğerlerinde görmediğimiz hâlde, her insanda böbrek olacağı kanaatine varırız.. ve gösterilen bir hayvanla, o cinsin yeryüzünde mevcut olduğuna kanaat getiririz...
Hâlbuki konumuzu teşkil eden melek, ruh ve cin gibi varlıkların binlercesi, yine binlerce insan tarafından nakledilmiştir. Hayatlarında hiç yalan söylememiş yüz yirmi dört bin peygamber ve milyonlarca evliyâ, aynı adetlere bâliğ başka kimseler, binlerce defa melek ve ruhanî görmüş, onlarla görüşmüş.. aralarında geçen muhavereleri, görüşmeleri başkalarına nakletmiş ve bu nakledilen şeyler kayda geçirilerek bize kadar intikal ettirilmiştir. Şimdi, haklarında yalan muhal olan ve yalan üzerine ittifakları mümkün bulunmayan yüz binlerce, hatta milyonlarca insanın, muhtelif zaman ve mekânlarda herhangi bir mesele hakkındaki ittifaklarında şüphe ve tereddüte yer kalır mı? Ve böyle bir meselede tereddüt eden insana acaba insan denilir mi?
Ayrıca, hemen her zaman akıl ayağıyla yürümeyi şiar edinmiş yüzlerce filozof ve ilim adamının bilerek veya duyarak bu meseleyi kabullenmiş bulunmaları da, aynı meseleyi teyid etmesi bakımından üzerinde durulmaya değer...
12. İnsanın mahiyetindeki iyilik ve kötülük kuvvelerini temsil eden iki kutup vardır: Melek ve şeytan
Kâinatta her şeyin kendini zıddıyla gösterip, yine zıddıyla hissettirdiğini belirtmiştik. O hâlde diyebiliriz ki, kâinatta hayırların teşvikçisi ve alkışçısı meleklerin karşısında, bir de şerlerin ve kötülüklerin süsleyicisi ve üfleyicisi şeytanlar vardır ve gereklidir de.
Allah (celle celâluhu) iyiyi, güzeli, hayrı ve salih amelleri seven Mutlak Kemal ve Cemal Sahibi'dir. Buna karşılık, yine yaratanı kendisi olmakla birlikte, şerre, kötülüğe asla muhabbet ve rızası yoktur. Kötülüklerin kaynağı, özü, teşvikçisi, süsleyicisi, hayale vesvese şeklinde sokanı ve iradesiyle insanı baştan çıkarıp, Allah'ın (celle celâluhu) şerleri yaratmasına sebebiyet veren zakkum ruhlu bir varlık vardır ki, o da şeytandır. Şeytan, hiçbir şey yaratmaz, yaratamaz. Hayrın da, şerrin de yaratanı Allah'tır (celle celâluhu). Ancak Allah (celle celâluhu), şerre ve kötülüğe razı olmadığı gibi, kullarına zulmedici de değildir; yani, kulunun elini kolunu bağlayıp, ona cebrî olarak günah işlettirmez. Allah'ın (celle celâluhu) selim ve salim fıtratta yarattığı insan, şeytanın hile ve süslemelerine kapılıp, iradesiyle fıtratını bozar ve kötülük işler; Allah'ın (celle celâluhu) yarattığı şer de, işte insanın işlediği ve bizzat faili olduğu bu şerdir.
Nasıl bütün iyilikler, ahlâkî güzellikler ve faziletlerle serfiraz insana "Melek gibi" deniyor, öyle de yırtıcılıkta sırtlanları utandıran ve her zaman ahlâkın en kötüsüne açık bulunan hain, sinsi fikirli, zulüm ve tahakkümden zevk alan ve bütün kötülüklerde başı çeken insanlara da "Şeytan gibi" denir. Bu benzetme neyi ifade etmektedir? Hayalî bir yakıştırma mıdır sadece? İnsanlar, kendileriyle hayvanlar arasında bile ortak birçok yönler bulmuşlar ve bunlar, deyimler ve mefhumlar hâlinde halkın terminolojisine girmiştir. Alexis Carrel'in Avrupa insanı için yaptığı "insan..!" formülünün ne olduğunu bir araştırınız! Ve Söz Sultanı bir zatın dediği gibi, asrımızda çokları terzinin elbisede yaptığı ters-yüz ameliyesine tâbi tutulsalar, karşımıza çok değişik şekiller çıkacaktır: Tilkiler, tavşanlar, ...lar! Öyleyse Kur'ân'ın, behâim sınıfını dahi geride bırakacak, altların altı ve dört ayaklılardan da aşağı sözüm ona insanlardan bahis açmasından[1]hareketle, derecesine göre her insanda dış âleme ait mâkes bulmuş bir mahiyet çizgisi, bir değişim noktası bulunabileceğini söyleyebiliriz. Evet insan, mahiyetinde hayvanî karakterlerden çekirdekler taşır. Veya tersinden söylersek, her bir hayvan nev'i, mahiyet ve mânâsıyla, insanın gelişmiş veya gelişmekte olan bir duygu ve kabiliyetinin temsilciliğini ve teşhirciliğini yapmaktadır. Aslan, insanın cesaretini temsil ediyor; cesur insanlara bu sebeple "Aslan gibi" deriz. Kurt, sırtlan ve benzerleri, insanın saldırgan tarafını tutmuş gidiyor; "Canavar ruhlu insan" diyoruz. Uysal ve mütevazi olanlar, koyun ve kuzuya teşbih olunurlar. Yılan denince, akla hemen zehir ve ağır dilliler gelir. Bülbül için kafiyeler düşmede kalemler dilsiz kalır.. ve insanlık âleminin bülbülü ise, Hz. Muhammed Mustafa'dır (sallallâhu aleyhi ve sellem).
Atı çok severiz. Atın yurdu, yuvası, evi barkı ve istirahat edeceği bir döşeği yoktur. Dur durak bilmez, yorulmaz ve hedefine varıncaya kadar koşar da koşar.. nihayet "çatladım" der, durur ve kalır orada, meçhul asker gibi. Maddeten uçak ve füzeye binmek, hiçbir nebiye nasip olmamış ama ne gam; küheylanımız, Burak misillü rüzgâr olup, Yaratıcı'sının ismini, sırtında taşıdığı Nebi, sahabi, sultan, komutan ve erlerle denizler ötesi dünyalara ulaştırmıştır. Halid'i, Sa'd'ı, Eyyub'u, Tarık'ı, Ukbe'yi ve nice nice Mehmed'leri (radıyallâhu anhüm) sırtına almış, zemin ve zamana nal vurup, tarih yüklü asumana şeref çakmıştır... Süvarisinde o ruh, küheylanında da o ruh bulunup, iki yüce nev'in temsil ettikleri mânâda kontak hâsıl olunca denizler kara, ülkeler de köy ve kasaba oluvermiştir.
At, ruhuyla beraber gitti.. şimdi, sirklerde ve hipodromlarda o. Ya süvarisi? Kim bilir, hangi semerler altında! Tekevvünde olanlar var gerçi; zaten bütün ümidimiz de onlar.
Devam edersek, kinde deveyi, inatta keçiyi, kıskanmamakta eti haram kılınan hayvanı, ithal kalıplı kalp bir kalb ve içiyle dışıyla garplılaşmış kafalar için yarasaları düşünün!. Veya megafon tipe bakıp, yabancı ağızlardan çıkacak her soluğa kulak veren mukallitliğiyle maymunu hatırlayın! Evet, insan ruhunda dalgalanan, kalb ve kafa dünyasında boğuşan, oynaşıp duran binlerce âlî ve denî duygu ve düşüncelerle, aynı tür his ve karakterlerin yanında, bunları temsil eden et-kemik giymiş, iyi ve kötü ruhların ortaya koyduğu ahlâkî davranışlar, daima birbiriyle çarpışan iki ana kuvveti karşımıza çıkarmaktadır: İyilik ve kötülük. Ve daima besleyen, süsleyen, teşvik eden ve temsil ettikleri mânâları insanda aksettiren iki kutup: Melek ve şeytan.
İnsan, kâinatın küçük bir fihristidir. Biri ağaç, diğeri çekirdek; birinde olan, diğerinde de var. Kalb, Arş-ı A'zam; beyin, Kürsî; hafıza, Levh-i Mahfuz; sevme-nefret, dâfia-câzibe; öfkelenme, fırtınalar ve dalgalar; neşe ve sevinç, Güneş ve bahar; iç canlanma ve yıkımlar, Kuasar ve karadelikleri, atom ve güneş sistemi; kan damarları, nehir ve ırmaklar.... Öyle de, ilhamlar, ulvî duygular ve iyiliklerle melekler; vesveseler, çirkin hisler ve kötülüklerle şeytan! Yani bunlar, insandaki bu duygu, düşünce ve vesveseleri temsil etmektedirler. Umuma mal olmuş bir teşbih vardır: Melek gibi insan, şeytan gibi adam...
[1] Bkz.: A'râf sûresi, 7/179; Furkân sûresi, 25/44.
.
Ruh: Varlığı, Mahiyeti ve Hususî Delilleri
1. Ruh, âlem-i emirden gelen şuurlu bir varlıktır
Ruh, âlem-i emirden gelen şuurlu bir varlık olup, âlem-i maddîden değildir. Şimdi, bu iki âlemi bir parça izah etmeye çalışalım:
Âlem-i maddî veya âlem-i şehadet, gördüğümüz ve şahit olduğumuz şu âlemdir. Bazen "Mülk ve şehadet âlemi" de denir. Allah (celle celâluhu) bu âlemde öldürür, diriltir; yeni yeni vücutlar yaratır, ibda' ve inşâ eder. Yaratılan bu vücutlar, belli bir şekle bürünür, süslenip tezyin edilirler. Bitkiler, hayvanlar ve insanlar, bu âlemi teşkil eden canlılardır. Zerreden küreye ve bütün gökyüzü sistemlerine kadar gözle görülüp, elle tutulan ve boşlukta bir yer işgal eden bütün maddî varlıklar, madde âlemi dediğimiz bu âleme dahildirler...
Âlem-i emir, maddî ölçülere girmeyen ve daha ziyade kanunların hâkim olduğu bir âlemdir. Bu âlemde esas olan, madde değil, mânâdır. Mânâyı kavrama ve yakalama mümkün olmadığı için biz, sadece bu âlemin mülk ve halk âlemine uzanan fonksiyonlarını görür ve ancak bunlarla âlem-i emiri anlamaya çalışırız. Konuyu akla yaklaştırmak bakımından müşahhaslaştırmak icap etmektedir:
Meselâ bir tohum veya çekirdeği ele alalım. Maddî âleme ait olan bu tohum, içinde taşıdığı hayat düğümü itibarıyla, emir âlemiyle de alâkalıdır. Zira her tohum ve çekirdekte, onun hayatının tespit edildiği merkezi ve canlandırma, nemalandırma ve gelişmeye tâbi tutma kanunu vardır. Tohumdaki bu hayat düğümü çatlar, açılır, rüşeym başını çıkarır; derken filiz haline gelir ve nihayet ağaç olup meyve verir. Bu, ondaki nümüvv kanunu sebebiyledir. Fakat bu kanun, gözle görülüp elle tutulmaz.. sesi de duyulmaz. Sadece biz, bu kanunun hükmettiği vücuda ait o maddî varlığı fizikî gelişmesi içinde safha safha takip ederiz. Yani âlem-i halk'a bakan yönünü görüp müşâhede eder, âlem-i emire ait yönünü ise görmeyiz, fakat kabul ederiz; çünkü, maddî sebeplerin böyle bir netice vermesi mümkün değildir. Yoksa, bir toprak zerresinin ve bir parça hava unsurunun, yeryüzündeki bütün bitki çeşitlerini bilip tanıması ve milyonlara bâliğ bu çeşitleri ayrı ayrı şekillendirecek makine ve tezgâhlara sahip olması gerekir ki, bu da, bitkiler adedince muhalleri kabul etmek demektir.
Ve yine ana rahmindeki sperm de, tıpkı toprağın bağrındaki tohum gibi yumurtada bulunan "nümüvv kanunu" ile gelişir.
Annenin döl yatağı her ay boşalır; bu bir kanundur. Sonra duvarları, muhtemel misafir sperm için vitamin depoları olarak hazırlanır ki, bu da bir kanundur. Anne rahmine doğru harekete geçen milyonlarca spermden sadece biri, yarışı kazanıp yumurtanın zarından içeri girer ve ardından hemen kapılar sürmelenir. İşte bir kanun daha! Sonra, Kur'ân'da ifade edildiği gibi, sperm, devreler hâlinde üç karanlık odada hücre, doku ve organ safhalarını geçirir[1] -bu da bir kanun- ve daha nice rahmet harikalarıyla beslenir. Bütün bunlara embriyolojik kanunlar diyoruz. Ceninin geçirdiği bu safhaları bugün cihazlarla tespit edip izleyebiliyor, fakat bu gelişmelere hükmeden kanunları göremiyoruz.
Aynı şekilde, itme-çekme ve yerçekimi gibi kanunların mevcudiyeti de herkesçe kabul edilen bir mesele olmakla birlikte, kendilerini görmemiz mümkün değildir. Bizim gördüğümüz, ancak bu kanunların madde âlemine akseden fonksiyonlarıdır.
Ruh da bir kanundur.. ve verdiğimiz misallerde açıklamaya çalıştığımız kanunlar cinsindendir. Şu kadar var ki, diğer kanunlarda şuur ve idrak bulunmamasına karşılık, insan ruhu, şuur ve idrak sahibidir.
Allah (celle celâluhu), ruhu "Kün" emrine ait âlemden göndermiştir. Kur'ân'da, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruh anlatılırken, "Ruh Rabbimin emrindendir, de."[2] ifadesi içinde "Rabbî" denilip, "Rabbülâlemîn" denilmemiş olması, onun halk âlemine ait olmayıp, emir âlemine ait olduğunun delillerindendir.
2. Ruh bütünüyle tarif edilemediği gibi, onu beşerî malumatla da anlamak mümkün değildir
Ruh, basittir, terkip edilmiş değildir. Madde, atomlardan, atomlar da çeşitli parçalardan meydana geldiği için dağılıp çözülmeleri mukadderdir. Ancak ruhta durum böyle değildir. Onun varlığı sabittir, iyonlaşmaz ve dağılmaz. Mahiyeti böyle olduğu için de biz, onu bir maddeyi gördüğümüz gibi göremez ve laboratuvara götürüp deney altına alamayız. Ancak, hariçte ve maddî âlemde müşâhede edip durduğumuz tezahürleriyle ruhun varlığını kabul ederiz; ederiz ama, yine de mahiyetini bilemeyiz... Zaten bir şeyin varlığını kabul etmekle, mahiyetini bilmek tamamen birbirinden farklı şeylerdir.
Bir şeyi görmek için göze ihtiyacımız vardır ama sadece maddesiyle gözün mevcudiyeti, görmemiz için kâfi ve yeterli değildir. Zira beyin, faaliyetini aralıksız ve arızasız devam ettirmedikçe göz, görme fonksiyonu eda edemez. Çünkü göz bir menfez, görme de beyne ait bir ameliyedir. Beyin için de durum bundan farklı değildir. O da, bünyesindeki bütün fakülteleri çalıştırabilmek için, merkezî bir sevk ü idare kuvvetine ve devamlı surette kumandayı elinde tutan bir kumandana muhtaçtır.
Evet beyin, hiçbir zaman kendini aşıp da, üstünde hükmünü sürdüren ruha, "Senin mahiyetini bilemiyorum, öyleyse sen yoksun." gibi bir hezeyanla karşılık verip küstahlaşamaz. Zira beynin kendi üstündeki mükemmel gücü kavrayabilmesi için, elindeki o geçmez akçeleri, kifayetsiz sermayeyi, kıt, yetersiz materyali ve madde ile sınırlı duyularını aşarak, bilkuvve kendinde mevcut olan bütün cihazlarını kullanması gerekecektir ki, ancak bu suretle, iç içe girift binlerce çember içinden ve gittikçe büyüyen daireler arasından geçip, ruh gibi sahilsiz bir denizin mahiyetini kavrama sınırına yanaşabilsin. Bu ise, halk âlemi dediğimiz şu madde âlemi itibarıyla mümkün değildir.
Ruh, mahiyeti anlaşılamadığından dolayı tarif de edilemez. Bu meselenin ifratı, ruhu inkâr, tefriti de, tıpkı bir madde gibi onu tarif etmeye kalkışmaktır.
Ruh tarif edilemez, çünkü onu tarif etmek isteyecek olan insan, çoğu zaman kendi dünyasına ait eşya ve hâdiseleri dahi tarif etmekten âcizdir. Söz gelimi, hayatında hiç bal yememiş bir insana, ne kadar usta bir edip de olsanız balı tarif edemez ve mücerret sözlerle ona balın verdiği hazzı veremezsiniz. Hayatında hiç gül veya karanfil koklamamış bir insana da bu iki çiçeğin kokusunu sırf tarifler çerçevesinde duyurmanız mümkün değildir.
Konuştuğunuz dili anlamayan bir insana bütün bir kitabı okusanız, o bundan bir tek harf dahi anlamayacaktır.
Bu durumda karşımıza çıkan hakikat şudur: Hakkında söylenenler ne olursa olsun, ruha sıhhatli bir tarif getirmek mümkün olmadığı gibi, beşerî malumatla onu anlamak da mümkün değildir.
3. Bizde maddemizin sustuğu anda konuşan cevher, ruhtur
Halk âleminde dahi konuşmaların farklı farklı olduğu hepimizin malumudur. Burada konuşmadan maksadımız, insan dilinde açan hitap çiçeği değil, konuşma dahil her türden anlaşma ve haberleşme çeşididir. Çünkü her türlü anlatma tarzı, bir çeşit konuşmadır.
Sadece bizim duyma sahamıza giren o kadar çok ses türü var ki.. evet, iki taşı birbirine vurduğumuzda çıkan sesle, iki ağaç parçasından veya iki demir çubuktan çıkan sesler birbirlerinden ne kadar da farklıdır! Yerin altından kaynayarak gelen suyun sesiyle, yatağında sessiz sessiz akan suyun sesi bile değişiktir. Fırtına ve kasırganın o korkutucu sesinin yanında bir saba rüzgârının, bir meltemin sesi ne kadar munis gelir insana. Gök gürültüsü de bir sestir, içe ürperti veren bir ses; yağmurun büyüleyici sesinde ise bir sekine gizlidir.
Ormanların sakinleri de kendilerine has sesler çıkarırlar. Kimi kulak tırmalayıcıdır, kimi huzur verici. Gök mavisinin çocukları kuşlar, onlar da ayrı ayrı sesler çıkarırlar. Bülbül şakır, karga ciyaklar.
Nasıl ki, şu madde âleminin kendine has ve çeşit çeşit konuşma şekli var.. ve böyle olması hikmet açısından bütün varlığın tekdüze bir ses çıkararak konuşmasından daha muvafıksa, Cenâb-ı Hakk'ın da her âlemle konuşması farklı farklıdır. Melekle ayrı, nebiyle ayrı, ilham yüklü veliyle daha bir ayrı konuşan Allah (celle celâluhu), insanlara kitabıyla hitap ederken, dağa, taşa ve semaya başka türlü hitap eder. Arı ve emsaline olan vahy u ilhamı ise bütün bütün başkadır.
Berzah âleminin kendine mahsus bir konuşma dili olduğu gibi, mahşerle Cennet ve Cehennem'deki konuşmaların da, yine o âleme göre olacağı anlaşılmaktadır.
Şimdi biraz da kendi âlemimize dönelim: İnsanların kendi aralarındaki konuşma ve anlaşma tarzları da çok çeşitlidir. Yeryüzünde binlerce farklı dil vardır. Hatta, harekete dökülerek ifade edilen his ve duygu dünyamızın mânâlarını jest ve mimiklerimizle çok farklı olarak ifadelendiririz. Her milletin veya aynı millet içindeki çeşitli kavim ve kabilelerin, sevinç ve sürur ifadelerini gösteren hareketlerinin bu kadar değişik olmasını başka neyle ifade edebiliriz! Zaten örf ve âdetlerin çeşitliliği de, bize bu mânâda bir fikir vermekte değil midir?
İnsan, kompüterler vasıtasıyla konuşurken de ayrı bir dil kullanır ve bu, onun normal konuştuğu dilden çok farklıdır. Belki o, ileride robotlarla daha farklı konuşacaktır. Ve hele, insanların telepati yoluyla konuşmaları, bize daha başka âlemlerde daha başka konuşma şekillerinin olduğunu göstermektedir. Ayrıca medyumların, hipnotizmacıların ve ruh çağıranların dilleri de başka başkadır.
Bir de, insanın dilini kullanmaksızın kendisiyle içten içe konuşması vardır. Buna "nefsî konuşma" denir. Aslında konuşma deyince ilk akla gelen lâfzî konuşmadır ki bu, irade ve beynin fonksiyonlarıyla, ses telleri, boğaz, dil... vs. yardımıyla dışarıya döktüğümüz mânâ alfabesi, kulakların duyduğu, muhatabımızın dinlediği, dilde açan bir hitap çiçeğidir ve ölüme kadar giden bir konuşma tarzıdır. Fakat, nefsî konuşmada dil ve dudaklar hareket etmez... Muhatabımız, kendimiz olabileceğimiz gibi, bir başkası da olabilir. Muhayyilemizin kanat çırpışları oranında tamamen başka dünyalarda, başka âlemlerde yaşar ve belki de bizim dünyamıza hiç uğramamış varlıklarla oturur sohbet ederiz, hem de birbirimizin dilinden anlamak suretiyle...
Rüyaların da kendine has bir dili vardır. Bedene ait uzuvların âdeta yarı ölü olduğu uykuda biz, ne hâdiseler yaşar, ne günler geçirir.. kimlerle ve neleri konuşuruz. Bazen kahkahalarımız dağları sarsar, bazen hıçkırıklarımız yürekleri dağlar... Biz bu hengâmeleri yaşayaduralım, başka bir buudun adamı olan ve o anda yanı başımızda oturan insanların bundan zerre kadar haberi bile olmaz. Ne kahkahalarımız onları kızdırmış, ne de hıçkırıklarımız yüreklerini sızlatmıştır!..
Evet, maddemizin sustuğu anda bizde konuşan bir cevher vardır ki, biz ona ruh diyoruz. Bir başkasının ona başka isim vermesi, işin mahiyetini değiştirmez. Ayrıca his, duygu ve latîfelerin de kendilerine has birer dilleri ve kendilerine mahsus birer konuşma şekilleri vardır.
4. Ruhun kendine has bir kılıfı, misalî bir bedeni vardır
Ruhun kendisine has bir kılıfı vardır. Biz, ona misalî beden diyorsak da, daha başka birçok isimle de anılmaktadır o. 'Gılâf-ı nurânî', 'latîfe-i seyyale', 'esîrî beden', 'enerji beden,' 'ikinci beden', 'perispiri', 'duble', 'fantom', 'astral vücud' ... vs.
Her şey çift yaratıldığına göre, fizikî bedenimizin de bir ikizi olması gerekir ki, işte bu, misalî bedendir. Latîf ve akıcı olan bu beden, aynı zamanda ruha kılıflık ve elbiselik vazifesi görür; vefattan sonra da ruhu çıplak bırakmaz ve bedeni terk etmekle beraber, ruhla arkadaşlığını devam ettirir. Ruh maddî kılıfı atar ama, misalî bedeni çıkarıp atmaz.
İslâmî kaynaklarda bahsedildiği ve medyumlar tarafından da tasdik olunduğu üzere, bazı uzuvları kesilmiş insanlarda kesilen uzvun ruhun misalî bedenine ait varlığı hissedilmektedir.
"Rusya'da Tanrıya Dönüş" adlı kitapta bu meselelerle alâkalı uzun açıklamalar vardır. Meselâ bir grup doktor, aynen şöyle diyor: "Bütün canlıların atom ve moleküllerden yapılmış fizikî bedenlerinin yanı sıra, bir de bunun kopyası enerji bedenleri vardır..."
5. Kirliyan metodu ile ruhun misalî bedeninin fotoğraflarının çekildiği de söylenmektedir
Kirliyan fotoğrafçılığı, yüksek frekansta çekilen resimlerle misalî bedenleri tespit etmektedir. Kolları kesik birinin kirliyan fotoğrafçılığı ile çekilmiş resminde görülen kolları, ruhun üzerine giydirilmiş olan misalî bedenin görüntüsü olsa gerektir. Kazakistan'da, Alma Ata Kirov Üniversitesinde yüksek frekans deşarjı altında bir organizmanın yaşayan hareketli dublesi görülmüştür.
1968'lerde "Kirliyan Metodunun Biyolojik Esasları" ismiyle bir kitap yayınlandı. Fotoğraflarda, kesilmiş uzuvların yerlerinde ikinci beden (biyoplazmik beden) görülüyordu.
Amerikalı Doktor Watters da, inbisat odasında su buharının iyonlar üzerinde birikmesinden hareketle ikinci bedeni tespit etti. Elli kadar çekirgeyi eterli pamuklara sarıp, öleceklerini tahmin ettiği andan itibaren odaya su buharı salarak fotoğraflarını çekti. Ve neticede öldükleri anlaşılan on üç çekirgenin hayallerinin plâkalarda fotoğrafla tespit edildiği görüldü...
6. Misalî beden, cesetten ayrılıp seyahat edebilir ve aynı anda birkaç değişik yerde temessül edip görünebilir mi?
Fransızca Le Monde la Vie adlı derginin Mart 1963 sayısında, -eğer Hıristiyanlık propagandası maksadı taşımıyorsa- bir rahibin başından geçen şöyle bir hâdise anlatılmaktadır: Bu rahip, bir grup çocukla gezmek için İsviçre dağlarına gittiğinde yolda uyur. Kendine geldiğinde, şuurlu bir şekilde vücudundan uzaklaştığını ve kollarını oynatamadığını fark eder. Kısa zamanda duruma alışınca dağların üzerinden uçmaya başlar. Çocuklar aklına gelince, yanlarına gitmek ister ve gider; sonra eşini hatırlar ve kendini şehirde eşinin yanında bulur. Kendisi hareketlerini bizzat izlerken, onu kimse görmez. Ardından ani bir rahatsızlık hisseder ve kendisini vücudunun içinde bulur; artık geri dönmüştür. Sonra, gördüklerini bir bir anlatınca herkes hayrete düşer. Bu olay, İngiltere'de araştırılıp, doğruluğu kabul ve teslim edilmiştir.
Yine, Sovyetler Birliği'nde beden dışı seyahat yapabilen yogiler üzerinde çalışılmaktadır. İnsanlar kriz, koma veya trans hâlinde ve anestezik tesir altında enerji bedenlerini kendiliklerinden dışarı atabilmektedirler.
Esasen temessül, herhangi bir keyfiyette görünme demektir. Melekler de, cinler de temessül edebilir. Rüyalarda hakikatler, kabirde amellerimiz temessül eder. Ruh da, kılıfı olan misalî bedeniyle temessül edince, onun da aynen kendisine benzediğini görürüz. Bundan dolayıdır ki, rüyalarda tanıdığımız kişiler ruhlarıyla temessül ettiği ve görünen de ruh olduğu için, onları sanki maddî şekilleriyle görür ve bilir gibi oluruz.
Ruh, kendi zatında maddî kılıfı olan ceset gibidir. Mânevî kılıfı da, âdeta misalî bedendir. Ehlullah temessül ettiği zaman, bu ikinci bedeniyle aynı anda beş on yerde görülebilir. Meselâ onları hapishanedeyken, sabah namazında camide ve aynı zamanda Kâbe'de tavafta görebiliriz. Abdülhamid Cennetmekân Hazretleri hiç hacca gitmediği hâlde, onu hacda gördüklerini yeminle söyleyenler vardır. Hatta, "Geldi ve şu evde kaldı." diyenleri dinlemiştik. Halkımız arasında, "Falan muharebede, falan veli gelip yardımda bulundu." şeklinde çok hâdiseler de anlatılmaktadır. Uzağa gitmeye gerek yok; Kıbrıs çıkartmasında falan veli zatın, pilotun yanına oturup, "Evlâdım, bombaları şuraya, şuraya bırak." diye rehberlik ettiği söylenir. Fakat, hakikî vücutları nerede ise, nerede kendinden geçip vücud-u mevhibe-i Rabbaniyeyi kazanmış, latîfeleşmiş ve incelmiş ise, kendileri gerçekten oradadır. Bunun dışında misalî bedenleriyle, aynalar içinde görülen misalî şekiller gibi değişik yerlerde görülebilirler. Ehlullahtan 'abdal' sınıfı içinde bulunanlar, şu anda diyelim camidedirler; ama aynı anda, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda bulunurlar. Kâbe'dedirler, ya da bir yerde irşadla meşguldürler. Farkına varılsa, el atılsa, eliniz bellerinden öbür tarafa geçiverir. Çünkü elinizin değdiği, ne onların asıl vücududur, ne de ruhlarıdır; belki, akıcı ve ruha kılıf olmuş misalî bedenleridir ve onlar temessül hâlindedirler.
Güneş bile bir yönüyle maddî olduğu hâlde, bir iken binlerce yerde temessül etmekte ve görünmektedir...
[1] Hac sûresi, 22/5.
[2] İsrâ sûresi, 17/85.
.
Ruh Geleceği Görebilir mi?
1. Gelecekte olacağı söylenen şeyler, Allah'ın (celle celâluhu) bildirmesiyle söylenmiştir
Geleceğe ait dersi her şeyden önce yine gelecek verebilir. Zaman, gelecekte gösterecekleri ve getirecekleri ile en mevsuk ve sağlam bir habercidir. Bir insan yaşamadan yaşayacağını yaşayamaz ve yaşayamadığı şeye bihakkın vâkıf olamaz. Bu yüzden, geçmişin belgesi çoktur da, geleceğe ait herhangi bir belge yoktur. Gelecek adına, ancak isabet şansı çok zayıf olan tahmin ve zanlarda bulunabiliriz. Fakat, çok tabiî olarak ilm-i ilâhî noktasında durum hiç de böyle değildir. İlm-i ilâhînin yanında geçmiş, hâl ve gelecek olmadığı gibi, bütün bunlar iç içe bir nokta olarak kalır. Bu sebeple, gelecek adına zan ve tahminle değil de, kesin ve kat'î ifadelerle "Olacak, göreceksiniz..." deniyor ve söylenenler de aynen çıkmış ve çıkıyorsa, o zaman bunu ancak Allah'ın (celle celâluhu) bildirmesiyle açıklayabiliriz.
2. Zaman ve mekânı aşmak, kalb ve ruhun derece-i hayatına girmekle mümkündür
Zaman ve mekânı aşmak, ancak zaman ve mekânla kayıtlı bulunmayan ruhla mümkün olabilir. Çünkü ruh, zaman ve mekânlar âleminden değil, emirler ve kanunlar âleminden olduğu için, bizzat kendisi gittiği gibi, kılıfı ve elbisesini bile çok yerlere gönderip, temessül ettirebilir. Ayrıca, zamanın zaptına, mekânın hapsine ve maddenin kesafetine bağlı bulunmayıp, serbest, âzâde ve aynı zamanda şeffaf ve latîf bir varlık olduğundan, ileride meydana gelecek hâdiselerin onun ekranına aksedişi de başka türlü olacaktır. Elverir ki, kişi bedeninin baskısından sıyrılıp, kalb ve ruhun hayatına girerek ruhunu geliştirsin, inbisat ettirsin ve başka âlemlerle münasebet kurmaya biraz gayret sarf etsin.
3. Peygamberler ve evliyâullah, ilmini Allah'a (celle celâluhu) havale etmek suretiyle gelecekten haber vermişlerdir
Evliyâullah, ilmini Allah'a (celle celâluhu) havale etmek suretiyle gelecekten haber vermişlerdir. En başta Üstad-ı Küll, Kâinatın Fahri Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu türden haberleri çoktur. Evet O, kıyamete kadar zuhur edecek hâdiseleri bir televizyon ekranında seyrediyor gibi ümmetine bir bir takdim buyurmuştur. Hz. Ali-Hz. Zübeyr Vak'ası (Cemel Savaşı), Hz. Osman'ın şehadeti ve Hz. Fatıma'nın vefatı, haber verdiği hâdiselerden sadece birkaçıdır.
Bu tür haberlerin bazıları açık ve tevile ihtiyaç duyulmayacak kadar vâzıhdır. Bir kısmının hakikatine ise, ancak Kur'ân'ın müteşabihatı nev'inden tevil ve tefsirlerle yükselmek mümkün olabilir. Bir diğer kısmı da, ancak ehl-i tahkikin anlayabileceği türdendir. Daha sonra, ehlullahın bunlardan yaptıkları istihraçlar ve bunlara dayanarak vardıkları hüküm ve haberler ise, ya doğrudan Kur'ân'a ve Aleyhissalâtu vesselâm'ın sünneti ve ifadelerine ya da mişkât-ı nübüvvetin vesâyâsı altında kendi gönüllerine ve ruh dünyalarına esip gelen ilhamlara dayanmaktadır. Bunların her biri, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilm-i ledünnîsinden, gönül kabının hacmine göre bir şeyler doldurur ve bu suretle bazı hakikatlere nigehbân olurlar.
Evliyâullah, gelecekle ilgili hakikatleri görürken bazen mesafeyi tam ayarlayamadıklarından, neticede tespiti tam yapamazlar. Bazen de hâdiseleri semboller hâlinde görürler.. Allah, (celle celâluhu) kendilerini bu türlü hâdiselerin yorumuna muttali kılmadığı için tevil ve tefsirde hataya düşerler. Onlar tefsirle alâkalı bir şey söyler; hâlbuki murad-ı ilâhî başkadır. Aynen rüya tabirlerinde olduğu gibidir bu. Meselâ, rüyanızda bir elma görür ve "Allah bize lütufta bulunacak, maddî-mânevî tatlılık göreceğiz." der ve öyle tabir edersiniz. Oysaki, elmanın misal âleminde sembolize ettiği hakikat, heva ve hevesin kuvvetlenmesi de olabilir. Yine, rüyada bir eve Cebrail'in (aleyhisselâm) girdiği görülür, ilâhî esintiler, yümün ve bereket gelecek diye beklenir; hâlbuki o, yüce bir ruhun öbür âleme çağrılmasını temsil ve ifade ediyor da olabilir... Bu mevzuda verilebilecek misaller pek çoktur.
Veliler için de durum böyledir. Gelecek adına aldıkları sembolleri tevil ederler, fakat tevilleri aynen çıkmayabilir. Meseleyi bir çekirdek hâlinde görür, tevilini çekirdeğin ağaç hâline göre yapar ve yanılırlar. Bu yanılma, peygamberler dışında herkes için vâkidir. Peygamberlerde de benzer bir yanılma vukû bulacaksa, onu daha önceden Allah (celle celâluhu) düzeltir. Çünkü peygamberler, ümmetleri için mutlak taklit edilmesi gereken önderlerdir. Eğer hataları hemen düzeltilmezse, bu hatalar bütün bir ümmete sirayet eder.
Gözü yaratıp -sınırlı da olsa- tenezzühü için uzanabileceği dünyaları var eden Allah (celle celâluhu), elbette gözün kumanda edicisi ruha da kendi âlemine has seyahatler yaptıracak ve ona madde ötesine has misalleri, sembolleri, levhaları ve geleceğe ait sayfaları gösterecektir.
Muhyiddin b. Arabî, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan bir asır önce yaşamış olmasına rağmen, Edirne Kütüphanesinde bulunan ve Efranî tarafından tercümesi yapılmış olan"eş-Şeceretü'n-Nu'mâniyye" adlı eserinde, Osmanlılar devrinde zuhur edecek pek çok hâdiseyi aynen haber vermiştir. Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan ve Şam'la Mısır'ın fethinden, Yavuz Selim'in Şam'a girmesiyle kendi kabrinin ortaya çıkarılacağına kadar bir düzine hâdiseden rumuzlu bir şekilde bahseder. Yine aynı eserde, Hafız Paşa'nın dokuz ay muhasara etmesine rağmen Bağdat'ı alamayacağı ve fethin 40 gün içinde Dördüncü Murad'a müyesser olacağı anlatılır. Dünyaya gelmesinden asırlar önce, Sultan Abdülaziz'in katledileceğini haber verir. Muhyiddin b. Arabî, bu eserinde Rus-Japon savaşından söz ettiği gibi, Müslümanların düşmanlarıyla muharebe edeceklerinden ve neticede galip geleceklerinden de bahseder. Türkler hakkında da "Türkler için muzafferiyet ve saadet var." der.
Bitlisli Mustafa Müştak Dede, Divan'ında Ankara'nın başşehir olacağını 70 sene evvelinden haber vermişti. Şiirinin mısra sonlarına düşürdüğü harfler, Osmanlıca olarak yan yana dizildiğinde "elif, nun, kaf, ra, he - انقره " Ankara'yı gösterdiği gibi, bu hâdisenin savaşlar neticesi gerçekleşeceğini ve Hacı Bayram'dan bahisle de, Ankara'nın başşehir olacağını gayet açık bir şekilde ifade etmektedir.
Mevlâna, yedi yüz yıl evvel, "Çok küçük canlılar görüyorum; ağızları var ve yiyiyorlar." diyerek mikrop veya bakterilere işaret ediyordu.
Yine asrımızda bir tefsirci, seneler evvelinden, 1971'de bir muhtırayla ordunun Türk siyasî hayatına vaziyet edeceğini haber verir. Kendisine "Ne zaman?" diye soranlara da cevabı, "12 Mart" olur. Aynı şahsın 1980 hareketini haber verdiği de söylenmektedir.
Velilerin bu ve benzeri gelecekle ilgili ihbarlarını hangi fizikî gerçeklikle ve hangi atom kanunuyla veya nasıl bir göz, ya da beyinle izah edebiliriz? Hayır.! Bu tür hâdiseleri, geleceğe uzanan ruhun -Allah'ın (celle celâluhu) inayet ve izniyle- önceden haber alması dışında başka bir şeyle izah etmek mümkün değildir.
Telestezinin bir kolu olarak gelecekten haber verme meselesi, kâhinlerde, medyumlarda ve falla uğraşan kâfir kişilerde dahi görülebilir. Bu mevzuda, dünya matbuatında anlatılan sayılamayacak kadar çok hâdise vardır. Meselâ, Amerikan mecmuaları, Madam Gibson adlı bir kadının yıllarca dünya mukadderatına dair pek çok şeyleri önceden haber verdiğini neşrettiler. Bu kadın, Kennedy'nin öldürüleceğini, Hindistan ve Pakistan'ın 1947 yılında ikiye ayrılacağını ve Albayın Pakistan'da kalacağını daha bu hâdiseler olmadan evvel haber vermişti. Hatta Ankara'daki zelzeleden bile bahsetmişti. Kadın veli değil, fakat Hakk'ın izni ölçüsünde gayba ittılaı var. Bazı ruhlar, bu duruma müsaittir. Bunlar trans hâline geçip, kendilerine has şeyler yapar ve söylerler. İster cin, ister şeytanla ve ister habis, ister tayyib bir ruhla olsun, fizik ve madde ötesiyle temas kurar ve haber verirler. Her hakikati maddede arayan ve hep "tabiat, doğa" deyip duranlar, bugün dedikleriyle beraber çatırdıyor ve maddeleriyle beraber yıkılıp gidiyorlar. Ruh ise, her yerde varlığını koruyor.
4. Hiss-i kable'l-vukû meydana gelmeden önce bir hâdiseyi hissetme; telepati (telestezi)
Her insanda, yakın veya uzak gelecekte olabilecek hâdiseleri şimdiden hissetme duygusu az çok vardır. Birisini içinizden geçirirsiniz; bir de bakarsınız ki, birkaç dakika sonra o kişi kapınızı çalıyor. Yine, aklınızdan bir şey geçer, bir başkası onu hemen yapıverir. Aranızda belli mesafe olan bir insanla nasıl, neyle, hangi telsiz ve telefonla irtibat kurdunuz da bu hâdiseler oluverdi? İşte yukarıda temas edildiği üzere, kişinin kendisiyle konuşmasını, yani nefsî konuşmayı yapan nasıl ruh ise, bu bağlantıyı kuran da ruhtan başkası değildir. Bunu madde ile izah etmek mümkün olamaz.
5. Cenâb-ı Hak, kurbiyetine mazhar kıldığı kişinin gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olur
Rusya bile telepatilerle uğraşmaktadır. İlk defa, "Mânâyı madde ile idam ettim." diye ilânatta bulunmuş olmasına rağmen, bugün Rusya, belki kapitalist dünyadan da önce, telepatik yollarla haberleşme imkânlarını değerlendirme çalışmaları yapmaktadır. 20-50 kişilik bir biyofizik doktorlar heyeti, bu mevzuda birçok deneme gerçekleştirmiş bulunuyor. Bunlar, 300 kilometre mesafede elektrik ve ışıktan tecrit edilmiş bir odada bulunan bir adamla muhabere yapma yolunu denemektedirler. Yabancı dinleme istasyonlarının tespit sahasına girme tehlikesi bulunmaksızın, denizaltılarında da aynı usulle haberleşme ve madde ötesi, beden ötesi kuvvetlerle muhabere imkânlarını araştırmaktadırlar. Ve hedefledikleri nokta, 3000 kilometre ötedeki kimse ile konuşup 30-40 sayfalık mesajlar almak, birinin orada dikte ettiklerini buradaki medyum vasıtasıyla aynı anda tespit etmek ve neticede yakalanma ve takip edilme tehlikesi bulunmadan, masrafsız bir casusluk şebekesi kurmaktır.
Evet mesele, pozitif hüviyette bile, en maddeci insanların elinde bu kadar hüsnü kabul ve itibar görmektedir. Bu demektir ki, nebinin mucizesini, velinin kerametini ve ruhun hissetme ve sezmesini inkâra yol yoktur. Bu demektir ki, bu harikulâde şeylerden bir tanesi olsun devrimizde alâka ve kabul görüyorsa, o hâlde, artık mucizeye sırt çevirmek imkânsızdır. Üniversite mehâfil ve kürsülerinde ve entelektüel çevrelerde her nasılsa kendine yer bulan birinin velinin kerametini ve hiss-i kable'l-vukûunu halüsinasyon deyip reddetmesi, bundan böyle söz konusu olamayacaktır. Asrımızda mekanik fiziğin duvarları çatırdamakta ve fizik eski kaideleri itibarıyla âdeta yıkılmaktadır.
Kim bilir, belki de yakın bir gelecekte fizik ve tabiatın aslen kendi ötelerinde bir kısım kuvvetlerin hâkimiyeti altında bulunduklarını göreceğiz. Tabiat, mânâ ve kuvvetler karşısında mahkûm olup, bir oyuncak gibi kullanılacak ve madde kendi kalıpları içine sıkıştırılarak, kendisine kabiliyet alanına girmeyen bazı şeyler de yaptırılabilecektir. Evet, madde üzerinde ruh, melâike ve madde ötesi kuvvetler hâkimdir. Ruh asıl, madde ise ona tâbidir. Ve bu tenteneli perde, maddenin verâsı, mekânla kayıtlı olmayan ruh tarafından müşâhede edilmekte ve ruh, her şeyin özünü, yani içten geçenleri okumaktadır.
Bugün, bütün dünyada ele alınır hâle gelmiş bulunan telepati, uzaklarla haberleşme ve gelecekten haber verme gibi vâkıalar, esasen kadimden beri Müslümanlar arasında bilinen şeylerdi. Fakat belli bir devrede biz, bunlara "Velinin kerametidir, yüksek ruhların keşifleridir." derken ezilip, büzülüyorduk. "Bu, velinin insanın içini okuması, aklından geçeni söylemesidir." diye konuştuğumuzda, "Aman alaya alınmayalım!" diye korkuyorduk. Ve "Bu, bir velinin başka bir velinin dublesiyle ittisal peyda etmesidir; ruhlarının kontak kurup, birbiriyle haberleşmesidir." dediğimizde, hafife alınıyorduk. Şimdi ise, çok şey değişmiş ve inanmayan insanlar bile, bu ve benzeri meselelerden bahseder olmuşlar.. kitaplar, mecmualar bu kabîl şeyleri neşreder duruma gelmişlerdir. Evet, tekke ve zaviyelerde turuk-u âliyenin içinde inkişaf eden velilerin, daha vilâyet yolundaki ilk mertebeleri, kabirlerin keşfidir. Mezarın başına gelir, icabında oradaki insanın durumunu söyler veya dünyanın bir başka yerinde cereyan eden bir hâdiseyi, söz gelimi bir vapurun batmakta olduğunu haber verir ve çevresini uyarır. Velilerin söylediklerinin, telepatiyle alâkası yoktur.
Misal olarak, çocukluğumda şahit olduğum, belki yüz vak'adan bir ikisini nakledeyim. Bir defasında, o muhterem Muhammed Lütfî Hazretlerinin yanına gitmiştim. Gözlerinde katarakt olduğundan, hiç görmezdi.. yanımda daha başka kimseler de bulunuyordu. Tekkenin önüne vardık ve kapılardan birinin aralığından içeri baktığımızda karpuzlar gördük; hâliyle içimizde bir karpuz yeme arzusu uyandı. Kendisi bizi ne gördü, ne de geldiğimizi duydu. Zaten görmesine de imkân yoktu; çünkü, yukarıda söylediğim gibi, gözleri görmüyordu. Hemen kapıyı açtı, iltifat ederek, "İçeriye gelin; ben falanı çağırayım da, size karpuz getirip kessin." deyiverdi.
Maddî sıkıntı içinde olduğum bir başka gün, üç-beş arkadaşla yine yanına gittik ve elini öpüp oturduk; tabiî hâlimi arz edemedim. Yanında ağniyadan bazı kimseler vardı. Ve şöyle dedi: "Ben şimdi bu talebeme, okuduğu Arapça kitaplardan bazı sorular soracağım; eğer bilirse, hepiniz ona 10'ar lira para vereceksiniz." Hâdise 1953'te oluyor. O gün, okumakta olduğum Molla Câmi'nin baş tarafından hep en iyi bildiğim yerleri sordu. Maddî sıkıntı içinde bulunduğum bir sırada en iyi bildiğim yerleri sorması, bende kanaat-i kat'iye hâsıl etti ki, nasıl biz bir kâğıt üzerindeki yazıları okuyorsak, veliler de kalbde mânâ olarak tütüp duran şeyleri öyle okuyorlar. Şimdi bunları madde ile izah etmenin imkânı var mı?
Bazen olur, bir kese kâğıdıyla incir getirilir.. ne incirlerin sayısını bilir, ne de yanında oturanların. "Herkese üçer tane dağıtın." denir ve dağıttığınızda bakarsınız ki, tam denk gelmiş. Dörder tane dağıtsanız olmaz. Yine, "Şurada bulunan bardakları getir, herkese birer bardak çay ver." der; bardakları getirir, çayı dağıtırsınız; bir de görürsünüz ki, herkese bir bardak çay düşmüştür.
Bu tür hâdiseler bir tane olsa, "rastlantıdır" dersiniz ama bir mecliste belki elli defa cereyan ediyorsa, artık ona "tevafuk - Hak tarafından rast getirilmiş." demek icap eder. Kurbiyet-i ilâhiyeye mazhar olan kişilerin -kudsî hadisin ifadesiyle- "Cenâb-ı Hak gören gözü, işiten kulağı ve tutan eli olur."[1] Bu bir mazhariyet meselesi ve bir ihsan-ı ilâhîdir.
6. Medyumluk ve yogilik, madde ötesi ruhî tecrübelerdir
Bilhassa inanmamış dünyada görülen madde ötesi ruhî tecrübeler, daha çok medyumluk, yogi veya ruh çağırma şeklinde kendini göstermektedir. Ruh infisalleri ve trans hâlleriyle başka ruhlarla temasa geçme, geleceğe ait haberler verme, eşya ve hâdiselerle oynama ve iddialarına göre, ruh çağırma, ateşte yürüme, vücuda şiş geçirme, dili kesip tekrar yerine yapıştırma ve altı ay bir şey yemeden-içmeden yaşama gibi tecrübeler, bu türden ve çok duyulan hâdiselerdendir.
Ruh, cismaniyetten ve madde dünyasından alâkasını kestiği nispette güç kazanır. Bu sahada kaydedilen tecrübeler, yalnızca medyumlara ve yogilere mahsus olmayıp, öteden beri Hıristiyan mistiklerde, Yahudi ruhanîlerde ve hatta Budizm, Brahmanizm ve Konfüçyanizm gibi dinlere tâbi olanlarla, dünyanın pek çok yerinde hâlâ varlığını sürdüren çeşitli mezhep ve tarikat sâliklerinde de müşâhede edilegelmiştir. Hepimiz, bazı mecmualarda bu kabîl şeyleri görüp, okumuşuzdur. Bu türden hâdiselerin İslâm tasavvufunda da cereyan ettiği vâkidir. Meselâ, Rifaiye tarikatında, yogilerin yaptığı türden eza, cefa ve acı çekme.. vücuda şiş sokulduğu hâlde kan akmaması ve hiçbir yara izinin kalmaması.. avuca, hatta ağza konan kor ateşin yakmaması gibi tecrübelerin yaşandığı vâkidir. Tabiî ki ateşin yaktığı, şişin acı verdiği ve kanın aktığı durumlar da olabilir.
Bütün bunlar, insanın belli âlemlerle bütünleşmiş olmasına ve o sahada gelişmesine bağlıdır. İnsan, ruhla münasebeti, bir başka ifadeyle, mukaddes ve ulvî bildiği güç ve kuvvetle temas kurabildiği ölçüde maddesine tesir edecek buudların üstüne çıkar. Ruh, o buudlarda maddeyi tesir ve hâkimiyeti altına alır ve artık ruhun kendi alfabesini kullandığı bu konuşma şeklinde ateş yakmaz, şiş kanatmaz, acı duyulmaz; altı ay yemek yenmese de açlık hissedilmez. Çünkü onun üzerinde mekân kaydıyla birlikte zaman kaydı da kalmamıştır.
Ruh, bedenden infisali ve trans hâliyle üç buudlu mekâna tâbi olmadığı gibi, dördüncü-beşinci buudları da aşabilir. Bu durumda zaman ve mekân seli onu fazla müteessir edemez. Çağın fizikçisi meseleyi izah ederken, "Ben kendimi senin üç buudlu mekânının dışında da hissediyorum." der.
Madde kabuğunu kırarak sivrilen böyle ruhlara, kendi âlemlerine has ve kendi makamlarına yaraşır manevralar sayesinde, âdeta şeffaflaşmalarına yakışır bir ton ve edada tabiî hâdiseler harikulâde ve olağanüstü yanlarıyla inkişaf eder. Günümüzde çok yaygın misallerinden birkaç tane arz edelim:
Mesaj de La' mecmuasında anlatıldığına göre, bir medyum, altı yedi kişilik bir ilmî heyetin yanında ellerini önündeki masaya koyunca, karşıdaki masa hareket edip gezinmeye başlıyor.
Bornova'da, çadırda biri, masanın üzerindeki buğdayları yukarıya doğru çıkarmaya başlıyor. Orada bulunanlardan bazıları okumaya geçince "Dümen bozuldu.. aranızda kötü niyetliler var." diyor.
Bir zamanlar Ankara'da doktorların dikkatini çeken Dr. Watson, hipnoz yapıp herkesi uyutuyor ve artık onlara istediğini yaptırıyor; "Kollarınızı kaldırın!" diyor, kaldırıyorlar.. "İndirin!" diyor, indiriyorlar..
Ruh ve Kâinat adlı kitapta Bedri Ruhselman yazıyor: "Bir doktor şöyle bir şey anlatıyor: Eşim hastaydı; ağırlaşınca üç bulutsu şey eve inip onun başında dikildi. O esnada kendinden ayrı bir vücut belirdi; bu vücut, eşimin ense köküne bir kordonla bağlıydı ve çırpınıp duruyordu. Bu vizyonu tam beş saat seyrettim. Nihayet kordon koptu ve bir an şaşalayan ruh, daha sonra yukarılara doğru yükseldi. O anda eşim dünyaya gözlerini yummuş bulunuyordu."[2]
Medine cephesinde çarpışan Ordulu Fenni Bey anlatıyor: "Medine'de muhasara altında idik. Beşiktaş'taki evimle haberleşmek mümkün değildi. Bir gece rüyamda evimizde ateş ve duman gördüm. Uyanınca, ara sıra gayb âlemini müşâhede eden medyum bir erim vardı, onu çağırdım. "Trans hâline gir, Beşiktaş'taki falan eve git ve müşâhedeni anlat." dedim. Dediğimi yaptı. Gözleri kapalı "Şimdi şuraya geldim, şimdi buradayım; evin kapısını çaldım, içerden yaşlı, başı örtülü, kucağında çocuk bir kadın çıktı." diye anlatmaya başladı. O kadının annem olduğunu anlamıştım. Ere "O kadına, evde ne var ne yok diye, sor." dedim. Cevap olarak, "Dün hanımının vefat etmiş olduğunu." söyledi.
Cennetim taht-ı kademinde olan validem nakletmişti: "Allah (celle celâluhu) deyince yemekten iştahı kesilen, Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) deyince 24 saat gözyaşı döken bir kadının vefat hastalığında tam bir sene boyunca başında kaldım. Vefatına birkaç dakika kala, "Su hazırlayın" dedi. İstediğini yaptık, abdest aldı. Kocası da evdeydi ve sapasağlamdı. Kadın, gençliğindeki gibi bir kahkaha attı ve "Dünyadan daha nasibimizi almamışız. Bu perşembe akşamı ikimizin cenazesi de evde kalacak." dedi. Sonra, bir tüy gibi başı yastığa düştü ve biz onu uzatırken, öbür odadan bir feryat yükseldi. Beyi de vefat etmişti...
Yogilerin, yani bir kısım Hint fakirlerinin icra edip gösterdikleri seremoniler hakkında okuyucu en az bizim kadar malumat sahibidir. Bu mevzu, televizyon programlarından mecmua ve gazetelere, oradan da halk arasındaki söylentilere kadar öylesine intişar etmiş ve her kesimin malı olmuştur ki, 8-10 yaşındaki çocuklar bile bunları birbirlerine nakledip durmaktadırlar. Burada sadece, Alman televizyonu ZDF-İkinci kanalında neşredilen ve daha sonra kitap hâline getirilip, satışa sunulan "Terra X" isimli belgeselden bir gösteriyi nakletmek isterim. Spikerin "En ileri derecede acı denemesi, acıya tahammül alıştırması..." diye anons yaptığı gösteri, şu şekilde cereyan ediyor: Ağızdan çıkarılan dile, yukardan aşağıya uzunca bir şiş sokulur. Keskin bir kılıçla dil ağzın içinden kesilip bu şişe takılır ve ne ağızdan, ne de dilden kan akmadığı gözlenir. Dil, bir müddet bu hâlde kaldıktan sonra yerine yapıştırılır ve şiş dilden çıkartılır: Sonra da spiker hayret içinde ilân eder: "İlim, henüz bunu çözemedi."
Biz Müslümanlar ise, on dört asır evvelinden bu ve benzeri pek çok hâdiseye vâkıf ve âşina bulunuyoruz. Hz. Muavviz'in (radıyallâhu anh) Bedir'de kopan kolu, eczahane hükmündeki o nurlu elin Sahibi (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından yerine yapıştırılıyor ve hiçbir iz kalmıyordu.[3] Uhud'da Katâde b. Numan'ın (radıyallâhu anh) çıkan gözü, yine aynı el tarafından yerine konup şifa buluyordu.[4] Ve tabiî bunlar, harikalar kuşağının son sınırında cereyan eden mucizelerdi...
7. Ruh çağırma seansları, madde ötesi bilinmeyen, görülmeyen kuvvetler ile irtibat kurmaya çalışma ameliyesidir
Günümüzde ruh çağırma seansları, hızla çoğalmaya başlamıştır. Hatta o kadar ki, sokaktaki halk bile ruhla uğraşmakta ve masa üstü fincan oyunları, mahalle gençlerinin evlerine kadar girmiş bulunmaktadır. Bunların neticesinde materyalizm çökmeye yüz tutmuş ve materyalistler, fizik ötesinde fizik kanunlarına hükmeden daha başka kanunların varlığına inanmaya başlamışlardır...
Entelektüel seviyede, bilhassa ruhî açlıklarının ve ibadetten mahrum oluşun getirdiği mânâ susamışlığını gidermeye çalışan sosyete çevrelerinde vakit geçirmek için tertiplenen poker partilerinin yerini şimdi ruh çağırma seansları almaktadır. Bugün Avrupa, Amerika ve hatta Rusya'da bu mevzuda kaydedilen gelişmelerin dile getirdiği bir hakikat var. Bu insanlar ne istiyor ve nelerle uğraşıyorlar? Madde ile mi? Hayır! Tamamen madde ötesi, bilinmeyen, görülmeyen kuvvetler ve ruhanî varlıklarla irtibat kurmaya çalışıyorlar. Bu yolla, bugüne kadar izah edemedikleri pek çok hâdisenin izahını bulabileceklerini ümit ediyorlar. Eğlenmenin, heyecanlı seanslarla vakit geçirmenin ötesinde, maddenin ve fiziğin çözemediği, tabiat ötesi pek çok problemin hallinin yine tabiat ötesinde bulunabileceği düşüncesiyle inadı bırakıp, ruh çağırma seanslarını evlerden laboratuvarlara ve üniversite kürsülerine taşıyorlar. Rusya'daki telepati çalışmalarının yanı sıra, İngiltere'de doktorların ülser tedavisiyle alâkalı ilaçları bir yana atıp, hipnoterapi usulüyle ruhî mekanizmayı harekete geçirebilecek telkin yoluna müracaat etmeye başlamaları, bu sahada kayda değer gelişmelerden sayılabilir.
Bir mü'min anlatıyor: "Ankara'da bir savcı arkadaşımla Mevlâna'nın ruhunu çağırdık. Yeşil kisvesi ve Mevlevî külâhıyla karşımıza dikilen şahsı ikimiz de gördük. Fakat, yüzünü kaçırıyordu. İhtimal ki, gelen şeytandı ve bize yüzünü göstermek istemiyordu."
Bir psikiyatrist de, bu mevzuda şahit olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatmıştı: "Samsun'da bir eve ruh çağırma (cin veya şeytan çağırma) celsesine davet edildim. Bu işi yapan, evin küçük kızıydı. Bir masanın üzerine fincanlar ve harfler dizdi; ısrarlı çağırmalardan sonra birinin geldiğini öğrendik.. ve gelen, ismini fincanın hareketleriyle yazıyordu: Belma! Küçük kızın eli fincanla beraber hareket ediyordu. Biz gelene, "Müslüman mısın?" diye sorduk, "hayır" dedi. "Nerelisin?" sorumuza ise, "Mersinliyim" cevabını verdi. "Bir Müslüman yok mu, gelsin konuşalım!" dedik; gitti, çağırdı ve bu defa masanın üzerinde bir başka isim yazıldı: "Ayşe" Ona yaşını sorduğumuzda "7-8" cevabını verdi. "Nerelisin?" dediğimizde ise, güneyden bir şehir ismi söyledi. Hangi kitabı okuduğunu sorduğumuzda, "Hanımlar Rehberi" diye cevap verdi.
Sonra, orada bulunan arkadaşlardan biri dedesinin ruhunu çağırdı, fakat gelmedi.. ısrarlı çağrılardan sonra "geldim" dedi. Adını sorduğumuzda söylemedi; fakat usulünce ısrar edilip sorulduğunda "şeytan" diye cevap verdi. Hepimiz donakaldık. Doğrusu, Hz. Âdem'den (aleyhisselâm) beri insanlığın bu en büyük düşmanı karşısında irkildik ve ne yapacağımızı şaşırdık. Bir aralık aklıma geldi ve "Seni çağırmadık, niye geldin?" dedim. Fincanlarla "İşte geldim" diye yazdı. "Allah'a inanır mısın?" dedim; "Hayır!" dedi. "Peygambere inanır mısın?" diye sordum; "İnanmam!" diye cevap verdi. Aklıma geldi; "Sana Meyvenin Altıncı Meselesini okusam dinler misin?" dedim; "Evet!" yazdı. Okumaya başladım:
"Nasıl bir fabrika şöyle işler, böyle çalışır, lambaları vardır vb... Öyleyse, bu bir mühendisi gösterir." diye okuduğumda "Evet" diyor; "Öyle de, şu kâinat eczahanesindeki nebatat, otlar, meyveler Allah'ı (celle celâluhu) gösterir!" dediğimde, "Hayır!" diyordu. Böyle "Evet" ve "Hayır"larla bizi çok uğraştırdı. Sonunda, "Sana Cevşen okuyayım mı?" dedim; "Oku!" dedi. Ben okumaya başlayınca, fincan kızın parmağı altında fıkır fıkır oynamaya durdu.. elimi üzerine koydum, parmağımın altından kaçıyordu. Bir aralık şöyle yazdı: "Bırak şu gırgırı!" Ben devam ettim; sonra dayanamadı, sükut etti ve canı sıkılıp, çekti gitti."
Evet, pek çok kimsenin duyduğu veya şahit olduğu, ya da yayın organlarından takip ettiği bu kabîl o kadar çok hâdise var ki... Esasen maddenin iflas edip rafa kaldırıldığını ve ruhun maddeye hâkim olduğunu ilân etmemiz için, bize bu misallerden bir teki dahi yeter. Zira cüz', külle, parça bütüne delâlet etmektedir.
Şimdiye kadar ele almaya çalıştığımız ruhu geliştirmek suretiyle gelecek adına ruhla kontak olma.. keşif ve keramet.. hiss-i kable'l-vukû.. telepati.. içten geçenleri okuma.. medyumluk ve yoga.. ruh ve cin çağırma gibi hâdiselere her mü'min, ruhunun gücü ve kuvvetiyle Allah'ın (celle celâluhu) izin verdiği ölçüde muttalî olabilir. Bunlar bazıları için üç aylık bir çalışmayla elde edilebilecek şeylerdir. Fakat, hüner bunları elde etmek, havada uçmak veya cinlerle oynaşmak değildir. Bizim için asıl olan, Allah'ı (celle celâluhu) ve Resûlü'nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanıyıp sevmektir. Kur'ân ve ondaki güzellikler bize kâfi ve vâfidir. Dine, imana hizmet etmek, bu yolda nesiller yetiştirmek ve ruhlarımızı, namzet bulunduğu ebed için hazırlamak bizim için en birinci gaye olmalıdır. Diğerleri, çok da üzerinde durulacak ve kendileriyle meşgul olunacak türden meseleler değildir.
[1] Buhârî, rikâk 38.
[2] Dr. Bedri Ruhselman, Ruh ve Kâinat, 1/201-204.
[3] Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1/324; Aliyyülkârî, Şerhu'ş-Şifâ, 1/656.
[4] el-Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 6/113; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3/295; İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 3/87; el-Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve, 3/251; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1/321, 322.
.
Ceset hareketsizken rüyada gören, gezen ve konuşan kimdir? Gece olur, uykuya varırsınız. Gözünüzün kapakları kapanır, kulaklarınız duymaz, diliniz söylemez, eliniz tutmaz ve ayağınız yürümez olur. Yanınıza biri gelip konuşsa, onu ne görür, ne de duyarsınız. Sizin gördüklerinizden, duyup yaşadıklarınızdan da o habersizdir. Sabah kalkar, namazdan sonra kahvaltıyı isteyeceğinize, gece gördüğünüz tatlı rüyanın tesiriyle mahmur bir sevinç ve heyecan içinde dolaşır ve bunu bir sevdiğinize veya bir yakınınıza anlatmak istersiniz. Karnınız açken, bu doymuşluk, bu sevinç nerden geliyor? İşte böyle, günlük hayatta insana açlığını unutturan ve onu birinci derecede tesir altına alan hâdiseler vardır... Evet, bütün bunlar, ruhun sevinci ve ruhun coşkunluğudur.
1. Rüyanın hakikati, çeşitleri ve ruhun rüyada geleceği görmesi
Uykuya dalan bir insan, denize veya uzay boşluğuna dalan bir insan gibidir. Ya gözleri bağlı dalar ve hiçbir şey görmeden geri gelir, ya elinde götürdüğü oyuncaklara kapılır, onların tesiriyle başka bir şey göremez ya da denizdeki tatlı dalgalanmaların tesiriyle yakamozların parıltılı güzelliklerini ve semanın esrarengiz faaliyetlerini seyredip, onları kendi dünyasına taşır. İşte, rüyaları da bu kategoriler içinde ele alabiliriz.
Bazıları vardır, sadece uyuduğunu ve uyandığını bilir; gözü bağlı karanlıklara dalmış gibidir ve dünyasına hiçbir şey görmeden döner.
Bazen olur, şuur altına atılan hâdiseler, yaşanmış heyecanlı vak'alar ve üzerine çok düşülüp, terdat ve tekrar ile şuura mal edilen meseleler, uyku esnasında şuur üstüne çıkar. Savaştan yeni gelmiş bir kimsenin aylarca yatağından heyecanla fırlamaları bu kabîldendir.
Bir de hastalıklar, rahatsızlıklar, marazî ruh hâletleri ve mizaç bozuklukları sebebiyle görülen rüyalar vardır. Tuzlu yiyenin kendini göl başlarında görmesi, öfkeli yatanın kavgayla uğraşması, şehvetle düşüp kalkanın bu kabîl şeyler görmesi gibi. Bir insanın devamlı rüyalara bel bağlaması, rüya görmek için yatması, hülyalara kapılması, kuluçkaya yatar gibi rüyaya yatıp, bunların tabirine göre hareket etmesi, rüya görme hastalığına tutulmuş olmanın işaretidir.
2. Sadık rüyalar
Şuuraltı ve bir hastalık neticesi olmadan, hülyalara da kapılmadan, dupduru ve tertemiz duygularla beklenmedik anda görülen rüyalardır: Peygamberlerin, evliyânın ve salih kulların rüyaları gibi. Bazen, sıradan inanmış, hatta hiç inanmamış kişiler de bu tür rüyalar görebilirler.
Sadık rüyalar, Allah (celle celâluhu) tarafından lütfedilen bir müjde, bir teşvik, bir ilham ve yol gösterme olabileceği gibi, ikaz ve ibret mânâsında irşada yönelik de olabilir. Burada üzerinde daha çok duracağımız husus, ruhun daha ileri ve âlî bir münasebetini ifade eden gelecekle alâkalı rüyalardır.
Bu rüyalar, gideceğimizde şüphe olmayan kabir ve ahiret âlemlerinden içinde yaşadığımız şu şehadet âlemine dalgalar hâlinde gelen sızıntılardır. Beş duyunun ince bir zar mahiyetinde olan âlem-i şehadete karşı kapanması ve uyanıklığa ait mekanizmanın kendiliğinden devreden çıkmasıyla, âdeta ruhun bu dünyaya ait uzuvlarla irtibatını sağlayan doğru akım fişlerinin çekilip, yerlerine gaybî âlemlerle ittisal ve bağlantıyı temin eden alternatif akım fişlerinin faaliyete geçmesi neticesi, şehadet âlemine kapanan pencereler, bu defa misal âlemine açılmış olur. Ve açılan bu pencerelerden misal âlemiyle ilgili temessülatla birlikte, mânâ ve hakikat sembolleri, berzah âleminden akseden levhalar, basar ve basirete arz edilen tablolar ve geleceğe ait hâdiselerin sayfaları dolar. Bu itibarla rüyalara, insanı bu âlemden başka âlemlere taşıyan bir kısım sırlı kabinler veya zaman tünelleri denebilir.
Meseleyi bir başka açıdan ele alalım: Her şeyin var olmazdan evvel birer sabit aynı bulunur; yani, ilm-i ilâhîde her şeyin sabit bir vücudu vardır. Ve sonra bunlar, kudret ve iradeyle cismaniyet âlemine intikal eder. Bu arada, yani, sabit aynalarla âlem-i ecsam arasında rol oynayan ayrı bir vasıta âlem daha vardır ki, buna âlem-i misal, yani "temessüller âlemi" diyoruz. İşte cismaniyetten sıyrılan, muvakkaten ceset kaydından kurtulan bir ruh, bedenini de tamamen terk etmeksizin misal âlemine doğru pervaz etmeye başlar. O âleme yükselince, cismaniyete ait buudlardan çıkıp, apayrı buudlar içine girmiş olur. Bu buudlar içinde mazi, hâl ve müstakbel birbirine karışır. Ruh, orada bütün geçmiş ve gelecek zamanları görebilir. İki senenin Kadir Gecesini bir anda müşâhede edip, iki Kurban Bayramını birden yaşayabilir. Bir yandan yirminci asırdayken, aynı anda Devr-i Risaletpenâhî'de yaşayıp, kendini sahabi görebilir. Nasıl olur demeyin! Meselâ, mahrûtî (konik) bir dağın eteklerinde veya bir köy evinde bulunan insan, o anda ancak kendi dar çevresini müşâhede eder. Fakat, bir teleferik veya uçakla yükseldiğinde, dağın hem zirvesini, hem de dört bir yanını görebildiği gibi, bir ev değil, pek çok evler, hatta köyler görebilir. Rüyalarda da böyledir. Trans hâlinde ruhun dublesi kendinden ayrılınca, misal âlemiyle buudlaşıp, aynı şeyleri hissedebilir.
İşte, böyle misal âleminden rüyalar vasıtasıyla ruha intikal eden şeyleri insan, bir sinema perdesinde seyreder gibi seyreder; olmuşu, olanı ve olacağı aynı anda görebilir. Şu kadar ki, bu görüntüler bazen vâzıhtır, sarihtir; dolayısıyla kolay anlaşılır. Bazen, semboller şeklinde olur ve tevil, tabir ister. Meselâ, misal âleminde gördüğünüz bir damla su, hakikatte elmadır. Misal âleminde gördüğünüz pislik, bu âlemde mal demektir.. ve elinize para geçecek demektir. Eğer bu pislik (gaita) başkasına aitse, haram mal, size aitse, helâl maldır. Misal âleminde sizi bir atın üzerine bindirirlerse, bu, muradınıza ereceksiniz demek olur. Bu sebeple, hakkında takdir olabileceğinden, rüyalarınızı hemen kendiniz tevile kalkışmamalısınız. Hâlet-i ruhiyenizi bilen, bakışınızdan mânâ çıkaran ve yüz hatlarınızdan kaderinizi okuyan hikmet ehli kimselere tabir ettirmelisiniz!
3. Sadık rüyalarla ilgili bazı misaller
Prof. Seyyid Kutup, tefsirinde anlatır: "Amerika'da iken, rüyamda Kahire'de bulunan kız kardeşimin kızının gözünde görmesine mâni olacak derecede kan gördüm. Yazdığım mektuba gelen cevapta, hakikaten gözünde iç kanama olduğu ve tedavi edildiği yazıyordu."[1]
Evliyâ Çelebi, Seyahatnamesinde anlatır: "Dördüncü Murad'ın kızı Kaya Sultan, rüyasında dedesi Sultan Ahmed'i Cennet'te görür. Sultan Ahmed, Kaya Sultan'a, "Kızım, Yeni Camii yapılırken eteğimle taş taşımıştım; Rabbim de beni Cennet'e koydu. Sen de gel." der. Bu sırada, orada bulunan amcası Mustafa ise, "Kaya için bu kadar acele etme; bir kızı olsun, ondan sonra gelsin." der. Dedesi, bu niyetle "el-Fâtiha" deyip, ellerini yüzüne sürer. Kaya Sultan, hakikaten doğum esnasında şehit olur."[2]
Rusya'da Tanrı'ya Dönüş isimli kitapta da, bu kabîl hâdiseler ve rüyalar anlatılır.[3]Anne Ostrovsky adlı bir yazarın annesi, Almanların Rusya'ya girmesinden beş sene evvel rüyasında savaşın çıktığını çoğu sahneleriyle görmüş ve bunlar o günkü gazetelerde neşredilmişti.[4]
Çanakkale'de İ'tilâf kuvvetlerine kumanda eden Sir Hamilton, 1911 yılında rüyasında denizin derinliklerine doğru çekildiğini ve iki elin boğazını sıktığını görür. Uyandığında da, "hayalet gibi" dediği bir yaratığın çadırından yavaş yavaş çıkıp gittiğini fark eder. Hakikaten, Çanakkale onun için pek tekin olmamış ve kaçınılmaz bir tehlike olarak üzerine çökmüştü.
Bir arkadaşımızın hanımı gece yarısından sonra vefat eder; henüz kimsenin haberi yoktur. Sabah olunca, Kur'ân talimi için çocuklar camide toplanırlar. Ders esnasında 12-13 yaşlarında bir çocuk, "Ben gece şu arkadaşımın annesinin öldüğünü gördüm, doğru mu?" der.
Bir kadın, bir başka arkadaşı gibi anne olmayı beklemektedir. Bunlardan biri, diğerine "Önce sen anne olacaksın" der. "Nereden bildin?" diye sorulunca da, "Rüyamda bir aradaydık. Yere bir hırka düştü, sen gidip aldın." cevabını verir.
Aynı kadın, rüyasında dedesinin bir duvara dayalı merdivenden düşüp ayağını kırdığını görür. Aradan bir ay kadar bir zaman geçtikten sonra gelen mektupta, "Hacı dede, cami duvarını tamir ederken merdiven kaydı ve düştü; ayağı kırıldı, hastahanede yatıyor." denmektedir.
Yine aynı kadın, dayısının bir masa başında tabanca ile vurulup öldürüldüğünü görür. Aradan dört sene geçer ve dayısının masada otururken kurşunlandığı haberi gelir.
Bu asrın başlarında Niels Bohr, rüyasında Güneş ve Güneş'e ipliklerle bağlı dönen gezegenler görür. Uyanınca, bunlarla atomların yapısı arasında benzerlik olacağını düşünür.
Kimyacı Kekule, rüyasında atomları ve yılan gibi bir şeklin belirip, kuyruğunu ağzına aldığını görür. Uyanınca, benzen'in kimyada halka şeklindeki (altıgen) formülünü bulur.
Elias Howe, bütün denemelerine rağmen dikiş makinesinin iğnesini keşfedemiyordu. Bir gece rüyasında, esir düştüğü vahşi kabilelerin elinde terler dökerken, birden muhafızların ellerindeki mızrakların uçlarında göz şeklinde delik gördü. Uyandı ve bir ucu delik, minik bir 'mızrak' yaptı.
Bunlar ve bunlar gibi yüzlerce misal var ki, her biri, ruhun sırlı âleminden gelen ışıktan birer mesaj gibidir.
[1] Seyyid Kutup, Fî Zılâli'l-Kur'ân, 4/1972.
[2] Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, 8/112.
[3] Bkz.: Ostrander, Shelia; Schroneder, Lynn: Rusya'da Tanrıya Dönüş, Altın Yayın, İstanbul, tsz.
[4] Ostrander, Shelia; Schroneder, Lynn: Rusya'da Tanrıya Dönüş, s. 172-173
.
Beynin ve Cesedin Kumandanı Ruhtur
İnsanda teker teker her biri bir devlet gibi çalışan yüz trilyon hücrenin bütününe hükmeden, sözünü dinleten ve hepsini bir elden sevk ve idare makamında bulunan bir kumandan vardır ki, o da ruhtur.
1. Bedene hâkim olan veya bedende mahkûm olan ruhtur
Ruhun içine girdiği cisimde canlılık emareleri belirir; ruh gidince de, adem-i merkeziyet olur ve mekanizmada bozulma ve kokuşma başlar; hücreler dağılır ve çürür, her şey darmadağın olur gider. Demek ki, ruh bir cevherdir; beyin, uzuv, duygular ve bütün bedenin faaliyetleri de, o cevherin fonksiyonlarından ibarettir. Ruh, insan vücudundaki bütün fakültelere, beynin bütün merkezlerine, ayrı ayrı bütün bölümlerine ve tüm organlara hâkim olup, onlara hayatiyet kazandırır.. akıl, kalb, zihin ve duyguları faaliyete geçirir; çünkü o, tıpkı fişleri kendisine sokulduğunda bütün sistemleri, bütün fakülteleri çalıştırıp onlara fonksiyonlarını eda ettiren, bünyesinde binlerce delik ve kontak prizi bulunan bir santral gibidir. Fişlerden birinde bir arıza ve fizyolojik bir kusur olduğunda, o fiş ve bağlı olduğu organ devreden çıkar, çalışmaz hâle gelir. Sözgelimi, sinir sistemi fişlerinin ruh santraliyle irtibatının kopması neticesinde, felç ve kötürüm kalma gibi rahatsızlıklar meydana gelir. Ruh santraline uzanan kablolarda ve fişlerde, cinlerin ve sair faktörlerin sebep olduğu cinnet hâli gibi, kısa devrelerin meydana geldiği de olur. Rabbinden gelen belâ ve musibetler, hastalık ve fizyolojik bozukluklar karşısında, bedene hâkim durumda bulunan ruh, bu defa bir mahkûm ve mefluç vaziyetine düşer. Zaten aslında o, kendini var edip ayakta durduran Kudreti Sonsuz'a dayanmadığı zaman, eli-kolu bağlı bir esirdir.
2. Beynin fonksiyonları, sinir hücrelerindeki reaksiyonlarla olur
Beynin fonksiyonları, sinir hücrelerindeki biyokimyevî reaksiyonlardır. Bu fonksiyonlar hakkında bildiğimiz, onların elektrokimyevî karakterde oluşudur. Verdiğimiz bir karar, elektrik akımlarıyla çeşitli kaslara iletilir; yani, beyinde dopa, dopamin ACTH uyarıcısı vb. maddeler reaksiyona girer; bunun neticesinde parçalanma veya birleşmeler olur. Kimi moleküller 'yükseltgenirken', kimileri de 'indirgenir'. Elektronlar alınır verilir; neticede uzuvlara elektrik akımı intikal eder ve davranışlar husule gelir.
Canlı vücutlarda her altı ayda bir bütün hücreler tamamen değişir. Kanda saniyede on bin alyuvar ölüp, onların yerlerine yenileri yaratılır. Bir hücrede saniyede on iki terkip meydana gelir ve bu, saatte yaklaşık kırk beş bin terkip eder. Yani biz, bu yönümüzle hep aynı olarak kalmamaktayız. Eskiyen gömleğimizi, ceketimizi değiştirdiğimiz gibi, sürekli etimizi-bedenimizi de değiştirmekteyiz.
Beyinde reaksiyon öncesi bazı maddeler vardır. Bu maddelerin reaksiyona girmesiyle uzuvlara intikal eden elektrik akımı sayesinde kararlar kaslara iletilir; sürekli değişen maddî eller de, bu kararları icra eder. Meseleyi dışa akseden bu yönüyle değerlendirir ve icraatı yürütenin gerçekte cesedimize ait uzuvlar olduğunu kabul edersek, o zaman bugünkü hukuk düzenini allak bullak etmiş oluruz. Çünkü, böyle bir durumda, bugün tatbik edilen hukuk sisteminin yürürlükten kaldırılıp, yerine tamamen farklı bir sistemin getirilmesi zaruridir. İsterseniz, herhangi bir mahkeme salonuna hayalen hep beraber gidelim. Orada geçtiğini farz ettiğimiz şu konuşmayı ve neticede verilen kararı dinleyelim:
Hâkim, suçluya sorar:
-Bu cinayeti ne zaman işledin? Suçlu cevap verir:
-Bir sene önce, efendim.
Karar bellidir: Suçlu affedilecektir ve hâkim, kararı okur:
-İşlenen cinayetin üzerinden bir sene geçmiş ve şimdi o tetiği çeken parmaktaki bütün hücreler, hatta maznuna ait bütün hücreler de esasen değişmiş bulunduğundan, cinayeti işleyen asıl kâtilin cezalandırılması mümkün görülmediği için, maznunun beraatine oy birliği ile karar verilmiştir."
Tabiî ki yeryüzünde böyle bir ceza hukuku olmadığından, verilen kararın hangi maddelere istinaden verildiğini de söyleyemiyoruz.
Veya yine hayalî bir mahkemede yine bir cinayet suçlusunun şöyle bir müdafaa ile mahkeme heyetinin karşısına çıktığını görüyoruz:
"Saygıdeğer mahkeme heyeti,
Evet, ortada bir cinayet vardır. Fakat bu cinayetin faili ne benim, ne de bir başkasıdır. Çünkü bir defa, bana suçu işleten, beynimdeki birtakım elektriklenme ve reaksiyonları meydana getiren molekül ve maddeciklerdir. Sonra, bu cinayet işleneli tam sekiz ay oluyor. Hücrelerimin tamamen değiştiği, sayın mahkeme heyeti üyelerinin malumudur. Dolayısıyla, sekiz ay evvelki benden şimdi eser bile kalmamıştır. Bu itibarla, başka hücrelerin işlediği bir cinayetten şu masum hücrelerim herhâlde sorumlu tutulamaz."Kimse bir başkasının suçundan mesul değildir."[1] hakikati gereğince, suçsuzluğum sabit olduğundan beraatimi ve adaletin bu yönde tecellî edeceği hakkındaki kanaat ve ümidimi saygı ve hürmetlerimle belirtmeme müsaadelerinizi arz ve talep ederim."
Şimdi, cezaya lâyık ve müstahak olanın ruh olduğu kabul edilmeyecekse, benzeri bir yargılama ve müdafaa uygun değil midir? Kâtil hücreler çoktan sırra kadem basmış, yeni gelen masumlarınsa hiçbir şeyden haberi yok.. öyleyse suçları da yok. Haydi bir hata oldu ve onlar cezalandırıldı diyelim.. bu defa, cezayı altı aydan fazla çekmemeleri gerekir; zira, altı ay içinde ölecekler ve yerlerine yeni masumlar gelecek.
Evet, insanı sadece madde olarak düşünürseniz, o zaman işin iç yüzü ve hakikî yönü bu olur; ama, insan maddeden ibaret değildir ve hâdiselerde asıl fail, bütün beden ve duygularla alâkalı sistem ve bedenî merkezleri sevk ü idare eden, onları kumandası altında tutan ruhtur. Beden, sadece ruhun bir aletidir; dolayısıyla, ceza da ruha verilmektedir.
İnsanı, her şeyiyle maddeden ibaret görüp; onun duygu, düşünce gibi bütün mânevî yönlerini beynin fonksiyonlarından ibaret saydığımızda, emekliliğe de hakkımız olmaz.
Her şeyden önce, bir sene çalışmakla veya altı ay emek sarf etmekle emekli olmak mümkün değildir. 25 yıl çalışan bir kimse, 25 hatta 50 vücut değiştirmişse, herhâlde 50 çarpı emeklilik maaşına da kimse yanaşmaz. Sonra, haydi emekli oldunuz diyelim; o zaman da emekliliğinizin üzerinden bir yıl geçtikten sonra daha fazla emekli maaşı almamanız gerekir; çünkü, çalışarak emeklilik hakkını elde etmiş olan siz, bir sene sonraki siz değilsiniz.
Gelin, en iyisi mi, bu çıkmazları bir yana bırakalım ve verilen emekli maaşı, değişip duran bedenin üstünde değişmeyen ruha, ceset elbisesinin yıpranma payı olarak veriliyor deyip kurtulalım!
3. İnsan sadece maddeden ibaret olsaydı, o zaman kendisine her yıl başka bir anne-baba gerekirdi
İnsan, sadece değişip duran hücrelerden ve maddeden ibaret kabul edildiği takdirde, her sene başka bir anne değiştirmek zorunda kalmayacak mıyız? Annemiz, bizi dünyaya getirdikten altı ay sonra annemiz olma vasfını kaybetmeyecek midir? Ama bizim için annemiz, her zaman aynı annemizdir; çünkü o, hücreleri altı ayda bir değişse de, değişmeyen yanıyla, evet, o muallâ ruhuyla hep, "Cennet, ayaklarının altında"[2]olan annemizdir. Anne-babalık, evlâtlık ve kardeşlik, değişen madde ve hücrelere değil, değişmeyen ruhlara istinat eder.
4. İnsan sadece maddî bir varlık olsaydı, o zaman ahlâkı, karakteri ve kabiliyetleri, değişen hücrelerle birlikte değişirdi
Hücrelerimiz değişirken, ahlâkımız, karakterimiz, kabiliyetlerimiz, huylarımız, prensip ve alışkanlıklarımız, fikir ve düşüncelerimiz, his ve duygularımız, bilgimiz ve kazandığımız vasıflarımız, makam, meslek ve şöhretimiz değişen yanlarımızla değişip başkalaşmıyor.. şayet bütün bunlar, maddeye bağlı olsaydı, değişen maddî yanımız ve hücrelerimizle birlikte onların da başkalaşma mânâsına, değişmeleri gerekmez miydi?
Yıllar sonra gördüğünüz bir arkadaşınıza "Hiç değişmemişsin" diyorsunuz.. hâlbuki, o altı ayda bir değişti. O hâlde, değişmeyen neresi? Belki ahlâken değişmemiştir. Değişse bile bu, tedricen yukarıya veya aşağıya doğru olmuştur. Umumiyet itibarıyla, kazanılan iyi veya kötü ahlâk, hele meleke hâline gelmişse zor terk edilir. Alışkanlıklar da böyledir. Oysa, insan maddeye bağlı olunca, bu takdirde yılda bir ahlâk değişimine uğramalı değil midir?
Yıllar süren el alışkanlığı ve geliştirilen bir kabiliyet, hücrelerle birlikte her sene neden değişmiyor? Bir kabiliyeti inkişaf ettirmek için neden yılların meşakkati gerekiyor? Ve neden kazanılan bir sanatkârlık, bir ustalık, bir hattatlık, bir marangozluk vb. unutulmuyor?
Şahsî fikir ve düşüncelerde, tabiatıyla hücrelerin değişimine bağlı olmaksızın, zamanla değişme ve gelişmeler olabilir; fakat, vahiy ve sünnetten kaynaklananlar, kıyamete kadar değişmez. Bunun gibi, her insanın, kendine göre sabit ve değişmez kabul ettiği prensipleri de kolay kolay değişmez; hücreler değişirken onlar aynen kalır. Peki, prensipleri belirleyen ve düşünceleri akort eden hangi kuvvettir?
İlim edinmede elde edilen bilgilerden bazıları zamanla unutulsa bile, her yıl periyodik bir değişme ve yenilenme olmaz. Bir unvan kazanmış, doktor ya da profesör olmuş birine, "Hücrelerin değişti, öyleyse ilmin ve unvanın da kalmadı, cübbeni çıkar ve makamını terk et." diyebilir misiniz?
Yoksa, insanın kazandığı bilgileri, edindiği ahlâk ve alışkanlıkları, yeni hücrelere eskileri mi öğretmektedir? Eski hücreler ölüp giderken, "vasiyetlerim" diyerek, kimyanın girift denklemleriyle formüllerini, uzayın esrarlı trafiğini, tıbbın akıl almaz âlemlerini ve fıkhın binler fetvalarını.. yeni yaratılan hücrelerin beyinlerine zerk mi etmektedirler?
5. İnsanlardaki benzer hücreler ve beyin fonksiyonlarına rağmen akıl, irade, şuur, düşünce ve fikir farklılıkları, onun durmadan değişen hücrelerine verilemez
Bütün insanlarda, belki aynı hücrelere ve aynı beyin fonksiyonlarına rağmen, her bir insanın akıl, irade ve şuurunun değişik tarzda olması, insanlar arasında derin fikir ve düşünce ayrılıklarının bulunması, ilim, irfan ve kabiliyetlerin büyük farklılıklar göstermesi, beyindeki moleküllere ve durmadan değişen hücrelere verilebilir mi? Aynı şartlarda çalışan ve aynı hammaddeyi dokuyan tezgâhlardan aynı mallar çıkar. Kumaş fabrikası, çimento imal etmez; kimya laboratuvarında ekmek pişirilmez. Öyleyse, beyin imalathanesinde de farklı ve değişik neticelerin hâsıl olmaması gerekir. Ama, işte insanlar ve işte aralarındaki bunca farklılıklar! Demek ki, her insanı kendi nev'ine münhasır kılan, sadece ruhun hususiyetidir. Beyin ve onun işleyişi aynıdır ama, kumandanlar farklıdır. Ve bütün insanlarda umumî kanun olarak hücreler değişip yenilenmesine rağmen, insandan insana değişen fikir ve kabiliyetler, her bir insanda hücrelere bağlı olarak değil, ancak ruhtan kaynaklanan faktörlerden dolayı değişiklik göstermektedir.
6. İnsanın, his ve idraki ile engin hakikatlere doğru pervaz ve enfüsî ve âfâkî tefekkürle tekâmül etmesi, esmâ-i ilâhiyeyi idrak gayreti ve irfan ve iz'an hüzmeleriyle iman peteğini örmeye çalışması da, yapısındaki moleküller ve madde ile izah edilemez
İnsanın, eşya ve hâdiselerin o sonsuz derecedeki muhteşem güzelliklerini anında hissetmesi, onları mânâ imbiklerine atıp yeni terkipler içinde değerlendirmesi, bazen bir kelime veya bir cümle ile, kitaplara sığmaz hakikatlerin engin ufuklarına doğru kanatlanıp pervaz etmesi, âfâkî tefekkürle yeni yeni terkiplere ulaşması, enfüsî mânâda alabildiğine derinleşip yeni yeni ufuklar keşfetmesi, sadece yazıp okuyanın değil, aynı zamanda yaşayan ve duyanın hallenebileceği bir eda ve hava içinde esmâ, sıfât, Zât demesi, bir âlemden yola çıkıp binlerce âlemde seyr ü seyahatte bulunması ve seyahatiyle elde ettiği irfan ve iz'an hüzmeleriyle iman peteğini örmesi.. evet, bütün bunlar, hangi moleküllerle izah edilebilir?
Duyup işittiğimiz bin bir çeşit sesleri, tattığımız bunca lezzetleri, seyrettiğimiz güzellikleri, tatlı, acı, güzel, çirkin, bed, hoş diye saydığımız vasıfları, sevme, beğenme, hoşlanma, tiksinme, korkma, ürkme, şevke gelme, pişman olma, coşma ve heyecanlanma gibi duygu ve mânevî faaliyetlerimizi nasıl o ölü moleküllere verebiliriz?
Bazen insan öyle bir ruh hâletine sahip olur ki, genişliğine rağmen koca dünya kendisine dar, sıkıcı gelir ve herkes, hatta bütün kâinat onun gözünde mâteme bürünmüş görünür.. bazen de o, öyle bir hâlet-i ruhiye elde eder ki, evin dört duvarı arasında kendini Cennet'te sanır ve çocuklarını, ailesini, komşularını, hatta her şeyi unutabilir. Öyle zaman olur ki o, dünyaya bir top gibi tekmeyi vurur, yıldızları, galaksileri merdiven yapıp semalara urûc eder.. ve öyle zaman da olur ki, masa başında bir kadeh veya sokakta bir bakışın tesiriyle aşağıların aşağısına iner, iner de, inişine çukurlar, derinlikler yetmez olur. İnsan üzülür, ağlar, sıkılır, dert ve ızdıraplar içinde kıvranır, ya da sevinir, güler, huzur duyar ve dünyalara sığmaz. Yalnız kalır, kabz kabuğunda boğulur.. bir mescit veya gül bahçesi gibi arkadaşlar meclisine girer, bu defa da, üzerindeki bulutların sıyrılmasıyla, yeni açmış bir gül olur. Ne ile izah edeceğiz bütün bu hâletleri; yine moleküllerle mi?
7. Yorulan ruh mudur, yoksa ceset midir?
Kendi âlemine has faaliyetleri, seferleri, ulvî âlemlerde kanat çırpmaları, kalb ile beraber bütün latîfelerini çalıştırıp Allah (celle celâluhu) karşısında hâlden hâle geçmesiyle ruh, yorgun düşer; ardından tekrar âlem-i şehadete dönerek, meşrû dairede latîf münasebetlerle sıklet ve tazyikini hafifletebilir. Bu, meselenin bir yönü; aynı meselenin bir de diğer yönü daha vardır ki, o da şudur:
Diyelim ki, gün boyu 8-10 saat çalışıp, yoruldunuz. Son anda birisi telaşlı telaşlı gelip, ya çok sevindirici ya da -Allah (celle celâluhu) uzak eylesin- çok üzücü bir hâdiseyi haber verdi. Bu durumda ne yaparsınız? "Dur, önce biraz dinleneyim, çünkü yorgunum." mu der; yoksa, o müthiş ve bir anda ön plâna geçen vak'anın tesiriyle bedenî yorgunluğunuzu bir kenara bırakıp, hâdise mahalline mi koşarsınız? Tabiî ki, ikincisini yaparsınız. Şimdi, burada bedenî yorgunluğa rağmen dinç olan nedir ve kimdir? Evet, bazen ciddî bir hâdise karşısında insanın iki-üç gece uyumadığı olur. Meselâ, size Sultan Fatih'in veya Hz. Hamza'nın (radıyallâhu anh) geldiğini haber verseler, yorgunluk veya uykusuzluk ayağınıza kement olabilir mi? Şimdi, yürüyemeyecek derecede yorgun ve ağırlaşmış bulunan bu vücudu birden ayağa kaldırıp şevkle yürüten ve yorgun beyni harekete geçiren nedir?
O dehşetli muharebelerde Mehmetçiğin aylarca gözünü kırpmadığı olurdu. İki-üç kişinin kaldıramadığı gülleleri omzuna alır ve düşmana fırlatırdı. Ceset yorgun-argındı ama ruh, bütün zindeliğiyle ayaktaydı.
8. Hücrelerimiz durmadan değişirken simamızın değişmeden kalması, herkesin kendisine has bir ruhu olduğunu gösterir
Duvarların tuğlalarının değişmesi misali hücrelerimiz durmadan değişip yenilendiği hâlde, simamız neden değişmiyor ve kaşımız, gözümüz, burnumuz, ağzımız, ten yapımız hangi plân ve programa göre sabit ve değişmez kalıyor? Sonra, bir darbe veya yara neticesi derisi düştüğünde bile parmak iziniz, nasıl oluyor da kendine has modeli koruyabiliyor? Artık ilim adamları, kişileri tanımada parmak izlerinin yanı sıra, "Her insanın göz yapısı da kendine hastır." diyerek, gözleri de kullanmaya başlamış bulunmaktadırlar. Bütün bunlar, her insanın kendine has bir ruhu olduğunu ve Allah'ın (celle celâluhu) kudretiyle bu ruhun, o insanın simasını ve parmak ve göz yapısını aynen muhafaza ettiğini göstermez mi?
9. Sima, ruhun değişmeyen aynasıdır
Sima, değişmeyen ruhun aynası olduğu içindir ki, kendisi de değişmez. Evet sima, insanın ledünniyatına, ruh âlemine açılan bir menfez, bir penceredir. Yüz hatlarınız ve yüz çizgileriniz, az firaseti olan bir insana, sizin ne kıymette bir ruha sahip ve hangi değerde bir insan olduğunuzu gösterir. İnsanın fizyolojik yapısı, siması, onun ruh ayarının ve ruh kıyafetinin bir kılıfı gibidir.
Siz, bir tarrakayı ifade etmek için 'tarraka' gibi, 'gürül gürül' gibi kelimeler kullanırsınız; -"Lâfız, mânânın kalıbıdır." gerçeğine dikkatlerinizi çekmek istiyorum- aynı şekilde, vücudunuza, simanıza yerleştirilen çizgiler ve hatlar da, cesedinizin içinde yer alan ruhunuzun ve karakterinizin kalıbıdır. Firaset erbabı yüzünüze bakıp, kıymet-i kametinizi anlar. Evet sima, âyât-ı tekvîniyeye ait yazılarla yazılmış bir kitap gibidir.
Vâkıa psikologlar, kişinin yazmasının, hatta öksürüp, sümkürmesinin bile onun karakterini ele verdiğini söylerler. Bu mevzuda o kadar sağlam kanunlar vaz'edilmiştir ki, bir adamın yüzüne baktığımızda, tam olmasa bile büyük mikyasta onun kaç dirhem geldiğini anlar gibi oluruz.
Estetik ameliyat yaptıranlar, hem fıtrata müdahale cürmünü işlemiş, hem de ruhları ile olan mutabakatlarını bozmuş ve ayrıca karşılarındaki kimseleri de aldatmış olurlar. Bu bakımdan bu mesele, üzerinde durulmaya değer bir meseledir.
10. Âlem-i emirden gelen ruhun madde âlemiyle temas kurması, şehadet âlemine uzanan el, kol, dil ve göz gibi maddî vasıtalarla mümkündür
Her makam, belli bir tezahür ister. Âlem-i emirden gelen ruhun madde âlemiyle temas kurabilmesi için maddî vasıtalara ihtiyaç vardır; çünkü, eşya ve hâdiselerle temas kurmada sadece ruh kâfi değildir. Bedenin tek başına misal âlemiyle temas kurması mümkün olmadığı gibi, içinde yaşadığımız sebepler âleminde de ruh el, kol, kulak, dil, göz, ayak gibi maddî sebeplere muhtaçtır.. ve şehadet âlemine uzanan bu uzuvlar vasıtasıyla eşya ve hâdiselerle münasebete geçer.
Ruh, merkezî bir santral görevi yaptığından, bu uzuvlardan herhangi birinde meydana gelen bir arıza sonucu, o uzva ait fiş, ruhun ilgili prizine sokulamadığı takdirde, arada temas mümkün olmayacağından ruh, dışa uzanan o uzvunu çalıştıramaz. Meselâ, kendisiyle beynin sağ tarafına kumanda ettiği fiş çıkmışsa, o noktada ruhun teması kopmuş olacağı için felç hâdisesi meydana gelir ve artık ruh, o bölgeye hükmedemez. Hâliyle, beynin yapacağı hiçbir şey yoktur.
Beynin üzerinde yapılan çalışmalar neticesinde birtakım bölgelerin uyarılmasıyla parmak ve ellerde bazı kaba hareketler hâsıl edilmişse de bunlar, bir düğmeyi bile ilikleyemeyecek kadar kaba ve şuursuz hareketler olmaktan öteye geçmemektedir. Bu, aynen piyanonun düğmelerine dokunup, notasız, mânâsız ve karışık sesler çıkarmak gibidir. Bu sebeple beyin, piyano misali kendisini mânâlı ve bir gayeye yönelik olarak harekete geçirecek iradeli ve şuurlu bir varlığa, yani ruha muhtaçtır.
Esasen, gözleri gördüren de beyin değil, ruhtur; beyin sadece bir vasıtadır. Gözler kapalıyken rüyada nasıl gördüğümüzü anlattık. Rüya dışında kapalı gözlerle nasıl görülebildiğine de birkaç misal verelim:
Misalimiz yine metafizikle alâkalı her şeyi inkâr eden kaba bir dünyadan olsun.'Rusya'da Tanrı'ya Dönüş' adlı kitapta anlatıldığına göre, 1962 yılında, Nizhni Tagil şehrinde doktorlar Rosa isminde bir kızın gözlerini bağlayarak deneyler yapmışlar ve kızın, parmak uçlarıyla görüp, renkleri ayırdığını ve yazıları okuduğunu müşâhede etmişlerdir.[3]
İtalya'da Pesavo Hastahanesi müdürü Prof. Lambrozo, kendi yazdığı kitapta naklediyor: "14 yaşında bir kız hastam vardı; sinir nöbetleri geldiği zaman ne gözü görüyor, ne de burnu koku alıyordu. Bunların yerine, burnunun ucu ve sol kulak memesiyle görüyor, mektupları okuyor, ayak topuklarıyla da kokuları rahatça alabiliyordu."
Bir arkadaşımız, "29.01.1989 günü Alman televizyonu ARD'nin birinci kanalında neşredilen bir medyumun gösterisine şahit oldum." diyor ve şunları anlatıyor: "Son derece büyük bir salon ve müzeyyen masalarda sosyeteden insanlar. Sahnede, gözü siyah bir bant ile bağlanmış bir kadın ve yardımcısı bir erkek; ikisinin elinde de mikrofon var. Medyum bir sandalyeye oturmuş; yardımcısı ise salonda masalar arasında dolaşıp herkesin yanına varıyor ve üzerlerinde bulunan eşyayı, masadaki yiyecekleri ve daha başka şeyleri mikrofonla onlara soruyor; medyum da, uzakta bulunmasına ve gözleri bağlı olmasına rağmen, sorulanların cevaplarını en ince teferruatına kadar tarif ediyordu. Meselâ adam, salonun öbür ucunda bir masanın başına geçip, "Bu masada ne var?" diyor ve kadın, başlıyor saymaya: "Kırmızı, burmalı kristal bir tabak içinde bir mum... Yanında şöyle şöyle bir tabak ve içinde şu yiyecek; sonra şu, sonra şu.." Yardımcısı, bir izleyicinin elindeki anahtarı alıp "Bu ne?" diye soruyor; medyum, belirttiğimiz gibi gözleri bağlı ve arada en az 100-150 metre var; "Bir Wolkswagen anahtarı" diyor. Hayret, bu kadar mesafeden hem de küçük bir anahtarı, ne anahtarı olduğunu bilecek kadar görebiliyor. Adam, eline küçük bir el çantası alıyor, arkası da kadına dönük ve uzakta. Soruyor, "Bu ne?" "Üzerinde dört pırlanta bulunan, siyah renkli ve içinde şu şu malzemeler olan bir çanta." diye cevap alıyor; çantayı açtıklarında, gerçekten aynı şeyler görülüyor."
Evet, göz kapalıyken gören ne? Ruh, beyin sistemiyle birlikte diğer bütün organların baş idarecisidir. Ancak idareciliğini yürütebilmesi için, bu âlemde geçerli olan sebeplere ve uzuvlara ihtiyacı var; ancak bu ihtiyaç da sebepler dairesi içinde ve belli ölçüdedir. Diyelim ki göz, ona bu şehadet âlemini seyrettiren bir pencere vazifesi görüyor; o kapansa bile insan, yine aynı vazifeyi görebilecek başka pencereler bulabilir. Bu, medyum ve yogilerdeki gibi, ya çalışmak ve cesede rağmen ruhun inkişafıyla kesbî olur; ya da Allah'ın (celle celâluhu) dilediği, istediği ruha bu kabiliyeti lütfetmesiyle...
[1] Bkz.: En'âm sûresi, 6/164; İsrâ sûresi, 17/15; Fâtır sûresi, 35/18; Zümer sûresi, 39/7; Necm sûresi, 53/38.
[2] el-Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/335; ayrıca bkz.: Nesâî, cihad 6; İbn Mâce, cihad 12.
[3] Ostrander, Shelia; Schroneder, Lynn: Rusya'da Tanrıya Dönüş, s. 211-217.
.
Vicdan ve Fıtrat Asla Yalan Söylemez, Fıtratı Bozulmamış Bir Kimsenin Vicdanı Rabbini Bulur ve Bilir
Evet, fıtrat kanunları yalan söylemez. Eşyanın tab'ında bulunan vasıf ve hususiyetler, insanı aldatmaz. Meselâ, dünya "Dönüyorum." diyorsa, dönüyordur. Tohum, "Beni toprağa atın; şartlar yerine gelince filiz çıkarıp, ağaç olacak ve meyve vereceğim." diyorsa, dediğini yapar. Su, "Soğuk bana vurursa donar, buz olurum." derse, dediği gibi olur. Ateş, "Yakarım"; yerçekimi, "Boşlukta kalma, çeker ve yere çarparım."; bülbül, "Şakırım"; yılan "Sokarım ha!" diyorsa, dediklerini yaparlar. Evet, hiçbir fıtrat, hilâf-ı vâki beyanda bulunmaz.
Teklif altına giren bir ruh ve vicdanları olmadığı hâlde cansız maddeler, nebat ve hayvanat fıtratlarıyla yalan söylemezken, vicdan, dolayısıyla da idrak ve şuur sahibi insan fıtratı yalan söyleyebilir mi? Şuur, bir tanzim edici olarak devredeyse, o zaman vicdan da, fıtratına uygun şekilde fonksiyonunu eda eder. Zihne, şuura, duygulara, latîfelere yön ve mânâ kazandıran meknî bir hazine, bir potansiyel olan vicdanın mühim bir unsuru kalb ve kendinden güç aldığı kumandanı da ruhtur. Evet bir kimse, eğer fıtratı bozulmamışsa ve şuur da vazifesini eda ediyorsa, bu takdirde o insan, kitapları ve kâinat sayfalarına yazılmış delilleri okumasa bile -pek çok düşünürün söylediği gibi- yine yalan bilmeyen sızlanışlarıyla vicdan, Rabbini bulacak ve bilecektir. Şu kadar ki, ruhu hesaba katmadan vicdanı meçhul bir mekanizma içinde kabul etmek, vicdansızlık ve ruhsuzluk olur.
.
İnsanın Hayvanlardan Ayrıldığı Noktalardan Biri de, Ruhun Zamanı Kavramasıdır
İnsanın, hayvanlar âleminden ayrıldığı çok noktalardan bir tanesi de, geçmiş ve gelecekle olan bağlantı ve alâkasıdır. Hayvan, sadece bulunduğu ânın lezzetiyle yaşar ve keyiflenir. O, geçmişe ait hâdiselerden etkilenmediği gibi, gelecek için de üzülme, endişe duyma, sevinme, emeller besleme ve plân yapma hususiyetlerine sahip değildir. Bir insanı tokatlamak için bile, kendisini kandırmadan bir kenara çekemezsiniz. Hayvanlar ise, burunlarının dibindeki ölümün bile farkına varamazlar. Eğer, kesileceğinin şuuruna varsaydı, hiç mezbahanede hayvan bulabilir miydiniz? Hayvan, mükellef olmadığı içindir ki, ahirette toprak olup gidecektir. Demek ki insan, maddî hücreler yönünden hayvana benzese bile, bu iki varlık arasında vicdan, akıl, şuur ve idrak gibi önemli farklılıklar vardır. Bunlar gibi, sonsuzluk düşüncesi, ebed arzusu, yok olma endişesi ve zamanın kavranması, geçmişten etkilenip, geleceğe ait sevinç ve kuşkuların yaşanması da, insana ait hayvanlarda bulunmayan hususiyetlerdendir
.
Ebed Duygusu ve Ebed Arzusu, Ebede Namzet Ruha Aittir
Ebed duygusu ve ebed arzusu, ancak ebede namzet ruha ait olabilir. Sonlu ve fâni madde, hiçbir zaman sonsuzluk düşüncesinin menbaı ve kaynağı olamaz. İnce elektrik telleri, yüksek gerilimli akımı taşıyabilir mi? Maddî âlemde, insanın iç aynasına ve düşüncesine ebedî yaşama arzusunu aksettirecek ve onda böyle bir duyguyu mayalayacak bir örnek yoktur ki, "Ondan alındı" denebilsin. Öyleyse, sonlu beden hücrelerinin ve kâinat atomlarının ötesinde, başka âlemleri isteyen, "Fâniyim, fâni olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem; isterim, bir Yâr-ı Bâkî isterim, ebedî bir âlem isterim."[1] diyen, sonsuza dilbeste ve ebed âşığı ruhtur.
[1] Bediüzzaman, Sözler, s.290, 633.
.
Öldükten Sonra Bedenî Fonksiyonlarımızın Devam Etmemesi, Ruhun Bedenimizi Terk Etmiş Olmasındandır
Ölünün gözleri açık da olabilir; böyleyken, neden görmez? Yaptıklarınızın neden farkına varmaz ve size neden cevap vermez? Beden kışlasının hücre askerleri neden dağılıp gitti ve neden işlemez hale geldi? Cevap gayet basit: Kumandan bırakıp gittiği, ruh güneşi battığı ve o kuş, ten kafesinden kurtulup sonsuz âlemlere uçtuğu, et-kemik evinin o geçici misafiri, eşyalarını toplayarak kordonunu kesip öteler yolculuğuna devam ettiği için!.. Ruh, yine ruh! Hayret! Bedene bakın! 60 yıl yaşasın da, sonra 60 gün dayanamayıp bakterilere mağlup olsun ve çürüyüp gitsin! Söyleyin, yıllarca başımda taşıdığım baş gözdelerim gözlerim! Birkaç dakikalığına olsun, bana dostlarımı, kitaplarımı ve çiçeklerimi neden gösteremiyorsunuz?
.
Ölüme Çare Bulunamayacaktır
Ölüme geçici bir hayat rengi verilebilir; yani hücreleri, kalb atışları ve beyin fonksiyonlarıyla öldü kabul ettiğiniz bir insan, kalb masajlarıyla, elektrik şoku vermekle, ölüme mahkûm denilen uzuv ve vücutları dondurup ilerisi için saklamakla, gelişen cihaz ve keşiflerle, en keskin ve tesirli ilaçlarla hayata döndürülmüş gibi olabilir. Fakat bu, asla ölen insanın hayata döndürülmesi demek değildir. Böyle durumlarda beden, fonksiyonlarıyla ölmüş görünse de ruh, bedenle münasebetini devam ettirdiği ve beden santraline takılı bazı fişleri henüz çıkarmamış olduğu içindir ki bu, bir ölüm ve hayat berzahı sayılabilir. Diyelim ki, teyp kasetinizi vaaz veya Kur'ân dinlemek için cihazınıza koydunuz; cihaz çalıştığı hâlde, ses yükseltici düğme tamamen kısılı kaldığından hiç ses alamıyorsunuz. Bu durumda, siz cihazınızı çalışmıyor zannedeceksiniz; oysa o, çalışmakta, fakat ses vermemektedir. Aynen bunun gibi, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sarih ve kesin beyanı içinde, "Her hastalığa çare bulunacak"[1] fakat, ruhun beden elbisesinden bütün bütün soyunması, santralına takılı fişleri tamamen çıkarması ve cesede bağlı kordonunu tamamen koparıp ayırması mânâsında "Ölüme çare bulunamayacaktır."[2] Bu bakımdan, bazılarının ölmüş görülen veya zannedilen bir vücudun hayata döndürüldüğünü söylemeleri, esasen çalıştığı hâlde sesi duyulmayan cihazın ses düğmesine dokunmaktan öte bir mânâ ifade etmemektedir.
[1] Buhârî, tıbb 1; Müslim, selâm 69; İbn Mâce, tıbb 1; Ebû Dâvut, tıbb 1, 11.
[2] Tirmizî, tıbb 2; İbn Mâce, tıbb 1; Ebû Dâvut, tıbb 1; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/278..
.
Ölüye Arkasından Yapılan İhtimam, Çürüyüp Gidecek Bir Cesede Değildir
Meseleyi fıkhî açıdan ele alacak olursak, ruhun terk-i mekân ettiği andan itibaren safha safha yapılan teçhiz, tekfin ve defin ameliyeleri.. cesedin yıkanması, taşınması ve namazının kılınması.. uykusuz kalma, koşuşturma, ağlama, ilânatta bulunma.. komşu ve akrabanın belki ilk defa bu şekilde bir araya gelmesi.. sarsmadan tabutun taşınması ve geçerken ayağa kalkılması.. evet, bütün bunlar çürüyüp toprak olacak bir ceset için mi? Kabir ziyaretleri, Kur'ân okumalar, dua etmeler, mevlid okutmalar, geride kalan bazı eşyanın hâtıra olarak saklanması, duvara asılan resimler ve hatırladıkça "ah" çekmeler, bütün bunlar çoktan toprak kesilmiş hücreler için mi? İnançsızların dünyalarında bile ölenlerin mumyalanması, anıtlara çelenkler konulup temenna çekilmesi, bel kırıp diz çökülmesi, devrim şehidi(?) tavsifleri, o kokuşup gitmiş, çözülüp dağılmış pislik kalıntıları için mi?... Her canlıyı tüm ayrıntılarıyla temsil eden genetik şifrelerin faaliyet emri nereden geliyor? DNA'sı, RNA'sı ile hücrelerin hayatiyetini ve atomların faaliyetini sağlayıp, düzenleyen ne? Maddî bütün sebepler hazırken, neden onca araştırmadan sonra, "Hücreye hayat-ruh verilemez." diye itirafta bulunuluyor? Allah'ın (celle celâluhu) varlığı, öldükten sonraki hayat ve onu yaşatacak olan ruh, hep birbirine bağlı hakikatler değil mi? Ruh hakikati, dirilme ve hesap verme düşüncesi, zalimle mazlumun ceza ve mükâfat göreceği inancı, içtimaî hayatta çocuklara, gençlere, yaşlılara, hastalara ve sağlamlara, kısaca iman eden her insana bir fren, bir disiplin, bir denge ve saadet sebebi değil midir?
İnkârcıya -muhalfarz- "Ruh ve hesap günü yoksa, inanmakla bizim kaybımız ne, inkârla senin kazancın ne? Daha dünyada iken, inanan insanın elde ettiği faziletler, insanlık ve mutluluk onun peşin kazancıyken, ya senin o yürekler acısı hâline ne demeli? Bir de hesap günü varsa, o zaman düşün, bizim durumumuzu, senin akıbetini!.." demek hakkımız değil midir?
.
Ruh, Neden Bilinmez ve Görülmez Kılınmıştır?
1. Allah'ın (celle celâluhu) Hayy ismine dayanan ve dolayısıyla hayat ve hayatın esası olan ruh, hiçbir sebebe bağlı değildir. O, "Kün!" emri ve ilâhî nefha ile âlem-i emirden, sebeplerin hâkim göründüğü şehadet âlemine intikal eder. Ruhun melekût cihetiyle varlığının temelinde ve öncesinde maddî bir sebep yoktur ki, insanlarca bilinebilsin.
2. Sebepler ve şu maddî âlem, öncesi ve sonrasındaki sonsuzluk sahilleri arasında, hem de buharlaşmaya mahkûm bir damla su hükmündedir. Hele zaman açısından bu âlemin mahiyeti sadece bir gölge, akıp duran nehirde bir parıltı ve çöller üstünde bir halkadır. Bilinebilecek olan cesettir; bilinmeyeni ise, ancak bilinmeyen temsil eder...
3. Görülmeyen ve bilinmeyen âlemlerden gelen şu maddî âlemde daima bir incelme, akıcılık, letafet kazanma ve yine bilinmeyene -meçhule- doğru bir seyr ü sefer hâli hâkimdir.. meçhul ama, malum olan bir meçhule. Demir yüksek derecede eritildiği zaman akıcılık kazanır ve latîfleşir. Odun parçaları, yakılınca alev ve karbon olur. Su, akıcıdır ve cüz'î olarak donup katılaşmasının dışında, görülmeyene doğru yükselip buharlaşır. Atomlara indiğinizde, maddî parçacıkların ötesinde karşınıza yine görülmek istemeyen enerji çıkar. Siz de, yükselmek isterseniz yükselir ve kütle ve maddî hacimleriyle insana bakan yüzleri kara olduğundan 'karadelik' denilen mahallerde bir perdeleniş müşâhede edersiniz. Hissedilip görülmeyen, fakat "varım" diyen elektrik akımının istifadeye sunulması için barajlar kurulur, santraller inşa edilir ve direkler dikilip, teller çekilir. Yaşanmış ve görünen kocaman bir tarihçe-i hayatınız olur da, gider küçücük bir hafıza merkezinde sırlar bohçasına dürülüverir. Ve görülmeyen ruh, ölüm rampasından son ve en çalımlı atlayışıyla, ebediyen görünüp var olacağı görünmeyen âleme gider.
İki ucu olmayan bir sırlar telinin, insanlar görsün diye bir sahneden geçirildiğini ve üzerine birkaç ampul asıldığını tahayyül edin. Görülmeyen ve mahiyeti bilinmeyen elektrik ve benzeri bir varlığı, ancak ampulde akseden tezahürleriyle tanıyacak ve bilebileceksiniz! Tanıyıp bileceksiniz ama, "yok" diyemediğiniz gibi, "işte şudur" da diyemeyeceksiniz!
.
Ruh, Kendisini İspat Eden Delilleri İle Yaratıcısına da Delâlet Edip, O'nun Varlığını Haykırmaktadır
Ruha delâlet eden ve görülmeyeni gösteren, henüz arz edemediğimiz daha nice şeyler vardır. Evet ruh, bütün delilleriyle Yaratıcısına delâlet eder; onu ilân ve ifade eder. Şöyle ki (H. Cisrî'den):
1. Beden, kendindeki mekanizmaları sevk ve idare edecek bir ruha muhtaç olduğu gibi, kâinattaki her şey de, bütün varlık âlemini ve ruhu yaratıp idare edecek olan Allah'a (celle celâluhu) muhtaçtır. İnsanda olan her şey, kâinatta da vardır.
2. Bedende nasıl iki tane değil de bir ruh varsa, Rabbimiz de "Bir" olup, şeriki ve ortağı yoktur.
3. Ruhun bedende "şurası" deyebileceğimiz bir yeri yoktur; fakat o, bedenin her yanında hâkimiyetini hissettirir.. et-kemik ve zaman buudlarıyla kayıtlı olmadığından, bedeni terk edip, istediği yerde de bulunabilir. Teşbihte hata olmasın, Cenâb-ı Hak da her yerde hâzır ve nâzır, fakat zamandan ve mekândan münezzehtir.
4. İrade ve kudret açısından bir ile bin, uzak ile yakın müsavidir. Güneş nasıl bir cam parçasında da, bin cam parçasında da kendini gösterir.. cam parçaları kendisinden çok uzak olduğu hâlde, o her birine kendinden daha yakındır; aynı şekilde ruhun da, bir hücre ile trilyonlarca hücreye, bir uzuvla bütün uzuvlara nispeti aynıdır. Aynen bu kaba temsilde olduğu gibi, Rabbimiz de, her şeyi bir şey gibi idare eder; biz ondan sonsuz mesafelerde uzak bulunmamıza rağmen, o bize şah damarımızdan daha yakındır. Ayrıca, bizi bizden çok daha iyi bilir ve çok daha iyi tanır.
5. Nasıl ruh, bedende olan her şeyden haberdardır ve hiçbir şey ondan gizli değildir, bunun gibi, -iyi bir benzetme olmamakla birlikte- her şey de, Allah'ın (celle celâluhu) ilminde sabittir.
6. İyilik ve kötülükte bulunma, adam öldürme ve kalbleri imanla ihya etme, hayır ve şer işlemede vasıta olan beyin ve uzuvların kumandanı ruh olduğu gibi, hayır ve şerrin yaratıcısı da, Allah'tır (celle celâluhu).
7. Ruh, ceset öncesi ve ceset sonrası âlemlerin ezelî ve ebedî olduklarını göstermekle, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Bâkî-i Hakikî Cenâb-ı Hakk'a delâlet eder.
8. Ruh, gözle görülmez ve mahiyeti de bilinmez; aynı şekilde Allah (celle celâluhu) da, akla gelen her şeyin verâsının verâsının verâsının verâsındadır.
9. Ruha ait kabiliyetlerin mükemmeliyeti ve şehadet âlemindeki tezahürleri, Cenâb-ı Hakk'ın isim, sıfat, şe'n ve tezahür-ü Rubûbiyetini akla getirir.
10. Görülme ve mahiyetinin anlaşılması mümkün olmadığından, ruhun varlığını eseriyle tanır ve mevcudiyetini kabul ederiz.
.
Ölümden Sonra Ruhun Geçireceği Safhalar
İnsan ve hayvanın yaratılışları, mahiyet ve hususiyet itibarıyla farklı olduğundan, ölümleri de farklıdır. İnsanların ruhunu ya bizzat Hz. Azrail (aleyhisselâm) ya da yardımcıları kabzederken, hayvanların ruhlarını vazifeli melekler değil, bizzat Cenâb-ı Hak alır. İnsanlar içinde peygamberlere bizzat Azrail'in (aleyhisselâm) kendisi gelir ve çoğu zaman da geldiğini haber verir; meselâ, Hz. Âdem (aleyhisselâm), Musa (aleyhisselâm) ve Efendimiz'de (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle olmuş, hatta sahih bir hadiste ifade edildiği üzere, huzura girip ruhunu kabzetmesi için Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) izin istemiştir.[1] Azrail'in (aleyhisselâm) bizzat gelmediği durumlarda ise, vefat edenin derecesine göre ruh, ya Azrail'in (aleyhisselâm) bir yardımcısı tarafından ya da bizzat kendi nezaretinde kabzedilir.
Her insana ayrı bir meleğin gönderilmesi, tekrim ve teşrif içindir. Her bir insanın ruhunu kabzetmek için müekkel bir melek vardır. Çünkü insan, mahlûkatın en şereflisi, en ekremi ve en mükemmelidir. Böyle olması ise, insanın kerametinin muktezasıdır. İnsanın bir ferdi, diğer canlıların bir nev'inin bütün fertlerine muadil ve mukabil görülür; evet, insan bir nev' iken, bütün nev'ler hükmündedir.. ve her insan, kendi kaderiyle yaşar. Onun hususî bir defteri ve 360 müekkel meleği bulunur. İnsan, bütün mazhar olduğu şeylerin yanında, ebede namzet ulvî bir ruh da taşıdığı için, önünde uzayıp giden bir sonsuz hayat adına ölmektedir. Bu hususî mahiyet ve mevkiine terettüp eden bir netice olarak, ruhu da hususan Azrail (aleyhisselâm) ya da müekkel bir melek tarafından kabzedilir.
Hayvanlar hakkında ise, yukarıda ifade edildiği gibi, basit ve umumî bir hüküm verilir ve onların ruhlarını Allah (celle celâluhu) doğrudan kabzeder. Çünkü hayvanlar, insan gibi mükellef olmamanın dışında akıl, şuur, idrak ve ebedle alâkalı bir ruha da sahip değillerdir. Onlar, ahirette de ebedî bir hayat yaşamayacak ve adalet-i ilâhiyenin muktezası olarak muvakkaten haşrolsalar bile, Cennet ve Cehennem, kendileri için ferden-ferda bahis mevzuu olmayacaktır. Sadece, Eshab-ı Kehf'in Kıtmîr'i, Salih Peygamber'in (aleyhisselâm) devesi, Süleyman'ın (aleyhisselâm) Hüdhüd'ü ve Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dayandığı hurma direği vs... gibi Cennet'e girecek olanlar, orada kendi nev'lerini temsil edeceklerdir.
İnsanla hayvan arasındaki bu fark, şuna benzer: Bir ülkede emniyeti ihlâl ve ihtilâle teşebbüs edenlerden yüksek makam ve rütbe sahipleri, Divan-ı Harp'te yargılanıp idama mahkûm edilirken, rütbesiz asker kesiminin ise sadece silahları alınır. Hayvanat ve nebatat taifesi için işte böyle basit ve umumî bir hüküm verilirken, insanlar şeref, makam ve mesuliyetlerine binaen tek tek yargılanıp tecziye edileceklerdir.
[1] el-Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 9/35; İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 2/259.
.
Meleği kendisine kıyas eden insan, kendi sınırlı irade gücüyle meleğin tasarrufunu anlayamaz. Melekler, ruhanî varlıklar olmaları keyfiyetiyle, zaman ve mekân kaydına girmeyip, aynı anda binlerce yerde temessül edebilirler. Bu, yüzlerce aynası olan odaya giren bir insanın, aynı anda yüzlerce aynada birden temessül etmesi gibidir. Azrail'in (aleyhisselâm) aynı anda birden fazla ruhu kabzetmesi de böyledir.
Kişiyi gerçekte vefat ettiren, Cenâb-ı Hakk'ın bizzat kendisidir. Fakat, ölümün yüzündeki zâhirî çirkinlik Allah'a (celle celâluhu) isnad edilip, Zât-ı Akdes hakkında nahoş düşüncelere sebebiyet vermesin diye, Allah (celle celâluhu), icraatına Azrail'i (aleyhisselâm) perde yapmıştır.
Vefat anında herkes Azrail'le (aleyhisselâm) kontak olur. Bir hastalık, musibet, kaza, kısaca herhangi bir sebep baş gösterince, hemen Azrail'le (aleyhisselâm) irtibat kurulmuş olur. Bu yüzden, Azrail'in (aleyhisselâm) onu aramasına lüzum yoktur. Diyelim ki, muhtelif dalga boylarında neşriyat yapan bir cihaz geliştirilse.. ve bu cihaz, bir düğme ile bin frekansta neşriyat yapsa, aynı anda pek çok cihazı durdurur. Aynı frekanstaki belli bir nokta ile hepsi birden kontak olduğundan, yayın kolayca gerçekleşebilir. Allah'ın (celle celâluhu) icraatında da bu vüs'at ve dolayısıyla da böyle bir sühulet ve kolaylık mevcuttur.. bir emirle binlerce askerin hareket etmesi ve güneşin aynı anda binlerce cam parçası ve su kabarcığında yedi rengi, ışığı ve hararetiyle temessül etmesi misali böyle bir teveccüh ve temasla aynı ölüm frekansında buluşan herkes, Azrail (aleyhisselâm) dokunduğu anda ruhunu teslim eder. Tıpkı, bir elektrik şartelinin düğmesine dokunmakla, aynı anda yüzlerce avize ve lambanın sönmesi gibi...
.
Melek, Ölüm Anında Nasıl Görünür?
Her insanın kendine ait bir mertebe ve derecesi vardır. Hasenat ve seyyiatına göre kazandığı mertebe ne ise, Azrail'le (aleyhisselâm) işte o mertebede karşılaşır. İyi bir insanın vefatı hengâmında bir sürü melek beşaşet gamzeden simalarıyla ve ümit veren keyfiyetleriyle kendisini kuşatır. Sonra, bu meleklerin seyyidi Hz. Azrail (aleyhisselâm) belirir, Allah'ın (celle celâluhu) selâmını tebliğ eder ve kendisine ruhunu kabzedeceğini söyler.[1] İyi ruh, iyi kabzedilir. Sahîhayn'da yer alan rivayetlere göre, Azrail (aleyhisselâm), avenesiyle, o kişinin yaşadığı hayata göre hususî bir surette gelir. Meselâ, Kur'ân ehline bir şekilde, cihad yapmış olan ruha ona göre ve daha başkalarına başka surette görünür ve ruhlarını kabzeder... Kısaca, iyi kimselere Azrail (aleyhisselâm) ve avanesi de iyi görünür ve iyi muamele eder.
Habis, denî ve kötü kişilerin ölümü esnasında ise melekler sevimsiz, ürkütücü ve dehşet verici tarzda gelirler. O kişinin, onları görünce ödü kopar. Ardından Azrail (aleyhisselâm), dehşet saçan bir vaziyette gelir başucuna oturur ve ona, onun iç dünyasına göre muamelede bulunur.[2]
[1] Bkz.: Nahl sûresi, 16/32.
[2] Bkz.: Enfâl sûresi, 8/50; Muhammed sûresi, 47/27.
.
Ruh, Cesetten Nasıl Çekilip Alınır?
Herkes, ölürken başka bir şey hisseder.. ve hiç kimse, hissettiği şeyi ifade etme fırsatı bulamadığı için, kimin ne hissettiğini şimdiye kadar öğrenmek de mümkün olmamıştır. Ne var ki, yine de umumî bazı şeyler söyleyebiliriz:
Güzel yaşamış olanlar, güzel şeyler hissederler; kötü yaşamış olanlar da, kötü şeyler. Güzel yaşayan, tebessüm ederek ve tatlı şeyler müşâhede ederek gider. Perispirisi kendisinden ayrılıp giderken, geride bıraktığı ceset tebessüm eder. Ağzına lokum verilen sünnet çocuğunun, sünnet olurken farkına varmaması misali, nebi ve şehit ruhları kabzolurken Cennet pencereleri açılır ve -Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadesiyle- onların ruhları testiden suyun rahatça akması gibi çıkar.. ve ruhları çıkarken, bedenleri de gidecekleri yerin müşâhedesiyle beşaşet içindedir. İyi insan için ölüm, hiç de korkulduğu gibi değil, aksine çok tatlı ve lezzetlidir.. verâsı da öyle...
Uhud'da şehit olan Abdullah İbn Amr için, oğlu Câbir'e (radıyallâhu anhüma) Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: "Bilir misin, Allah babanı nasıl karşıladı? Bunu ne göz görmüş, ne kulak duymuş, ne de bir beşer tahattur edebilmiştir. Öyle karşıladı ki tarif edilmez. Baban dedi ki: "Yâ Rabbi, beni dünyaya iade buyur da, şu tatlı ölümün neşvesini arkada kalanlara da anlatayım." Allah, "Artık geriye dönme yok; o bir kereydi ve artık bitti. Fakat Ben, sizin durumunuzu onlara haber veririm." buyurdu.[1]Sonra da, şu âyet nazil oldu: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma, hayır (onlar) diridirler, Rableri katında rızıklanmaktadırlar."[2] Bu, Allah yolunda şehit olan herkes için mutlaka bir bişarettir.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), vefatı hengâmında her kendine gelişinde "Namaz, namaz!..." diyordu; Hz. Ömer (radıyallâhu anh) da, aynen Efendisi gibi "Namaz, namaz! ..." diyerek vefat etmişti. Hz. Halid b. Velid (radıyallâhu anh) da, vefat anında "Atım, kılıcım, getirin onları, son bir kere daha göreyim." diye inliyordu. Hanzala'nın (radıyallâhu anh), Sa'd b. Muaz'ın (radıyallâhu anh) vefatlarına gökler ağlayıp harekete geçiyor, melekler gasl ve definlerine iştirak ediyorlardı. Osman Efendimiz (radıyallâhu anh) Kur'ân okurken, Ali Efendimiz (radıyallâhu anh) camiye giderken şehit ediliyordu. Bunlara karşılık, çokları da içki masasında, kumar başında, fuhuş yuvasında son nefesini veriyordu. Evet, nasıl yaşamışlarsa öyle ölüyorlardı...
Firavunlaşmış ruhlar, dikenlere takılmış ipek gibi çekilir. Dubleleri kendilerini bırakıp giderken, geride işmizaz ve ekşi yüzler bırakır. Melekler, böylelerinin canlarını çok çetin alırlar. Onların canları, dikenlere takılmış pamuğun ayıklanması gibi çok zor çıkar.
[1] İbn Mâce, cihad 16.
[2] Âl-i İmrân sûresi, 3/169.
.
Hayvanlar, Ölürken Ne Hissederler?
Hayvanlar, insanlar gibi mükellef olmadıklarından, ruhları kabzedilirken belki hiç acı duymazlar. Tepinmeleri adalî, asabî ve bilmediğimiz, tatmadığımız daha başka bir durum ve keyfiyetin ifadesidir. Kim bilir, belki o çırpınma içinde kendi âlemlerine has bir lezzet de duyuyorlardır. Yeri gelmişken, Avrupa ülkelerindeki bir uygulama ve anlayışı dile getirelim:
Malum, Batılılar hayvanlarını Müslümanlar gibi kesmezler; ya elektrikle şoklar ya da boğazlarından şişlerler. Böyle bir davranış, kesim işinde bile Müslümanlara benzememe inatlarının bir ifadesi midir bilemeyiz! Kendilerini de şöyle müdafaa ederler: "Siz keserken hayvan, tepinip acı çekiyor; biz ise, hayvan acı hissetmesin diye böyle yapıyoruz." Fakat, bir gerçeğin farkında değiller. Her şeyden önce, kan damarları kesilen hayvanın çırpınmasının tesir ve tazyikiyle, ilim adamlarınca da zararlı olduğu teslim edilen kan, vücuttan güzelce boşalır. Şokla öldürülen hayvanın içinde kalan kan, ete de bulaşarak, yiyenin vücuduna geçer; oysa bizde kanın damlasını içmek ve onunla kirlenmiş elbiseyle namaz kılmak yasaktır. 1989 yılı başlarında İngiltere'de böbrek satışlarının yasaklanması gibi, bir gün gelecek, onlar da meseleyi kavrayıp, bizim sistemimize döneceklerdir.
İkincisi, "Kesilmekle hayvanın ölmesi uzuyor, tepiniyor ve dolayısıyla 15-20 dakika ona acı çektiriyorsunuz." diyorlar. Nereden biliyorsunuz acı çektiğini?
Her tepinenin acı çekmesi gerekmez ki... Önce de geçtiği gibi, kesilen hayvanda müşâhede edilen durumlar, tamamen asabî ve adalî ihtilaçlardan ibaret olabilir... Hem, hayvanın acı çektiğini hayvan olmayan nereden bilebilir? Bir defa, sen hiç hayvan olmadın ki! Her şey gözden ve gözün gördüğünden ibaret midir ki, hayvan hesabına ve onun canı adına karar verilebilsin!
Üçüncüsü, kâinattaki her varlıkta daima bir üst mertebeye çıkma meyil ve şevki vardır. Bitkiler, "hayvanlar ve insanlar bizi yesin de, hayat derecemiz yükselsin" diye âdeta yarışır. Hayvanlar da, insan bedenine geçerek, hayatiyetlerini şuurlu ve ebede namzet bir vücutta devam ettirmek ister gibi bir yarış içindedirler. Evet, hayvanlarda akıl, şuur ve idrak yoktur ama, onlar da, Yüce Kanun Koyucu'nun kanununa uyarlar. Öyleyse bırakın hayvanlar, insana misafirliğe gidiyoruz diye çırpınmaya devam etsin!..
Dördüncüsü, belki de hayvan kendi âlemine has bir lezzetin ifadesi olarak böyle çırpınmaktadır... Burada şu nükteyi de kaydedelim: Müslüman, Hakk'a teslim olmuş insan olarak her şeyini Allah yolunda feda eder ve şehit olur. Şehit olmak da, bir nev'i kurban olmak demektir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi şehitler, kurban olmaktan bambaşka bir lezzet alırlar ama dışardan baktığınızda onları da çırpınıyor görürsünüz. Oysa hakikat, tamamen başkadır. Melek eliyle getirilip, Hz. İsmail (aleyhisselâm) gibi Allah'ın ekrem kulu, nebisi ve halifesi bir insana karşılık kurban olsun diye takdim edilen bir hayvan,[1] -tabir caizse- hayvanlar âleminin şehidi için "Hayır, acı çekmiyor, belki kendine has bir lezzet alıyor." dersek, herhâlde gerçeğe daha yakın bir yaklaşım ve tespitte bulunmuş oluruz. Kaldı ki, biz bunu ibadet adına yapıyoruz.
[1] Bkz.: Sâffât sûresi, 37/107.
.
Vefattan Sonra Ruh Ne Olur?
Vefattan sonra ruh, Allah'ın (celle celâluhu) huzuruna kadar yükselir. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanına göre, ruh çıktıktan sonra melekler onu bir atlasa sarar ve Mele-i A'lâ'ya kadar götürürler. Uğradığı her menzil ve tabakada, "Bu ne güzel ruh, bu kimin ruhu?" diye sorarlar. Melekler, onun yeryüzünde anıldığı en güzel isim ve unvanlarıyla tanıtarak, "Bu, namaz kılan, din uğrunda bin bir mehâliki iktiham eden falanın ruhu." derler ve herkes, hüsnü istikbâl eder. Nihayet, semavatın üstünde Huzur-u Rabbilâlemîn'e çıkarılır. Cenâb-ı Hak, hüsnü kabul gösterir ve "Bunu tekrar kabre götürün; Münker-Nekir'in sualine hazır olması için, cenazesinin başına koyuverin." buyurur. Bunun üzerine onu sual-cevap için geriye getirirler. Orada, "Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin ne?" suallerine cevap verir[1]...
Kötü insanın ruhu ise her yerde kötü karşılanır. Seb'a-semâvât'ta nefretle yâd edilir. Huzur-u Kibriyâ'dan da baş aşağı atılır. Münker-Nekir'e cevap verecek hâle gelemez ve cevap veremez. Çünkü, dünyada lüzumsuz şeylerle vakit geçirmiş ve yararlı işlerde bulunmamıştı.. bu şekilde o, kıyamete kadar türlü türlü azap çeker.
Kabirde sual vardır, tazyik vardır, fakat asıl hesap Mahkeme-i Kübrâ'dadır. Hadisin ifadesiyle, kabir sıkar ve tazyik eder. Hesapsa, haşirden sonra görülecektir. Evet, mizan kurulacak, defterler dağıtılacak, Sırat geçilecek, sonra da Cennet ve Cehennem'e sevindiren ve ürperten bir sevkıyat olacaktır. (Bu ve benzeri meselelerin teferruatı hakkında yazılmış pek çok kitap olduğu gibi, hadis kitaplarında da yeterince bilgi mevcuttur.)
Kabir, aynı zamanda dünyada temizlenmemiş bazı günahların hesabının da yapıldığı ve temizlendiği bir yerdir. Asıl Hesap Günü'ne bırakılan büyük cinayetlerin yanında, önemsiz sayılabilen günah ve lekelerin bir kısmı, Allah (celle celâluhu) tarafından ya bu damıtma odalarında giderilir ya da büyük suçların muhakemesi ve cezası ileride kurulacak büyük mahkemelere bırakılarak, -tıpkı dünya hayatında küçük polisiye vak'aların karakollarda, birkaç günlük sıkıntıyla atlatılması gibi- kabirde de 'lemem' denilen küçük günah ve hataların hesabı görülüp, bitirilebilir.. dolayısıyla da çekilecekler çekilmiş ve ileriye bırakılmamış olur.
Ehl-i tahkik, Kur'ân ve Sünnet'e istinaden şöyle der: Büyük günahların yanında küçük günahları da olan kimselerin bir kısım kusurları, dünyada çekilen sıkıntı, musibet ve hastalıklarla temizlenirken, bazısı da vefat anında silinir ve kalanlar da, Büyük Mahkeme'ye bırakılmasın, orada hizlana maruz kalınmasın diye, kabirde üçüncü bir temizleme ameliyesinden geçer. Kabrin temizleyemeyeceği ölçüde kabarık olan leke ve günahlar ise, ileride Haşir Meydanı'nda, terazinin başında, sıratta ve daha da olmazsa Cehennem'de temizlenecektir. (Allah, bizleri burada temiz yaşatsın ve kirlerimizin oralara kadar temadisine meydan vermesin!)
Bir kısım hadislerden öğrendiğimize göre, Hz. Abbas (radıyallâhu anh), şiddetle arzu etmesine rağmen, Hz. Ömer'i (radıyallâhu anh) ancak vefatından tam altı ay sonra rüyasında görebilir ve sorar: "Neredeydin yâ Ömer?", "Sorma, hesabı henüz verebildim." der. Belki, orada üzerinde en ufak bir iz kalmasın diye Mevlâ, onu böyle bir ameliyeye tâbi tutmuştur. Evet, günah ve zellelerin küçüklerini temizlemede kabrin sıkması ve tazyiki büyük bir rol oynar. Acı bir ilaç ama, arkada Cennet şifası var.
Kabir sıkmasını Sa'd b. Muaz (radıyallâhu anh) gibi seviye insanı bir sahabide de görüyoruz. Sahih hadis kaynaklarına göre, Muaz (radıyallâhu anh) kabre konunca Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Fe sübhânallah, kabir Sa'd b. Muaz'ı da sıkarsa!" buyururlar.[2] Demek ki, kabrin tazyik etmeyeceği insan yok. O Sa'd ki, vefatında Cibril (aleyhisselâm) gelip "Sa'd'ın ölümüyle Arş ihtizaza geldi Yâ Resûlallah!"demişti. Cenazesine iştirak eden Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayaklarının ucuna basarak yürüyünce, sebebi soruldu ve şöyle cevap verdiler: "Cenazesini teşyî' için o kadar melâike geldi ki..."[3] Sa'd (radıyallâhu anh) oydu... Sıkma da bu... Ya biz!..
[1] Buhârî, cenâiz 87.
[2] Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 6/55; et-Tabarânî, el-Mu'cemu'l-kebîr, 12/232.
[3] Buhârî, menâkıbu'l-ensâr 12; Müslim, fedâilu's-sahabe 123, 125; Tirmizî, menâkıb 50; el-Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 9/308-310.
.
Berzah Âleminde Ruh Ne Yapar?
Ruhlar, cesetlerinin bulunduğu kabirlere mânevî vasıta ve kablolarla bağlı bir kulak bırakarak, kendileri için bir nevi kışla ve bekleme salonu olan berzah âlemine giderler. Kabre intikalleriyle beraber ruhlar, birtakım temessül ve menfezlerle karşı karşıya kalırlar. Dünyadaki amelleri, o âlemde belli bir keyfiyet ve hüviyet kazanmış olarak karşılarına çıkar. Namazları, Kur'ân'ları, Allah (celle celâluhu) yolundaki hizmetleri, tesbihleri orada gönüllerine inşirah ve sürur verici birer enîs, birer dost olarak bulurlar. Cennet'e ait pencereler açılır; nazarlarına en latîf sermedî manzaralar, güzel tablolar arz edilir ve Cennet'lerini seyredip dururlar. Dünyada çirkin yaşayanlara, temessüller de çirkin olur ve onlara Cehennemler gösterilir. Biri, kıyametin bir an önce kopmasını arzularken, diğeri hiç kopmamasını ister. Berzah âleminde kıyamet koptuktan sonra ne kadar kalınacağını ancak Allah (celle celâluhu) bilir.
Berzah âlemine intikal eden ruhlar bizi duyabilirler, fakat biz onları duyamayız. Allah (celle celâluhu) dilemeyince onlar da duyamayacağı gibi, yine Allah (celle celâluhu) dilerse, buradakilere de duyurabilir. Kabirleri keşfeden evliyâ vardır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Bedir'de müşrik cesetlerinin atıldığı kuyunun başına varıp, "Allah'ın size vaad ettiği şeyleri gördünüz mü?"[1] buyurmuşlardı...
Âli ve yüce ruhlar içinde berzah âlemindeki ruhlarla temas kuranlar vardır. Muhyiddin İbn Arabî (rahmetullahi aleyh), ervah-ı âliye ile sık sık temas ettiğinden bahseder. İmam Suyûtî, Efendimiz'le yakazaten yetmiş defa görüştüğünü ve Ahmed Rifaî Hazretleri de, Aleyhissalâtü vesselâm'ın ruhuyla teşerrüf ettiğini anlatır. İmam Buhârî'nin abdest alıp namaz kıldıktan sonra murâkabe ile, rivayetlerinin doğru olup olmadığını Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) arz ettiği nakledilen haberlerdendir... Rüya yoluyla görüşmek ise, zaten mümkündür. Kötü ruhlara gelince; buradaki iyiler onlarla niye görüşsün ki?!
Bir bakıma kıyamete kadar ayaklarında bir nevi zincir bulunduğundan, ruhlar bir daha dünyaya gelemez. Dolayısıyla, ruh çağırma seanslarında "geldi" denenler ruh olmayıp, cin veya şeytandır. Kötü ruhlar, zaten zincirli oldukları için gelemezler; iyi ruhlar da öylelerine gelmez. Şu kadar ki yüce ruhlar, her zaman dünyayı gezebilir, iman adına yeni tekevvünleri takip edebilir ve mezarlarıyla münasebetlerini sürdürebilirler.
Hadis-i şerifler, ümmet-i Muhammed'i mezarlar ve içindekiler hakkında hassasiyete davet etmektedir. Ayrıca, günümüzde parapsikolojinin de ortaya koyup kabul ettiği bir gerçek olarak, her bir ruh, kendi mezarında yatan cesedinin atomlarıyla sonuna kadar münasebettar olup, zaman zaman onları ziyaret kastıyla mezarına girip çıkabilir. Binaenaleyh, kendi kemikleri, atom ve molekülleriyle münasebetini devam ettiren muazzez bir ruhun mezarına yapılan müdahaleler, hele yerine bina yapıp, sonra da o binada günah icra edilmesi, herhâlde o ruhu rahatsız ve taciz edecektir. Günümüzde bunu teyid eden hâdiselere de çeşitli yerlerde çokça şahit olunmaktadır. Meselâ, Ankara'nın göbeğinde bir mezar, dozerlerle yerinden sökülememiştir. Yüzlerce insan, dozerlerin yolun ortasında çakılıp kaldığını ifade etmektedir. Batılı yazarlar da, bu mevzuda çok şey söylemektedirler. Eskiden benzeri hâdiseleri cami imamlarımız anlattığında "üstûre-hurafe" derlerdi; şimdi ise ilim adamları anlatıyor, hem de ilim adına.
[1] Buhârî, cenâiz 85.
.
Ruh Bedenden Ayrıldıktan Sonra Bazı Uzuvlar Canlı Kalabilir mi?
Belli hücrelerin koloniler teşkil etmesiyle kurulmuş bir devlete benzeyen bedene tek tek her hücreyle münasebet içinde hükmedip, emir ve direktiflerde bulunan ruh, bedenden ayrıldıktan sonra da birtakım hücreler, hayatlarını muvakkaten sürdürebilir. Eğer bazı beyin hücreleri 50-150 saat ölmeden, değişmeden kalabiliyorsa, o zaman bu müddet zarfında, beyinden kendi diline mahsus bazı sinyaller, haberler ve mesajlar almak, pekâlâ mümkün olabilir. Senelerdir, bilhassa faili meçhul cinayetleri aydınlatmak için bu mevzuda çalışmalar yapılmaktadır. Hususiyle, beyinde ölmeden kalan hücrelerin dilini anlayıp, şifresini çözebilecek elektronik beyin misali aletler icat edilebildiği ve bu yolla faili meçhul cinayetlerde katiller tespit edilebildiği takdirde, Hz. Musa (aleyhisselâm) zamanında bir maktulün canlanıp, kendi katilini haber verme hâdisesinden bahseden âyetin sırrına yaklaşılmış olacaktır.
.
Ruhlarla Beraber Ceset de Haşrolacak mı?
Önce şu hususu belirtelim ki, cesedin ruh ile münasebetinin keyfiyeti değişik âlemlere göre farklı farklıdır; bu âlemde başka, kabirde başka, berzahta başka ve ahirette daha başkadır. Bu dünyada biz, maddî cismaniyetimizin tesiri altında bir ruh ve ceset münasebetine şahit olmaktayız.
Pek çok ehl-i tahkik, zerrât-ı asliye denilen insandaki asıl ve temel zerrelerden bahseder. İnsanın ilk zerreleri, yani insan bedenine âdeta kaide ve temel olup, hadiste"acbü'z-zeneb"[1], yani kuyruk sokumu kemiğiyle ifade edilen bu zerrât-ı asliyenin tam nerede olduğunu tespit etmek mümkün değildir. Allah (celle celâluhu), insanı bu temel zerreler üzerine kurmuştur ve ahirette de onlar üzerinde haşredecektir. İnsana ait hususiyetleri camî olan bu zerreler, kim bilir, belki de genlerdir. Eğer böyleyse, bir insandaki genler, bir yüksüğü ya doldurur, ya doldurmaz. Ama bu kadarcık az bir şey, ruhla kontak olduğu zaman cismaniyet adına acı duyuyorsa, elbette lezzet de duyacaktır. İhtimal, haşir esnasında ve daha sonraki âlemlerde insanın bütün zerreleri değil de, kendine ait bu aslî zerreler ruh ile temas kuracak ve çoklarının parmak bastığı üzere, Allah'ın (celle celâluhu) lütfuyla, sağdan soldan alınmış diğer zerreleriyle birlikte, meyvelerin ve zeminin zerreleri gibi, şu dünyada hizmet eden daha başka zerreler de cismaniyeti teşkil edecektir. Bunun böyle olmasına mâni bir durum olmadığı gibi, zannediyorum aslında mâkul olanı da budur. Diğer zerreler ise, o âleme muvafık şekilde asıl zerrelerin etrafında toplanıp, insan bedenini teşkil edebilirler...
[1] Buhârî, tefsîru'l-Kur'ân (39)4; Müslim, fiten 141-143; Ebû Dâvut, sünne 22; Nesâî, cenâiz 117; İbn Mâce, zühd 32; Muvatta, cenâiz 48; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 2/322.
.
Cehennem Azabını Ruh mu Yoksa Ceset mi Görür?
Bazı felsefeciler, birtakım mutasavvife ve Hıristiyanlar, sadece ruh azap görür diyorlarsa da, biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat, cesedin ruhla beraber haşrolacağına inandığımız gibi, vücudun ruhla beraber azap göreceğine de inanırız. Zira ruhla cesedin durumu, topal ile körün durumu gibidir: Kör topalı sırtına alır, topal da köre yolu tarif eder ve böylece ikisi yol almış olur. Ruhla ceset, dünyada olduğu gibi, ahirette de hem azapta, hem de lezzette müşterek olurlar. Kaldı ki, âyet ve hadisler, cesedin ve uzuvların göreceği azaptan da, tadacağı nimetlerden de sarahaten bahsetmektedir. Ahiret hayatına muvafık bir beden düşünmeden, nimetlerden nasıl istifade edilebilir ki? Sonra, ruhla birlikte cesedimizin atomlarını da yaratan Allah (celle celâluhu), ruhla beraber bedeni de diriltecek veya tâzib edecek ya da nimetlerle mükâfatlandıracaktır. Kudret ve ilim O'nundur; dilerse öyle yapar, dilerse böyle. İnsan, her meselenin hakikatini bihakkın öbür âleme gidip, oranın sürprizleriyle yüz yüze geldiği zaman anlayacaktır. Çünkü onları ne göz görmüş, ne kulak duymuş ve ne de onlar hatır ve hayale gelmişlerdir.
.
Vefâttan Sonra Ruhlara Gönderebileceğimiz En Büyük Hediyeler Nelerdir?
Her şeyden önce, dünyadan göçen ruh, o âlemlerde kendisine lâzım olacak hediyeleri, erzakı ve istifade edeceği hemen her şeyi, bu dünyadan bizzat kendisi götürecek, ilâhî bir kaide olarak her nefis, burada kazandığını orada hazır bulacaktır. Nasıl bir ülkeden diğerine geçilirken pasaport ve vize isteniyorsa, aynen bunun gibi, kabirde başlayıp ta Cennet'in kapısına kadar uzanan hayatında da insandan şekil ve kalıp değil, kalbde iman ve amel-i salih istenecektir. Ayrıca, şefaat dairesine girebilmek için de, adres bırakmak, alında, yüzde nur, işaret ve alâmet taşımak gerekecektir. Binaenaleyh, giden nasıl ve neyle gitmişse, orada öyle muamele görecektir. Ancak, üç menfez ve pencere vardır ki, bunlardan da istifade mümkündür:[1]
a. Sadaka-i cariye denilen, insanların istifade edebileceği yol, köprü, cami, çeşme, mescit, vakıf müesseseleri ve bunları en verimli ve hayırlı şekilde kullanacak nesillerin yetişmesi için de yurtlar, yuvalar, mektepler ve müesseseler yapmak gibi salih amellerde bulunmaktır ki, arkada bırakılan bu türden bir müessese ayakta kaldığı müddetçe, -Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanları çerçevesinde- iyi bir çığıra vesile olunduğu için kıyamete kadar orada yetişenlerin kazandıkları sevapların bir misli de, bu müesseseleri kuranların amel defterlerine kaydedilecektir.
b. İlim erbabının bıraktığı eserler de sadaka-i cariyedendir. Âlim, kapasitesine göre bunlardan alacağı mükâfatı alır. Ayrıca ilim erbabına omuz verme, sahip çıkma, hakikî ilim yolunda yürüyen ve ayaklarının altına meleklerin kanatlarını yaydığı nesle kanat germe ve onların kitap, defter, yiyecek ve giyeceğini temin etme şeklinde yapılan çalışmalar da, hayır cihetinde kapanmaz birer menfez ve birer sadaka-i cariye sayılabilir.
c. Giden ruh, ardından hayırlarda bulunacak ve hayırlı nesiller yetiştirecek hayırlı bir evlât ister. Allah, zaten çocuklarınızın dünyasını hazırlamıştır; siz de onlara sahip çıkmış, müesseselerini hazırlamış, hizmet vermiş ve yetişmelerine itina göstermişseniz, bu takdirde arkanızda hayırlı evlâtlar ve nesiller bırakmışsınız demektir. Ancak bıraktığınız böyle bir nesildir ki, ahiret hesabına size yararlı olacaktır. Yoksa giden ruh, ne helva, lokma, yemek; ne yedinci, kırkıncı ve elli ikinci gece, ne mevlid, ne paralı hatim, ne telkin, ne devir, ne de duvara asılacak eski bir resim bekler! Frekans tutarsa onları ziyaret et, selâm ver ve kendi gönlünü hoplat; dilde dua ve istiğfar, gözünde de damla damla yaş olsun.. ve onlara, o âlemde geçer akçe olan hediyeler gönder!
[1] Müslim, vasiyet 14; Ebû Dâvut, vesâyâ 14; Tirmizî, ahkâm 36.
.
Berzah Âleminde Ruh Ne Yapar?
Ruhlar, cesetlerinin bulunduğu kabirlere mânevî vasıta ve kablolarla bağlı bir kulak bırakarak, kendileri için bir nevi kışla ve bekleme salonu olan berzah âlemine giderler. Kabre intikalleriyle beraber ruhlar, birtakım temessül ve menfezlerle karşı karşıya kalırlar. Dünyadaki amelleri, o âlemde belli bir keyfiyet ve hüviyet kazanmış olarak karşılarına çıkar. Namazları, Kur'ân'ları, Allah (celle celâluhu) yolundaki hizmetleri, tesbihleri orada gönüllerine inşirah ve sürur verici birer enîs, birer dost olarak bulurlar. Cennet'e ait pencereler açılır; nazarlarına en latîf sermedî manzaralar, güzel tablolar arz edilir ve Cennet'lerini seyredip dururlar. Dünyada çirkin yaşayanlara, temessüller de çirkin olur ve onlara Cehennemler gösterilir. Biri, kıyametin bir an önce kopmasını arzularken, diğeri hiç kopmamasını ister. Berzah âleminde kıyamet koptuktan sonra ne kadar kalınacağını ancak Allah (celle celâluhu) bilir.
Berzah âlemine intikal eden ruhlar bizi duyabilirler, fakat biz onları duyamayız. Allah (celle celâluhu) dilemeyince onlar da duyamayacağı gibi, yine Allah (celle celâluhu) dilerse, buradakilere de duyurabilir. Kabirleri keşfeden evliyâ vardır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Bedir'de müşrik cesetlerinin atıldığı kuyunun başına varıp, "Allah'ın size vaad ettiği şeyleri gördünüz mü?"[1] buyurmuşlardı...
Âli ve yüce ruhlar içinde berzah âlemindeki ruhlarla temas kuranlar vardır. Muhyiddin İbn Arabî (rahmetullahi aleyh), ervah-ı âliye ile sık sık temas ettiğinden bahseder. İmam Suyûtî, Efendimiz'le yakazaten yetmiş defa görüştüğünü ve Ahmed Rifaî Hazretleri de, Aleyhissalâtü vesselâm'ın ruhuyla teşerrüf ettiğini anlatır. İmam Buhârî'nin abdest alıp namaz kıldıktan sonra murâkabe ile, rivayetlerinin doğru olup olmadığını Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) arz ettiği nakledilen haberlerdendir... Rüya yoluyla görüşmek ise, zaten mümkündür. Kötü ruhlara gelince; buradaki iyiler onlarla niye görüşsün ki?!
Bir bakıma kıyamete kadar ayaklarında bir nevi zincir bulunduğundan, ruhlar bir daha dünyaya gelemez. Dolayısıyla, ruh çağırma seanslarında "geldi" denenler ruh olmayıp, cin veya şeytandır. Kötü ruhlar, zaten zincirli oldukları için gelemezler; iyi ruhlar da öylelerine gelmez. Şu kadar ki yüce ruhlar, her zaman dünyayı gezebilir, iman adına yeni tekevvünleri takip edebilir ve mezarlarıyla münasebetlerini sürdürebilirler.
Hadis-i şerifler, ümmet-i Muhammed'i mezarlar ve içindekiler hakkında hassasiyete davet etmektedir. Ayrıca, günümüzde parapsikolojinin de ortaya koyup kabul ettiği bir gerçek olarak, her bir ruh, kendi mezarında yatan cesedinin atomlarıyla sonuna kadar münasebettar olup, zaman zaman onları ziyaret kastıyla mezarına girip çıkabilir. Binaenaleyh, kendi kemikleri, atom ve molekülleriyle münasebetini devam ettiren muazzez bir ruhun mezarına yapılan müdahaleler, hele yerine bina yapıp, sonra da o binada günah icra edilmesi, herhâlde o ruhu rahatsız ve taciz edecektir. Günümüzde bunu teyid eden hâdiselere de çeşitli yerlerde çokça şahit olunmaktadır. Meselâ, Ankara'nın göbeğinde bir mezar, dozerlerle yerinden sökülememiştir. Yüzlerce insan, dozerlerin yolun ortasında çakılıp kaldığını ifade etmektedir. Batılı yazarlar da, bu mevzuda çok şey söylemektedirler. Eskiden benzeri hâdiseleri cami imamlarımız anlattığında "üstûre-hurafe" derlerdi; şimdi ise ilim adamları anlatıyor, hem de ilim adına.
[1] Buhârî, cenâiz 85.
.
Ruh Bedenden Ayrıldıktan Sonra Bazı Uzuvlar Canlı Kalabilir mi?
Belli hücrelerin koloniler teşkil etmesiyle kurulmuş bir devlete benzeyen bedene tek tek her hücreyle münasebet içinde hükmedip, emir ve direktiflerde bulunan ruh, bedenden ayrıldıktan sonra da birtakım hücreler, hayatlarını muvakkaten sürdürebilir. Eğer bazı beyin hücreleri 50-150 saat ölmeden, değişmeden kalabiliyorsa, o zaman bu müddet zarfında, beyinden kendi diline mahsus bazı sinyaller, haberler ve mesajlar almak, pekâlâ mümkün olabilir. Senelerdir, bilhassa faili meçhul cinayetleri aydınlatmak için bu mevzuda çalışmalar yapılmaktadır. Hususiyle, beyinde ölmeden kalan hücrelerin dilini anlayıp, şifresini çözebilecek elektronik beyin misali aletler icat edilebildiği ve bu yolla faili meçhul cinayetlerde katiller tespit edilebildiği takdirde, Hz. Musa (aleyhisselâm) zamanında bir maktulün canlanıp, kendi katilini haber verme hâdisesinden bahseden âyetin sırrına yaklaşılmış olacaktır.
.
Ruhlarla Beraber Ceset de Haşrolacak mı?
Önce şu hususu belirtelim ki, cesedin ruh ile münasebetinin keyfiyeti değişik âlemlere göre farklı farklıdır; bu âlemde başka, kabirde başka, berzahta başka ve ahirette daha başkadır. Bu dünyada biz, maddî cismaniyetimizin tesiri altında bir ruh ve ceset münasebetine şahit olmaktayız.
Pek çok ehl-i tahkik, zerrât-ı asliye denilen insandaki asıl ve temel zerrelerden bahseder. İnsanın ilk zerreleri, yani insan bedenine âdeta kaide ve temel olup, hadiste"acbü'z-zeneb"[1], yani kuyruk sokumu kemiğiyle ifade edilen bu zerrât-ı asliyenin tam nerede olduğunu tespit etmek mümkün değildir. Allah (celle celâluhu), insanı bu temel zerreler üzerine kurmuştur ve ahirette de onlar üzerinde haşredecektir. İnsana ait hususiyetleri camî olan bu zerreler, kim bilir, belki de genlerdir. Eğer böyleyse, bir insandaki genler, bir yüksüğü ya doldurur, ya doldurmaz. Ama bu kadarcık az bir şey, ruhla kontak olduğu zaman cismaniyet adına acı duyuyorsa, elbette lezzet de duyacaktır. İhtimal, haşir esnasında ve daha sonraki âlemlerde insanın bütün zerreleri değil de, kendine ait bu aslî zerreler ruh ile temas kuracak ve çoklarının parmak bastığı üzere, Allah'ın (celle celâluhu) lütfuyla, sağdan soldan alınmış diğer zerreleriyle birlikte, meyvelerin ve zeminin zerreleri gibi, şu dünyada hizmet eden daha başka zerreler de cismaniyeti teşkil edecektir. Bunun böyle olmasına mâni bir durum olmadığı gibi, zannediyorum aslında mâkul olanı da budur. Diğer zerreler ise, o âleme muvafık şekilde asıl zerrelerin etrafında toplanıp, insan bedenini teşkil edebilirler...
[1] Buhârî, tefsîru'l-Kur'ân (39)4; Müslim, fiten 141-143; Ebû Dâvut, sünne 22; Nesâî, cenâiz 117; İbn Mâce, zühd 32; Muvatta, cenâiz 48; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 2/322
.
Cehennem Azabını Ruh mu Yoksa Ceset mi Görür?
Bazı felsefeciler, birtakım mutasavvife ve Hıristiyanlar, sadece ruh azap görür diyorlarsa da, biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat, cesedin ruhla beraber haşrolacağına inandığımız gibi, vücudun ruhla beraber azap göreceğine de inanırız. Zira ruhla cesedin durumu, topal ile körün durumu gibidir: Kör topalı sırtına alır, topal da köre yolu tarif eder ve böylece ikisi yol almış olur. Ruhla ceset, dünyada olduğu gibi, ahirette de hem azapta, hem de lezzette müşterek olurlar. Kaldı ki, âyet ve hadisler, cesedin ve uzuvların göreceği azaptan da, tadacağı nimetlerden de sarahaten bahsetmektedir. Ahiret hayatına muvafık bir beden düşünmeden, nimetlerden nasıl istifade edilebilir ki? Sonra, ruhla birlikte cesedimizin atomlarını da yaratan Allah (celle celâluhu), ruhla beraber bedeni de diriltecek veya tâzib edecek ya da nimetlerle mükâfatlandıracaktır. Kudret ve ilim O'nundur; dilerse öyle yapar, dilerse böyle. İnsan, her meselenin hakikatini bihakkın öbür âleme gidip, oranın sürprizleriyle yüz yüze geldiği zaman anlayacaktır. Çünkü onları ne göz görmüş, ne kulak duymuş ve ne de onlar hatır ve hayale gelmişlerdir..
.
Vefâttan Sonra Ruhlara Gönderebileceğimiz En Büyük Hediyeler Nelerdir?
Her şeyden önce, dünyadan göçen ruh, o âlemlerde kendisine lâzım olacak hediyeleri, erzakı ve istifade edeceği hemen her şeyi, bu dünyadan bizzat kendisi götürecek, ilâhî bir kaide olarak her nefis, burada kazandığını orada hazır bulacaktır. Nasıl bir ülkeden diğerine geçilirken pasaport ve vize isteniyorsa, aynen bunun gibi, kabirde başlayıp ta Cennet'in kapısına kadar uzanan hayatında da insandan şekil ve kalıp değil, kalbde iman ve amel-i salih istenecektir. Ayrıca, şefaat dairesine girebilmek için de, adres bırakmak, alında, yüzde nur, işaret ve alâmet taşımak gerekecektir. Binaenaleyh, giden nasıl ve neyle gitmişse, orada öyle muamele görecektir. Ancak, üç menfez ve pencere vardır ki, bunlardan da istifade mümkündür:[1]
a. Sadaka-i cariye denilen, insanların istifade edebileceği yol, köprü, cami, çeşme, mescit, vakıf müesseseleri ve bunları en verimli ve hayırlı şekilde kullanacak nesillerin yetişmesi için de yurtlar, yuvalar, mektepler ve müesseseler yapmak gibi salih amellerde bulunmaktır ki, arkada bırakılan bu türden bir müessese ayakta kaldığı müddetçe, -Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanları çerçevesinde- iyi bir çığıra vesile olunduğu için kıyamete kadar orada yetişenlerin kazandıkları sevapların bir misli de, bu müesseseleri kuranların amel defterlerine kaydedilecektir.
b. İlim erbabının bıraktığı eserler de sadaka-i cariyedendir. Âlim, kapasitesine göre bunlardan alacağı mükâfatı alır. Ayrıca ilim erbabına omuz verme, sahip çıkma, hakikî ilim yolunda yürüyen ve ayaklarının altına meleklerin kanatlarını yaydığı nesle kanat germe ve onların kitap, defter, yiyecek ve giyeceğini temin etme şeklinde yapılan çalışmalar da, hayır cihetinde kapanmaz birer menfez ve birer sadaka-i cariye sayılabilir.
c. Giden ruh, ardından hayırlarda bulunacak ve hayırlı nesiller yetiştirecek hayırlı bir evlât ister. Allah, zaten çocuklarınızın dünyasını hazırlamıştır; siz de onlara sahip çıkmış, müesseselerini hazırlamış, hizmet vermiş ve yetişmelerine itina göstermişseniz, bu takdirde arkanızda hayırlı evlâtlar ve nesiller bırakmışsınız demektir. Ancak bıraktığınız böyle bir nesildir ki, ahiret hesabına size yararlı olacaktır. Yoksa giden ruh, ne helva, lokma, yemek; ne yedinci, kırkıncı ve elli ikinci gece, ne mevlid, ne paralı hatim, ne telkin, ne devir, ne de duvara asılacak eski bir resim bekler! Frekans tutarsa onları ziyaret et, selâm ver ve kendi gönlünü hoplat; dilde dua ve istiğfar, gözünde de damla damla yaş olsun.. ve onlara, o âlemde geçer akçe olan hediyeler gönder!
[1] Müslim, vasiyet 14; Ebû Dâvut, vesâyâ 14; Tirmizî, ahkâm 36.
.
Berzah Âleminde Ruh Ne Yapar?
Ruhlar, cesetlerinin bulunduğu kabirlere mânevî vasıta ve kablolarla bağlı bir kulak bırakarak, kendileri için bir nevi kışla ve bekleme salonu olan berzah âlemine giderler. Kabre intikalleriyle beraber ruhlar, birtakım temessül ve menfezlerle karşı karşıya kalırlar. Dünyadaki amelleri, o âlemde belli bir keyfiyet ve hüviyet kazanmış olarak karşılarına çıkar. Namazları, Kur'ân'ları, Allah (celle celâluhu) yolundaki hizmetleri, tesbihleri orada gönüllerine inşirah ve sürur verici birer enîs, birer dost olarak bulurlar. Cennet'e ait pencereler açılır; nazarlarına en latîf sermedî manzaralar, güzel tablolar arz edilir ve Cennet'lerini seyredip dururlar. Dünyada çirkin yaşayanlara, temessüller de çirkin olur ve onlara Cehennemler gösterilir. Biri, kıyametin bir an önce kopmasını arzularken, diğeri hiç kopmamasını ister. Berzah âleminde kıyamet koptuktan sonra ne kadar kalınacağını ancak Allah (celle celâluhu) bilir.
Berzah âlemine intikal eden ruhlar bizi duyabilirler, fakat biz onları duyamayız. Allah (celle celâluhu) dilemeyince onlar da duyamayacağı gibi, yine Allah (celle celâluhu) dilerse, buradakilere de duyurabilir. Kabirleri keşfeden evliyâ vardır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Bedir'de müşrik cesetlerinin atıldığı kuyunun başına varıp, "Allah'ın size vaad ettiği şeyleri gördünüz mü?"[1] buyurmuşlardı...
Âli ve yüce ruhlar içinde berzah âlemindeki ruhlarla temas kuranlar vardır. Muhyiddin İbn Arabî (rahmetullahi aleyh), ervah-ı âliye ile sık sık temas ettiğinden bahseder. İmam Suyûtî, Efendimiz'le yakazaten yetmiş defa görüştüğünü ve Ahmed Rifaî Hazretleri de, Aleyhissalâtü vesselâm'ın ruhuyla teşerrüf ettiğini anlatır. İmam Buhârî'nin abdest alıp namaz kıldıktan sonra murâkabe ile, rivayetlerinin doğru olup olmadığını Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) arz ettiği nakledilen haberlerdendir... Rüya yoluyla görüşmek ise, zaten mümkündür. Kötü ruhlara gelince; buradaki iyiler onlarla niye görüşsün ki?!
Bir bakıma kıyamete kadar ayaklarında bir nevi zincir bulunduğundan, ruhlar bir daha dünyaya gelemez. Dolayısıyla, ruh çağırma seanslarında "geldi" denenler ruh olmayıp, cin veya şeytandır. Kötü ruhlar, zaten zincirli oldukları için gelemezler; iyi ruhlar da öylelerine gelmez. Şu kadar ki yüce ruhlar, her zaman dünyayı gezebilir, iman adına yeni tekevvünleri takip edebilir ve mezarlarıyla münasebetlerini sürdürebilirler.
Hadis-i şerifler, ümmet-i Muhammed'i mezarlar ve içindekiler hakkında hassasiyete davet etmektedir. Ayrıca, günümüzde parapsikolojinin de ortaya koyup kabul ettiği bir gerçek olarak, her bir ruh, kendi mezarında yatan cesedinin atomlarıyla sonuna kadar münasebettar olup, zaman zaman onları ziyaret kastıyla mezarına girip çıkabilir. Binaenaleyh, kendi kemikleri, atom ve molekülleriyle münasebetini devam ettiren muazzez bir ruhun mezarına yapılan müdahaleler, hele yerine bina yapıp, sonra da o binada günah icra edilmesi, herhâlde o ruhu rahatsız ve taciz edecektir. Günümüzde bunu teyid eden hâdiselere de çeşitli yerlerde çokça şahit olunmaktadır. Meselâ, Ankara'nın göbeğinde bir mezar, dozerlerle yerinden sökülememiştir. Yüzlerce insan, dozerlerin yolun ortasında çakılıp kaldığını ifade etmektedir. Batılı yazarlar da, bu mevzuda çok şey söylemektedirler. Eskiden benzeri hâdiseleri cami imamlarımız anlattığında "üstûre-hurafe" derlerdi; şimdi ise ilim adamları anlatıyor, hem de ilim adına.
[1] Buhârî, cenâiz 85.
.
Ruh Bedenden Ayrıldıktan Sonra Bazı Uzuvlar Canlı Kalabilir mi?
Belli hücrelerin koloniler teşkil etmesiyle kurulmuş bir devlete benzeyen bedene tek tek her hücreyle münasebet içinde hükmedip, emir ve direktiflerde bulunan ruh, bedenden ayrıldıktan sonra da birtakım hücreler, hayatlarını muvakkaten sürdürebilir. Eğer bazı beyin hücreleri 50-150 saat ölmeden, değişmeden kalabiliyorsa, o zaman bu müddet zarfında, beyinden kendi diline mahsus bazı sinyaller, haberler ve mesajlar almak, pekâlâ mümkün olabilir. Senelerdir, bilhassa faili meçhul cinayetleri aydınlatmak için bu mevzuda çalışmalar yapılmaktadır. Hususiyle, beyinde ölmeden kalan hücrelerin dilini anlayıp, şifresini çözebilecek elektronik beyin misali aletler icat edilebildiği ve bu yolla faili meçhul cinayetlerde katiller tespit edilebildiği takdirde, Hz. Musa (aleyhisselâm) zamanında bir maktulün canlanıp, kendi katilini haber verme hâdisesinden bahseden âyetin sırrına yaklaşılmış olacaktır.
.
Ruhlarla Beraber Ceset de Haşrolacak mı?
Önce şu hususu belirtelim ki, cesedin ruh ile münasebetinin keyfiyeti değişik âlemlere göre farklı farklıdır; bu âlemde başka, kabirde başka, berzahta başka ve ahirette daha başkadır. Bu dünyada biz, maddî cismaniyetimizin tesiri altında bir ruh ve ceset münasebetine şahit olmaktayız.
Pek çok ehl-i tahkik, zerrât-ı asliye denilen insandaki asıl ve temel zerrelerden bahseder. İnsanın ilk zerreleri, yani insan bedenine âdeta kaide ve temel olup, hadiste"acbü'z-zeneb"[1], yani kuyruk sokumu kemiğiyle ifade edilen bu zerrât-ı asliyenin tam nerede olduğunu tespit etmek mümkün değildir. Allah (celle celâluhu), insanı bu temel zerreler üzerine kurmuştur ve ahirette de onlar üzerinde haşredecektir. İnsana ait hususiyetleri camî olan bu zerreler, kim bilir, belki de genlerdir. Eğer böyleyse, bir insandaki genler, bir yüksüğü ya doldurur, ya doldurmaz. Ama bu kadarcık az bir şey, ruhla kontak olduğu zaman cismaniyet adına acı duyuyorsa, elbette lezzet de duyacaktır. İhtimal, haşir esnasında ve daha sonraki âlemlerde insanın bütün zerreleri değil de, kendine ait bu aslî zerreler ruh ile temas kuracak ve çoklarının parmak bastığı üzere, Allah'ın (celle celâluhu) lütfuyla, sağdan soldan alınmış diğer zerreleriyle birlikte, meyvelerin ve zeminin zerreleri gibi, şu dünyada hizmet eden daha başka zerreler de cismaniyeti teşkil edecektir. Bunun böyle olmasına mâni bir durum olmadığı gibi, zannediyorum aslında mâkul olanı da budur. Diğer zerreler ise, o âleme muvafık şekilde asıl zerrelerin etrafında toplanıp, insan bedenini teşkil edebilirler...
[1] Buhârî, tefsîru'l-Kur'ân (39)4; Müslim, fiten 141-143; Ebû Dâvut, sünne 22; Nesâî, cenâiz 117; İbn Mâce, zühd 32; Muvatta, cenâiz 48; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 2/322.
.
Cehennem Azabını Ruh mu Yoksa Ceset mi Görür?
Bazı felsefeciler, birtakım mutasavvife ve Hıristiyanlar, sadece ruh azap görür diyorlarsa da, biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat, cesedin ruhla beraber haşrolacağına inandığımız gibi, vücudun ruhla beraber azap göreceğine de inanırız. Zira ruhla cesedin durumu, topal ile körün durumu gibidir: Kör topalı sırtına alır, topal da köre yolu tarif eder ve böylece ikisi yol almış olur. Ruhla ceset, dünyada olduğu gibi, ahirette de hem azapta, hem de lezzette müşterek olurlar. Kaldı ki, âyet ve hadisler, cesedin ve uzuvların göreceği azaptan da, tadacağı nimetlerden de sarahaten bahsetmektedir. Ahiret hayatına muvafık bir beden düşünmeden, nimetlerden nasıl istifade edilebilir ki? Sonra, ruhla birlikte cesedimizin atomlarını da yaratan Allah (celle celâluhu), ruhla beraber bedeni de diriltecek veya tâzib edecek ya da nimetlerle mükâfatlandıracaktır. Kudret ve ilim O'nundur; dilerse öyle yapar, dilerse böyle. İnsan, her meselenin hakikatini bihakkın öbür âleme gidip, oranın sürprizleriyle yüz yüze geldiği zaman anlayacaktır. Çünkü onları ne göz görmüş, ne kulak duymuş ve ne de onlar hatır ve hayale gelmişlerdir...
.
Vefâttan Sonra Ruhlara Gönderebileceğimiz En Büyük Hediyeler Nelerdir?
Her şeyden önce, dünyadan göçen ruh, o âlemlerde kendisine lâzım olacak hediyeleri, erzakı ve istifade edeceği hemen her şeyi, bu dünyadan bizzat kendisi götürecek, ilâhî bir kaide olarak her nefis, burada kazandığını orada hazır bulacaktır. Nasıl bir ülkeden diğerine geçilirken pasaport ve vize isteniyorsa, aynen bunun gibi, kabirde başlayıp ta Cennet'in kapısına kadar uzanan hayatında da insandan şekil ve kalıp değil, kalbde iman ve amel-i salih istenecektir. Ayrıca, şefaat dairesine girebilmek için de, adres bırakmak, alında, yüzde nur, işaret ve alâmet taşımak gerekecektir. Binaenaleyh, giden nasıl ve neyle gitmişse, orada öyle muamele görecektir. Ancak, üç menfez ve pencere vardır ki, bunlardan da istifade mümkündür:[1]
a. Sadaka-i cariye denilen, insanların istifade edebileceği yol, köprü, cami, çeşme, mescit, vakıf müesseseleri ve bunları en verimli ve hayırlı şekilde kullanacak nesillerin yetişmesi için de yurtlar, yuvalar, mektepler ve müesseseler yapmak gibi salih amellerde bulunmaktır ki, arkada bırakılan bu türden bir müessese ayakta kaldığı müddetçe, -Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanları çerçevesinde- iyi bir çığıra vesile olunduğu için kıyamete kadar orada yetişenlerin kazandıkları sevapların bir misli de, bu müesseseleri kuranların amel defterlerine kaydedilecektir.
b. İlim erbabının bıraktığı eserler de sadaka-i cariyedendir. Âlim, kapasitesine göre bunlardan alacağı mükâfatı alır. Ayrıca ilim erbabına omuz verme, sahip çıkma, hakikî ilim yolunda yürüyen ve ayaklarının altına meleklerin kanatlarını yaydığı nesle kanat germe ve onların kitap, defter, yiyecek ve giyeceğini temin etme şeklinde yapılan çalışmalar da, hayır cihetinde kapanmaz birer menfez ve birer sadaka-i cariye sayılabilir.
c. Giden ruh, ardından hayırlarda bulunacak ve hayırlı nesiller yetiştirecek hayırlı bir evlât ister. Allah, zaten çocuklarınızın dünyasını hazırlamıştır; siz de onlara sahip çıkmış, müesseselerini hazırlamış, hizmet vermiş ve yetişmelerine itina göstermişseniz, bu takdirde arkanızda hayırlı evlâtlar ve nesiller bırakmışsınız demektir. Ancak bıraktığınız böyle bir nesildir ki, ahiret hesabına size yararlı olacaktır. Yoksa giden ruh, ne helva, lokma, yemek; ne yedinci, kırkıncı ve elli ikinci gece, ne mevlid, ne paralı hatim, ne telkin, ne devir, ne de duvara asılacak eski bir resim bekler! Frekans tutarsa onları ziyaret et, selâm ver ve kendi gönlünü hoplat; dilde dua ve istiğfar, gözünde de damla damla yaş olsun.. ve onlara, o âlemde geçer akçe olan hediyeler gönder!
[1] Müslim, vasiyet 14; Ebû Dâvut, vesâyâ 14; Tirmizî, ahkâm 36
..
Melekler, nurdan yaratılmış olup, hilkatlerinde nurun esas olduğu görülür. Melekiyet risalet, elçilik, nezaret, vekâlet, icraatı alkışlayıp ona nigehbân olma ve yüksek yerden nüzul etmek gibi mânâlara gelir. Mutlak mânâda melek, büyük âlemle küçük âlem arasında münasebet kuran, elçilik yapan, haber getiren, kalbimizi okşayıp biçime koyan, ondan gelen mesajları alıp, âdeta regüle ederek kabul edilebilir hâle getiren çok mukaddes elçiler güruhuna denir. Yüzleri öbür âleme yönelik ve daha çok öbür âlemin vazifelileri olan melekler, Cenâb-ı Hakk'ın her iki âlemdeki tasarruflarına nezaret eder ve onları alkışlarlar.
Melekler, sadece emirler âleminden olmayıp, nurdan kendilerine has cisimleri de vardır; şu kadar ki bu cisimleri, latîf ve nuranîdir. Bu sebeple, hulûl ve nüfuz keyfiyetleri çok seri ve mükemmeldir. İnsanın gözbebeği içinde yer alır, baktırır ve ona güzel şeyleri gösterirler. Peygamber ve velinin kalbine ayrı mânâ ile, bitkiler ve hayvanlar âlemine ayrı mânâlarla gelirler. Kalbe doğan ilhamlar, ekseriya doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak'tandır.. bazen de melekler vasıtasıyla eser gelir.
Melekler, "Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere isyan etmezler ve ne ile emrolunuyorlarsa onu yerine getirirler."[1] Bu, meleklere has bir keyfiyettir. İnsan ise, asla melek gibi olamaz; sürekli iniş-çıkış ve zikzak çizmeler görülür onda. İnsan, melek-üstü bir mahiyet kazanabileceği gibi, akılsız, şuursuz mahlûkatın altında da yer alabilir. Meleklerin makamı ise sabittir. Nurdan yaratıldıkları için, insan ve cinlerde olduğu gibi, kat'iyen kendilerinde isyan ve başkaldırma görülmez. Meleklerde erkeklik ve dişilik de yoktur. Öfke, kin, gadap, kıskanma, haset gibi kötü duygulardan uzak bulunmalarının yanı sıra, beşere ve cinlere ait arıza ve garîzalardan da mahfuz ve mâsundurlar.
Melekler yemez, içmez, acıkmaz, susamaz ve yorulmak nedir bilmezler. Maaş ve ücretleri yoktur ama, Allah (celle celâluhu) namına işledikleri her emirde latîf bir zevk ve hoş bir lezzetleri vardır. Terakki ve rütbeleri olmamakla beraber, Allah'a karşı ibadetlerinden derecelerine göre feyiz alırlar. Nurdan olduklarından, gıdalarına nur kâfidir. Nasıl insanlar su, hava, ışık ve değişik gıdalarla gıdalanır ve bunlardan lezzet alırlar; benzer şekilde melekler de zikir, tesbih, hamd, ibadet ve Cenâb-ı Hakk'a ait mârifet ve muhabbet nurlarıyla gıdalanır ve mütelezziz olurlar. Hatta güzel kokular dahi, bir nevi onların gıdalarıdır; güzel kokudan zevk alır ve hoşlanır onlar. Burada, selim fıtratı en üst seviyede temsil eden Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) güzel kokudan hoşlanıp, güzel koku süründüğünü hatırlatıp geçelim...
Melekler, Cenâb-ı Hakk'ın Zât-ı Ulûhiyetini idrak mevzuunda insandan ileri, esmâ ve sıfatlarını bilmede de öndedirler. Fakat Zât-ı Ulûhiyetine esmâ ve sıfatlarına câmi bir ayna olmak bakımından insanı, his ve duyguları, kalb dünyası ve tefekkür hayatı itibarıyla Allah (celle celâluhu) onlardan daha ileri yaratmıştır.
Biz, bazı melekleri isim ve icraatlarıyla bilip tanıyoruz. Zira onlar hakkında hem Kur'ân-ı Kerim'de, hem de İki Cihan Serveri'nin mübarek sözlerinde çeşitli vesilelerle bahisler mevcuttur. Bazı melekleri ise, sadece gördükleri vazifenin nev'i itibarıyla ve hepsine birden verilen unvanla biliyoruz; fakat bu mevzuda herhangi bir rivayet söz konusu olmadığı için, biz de onların isim ve adetleri hakkında malumat sahibi değiliz.
Dört büyük melek olan Cebrail (aleyhisselâm), Mikâil (aleyhisselâm), İsrafil (aleyhisselâm) ve Azrail'i (aleyhisselâm) tanımamıza rağmen, Arş'ın hamelesi sekiz meleği, Mele-i A'lâ'yı, Nediyy-i A'lâ'yı ve Refik-i A'lâ'yı bilemiyor ve tanıyamıyoruz.
Dört büyük meleğin dışında bildiklerimiz de var: Kerûbiyyun melekleri, Müheyyemun melekleri, Cennet'in nâzırı Rıdvan ve Cehennem'in bekçisi Mâlik isimli melekler gibi...
Ayrıca, ana karnındaki ceninin durumuyla ilgilenen meleklerle, her insanın söz ve davranışlarını kaydeden "Kirâmen Kâtibîn" melekleri de bildiklerimiz arasındadır. Diğer taraftan, hadislerde beyan edildiği üzere, her mü'minin kendisini koruyan 360 meleği vardır. Bunlar, hususiyle yaşlıları ve yavruları muhafaza ederler. İnsana hayrı gösteren, mü'min için dua ve istiğfarda bulunan, kâfirlerin ise içine korku salan ve onları endişeye sevk eden melekler olduğu gibi, ibadet, zikir ve ilim meclislerini takip eden, ikindi ve sabah namazlarında vazife değiştiren, Cuma günleri getirilen salâvatları seyre dalan, Kur'ân dinleyen ve böyle yerlere sekine indiren melekler de vardır.
Ve yine, namaz kılan, saflarda saf bağlayan, teşehhüddeki şehadete eşlik eden ve Müslümanlarla musafahada bulunan melekler...
Ölüm anında ve ölüm sonrasında gelen ve kabirde soru soran Münker ve Nekir isimli melekler..
Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraç esnasında, yaratıldıkları günden beri Allah'ın (celle celâluhu) azameti karşısında kimini rükuda, kimini secdede ve kimini de kıyamda müşâhede ettiği melekler...
Yine, zerrelerin hareketinden yağmurun katreler hâlinde semadan inişine, meteorların düşüşünden dünya, yıldızlar, sistemler ve galaksilerin hareketine ve ağaçlardan çiçeklere kadar tekvînî faaliyetlere nezaret eden ve onlara nigehban olan belki kâinatın zerreleri adedince melekler vardır!..
Her nefis, her an ölümü tadıp durmaktadır.[2] Her şey fâni; bakî olan sadece O.[3] Bu, her yaratılmışa şamil bir emirdir ve melekler de bu emirden hariç değildir.. hatta, en son Azrail'e (aleyhisselâm) "Kendi ruhunu kabzet!" denecektir. Bununla birlikte, Allah'a (celle celâluhu) intisaplarıyla hayatlarını idame ettirecekler varsa, onları da biz bilemiyoruz.
Melekler, hususiyle de rahmet melekleri heykel, resim, köpek ve çan bulunan evlere girmez;[4] hayız ve cünüp olanlarla yakın münasebette bulunmaz[5] ve soğan, sarımsak ve pırasa gibi kerih kokulu yiyecekleri yiyip mü'minleri iz'aç ve rahatsız eden kimselerin yanlarına sokulmaz[6]; sigara gibi kerih kokan ve insanları rahatsız eden nesneleri de aynı gruba dahil edip, bu gibi çirkin kokulardan da meleklerin kaçacağını söylemek mümkündür. Meleklerin anne, baba ve akraba ile alâkayı kesenlere de gelmeyeceği rivayetler arasındadır.[7] Eğer meleklerin bizimle beraber olmasını istiyorsak, her şeyden önce onlara, onların istedikleri zemini hazırlama mecburiyetinde olduğumuzu unutmamalıyız.
[1] Tahrim sûresi, 66/6.
[2] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/185.
[3] Bkz.: Rahmân sûresi, 55/26-27.
[4] Buhârî, bed'u'l-halk 7, 17; megâzî 12; cihad 139; libâs 88, 94, 95; Müslim, libâs 81, 82, 83, 84, 103; Ebû Dâvut, hâtem 6; Nesâî, zînet 54.
[5] Ebû Dâvut, tahâre 89; libâs 45; Tirmizî, edeb 44.
[6] Buhârî, ezan 160; et'ime 49; i'tisam 24; Müslim, mesâcid 72; Tirmizî, et'ime 13; Ebû Dâvut, et'ime 40.
[7] el-Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 8/151.
.
Melek Ne Zaman Korur ve Zahîr Olur?
Allah (celle celâluhu), insanı doğrudan koruduğu gibi, meleklerle de koruyabilir; fakat bunun için insanın, irade ve kalbi ile kontak olması, safvetinin bu mevzua uygun bulunması, melekle münasebete geçmesi; Allah'la alâka ve rabıtasının devam etmesi ve bir mânevî ittisalin gerçekleşmesi şarttır. Melekler âlemiyle münasebet kuran herhangi bir insanla melekler de münasebete geçerler; Bedir'de, Hayber'de zahîr oldukları ve sahabenin gasline ve cenazesine iştirak ettikleri[1] gibi... Meleklerin korumasını çocuklarda, masum sabîlerde ve beli bükülmüş yaşlılarda da görürüz; çünkü, Allah'ın (celle celâluhu) bunlara hususî bir merhameti vardır. Meleklerin insana yardım edip zahîr olmaları, insanın Hak kapısından ayrılmamasına, ilhah ve ısrarla ciğeri sökülüyor, göbeği çatlıyor ve kalbi fırlıyor gibi yalvarıp yakarmasına ve ruhunun infisale geçerek, O'nunla kontak olup melekût âlemiyle münasebet kurabilmesine bağlıdır. Yoksa, esneyerek ve ne dediğinden habersiz bir kalble değil... Kalıpla ve ucundan tutarak yapılan ibadetlerle bu münasebet kurulamaz; çile ve ızdırap çekmeden, meleğin semavî eli imdada koşmaz.
[1] Buhârî, menâkıbu'l-ensâr, 12; Müslim, fezâilu's-sahabe 123,125; Tirmizî, menâkıb, 3847; el-Heysemî, Mecmau'z-zevâid, 9/308-310; Üsdü'l-ğâbe, 2/221-225; ez-Zehebi, Siyeri a'lâmi'n-nübela, 1/287,294.
.
Cinler, Dumansız ve Korsuz Ateşten Yaratılmışlardır
Cinler, hâlis yani dumansız ve korsuz ateşten yaratılmışlardır.[1] Cinlerin mahiyeti ve yapısı mevzuunda Kur'ân'ın verdiği malumat bu kadardır. Yalnız, bir başka yerde "(Vücudun gözeneklerine) nüfûz eden kavurucu ateş"[2] tabiri de kullanılır. Şu kadar var ki, mahiyet ve keyfiyetleri bizim için yine meçhuldür. Teleskop ve mikroskop, bize henüz böyle bir âlemden ve bu âlemin mahiyetinden bir şey bahsetmiyor. Cin, örtülü ve perdeli demektir.[3] Mahiyetleri konusunda "Ateşten bir şuâ, pırıl pırıl yanan, etrafa kıvılcımlar saçan bir ateş.. kor ya da kömür gibi" ifadeleri, onları anlatmaya yeterli midir bilemiyorum. Nasıl insanın morfolojik mahiyeti protein çorbası hâlinde yeryüzünden toplanmışsa, cinler de ateşin özünden alınmış oldukları için ateşin hususiyetini taşırlar. Bu, hava-ateş veya hava ile ateşin alaşımı alaz gibi bir madde midir, yoksa radyasyon mudur, partikül müdür veya güneşin ziyası mıdır bilemiyoruz. Belki de bunların enmuzeci, karışımı bilmediğimiz bir maddedir. Belki de atomun partikülleri, dalgaları veya atomaltı âlemden meydana gelen bir iyon halitası; bir esîrî vücud veya anti-madde varlıklardır. Titreşim süratlerinin saniyede 300.000 km.den fazla olması, görünmelerine ve aletle tespit edilmelerine mâni olduğundan, onları kimse görmemektedir. Görünen maddî varlıkları meydana getiren temel yapı 'kuant' denilen enerji zerreleridir; fakat bunlar, 5000 santigrat derecede çözülür ve müstakil atomlara dönüşürler. Hâlbuki, kâinatta binler, milyonlar santigrat derecede gök cisimleri vardır. Demek oluyor ki, oralarda yüksek ısıya dayanıklı enerji gibi varlıklar mevcuttur; bir farkla ki, bunlar şuurlu ve iradelidirler.
Evet cinler, belki de esîrî varlıklardır. Esîr denilen madde hakkında ilim adamlarının muhtelif görüşleri ve mevcut olup olmadığı tartışmaları vardır. Bu mevzuda âyetlerde sarih bir şey olmamakla birlikte, bir hadis-i şerifte "Allah'ın Arş'ı en önce amâ üzerindeydi."[4]; bir başka hadiste "Su üzerindeydi."[5] buyrulmaktadır. Buradan, 'amâ' sözüyle başka bir mânânın kastedildiği anlaşılabilir. Yani atomların, moleküllerin teşekkülünden önce icraat-ı ilâhî, hükmünü 'amâ' gibi, yani esîr gibi bir şey üzerinde yürütüyordu. İtikadî bir mevzu olmadığından üzerinde fazla durmak, vardı-yoktu, öyleydi, değildi böyleydi tartışmalarına girmek lüzumsuz olur. Yokluğu izah edilemediği gibi, henüz varlığı da izah edilemiyor. Var olabilir; en küçük maddeden öte, ışığı geçiren, sezilmeyecek kadar latîf bir şey olabilir; kim bilir, belki de maddenin tükendiği yerde esîr başlamaktadır.
Evet cinler, belki de mekân buudları dahilinde bile eşyayı bize gösteren ışık dalgalarının içinde göremediğimiz varlıklardır. Kelimelerle, ilmî tabirlerle bir şeyler söylenmeye çalışılsa bile, yapılarının nasıl olduğu ve yaratılış maddelerinin hangi keyfiyette bulunduğu mevzularında kat'î hükme varmak yanlış tevil ve tefsirde bulunmak olur ki, bu da vahyi kendi hesabımıza konuşturmak demektir. Zira, Kur'ân'da geçen 'mâric' ve 'nâr'[6] ile, 'nâr-ı semum'un[7] ne olduğunu bilemiyoruz. Bakın, aslı toprak olan insan neticede nasıl bir şekil alıyor ve hangi hâli kazanıyor; o hâlde cinlerin yaratıldığı ateş de, kim bilir nasıldır!?
[1] Rahmân sûresi, 55/15.
[2] Hicr sûresi, 15/27.
[3] İbn Manzûr, Lisanu'l-arab, "cin" mad.
[4] Tirmizî, tefsîru sûre (11) 1; İbn Mâce, mukaddime 13; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 4/11, 12.
[5] Buhârî, bed'u'l-halk 1; Tirmizî, tefsîru sûre 3, 5 (11) 9.
[6] Rahmân sûresi, 55/15.
[7] Hicr sûresi, 15/27.
.
Cinler, İnsanlar Gibi İman ve İbadetle Mükelleftirler
Maddî âleme ait latîf varlıklar olan cinlerin şuur sahibi ruhları vardır. Maddî yapılarındaki farklılık sebebiyle insan ve meleklerden, şuur sahibi olmakla da nebat ve hayvanlardan ayrılırlar. İnsanlar gibi iman, ibadet ve kullukla mükellef bulunduklarından, mü'min de kâfir de olabilirler. Müslümanların galip veya mağlup olmaları, cinler âleminde de aynı tesiri gösterir; yani, Müslümanların galibiyeti cinnî Müslümanların da galip; mağlubiyetleri cinnî Müslümanların da mağlup olması demektir. Erkeklik ve dişilikleri olduğundan evlenir ve çoğalırlar.. ömürleri hakkında 1000 yıla kadar rakamlar verilmiştir.
.
Meleklere İnanmanın Faydaları
Allah'a (celle celâluhu), haşir ve neşr'e inanma gibi meleğe inanmanın da, insan üzerinde çok müsbet tesirleri vardır. Bir defa bu inanç, ferde huzur verir ve onun vahşetini ünsiyete çevirir.. melek insana enîs ü celîs olur ve onunla arkadaşlık yapar. İlhamlar, insanın kalbinde onunla mevcelenir; mânâ yüklü hüzmeler, onunla gelir. Bu sayede insanın içi huzurla dolar ve bu nurlu varlıklarla onun hayatı da nurlanır. Ayrıca, her an meleklerin kontrol ve murâkabesi altında bulunulduğu düşünülerek günahlardan uzak kalınır ve beşerî hevesata karşı frenleyici bir unsur olması sayesinde, hayatın zapturapt altına alınması kolaylaşmış olur.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), meleklerin havâssından, en faziletlilerinden de faziletlidir. Peygamberlere vahiy getiren melek de sair meleklerden faziletlidir. Beşer arasında Bedir, Uhud ve benzeri gazvelerde bulunanların bulunmayanlara karşı bir üstünlük ve fazileti olduğu gibi, meleklerden o gazvelere iştirak edenlerin de etmeyenlere karşı aynı şekilde üstünlüğü vardır.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Gökte benim iki vezirim vardır: Cebrail ve Mikâil; yerdeki iki vezirim ise, Ebû Bekir ve Ömer."[1] buyururlardı.
[1] Tirmizî, menâkıb 16.
.
Melek ve Cinlerin Hareketleri, Zaman ve Mekân Kaydına Bağlı Değildir
İçinde yaşadığımız şu pek çok yönleriyle izafî âlemde kudret, kuvvet, konuşma tarzları, ağırlıklar, zaman ve hız gibi şeyler de izafîdir. Meselâ, cisimleri aynı büyüklükte olan bir yumurta ile, yumurta kadar bir odun arasında ve yine aynı büyüklükteki taş, demir ve civa arasında ağırlık yönünden mühim farklılıklar vardır. Bunun gibi, cisimlerin kendilerine has düşme ve hareket hızları mevcuttur. Meselâ ses, belli bir hıza sahiptir. Işık ise, "Ben maddenin hız sınırıyım." der. Madde, çekim gücü ile düşerken hızı devamlı artar; yani, ilk saniyede 5 metre düşüyorsa, ikinci saniyede, düştüğü miktar ile o saniyenin karesinin çarpımına eşit bir mesafeye ulaşır. Böylece, ikinci saniyedeki ulaştığı mesafe, 4x5 olur; üçüncü saniyede 9x5, dördüncüde 16x5, beşincide ise 25x5=125 m.ye varır. Ve hız yükselip de belli bir doruğa ulaştığında zaman yavaşlamaya başlar; neticede, ışık hızına ulaşan madde, maddiyetini kaybedip, madde ötesi bir mahiyet kazanır.
Durum, maddede dahi böyle olduğuna göre, süratleri maddenin süratinin çok fevkinde, hatta ışık hızının da ötesinde olan ruh, melek ve cinleri görmememiz gayet normaldir. Einstein ve Lorenz, maddenin hız sınırını ciddî bir fizik kanunu şeklinde saniyede 300 bin km olarak tespit etmişlerdir. Materyalistler, buradan hareketle, "Evren sınırlı, dolayısıyla evrenin ötesinde yine madde var." şeklinde bir neticeye varmak istemişlerse de, çalışmalar, maddeye has bu sınırın geçilebileceğini göstermiştir. Bilim adamları, kütle kavramının dışında ışınların var olabileceğini matematik formüllerle ispatladılar ve bunlara 'Tachyon ve Syrnkoff ışınları' dediler. Sürat sınırı aşıldıktan sonra ortada madde vasfı kalmaz; hız azalınca yine maddîleşme, kütle ve görünürlülük ortaya çıkar.
Madde için yapılan bu tespitlerin verâsında melek, ruh ve cin'in sürat ve mesafe kat'etmesi mevzuu daha iyi anlaşılmış olacaktır. Demek ki, izafiyetler âleminde bir yerde zaman ve mekân kaydı artık söz konusu olmamaktadır.
.
Melek ve Cinler, İnsanlara Nispetle Daha Büyük ve Daha Ağır İşler Yapabilirler
Her şeyden önce, hiçbir iş ve şe'nin Allah'ın (celle celâluhu) kudretine ağır gelmeyeceği malumdur. Elmanın birini de binini de, bir bahçeyi de bütün dünyayı da, atomu da galaksiyi de, balığı da denizi de aynı kolaylıkla yaratan Allah (celle celâluhu), insana, meleğe ve cinlere de istediği ölçüde güç ve kudret verebilir. Esasen insanın yaptığı, meleklerin ve cinlerin yaptığından hiç de aşağı değildir. Dünya küresinin ve gök cisimlerinin hareketlerine nezaret eden melekse, dünyayı evirip çeviren, maddeye şekil veren ve medeniyetler kurup, teknolojiler üreten de insandır; insan, elinde beş parmak yerine bir parmak, kollar yerine kuş kanatları ve kendi ayağı yerine fil ayağı olsaydı, bütün bu yaptıklarını yapabilir miydi acaba? Sonra bütün bu işleri el, ayak ve parmaklara mı vereceğiz? İşte, görünmeyen meleklerin ve cinlerin yaptıkları harika işler ve işte, beyindeki görünmeyen reaksiyon ve elektrik akımlarının yaptıkları!. Elimiz, kolumuz, kaslarımız ağırlıkları ne ile kaldırıyor? Gide gide maddî güç ve kuvveti bulunmayan kemik iliklerine ve beyinden gelen latîf akımlara varmıyor muyuz?
Hava akımı ve rüzgârlar, gözle görülmedikleri hâlde ağaçları söker, evleri yıkar. Bitkilerin ipek gibi incecik kök ve damarları, taş ve kayalarda ne harika tezgâhlar kurup, neler neler dokurlar! İlim adamlarının üzerine düştükleri pek çok enerji kaynakları vardır. Atom santralleri, barajların kabiliyetini de aşıp, ürettikleri enerjiyle maddeyi harekete geçirmekte, hele, tespit edilen lazer ışını ve tespit edilmeyi bekleyen daha pek çok şey, hayatın her sahasında maddeyi evirip çevirmektedir. Demek oluyor ki, görülmeyen kuvvetler, madde üzerinde karşı konulmaz bir hâkimiyete sahiptirler.
Enerji ve ışınlar maddeye böylesine tesir ederken, onların da ötesinde görülmeyen varlıklar olarak melekler ve cinler de, Allah'ın (celle celâluhu) kendilerine verdiği kumanda aletleriyle maddeyi harekete geçirip, bizim üstesinden gelemeyeceğimiz harika işler yapabilirler. Kaldı ki, insan bile -ruh bahsinde temas edildiği üzere- çok harika işler becerebilmektedir; medyumların eşyayı aletsiz, temassız harekete geçirip, ateşle oynamaları gibi...
.
Meleklerin ve Cinlerin Sayısı Ne Kadardır?
Meleklerin ve cinlerin sayısını ancak Allah (celle celâluhu) bilir. Bir damla suda milyonlarca canlıyı var eden, bir milimetre küp kanda 4-5 milyon alyuvarı yaşatan, birkaç damla menide insan olmaya müheyyâ milyonlarca spermi barındıran, denizde balıklara ve toprak altında şu kadar canlıya hayat veren Allah (celle celâluhu), dilerse yağmur damlaları adedince de melek yaratır. Zira O Kudret Eli'nin aza da, çoğa da taalluku birdir.
.
Meleklerin ve Cinlerin Temessülü, Şekil ve Mahiyet Kazanıp Görünmeleri
Suyun buharlaşması, katı maddelerin gaz, sıvı ve buhar hâline dönüşmesi, atomun parçalanıp enerji dalgaları ve kuantlar hâline gelmesi, yıldızların kara delikler hâlinde ortaya çıkmaları gibi, hayatımızda ve kâinatta görülen âlemden görülmeyene doğru bir faaliyet, bir akış ve bir hamle mevcuttur. Bu ilâhî icraatı tersine düşündüğümüzde ise, görülmeyenden görülene ve bilinmezden de madde olarak müşâhede edilir hâle gelmeye doğru bir akışın varlığını gözlemek mümkündür. Gazlar sıvı olur; kristalleşir cisim olur; buharlaşan su zerrecikleri, "Bizi yok zannetmeyin, görülmüyoruz ama, kaybolmadık." der gibi, damlalar hâline gelip başımızı ıslatır; gök tarlasındaki pamuk yığınları, yer aynasına kar örtüsü olarak yansır... Hatta, buhar hâlinden çıkan su, daha da kesafet kazanayım ve şekillenip görüneyim diye buz olur, demirden de olsa kabını parçalar. Beynimizde plânladığımız nice görünmezler, dış âleme intikal edip görünür ve maddî vücut kazanırlar.
İşte, görünmeyen varlıklar olan melek, cin ve ruhanîler de, her ne kadar kendilerine has yapılarıyla bu âlemde görülmeseler bile, bu âleme has vasıtaları kullanıp, kılıf ve elbise giyerek görünebilirler. Meleklerin ve cinlerin bu şekilde görünmelerine 'temessül' diyoruz. Kur'ân, temessülü anlatırken, "(Melek, Meryem Validemize) tastamam bir insan şeklinde temessül etti."[1] der. Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy getiren melek, bazen kendine has keyfiyetle, bazen bir muharip şeklinde, bazen de daha başka suretlerde geliyordu. Benî Kureyza üzerine yürüneceği zaman Cebrail (aleyhisselâm), tozu toprağı üstünde bir muharip suretinde gelmiş ve "Yâ Resûlallah, siz zırhlarınızı çıkardınız, fakat biz melekler taifesi çıkarmadık." demişti.[2] Yine aynı melek, bazı zaman oluyordu ki, Dıhye (radıyallâhu anh) suretinde geliyor,[3] bazı zaman da, dini talim maksadıyla üzerinde hiç de yolculuk emaresi taşımayan bir misafir kıyafetinde geliyor ve "İman, islâm, ihsan nedir?" şeklinde sualler sorup, verilen cevapları "Doğru" diye tasdikleyip gidiyordu[4]...
Cinler ve şeytanlar da, melek gibi temessül edebilir. Hüseyin Cisrî'ye göre, Allah'ın (celle celâluhu) kendilerine verdiği yaratılış biçimi sayesinde havadan, esîrden veya benzeri bir maddeden istedikleri kadar alıp yoğunlaştırarak istedikleri şekle sokar ve o şekli âdeta bir elbise yapıp, o elbise içinde insanlara görünürler. İmam Şiblî, Ebû Ya'lâ'nın beyanına dayanarak, cinlerin ve şeytanların kendi kendilerine şekil değiştiremeyeceklerini, buna güç ve takatlerinin olmadığını, fakat Allah'ın (celle celâluhu) kendilerine öğrettiği kelime ve isimlerden âdeta şifre vazifesi yapan birini söylediklerinde, Allah'ın (celle celâluhu) onları bir şekilden diğer şekle, bir hâlden başka bir hâle soktuğunu belirtir. Bu, kendi âleminden başka bir âleme, o âleme ait bir vasıta ile geçebilmek için sanki sınırda söylenmesi gereken bir kelime, gösterilmesi şart bir vize ya da askerin geçit için sorduğu parola gibidir. Cinler ve şeytanlar, kendi kabiliyet ve iradeleriyle bu tebdil-i kıyafeti (transformasyon) yapamazlar; yapmaya kalkıştıklarında, bünyeleri parça parça olur ve hayatiyetlerini kaybederler.
Cinlerden olan şeytan da, insan kılığına girebilir. Nitekim, onun Bedir Savaşı öncesi Necidli bir yaşlı suretinde Kureyş'e gelerek, kurdukları tuzak için onlara tahrik edici fikirler verip, çareler tavsiye ettiği rivayet edilir.[5] Aynı şekilde bir başka defa, ganimetlere nöbetçilik yapan bir sahabinin şeytanı ganimete zarar vermek isterken yakaladığı ve onun yalvarıp yakarması karşısında da salıverdiği nakledilir. Hâdise üçüncü defa tekerrür edince şeytan, kendisini Allah'ın Resûlü'ne götürmeye karar veren sahabiye, "Bırak da, sana bizden korunup, emniyette olacağınız şeyi söyleyeyim." der, Sahabi, "O nedir?" diye sorunca da, "Âyetü'l-Kürsî" cevabını verir. Hâdise kendilerine intikal edince Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Habis yalancıdır ama doğru söylemiş." buyururlar.[6]
Kur'ân'da, cinlerin Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur'ân dinledikleri ve bu mevzudaki mütalâaları da anlatılır: Cinler, "Ey kavmimiz, doğrusu biz Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, Hakk'a ve doğru yola ileten bir kitap dinledik, dediler."[7] Hadis kitaplarında da, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara Kur'ân okuduğu ve dini tebliğ ettiği muhtelif rivayetlerle belirtilmektedir. Bu hâdiselerden birinde İbn Mesud (radıyallâhu anh)[8], bir diğerinde ise Hz. Zübeyr (radıyallâhu anh), bir noktaya kadar Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) refakat etmişlerdi.
Cinler, insan kılığında görünebilecekleri gibi, hayvan şeklinde de görünebilirler. Yılan, akrep, sığır, merkep ve kuş kılığına girdikleri de anlatılmaktadır. Nitekim, Nahle Vadisi'nde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), onlardan biat kabul ederken, akrep ve kelb gibi herhangi bir hayvan kılığında görünmemeleri veya kendi suretlerinde, ya da daha başka munis bir surette tezahür etmeleri teklifinde bulunmuş, ümmetine de, "Siz evinizde böyle bir haşere gördüğünüzde, ona önce üç defa "Allah rızası için git!" deyin; belki o cin arkadaşlarınızdan olabilir. Eğer gitmezse, o zaman cin değildir; zarar verecekse, öldürebilirsiniz." buyurmuşlardı.[9] Bu, bir bakıma iki ayrı taifenin, iki ayrı cinsin veya iki ayrı sınıfın mukavelesi gibiydi ki, onun bu teklifine karşı cinler de, "Ümmetin her şeye besmele çeker, her şeyi kapatır ve muhafaza ederse, biz onların yiyecek ve içeceklerinden ne yer, ne de içeriz." şeklinde söz vermişlerdi. Tabiî ki, cinlerin bizim yediklerimizden nasıl istifade ettiklerini bilemiyoruz. Belki havasından, belki kokusundan, belki de müteaffin keyfiyetinden istifade etmektedirler. Nitekim bir hadis-i şerifte, "Tezek ve kemiklerle taharetlenmeyiniz; çünkü onlar cin kardeşlerinizin yiyecekleridir."[10] buyurulur.
[1] Bkz.: Meryem sûresi, 19/17.
[2] Buhârî, meğâzî 30.
[3] Buhârî, iman 37; Müslim, iman 271; menâkıb 27.
[4] Müslim, iman 1; Nesâî, iman 6; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, iman 4.
[5] İbn Sa'd, et-Tabakâtu'l-kübrâ, 1/227; Abdurrezzak, el-Musannef, 5/390.
[6] Buhârî, vekâlet 10; Tirmizî, sevabu'l-Kur'ân, 3; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 5/423; 6/52.
[7] Ahkaf sûresi, 46/29.
[8] İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ân, 7/274-285.
[9] Ebû Dâvut, edeb 162; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 3/27.
[10] Buhârî, menâkıbu'l-ensâr 32.
.
Cinlerle Temas Kurulabilir mi? Cinler, İnsanlara Hangi Hallerde Zarar Verir?
Bazı insanların ruhları cinlerle temasa müsaittir; çabuk trans hâline geçebilir, çabuk bizim buudlarımızın dışına çıkabilir ve onların âlemi, onların buudları, onların dilleri ve haberleşmeleriyle mayalanabilirler. Bu bir fıtrat meselesidir.. ancak, bundan bir insanî üstünlük mânâsı da çıkarılmamalıdır. Evet, görülmeyen bu kuvvetlerin tâbi oldukları belli prensipler vardır. Dolayısıyla insan, her arzu ettiği yerde bunlara iş yaptıramaz... Zira onlar, Allah'ın (celle celâluhu) tayin ettiği buudun dışında iş yapamazlar. Kişi, mazhar olduğu bir kısım esmâ ve kelimeleri sırlı kilitleri açar gibi kullanıp cinlerle temasa geçebilir ama, cinler kendilerine verilmeyen imkânı kullanamazlar. Bu itibarla her insan, cinlerden istifade edemez, eden de, onları her arzusunda kullanamaz. Bununla birlikte, bazı kelimeleri cinlere ait birer kod, birer telefon numarası gibi çevirip, belirli şekillerde ve belirli sayıda tekrarlayarak, onlarla irtibat kuran insanlar da az değildir.
Birtakım yolları ve usulleri olmakla beraber cinlerle irtibat kurma, mürşid ve rehber ister ve o işin ehli olmayı gerektirir. Usul, prensip ve rehber olmazsa, hata ve yanlışlıklar yapıp paçayı kaptırma ihtimali de vardır. Bu tür şeylerle meşgul olanların gözleri mânâ âlemine açık değil ve kendileri ayaklarını basacakları yeri bilemiyorlarsa, o zaman habis ruhların saldırısına uğrar, onların hâkimiyeti altına girer ve onların oyuncakları olurlar: Neticede cinler, böylelerini bazen gurur ve kibre sevk eder, okşayıp şımartır; yeri, zamanı gelince de korkutup tehdit ederek tesirleri altına alır ve kendi hesaplarına konuşturup, iş yaptırırlar. Nitekim, 20. asırda Hindistan'da Gulam Ahmed Kâdıyânî, böylesi habis ruhların kurbanı olmuştur. Hind yogizmine karşı fakirizm yolunda İslâm adına mücadele etmek istemiş, fakat habis ruhların saldırılarına uğrayıp, oyuncakları hâline gelmiş.. habis ruhlar, önce kendisine müceddit olduğunu kabul ettirmişler; sonra da mehdiliğine, ardından da İsa-Mesih olduğuna inandırmışlardır. En sonunda da, -hâşâ- "Allah bana hulûl etti ve bende göründü." demeye kadar gitmiştir. Habis ruhlar, habis olanlarla çabuk kontak kurar ve onları cinnete kadar götürebilirler.
Cinler, ehl-i imana daha çok cünüplük ve hayız-nifas hâllerinde, abdestsiz-namazsız hayat sürenlere de yine bu hâllerde musallat olup, onları değişik şekilde ve değişik seviyede baştan çıkarabilirler. İşlenen her bir günah, şeytan ve habis cinlere açılan bir kapı ve pencere durumundadır. Bilhassa hassas tipler, bozuk ruhlular, duadan ve dualıların atmosferinden uzak lâubali hayat yaşayanlar, çabuk cinlerin tesirine girerler. Tabiî ki, cinlerin hayat sınırlarını ve hukuklarını ihlâl ve besmele çekmeden evlerini ve yurtlarını işgal de, cinlerden zarar görmede mühim faktörlerdir. Bu yüzden Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bize pis yerlere girerken dua etmemizi öğretiyor ve onların bulundukları mezbelelik, çöplük, hamam, otluk, helâ ve hatta kabirlerde namaz kılmamızı yasaklıyor.[1] Bu yerler, şeytanın ve kötü ruhların uğrak yerleridir. Evet Efendimiz, helâya girerken, "Allahümme innî eûzü bike mine'l-hubsi ve'l-habâis"[2]dememizi talim buyuruyor ve ileride geleceği üzere, hayatımızın her safhasında dualı olmamızı, bu kabîl zararlı oklara hedef olmaktan korunmamızı temin edecek bir kale ve kalkan sayılabilecek temiz muhitlerde bulunmamızı, temiz insanlarla düşüp kalkmamızı, dualarla bir atmosfer oluşturmamızı ve ibadetle korunmamızı emrediyor. Öyleyse, cinlerin her türlü kötülüğünden emin olmak isteyen, her şeyden önce günahlardan şiddetle kaçınarak, onların girecekleri delikleri kapamalıdır.
[1] Tirmizî, mevâkît 141; İbn Mâce, mesâcid 4.
[2] "Allahım, serepa pis olan erkek ve dişi şeytanlardan Sana sığınırım." Buhârî, vudû 9; daavât 14; Müslim, hayz 122, 123; Ebû Dâvut, tahâre 3.
..
Sihir (Büyü) Gerçek midir ve Yapılabilir mi?
"Sihir (büyü) yoktur, inanmam." diyenler, ya meseleyi dinî menşeli görüp, küfürlerinin muktezası olarak reddeden inkârcılardır ya da hiç okumamış, duymamış ve dünyada yaşayıp yaşamadıkları belli olmayan gafil tiplerdir. Şahsen, camide gördüğüm ellisini aşmış birisi, bana bir zaman şöyle demişti:
"Ben, geçen yıla kadar büyü diye bir şeye inanmıyordum. Derken, akrabamdan biri delirdi; nöbet geldiğinde kaskatı kesiliyor ve gözlerini bir noktaya dikiyordu. Gitmediğimiz doktor, gitmediğimiz cinci kalmadı. En son gittiğimiz yerde, bu işle uğraşan kişi okudu ve daha başka şeyler yaptı. Dönüşte arabaya bindik ve o yakınımız hiç alışmadığımız bir tonla, "Neredeyim ben, ne oldu bana?" dedi. Şaştım kaldım. Ve ondan sonra inandım ki, büyü oluyormuş."
Evvelâ, Kur'ân, karı ile kocanın arasını açan sihirden bahsetmekte ve Süleyman ve Musa peygamberler zamanındaki sihir hâdiselerini tafsilatıyla mevzu yapmaktadır.[1]
İkincisi, bir Yahudi bizzat Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) sihir yapmış; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun tesiriyle sıkıntı duymaya başlayınca, sihir malzemesi, meleğin işaretiyle içine atıldığı kuyudan çıkarılmış ve Muavvizeteyn'in okunmasıyla Allah (celle celâluhu), o musibeti Efendimiz'den defetmişti.[2]
Üçüncü olarak, hayata mal olmuş öyle hâdiseler ve misaller vardır ki, sadece şahsî müşâhedelerimi arz etmeye kalksam, 20-30 sayfa tutar. Fakat yukarıda zikredilen misalleri, emsallerine de delâlet etmesi itibarıyla hatırlatıp geçmek istedim.
Evet, hadisin beyanıyla nazar hak[3] olduğu, yani tesiri mümkün olduğu gibi, büyünün de tesiri mümkün ve vâkidir. Ancak, başkasına büyü yapıp kötülük etmek, karı-kocayı birbirinden ayırmak, bu yolla insanları birbirine düşürmek, tutsun tutmasın bu mevzuda gayret sarf etmek, büyü yapmak ve yaptırmak, yapana yaptırana yardımcı olmak, kat'iyen haram ve günahtır.. helâl itikat ederek yapmak ve yaptırmak da küfürdür. Fakat, birisi gerçekten cinlere veya büyüye maruz kalmış da ızdırap çekiyorsa, okumakla onu bu ızdıraptan kurtarmak herhâlde sevaptır.
Şu kadar ki, bu mesele bir meslek, meşgale ve iş hâline getirilmemelidir. Zira, Kitap ve Sünnet'te bu meseleyle alâkalı bir şey bilmiyoruz. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), cinlerle görüşmüştür ama, bu O'nun nübüvvet vazifesi çerçevesinde cereyan etmiş ve onların da peygamberi olduğundan, kendilerine dini tebliğ etmiş, biatlerini almış ve yapmaları gereken mükellefiyetleri bildirmiştir.. bunun dışında, cinlerle nasıl irtibat kurulur, onlar nasıl çalıştırılır, büyü nasıl yapılır ve bozulur, bu mevzularla hiç mi hiç uğraşmadığı gibi, nurlu beyanlarında da bu mevzu ile ilgili herhangi bir şey görmüyoruz. Fakat, cinlerin yaklaşma noktalarını, zararlarını ve habislerinden kurtulma yollarını talim etmiştir. Şu kadar ki, umumî mânâda ümmetin bu meselelerle uğraşması tasvip edilmese dahi, belli bir kuvvete, ruh gücüne sahip olan ve mânâya gözleri açık bulunan zevatın cinleri hayır istikametinde kullanmasında da herhâlde bir mahzur olmasa gerek. Zira Kur'ân'da, bu istikamette bir kısım peygamberlerin eliyle gösterilen bir ufuk noktası bulunmaktadır..!
[1] Bakara sûresi, 2/102.
[2] Buhârî, tıbb 47, 49, 50; bed'u'l-halk 11; cizye 14; edeb 56; daavât 58; Müslim, selâm 43; İbn Mâce, tıbb 45; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 6/57, 63-64, 96, 367.
[3] Buhârî, tıbb 36; libâs, 86; Müslim, selâm 41, 42; Ebû Dâvut, tıbb 15.
.
Cinler, Gelecekte Çalıştırılabilir mi?
Kur'ân'da, Süleyman Aleyhisselâm'ın kuşlardan ve cinlerden ordularının olduğu, cinlerin kaleler, havuzlar ve kazanlar yaptıkları, içlerinde bina ustalarının ve denizlere dalan dalgıçların bulunduğu, ayrıca birkaç bin kilometre uzaktan Belkıs'ın tahtının anında getirildiği anlatılır.[1]
Âyetler, bizi fizik ötesi âlemlere götürmekte ve metafizik vak'alarla tanıştırıp, cin, şeytan ve ruhanîlerle kalbin ve hissin diliyle konuşabileceğimiz bir âlemde gezdirmektedir. İnsanlık, şu anda bu işin henüz elif-basında ve emekleme devresinde bulunmaktadır. Telepatinin, ruhlarla konuşmanın, cin ve şeytanlarla en geniş sahalarda haberleşme yapmanın ve onları emir altına alıp iş gördürmenin perdesi yeni yeni aralanmaktadır. Maddeyle alâkalı laboratuvarlarda halledilemeyen meseleler olacak, görülmeyen âlemlere ve canlılara müracaat lüzumu duyulacak ve başka âlemlerden gelen şifreleri çözmek için nezih veya habis ruhlara, cinlere ihtiyaç baş gösterecektir. İrtibat arttıkça, onları kullanma sahalarına temayül de artacaktır.
Yukarıdaki âyetlerde ifade edildiği gibi cinler, Hz. Süleyman'a (aleyhisselâm) hizmet ediyorlardı. Her nebi, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden birine mazhardır; aynı zamanda nebiler, kendi isimlerinin de mazharıdırlar. Süleyman ismindeki remiz ve mânâ, şehadet ve gayb âlemleri üzerinde hüküm sürmektir. Böyle bir ismin muktezası olarak, o nebinin bir eli görünen, diğer eli ise görünmeyen âlemde tasarruf yapabiliyor ve muhaberede bulunabiliyordu. Bu, sair enbiyâda ara sıra ve mucizevî oluyordu ama, Hz. Süleyman'da (aleyhisselâm) ileri derecedeydi. Ayrıca burada, imana ve Kur'ân'a hizmet eden cemaatlerin sahip olmaları gereken yol ve usullere de işaretler vardır.
Nebi, alet u edevatsız ve maddî sebepler olmaksızın cinleri teshîr edip emrine bağlamış, onlar vasıtasıyla haberleşmiş, onları çalıştırmış ve bu sahada nihaî sınırı göstermiştir. Âyetin ifadesiyle, emrinde bulunan cinler, Hz. Süleyman'ın (aleyhisselâm) kendilerinden yapmalarını istediği şeyleri yaparlardı. Çok muhteşem hüsnü sanat eserleri ortaya koyarak, bu sanatın gelişmesi ve ihyası hususunda insanlara büyük destekleri olmuştur. İleride cinler, aynı sahada daha geniş çapta kullanılacak ve onları istihdam edenler, son sınır taşlarını yerlerine koyacaklardır.
Yine Kur'ân'da, -yukarıda ifade edildiği gibi- Hz. Süleyman'ın (aleyhisselâm) cinleri denizlerin diplerine dalma ameliyesinde istihdam ettiği de belirtilmektedir.[2]Telepatinin bu işle alâkası vardır veya yoktur; fakat her hâlükârda, bir gün iaşeleri temin edilerek, cin taifeleriyle deniz altında üç-beş ay kalınabilecektir. Zira Allah'ın bir Peygamberi, bize bu mevzuda da son ufku göstermektedir.
Muhabere sahasında da cinlerin büyük çapta kullanılabileceğine âyet işaret etmektedir. Büyük devletler, teknik ve teknolojik sahada verdikleri kavga ve mücadelede cinleri kullanıp, -haberleşmede dinlenme ihtimali ortadan kalktığı ve çok seri hareket ettikleri için- telsiz ve telgrafın çalışması ve kod, şifre ve anahtarlarının ele geçirilmesi hususunda cinlerden faydalanacaklardır. Gariptir; bu mevzuda bugün en fazla gayret gösterenler de, mânâya karşı en kapalı milletlerden olan Rusya ve Çin'dir.
Cinler ile konuşmanın sağlanması, emniyet teşkilatlarının da işine yarayabilir. Meydana gelen veya gelişme safhasında olan faaliyetler ve grup olayları anında merkeze bildirilip, kontrol altına alınabilir. Kim bilir belki o zaman, cinlerden de komiserler ve emniyet müdürleri olacaktır.
...Ve gün gelecek, milletlerin gizli bir şeyi kalmayacak, cin ve şeytanlar bütün kapalı şeyleri, milletlerin sırlarını ve gizli yanlarını açığa çıkararak, herkesin en gizli yönlerine muttalî olma imkânını sağlayacaklardır. Ne var ki beşer, her şeyi ruhanîlerin ve cinlerin yaptıklarına inanacak ve bu sahadaki gelişmeler sonucunda cinlerin bu şekilde kullanılması, bir bakıma Allah'ın (celle celâluhu) ve Kur'ân'ın inkârına yol açacak; neticede de insanlar, ruhlarını tatmin için bunları kullanabileceklerdir.
Enbiyâ sûresinin 82. âyetinde, cinlerin daha başka işler de gördükleri belirtilerek, belki cinlerin ileride bizim bilemediğimiz ve tahmin edemediğimiz daha pek çok işlerde de kullanılabileceğine işaret olunmaktadır. Siz bunu, ister bin senelik hâdiselerin kitaplaştırılması, ister yerin altına ve yer altındaki madenlere ıttılâ ve isterseniz deniz dibinde asırlardır bulunamayan batık gemilerin tespiti, yeni zenginlik kaynaklarının keşfi veya cinleri uzay dalgıçları ya da cin uydular şeklinde istihdamla değişik bilgiler edinilmesi olarak düşünebilirsiniz. Fakat, her zaman olduğu gibi bu sefer de, verdiğimiz bu malumatın sonunda yine "Her şeyin doğrusunu Allah bilir." demeyi ihmal etmemeliyiz.
[1] Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/82; Neml sûresi, 27/17, 39; Sebe' sûresi, 34/12; Sa'd sûresi, 38/37.
[2] Enbiyâ sûresi, 21/82.
.
Cinler, Hastalıklara Sebep Olabilir mi?
Cinler, maddeye nüfuz edebilecek mahiyette varlıklardır. "Cin şudur" diyemiyorsak da, her hâlükârda cinlerin latîf, görülmeyen, tesir ve nüfuz kabiliyetine sahip varlıklar olduğu açıktır. En basit misaliyle, röntgen şuâları insan bedeninde rahatlıkla yol alabiliyor ve belli ışın çeşitleri maddeyi eritip yapısını değiştirebiliyorsa, bu ışınlardan daha latîf olan cinler, insan bedenine neden nüfuz edemesin ki!. Evet cinler, insanın fizyolojik yapısına tesir edip, çeşitli zararlara yol açabilir; damarlara ve beynin merkezî noktalarına müdahale edebilirler.
Lazer ışını, 1960'lara kadar bilim-kurgu romanlarının hayal silahı idi. Ancak T. Warman'ın ilk kırmızı lazer ışınını tespitinden sonra geliştirilmiş olup, bugün bilgisayardan haberleşmeye, nükleer silah sanayiinden polisiye araştırmalara, hatta tıbba kadar pek çok sahada kullanılmaktadır. Meselâ 40 yıl önce işlenmiş bir cinayetteki hiçbir aletin tespit edemediği parmak izleri lazer ışınlarıyla ortaya çıkarılabilmekte ve çok aletlerin göremediği şeyler görülebilmektedir. Bundan daha önemlisi de, damarlarımızda âdeta kanla beraber akıp gitmekte ve tıkanmış damarların açılmasında da kullanılmaktadır ki, göz ameliyatlarında kullanılması, bunlardan sadece biridir. Diğer taraftan, ciğerlerimize çektiğimiz havadaki bir miktar oksijen kanı temizlemekte ve damarlarımıza sirayet etmektedir. Tam bu noktada sözü yine Söz Sultanı'na bırakalım: "Şeytan, insanların kanının dolaştığı yerde dolaşır!"[1]; sanki alyuvarlaşır veya akyuvarlaşırmış gibi...
Şu hâlde, başta şeytan olmak üzere, bütün cin taifesinin insanlara zarar verebilecek şekilde yaklaşarak, maddî-mânevî tahribata yol açabilmeleri mümkün görünmektedir. Şeytanın yaklaşmasını, açtığı yaraları ve bunlardan korunma yollarını inşâallah bir sonraki mevzuda ele alacağız.
Şeytan ve cinler, doğrudan doğruya fizyolojik hastalıklara da sebep olabilirler. Alyuvarlarımıza binip, damarlarımızın içinde dolaşabildiklerinden dolayı, bu her zaman mümkündür. Ne biz bu mevzuda mübalâğaya kaçalım, ne de hekimler bu gerçeği reddetsinler. Sözgelimi, biri kalkıp, "İhtimal, kanser hâdisesinde hücrelerin anarşisine sebep olan da bu habis ruhlardır." iddiasında bulunur, buna karşılık siz de "olamaz" derseniz, bu takdirde peşin hükme saplanmış olursunuz. Durum, gerçekten belki de böyledir; en azından, mülâhaza dairesini açık tutmak gereklidir. Kanser hakkında bugüne kadar söylenen sözler ve yapılan tariflerin en mâkulü, onun bir hücre anarşisi olduğudur; vücudumuzdaki en küçük parçaların anarşisi.. yani, vücudun normal nizam ve âhengine başkaldırma ve normal hücre gelişme faaliyetini bozma. Bu, hem iç, hem de dış uzuvlarda olabildiği gibi, kanserli hücrelerin yavaş üreyeni de vardır, seri üreyeni de. Cinlerin kanser bölgesine yerleşip, bir örgüt çalışması gibi hücre anarşisi oluşturmaları, her zaman mümkündür. Cinler nasıl görünmeyen varlıklarsa, kanser de çok kere baştan belli olmayıp, kendini geç hissettirmekte, hissettirdiği zaman da, artık ilaçlar fayda vermemektedir.
Kanser gibi sara hastalığında da habis ruhların tesirini kabul etmek, makul bir yol olsa gerek.. kim bilir belki de cinler, beyinde bir kısım guddelerin normal çalışmasına ve fonksiyonlarını icra etmelerine mâni olmaktadırlar.
Yine, habis ruhlar, insan aklını bozma ve sinir sistemine tesir edip, cinnete yol açmada da tesirli olabilirler. Gerçi, hekimler şizofreninin bütün çeşitlerini maddeye vermekte ve bazılarını da irsî görmektedirler ama, cinlerin damarlara girip kişinin muvazenesini bozmaları, sinir sistemini harap ederek, zaman zaman dengeli olunurken, bazen de çılgınlığa yol açmaları da mümkündür. Yanlış anlaşılmasın; ne sara, ne de şizofreni mutlaka cin eseridir demek istemiyorum; fakat, "olması mümkündür" diyorum. Çünkü bu hastalıklar, çok defa dualı bir ağzın ciddî bir okumasıyla geçmektedir.
Arkadaşlarımızdan biri, yaşlı bir kadının dua isteğini getirdi. Bu yaşlı kadıncağız için doktorlar, "Kanser metastaz yapmış ve her yanını kaplamış; bir hafta kadar ya yaşar, ya yaşamaz... Götürün, son günlerini evinde geçirsin." demişler. Kadıncağızın şahsıma büyük hüsnü zannı varmış; arkadaşımızı araya koyup ısrarla, "Dua etsin, şifa bulurum." demiş. O masumeye nasıl dua ettiğimi şimdi hatırlamıyorum. Altı ay sonra arkadaşıma "O kadına ne oldu?" diye sordum; "Yaşıyor" dedi. Sonra aradan iki yıl gibi bir zaman geçti, "Ne oldu?" diye yine sordum; "Hacca gitti geldi, torunlarını büyütüyor." cevabını aldım.
Yine, bir saralı hasta getiriliyor; devamlı rahatsız ve nöbeti olan bir adam. Bir hocaefendi açıyor Kur'ân'ı ve üç-beş âyet okuyor; hasta şifa bulup gidiyor.
Bu vâkıaları maddenin fonksiyonlarıyla izah etmek mümkün değildir. Hap vermek suretiyle beyinde belli bir temas temin etmeye muvaffak olabilirsiniz.. bunun bir tesiri de olabilir ama, okuma da şifaya sebep olabilir.
Bir misal daha arz edeyim: Teyzem, cinnet getirdi ve her şeyi yakıp yıkmaya başladı. Zincirlerle ancak zapt edilebiliyordu. Kendini hastahanenin dördüncü katından aşağı attı, bir şey olmadı. Kocası bir hocaefendiye gitti, bir şeyler yazdırdı getirdi ve bıraktı. "Beni niye böyle zincirlere bağladınız?" dedi, sızlanmaya başladı.. hayret, teyzem iyileşmişti...
Tıbbın ve doktorların altından kalkamadıkları öyle vak'alar, öyle misaller var ki, hemen her gün bir tanesini duyar veya yaşarsınız.
Son olarak, yıllar önce Balçova karakolunda bekçilik yapan bir zatın bizzat yaşayıp anlattığı bir vak'ayı nakletmek istiyorum: Bu adamcağızın ilk yedi çocuğu doğumlarının 17. gününde boğulup ölmüşler. Sonunda, ağzı dualı bir hocaefendiye bir şeyler yazdırmış ve artık sekizinciden itibaren çocukları yaşamaya başlamış...
Nasıl şimdi, Avrupa ve Rusya görünmeyen kuvvetleri haberleşme gibi bir kısım hizmetlerde istihdam etmeye başlamışlarsa, büyük ihtimal ileride de cinnî hastalıklara karşı dua ve benzeri tedavi yollarını kullanır hâle gelecekler, hatta, belki de cinlerle tedavi popülerlik kazanıp, üniversitelerde ayrı bir kürsüye bile kavuşacaktır! Bugün bile ülser tedavisinde telkin yolunu kullanan hekimler var; ayrıca mûsıkî dinletip, hastanın moralini yükseltmekle tedavi denemeleri de yapılıyor. Bütün bunlar ruhun varlığını ve tedavide bile mânânın ne derece önemli olduğunu göstermektedir. O hâlde, şuurlu habis ruhların ve hastalıklara yol açan cinlerin mevcudiyetlerini inkârda ne mânâ var?!..
[1] Buhârî, i'tikâf 8, 11, 12; Müslim, selâm 24; İbn Mâce, sıyâm 65; Ebû Dâvut, savm 79; edeb 81.
..
Habis Ruhların ve Cinlerin Şerrinden Korunmak İçin Ne Yapılmalı ve Ne Okunmalıdır?
a. Evvelâ, Allah (celle celâluhu) ve Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile iyi münasebet kurup, İslâm'ın prensiplerine uyulmalıdır.
Bu işin birinci ve en sağlam yolu, Allah (celle celâluhu) ve Resûlü'yle (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok iyi münasebet kurmak, din-i mübin-i İslâm'ın prensiplerini hayatımıza hayat yapmak, gönülde derinleşmek ve tertemiz havamızla kendi âlemimizi yaşamaktır. Bir yandan bunları yaparken, bir yandan da habis ruhların sızabileceği hiçbir boşluk ve günah penceresi bırakmamak gerekir. Ruhta açılacak bir gedik, onların sızmasına zemin hazırlayabilir.
b. Fiilî ve kavlî dua ile Cenâb-ı Hakk'a (celle celâluhu) ilticâ edilmelidir.
Cinlerin ve habis ruhların şerlerinden korunmada ikinci önemli bir unsur, hususiyetle duanın kulluğumuzun bir parçası ve silahımız olarak dilimizden düşmemesidir. Evet, korunmamız, hâl-kâl, iç-dış, fiil-dil bütünlüğü ve birliği içinde olmalıdır.
Dua, fiilî ve kavlî olmak üzere iki şekildedir. Çiftçinin tarlayı sürmesi, tımar etmesi, ekmesi, sulaması fiilî dua; sonra da el açıp, "Yâ Rabbi, bereket ihsan eyle, rahmetini bol bol ver." diye yalvarması da kavlî duadır. Birinci dua olmaksızın ikincinin yapılması, insana herhangi bir şey kazandırmayacaktır. Buna karşılık, sadece fiilî dua ile yetinilmesi ise, yümün ve bereketi, hele hele kulluğu eksik bırakacak ve bütün yaptığı, başında bir olmayan sıfır yığınından ibaret kalacaktır.
Diyelim ki bir mü'min, "Yâ Rabbi, mü'minleri muzaffer eyle." diye dua eder; bu güzeldir ama, kâfi değildir. Çünkü, tek kanatla kuş uçmaz. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Bedir Savaşı öncesi eksiksiz hazırlık yapması ve sonra da bütün benliğiyle Allah'a yönelerek dua etmesi gösteriyor ki, fiilî dua yapılacak, yani, sebepler dairesinde yapılması gerekli olanlar yapılacak ve elden geldiğince sebeplere riayet edilecek, sonra da kavlî dua için eller açılacaktır.
Bunun gibi, vücudumuzda bir rahatsızlık ve hastalık hissettiğimizde hekime gitmemiz, ilaç kullanmamız birer fiilî duadır. Arkasından, şifayı verecek olan Cenâb-ı Hakk'a el açıp, şifa dilememiz de kavlî duadır. Bazen yalnız Allah'a teveccüh ve kavlî dua ile hastalıklarımız, baş ve diş ağrılarımız geçebilir ama, bazen de murad-ı ilâhî başka olur ve hekime müracaatımız istenir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Allah her derdin devasını yaratmıştır, tedavi olunuz."[1] buyurmakla, bu fiilî duaya bizi teşvik etmektedir. Şu kadar ki, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, şifayı Allah'tan (celle celâluhu) bilerek ve bir kulluk vazifesi olarak kavlî duamızı her hâlükârda yaparız.
Ne var ki, bazen münhasıran kavlî duanın yetmediği gibi, fiilî duanın yetmediği de olur. Ve Allah (celle celâluhu), şifayı bazen iki duaya birden, bazen de sadece birine bağlar. Her şey O'nun elindedir. Niceleri vardır ki, kavlî dua nedir bilmedikleri hâlde sıhhat içinde, zevk dolu bir hayat yaşarlar; buna karşılık, ilaç kullandıkları ve duayı da bir an için olsun ağızlarından düşürmedikleri hâlde, Allah'a (celle celâluhu) gönülden bağlı insanların hayatlarını dertlerle kıvrım kıvrım sürdürdükleri görülür. Böyle durumlarda biz, duamızın kabul olmadığını sanırız. Hâlbuki kabul etmek ayrı, cevap vermek ayrıdır. Her dua işitilir ve icabet edilir fakat bu icabet, istenilenin aynen verilmesi şeklinde olabileceği gibi, tehir edilip sonra verilmesi veya dünyada verilmeyip, ahirete bırakılması şekillerinde de olabilir; tamamen, Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine bağlıdır bu. Siz doktoru çağırdığınızda o, icabet eder gelir; fakat "Bana şu ilaçları ver." dediğiniz zaman, doktor o ilaçları size aynen vermeyebilir; neyi uygun görüyorsa onu verir ve uygun görmediğini de vermez ya da daha iyisini, daha faydalısını verir. Teşbihte hata olmasın, Cenâb-ı Hak da kulun dualarını her zaman duyar, duyduğunu duyurur ve onun kalbine huzur verir; çünkü O, insana şah damarından daha yakındır. Fakat hikmetinin muktezası olarak, kulunun her istediğini vermeyebilir; bu vermeyiş, bazen kulun yararına olacağı, bazen de ileride daha faydalı şekliyle vereceği içindir. Sonra, mülkün sahibi O'dur ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.. lütfu da hoştur, kahrı da. O, abes iş yapmaz; her yaptığında bir değil, bin hikmet vardır.
Ayrıca kat'iyen bilinmelidir ki, dua da namaz gibi bir kulluktur; sâfiyane, hâlisane, garazsız, ivazsız, karşılıksız ve dünyada peşin bir netice beklemeden yapılmalıdır. İnsan, saf ve dupduru bir gönülle O'na teveccüh edip, rızasını aramalıdır. Ama O, bazen lütuf ve keremiyle ihsanlarda bulunup kulunu hoşnut edebilir... Bu sebeple de, hemen neticesi alınsın ve çarçabuk hedefe nail olunsun diye yapılan dualar kabul görmeyebilir; hâlis ve safî olmadıkları için, kabul noktasına yükselmeleri mümkün olmayabilir...
Peşin ücretler için ısrarla dua edilmemeli ama, Hak kapısında devam ve sebatta mutlaka ısrarlı olunmalıdır. Rabbine ilticadan bir an dûr olmamak, daima hayırlı olanı istemek, günahların yaprak gibi döküldüğü, fazilet ve insanî değerlerin ziyadeleştiği o kapıda sadakatte bulunmak, sebat etmek ve imtihanda olduğumuzu unutmayarak neticeleri ahirette beklemek, samimî kul olmanın gereğidir.
c. Nezd-i Ulûhiyette makbul kimselerin duası alınmalıdır.
Nezd-i Ulûhiyette kıymet ifade eden duası makbul kimselere müracaat edip dua etmelerini istemek, çok önemli ve yararlıdır. Nitekim, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu şekil müracaatlar çok olurdu: Ahmed İbn Hanbel, Taberanî'nin rivayetlerinde Ümm-ü Hâni (radıyallâhu anha) naklediyor: "Allah'ın Resûlü'ne mecnun bir çocuk getirildi. Efendimiz ona dokunup, "Çık ey Allah'ın düşmanı!" buyurdu; sonra, çocuğun yüzünü yıkayıp dua etti ve çocukta hiçbir şey kalmadı."[2] Biz de, hüsnü zannımız olan böyle kimselere müracaat eder, onlardan dua dileriz. İnşâallah Cenâb-ı Hak da şifa ihsan eder.
Cinlere maruz kalındığında hemen cinlerle uğraşanlara gidecek olursak, bu bizde evhama yol açar ve kuvve-i mâneviyemizi kırabilir.. sonra, başkaları tarafından istismar da ediliriz. Ona gider iki muska, berikine gider iki muska alır ve zavallı hastayı muska hamalı hâline getiririz. Bu muskalardan bir tanesi kaybolacak olsa, hasta titremeye, korkmaya başlar ve ümitsizliğe düşer. Yani, şifa bulayım derken, daha fazla rahatsızlıklara düçar olur. Bu sebeple, dua ettirmek en iyisidir. Abdullah İbn Amr (radıyallâhu anh), çocuklarına dua öğretir, bilmeyenlerin de üzerine yazıp, kordu. Sonra, bu işe de çok bel bağlamamak lâzımdır. Zira, sahih hadis kaynaklarının rivayetine göre Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), 70 bin insanın sorgusuz-sualsiz Cennet'e gireceğini müjdelerken, bunları, pazubent bağlamayanlar, teşe'üm, tefe'ül ve muskaya itibar etmeyip Allah'a mütevekkil olanlar diye saymaktadır.[3] Onun için, hem duayı bırakmamak, hem de Allah'a (celle celâluhu) tevekkül etmek en iyisidir.
d. İnançlı psikiyatrist ve hekimlere gidilmelidir.
Bu mevzudaki diğer tavsiyemiz, materyalist ve inkârcı olmayan ve ruhlara, cinlere ve onların tesirlerine inanan ehil psikiyatrist ve hekimlerimize gidilmesidir. Fakat inanmayan ve kalb ve ruhun gıdasızlığından ve tatminsizlikten dolayı vicdan ve duyguları arasında muvazene kuramayıp düal yaşayan hekimler, habis ruhların hücumuna uğrayanları daha çok bataklığa teşvik edip, bunalımlı, stresli kimselere, "Git, kadınlarla münasebet kur, ye-iç, eğlen ve kötü düşüncelerini atmaya çalış." demektedirler. Böyle bir tavsiye, susuzluktan yanıp kavrulmuş birisine, "Biraz daha yan" diye deniz suyu vermek gibi bir şeydir. Zaten, hastayı hasta eden, kalbinin bağırsaklarına yedirilmesi, düşünce hayatının ölüp sönmesi ve habislerle düşüp kalkmasıydı. Evet, böyle düşünen tıp da, tabip de tek gözlü sayılır; kaybettiği diğer gözünü bulunca, o da ilerde müstakim görmeye başlayacaktır...
e. Âyetü'l-Kürsî, Muavvizeteyn vb. dualara müracaat edilmelidir.
Evvelâ, Allah'a (celle celâluhu) sığınma, O'na dehalet etme ve himayesine girme, bu mevzuda en önemli yeri olan bir husustur. Allahü Teâlâ'nın Kur'ân'da kullarına emrettiği de budur: "Sana şeytandan (şeytanî) bir dürtü olacak olursa, hemen Allah'a sığın."[4] yani "Eûzübillahimineşşeytânirracîm" de! Bu arada, Mü'minûn suresi 97. ve 98. âyetlerinin ezberlenip okunmasını da tavsiye edip geçelim.
Âyetü'l-Kürsî, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından bizzat tavsiye edilmiştir. Sahabi, zekât malına el uzatmak isteyen insan suretinde bir habis ruhu yakalamıştı. O habis ruh, kurtulmak için "Bırak beni, sana bizden kendini koruyacak dua öğreteyim: O, Âyetü'l-Kürsî'dir." demişti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de,"O yalancıdır, fakat bu defa doğru söylemiş." şeklinde tenvirde bulunmuşlardı.[5]
Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) Yahudiler tarafından sihir yapıldığında Muavvizeteyn, yani Felak ve Nâs sûreleri okunarak sihir çözülmüştü.[6] Ayrıca Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Âişe Validemiz'in (radıyallâhu anhâ) beyanıyla, sabah-akşam "Üçer defa Felak ve Nâs sûrelerini okur, birbirine birleştirdiği avuçlarının içine üfler ve her defasında ellerini vücudunun erişebildiği yerlerine sürerdi."[7]
Yine, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sabah-akşam üçer defa بِسْمِ اللّٰهِ الَّذِي لَا يَضُرُّ مَعَ اسْمِهِ شَيْءٌ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ derdi ki -biiznillah- felce maruz kalmamanın teminatıdır.[8] Yine, أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللّٰهِ التَّامَّاتِ مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ وَهَامَّةٍ وَمِنْ كُلِّ عَيْنٍ لاَمَّةٍ de, tavsiye[9] ve tecrübe edilen dualar arasındadır.
İmam Gazzâlî'nin bu husustaki tavsiyesi, 1 kere Bismillâhirrahmânirrahîm, 10 kere Allahü Ekber, 19 defa لاَ يُفْلِحُ السَّاحِرُ حَيْثُ أَتَى 10 ve مِنْ شَرِّ النَّفَاثَاتِ فِي الْعُقَدِ 11okumaktır.
Bir başka zatın tavsiyesine göre, her defasında önce bir yudum su, çay, ya da çorba içip, arkadan bir defa yukarda geçen bu iki âyet okunmalı ve bu okuma bu şekilde 19 defa tekrarlanmalıdır.
Bu mevzuda daha pek çok dualar vardır ki, hadis kitaplarına bakılmalı veya ehline sorulmalıdır. Ayrıca Ashab-ı Bedir, Cevşen ve Kaside-i Bür'e de tavsiye edilebilir.
f. Dualarla cinlerden ve habis ruhlardan kurtulanlara misaller:
1. Yakınlarımdan biri felç olduğunda, kendisine bir hafta Kaside-i Bür'e okunmuştu; Allah'ın (celle celâluhu) izniyle bir hafta sonra düzeldi.
2. Çok sevdiğim bir arkadaşımın hanımında evlenir evlenmez cinnet emareleri baş göstermişti. Kaskatı kesilip, gözleri dönüyor ve "Geldiler" diyordu. Gitmedikleri hekim kalmadı; Prof. Dr. Ayhan Songar da bir hayli meşgul oldu. Sonra, Allah (celle celâluhu) başka bir yerden kapı açtı ve böyle arızalı, malûl kimselere okuyan bir hocaefendi, bir ay gelip, bu kadına okudu ve biiznillah hasta belli ölçüde ifakat buldu. Bir defasında Ashab-ı Bedir'in isimlerini de yanıma alarak, hastanın beyi olan arkadaşımı ziyaret etmek istedim. Ben daha merdivenlerden çıkarken kadın, "Hoca geliyor, onun da iflahını keseceklermiş." diye bağırmaya başladı. Ben içeriye girmedim; Ashab-ı Bedir'in isimleri bulunan kâğıdı arkadaşa verdim ve o da götürüp onu kadının üzerine bırakıverdi. Sesi aşağıya kadar gelen hemşiremiz şöyle diyordu: "Niye kaçıyorsunuz? Hz. Hamza geldi diye mi?"
Bunu nasıl izah eder ve hangi maddî sebebe bağlarsınız, bilemeyeceğim..! O mübarek hemşiremiz, şu anda tamamen iyileşmiş durumdadır.
3. Şimdi de, bir arkadaşımızın birkaç müşâhedesini bizzat kendi ağzından nakledelim:
"İzmir-Balçova'da vazifeli iken, 18 yaşlarında, sosyeteye mensup oldukları belli iki genç yanıma geldi. Biz camiden çıkmıştık; onlar da dışarıda bekliyorlardı. Yüzlerinde bir korku ve telaş emaresi hissettim. Ürkek bir tavırla yanıma sokulup, "Biz falan semtte erkekli-kızlı ruh, cin çağırma seansları düzenliyorduk. Geliyor, fincanlarımızla oynuyor ve harflerle konuşuyorlardı; biz de eğleniyorduk. (Ruh çağırmaya zaten 'sosyete çerezi' dense yeridir.) Sonra bıraktık. Fakat, bu işe ara verdiğimizden bu yana ruhlar, gece gündüz peşimizi bırakmaz oldular; bilhassa geceleri çok rahatsız ediyorlar. Yataklarımızı hareket ettiriyor, dolaplarımızın kapaklarıyla oynuyorlar; perişan olduk. Ne yapacağımızı bilemediğimizden camiye geldik." dediler. -Ah, doğumlarda, düğünlerde, ölümlerde ve darda kalınınca akla gelen camiler ve neslimiz!- Sonra, birden dedi ki: "Biliyor musunuz, şu anda bile ileride şu ağacın altındaki taburenin üstünde bulunuyorlar." Ben "Gelin, camiye girelim." dedim. -Tek barınak, tek sığınak Allah'ın evleri...- Girdik ve uzun boylu konuştuk. Malumatım olduğu kadarıyla, bunun tehlikeli bir iş olduğunu, iman ve irfanla, ilmî ve dinî meselelerle meşgul olmakla bu rizikolu badirenin atlatılabileceğini söyledim ve bazı dualar yazıp verdim.
"Akşam evimde odama çekilmiş kitap okuyordum. Bir ara salonda birbiriyle oynaşıp duran oğullarım odama gelip, "Baba" dediler, "yan odada ışık yandı, duvarda dolaşanlar var."
Meseleyi anlamıştım. Gündüz, ellerinde oyuncak olmaktan kurtardığım gençlerin intikamı alınmak isteniyordu. Akılları sıra bana gözdağı vereceklerdi. Masamın üzerinde bulunan dua kitabını aldım ve Ashab-ı Bedir'in isimlerini okumaya başladım. Daha ben okurken ışıklar söndü ve duvarda dolaşanlar kayboldu. Belli ki, benden hoşlanmamışlardı."
4. İzmir'in Altındağ semtinde cami görevlisi olarak vazife gören bir arkadaş da şunları anlatmıştı:
"Her minareye çıkışımda, arkamdan gelen takunya sesleri duyardım. Bilhassa akşamları daha sık oluyordu. Akşam ve yatsı namazlarından sonra cemaat dağılıp da cami boşaldığında, ışıkları söndürüp kapıyı kapamak üzere harekete geçerdim. Çok kere ben daha düğmeye dokunmadan ışıklar sönüverirdi. Bu o kadar uzun süre devam etti ki, dayanamadım, vazifemi başka bir camiye naklettirdim."
5. Havran'ın Çakırdere köyünden bir köylü de, başından geçen bir hâdiseyi şöyle nakletmişti:
"Bir yaz gecesi, tarlaları domuz sürülerinin zararından korumak gayesiyle, köyde âdet olduğu üzere tarladaki kulübemde kaldım. Yalnızdım. Yakınımda da kimsecikler yoktu. Yanımda tüfeğim olduğu hâlde yatağa uzanmış, duruyordum. Bir ara kapı açıldı. Gecenin yarısında kim gelmiş olabilir diye hayret ve şaşkınlık içinde kapıdan gelene bakarken, bir de ne göreyim: Gelen bizim hanım, elinde de fener. Bu kadar uzak mesafeden ve böyle geç vakitte hanımımın gelmesi mümkün değildi. Aklıma geldi ve bildiğim duaları okumaya başladım. Gelen, arkasına dönüp gitti. Giderken kapıyı kapatmayı da ihmal etmedi!"
6. "Bir türlü geçmek bilmiyordu..." diye başlıyor bir başkası.. ve devam ediyordu: "Her çareye başvurdum. Doktor doktor dolaştım. Yapılan müdahaleler geçici oluyor ve bir müddet sonra siğiller teker teker ellerimde belirmeye başlıyordu. Birisinin tavsiyesiyle -şimdi hatırlayamayacağım- bir dua okudum. Ertesi gün ellerim tertemiz hâle gelmişti. Hatta o sıralarda, aynı dertten rahatsız bir gence de o duayı tavsiye etmiştim. Birkaç gün sonra karşılaştığımızda ellerini göstermiş ve "İşte, hepsi geçti." demişti."
Bu ve bunlara benzer yüzlerce hâdise vardır ki, hiçbirini madde ile izah mümkün değildir. İlim adamlarımıza düşen vazife, bunları toptan inkâr edip görmezlikten gelmek yerine, bu çeşit tedavilerin de kendi çapında bir ilim olabileceğini kabulle, meseleye bir de bu açıdan yaklaşmalarıdır. Vâkıaları görmezlikten gelmenin kimseye fayda getirmeyeceği ve böyle davranmanın ilim ve fenle uzaktan yakından bir alâkasının bulunmadığı, bilhassa günümüzde artık herkesin malumu olan bir husustur.
[1] Tirmizî, tıbb 2; İbn Mâce, tıbb 1; Ebû Dâvut, tıbb 1, 11; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 2/278.
[2] Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 4/171-172; et-Tabarânî, el-Mu'cemu'l-kebir, 5/275.
[3] Buhârî, rikâk 21, 50; tıb 17, 42; Müslim, iman 371, 372, 374.
[4] Fussilet sûresi, 41/36.
[5] Buhârî, vekâlet 10; Tirmizî, sevabu'l-Kur'ân, 3; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 5/423; 6/52.
[6] Buhârî, tıbb 47, 49, 50; bed'u'l-halk 11; cizye 14; edeb 56; daavât 58; Müslim, selâm 43; İbn Mâce, tıbb 45; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 6/57, 63-64, 96, 367.
[7] Buhârî, tıbb 39; daavât 12; Müslim, selâm 50; Ebû Dâvut, edeb 98.
[8] Ebû Dâvut, edeb 101; İbn Mâce, dua 14; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned 1/62, 66, 72.
[9] Buhârî, enbiyâ 10; Ebû Dâvut, sünne 20; Tirmizî, tıbb 18.
[10] Tâhâ sûresi, 20/69; Nâs sûresi, 113/4.
[11] Felak sûresi, 113/4.
.
Şeytan, isyan etmezden önce, ibadet ü taatte meleklerin içinde görünüyor ve onların yaptığı işi yapıyordu.[1] Nurdan yaratılmış meleklerden olmadığı için de, melekler gibi teminat altında değildi. Melekler, daha önce ifade edildiği gibi, isyan etmez, başkaldırmaz ve emrolunanı yaparlar.[2] Şeytanın içinde bulunan kibir nüvesi ve isyan tohumu, Âdem'e (aleyhisselâm) secde teklifi karşısında çatlayıp hortlayıverince, gerçek mahiyeti ortaya çıkmıştı. Kibirle, "Ben ondan üstünüm ve hayırlıyım; onu çamurdan, beni ise ateşten yarattın." dedi.[3] Âyetin beyanıyla, esas isyan eden İblis olup, İmam Şiblî'nin de ifade ettiği gibi, bu isyanından sonra "Şeytan" ismini ve kıyamete kadar da yaşama iznini aldı ve "Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım (baştan çıkarıp, isyan ettireceğim) diye yemin etti."[4]
Burada şu hususu öncelikle belirtmek isteriz: Savaşta düşman ordusunun tek tek fertlerinden ziyade mensubu bulundukları birliklerin kuvvet ve güç durumları, silah ve cephane keyfiyetleri, manevra kabiliyetleri, sayı ve silah üstünlükleri ve tuttukları mevziler gibi, muharebede en mühim yeri olan hususlar etüd edilir ve ona göre vaziyet alınır. Yoksa, düşman subay ve eratının saç ve göz rengi, elbise tipi ve diğer şahsî hususiyetlerini bilip tespit etmek hiçbir işe yaramaz. Yarasa da, diğer hususlar kadar ağırlığı olamaz. Durum, cin ve şeytanlar hususunda da böyledir; belki bu mesele üzerinde biraz fazla durduk, fakat yine de teferruata girmiş sayılmayız.
Bize bu mevzuda esas gerekli olan, şeytanların yaklaşma yollarını ve ebedî hayatımızın teminatı olan iman evimizden bizi vurabileceği hile ve desiselerini tespit edip, gerekli çareleri bulup kullanmaktır.
[1] Kehf sûresi, 18/50.
[2] Tahrim sûresi, 66/6.
[3] Sa'd sûresi, 38/76.
[4] A'raf sûresi, 7/17.
.
Şeytanın Yaratılmasının ve İnsanları Yoldan Çıkarmasına Müsâade Edilmesinin Hikmeti Nedir?
a) Şeytan yaratılmasaydı, insanın yaratılmasının bir hikmeti olmazdı. Bir defa, Allah'ın (celle celâluhu) asla günah işlemeyen ve şeytanın vesvesesine maruz kalmayan melekler gibi sayılmayacak kadar çok yaratığı vardır. Allah (celle celâluhu), insandan ayrı ve farklı olarak nebatatı ve hayvanatı yarattığı gibi, ilâhî sanatları meleklerden farklı şekilde aksettiren aynalar olarak da insanları yaratmayı murad buyurmuştur. Evet, yarattığı insanların mahiyetlerinde meknî bulunan kabiliyetlerin inkişafı, gelişmesi ve özlerinin ortaya çıkması için de, karşılarına bir tahrik ve teşvik unsuru ve bir terakki vesilesi olarak şeytan ve habis ruhları çıkarmıştır. İçindeki kibir ve isyan ukdesini dışa vuran şeytan, yaptığı işi şuurlu olarak yapmaktadır. Şeytan, insanı arkadan kovalayan rakip bir maratoncu gibidir. İnsanın hedefe varabilmesi, muzaffer olabilmesi için, peşini bir an olsun bırakmayan bu ezelî rakibini aşabilmesi, geride bırakması ve ondan daima önde ve daha ileride olması gerekmektedir. Eğer kendisine böyle tahrik ve teşvik unsuru olabilecek bir rakip ve hasmı bulunmasaydı, onun bu ciddî yarışı yapması ve kabiliyetlerini geliştirmesi kat'iyen gerçekleşmeyecekti; daha doğrusu, kabiliyetlerini geliştireceği zemini bulamayacak ve neticede de körelip gidecekti. İnsanoğlu, en yüksek insanlık derecesini ve insan-ı kâmil mertebesini bu ezelî hasmına karşı verdiği mücadele ile elde etmiş ve bağrında Ebû Bekir'ler yetiştirmiştir.. ve yine aynı insanoğlu, bu müsabakadaki acz ve iradesizliğiyle de Ebû Cehil'lerin meşcereliği olmuştur.
b) Şer olan, şeytanın yaratılması değil, ona tâbi olup şer işlemektir. Nasıl herhangi bir cinayete, o cinayette kullanılan bıçak veya tabanca değil de, cinayeti işleyen eller gerçek sebep olarak gösteriliyorsa, aynı şekilde, şeytan da insanın işlediği şerlerde kanlı bir alettir ve asıl suçlu, bu aleti istimal eden kanlı eldir. Evet, insandaki nefis ve nefsin emrine girmiş olan iradenin, şeytana ait telkinatın tesiri altında bazı kötülükleri işlemekle ulaştıkları kötü neticelerin esas sebebi şeytan değildir. Şeytan ve şerler, âdi birer sebeptirler; hakikî illet, insanın iradesidir. Evet insanlar, şeytanın var olmasıyla değil, kendi iradeleriyle kötülük işlemektedirler.
c) İnsan, her şeyi kendi dar dairesinde ve elindeki küçük neticelere göre değerlendirme meylindedir; oysa Allah'ın (celle celâluhu) yaratması, umum neticelere ve faydalara bakar. Meselâ ateş, içine elimizi soktuğumuzda elimizi yakar; -ki, bu bir kesbdir- şimdi, ateşe "bütünüyle zararlıdır" diyebilir miyiz? Haddizatında, onu şerli ve zararlı yapan bizzat kendimiziz. Haydi, bu türden cüz'î zararları olduğunu kabul etsek bile, biz onun umumî neticelerine bakıp, ateşin faydalı ve lüzumlu olduğuna hükmederiz. Elektrik de böyledir, yağmur da... Allah (celle celâluhu), bir şeyi yaratırken umum neticelere bakar. İşte şeytan da, yaratılış noktasında böyle umumî neticelere bakar; Ebû Cehil'in iradesinin dahliyle Cehennem'e sürüklenmesinde de, Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gibi elmas ruhlu binlerce evliyâ, asfiya ve kâmil mü'minlerin terakki edip, Cennet'lere yükselmesinde de şeytanın fonksiyonu vardır.
d) Büyük ve küllî neticelerini bırakıp da, cüz'î şerlere sebep oldular diye ateş, elektrik veya yağmuru muzır görüyor ve "olmasalardı!" diyor muyuz? Hayır. Aynı şekilde, "Neden şeytan yaratıldı?" da diyemeyiz. Nasıl umum bedenin sıhhati ve bu sıhhatin devamı adına cüz'î bir şer sayılan, kangren olmuş eli veya kolu kesiyoruz; aynen öyle de, getirdiği büyük netice ve faydalara binaen, birtakım şerlerden dolayı şeytanın varlığına da ses çıkarmamamız gerekir. Askerlerimiz ölüyor diye askerlik mesleğini kaldıralım ve muharebeye gitmeyelim diyebilir miyiz? Bunun gibi, şeytanın süsleyip püslemeleriyle alıp götürdükleri, nebinin iman adına kazandırdıklarının yanında binde bir nisbetinde ya vardır ya da yoktur. "Nasıl olur? Şeytanın iğvasıyla binlerce insan Cehennem'e gitmiyor mu?" denemez. Çünkü mü'mindeki keyfiyet, kâfirdeki kemmiyetten hem daha önemli, hem daha üstündür. Bir insanın hayatı mı daha önemlidir, yoksa bin böceğin hayatı mı? Bin hurma çekirdeğinden 11'i ağaç olup, gerisi çürüdüğünde, bin çekirdeğe sahip olmak mı, yoksa 989'unun çürümesine rağmen 11 hurma ağacına sahip olmak mı daha kârlıdır?
.
Vesvese, şeytanın insan kalbini kurcalaması ve hayal aynasına bir kısım resim ve manzaralar, hatıra ve hayaller atması demektir. Şeytanın bir insana, bilhassa mü'mine karşı oynayacağı son oyun, kullanacağı son siper, son mevzi ve silah, vesvesedir. O, küfür ve dalâlet adına alt edemediği kimseye karşı çaresizliğinin ifadesi olarak 'vesvese' ok ve mermisini kullanır. Bir cihetle vesvese, şeytanın "Bana yâr olmadın, kendine de olma" düşüncesiyle, mü'mini kendinden etme çırpınış ve gayretidir
.
Lümme-i şeytaniye, şeytanın kendine mahsus topunu, tüfeğini, okunu çevirip, nişan aldığı mü'minin kalb merkezinde önemli bir noktadır... İnsan kalbinde bir bant gibi kayıt yapan, meleğin ilhamının geldiği santralin yanı başında bir de şeytanın yağdırdığı şüphe, tereddüt ve vesvese oklarına hedef olabilecek santral vardır.[1] Bu, aynen aynanın şeffaf ve parlak yüzü ile siyah ve mat yüzünün bir arada bulunması, bir odada mü'minle kâfirin yan yana durması gibidir. Biliyorsunuz, pilde bile (-) ve (+) kutuplar vardır. Bir mânâda bunlar da, böyle bir tamamlayıcılık içindedir.
[1] Tirmizî, tefsîru sûre (2) 35.
.
Vesvese Daha Çok Kimlerde Olur?
Mübtedî Müslümanlarda, işe yeni başlamışlarda pek vesvese olmaz. Vesvese, daha çok kendini can ü gönülden dine vermiş, zimamı ve dizginleri şeytanın elinden koparıp almış, Allah'a (celle celâluhu) karşı ubudiyetini az çok yapan ve iman mevzuunda da terakki edip safvete ulaşan bazı Müslümanlarda olur. Kalbî istidatlarıyla iç âleminde ilerleme yolunda olan, arşiye ve kavsiyeler çizerek insan-ı kâmil mertebesine doğru tırmanan mü'minler, yolun puslu noktalarında şeytanın vesvesesi ile yüz yüze gelirler. Evet insan, ruhun semalarına doğru yükselirken, her menzilde şeytan ayrı bir tuzak kurar ve bekler.. kendine göre en müsait anda okunu çekip atar ve kendine ait yamaçların yeşermesi için kalbe vesvese salar. Demek ki vesvese, biraz da iman babındaki derinlik ve istidata karşı şeytanın bir kıskançlık ve reaksiyonu oluyor.
Vesvese, bazen asabî ve hassas ruhlarda, bazen de fazla gıda alan tenperverlerde olur. Mü'mindeki vesvese, buhranlar ve depresyonlar şeklinde değil de, rahatsızlık verebilecek türdendir. Mü'min çok müterakki de olsa, yine kendisine vesvese gelebilir. Hatta, sahabeden sonra en büyük şahsiyetlerden İmam Rabbanî bile vesveseye maruz kalabilir. Her vesveseye müptelâ insanın mutlaka müterakki ve yükseliyor olması gerekmediği gibi, vesveseye mâruz kalmayanın da sukut ediyor olması lâzım gelmez.
Vesvese, kâfirde olmaz. Kâfirin küfrü vesvese değil, belki hesaplı, plânlı ve inadî bir küfürdür. Kâfirde bunalımlar, iç buhranlar, tatminsizlikler, sıkıntılar olabilir. Fakat bütün bunlar, onu iyice saldırgan ve mütecaviz kılar. Şeytan, kendisine orijinal ve yeni yeni felsefeler üfler; inkârcılık adına çeşitli fikirler verir ve sonunda kâfire kendini de inkâr ettirerek, "şeytan yok" dedirtir.
Evet şeytan, kendi defterine kaydolmuş, zimamını eline vermiş ve arkasından tıpış tıpış gelen kimselere vesvese vermez. Keza şeytan, onun atmosferi ve manyetik alanı içinde daire çizip duran, yerinde sayan, gözleri bağlı, beyinleri gözlerinde ve kalbleri midelerinde olanlara da ilişmez. Onlar, onun kafesinde ve tuzağında eli-kolu bağlı avlardır; "Ne yapalım da kurtulalım." demeyen avlar. Onlar şeytandan, o da onlardan memnun geçinip gitmektedirler; tabiî ki gidecekleri yere kadar...
.
Şeytanın Vesvese Vermedeki Gayesi Nedir?
Şeytan inanmış, iman ve akide zaviyesinden mamur, ibadetlerini yerine getiren mü'minin kalbine girip, onu küfre sevk edemez. Ve hiçbir zaman onun kalbinde Allah'ın (celle celâluhu) mârifet ve muhabbetinin, Fahr-i Kâinat'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnetine ittiba ve iktida düşüncesinin yerini alamaz; ona ibadetlerini terk ettirme mevzuunda başarı kazanamaz. Çünkü mü'min, her şeye rağmen sürekli terakki etmekte, Allah'a (celle celâluhu) kurbiyet kazanmakta ve ruhuyla, duygularıyla, cismiyle nurdan bir helezon içinde yükselmektedir. Bu durumda şeytan, "Hiç olmazsa son mevziinden ona taş atayım; vesvese oklarıyla kalbini bulandırmaya ve ibadetlerindeki huzurunu bozmaya çalışayım. Belki onu meşgul ederim; ederim de, 'Hiç böyle şey olmazdı, bu da ne?' der, vesveseye sahip çıkar ve derken 'Bu kadarı da çekilmez ki' deme noktasına varır." umuduyla, mü'mine vesvese oklarını göndermeye başlar. Bu oklara maruz kalan vesveseli mü'minin başka zamanlarda aklına gelmeyen şeyler, namazda aklına üşüşür: Abdest aldıktan sonra, "Acaba kolumu yıkadım mı, başımı meshettim mi?" der ve tekrar abdest alır; bir daha, bir daha derken, artık abdest de, diğer ibadetler de ona zor gelmeye başlar ve -Allah (celle celâluhu) korusun- sonunda hepsini bırakıverir; neticede de, zaten hedefi kendisini ibadetlerden soğutmak olan şeytanın oyuncağı hâline gelir.
Vesveseler ibadetle alâkalı olabileceği gibi, akide ile ilgili mevzularda da olabilir. Bunun ötesinde şeytan, günahları süsleyerek hayali bulandırır, hissiyatı tahrik eder ve insanı akıl, mantık, muhakeme dinlemez bir hezeyancı hâline de getirebilir.
.
.
Şeytanın Sağdan, Soldan ve Daha Başka Çok Değişik Yönlerden Gelip, İnsana Vurması Ne Demektir?
Şeytanın insana çeşitli yönlerden gelişi, onun içinde bulunduğu değişik durumlara göre değişik buudlarda fenalıklara karşı uyarılması mânâsını ifade eder. Mânâ ve muhteva itibarıyla çok buudlu olan insan, bu buudları geliştirmekle, cismaniyetine rağmen Cennet'e ehil hâle gelir. Hatta, daha dünyadayken bile Allah'ın (celle celâluhu) kendisine bahşettiği âdeta melek kanatlarına benzer kanatları sayesinde ruhanîlerle temasa geçer, cinlerle görüşüp konuşur, meleklerle münasebet kurar ve ötelerden vicdanlara esip gelen hakikatleri duyup, hissetmeye muvaffak olur. Buna karşılık, şeytanın da insanın içinde işleteceği birtakım madenler vardır; bütün himmet ve gayretini bu madenleri işletme üzerine teksif edip, insanı yoldan çıkarmak için uğraşır durur o. Evet, bir kısım fayda ve hikmetler için insanın mahiyetine konan şehvet, gazap, öfke, hiddet, akıl, hırs ve inat gibi şeylerden her biri, diyanetle tadil edilmediği takdirde vicdan mekanizması aleyhinde işlettirilebilir.. ve bu işi yapan da şeytandır.
Meselâ, insan nefsanîlik mekanizmasının altında kaldığı sürece, vicdan, yani meleklik mekanizması, bütün erkânıyla ezilip gitmiş demektir. Meleklik inkişaf edince de nefsanîlik, bütün mekanizmasıyla vicdanın emrine girmiş sayılır. Şeytan, insanın özünü bulmasına karşı hep nefis mekanizmasını kullanır. Sözgelimi, vicdan mekanizması veya vicdanın erkânı diyeceğimiz noktalara hiç yanaşmaz veya yanaşamaz; çünkü orada irade vardır; latîfe-i rabbaniye ve şuur vardır. İnsan, iradesini kullanmasını biliyorsa, kendisine şeytan yanaşamaz; şuur ve latîfe-i rabbaniye ile kanatlı ise şeytanî engellere takılmaz ve irfan semalarında pervaz eder durur. Evet, insan kalbinin daima Allah (celle celâluhu) ile doyduğu bu kuşakta kalbin kapıları, her zaman şeytana sürmelidir! Onun bütün velvele ve fırtınaları, dışarıda ve kendine ait sahada cereyan eder.
Şeytanî ve melekî saha, insanın mahiyetinde birbirine o kadar yakındır ki, biri diğerinden her zaman müteessir olabilir. Meselâ, şeytanî tarafta patlayan bombanın radyoaktif tesirleri melekî sahayı da tesiri altına alır. Yukarıda temas ettiğimiz gibi, şeytan şehveti kurcalar ve insanı nefsanîliğe zorlar; aklı kurcalar, cerbezeye sürükler.. keza, insanın hırsını, öfkesini, kibrini, dünyaya tamahını tahrik eder; ağına düşürdüğü kimselerin his ve ruh dünyalarını bulandırmak ve onları kendilerinden uzaklaştırmak ister.
Fakat şeytan, hep fenalıklarını hissettirerek ve fena şeyler yaptırarak üzerimize gelmez. Soldan geldiği gibi sağdan, önden ve arkadan da gelir. Şeytanın, Allah'a (celle celâluhu) karşı o korkunç düşmanlığını ve insanı nasıl baştan çıkaracağına dair terbiyesizce ve küstahça ifadelerini bizzat Kur'ân anlatmaktadır.[1] Şeytan, önden gelir ve insanın ileriye matuf ümitlerini kırar; haşr ü neşri inkâr ettirir; "İslâm dini, vazifesini bitirdi; artık bir daha dirilmeyecek." dedirtir; sinelere yeis atar, geleceği karanlık ve karadelikler, kaoslar gibi gösterir... Arkadan gelir, geçmişle alâkamızı, nur-u nübüvvet ve nur-u vilâyet ile bağlarımızı keser, "Devir değişti, onlar geride kaldı." dedirtir. Yerinde maziye sövdürür ve kökünü inkâr ettirir. Şeytan, bu şekilde geçmiş ve geleceğe ait menfezleri kapatıp, dün ve yarınla alâkalı bütün bağları kopardıktan sonra, bize içi zehir dolu bir düşünce tarzı ve süslü püslü bir hayat felsefesi takdim eder: "Geçmiş gelecek hep masal, bir daha dünyaya gelecek değilsin; geçen de geçti, sen şimdi yaşamana bak ve ömrünü berbat etme!.." der.
Soldan gelir, insanı açık ve bilinen günah akıntılarına çeker götürür. Beşinci kol faaliyetleri, şeytanın soldan gelip yardımcılarına gördürdüğü faaliyetlerdir. Günümüzde çok yaygın olan bütün haram yolları, şeytanın soldan çarpmasının neticesidir. Burada tek tek bunları sayıp dökerek bâtılı tasvir etmek istemiyoruz...
Evet, şeytanın bir diğer geliş şekli de, suret-i haktan görünmek ve fena şeyleri iyi göstermek suretiyledir ki, bir mü'min için en tehlikeli olanı da budur. Günahlara kapısını kapamış, ibadetine düşkün bir mü'mine şeytan sağdan gelerek kendini beğendirme, muvaffakiyetleri nefsine, fenalık, şer ve hezimetleri de başkalarına nispet ettirme yollarıyla başarı kuşağında ona kayıpların en acılarını tattırır. Evet mü'min, gece teheccüde kalkar; kalkar da, ertesi gün bunu başkalarına anlatırsa, şeytanın sağdan mühim bir darbesine maruz kalmış demektir. Yaptıklarımız ve anlattıklarımızdan ötürü başkaları tarafından medh ü senâ edilmeyi hedefliyor, iş ve hizmet değil de övülmeler hoşumuza gidiyor ve bu övgülerle coşuyorsak, şeytan bizi sağdan vuruyor demektir. Evet, böyle birinin, Kâbe'de tavaf ederken de, cephede en ön saflarda savaş verirken de işi bitiktir.
Ömer bin Abdülaziz (rahmetullâhi aleyh), birine ifade âbidesi bir mektup yazar; sonra da, az çalımlı ve tumturaklı ifadelerle yazdığını fark edince, nefsine bundan pay çıkar mülâhazasıyla tutar, mektubu yırtar.
Yaptığımız işler, vazifeler ve hizmetlerden dolayı nefsimizde bir coşma, bir sevinç meydana geliyorsa, işin içine şeytandan bir şeyler karışmış olabileceği mülâhazasıyla Cenâb-ı Hakk'a yönelmeli ve biatımızı yenilemeliyiz. Evet bize gereken, nefsimizin hoşuna giden şeylere iltifat etmemek; yaptığımızı Allah (celle celâluhu) emrettiği için yapmak, amelin lâzımı olan hazları da ahirete bırakmaktır.
Her insan, Hakk'ın kendisine olan lütuflarını düşünmek ve hangi mertebede olursa olsun, Hakk'ın ihsanlarına mazhariyetin şükrünü eda etmek mecburiyetindedir. O, Allah'a karşı sorumluluk ve şükran vazifesini yerine getirecek, Allah da, engin rahmetinin muktezası olarak, onun niyet ve ihlâsına göre Cennet gibi, ebediyet gibi nimetlerle ihsanlarına ayrı bir derinlik kazandıracaktır.
Bunlardan başka, umumî mânâda, şeytanın sağdan yaklaşıp, büyük meseleleri küçük, küçük meseleleri ise büyük göstermesini de düşünebilirsiniz. Her zaman rastlarsınız; Müslümandır, hacıdır ve caminin müdavimlerindendir. Allah (celle celâluhu), ibadetten ayırmasın. Fakat evinde namaz kılmayan evlâtları vardır; böyle bir durum karşısında kalbi çatlayıp devrilmez de, gelir, camide teferruata ait bir meselenin kavgasını verir.. bazen böyle bir mesele, bid'at bile olabilir. Nesiller, sokaklarda derbeder ve perişandır; hatta bunların içinde onun da oğlu, kızı, torunu vardır; ama gel gör ki, bunları düşünüp üzüleceğine, üzülüp çare arayacağına kalkar, "Camide cenaze bekletilir mi; neden tesbih çekmiyorsunuz; İhlâsları neden okumuyorsunuz?" gibi teferruata ait meselelerin münakaşasını yapar. Bunlar, cenazenin arkasından yedinci, kırkıncı, elli ikinci gecelerdeki şenlikleri kaçırmazlar.. perşembe akşamları nikâh tazelemez ve istiğfar merasimi yapmazsanız, sizi topa tutarlar. Evlerinin en mutena yerinde bir Kur'ân-ı Kerim vardır ama, o hanede hiçbir fert ondan bir şey anlamamaktadır. İşte bu ve benzeri hâller de, şeytanın sağ tokadından da öte sağ kroşeleridir.
[1] A'raf sûresi, 7/17.
.
Şeytanın Sağdan, Soldan ve Daha Başka Çok Değişik Yönlerden Gelip, İnsana Vurması Ne Demektir?
Şeytanın insana çeşitli yönlerden gelişi, onun içinde bulunduğu değişik durumlara göre değişik buudlarda fenalıklara karşı uyarılması mânâsını ifade eder. Mânâ ve muhteva itibarıyla çok buudlu olan insan, bu buudları geliştirmekle, cismaniyetine rağmen Cennet'e ehil hâle gelir. Hatta, daha dünyadayken bile Allah'ın (celle celâluhu) kendisine bahşettiği âdeta melek kanatlarına benzer kanatları sayesinde ruhanîlerle temasa geçer, cinlerle görüşüp konuşur, meleklerle münasebet kurar ve ötelerden vicdanlara esip gelen hakikatleri duyup, hissetmeye muvaffak olur. Buna karşılık, şeytanın da insanın içinde işleteceği birtakım madenler vardır; bütün himmet ve gayretini bu madenleri işletme üzerine teksif edip, insanı yoldan çıkarmak için uğraşır durur o. Evet, bir kısım fayda ve hikmetler için insanın mahiyetine konan şehvet, gazap, öfke, hiddet, akıl, hırs ve inat gibi şeylerden her biri, diyanetle tadil edilmediği takdirde vicdan mekanizması aleyhinde işlettirilebilir.. ve bu işi yapan da şeytandır.
Meselâ, insan nefsanîlik mekanizmasının altında kaldığı sürece, vicdan, yani meleklik mekanizması, bütün erkânıyla ezilip gitmiş demektir. Meleklik inkişaf edince de nefsanîlik, bütün mekanizmasıyla vicdanın emrine girmiş sayılır. Şeytan, insanın özünü bulmasına karşı hep nefis mekanizmasını kullanır. Sözgelimi, vicdan mekanizması veya vicdanın erkânı diyeceğimiz noktalara hiç yanaşmaz veya yanaşamaz; çünkü orada irade vardır; latîfe-i rabbaniye ve şuur vardır. İnsan, iradesini kullanmasını biliyorsa, kendisine şeytan yanaşamaz; şuur ve latîfe-i rabbaniye ile kanatlı ise şeytanî engellere takılmaz ve irfan semalarında pervaz eder durur. Evet, insan kalbinin daima Allah (celle celâluhu) ile doyduğu bu kuşakta kalbin kapıları, her zaman şeytana sürmelidir! Onun bütün velvele ve fırtınaları, dışarıda ve kendine ait sahada cereyan eder.
Şeytanî ve melekî saha, insanın mahiyetinde birbirine o kadar yakındır ki, biri diğerinden her zaman müteessir olabilir. Meselâ, şeytanî tarafta patlayan bombanın radyoaktif tesirleri melekî sahayı da tesiri altına alır. Yukarıda temas ettiğimiz gibi, şeytan şehveti kurcalar ve insanı nefsanîliğe zorlar; aklı kurcalar, cerbezeye sürükler.. keza, insanın hırsını, öfkesini, kibrini, dünyaya tamahını tahrik eder; ağına düşürdüğü kimselerin his ve ruh dünyalarını bulandırmak ve onları kendilerinden uzaklaştırmak ister.
Fakat şeytan, hep fenalıklarını hissettirerek ve fena şeyler yaptırarak üzerimize gelmez. Soldan geldiği gibi sağdan, önden ve arkadan da gelir. Şeytanın, Allah'a (celle celâluhu) karşı o korkunç düşmanlığını ve insanı nasıl baştan çıkaracağına dair terbiyesizce ve küstahça ifadelerini bizzat Kur'ân anlatmaktadır.[1] Şeytan, önden gelir ve insanın ileriye matuf ümitlerini kırar; haşr ü neşri inkâr ettirir; "İslâm dini, vazifesini bitirdi; artık bir daha dirilmeyecek." dedirtir; sinelere yeis atar, geleceği karanlık ve karadelikler, kaoslar gibi gösterir... Arkadan gelir, geçmişle alâkamızı, nur-u nübüvvet ve nur-u vilâyet ile bağlarımızı keser, "Devir değişti, onlar geride kaldı." dedirtir. Yerinde maziye sövdürür ve kökünü inkâr ettirir. Şeytan, bu şekilde geçmiş ve geleceğe ait menfezleri kapatıp, dün ve yarınla alâkalı bütün bağları kopardıktan sonra, bize içi zehir dolu bir düşünce tarzı ve süslü püslü bir hayat felsefesi takdim eder: "Geçmiş gelecek hep masal, bir daha dünyaya gelecek değilsin; geçen de geçti, sen şimdi yaşamana bak ve ömrünü berbat etme!.." der.
Soldan gelir, insanı açık ve bilinen günah akıntılarına çeker götürür. Beşinci kol faaliyetleri, şeytanın soldan gelip yardımcılarına gördürdüğü faaliyetlerdir. Günümüzde çok yaygın olan bütün haram yolları, şeytanın soldan çarpmasının neticesidir. Burada tek tek bunları sayıp dökerek bâtılı tasvir etmek istemiyoruz...
Evet, şeytanın bir diğer geliş şekli de, suret-i haktan görünmek ve fena şeyleri iyi göstermek suretiyledir ki, bir mü'min için en tehlikeli olanı da budur. Günahlara kapısını kapamış, ibadetine düşkün bir mü'mine şeytan sağdan gelerek kendini beğendirme, muvaffakiyetleri nefsine, fenalık, şer ve hezimetleri de başkalarına nispet ettirme yollarıyla başarı kuşağında ona kayıpların en acılarını tattırır. Evet mü'min, gece teheccüde kalkar; kalkar da, ertesi gün bunu başkalarına anlatırsa, şeytanın sağdan mühim bir darbesine maruz kalmış demektir. Yaptıklarımız ve anlattıklarımızdan ötürü başkaları tarafından medh ü senâ edilmeyi hedefliyor, iş ve hizmet değil de övülmeler hoşumuza gidiyor ve bu övgülerle coşuyorsak, şeytan bizi sağdan vuruyor demektir. Evet, böyle birinin, Kâbe'de tavaf ederken de, cephede en ön saflarda savaş verirken de işi bitiktir.
Ömer bin Abdülaziz (rahmetullâhi aleyh), birine ifade âbidesi bir mektup yazar; sonra da, az çalımlı ve tumturaklı ifadelerle yazdığını fark edince, nefsine bundan pay çıkar mülâhazasıyla tutar, mektubu yırtar.
Yaptığımız işler, vazifeler ve hizmetlerden dolayı nefsimizde bir coşma, bir sevinç meydana geliyorsa, işin içine şeytandan bir şeyler karışmış olabileceği mülâhazasıyla Cenâb-ı Hakk'a yönelmeli ve biatımızı yenilemeliyiz. Evet bize gereken, nefsimizin hoşuna giden şeylere iltifat etmemek; yaptığımızı Allah (celle celâluhu) emrettiği için yapmak, amelin lâzımı olan hazları da ahirete bırakmaktır.
Her insan, Hakk'ın kendisine olan lütuflarını düşünmek ve hangi mertebede olursa olsun, Hakk'ın ihsanlarına mazhariyetin şükrünü eda etmek mecburiyetindedir. O, Allah'a karşı sorumluluk ve şükran vazifesini yerine getirecek, Allah da, engin rahmetinin muktezası olarak, onun niyet ve ihlâsına göre Cennet gibi, ebediyet gibi nimetlerle ihsanlarına ayrı bir derinlik kazandıracaktır.
Bunlardan başka, umumî mânâda, şeytanın sağdan yaklaşıp, büyük meseleleri küçük, küçük meseleleri ise büyük göstermesini de düşünebilirsiniz. Her zaman rastlarsınız; Müslümandır, hacıdır ve caminin müdavimlerindendir. Allah (celle celâluhu), ibadetten ayırmasın. Fakat evinde namaz kılmayan evlâtları vardır; böyle bir durum karşısında kalbi çatlayıp devrilmez de, gelir, camide teferruata ait bir meselenin kavgasını verir.. bazen böyle bir mesele, bid'at bile olabilir. Nesiller, sokaklarda derbeder ve perişandır; hatta bunların içinde onun da oğlu, kızı, torunu vardır; ama gel gör ki, bunları düşünüp üzüleceğine, üzülüp çare arayacağına kalkar, "Camide cenaze bekletilir mi; neden tesbih çekmiyorsunuz; İhlâsları neden okumuyorsunuz?" gibi teferruata ait meselelerin münakaşasını yapar. Bunlar, cenazenin arkasından yedinci, kırkıncı, elli ikinci gecelerdeki şenlikleri kaçırmazlar.. perşembe akşamları nikâh tazelemez ve istiğfar merasimi yapmazsanız, sizi topa tutarlar. Evlerinin en mutena yerinde bir Kur'ân-ı Kerim vardır ama, o hanede hiçbir fert ondan bir şey anlamamaktadır. İşte bu ve benzeri hâller de, şeytanın sağ tokadından da öte sağ kroşeleridir.
[1] A'raf sûresi, 7/17.
.
Vesvesenin Faydalı Yanı Var mıdır?
Esasen vesvese, yukarıda temas ettiğimiz gibi, çok kimselerin, özellikle de hassas fıtratların mahiyetinde, âhir ömre kadar terakkilerine medar olabilecek bir zemberektir. Tıpkı saat zembereği gibi onun kalbi de vesveseyle kurulduğu sürece daima çalışır ve onu ileriye, daha ileriye götürür; çünkü bu sayede imtihan ve mücadele ölünceye kadar devam eder. İtikadı sağlam, ameli yerinde ve nefsini teslim almış bir mü'minde böyle bir "Cihad-ı Ekber"i yaptıran ve ona gazilik sevabı kazandıran kaynak, vesvesedir.
Diğer bir yönüyle de vesvese, insanı daima müteyakkız ve uyanık tutar. Mü'min, işini halletmiş olmanın ve duruma hâkimiyetinin verdiği rehavet ve rahatlık içinde, uyku bilmez bir düşman olan şeytanın çukurlarından herhangi birine düşmemek için daima tetikte bir asker gibi hep uyanık kalabilir. Hasta, hastalığından dolayı Allah'a (celle celâluhu) karşı yalvarış ve yakarışa geçtiği gibi, vesveseli insan da, her vesvese emaresi karşısında "Aman yâ Rabbi!" der ve kendini o ifritten kurtarıp, gerilime sevk eder.. ve günahları içeri almayacak bir kalenin içine girer kurtulur. Elverir ki, işaret edeceğimiz üzere, vesveseyi büyütüp, zararlı hâle getirmesin.
.
Vesveseden Kurtulmanın Pratik Ön Çareleri
a. Vesvese, imanın kuvvetindendir
Önce hemen şunu belirtelim ki, vesvese çok korkulacak bir şey değildir, çünkü iman var ki, vesvese geliyor. Sahabe-i kiramdan Efendimiz'e gelip, "Yâ Resûlallah, vesveseye mübtelâyım." diyen birine, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) cevabı, "Endişe edilecek bir şey yok; o mahz-ı imandır, imanın kuvvetindendir."[1] şeklinde olurdu. Şeytan, sizde de iman cevheri, ibadet hazinesi, namaz ve dine hizmet cevheri olduğunu bildiği içindir ki, korsanlık yapmakta ve size karşı taarruza geçmektedir. Korsanlık, belki denizlerde yapılan şekliyle tarihe gömülmüştür ama, şeytana bakan yönüyle Âdem (aleyhisselâm) ile başlamış olup, kıyamete kadar da devam edecektir.
Nasıl deniz korsanları, hazine taşıyan zengin gemilerine tecavüz eder ve define bulunan adalara saldırırlar, öyle de şeytan dahi, mü'minin iman cevheri taşıyan kalbine hücum eder. Zaten o, tamtakır, kupkuru ve bomboş kalblerle uğraşmaz; böylelerine vesvese okları göndermez. Hırsızlar bile zengin evleri kollarlar; Doğu'nun ve Batı'nın kâfir ve zalimleri de öyle değil mi?..
Vesveseye düşen mü'min, "Şeytan bütün cephelerde mağlup oldu; bu yüzden, şimdi de iman ve İslâm'a ait vesveselerle, şüphelerle beni meşgul etmek, hazineme el atmak istiyor; ama, benden bir şey koparamayacak. Bu, onun son çırpınışlarıdır; bir gün gelecek, benden bir şey koparamayacağını anlayınca çekip gidecektir.. kapıma haydut kılıklı birinin gelip, birkaç gün el açtıktan sonra çekip gitmesi gibi. Hoş, gitmese de kapılar ona sürmeli ve beni koruyan kale de çok sağlam; bana Allah'ın izniyle hiçbir şey yapamaz." diye düşünmelidir.
b. Vesvese, kalbin malı değildir
Kalb rahatsız olduğuna göre, vesvese kalbe mal edilemez; çünkü eğer o, kalbin malı olsaydı, kalb ondan rahatsız ve tedirgin olmayacaktı ve böyle bir kalble şeytan da uğraşmayacaktı...
Kalbin rahatsız ve tedirgin olması şundandır: Kalb, vesveseye razı değil, sahip de değil; vesvese ile arasında mânâ ve mahiyet bakımından bir münasebet olmadığı içindir ki, kalb vesveseden rahatsız olmaktadır. Kişinin gösterdiği reaksiyondan, ateşinin yükselmesi, kaşlarının çatılması, başının ağrıması, iştiha ve ağız tadının kaçmasından anlıyoruz bunu; tıpkı vücuda giren yabancı mikroplara ve bu mikropların fizyolojik yapıda açtığı rahnelere, meydana getirdiği arızalara karşı vücudun muharipler üretmesi, antikorları devreye sokması ve bu ciddî muharebenin meydana gelmesi neticesinde hararetin yükselmesi gibi. İşte, şeytanın da kalbimize gönderdiği bizim malımız olmayan yabancı hayal, düşünce ve vesveselere karşı mânevî yapımız, iman potansiyelimiz, âdeta antikor üreterek, bu şer ve şerareler ordusuna karşı kavga vermekte, bunun neticesinde de ateşimiz yükselip, kalbimiz sıkılmaktadır. Eğer, vücudumuz herhangi bir mukavemette bulunmuyor ve boğa yılanı görmüş bir keçi gibi hemen teslim oluyorsa, o zaman, AIDS virüsüne karşı antikorların teslim-i silah ettikleri gibi, bizde de iş bitmiş demektir. Gelen vesvese karşısında kalbimiz, imanımız mukavemet etmezse, o zaman vesvese de olmaz, hararet de yükselmez! Bu, "Gel, ne istersen yap!" demektir ki, şeytanın da istediği budur.
c. Vesveseye maruz kalb, içine kötülerin çer-çöp attığı pınara benzer
Meseleyi bir de şöyle düşünebiliriz: Berrak, saf ve tertemiz bir su kaynağı var; bileşikleri, tadı ve takdim ettiği şifasıyla zemzem suyu gibi bir su kaynağı. Herkes tarafından malum ve meşhur hâle gelmiş, dünyaca da kabul edilmiş mübarek bir kaynak. Şimdi, hain biri geliyor, sinsice kaynağa yaklaşıp, su üzerine boya, toz, çer-çöp döküp kaçıyor. Siz bunu görünce, "Eyvah" diyorsunuz; "Pınarım kurudu, mahvoldu, pislendi ve ölüp gitti!" Oysa, hakikat böyle değildir. Akan su, üzerine atılan o çer çöpü götürecek ve safiyetini muhafaza edecektir. Sizin kalbiniz, imanınız berrak, pırıl pırıl bir pınar ise, o zaman bulandırmak için üzerine atılan tozun, toprağın ona hiçbir zararı olmayacaktır. O toz, toprak akıp gidecek ve sizin menbaınız her zaman temiz kalacaktır. Demek oluyor ki, o bulanıklık pınarın kendinden değil... Evet, işte vesveseye maruz kalb de böyledir...
d. Vesvese, iradî olmayıp, fiiliyata da dökülmüyorsa insanı mesul etmez
Bildiğiniz gibi, mükellef ve mesul olmada irade ve şuur şarttır. Hayvanatın yanı sıra mecnunlara, aklı, şuuru yerinde olmayanlara teklif yoktur. Bu itibarla, vesvese için irade devrede değilse ve plân, programı yapıp, "gel" diye kalb ve düşünce kapılarımızı bizzat kendimiz aralamıyorsak, mesul sayılmayız. Elverir ki, onu fiiliyata dökmeyelim, işlemeyelim. İrade, umumiyetle böyle kendi kendine gelen vesveseyi karşısında bulur ve ona mukavemet edemez, çünkü o davetsiz gelir. Ayrıca insan, tedai-i efkâr ile iradesi dahilinde olmadan gördüğü, duyduğu ve okuduğu şeylerle de birtakım hatıralara, hayallere ve düşüncelere maruz kalabilir. Aslında, çok defa bunlardan kurtulmak mümkün de değildir; çünkü insanın bu hâli, yaratılışının muktezasıdır.
e. Vesvese, insanın ilerlemesine mâni olmayan örümcek ağı gibidir
Vesvese, kendine has tutarsızlığıyla bilindiği zaman zararlı olmaz. Kur'ân, "Muhakkak, şeytanın hilesi zayıftır."[2] diye ferman etmektedir. Evet var ama, yok gibidir şeytanın hilesi. Meselâ, iki duvar arasından geçmek istiyorsunuz; bakıyorsunuz ki, bir örümcek, ağlarını gerip yolunuzu kapatmış; döner misiniz, devam mı edersiniz? Örümcek ağı sizin ilerlemenize mâni olabilir mi gerçekten? Şüphesiz hayır; onu bir engel olarak görmez ve hiçbir şey yokmuş gibi yolunuza devam edersiniz.
Efendimiz, şeytanın dalâleti, küfrü, küfranı, günahı ve kötülükleri yaptırmadığını ve elinden tutup da kimseye günah işletemeyeceğini beyan buyurur. Şeytanın yaptığı, ancak fenalıkları süsleyip-püslemek, allayıp-pullamak, cazip ve çekici göstermektir.[3]İyiyi de kötüyü de yaratan, dalâlete de hidayete de sevk eden Allah'tır (celle celâluhu). Rengârenk köpüklerle süslenip imar edilmiş bir saray gibidir şeytanın vesveseleri; fakat altında derin çukurlar bulunur, kilometrelere ulaşan derin çukurlar...
Gelip geçiciliği bilindiği zaman vesvesenin zararı olmaz. Vesvese, üflemekle uçup giden tüy kadar zayıftır. Bir ara toplanıp sonra dağılıveren bulutlara benzer o; ardından ne yağmur gelir, ne de yel!.. O, uçak yolcularının bir anlığına içine düştüğü hava boşluğu gibidir; ne feryat etmeye değer, ne de dövünüp yakınmaya!..
f. Vesvese, üzerinde durulmadığı ve dert hâline getirilmediği takdirde hiçbir zarar vermez
Düşüncenize bulaşıp da onu kirletmeyeceğini bildiğiniz zaman vesvese zararlı olmaz. Vesvese, hayal aynasında sönüp gidecek derecede zayıf ve gelip geçici bir iz; leke ve pislik bulaştırmayacak bir görüntü ve çok hafif yansımalardan ibarettir. Akla ve hayale gelen şeyler, hayır kaynaklı ise akıl ve düşünceyi bir derece nurlandırır; fakat şer kaynaklı bir vesvese ise, o zaman da akla, düşünceye ve kalbe tesir etmez, kir bırakmaz ve zarar da vermez. Elinizde tuttuğunuz aynaya karşıdaki yılanın görüntüsü aksetse, aynadaki o yılanın elinize zararı olur mu? Ya da, aynaya akseden bir pislik elinizi kirletir mi? Veya elinizdeki aynaya akseden alevli ateş, elinizi yakar mı? Aynen bunun gibi, nasıl karnınızdaki pisliklerin namaza ve elmasın etrafındaki kömür tozlarının elmasa zararı yoksa, aynı şekilde, şeytanın da dışta ya da içte aslî ve zatî bir varlığı ve hüviyeti olsa bile, attığı okların, gönderdiği görüntülerin aslî hüviyeti ve hiçbir zararı yoktur.
Üzerinde durmadığınız, merakla üzerine varmadığınız, sahip çıkıp kabullenmediğiniz, küçük görerek şişmesine meydan vermediğiniz ve bir dert hâline getirmediğiniz zaman, vesvesenin hiçbir zararı olmaz. Ona hep tepeden bakacak ve "Allah'ın (celle celâluhu) izniyle bunun altından vurup, üstünden çıkarım." diyeceksiniz.
g. Vesvese, zararlı tevehhüm edildiği zaman zarar verir
Şimdiye kadar anlattıklarımızın hilâfına hareket edildiği takdirde vesvesenin zararı olabilir. Evet vesvese, zararsız olduğu bilinmeyip, zararlı tevehhüm edildiği zaman zararlıdır. Üzerinde durulup kurcalandığı ve merakla karıştırıldığı zaman zararlıdır o; büyük gördükçe, mühimsedikçe büyür ve bir balon gibi şişerek bizi yutacak hâle gelir. Bir arı kovanı içinde yüzlerce arı bulunur ama, siz önemsemeden kovanın önünden geçer gidersiniz.. vesvese karşısında da yapmamız gereken şey, bundan farklı olmamalıdır.
Şeytan, zayıf ve geçici bir görüntü karesini hayalimize atar; biz de cazip bulur ve onu işlettirirsek, o bir karelik manzara, hayal sinemamızda saatleri içine alan bir film şeridi hâline gelir de, farkına bile varamayız. Hususiyle yalnız kalınca, bilhassa gençlerde ve hele bu suretler, nefsanîliğe bakan, bedeni tesir altına alan suretler olursa... Evet, insan onu alır ve hayalinde maceralı bir film hâline getirir. Hâlbuki şeytana ait olan, o ilk sahnedir. Öyleyse, o ilk oltaya sahip çıkmamak, takılmamak ve onu işlettirmemek gerekir ki, şeytan da bizi işletmesin ve işlete işlete hayallerimizi gerçeğe dönüştürmesin; dönüştürmesin ki, biz de neticede o bir karelik görüntünün kurbanı olmayalım.
h. Hassas ve asabî ruhlar, şeytanın vesvesesine önem verip vehme kapılmamalıdırlar
Vesvese, hassas ve asabî ruhlarda daha da zararlı bir hastalık ve meleke hâline gelir. Böyle birisi, vesvese geldiğinde, zararlı olacağı endişesiyle telaşa ve vehme kapılır; sonra da bunu kalben, fikren ve im'ân-ı nazarla büyütüp, kendine mâl eder. Derken onu huy hâline getirir ve onunla bütünleşir. Bu ise, şeytan karşısında yeise düşüp, tam zarara uğramanın ifadesidir. Bu hâle mâruz kalmış biri, ümitsiz bir şekilde "Artık ben mahvoldum." deyip, mağlubiyeti kabul eder ve böylece önce merkezi şeytanın salvolarına açık hâle getirir, sonra da onu terk eder. Bir kumandan düşünün; ileride sağ tarafta birkaç madenî parlama görerek, düşman o taraftan saldırıya geçecek vehmine kapılır ve ordusunun sağ kanadını boşaltıp o tarafa sürer; sol tarafındaki dağlarda da ağaç yapraklarının kıpırdanmalarından, düşmanın saklandığı ve hücum edeceği düşüncesine kapılarak, ordusunun sol kanadını da oraya sevk eder. Neticede merkez, hasmın taarruz ve imha etmesine açık ve hazır hâle gelmiş olur. Esasen bu, taktik bilmemenin ve düşmanı tanımamanın ifadesidir. Görüyorsunuz ki, şeytanın yaptığının vesvese adına bir kibrit çöpü kadar önemi yokken, insan onu azmanlaştırıyor, azgınlaştırıyor ve kendi başına salıyor. Evet, dikkat edelim, onu hayalimizde ve düşüncemizde büyütmeyelim...
i. Vesvesenin manyetik alanından ibadet ile uzaklaşmalı ve psikolojik tesirinden çıkılmalıdır
Vesveseye karşı sizi vesvesenin manyetik alanından kurtaracak davranışlarda bulunun. Hadiste de ifade edildiği gibi, böyle bir şey arız olduğunda, söz gelimi gadaplandığınızda, ayakta iseniz oturun, oturuyorsanız uzanın veya kalkıp abdest alarak iki rekât namaz kılın ve iç dünyanızda değişiklik yapın; ayrıca o sisi dağıtacak daha başka meşru bir kısım davranışlarda bulunun!.. İradenizi devreye sokarak, psikolojinize tesir edebilecek, elinizde olmadan içine düştüğünüz hava boşluğundan sizi çıkaracak veya tutulduğunuz elektrik akımından sizi çekip alacak küçük de olsa bir vesile arayın.! Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir sefer dönüşü -bir defaya mahsus olmak üzere- yorgunluktan uyanamayıp sabah namazı kazaya kalınca, "Burayı derhal terk edin; şeytan burada hâkimiyet ve saltanat kurmuş."[4]buyurmuşlardı.
Evet, her zaman şeytanın manyetik alanına karşı dikkatli olunmalı ve bilmeyerek içine girilmişse, çarçabuk oradan uzaklaşılmalıdır. Gaflet ve dikkatsizlik, şeytan ve şeytanî şeylere birer hüsnü istikbalse, evrad u ezkâr, Allah'ı ilan ve O'nunla irtibatlanma, bütün şer kuvvetlere karşı bir müdafaa, hatta bir taarruzdur. Meselâ, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir yerde, şeytanın ezan sesinden nasıl kaçtığını anlatır.[5] Demek ki, onun ezana ve ezanın ihtiva ettiği mânâlara tahammülü yok. Öyle ise, şeytan vesveselerle taarruza geçtikçe, biz de Allah ve Resûlü'yle irtibatımızı kuvvetlendirmeli ve hep lâhûtî hâtıralara dalmalıyız. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) miraç yolculuğunu hatırlamanın vesveseyi, hususiyle namazda akla gelenleri, hatta esnemeyi bıçak gibi kestiği ve keseceği söylenebilir. Keza bir yerde sol tarafınıza atacağınız üç tükürük,[6] bir de bakarsınız onun geldiği sisli perdeyi yırtıverir. Şeytanın harama teşvik adına gelen vesveselerine karşı bazen yumruğu sıkıp meydan okuma, bazen de hafife alma mânâsına tebessüm edip geçme, onun manyetik alanına karşı gerilimde bulunma ifadesidir.
Bir genç arkadaşımıza şöyle dediğimi hatırlıyorum: "Şeytan, karşına çıkıp da bir harama bakmanı istediğinde şöyle düşün: Bakmakla elime ne geçecek? Bakacaksın, o boş... Daha ileri götürsen, yine boş... Kaldı ki, imanının sana vereceği pişmanlık ve ızdırap da var. Sonu böylesine boş, ızdıraplı ve karanlık olacak bir bakışın ne mânâsı olabilir ki!" Esasen, insan kendini böyle ikna ederken, o haram manzara da çoktan kaybolup gitmiş olur.
Akla gelen her vesvese, her süslü manzara, gelecekte elde edilecek daha mükemmellerini düşünmekle izale olabilir. Kur'ân'ın pek çok yerinde, dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret bulunduğu ve gerçek hayatın ahiret hayatı, yaşanacak gerçek yurdun da ahiret yurdu olduğu ifade edilir.[7] Vesvese, sana ıspanak ve tere otunu mu teklif ediyor; ama Allah (celle celâluhu) diyor ki, orada peş peşe koparılmaya hazır meyveler var.[8] Hem, dünyadaki gibi hazımsızlık, karın ağrısı ve defekasyon lüzumu da duymayacaksın. Buradaki haramlara nazar noktasından gelen vesveseye de aynı şekilde mukabele edilebilir. Ama biz, dünyanın bütün güzelliklerine karşı "İsteyene ver Sen ânı, bana Seni gerek Seni." diyeceğiz. Yaz aylarının kavurucu sıcağını bahane ederek, şeytan sizi hizmetten ve irşad gayesiyle etrafa gidip gelmekten alıkoymak ve başkalarına yaptığı gibi sizi de deniz kıyılarına veya gölgesi serin mesire yerlerine çekmek mi istiyor? Ona Cehennem ateşinin çok daha sıcak olduğunu hatırlatıverin.[9]Öyle zannediyorum ki, kalbinize atmak istediği bu vesvese, kendi gırtlağına tıkanıp kalacaktır.
Hem "Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O'nun sadık yârânı ve arkadan gelen salihler bizi bekleyip dururken, benim şurada burada avare ve bana yakışmayan bir vaziyette dolaşmam hiç doğru olur mu?" diyerek, bu mevzuda şeytanın telkin etmek istediği gaflet ve rehavet vesvesesini izale etmek mümkün olur kanaatindeyim.
j. Abdest ve namazda "Eksik mi yaptım?" şeklindeki vesveselere de önem verilmemelidir
"Abdest ve namazda yanlış ve kusurum oldu mu acaba?" şeklinde gelen vesveselere de aldırış etmemek gerekir. Böyle bir vesvese ilk defa vukû buluyorsa, o abdest veya namaz tekrar edilebilir. Ama mükerreren oluyorsa, sözgelimi bir abdest uzvunu yıkayıp yıkamadığından devamlı şüpheye düşen birisi, o zaman hiç vesveseye meydan vermeden, o uzvunu yıkadığını kabul ederek namaza durmalıdır. Ve yine namazı kaç rekât kıldığı mevzuunda vesveseye müptelâ olmuşsa, namazının tamam olduğu kanaatiyle hareket etmelidir.
Vesvesenin ilka ettiği şeyin üzerine üzerine gidilmelidir. Vesvesenin üzerinde durmak değil, aksine, tam tersi istikamette yürümek lâzımdır. Hiç kâle almadan, önem vermeden, yapılan yanlış bile olsa, "Mezheplerimizden birine uyar." deyip geçmek maslahata binaen daha muvafık olur kanaatindeyim. Gaye, şeytanın canına okuyup vesveseyi def etmektir.
[1] Müslim, iman 209, 211; Ebû Dâvut, edeb 109.
[2] Nisâ sûresi, 4/76.
[3] ed-Deylemî, el-Firdevs bime'sûri'l-hitab, 2/11-12; Ali el-Müttakî, Kenzu'l-ummâl, 1/116.
[4] Müslim, mesâcid 309; Ebû Dâvut, salât 11; Tirmizî, tefsîru sûre 20; İbn Mâce, salât 10; Muvatta, salât 25
[5] Buhârî, ezan 4; el-amel fi's-salât 18; sehv 6; bed'u'l-halk 11; Müslim, salât 19; mesâcid 83.
[6] Buhârî, tıbb 39; ta'bir 10; Müslim, rüya 2301.
[7] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/185; En'âm sûresi, 6/32; Ankebût sûresi, 29/64; Muhammed sûresi, 47/36; Hadid sûresi, 57/20.
[8] Bkz.: Hâkka sûresi, 69/23; İnsan sûresi, 76/14.
[9] Tevbe sûresi, 9/81.
.
1) İrade-i cüz'iyyenin varlığına deliller
a) Vicdan, işlediği kötülüklerin ağırlığını insana hissettirir. Evet, çok zaman insan, yaptıklarından dolayı pişmanlık duyar; ızdıraptan kıvranır, hatta, muvazenesiz insanların bu sebeple intihara sürüklendiği bile olur. İnsan irade ve istekten mahrum olup, yaptığını cebrî bir kaderin zorlamasıyla yapıyorsa, o zaman neden vicdan azabı çeksin ve günahlarının ağırlığı altında ezilip gözyaşı döksün, istiğfarda bulunsun? Hem neden bir insanı kırdığınızda gidip kendisinden af diler ve beyan-ı i'tizarda bulunursunuz? Bütün bunlar, yaptıklarınızı bizzat dileyerek, yani kendi iradenizle yaptığınızı göstermiyor mu?
b) Söz ve davranışlarımızda, hareket ve faaliyetlerimizde hür müyüz, değil miyiz? İstediğimiz zaman elimizi kaldırıp, ayağımızı, kolumuzu, dilimizi hareket ettirebiliyor muyuz, yoksa, kollarımıza zincir, ayaklarımıza pranga vurmuş ve boynumuza da tasma geçirmişler de, ancak bunları çözdükleri zaman mı yapacaklarımızı yapabiliyoruz? Oturup-kalkmak, yiyip-içmek ya da Hak adına bir iş yapmak istediğimizde, müspet veya menfi mânâda bizi zorlayan var mı? Hak ve hakikati duyurma mevzuunda irademizle mi hareket ediyoruz, yoksa zorlamayla mı? Hayır, hiçbirimiz, kumanda düğmesi başkasının elinde, istenilen yöne çekilen bir robot veya -olmayan- ipimiz çekildikçe oraya buraya hareket eden bir kukla, bir piyon değiliz.
c) Tereddüt, mukayese, muhakeme, düşünüp değerlendirme ve tercih edip karar verme faaliyetleri de iradeyi gösterir.
Güzel bir arkadaşımız güzel bir yere davet ediyor; fena birisi de aynı anda fena bir yere. Böyle bir durumda nereye gideceğimizi düşünür, mukayese ve muhakemede bulunur, neticeye bakar ve sonunda tercihimizi yaparız. Aynı şekilde, günde belki yüz kere içimizde melek ve şeytanın ters istikametteki davetleri karşısında aynı mukayese, aynı muhakeme ve aynı tercihlerle karar verme faaliyetlerinde bulunmaktayız. Zira biz, rüzgârın önünde her tarafa savrulan bir yaprak veya akıntıya kapılıp sürüklenen bir saman çöpü değiliz.
d) İşlediğiniz bir suçtan ötürü, mazlumun veya adalet mekanizmasının önünde, "Ne yapayım, iradem yok ki!" diyebilir misiniz; deseniz bile, böyle bir özrü kabul ettirebilir misiniz? Gerçek bu istikamette olsaydı, o zaman ne hükümet, ne adliye, ne polis ve ne de mahkemeler olurdu ve hayat sahnesi, ölenleri ve öldürenleriyle milyarlarca 'kader kurbanı'yla dolardı. Oysa, insanların bir yanda faziletleri, güzel ahlâk ve davranışları, öte yanda kötü ahlâk ve hareketleriyle; bir yanda suçsuzları, öte yanda suçlularıyla; bir yanda çalışıp ter dökenleri, öte yanda miskin miskin oturanlarıyla ve hayat basamaklarında çeşitli meslek, karakter ve vazifeleriyle sınıf sınıf ve rütbe rütbe oluşları, her bir insanın, iradesinin kavgasını vererek kendine bir yer hazırladığını göstermiyor mu?
e) Ancak, mecnun veya deli dediğimiz insanlar mükellef değildirler, çünkü onların iradeleri, bizim anladığımız mânâda fonksiyon îfa etmez. Bu sebeple, onların söz ve davranışlarını normal karşılamaz, "Bunlar, akıllı işi değil" deriz. Nedir öyleyse bizi onlardan ayıran şey? Nedir akıllılığın hakkı? Akıl ve kalbin, düşünce ve iradenin hakkını vermemek, ayrı buudda bir deliliğin ifadesi olmaz mı? Malın, paranın, dünyanın ve makamın delisi olmak, çok buudlu bir cinnet ifadesi değil midir? Mefhum kargaşası içinde, akıllılık da delilik de anlaşılmaz oldu... Burada, Hasan Basri Hazretlerine atfedilen şu sözün mânâsını bir daha düşünmek yerinde olur:
"Eğer siz sahabeyi görseydiniz, onlara "deli" derdiniz; onlar sizi görselerdi, "Bunlar mü'min değil!" derlerdi."[1]
f) Hayvanlarda şuur, idrak ve irade yoktur. Onlar 'sevk-i ilâhî' ile hareket ederler. Meselâ arı, Allah'tan (celle celâluhu) aldığı sevk ve ilham, yani sevk-i ilâhî ile (sevk-i tabiî veya içgüdü değil) peteklerini devamlı altıgen şeklinde yapar; çünkü, ne irade sahibidir ne de kendine değişik bir model meydana getirme kabiliyeti verilmiştir.
Bazen farkına varmadığınız, irade dışı davranışlarınız da olur. Plânsız, programsız, düşüncesiz, fakat kafanızda bin bir düşünce ile evinizden çıkarsınız.. kalbleri doğranan, imanı alevler içinde yanan ve kendini kelebekler gibi ateşe atma cinneti içinde bulunan neslimizi ve ümmet-i Muhammed'in hâlihazırdaki durumunu düşünürsünüz.. yağmur yağıyordur ama, siz yağmuru fark etmediğinizden elinizdeki şemsiyeyi açmaz, yürürsünüz. Neden sonra ayağınızın yağmur sularıyla dolmuş bir çukura kaçması ya da yanınızdaki arkadaşınızın gittikçe yükselen sesiyle daldığınız âlemlerden sıyrılıp, kendinize gelirsiniz.. tıpkı, çok zaman ümmetinin derdiyle dopdolu, başına konan işkembelerin, yüzüne atılan çamur ve savrulan yumrukların farkına ancak kızı Fatıma'nın (radıyallâhu anha) veya dostu Ebû Bekir'in (radıyallâhu anh) ağlamalarıyla varan ve "Niye ağlıyorsun Fatıma?", "Niye ağlıyorsun Ebû Bekir?" diye soran Kâinatın Efendisi gibi.
İrşad ve hizmet aşkıyla öylesine şahlanmış ve öylesine hizmet âşığı olmuşsunuz ki, akşam evime gideyim diye attığınız adımlarınız, bir de bakmışsınız sizi evinize değil de, bir Allah evine getirmiş...
Bu şekilde, irademiz dışında yaptığımız davranışları farkına vardıktan sonra değiştirmemiz de, irade-i cüz'iyyeyi göstermektedir.
İrademizle yaptığımız işlerimizin de, yine Allah'ın (celle celâluhu) ilim ve kudreti dahilinde olduğunu ve yine bizzat Allah (celle celâluhu) tarafından yaratıldığını tekrar belirtmeye gerek yok. Evet, âyetin ifadesiyle, bizi de, yaptıklarımızı da yaratan Allah'tır (celle celâluhu).[2]
2) Cüz'î iradenin mânâ ve mahiyeti
Cüz'-i ihtiyarî de dediğimiz 'irade-i cüz'iyye', esasen haricî vücudu bulunmayan, itibarî bir varlığa sahip insanî bir temayül ve eğilim hissidir. İtibarî vücudu var demek, var-yok gibi bir şey demektir. Bu itibarla, vücud-u haricîsi olmadığından, ona mevcut nazarıyla da bakmıyoruz. Meselâ başımız, kolumuz ve kulağımız vardır; çünkü bunlar yaratılmış olup, haricî vücuda sahiptirler. Hariçte yaratılmayan şey ise, esasen mevcut değildir. Yine meselâ, "İki gözüm var" deriz; çünkü yaratılmıştır ve vardır. Fakat, üçüncü bir gözün varlığını kabul etmiyoruz, zira yaratılmamıştır. Fakat siz, "Benim öyle bir iç gözüm var ki, onunla iki gözün gördüğünden daha ilerisini görürüm." diyebilirsiniz. Böyle bir vazife icra eden bir iç göz de olabilir; fakat yaratılmış bir vücud-u haricîsi olmadığından, ona "yoktur" da diyebiliriz. Binaenaleyh, hakikatte bir varlığı olmadığı ve yaratılmış bir vücudu bulunmadığı için, cüz'î iradeye de "yoktur" diyebiliriz, fakat fonksiyon, vazife ve neticesini sürekli müşâhede edip durduğumuz bir meyelanı ve âdeta zar gibi incecik bir tercih noktasının varlığını insana isnad etmekle de Allah'a (celle celâluhu) şirk koşmuş olmayız; zaten, Allah (celle celâluhu) da kulun fiillerini bu meyelan ve tercih üzerinde yaratır ve inşa eder.
Cüz'î irade, aslında hiçbir şey, fakat belki de kendine çok şey dedirtecek bir şart-ı âdîdir. Çapı ve ağırlığı, mânâ ve mahiyeti ne olursa olsun, Allah (celle celâluhu), cüz'î iradeyi azîm ve cesîm icraatı için basit, âdî bir şart ve bir sebep kabul etmiştir. İrade-i cüz'iyye çok küçük, basit, zayıf ve dış âlemde yok olmakla beraber, büyük, mükemmel ve kendi üzerinde yaratılan pek mühim neticelerin de sebebi durumundadır.
Yapmak istediğiniz bir binanın plânı, kâğıt üzerinde dolabınızın çekmecesinde kaldığı sürece hiçbir fayda ve mânâ ifade etmeyecektir. Ama, çekmeceden çıkarılıp ona göre bir bina yapımına başlandığı ve bina ortaya çıktığı zaman, o plân mühim bir mânâ ifade edecek ve âdeta binanın temel sebebi mevkiine yükselecektir. Aynen öyle de, -lâ teşbih- insanın iradesi, üzerinde kendine göre çok önemli hizmetler îfa edecek, belki de pek çok kötülüklere sahne olacak bir binanın yapılacağı hatlar ve çizgilerden ibaret böyle bir plân gibidir. Bu plân üzerinde binayı asıl kuracak olan Allah'tır (celle celâluhu); fakat Allah (celle celâluhu), binayı kuracağı zaman, sizin irade-i cüz'iyyeniz olan plâna bakacaktır.. böylece iradeniz, zatında herhangi bir kıymet ve mevcudiyet ifade etmese de, Allah'ın (celle celâluhu) yaratmasına âdî bir sebep teşkil ettiğinden, kendi çapından kat kat fazla önem kazanacaktır.
Evet, her şeyi yaratan Allah (celle celâluhu) olmakla beraber, yine de hilkatte hiçbir zaman mutlak cebir değil, belki insan iradesinin sebep olduğu 'şartlı cebir' bahis mevzuudur. Allah (celle celâluhu), insanın fiillerini plân mesabesindeki iradesine göre yaratmakta ve nasıl davranacağını önceden bildiği için de, yarattıklarını ta baştan 'Kader Kitabı'na yazmış bulunmaktadır.
Büyük bir sarayın aydınlatılması için önce mükemmel bir elektrik şebekesinin kurulması gerekir. Fakat, avizelerin yanar hâle gelip, sarayı aydınlatması için de, basit ve âdî bir şart olarak parmağın düğmeye dokunması zarurîdir. O parmak o düğmeye temas etmediği sürece, o dev ve mükemmel elektrik şebekesine rağmen saray aydınlanmayacak ve o şebeke âdeta işe yaramaz bir hâlde bekleyip duracaktır. İşte, iman adına bir meyil ve isteği olan insan, kalb sarayındaki meş'aleleri yakmak için o düğmeye dokunacak, Allah da meşîetiyle bütün lambaları yakacak ve onu aydınlıklar ülkesi Cennet'e varan yola sevk edecektir.. tabiî ki, küfür meyli olan da ona göre muamele görecektir.
Geda, fakrını, aczini ve ihtiyacını dile getiren kulluk dilekçesiyle ve gedalığına yakışır şekilde Sultan'ın kapısına müracaat etse, dilekçesine Sultan'a yakışır bir sultanlıkla cevap verilecek; bu basit ve cüz'î müracaat, gedayı kâinata sultan yapacağı gibi, ebedî âlemde de dünya sultanlarına taç giydirir hâle getirecektir. Yine, bir üfürmekle yıldızların dağılıp saçılmasını, bir kaşık su ile ummanlara sahip olunmasını, bir damla ile arz yüzünün boyanmasını ve bir asansör düğmesiyle galaksiler ötesine yolculuk yapılmasını da aynı zaviyeden düşünebiliriz.
Demek ki, küllî irade cüz'î iradeye bakmakta olup, cüz'î irade de çok büyük neticelerin yaratılması için âdî ve basit bir şart hükmündedir. Evet, görülüyor ki insan, kader önünde eli kolu bağlı robot gibi cebren hareket ettirilen, hele bazı edep bilmeyenlerin iddia ve ifade ettikleri gibi, "Kader kurbanı, kaderin mahkûmu, zalim feleğin mazlumu." bir varlık değildir. Ne var ki -hakkını inkâr etmemekle birlikte- irade de kendi adına hiçbir şeye sahip çıkmamalıdır. Çünkü, gayet âdî, basit ve küçük olan insan iradesiyle, son derece büyük olan neticeler arasında herhangi bir tenasüp ve uygunluk mevcut değildir. Evet, küçük bir düğmenin koca bir sarayın aydınlatılmasında veya yine bir düğmenin insanın galaksiler arası seyahat yapmasındaki rolü ne kadar olabilir..? Öyleyse, meydana gelen hareketi yaratan ve çok küçük, zayıf ve basit sebeplere azîm ve cesîm neticeler terettüp ettiren bir Zât vardır ve O, her şeye hâkimdir. İrade, ihtiyar ve çapımıza göre cüz'î bir kudretimiz olsa bile, kâinat çapında teşhir edilen tecellîler içinde bize düşen pay, milyonda bir bile değildir. Bu ve bunun gibi, bize karşılıksız hibe edilen lütufları saymanın üstesinden gelemeyiz.[3] Allah (celle celâluhu) bizden, kendimize düşenle, Zât-ı Ulûhiyeti'ne düşeni ayırmamızı istese, herhâlde kendimize en yakın bilip, "sahibiyiz" dediğimiz 'ben' dahil, elimizde 'sıfır'dan başka bir şey kalmayacaktır.
Meselâ, her gün menşeini ve akıbetini hiç düşünmeden yediğimiz bir lokma ekmekteki payımız ne kadardır? Her şeyden önce, o lokmanın ana kaynağı toprağı var eden ve ekime müsait hâle getiren kimdir? Toprağa atılan buğday tanesini yaratıp, ona çimlenme, başak verme ve nihayet ekmek olma yolunda nemi, havayı, bulutu, yağmuru, rüzgârı, ısı ve ışığı halkeden kimdir? Hatta, tanenin toprak altındaki macerasını; toprakla içli-dışlı olmasını, gübreyle tanışmasını, bakterilerle dost ve kardeş olmasını tanzim eden kimdir? Sonra, toprağı sürme, ekip biçme, ürün alma ve taneyi un hâline getirip ekmek yapma ilmini, kabiliyet, güç ve kuvvetini bize kim verdi, kim öğretti? Öğrenmek ve bütün bu işleri yapmak için lüzumlu aklı, düşünceyi, beyni, kas ve kemikleri bize hediye eden kim? Lokmayı ağzımıza götürüp çiğnemek ve sonra vücudumuza yarayışlı hâle getirmek için gerekli olan el, kol, dişler, birtakım bezler ve yutaktan yemek borusuna, mideden bağırsaklara ve pankreasa kadar bütün uzuvlar kimin eseri ve kimin emriyle çalışıyor? Lokmanın tadı ve dilimizin o tadı alma fonksiyonu nereden geliyor? Hem, bizden habersiz lütfedilmiş olan acıkma ve doyma hissinde irade ve kudretimizin ne dahli var? Sonra, o lokma ile beden arasındaki sıkı hayatî ilişkiyi tanzim eden kim? Lokmanın kan, gıda ve hücrelere yapı taşı oluşundaki kompleks keyfiyet ve kompleks faaliyet kimin eseri? İşte böyle, bir lokma için zeminden âsumana, soğuktan sıcağa, güneşten diğer sistemlere, yağmurdan kara kadar nerdeyse bütün kâinat iş birliği yapıyor ve bu işbirliği en dakik biçimde vücut mekanizmasıyla birleşip, bütünlük kazanıyor... Acaba, bu sergüzeşti içinde lokmanın masrafı ve fiyatı nedir? Dünyadaki gelmiş geçmiş ve gelecek bütün insanların serveti bir araya getirilse, bu masrafı ödemeye kâfi gelir mi? Ve bu sergüzeşt içinde bizim payımız ne kadardır, hiç düşündük mü?!.
Lütfedilen ve daha da lütfedilecek bunca nimeti acaba hangi ibadetimiz karşılayabilir? Bir günlük cüz'î bir ücret için sekiz saat yorucu bir mesai yapmıyor muyuz? Yeryüzünde üzümün kendi değil de sadece resmi mevcut olsaydı, bütünüyle insanlık olarak gücümüzü, kabiliyetimizi ve servetimizi birleştirerek, bir salkım gerçek üzüm elde edebilir miydik? Oysa, Allah (celle celâluhu) bütün nimetleri karşılıksız vermiş ve vermektedir de; karşılığında istediği nedir? Meselâ, bir çuval buğday için bin rekât namaz emredebilir, insanlar da açlıktan ölmemek için bu emri mecburen yerine getirirlerdi. Kuraklık zamanında dağlara, sahralara çıkıp, dualar ediyoruz; ya her damla su bir rekât namaz karşılığı olsaydı, milyonlarca rekâtı eda etmekten başka ne gelirdi elimizden? Çölde kalıp, ciğeri yanmış bir insana bir şişe suyu keselerce altına satamaz mısınız?
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyurdukları üzere,[4] vücudumuzdaki her bir eklemin şükrünü ne ile ödeyebiliriz? Hastahanelerde idrarını yapamayan, kolunu, bacağını ya da gözünü kaybetmiş veya kendilerine patatesten başka bütün yiyeceklerin yasaklandığı insanlar görürsünüz. Şimdi, sıhhatin şükrü nasıl eda edilebilir, düşünün! Mü'min ve Müslüman olmanın, mü'min insanlarla bir arada bulunmanın mukabilinde nasıl teşekkür edilmesi gerektiğini tefekkür edin! Sonra, kulluğumuzu hakkıyla yapamamanın murâkabe ve muhasebesiyle, Cennet'i müşâhede nimetini hesap edin.! Bütün bu nimetlere Allah'ın (celle celâluhu) sonsuz rahmetinden ve bu rahmeti harekete geçiren acz, fakr ve hiss-i ihtiyacımızdan başka ne ile hak kazanabiliriz? {Yâ Rab, bizi Sana kulluktan ırak etme, sırat-ı müstakîmden ayırma ve Habib-i Edibi'nin izinden ve Sünnet'inden mahrum etme! (Âmin)}
Herhâlde, sahip olduğumuz iradeyle, perverde kılındığımız nimetler arasında herhangi bir tenasübün olmadığı anlaşıldı. Gerçek bu iken, Allah (celle celâluhu) sonsuz merhametiyle bizim için çeşitli vesileler yaratmış ve o küçücük ve incecik cüz'î irademizi Cenneti'ni lütfetmeye sebeb-i âdi kılmıştır. "Allah!" diye inleyip, "ah!" ile bir buhurdanlık gibi kaynayınca, Allah'ın (celle celâluhu) affına mazhar olursunuz. Ebediyyen iman, sebat ve azim niyetiyle bir defa "Lâ ilâhe illallah" dersiniz, Allah (celle celâluhu) da "Cennetimi size vacip kıldım." karşılığında bulunur. İşte, dilde kolay, mizanda ağır ifadeler ve işte cüz'î irademiz, işte neticesi!.
Netice olarak, her ne kadar şudur diyemesek de, cüz'î irade, varlığı bedîhî ve açık ama, mahiyeti ve ağırlığı bizce meçhul bir meyelandan ibarettir. Hariçte elle tutulur ve gözle görülür bir mevcudiyeti yok; ama, kendi var olan bir sır.. belki, insana göre beyin ne ise, ruha göre de irade odur.
[1] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 2/134.
[2] Sâffât sûresi, 37/96.
[3] Bkz.: Nahl sûresi, 16/18.
[4] Buhârî, sulh 11; cihad 72, 128; Müslim, müsafirîn 84; zekât 56; Ebû Dâvut, tatavvu 12; edeb 160
..
İnsanın Kaderi, Elindeki veya Yüzündeki Çizgilerden Okunabilir mi?
Ruh meselesiyle ciddî meşgul olan kimseler, ruhun insan dublesi veya misalî bedene sahip olmasının yanında, onun, sergüzeşt-i hayatına dair kitabeti, tayinat ve takdiratının mevcudiyetinden de haber vermektedirler. Ruhun belirli şekildeki mahiyet ve fonksiyonlarına muttali olunduğu zaman, insanın başından geçeceklere de belirli oranda ıttılâ olunabileceği ileri sürülmektedir ki, Allah (celle celâluhu) dilerse gösterir ve bildirir.
Ve yine ilm-i kıyafetle, yani maddî yapının ifade ettiği mânâlarla uğraşanlar, elin içindeki çizgilerden, kaderin cisme çizgiler hâlinde aksedişinin ifadesi olarak, kişinin başından geçecek şeyleri kısmen de olsa söyleyebilmektedirler. Yanlış anlaşılmasın, bu, gaybı bilmek demek değildir; sadece, Allah'ın (celle celâluhu) cismaniyetimize yerleştirdiği işaret ve alâmetlerden istifadeyle, kişinin hayatına ait bazı yönleri bilebilme fonksiyonudur. Gaybı tam mânâsıyla ancak Allah (celle celâluhu) bilebilir; ve gayb, sadece bu kabîl haberlerden de ibaret değildir.
Allah'ın (celle celâluhu) cismaniyetimize yerleştirdiği işaret ve alâmetlere bakarak kaderi okumaya çalışmak, Devr-i Saadet'te de var olan meselelerdendir. O zaman, bunu yapan kimselere 'kâif' denirdi. Aleyhissalatü vesselâm Efendimiz, azadlısı Zeyd b. Hârise'nin oğlu Üsame hakkındaki dedikoduya karşı, bir kâif getirtti. Babası ile çocuğu, üzerleri örtülü olarak yatıyorlardı; sadece ayakları açıktı. Kâif, bir arada yatan baba ve oğulun ayaklarına bakmış ve birbirleriyle alâkalı olduklarını söylemişti ki, Efendimiz de bu suretle, bildiği bir gerçeği bir de kâif dilinden anlayanlar için tescil ve tespit buyurmuş ve Hz. Âişe'ye: "Yâ Âişe, Üsame Zeyd'dendir." diyerek beşaşet ve bişaret izhar etmişlerdi.[1] Allah'ın (celle celâluhu) bildirmesiyle daha neleri bilen Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Üsame'nin durumunu bilmemesi düşünülemezdi. Fakat bir kâif getirmekle, halka mâl olmuş bulunan ve içtimaî hayata yerleşmiş olan bir müesseseyi, halkın bakış açısına uygun bir delil olarak kullanmak istemişti. Kâifin söylediğiyle kendi bildiği birbirine mutabıktı; çünkü, Kur'ân'ın sarih beyanıyla, o Kâmet-i Muallâ ne söylemiş, ne yapmışsa hiçbiri hevasından değildi: "O, hevadan konuşmaz."[2]
Sözünü ettiğimiz hâdisede, ihtisas ehline müracaata teşvik de olabilir. Nitekim, ağaçların aşılanması hâdisesinde de "Siz dünya işlerinizi bilirsiniz."[3] buyurmuştu. Bu sözde, "Ben bilmem." mânâsı yoktur. -Nebi bilmeyecek de kim bilecek?- İzahı çok uzun sürebilecek bu sözle şunlar kastedilmiş olabilir:
a. Belki, ashabına bir iltifattır.
b. İhtimal o zamanlar, bir kısım sahabi arasında sebeplere tesir-i hakikî verme gibi tevhide münafî birtakım inanç ve anlayışlar hâlâ sürüyordu. Nitekim, Hudeybiye musalahası gecesi de benzer bir hâdise vukû bulmuştu. Yağmur yağmış, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Bu gün bazıları mü'min sabahladı, bazıları ise kâfir." buyurmuş; "Nasıl olur?" denince de, "Kim ki, yağmuru Şi'ra yıldızı yağdırdı demişse, işte o kâfir olarak sabahlamıştır; kim de, Allah yağdırdı demişse, o da mü'min olarak sabahlamıştır." açıklamasında bulunmuşlardı.[4] Bunun gibi, o dönemde hurmalar aşılanmakla mutlaka iyi hurma alınacağına inanılırdı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) her şeyin Allah'ın (celle celâluhu) elinde olduğunu ve sebeplerin neticeler üzerinde fazla tesiri bulunmadığını böyle pratik bir hâdiseyle ders vermek istemiş de olabilir. "Siz dünya işlerinizi bilirsiniz." demekle de, ihtimal sebeplerin mutlaka göz ardı edilmesi gibi bir kaidenin olmadığını da göstermek istemiştir.
c. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kıyamete kadar gelecek insanlara nebi ve imam olması hasebiyle, bu sözü teşrî' maksadına matuf olarak alınabilirdi. Hâlbuki, insan hayatında mutlaka teşrî' gerektirmeyen veya sükut geçilmesiyle mübah olup, tecrübe ve zamana bırakılan bir sürü mesele vardır. Günümüzde ilimler o kadar ilerledi ki, artık civcivin çıkması için, yumurtalar tavuğun altında 21 gün bekletilmiyor. Şimdi kuluçka makineleri, daha ucuz, daha pratik yolla civciv üretiyor. Yine bitki ve meyvelerin verimini artırmak ve en kısa zamanda en bol ürün almak için seracılık geliştiriliyor. Kim bilir, belki ileride değişik enerji kaynaklarının keşfiyle, meselâ uzaya yerleştirilecek dev aynalarla güneşin ısı ve enerjisi kış mevsiminde dahi dünyanın belirli bölgelerine yansıtılıp, Kur'ân'ın ifadesiyle her mevsim meyve veren ağaçlar misali, yılın dört mevsiminde de ürün alınabilecek ve bunun neticesinde de zekât verilecek kimse kalmayacak derecede bolluk ve zenginlik artacaktır.
d. Efendimiz, "Dünya işlerinizi siz bilirsiniz." demekle geleceğe açık kapı bırakmış olmaktadır! Bir diğer yönüyle de, "Aşılayın" veya "Aşılamayın" dememekle, vicdanlara, iradelere zincir vurmayıp, çalışma ve araştırmaya teşvikte bulunmuştur.
Hâsıl-ı kelâm, kadere iman tam mü'min olmanın gereğidir. Allah'a, Resûlü'ne, peygamberlere, meleklere, kitaplara, haşre nasıl inanıyorsak, kadere de aynı şekilde inanmak mecburiyetindeyiz. Bu iman esasları, ebedî hayatı kazanma adına burada yaşayacağımız hayatın kaideleri ve sütunları mahiyetindedir. Bu kaidelerden bir tanesini sarstığımız zaman, kurmak istediğimiz şeyi sarsmış, belki de tamamen yıkmış oluruz. Kur'ân ve hadisler, kader etrafında ciddî tahşidat yapmaktadır. Haşirden sonra belki de en fazla üzerinde durulan Allah'ın (celle celâluhu) meşîeti, ilmi ve takdiridir. Kader, pek çok hadislerde, sair iman esasları içinde değil de, mânâ ve ehemmiyetine binaen daha çok Zât-ı Ulûhiyet ve O'nun sıfatlarının anlatıldığı yerde ve onların içinde ele alınmaktadır. Bu demektir ki, Allah'a, Allah'ın istediği mânâda iman etmek isteyen mü'minin kadere de iman etmesi mecburidir. Bir başka deyişle, kadere iman, Cenâb-ı Hakk'ın Zât'ına imanın kemalinin muktezasıdır; yani, kadere iman etmeyen, Allah'ın Zât'ına ve azametine de gerektiği şekilde iman etmiş sayılmaz.
Kadere herkes seviyesine göre inanır, zira Allah (celle celâluhu) hakkındaki mârifet ve Allah (celle celâluhu) ile olan münasebetler farklı farklıdır. Henüz işin başında olan veya başladığı yerde kalan biri, kadere dinî bir formül olarak, taklidî mânâda kendisini mecbur hissettiğinden dolayı ve bir ön şart derecesinde iman etmesi gerektiği için inanacaktır. Çok katmanlar aşmış, derinlere inmiş, mesafeler katetmiş bir müntehî de, vicdanının derinliklerinde her şeyin üzerinde gerçekten Allah'ın (celle celâluhu) tasarrufunu görme noktasına ulaştığı için, kudsî hadiste ifade edilen "Gören gözü, işiten kulağı, tutan eli... olurum."[5] tecellîsinin mazharı olarak, aksine hiç ihtimal vermeden "Sanki parmağımı dahi Allah'ın oynattığını görüyorum." diyecektir. Bu da, bir idrak, seviye ve zaviye meselesidir.
Kader, ilmî ve amelî değil, vicdanî ve hâlî bir meseledir. Hiç bal tatmamış bir insana, tadı, muhtevası ve faydalarıyla balı ne kadar anlatırsanız anlatınız veya bu mevzuda ne yazarsanız yazınız, bunun, balın tadını tanıma noktasında ağzına sürülecek bir parmak bal kadar tesiri olmayacaktır. Allah'ın (celle celâluhu) varlığı, nübüvvet ve Kur'ânî meseleleri ilmî tahlillerle anlatmak mümkün olduğu hâlde, kaderi ihsan şuuruyla, Allah'ın (celle celâluhu) icraatından görüyor gibi tanıyabilmek için vicdan sayfalarını karıştırmak lâzımdır.
Kader, ayakları kaydırabilen hassas bir mevzudur. İnsanın çok kaygan bir zeminde her an sürçüp düşmesi muhtemel olduğu gibi, kader de, aynı şekilde kayıp düşülebilecek kaygan bir zemin mahiyetindedir. Öyle ki, bazı âlimler talebelerini kader mevzuunda konuşmaktan men etmişler, "Sen konuşuyorsun ya!" diyenlere de, "Konuşmasına konuşuyorum ama, başımda bir kuş var gibi konuşuyorum; kaçırırım diye de tir tir titriyor ve endişe ediyorum." karşılığını vermişlerdir.
Kader mevzuunda bir fikir verebilmek veya bir fikir edinebilmek için şu dört ana hususun çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Kaderle ilgili her meselenin bu dört esas ile izah edilebileceği kanaatindeyiz:
- Kaderin mertebeleri: İlmî plân, kitabet, meşîet, halk.
- Allah'ın (celle celâluhu) sonsuz ilmi; geçmişi, hâlihazırı ve geleceği bir nokta gibi bilmesi.
- Cüz'î irade: Mânâsı, mahiyeti ve varlığının delilleri.
- Kader ile irade-i cüz'iyyenin telifi ve münasebetleri.
[1] Buhârî, fezâilu ashabi'n-nebi 17; Müslim, radâ 40.
[2] Necm sûresi, 53/3.
[3] Müslim, fezâil 141; ayrıca bkz.: İbn Mâce, ruhûn 15.
[4] Buhârî, istiskâ 27; Müslim, iman 125; Ebû Dâvut, tıbb 22.
[5] Buhârî, rikâk 38.
.
Allah (celle celâluhu), Neden Bana Sormadan, İşin Başında İrademe Danışmadan Beni Yaratıp, Kaderin Mahkûmu Yapmış? Sonra, Benim Kaderim Neden Zengin ve Müreffeh Olmak Değil de, Belâ ve Musibetlere Maruz Kalmak Şeklinde Tecellî Ediyor?
Kader zorlayıcı, zulmedici ve hele asla çirkin değildir. İnsanın iradesi hesaba katılmadan yapılan bir takdir yoktur; kaldı ki, peygamberler gönderip, kitaplar indirmekle Allah (celle celâluhu) bizi devamlı surette ikaz da etmiştir.
İnsan bir işe iradesiyle sahip çıkmadan herhangi bir çirkinlik ve günah meydana gelmez. İnsan, nefsinin tesiriyle iradesini kötüye kullanıp, kötülüklere davetiye çıkarmakla düğmeye dokunmuş ve düşeceği çukurun kapağının açılmasına sebep olmuş olur; sonra da gider o çukura yuvarlanır. Meselâ, bembeyaz nur parçası güneşimiz kirsiz, lekesiz olduğu gibi, hayat için mutlaka gerekli olan ısı ve ışığın kaynağı, aynı zamanda çiçeklerin simasında akseden renk ve güzelliklerin de menbaıdır. Fakat, insan onun altında saatlerce oturur ve gerekli tedbiri de almazsa hastalanır, hatta ölebilir de. Şimdi, bu durumda suç güneşin midir? O kendi suiistimaliyle sebep olduğu hastalığı veya ölümü karşısında, "Güneş olmasın, neden yaratıldı ki?" diyebilir mi? "Altında kaldık, hasta olduk; yemeklerimiz güneşin harareti altında kalıp bozuldu." gibi tamamen iradî hatalarımızdan kaynaklanan cüz'î şerlerden dolayı güneşin yaratılması ve varlığı şer kabul edilebilir mi?
Evet, kadere yüklenen günah, zarar ve çirkinlikler, esasen kulun iradesini suiistimal etmesinin neticesidir. İrademizi hesaba katmadan birtakım zulüm ve çirkinlikleri kadere yüklersek, hem musibeti ikileştirmiş, hem de kadere karşı küstahlık etmiş oluruz.
Meselâ, insana hem bir lezzet, hem de neslin çoğalması gibi hayırlı bir neticeye götürücü bir sebep olarak şehvet hissi verilmiştir. İnsan, iradesini kötüye kullanarak bu hissini fuhuş gibi yanlış ve haram yollarda tatmine çalışırsa, bu takdirde suç kaderin mi, yoksa bizzat o insanın mı olacaktır? Burada insan, hayra vesile olsun diye verilen ve yerinde kullanılması için her imkânın hazırlandığı bir vesileyi şerre alet etmekle, şer işleyip günaha girmekte ve neticede kendisine zulmetmektedir. Cinayet gibi benzeri meseleleri de buna kıyas edebilirsiniz... Şu kadar ki, insanın suiistimali olmadan içine düştüğü bir kısım belâ ve musibetler de vardır ki, bunların hikmet, fayda ve güzelliklerini yeri geldikçe anlatmaya çalıştık ve çalışacağız da.
Kader, netice ile beraber sebeplere de bakar. İnsan ise, yaratılışı icabı ve kaderi de tam mânâsıyla anlayamadığından, ancak zâhirî ve görebildiği netice ve sebeplere atf-ı nazar etmekle, yanlış hükme varır ve zulmeder. Meselâ, yaşlı birinin, bir çocuğun kulağını çektiğini gördüğünüzde, hâdise yakışıksız olduğundan, hemen çocuğa zulmedildiği neticesine varırsınız. Oysa kulağı çeken kişi belki de çocuğun babasıdır ve sizin de yapabileceğiniz gerekli bir şeyi yapmaktadır. İleride dizini dövmemek, testinin kırılmasını daha baştan önlemek için, yani çocuğunun mânevî hayatı mahvolmasın ve ebedî hayatı ölmesin diye ahlâk dışı bir hareketinden dolayı böyle bir tedibe tevessül etmiştir... Ama, siz zâhire bakıp, görünüşe göre hüküm verdiniz ve o babayı zulümle itham ettiniz; böylece ona değil, kendinize zulmettiniz. Hâlbuki kader, bütün sebeplere birden bakar ve hakikî, görünmeyen sebepleri de bilir; dolayısıyla hükmünü tam ve adaletli verir.
Bir avcı görürsünüz, bir aslanı vurur ve öldürür. Aslana acırsınız ama, bilmezsiniz ki, o aslan bir ceylanın yavrularını anasız bıraktığından, kader ona o cezayı vermektedir. Beri yanda, bir gün gelir, avcının ayağı kırılır; o da, aslanı öldürmesinin cezasını bulur. Bir insan bir başkasını bıçaklar ve yaralar; cezasını görmez ve hâdise unutulur gider. Fakat, bir gün bu şahıs zina iftirasıyla mahkemeye düşer.. böyle bir isnat itibarıyla o suçsuzdur; fakat, hâkim zâhirî sebeplere bakarak kendisini mahkûm eder. Şimdi siz, "Hâkim zulmetti." dersiniz ama, o kimse hakkında kader, hakikî sebebe bakarak adaletle hükmetmiş ve o şahıs da, unutulup giden bıçaklama suçunun karşılığını görmüştür. İşte kaderdeki güzellik ve bizim hükümlerimizdeki çirkinlik! Evet, kaderin her hükmü ya bizzat güzeldir veya neticesi itibarıyla güzeldir.
Yeri gelmişken, Hz. Musa (aleyhisselâm) ile alâkalı olarak rivayet edilen bir hâdiseyi anlatmakta fayda mülâhaza ediyorum:
Hz. Musa (aleyhisselâm), "Yâ Rabbi, bana adaletini göster." diye dua eder. Cenâb-ı Allah da kendisine, "Falan çeşmenin yakınında bekle ve olup bitecekleri gözetle." diye vahyeder. Derken, çeşmenin başına bir atlı gelir, atını sulayıp giderken bir kese altın düşürür. Arkadan hemen bir çocuk gelir ve o bir kese altını alıp uzaklaşır. Sonra, çeşmeye bir âmâ gelir ve o esnada altın kesesini düşürdüğünü fark eden atlı geri döner. Altınlarını âmâdan ister; âmâ, ne kadar ben almadım derse de dinletemez ve atlı âmâyı öldürür. Hep zulüm gibi görünen bu hâdiselerdeki adaleti Hz. Musa, Cenâb-ı Hak'tan sorar ve şu cevabı alır:
"Atlı, vaktiyle çocuğun babasının bir kese altınını çalmıştı; böylece o bir kese altını sahibine iade etmiş olduk. Âmâ ise, vaktiyle atlının babasını öldürmüştü, onu da atlıya öldürterek, kısas uyguladık."
Evet, hakikî sebepler bilinmeyip, dıştan bakılınca serapa zulüm görülen hâdiseler zinciri, hakikî sebepleriyle serapa adalet olup çıkıyor. İşte kaderin hükmü de böyledir; onda en ufak bir zulüm ve çirkinlik olmayıp, her hükmü mahzâ adalet ve mahzâ güzelliktir.
İnsanın zâhire bakarak kerih gördüğü şeylerde Allah (celle celâluhu) onun için pek çok hayırlar murad etmiştir. Buna karşılık, insanın fayda mülâhaza ettiği pek çok şeyde ise, kendisi için şerler vardır.[1] Meselâ, bilhassa soğuklarda insana abdest almak zor gelebilir, fakat abdestin gerek kendisi, gerekse neticesi pek güzeldir. Cihad, âyetin ifadesiyle[2] ağır ve kerih gelebilir; fakat netice itibarıyla pek çok lütuf ve mükâfatlar getirir. Öyle olur ki, Allah (celle celâluhu) sevdiği bir kulu iflâs ettirir; ama o kul bilmez ki, mal kendisinin sırat-ı müstakîmden sapmasına vesile olacaktı. Kul dua eder, fakat duada istediklerinin verilmemesi karşısında ümitsizliğe düşer; oysa ya istediği aleyhinedir ya da ileride veya ahirette çok daha fazlası ve güzel şekliyle karşılanacaktır.
Öyleyse, Allah'ın (celle celâluhu) hakkımızdaki her hükmünde bilemediğimiz pek çok fayda ve hikmetler vardır. Allah (celle celâluhu), mutlaka kulunun faydasını esas alarak ona hikmetiyle muamele etme mecburiyetinde değildir; fakat nasıl o Hâlık'tır ve Alîm'dir, aynı şekilde Hakîm'dir de; hiçbir zaman abes iş yapmaz; ne var ki, biz çok zaman onun ef'âlindeki hikmetleri bilemeyebiliriz. O hâlde bize düşen, kadere razı ve Cenâb-ı Hakk'a teslim olmak ve O'na teveccüh etmek, "lütfun da hoş, kahrın da hoş" anlayış ve inancıyla, hakkımızdaki her takdirine boyun eğip, itirazda bulunmamaktır.
[1] Bkz.: Bakara sûresi, 2/216.
[2] Bakara sûresi, 2/216.
..
İslâm Fıtratı Ne Demektir? Hidayet Nedir ve Hidayete Nasıl Vesile Olunur?
Sahih bir hadiste, "Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi (günümüzde de falan filan.....izm'den) yapar."[1]buyrulmaktadır.
a. Her insan, yaratılış itibarıyla lekesiz, tertemiz, iman ve İslâm'a en müsait bir hüviyette doğar
Fıtrat, yani yaratılış ve mahiyet itibarıyla her insan, lekesiz, tertemiz ve iman ve İslâm'a en müsait bir hüviyettedir; evet, doğuşunda insan lekesiz, bembeyaz, üzerine her şey yazılabilecek bir kâğıt veya üzerine hiç ses kaydedilmemiş bir bant, her şekle müsait bir macun, kalıplara dökülmeyi bekleyen maden cevheri veya eğilmeye müsait bir rüşeym, bir fidan gibidir.
Nasıl dupduru, saf ve berrak bir pınar suyu, kaynağı ve mahiyeti itibarıyla tertemiz olup, en faydalı, en şifalı, en yararlı kalmaya müsaitse, ya da üzerine toz-toprak saçmak suretiyle bulandırılıp başka bir mahiyete sokulabiliyorsa, aynen öyle de her doğan çocuk, fıtrat ve kâinat kanunlarına göre hakikatleri kabule, bulanıklık ve dalâleti de reddetmeye muvafık ve müsait bir hâlde doğar. Bu sebeple, 5-15 yaş grubu çocuklara ne anlatırsanız, onlar hemen onu hafızalarına kaydedip, iman ve İslâm adına kalb dünyalarına yerleştirirler. Sözgelimi, "Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız olmaz; öyleyse, şu koca kâinat da sahipsiz olamaz. O'nun sahibi de Allah'tır (celle celâluhu)." dediğinizde, karşınızdaki alıcı o kadar lekesiz ve bu tür mesajların öylesine frekansındadır ki, hiç parazitsiz söylediklerinizi hemen kaydediverir. Yaratılış vakumu, fıtratın manyetik sahası, mesajı hemen çeker. Öyle simalar görürüz ki, âşinası bulunduğumuz mânâ ve ölçülere binaen kendileriyle karşılaşır karşılaşmaz, "Temiz fıtratlı, iyi ahlâklı, çok müsait ve müspet bir insan." deyiveririz.
b. Temiz ve selîm fıtrat, küfür ve günahlarla kirletilip, köreltilebilir
İnsan, küfür ve inkârla, kâinat çapındaki delillere gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış, vicdanını söndürmüş ve fıtratını da köreltip, kendini bütün bütün ışık kaynaklarından mahrum bırakmış, karanlıklar içine gömülmüş ve temiz olan fıtratının üzerine Allah'ın (celle celâluhu) sevmediği kapkara lekeler sürmüş sayılır. Buna karşılık insan, iman ve amelle, aslında temiz olan fıtratını muhafaza eder ve safvetini korur. O hâlde denebilir ki, insanın fıtratında iman aslî, küfür ise ârizî bir husustur. Yaratılışta temiz olan fıtrat, sonradan kirletilebilir. Şayet, fıtratın ilk baştaki hâli korunmaz, imdadına koşulmaz ve bu yolda gerekli tedbirler alınmazsa, insanın ya Hıristiyan, ya Yahudi ya da Mecusî olması veya aklınıza gelebilecek küfür cereyanlarından herhangi birisine yem olup gitmesi mümkün ve muhtemeldir.
c. Temiz fıtrat kirletilip bozulunca, insan ikinci bozuk bir fıtrat kazanmış olur
Yumurtadan çıkan yavru kuş, uçamasa da yine kuştur. O, yaratılıştan uçmaya müheyya ve elverişlidir. Palazlanma döneminde koşup sıçradığını, düşe kalka uçmaya çalıştığını görür, "Bu kuş, uçacak." deriz. Ancak, haricî bir sebep devreye girer de kuşun uçma kabiliyetini götürürse, o zaman ne kadar kuş da olsa, uçamaz. İşte küfür de böyledir; yani küfür, uçmaya müsait bir kuşun kanatlarını kırma, güdük bırakma ve kümeslerde onun kabiliyetlerini öldürme gibi, insandaki ilk fıtratı köreltip, onu ikinci bozuk bir fıtrat ile uçamayacak hâle getirir. İradesinin suiistimaline ve dış sebep ve saiklere binaen fıtratı köreltilen bir insan, ikinci bir fıtrat kazanmış, temiz ve selim yaratılışını da kirletmiş olur. Nasıl kuşun ilk hâline bakıp da, "Kuştur bu, uçar" diyorsak, aynı şekilde yeni doğan bir çocuğa da "Müslüman bu" veya "Müslüman olur bu" deriz. Ne var ki, zamanla o yavrunun üzerinde muhalif sam yelleri eser ve o da iradesini suiistimalle bunların üzerine tuz biber ekerse, işte o zaman kolu kanadı kırılır ve fıtrat çekirdeği küfür toprağının karanlıklarında gömülü ve örtülü kalır.. çimlenip filiz çıkarmak ve neticede her mevsim meyve veren bir ağaç olmak için gerekli ısı, ışık ve yağmuru alamaz ve dolayısıyla da hiçbir zaman sünbüllenemez, boy atıp gelişemez ve başak salamaz.
d. Tahşidatta bulunduğumuz bütün bu meselelerde kader mevzuuyla alâkalı iki hususun her zaman karşımıza çıkma ihtimali vardır: Dış sebepler ve irade
Evet, her doğan İslâm fıtratı üzerine doğar fakat, anne-baba, arkadaş, muhit, toplum ve okul gibi dış etkilerle, bunları lehinde veya aleyhinde değerlendirecek olan irade, fıtrata müsbet veya menfî yönde müdahalede bulunur. Kaderde ise, bütün bunlar hesaba katılarak, "Bu insan, ya fıtratını temiz tutup saîd olacak ya da fıtratını köreltip küfre batacak ve şakî olacak." diye yazılır.
Hidayet: Hidayet, cüz'î iradesini kullanmasının neticesinde insanın içinde Allah'ın (celle celâluhu) yaktığı bir nur ve ışıktır. Daha evvel de işaret ettiğimiz gibi, dalâlet de hidayet de tamamen Allah'ın (celle celâluhu) yaratması ile meydana gelir. Bir âyet-i kerimede,"Rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi topyekün iman ederdi."[2]; bir başka âyette ise, "Allah dileseydi, onları hidayet üzere toplardı."[3] buyrulmaktadır. Hatta Peygamber Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Şüphesiz sen ölülere söz dinletemezsin, sağırlara da işittiremezsin... ve sen, körleri de dalâletlerinden hidayete iletici değilsin."[4] denmektedir. Zaten biz de, her namazın her rekâtında hidayeti Rabbimiz'den diler ve günde kırk defa "İhdinâ's-sırata'l-müstakîm"[5] deriz.
"Sen sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin; fakat Allah, dilediğine hidayet eder."[6] âyeti de, bu mevzuda zikredilecek âyetlerden biridir. Allah'ın (celle celâluhu) Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, "Ben insanları hidayete, imana davet edici olarak gönderildim. Hidayete sevk edip, kalblere imanı koyacak Allah'tır (celle celâluhu)."[7]buyururlar. Şeytan da küfür, dalâlet ve günahları süslü gösterir, kalbe vesveseler atar; fakat dalâleti ve günahları yaratan yine bizzat Allah'tır (celle celâluhu).
Hidayete Vesile Olma
Bir âyette, "Şüphesiz sen, doğru yola hidayet edicisin."[8]; bir diğer âyette ise,"Şüphesiz sen onları doğru yola çağırıyorsun, davet ediyorsun."[9] buyrulur. Birinci âyette "hidayet edicilik" bahis mevzuu iken, ikincide "davet etme" söz konusudur. Âyetlerden anlaşıldığına göre Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hidayete vesile, şeytan da dalâlet ve günahlara vesiledir; fakat yukarıda ifade ettiğimiz gibi, dalâleti de hidayeti de yaratan Allah'tır (celle celâluhu).
Allah (celle celâluhu), başta peygamberler olmak üzere çeşitli hidayet vesileleri yaratmıştır. Şayet kullar bu vesilelere sahip çıkmaz ve iradelerini hidayet istikametinde kullanmazlarsa, Allah (celle celâluhu) onlar için hidayeti yaratmaz; yani, vesileleri yaratır da neticeyi yaratmaz. Meselâ, bu mevzuda Kur'ân'da, "Semûd kavmini hidayet etmiştik; fakat onlar, körlüğü hidayete tercih ettiler."[10] buyrulmaktadır. Demek oluyor ki, işin bir yanı insana ait olup, onun meyillerine ve iradesine bakarken, öbür yanı tamamen Allah'ın (celle celâluhu) hidayet veya dalâleti yaratmasına bakmaktadır.
Hidayete Götürücü Vesileler Araştırılmalıdır
Kur'ân, bir yandan küfre götürücü ve hidayetin önüne set çekici sebep ve vesilelere karşı tahşidat yaparken, diğer yandan da hakka götürücü vesilelere teşvikte bulunur. Yani, bir taraftan imana mâni kibir, gurur, istiğna, kendini beğenme, çalım satma, şartlanmışlık, karşısındakini hafife alma, dünyayı tercih ve cehalet gibi vasıflardan uzak bulunmayı talim ederken, diğer taraftan da okumayı, düşünmeyi, kâinatı araştırmayı, ibret almayı, muhakemeyi, Hak adına konuşanları dinlemeyi ve onların aydınlık yollarını takip etmeyi terğib ve teşvik eder.
Kur'ân'da iki yerde 'vesile' kelimesi geçer. Bunlardan biri olan Mâide sûresi 35. âyette mealen, "Ey iman edenler, Allah'tan korkun. (Kur'ân ve kâinat kitabını mütalâa ile tanımaya çalıştığınız) Rabbinize karşı saygılı olun ve O'na yaklaşmaya vesile arayın; (sizi görmek istediği şekilde, küçüğüyle-büyüğüyle nefis, şeytan ve isteklerinize karşı olduğu kadar, dış dünyada sizi siz olmaktan çıkaracak ve her plânda içinize sızabilecek maddî düşmanlara karşı da) cihad edin ki, kurtulasınız." buyrulur. Daha başka âyetlerde ise, "Ve Bizim yolumuzda cihad edenleri Biz de mutlaka hayır yollarımıza erdiririz."[11],"Kim Allah'tan korkarsa (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır."[12] buyrulmaktadır.
Âyetlerden anlaşıldığı üzere, kalbin derinliklerine doğru yolculuk yapıp, Allah'a (celle celâluhu) seyr ile ermiş kimseleri, Allah (celle celâluhu) kat'iyen şaşırtmaz. Tasavvuf erleri ve erenler, hepsi de Allah'a (celle celâluhu) giden değişik yollardan ve değişik usullerle cehd edip, Allah'a (celle celâluhu) yürümüşlerdir. Hidayet yolları olan bu yollarda, Allah onların gören gözleri, işiten kulakları ve tutan elleri olmuştur.[13] Yani, Allah adına görmüşler, Allah adına duymuşlar ve Allah adına yürümüşlerdir; Allah da onlara başka yollara ait şeyler göstermemiş, duyurmamış ve ayaklarını başka yollara çekmemiştir.
Günümüzde ise, hak ve hakikate tercüman olan, dine omuz verip sahip çıkan ve gönüllerde Allah (celle celâluhu) adının, Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yâdının duyulması istikametinde çalışanları, Allah (celle celâluhu), -inşâallah- hidayet ettiği yolunda şaşırtmayacak, yanıltmayacak, günahlar içine atıp helâk etmeyecek...
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hayat-ı seniyyelerinde -O'na bir mânâda ölmüş diyemiyoruz- son nefeslerine kadar daima bu vesilelik vazifesini eda etmişlerdir. Allah (celle celâluhu), Habibini "En yakın akrabalarını inzâr et!"[14]; "Hatırlat, öğüt ver!";[15]"Sana emredileni (başlarını çatlatırcasına) açıkça anlat!"[16] fermanlarıyla imana davet adına harekete geçirmiştir ki, onun bütün eza ve cefalara, eziyet, işkence ve hakaretlere katlanması; dünya adına cezbedici bütün teklifleri reddederek, vazifesine -yine Kur'ân'ın beyanı içinde- neredeyse intihar edecek ve kendisini mahvedecek derecede[17] hırs, istek ve arzuyla koşup durması; gezip seyran eylediği Cennetleri bile ümmetinin kurtuluşu ve onları da alıp oraya götürmek için bırakıp, kavminin arasına dönmesi, evet bütün bunlar, onun dava düşüncesi adına ne baş döndürücü fedakârlık örnekleridir..!
Mübarek ayaklarına taşların atılması ve bütün vücudunun kan-revan içinde bırakılması pahasına Taif'e gidip Hakk'a tercüman olması,[18] kendisine her türlü kötülüğü yapan insanları, bilhassa Mekke fethinde "Gidiniz, serbestsiniz!"[19] diye affetmesi ve ashab-ı kiramına, kılıçların kınından çekilip, başların vücutlardan ayrılacağı dakikalarda, önce düşmana "iman ve İslâm" davetinde bulunulmasını tavsiye etmesi;[20] ayrıca, "Ey Ali, senin elinle bir kişinin hidayete ermesi, yeryüzünde bulunan ve güneşin üzerine doğduğu her şeyden, -başka bir rivayette- vadi dolusu koyun ve develerden daha hayırlıdır."[21] irşadı ve emsali daha başka pek çok hâdiseler ve hadis-i şerifler, hidayete vesileliğin ne derece ehemmiyetli olduğunu göstermektedir.
Vesile olan, o işi yapan kadar sevap kazanır. Bu mevzuda Söz Sultanı, "Kim iyi bir çığır açar da hayra vesile olursa, onun açtığı bu çığırda yürüyenlerin sevapları eksiksiz olarak yürüyenlere verildiği gibi, o yolu açana da verilir; kötü ve günah çığırı açanlara da, o yolda yürüyenlerin günahları kadar günah yazılır."[22] buyurmaktadır. Bir mescit bina etmişseniz, bir cami yapmış veya yaptırmışsanız, o mescit veya camide namaz kılanların sevabı kadar bir sevap sizin defterinize kaydedilecektir; aynı şekilde, o mescit veya camiyi dolduracak nesilleri yetiştirme yolunda sa'y ü gayret etmiş, bu maksatla müesseseler kurmuş, muhtaç talebelere burs vermiş, defter-kitap almış ve bir eğitim seferberliğine siz de katkıda bulunmuşsanız, yetiştirdiklerinizin sevapları kadar bir sevap size de verilecek ve amel defterleriniz kapanmayacaktır. Kalbi imanlı, kafası aydın, anne-babasına itaatkâr, vatan ve milletine hizmetkâr fertleri bu millete kazandırma yolunda atacağınız her adım, alıp-vereceğiniz her soluk, ibadet ve vesilelik adına yapıp geride bıraktığınız her amel, sizin için ahiret azığı ve saadet vesilesi olacaktır.
Vesilenin sadece bir vesile, buna karşılık, yapan ve yaratanın Allah (celle celâluhu) olduğu çok iyi bilinmeli ve kat'iyen akıldan çıkarılmamalıdır. Bir kimse, imanımızın kurtulmasına, kuvvetlenmesine ve ibadetlere alışmamıza vesile olabilir. Bu durumda, vesile olanın "Ben olmasaydım sen kurtulamayacaktın; ben alıştırmasaydım sen namaz kılmayacaktın; imanını ben kurtardığım gibi, seni namaza alıştıran da benim." demesi ne derece tehlikeli bir tefrit ve yanlış bir yol ise, aynı şekilde bizim de, "Sen olmasaydın, ben küfür içinde yüzüyor olacaktım; ibadet nedir bilmeyecektim." şeklinde düşünmemiz, o derece tehlikeli bir ifrattır.
Bunun yerine, hidayete vesile olan kişi şöyle düşünmelidir: "Allah'a (celle celâluhu) hamdolsun; benim gibi nâehil, liyakatsiz ve muhtaç birini böylesi bir güzelliğe vesile kıldı. Ben, belki bir üzüm çubuğuyum ve Allah (celle celâluhu) benim gibi kara, kuru ve çelimsiz bir dal parçasında şerbet tulumbacıklarını var etti."
Birinin vesile olmasıyla hidayete eren kişi de şöyle demelidir: "Sultanımın benim aczimi ve ihtiyacımı görüp, bir kapıcısı ve hizmetkârı ile bana elmastan hediyeler göndermesi karşısında, benim O Sultan'ı unutup, kapıcının ellerine sarılmam, ona temenna durmam ve hediyeleri ondan bilmem, O'na karşı su-i edebdir. Hamd ve minnet ancak Sultanım'adır, yani Allah'adır. (celle celâluhu)"
Burada şu hususun belirtilmesinde de yarar var: Hamd ve minneti Sultan'a verip, hidayeti O'ndan bilmek, hiçbir zaman, hidayete vesile olan kişiye hürmet gösterip, şükran hisleriyle dolu bulunmaya mâni değildir. Her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da Kâinatın Efendisi'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği ölçüler içinde hareket edip, mutlaka dengeyi korumalıyız. Meselâ, en büyük hidayet vesilesi olan Peygamberimiz'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) Yahudi ve Hıristiyanların peygamberlerini yaptığı gibi 'ulûhiyet' mertebesine çıkarmamalı; buna karşılık, O'nun için "Abdühû ve Resûlühû" derken, bütün bir beşeriyetin O'na medyun bulunduğunu unutup,"Medyundur O'na bütün bir beşeriyet/Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret." dua ve inancından da uzak olmamalıyız. Çünkü, O'nun yolunda ve O'nun aşkıyla yaşanmayan bir hayata hayat değil, ancak 'mevt' olarak bakılır; Kur'ân'ın ifade ve benzetmesiyle, belki de olanca hakikatiyle, O'nu kalblerinde taşımayanlara ve hayatlarında rehber ve getirdiklerini de hayata hayat edinmeyenlere ancak kabirdekilere bakıldığı gibi bakılabilir.
Evet, kaderde temiz fıtratların bozulup bozulmayacağı ve hayat boyu insanın karşısına çıkacak vesile ve sebeplerle birlikte, iradenin bu vesile ve sebeplere karşı tutumunun da çok öncelerden bilinip kaydedilmesi, hayır ve şerrin Allah (celle celâluhu) tarafından yaratılması meselesinden farklı değildir. İnsanın iradesiyle devreye girdiği her yerde Allah (celle celâluhu), hayrı da şerri de yaratır; fakat bazen atâ kanunuyla tecellî edip, şerri yaratmaz; çünkü O'nun şerre rızası yoktur. Buna rağmen, kul iradesini şer yönünde kullanmada ısrar ederse, razı olmamakla beraber şerri de yaratır; zira dünya bir imtihan, bir müsabaka ve kulluk dünyasıdır... Kaldı ki, şerrin yaratılmasının değil, kesbinin şer olduğunu, bizim şer bildiğimiz pek çok şeyde mühim hayırlar bulunduğunu, melekût cihetiyle, her şeyin hayır ve hikmet dairesinde olup bittiğini, dolayısıyla da şerri yaratmaya şer denemeyeceğini daha önce belirtmiştik.
[1] Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5.
[2] Yunus sûresi, 10/99.
[3] En'âm sûresi, 6/35.
[4] Rum sûresi, 30/52-53.
[5] Fatiha sûresi, 1/6.
[6] Kasas sûresi, 28/56.
[7] ed-Deylemî, el-Firdevs bime'sûri'l-hitab, 2/11-12; Ali el-Müttakî, Kenzu'l-ummâl, 1/116.
[8] Şûrâ sûresi, 42/52.
[9] Mü'minûn sûresi, 23/73.
[10] Fussilet sûresi, 41/17.
[11] Ankebût sûresi, 29/69.
[12] Talâk sûresi, 65/2.
[13] Buhârî, rikâk 38.
[14] Şuarâ sûresi, 26/214.
[15] Gâşiye sûresi, 88/21.
[16] Hicr sûresi, 15/94.
[17] Bkz.: Kehf sûresi, 18/6; Şuarâ sûresi, 26/3.
[18] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 4/168.
[19] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 4/55; İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 4/344.
[20] Müslim, cihad 3; Ebû Dâvut, cihad 82.
[21] Buhârî, cuma 29; cihad 102, 143; fedâilu's-sahabe 9; meğâzî 38; libâs 38; et'ime 1; Müslim, fedâilu'l-Kur'ân 32, 34.
[22] Müslim, zekât 69; İbn Mâce, mukaddime 203.,
.
Kader ve İrade, Neden Altı İman Esası Arasına Girmiştir?
İnsan, çoğu zaman ülfet ve ünsiyet sebebiyle, Allah'ın (celle celâluhu) kendisine olan lütufları karşısında "Ben yaptım, ben ettim, ben kazandım; bildim, öğrendim, düşünüp buldum..." gibi sözlerle, her şeyi kendi izafî kudret ve kuvvetine, irade ve kabiliyetlerine verir. İşte böyle durumlarda kader hemen karşısına çıkıp, 'Sizi ve yaptıklarınızı yaratan Allah'tır.'[1] Öyleyse haddini bil! Elindeki o minik düğmeyle bütün bu işleri yapman mümkün müdür? Değildir." der ve onu gururdan kurtarıp, hayatında denge ve muvazeneyi sağlar.
İnsan ruhunda güzellik, meziyet ve semerelere sahip çıkıp, bunlarla övünme, iftihar etme, hatta daha da ötesinde gururlanıp kendinden geçme duygusu vardır. İşte böyle bir duyguya karşı, bütün güzellik ve hayırların gerçek sahibinin nefis değil, ancak Allah (celle celâluhu) olduğunu, buna karşılık, bütün kötülük ve günahların nefisten kaynaklandığını ifade için, "Sana gelen her iyilik Allah'tandır, sana gelen her kötülük de kendindendir. Seni insanlara elçi gönderdik (buna) şahit olarak Allah yeter."[2] ihtarını çeken kaderdir.
Hafızanızın şeridini şöyle geriye doğru sardırıp, geçmişinize bir bakın, bakın da, günahlar içindeyken, kaderin sizi en güzelim arkadaşlar arasına katıp, sohbetlerle kafa ve kalbinizi nasıl tedavi ettiğini, bunun neticesinde kalbinizde ve dilinizde rahmet tomurcuklarının açtığını ve göğsünüze ibadet ve ahlâk madalyalarının takıldığını görmeye çalışın; sonra da düşünün, seyredin ve diyebilirseniz "Ben yaptım" deyin!...
Meselenin ikinci bir yönü daha var: İnsan zaman zaman, "Madem beni de, yaptıklarımı da yaratan Allah'tır (celle celâluhu); madem O dilemedikçe ben dileyemem ve madem ben, âdeta kaderin programladığı bir robotum, öyleyse yaptıklarımda ne dahlim var ki, mesul ve günahkâr olayım!" diyerek, Cebrîlik çukuruna da düşebilir. Böyle bir tehlike karşısında da hemen irade karşısına çıkar ve terazinin karşı kefesine binerek, "Hayır, mükellefsin ve mesulsün! Evet, iman ve kullukla mükellef olduğun gibi, yaptığın bütün kötülük ve işlediğin bütün mâsiyetlerden de mesulsün; çünkü ben de varım." der ve dengeyi sağlar. Öyleyse, ne kader iman, küfür, mükellefiyet, tevbe ve günahların doğrudan kendisine havale edileceği bir mesnet ve nefsin çirkinliklerini örtecek bir kılıf, ne de irade, kişinin Allah'ın (celle celâluhu) kendinde yarattığı meziyet ve güzelliklere sahip çıkıp, firavunane "Ben!" demesi ve bütün acz, zaaf ve fakrına rağmen, karşılıksız sağanak sağanak lütfedilen nimetleri sahiplenmesi için bir vasıta ve sebeptir.
Biz, iradenin bütün güzellik ve hayırlara iki elini birden atıp, üzerinde emanet bir gömlek gibi duran faziletlerle gururlanıp çalım satması tehlikesinden ancak kaderle; buna karşılık, nefsin mesuliyet ve mükellefiyetlerden kurtulmaya kalkışması tehlikesinden de ancak iradeyle halâs olabiliriz ki, irade ve takdirin bahis mevzuu edildiği yerde 'sırat-ı müstakîm' işte budur.
İnsanın iyilik ve güzelliklere karşı gayet kısa, günah ve tahribata karşı ise oldukça uzun iki eli vardır. Bu ellerden birine tevbe ve istiğfar verilip, nefsin şerre ve günahlara meyli kesilmeli, tecavüzleri kırılmalı ve bütünüyle Cehennem'e giden yollar kapatılmalı; diğer eline ise dua, Hakk'a teveccüh ve tevekkül verilip, hayır istikametinde şahlandırılmalı; güzelliklere karşı güç, kuvvet ve şevki artırılıp, Cennet yolunda coşturulmalıdır.
[1] Sâffât sûresi, 37/96.
[2] Nisâ sûresi, 4/79.
..
Ruhların Yaratılışı Esnasında veya Daha Anne Karnında Cenin Safhasındayken İnsan İçin Saîd veya Şakî, Ya da Cennetlik veya Cehennemlik Yazılması Nasıl Olur?
Bu mesele, yerinde yeterince izah edilmiş olmakla beraber, burada da birkaç satırla açıklamaya çalışalım:
Her şeyden önce Allah (celle celâluhu), kulunun ileride iradesiyle nasıl davranacağını, Cennetlik ameller mi yoksa Cehennemlik ameller mi işleyeceğini, sonsuz ilmiyle ezelde bilir ve bildiği için yazar; yoksa kul, Allah (celle celâluhu) öyle yazdığı için Cennetlik veya Cehennemlik, saîd ya da şakî olmaz.
İkinci olarak, Allah (celle celâluhu), kulunun iradesini hangi yönde kullanacağını bildiği gibi, fiillerine tesir eden bütün sebepleri de bilir ve ona göre yazar. O insan üzerinde ailesinin tesir ve terbiyesi nasıl olacak, muhiti kendisini ne yönde etkileyecek, imana ya da küfre götürücü vesileler neler olacak ve o iradesiyle bunları nasıl aşacak, bütün bunları Allah (celle celâluhu) bilir ve ona göre yazar.
Biz, insanın Cennetlik mi Cehennemlik mi olacağını bilemeyiz; çünkü kaderden habersiziz. Hadisin beyanı içinde, sadece zâhirdeki davranışlarına, söz ve fiillerine bakar, bunları din ölçüsüne vurur, küfrünü gerektiren zâhir söz ve davranışları varsa, en fazla 'kâfir' der, fakat Cehennemlik diyemeyiz. Çünkü, zâhire göre davranma mecburiyetindeyiz. İşin hakikatine, o kişinin kalbine ve son nefesini nasıl vereceğine vâkıf bulunmadığımızdan, bu hususları Allah'a havale ederiz. Bugün ateist bildiğiniz birisi, bakarsınız bir zaman sonra imanı bütün bir insan oluvermiştir.
Burada yeri gelmişken, Almanya'da bir hoca arkadaşımızın şahit olduğu hâdiselerden birini nakledeyim:
Mescitler herkese açık, sohbet yapılıyor ve önemli bazı mevzular arz edilmeye çalışılıyor. Dinlemeye gelen gençlerden bir tanesi "Biliyor musunuz?" diyor, "Ben komünisttim." Bu gence hemen 'Cehennemlik' der misiniz? Bu genç, bir kısım temiz arkadaşlarla tanışıyor, kendisine usulüne uygun olarak iman meseleleri takdim ediliyor ve bir cumartesi bu genci, yanında yabancı bir arkadaşıyla yatsı namazında görüyoruz. Ona da bir şeyler anlatılsın diye arkadaşını da getirmiş...
Evet, bu gence "Ben komünisttim." dediğinde hemen 'Cehennemlik' yaftası vurup reddetseydiniz ne kazanacak ve son hâlini gördüğünüzde utanmayacak mıydınız? İnsanlar hakkında hüküm vermek ne vazifemizdir, ne de salâhiyetimiz dahilindedir.
Bir başka gencin, neslimizin hissiyatına tercüman olan şu sözlerine bakalım:
"Ben Köln'de kızıl bayraklar altında yürüyüşlere katılıyordum. Bir gün arkadaşlarımın yanına geldim. Sorular soruluyor, cevaplar veriliyordu. Komünizm sempatizanı olduğum için de bir tedirginlik duyuyor, konuşulanları can kulağı ile dinlemekle beraber, "Acaba totemlerime saldıracaklar mı, aleyhte söz söylenip, sloganlar atılacak mı?" diye teyakkuzda duruyordum. Bunların hiçbiri olmadı; fakat hiç duymadığım imanî mevzular anlatıldı. Aksi hâlde, tatmin olmayacak ve içki, kumar gibi alışkanlıklarımı da bırakmayacaktım."
Yine soralım: Şu anda, hak ve hakikati başka insanlara da anlatmak için arabasıyla sağa sola koşturan bu genci, o hâliyle ve o yaşında nasıl Cehennem'e mahkûm edecektiniz? Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptığı şekilde, ismi fıtratına uygun olarak 'Yasir' yapılan bu yiğidi hemen gayyalara mı atacaktınız?
İşte, verdiğimiz misallerde görüldüğü üzere Allah (celle celâluhu), insanın irade düğmesini bütün sebepleriyle hangi istikamette kullanacağını ve hangi istikamet üzerinde son nefesini vereceğini bildiği için, ruhlar âleminde veya anne karnında onun şakî-saîd, Cennetlik veya Cehennemlik olacağını yazar. İnsan da, hadisin ifadesiyle nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle haşrolur.[1] Bize düşen, Allah'tan (celle celâluhu) ümit kesmeden ve neslimizin geleceğini de karanlık görmeden çalışmak ve imana, hidayete vesile olma yolunda gayret göstermektir.
[1] Bkz.: Müslim, cennet 83; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned 3/331.
.
Son Derece Basit, Küçük ve Zayıf Bir İradeye Mukabil, Sonsuz Bir Cennet veya Cehennem'in Verilmesi Nasıl İzah Edilebilir?
Aslında bizler Cennet gibi gelecekle ilgili lütf-u ilâhîye nail olmayı değil, daha çok, başımızdan aşağı sağanak sağanak dökülen nimetlerin şükrünü nasıl eda edebiliriz diye düşünmeliyiz. Karşılıksız ve peşin verilen nimetlerin şükrünü yaptığımız kullukla eda etmemiz asla mümkün değildir. Dünya hayatında bir gün yaşamak için bir gün çalışırız; altı ay yaşamak için altı ay çalışırız ve "Keşke altı ay çalışıp, bir sene yaşasaydım." der ve iki günlük hayat için bir günümüzü seve seve vermeye razı oluruz. Gerçek bu iken, dünya nimetleriyle asla kıyaslanamayacak kadar muhteşemlerden muhteşem Cennet'i kazanmak için, çoğu uyku, çocukluk ve dünyalık çalışmalarla geçen kısacık hayat nasıl yeterli olabilir? Bir de bu kazançta insanın yaptığı sadece düğmeye dokunmak ve parmağını uzatmak kadar ehemmiyetsiz bir fiil olursa?.. Ya, bu kadar basit bir meyil ve niyetle ebedî Cehennem'e nasıl müstahak olur insan? Şimdi meseleye birkaç cihetle ışık tutmaya çalışalım:
a. Niyet Yönünden
Ebedî Cennet, ebedî nimetler ve ebedî Cemalullah... Bütün bunlar, şu fâni, kısacık hayatımızın neticesi olamaz ve bizim maddî yönümüz de ebediyeti kat'iyen kucaklayamaz. Fakat, 'ebedî iman niyeti'dir ki, bizi ebediyete sahip kılabilir. Elhamdülillah, Rabbimiz'e iman ediyoruz; bu imanda sebata ve sadakate kararlıyız. İrade düğmemizi bu istikamette kullandık ve yine irademizle bu ebedî imana niyet yönünden sahip olacağız. Rabbimiz'in kalbimizde bir meş'ale hâlinde yakıp tutuşturduğu bu hidayet yoluna da yine bizzat O'nun tarafından sevk olunmuş bulunuyoruz. Yetmiş yıl yaşayacaksak eğer, yetmiş yıl imanlı olmaya niyetliyiz; Rabbimiz yetmiş değil, yüz yetmiş yıl ömür verse, hatta bin yetmiş yıl ömür verse, yine dönmeyecek ve imanımızda sadakatle sebat edeceğiz. Yaşadığımız müddetçe, hatta ebediyen dünyada kalsaydık, yine imanımızdan dönmeyecek ve ebedî olarak Allah'a (celle celâluhu) inanacaktık.
İşte, Cennet ve Cehennem'e girmekte asıl olan da bu niyettir. Zaten, Allah'ın Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Ameller niyetlere göredir."[1] buyurmuyor mu? Herkes, niyetinin karşılığını görecektir. Niyetimiz ebedî iman çizgisinde kalmaksa, mükâfatımız da ona göre olacaktır. Ceza ve mükâfat, amelin cinsine göredir; ebedî imana ve ebedî iman niyetine ebedî Cennet. Bunun tam karşısında ebedî küfre ve ebedî küfür niyetine de ebedî Cehennem. Allah (celle celâluhu) suretlerimize, şeklimize ve şu fâni dünyada maddemizle ne kadar süre kaldığımıza değil, taşıdığımız niyete, sahip olduğumuz azme, kalbimizdeki imana, bu imandaki devamlılık niyet ve düşüncemize bakar.
Evet, niyet, yaşanan kısacık ömürde, imandaki sadakat ve sebat düşüncesiyle, yaşanmasa da, yaşanmış gibi ebedlere kadar zamanları aydınlatan bir ışıktır. Buna karşılık, her şeyi karanlık gören, karanlık niyetli kâfirin de ebedî hayatı, Cehennem mânâsına kapkaradır. Çünkü kâfir, ebedî iman nurunu yakmamak, daha doğru bir deyişle, irade düğmesini Allah'ın (celle celâluhu) kalb sarayının iman avizelerini yakmasına vesile kılmamak inat ve ısrarı içindedir ve milyonlarca yıl da yaşasa, bu inat, bu ısrarında devam edecek ve bir defa olsun o düğmeyi aydınlık yolunda kullanmak istemeyecektir. Böylece de kalbini, dünyasını ve ebedî hayatını karartan kara niyetinin kurbanı olacaktır.
Ebede uzansın niyetleriniz, ebede uzansın da, ebedler size bağrını açsın. Has niyetle geçen her saniyeniz, mukabele sırrıyla binlere ulaşsın...
b. Cezada takdir, suçun ağırlığına ve işlenmesindeki kasıt, niyet ve neticeye bakar; işlenme süresine değil
Dünyada 5 dakika süren bir adam öldürme suçuna ceza olarak bazen 25 yıl, yani yaklaşık 13 milyon dakika, bazen müebbet hapis, hatta bazen de idam veriliyor ve hiçbir zaman bu cinayetin ne kadar sürede işlendiği hesaba katılmıyor; belki, suçun ağırlığına, suçu işlemekteki kasıt, niyet ve neticeye bakılıyor. Küfür ve inkârın sırtında taşıdığı cinayetler, bir insanı öldürmekten çok daha fazla, çok daha ağırdır. Kâinatın Yaratıcısı'nın varlığına zerreler, hücreler, melekler, yağmur damlaları, atomlar ve moleküller adedince.. kısaca, sayılamayacak kadar çok şahitler vardır ve küfür, bu kadar şahidin şehadetini bir anda yok saymak demek olduğu gibi, bütün kâinatı karanlığa mahkûm etmek ve aynı zamanda bu kadar şahide âdeta yalancılık ithamında bulunmak demektir. Hem küfür, Yüce Sanatkâr'ı tahkir, onun kâinattaki nakışlarını tezyif ve sayısız delillerini tekziple, kâinatın zerreleri adedince büyük bir cinayet sayılır. Dahası, hayatlarında yalanın mümkün olmadığı binlerce peygamberi, milyonlarca evliyâyı ve en önemli hususiyetleri sıdk olan milyarlarca mü'mini inkârdır, yalanlamaktır. Böyle bir suçun cezası da, herhâlde kendi cinsinden, dolayısıyla da ebedî Cehennem olması gerekir.
c. Cüz'î irade gerçekten küçüktür ama, neticesi pek büyük olup, Allah (celle celâluhu) da cezayı neticeye göre verir
Bir düğmeye basmakla bir anda milyonlarca lambayı söndürüp, çok büyük bir memleketi karanlıklar içinde bırakabilirsiniz. Veya bir davranışınızla -Birinci Cihan Harbi'nde olduğu gibi- milyonlarca insanın ölümüne, milyonlarca ailenin yıkılmasına, şehirlerin yerle bir olmasına, asırlık emeklerin bâd-i heva gitmesine ve dünya çapında pek büyük değişikliklere sebep olabilirsiniz. Aynı şekilde, bir kibritle koca bir ormanı yakabilir veya bir tuğlasını çekmekle büyük bir sarayı yerle bir edebilirsiniz. Küfür, tahrip demektir ve tahrip ise pek kolay ve netice itibarıyla pek şümullü, pek şedittir.
İşte, kâfir iradesini küfür istikametinde kullanmakla, neticesi böyle pek büyük bir tahribata sebep olduğu içindir ki, ebedî Cehennem'i hak eder. Buna karşılık mü'min, irade düğmesini müspet yöne çevirmekle hem dünyasını, hem de ahiretini aydınlatır.
d. Hadsiz nimetlerin sahibine sırtını çeviren insan, elbette tokatlar yemeye müstahaktır
Allah'ın (celle celâluhu) sonsuz azamet ve kudretini gösteren ve varlık adına sonsuz ağırlığı ve kıymeti bulunan o hadsiz nimetlerin sahibine sırtını çeviren.. sonra, vicdan gibi, Allah'ın (celle celâluhu) varlığının sessiz şahidi bir kitabı dürüp kapatarak akıl, şuur ve ebede âşık his ve duygularını öldüren.. ayrıca, kâinat kitabını Kur'ân'la dile getirerek, saadet yolunu gösteren nebiye gözlerini kapayan ve kalbinin kapısını sürmeleyen bir insan, kâinat çapındaki bu ağırlığa hüviyeti pek zayıf olan iradesini alet etmek; yaratmada ve icrada hiçbir ağırlığı olmayan birtakım hayalî ve itibarî şeylerin tüy kadarcık ağırlığını, tercihte kullanıp, nefsinin ve şeytanın iğvalarına kapılmakla, elbette kâinat ağırlığında tokatlar yemeğe müstahak olacaktır.
e. Emanete ihanetin cezası, emanetin ve sahibinin değeriyle doğru orantılı olarak verilir
Bir pencere camını kıran çocuğa verilecek ceza ile sultanın kristal tacını suiistimalle ziyan eden bir yaverin cezası bir olmaz. Yine, bir askerle bir ordu komutanına, rütbelerine uygun sermaye verilse ve her ikisi de gidip bu sermayeyi çarşı-pazarda çarçur etseler, elbette ki komutan Divan-ı Harp'te mahkeme edilecek ve askere verilecek cezanın çok üstünde bir cezaya çarptırılacaktır. Ve yine, ömrünü dağlarda koyunlarının arkasında geçiren bir çobanla, hayatını büyük keşiflerle geçiren bir ilim adamına durumlarına ve vazifelerine göre sermaye verilse ve ilim adamı o sermayeyi tıpkı çoban gibi koyunların bakımı ve yemi için harcasa, herhâlde çobana nazaran çok daha başka şekilde cezalandırılacaktır.
Misallerimizde olduğu gibi, dünya hayatında hayvanlara verilen ömür sermayesi ve daha başka sermaye ve nimetler, kendi çapları ve fonksiyonlarına göre tayin ve tespit edilmiş olup, onlar da bu sermayeyi hiç suiistimal etmeden kullanmaktadır. Evet, bu sermayeleri kimi yük taşımada, kimi et ve süt vermede, kimi de daha başka vazifelerde kullanır. Hâlbuki insan, ne bir hayvandır, ne de sermayesi hayvanlara verilen gibidir; bir insan eli, bin örümcek elinden, bir insan parmağı bin serçenin kanadından kıymetlidir. İnsan, kendisine verilen onca kıymetteki sermayeyi, vicdan, akıl, şuur, idrak, düşünce, muhâkeme, binlerce his, duygu ve kabiliyet gibi nimetleri suiistimal ettiğinde, elbette cezası da aynı ölçüde olmak gerektir. Hele, Allah'ın (celle celâluhu) mârifeti, saygı ve muhabbeti ile dolup doyması ve başkasına karşı sürmelenmesi gereken has tecellîler yurdu kalb, nefse ezdirilecek olursa, bu takdirde o kalbin sahibi elbette, yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem için taştan bir yakıt olma seviyesine düşecektir. Öyleyse, iradeyi yerinde kullanıp, kalbi Kalbin Sahibi'ne has kılarak, O'na kalb-i selîmle gitmelidir.
[1] Buhârî, bed'u'l-vahy 1; ıtk 6; menâkıbu'l-ensâr 45; talak 11; eymân 23; hiyel 1; Müslim, imâre 155.
..
Kaza ve Kaderin Mertebeleri
1) İlm-i İlâhî Açısından Kaza ve Kader
İlm-i ilâhî açısından kaza ve kader, kıyamete kadar zuhur edecek bütün eşya ve hâdiselerin plân ve programlarının Allah tarafından tespiti ve bunlara ilmî bir vücut giydirilmesidir. Kâinat yaratılmadan önce, hadisin beyanıyla, "Allah vardı ve başka hiçbir şey mevcut değildi."[1] Bu kevn ü fesad daha yaratılmadan, Allah muhît ve sonsuz ilmiyle her şeyi tespit etti. Bu, her şeyin Allah'ın ilminde tespit ve takdiriydi.[2]
Allah (celle celâluhu), akla gelen her şeyin verâsının verâsının verâsındadır ve O, hiçbir şekilde kullarına benzemez. Fakat, ilm-i ilâhî açısından kaza ve kaderi açıklamak için -hata olmasın- belki şöyle bir misal verebiliriz:
İnsan yapacağı bir şeyi önce zihninde kurar, tahayyül ve tasavvur eder; sonra plân, tasarı ve proje safhası gelir ve böylece ona safha safha mahiyet ve keyfiyet kazandırır. İşte bu, o insanın yapıp, madde âleminde ortaya koyacağı şeyin bir bakıma ilmî vücududur.
2) Kitabet Açısından Kaza ve Kader
İlim plânında tespiti yapılan plân ve projeler mübîn bir Kitap'ta yazılır: "O şerefli Kur'ân da Levh-i Mahfuz'dadır."[3] Kur'ân'da buna, aralarında ufak bir fark olmakla birlikte,İmam-ı Mübîn[4] ve Kitab-ı Mübîn[5] gibi adlar verilir ve başımıza gelecek her şeyin önceden bu Kitap'ta kaydedilmiş olduğu[6] ve Kitap'ta yazılmadık hiçbir şeyin bırakılmadığı anlatılır.[7] Bu esas kitaptır ve kendinde yazılı olan şeylerde hiçbir değişme olmaz. İlm-i ilâhînin mahlûkata müteallik bir unvanı olan Levh-i Mahfuz, tabir caizse, asıl kütük ve orijinal ana kitap gibidir.[8] Bu kitap esas alınarak, sanki istinsahlar yapılmakta ve başka levhalara, defter ve kitaplara yansıtmalar olmakta, misaller çıkarılmaktadır.
Allah'ın (celle celâluhu) bir de Levh-i Mahv ve İsbat isimli kitabı vardır ki[9] yazıp silmeler ve değiştirmeler bu kitapta cereyan eder.
Kitabet, İstinsah ve Çeşitleri
Allah'ın (celle celâluhu) çeşitli devrelerde değişik kitabeti vardır. Ana Kitap'tan alınan nüshaların levhaları, sayfaları, fihristleri kopyalar hâlinde küçük defterlerde istinsah edilir. Teşbihte hata olmasın, meselâ nüfus dairesinde ana kütük bulunur; bu kütükten her bir insan için cebine koysun veya boynuna assın diye örnek bir nüsha çıkartılır. Bunun gibi, her insanın hayatı boyunca yapıp edeceği her şey Ana Kitap'tan istinsah edilerek boynuna asılır.
İstinsah, her bir insanın hayatında yapıp edeceği şeylerin melekler tarafından Ana Kitap'tan alınıp benzerinin yazılması demektir. Bu mevzuda Kur'ân'da, "Şüphesiz Biz, yapageldiklerinizi kaydediyorduk."[10] buyrulmaktadır.
İnsanların boyunlarına takılan kitapla, Kirâmen Kâtibîn meleklerinin yazdıkları kitap arasında fark yoktur. Levh-i Mahfuz'daki Ana Kitab'ın bir nüshası olan insanın boynundaki bu kitabın[11] veya nüshanın haricî bir vücudu ve hüviyeti olmayıp, sadece görülmeyen ilmî bir vücudu vardır. Dünya hayatında insan iradesi devreye girer ve onun dışta ağırlığı ve hüviyeti olan davranışlarını bir kitap hâlinde yazarlar. Bu şekilde, insanın ileriye gönderdiği de, geride bıraktığı da hiç bırakılmadan bir bir yazılır.[12]
İşte bu iki kitap birbiriyle karşılaştırıldığında, aralarında hiçbir tenakuz olmayıp, tam bir denklik ve benzerlik bulunduğu görülür. Melekler, "Bizim yazdıklarımız bunlar yâ Rabbi." diyecek olsalar, Cenâb-ı Allah da "Ben de şunları yazmıştım." diye karşılık verecek; Ramazanda hafızların okudukları Kur'ân ile takip edenlerin aynı şeyleri görmesi gibi, Allah'ın (celle celâluhu) Levh-i Mahfuz'dan yazdığı ilmî vücudu olan kitapla, meleklerin insanın davranışlarını kaydettikleri 'fiilî' kitap arasındaki mutabakat müşâhede olunacaktır. Bu da, insanın sergüzeşt-i hayatına ait her şeyin önceden Levh-i Mahfuz'da tespit edilmiş olduğunu göstermektedir. Fakat, kader mevzuunun şu önemli noktası çok iyi kavranmalıdır: İnsan, Levh-i Mahfuz'da önceden tespit edilip yazıldığı için öyle davranmaz; bilakis, dünya hayatında iradesini kullanarak neler yapacağı önceden bilinir ve yazılır. Bunu, net ifadelerle birkaç cümle hâlinde ifade edecek olursak:
Allah (celle celâluhu), sonsuz ilmiyle insanın ne yapacağını önceden bilip Levh-i Mahfuz'da yazmış ve bir nüshasını da onun boynuna asmıştır.
İnsan, bu nüshada yazılanları iradesiyle işler.
Allah (celle celâluhu), insanın işlediklerini yaratır.
Melekler de, insanın işlediklerini bir bir kaydederler.
Melekler kaydeder, çünkü insanın lâfzî, fiilî, iradî davranışlarıyla yazdırdığı kitabı veya çevirdiği hayat filmi öbür âlemde önüne açılıp, kendisine "Oku kitabını!"[13]denilecek ve insan kendi çevirdiği hayat filmini kendi seyredip, itiraza imkân ve mahal bulamayacaktır.
Vicdanda Kitabet: Ruhlar âleminde veya misal âleminde ya da zerreler âlemindeyken bizden söz almak suretiyle Rabbimiz tarafından yazılan bu kitabın görülmez yazılarını vicdanımızda âdeta ruhun gözleriyle görür ve hissederiz. Daha sperm ve zerreler âlemine intikal etmeden evvel bütün zerrelerimize kumanda eden ruhun kendi âleminde kendi kulağı ile duyup, kendi diliyle cevabını verdiği vicdanlara kaydedilen bu kitabet, "Elestü birabbiküm? - Kalû Belâ"[14] âleminde icra edilen kitabettir.
Cenin için Kitabet: İnsan ana rahmine düştüğü an melekler tarafından ayrı bir kitabet ve istinsah yapılır. Melekler, büyük kitap Levh-i Mafhuz'dan onun hissesine düşeni, "saîd mi, şakî mi olacağını vb.!" yazarlar.[15]
3) Meşîet Açısından Kaza ve Kader
Meşîet, Allah'ın (celle celâluhu) isteme ve dilemesinin eşyaya taalluk etmesi ve taalluk ettiği zaman da eşyanın olur hâle gelmesi demektir. Yukarıda ele aldığımız ilk iki meselede Allah'ın (celle celâluhu) her şeyi ilmî plânda tespiti ve çeşitli şekillerde yazması meşîetle olduğu gibi, bundan sonraki 'halk-yaratma' işi de, dilemesi, yani meşîetinin taallukuyla olur.
Kur'ân'da ve kâinatta 'meşîet'i çok açık şekilde görür ve hissederiz. Kur'ân'da en çok geçen kelimelerden biri 'şâe' (56 defa) ve muzari şekliyle 'Yeşâü'dür (116 defa).[16] Bu kelimelerle ifade edilen 'doğrudan dileme' olduğu gibi, yaratılışa ait bütün safhaların da, O'nun meşîeti neticesinde tezahür ettiği gayet vâzıh bir biçimde beyan edilir. İleride yapmak istediğimiz bir iş için kullanmamız gereken 'İnşâallah'[17] ibaresi de, "Allah dilerse" demektir.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Kur'ân'da 'meşîet'le ilgili olarak geçen âyetlerin sayısı pek çoktur; meselâ:
"Dilediğini yapandır."[18]
"Yerlerin, göklerin mülkü ve aralarında bulunan her şey Allah'a aittir; O, dilediğini yaratır."[19]
"De ki: Ey mülkün sahibi Allah'ım, Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın, dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin."[20]
"Dilediğine azap eder, dilediğine merhamet eder."[21]
"O dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir."[22]
"Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz."[23]
Görüldüğü gibi meşîet, insan hayatını çepeçevre kuşatmakta ve hayatın bütün cephe ve safhalarında kendini hissettirmektedir. Ayrıca, bütün peygamberlerin beyanlarında ve Kur'ân'ın ifadelerinde müşâhede edilen de hep aynı hakikattir. Kâinat kitabında okuduğumuz ifadeler ve her bir insanın âfâk ve enfüste, yani kâinatta ve kendi nefsinde bulduğu mânâlar da bundan farklı değildir. Aşağıda ele alacağımız üzere, nasıl güneşin doğup batmasına müdahale edemiyorsak, aynı şekilde kalb atışlarımıza, göz kapaklarımızın hareketlerine de müdahale edememekteyiz. Birinci bölümde ele aldığımız imkân, hudûs, intizam, hikmet, gaye ve sanat delilleri, hep omuz omuza verip, bize aynı meşîet ve iradeyi göstermektedir.
Allah'ın (celle celâluhu) meşîet ve iradesi, varda da vardır, yokta da; yani, Allah'ın (celle celâluhu) yok olmasını dilediği yok, var olmasını dilediği de var olur.[24] İmkân delilinde anlatıldığı gibi, âlemin ve eşyanın varlığı ile yokluğu müsavi olup, olanların olmasını, olmayanların da olmamasını tercih eden yine Allah'ın (celle celâluhu) meşîeti, iradesi ve kudretidir.
4) Halk-Yaratılış Açısından Kaza ve Kader
İleride yapacağımız şeyleri önceden bilir ve kafamızda tasarlarız. İkinci safhada, bu tasarılardan plân ve projeler yaparız; yani, kafadaki bu tasarıları kağıda döker, bir mühendis gibi yazar-çizer ve eğer arzu edersek, bu asıl nüshayı çoğaltabildiğimiz kadar çoğaltırız. Üçüncü safhada bu plân ve projeleri eşya hâlinde şekillendirmek, meselâ, bir bina veya bir başka şey yapmak isteriz. Bunu yapmadığımız takdirde ilim plânındaki tasavvurlarımıza dış elbise giydirememiş oluruz. Dördüncü safhada ise, bildiklerimizi pratiğe döker, taşıyla-tuğlasıyla, demiriyle, çimentosuyla, duvarları ve çatısıyla bir bina kuruveririz. Allah'ın (celle celâluhu) yaratması bunların hiçbirine benzemez ve akla gelen her şeyin verâsındadır ama, yine de O'nun (celle celâluhu) ilminde her şeyin bir tasarısı ve plânı vardır ve O, bunları Levh-i Mahfuz'da tespit buyurmuştur. Sonra, zamanın akışında yeri geldikçe bunları Kudret ve Meşîeti'nin taallukuyla ilimden, kudrete, ademden saha-yı vücuda çıkarır; yok iken var eder ve Ana Kitap'taki durumlarına göre, ilmî takdirden fiilen yaratma safhasına geçirir.
Bu itibarla, geçmişe uzanan zaman dilimlerinde yaratılmış bütün eşya ve hâdiseler için, "Demek ki, Levh-i Mahfuz'da böyle takdir edilmiş ve bu takdire göre de yaratılmış." deriz. Buna karşılık, göz, hayal, düşünce ve ruhumuzun uzanamadığı, malumatımızın ulaşıp aşamadığı zamanın gelecek dilimleri için de yine, "Levh-i Mahfuz'da nasıl takdir edilip yazılmışsa, öyle yaratılacak." veya "Nasıl yaratılacaksa, Levh-i Mahfuz'da o şekilde takdir edilip yazılmıştır." deriz.
Bu noktada her Müslümanın, hatta her insanın diyeceği şudur: "Şimdiye kadar ne söylemiş, ne yapmış ve nasıl davranmışsam, hepsi de Allah'ın ilminde ve Ana Kitap'ta aynıyla mevcuttu. Gelecekte söyleyeceğim ve yapacağım her şey -ben bilmesem de- yine Ana Kitap'ta kayıtlıdır. İrademle ne yapacaksam, Allah (celle celâluhu) sonsuz ilmiyle, geçmişimde ve geleceğimde hepsini bildiğinden "İradesiyle şunu şunu şöyle yapacak." diye yazmış bulunmaktadır. Ben bu yazının dışına çıkamam; fakat, onun orada o şekilde yazılmış olması beni zorlamaz; çünkü ben yaptığımı irademle yapıyorum ve Allah (celle celâluhu) da zaten irademle yapacağımı ilm-i ezelîsiyle bilip yazmıştır."
Buna göre ortaya iki tür kader, yaratma ve emretme çıkmaktadır:
1. İnsan iradesinin hiçbir tesir ve fonksiyonunun olmadığı, kâinattaki umumî kader ve yaratma (Emr-i kevnî ve cebrî hilkat) ki bu, Allah'a (celle celâluhu) aittir. Allah mülkün sahibidir, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder; Fail-i Muhtar'dır, neyi isterse onu işler ve kimse O'na hesap soramaz.
Fakat Allah, mutlak mânâda Âdil ve Hâkim'dir. Kullar kendilerine zulmeder de, Allah onlara hiçbir şekilde zulmetmez.[25]
Allah'ın (celle celâluhu) bu şekilde, irademiz ve müdahalemiz dışında kâinattaki emir ve yaratmasında pek çok hikmetler, bu cebrî yaratılışta pek çok gaye, mânâ ve faydalar vardır. Dünyanın dönmesi elimizde değildir ama, bütünüyle lehimizedir. Güneşe, "Işık gönderme" desek bile o, yine de gönderecektir; fakat biz, onun ısı ve ışığı karşısında kendisine ne yakıt gönderiyor, ne ödemede bulunuyor, ne de vergi veriyoruz. Yani güneş, hiç karşılıksız ve tamamen lehimize çalışmaktadır. İçtiklerimizin posasını, başka bir elin mahkûmu olarak böbreklerden süzüp dışarı atıyoruz; aleyhimize mi bu? Bize hiç karşılıksız verilen 24 altın kıymetindeki 24 saatimizden sadece birkaçını o altınları verene veriyor, ama karşılığında dünyada melekleri imrendirecek faziletlerle mücehhez bir karakter ve ahirette ebedî Cennet köşkleri alıyoruz. Ne kadar büyük lütuf! Gül simalar arasında reftare gezdiriliyor, 20. asrın tufanları arasında hilâl çehrelilerle saadet semasının yıldızlarının peşi sıra koşturuluyoruz. Ne de güzel bir kader!
2. İnsan iradesinin nazara alınıp hesaba katıldığı emirler ve yaratma (Emr-i şer'î ve dinî): Namaz, oruç, Allah yolunda mücahede ve fuhşa girmeme gibi.
Meşîet ve halk, her iki kader ve emre de taalluk eder; yani Allah, irademiz dışında kâinatta cereyan eden hâdiseleri yaratmayı da, insanların iradeleri nazara alınarak emrettiği hâdiseleri, bizzat insanların işlemeleri neticesinde yaratmayı da meşîetiyle ister ve yaratır. Şu kadar ki, bu ikinci şıkta yarattığı bazı fiillerden hoşnut olurken, bazılarından hoşnut olmaz. Meselâ, namazı emreder, yaratmayı diler ve kul iradesiyle devreye girince hoşnut olarak yaratır. Fakat, küfür ve günahı sevmez; ama insan iradesiyle o yöne yönelince de, meşîeti onlara taalluk eder ve yaratır, fakat hoşnut değildir. Bunun gibi, sözgelimi Allah (celle celâluhu) fesat ve zulmü sevmez;[26] fakat insan, iradesiyle bunlara yönelip yapmaya koyulunca da, hoşnut olmamakla beraber bunları da yaratabilir. Dolayısıyla, hayrın yanında -zâhiren veya hakikaten- şer görülen şeyleri de yaratan O'dur.
Evet, bizzat gördüğümüz ve âyetlerden de anladığımız gibi, Allah (celle celâluhu) her şeyin yaratıcısıdır.[27] Ama O, kendimizi dört bir yandan tam bir cebrîlik ve zorlamayla sarılmış da hissetmeyelim, sebeplerin ve irademiz dışında cereyan eden kanun ve hâdiselerin tazyik ve hücumu karşısında boğulmayalım ve irademizi hissedelim diye bize bir menfez, bir açık pencere de bırakmış ve bizi elimiz-kolumuz bağlı, ümitsiz ve mazlum olarak şu âleme fırlatıp atmamıştır. Ve düğmesine basınca dört bir yanımızı aydınlatacak bir ümit feneri veya bizi karanlıklardan aydınlığa, Serâ'dan Süreyya'ya çıkaracak asansörün düğmesi ya da koca fabrikaları çalıştıran, çarkları çevirecek ve avizeleri yakacak bir hareket düğmesi olarak bize bahşettiği bu menfez veya açık pencerenin adı, cüz'î iradedir.
[1] Buhârî, bed'u'l-halk 1.
[2] Bkz.: Hicr sûresi, 15/21.
[3] Büruc sûresi, 85/22.
[4] Yâsîn sûresi, 36/12.
[5] En'âm sûresi, 6/59; Yunus sûresi, 10/61; Hud sûresi, 11/6; Hac sûresi, 22/8; Neml sûresi, 27/75; Lokman sûresi, 31/20; Sebe sûresi, 34/3.
[6] Tevbe sûresi, 9/51.
[7] En'âm sûresi, 6/38.
[8] Ra'd sûresi, 13/39.
[9] Ra'd sûresi, 13/39.
[10] Câsiye sûresi, 45/29.
[11] Bkz.: İsrâ sûresi, 17/13.
[12] Bkz.: Yâsîn sûresi, 36/12.
[13] İsrâ sûresi, 17/14.
[14] A'raf sûresi, 7/172.
[15] Buhârî, hayz 17; enbiyâ 1; kader 1; Müslim, kader 5.
[16] Bkz.: M. F. Abdülbâki, Mu'cemu'l-müfehres li'l-elfâzı'l-Kur'âni'l-Kerim.
[17] Bkz.: Kehf sûresi, 18/24.
[18] Bürûc sûresi, 85/16.
[19] Mâide sûresi, 5/17.
[20] Âl-i İmrân sûresi, 3/26.
[21] Ankebût sûresi, 29/21.
[22] Nahl sûresi, 16/93.
[23] İnsan sûresi, 76/30; Tekvir sûresi, 81/29.
[24] Yâsîn sûresi, 36/82; Ebû Dâvut, edeb 110.
[25] Nisâ sûresi, 4/40; Yunus sûresi, 10/44; Kehf sûresi, 18/49.
[26] Bkz.: Bakara sûresi, 2/205; Âl-i İmrân sûresi, 3/22-57.
[27] En'âm sûresi, 6/102; Ra'd sûresi, 13/16; Zümer sûresi, 39/62; Mü'min sûresi, 40/62.
.
İlm-i İlâhî ve Kader'le Münasebeti
Allah (celle celâluhu), o sonsuz ilmiyle geçmişi, hâzır zamanı ve geleceği bir nokta gibi bilir.
İradesi ve kader münasebetlerini daha iyi kavrayabilmek maksadıyla, her şeye nigehbân bulunan Allah'ın (celle celâluhu) sonsuz ilmini biraz olsun anlayabilme yolunda bazı âyetlerin meallerine bir göz atıp, birkaç misal verelim:
"Allah, yaptıkları her şeyi bilendir."[1]
"Olur ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız, hâlbuki hakkınızda o bir hayırdır. Ve olur ki bir şeyi seversiniz, hâlbuki hakkınızda o bir şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz."[2]
"Yerde ve göklerde olan her şeyi bilir."[3]
"Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. (Allah) Onun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır."[4]
"Allah, onların geçmişlerini de, geleceklerini de bilir; onlar ise O'nu ilmen ihata edemez."[5]
"Allah, insana bilmediklerini öğretti."[6]
"Gaybın anahtarları O'nun katındadır; onları ancak O bilir. O, karada ve denizde olan her şeyi bilir."[7]
"Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, bir o kadarını da katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden denizler tükenirdi."[8]
Bunlar, kâinat kitabının da dile getirdiği aynı hakikatlerden başkası değildir. Kâinatta en büyük âlemlerden en küçük âlem olan atomlara kadar her şeyde hassas bir matematik denge ve ölçünün hâkim oluşu sonsuz bir ilmi gösterdiği gibi, ilmin hemen her dalında yazılan binlerce kitap da aynı hakikate parmak basmaktadır. Daha düne kadar tıp sahasında vücudun bütün anatomisi için bir kitap yazılabilirken, bugün göz, karaciğer, kalb, kısaca bütün uzuvlar ve hatta hücreler için ayrı ayrı kitaplar telif ve üniversitelerde ayrı ayrı dallar, bölümler, kürsüler teşkil edilmektedir. Daha binlerce yıl denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa ve gerek Kur'ân, gerekse kâinat kitabı için kütüphaneler dolusu eserler verilse, kalem de bitecek mürekkep de ama anlatılanlar, bir kuşun gagasına okyanustan bulaşan su damlası kadar ya olacak, ya da olmayacaktır.
Aynaya bakarken, simanızın hayatınız boyunca tanıdığınız simalardan hiçbirine benzemediğini bilmem düşündünüz mü? Ya parmak izlerinizi ve hatta göz yapılarınızı?.. Kim bilir, ileride tespit edilecek daha nelerinizin başka bir insanınkine benzemediğini görüp görüp hayretlere düşeceksiniz... Evet, dikkatle tetkik ettiğinizde, ağaçlarda ve yapraklarda bile ciddî bir farklılık müşâhede edersiniz. Kar taneciklerini özel aletlerle büyütmek suretiyle tetkik eden ilim adamları, hiçbir kar kristalciğinin bir diğerine su molekülü sayısı ve model olarak benzemediğini ortaya koymuş bulunmaktadırlar.
Ne demektir bütün bunlar? Herhangi bir sima veya parmak izini önceki, o anda hayatta olan ve gelecekteki bütün insan simalarından farklı olarak meydana getirebilmek için milyarlarca insanı simaları ve parmak yapılarıyla bilen, karıştırmayan, unutmayan muhit bir ilim sahibinin varlığı gerekir. Nasıl biz, arkadaşlarımızın simalarını Levh-i Mahfuz'un pek küçük bir misali olan hafızalarımızda yazıyor ve arkadaşlarımızı gördüğümüzde simalarıyla tanıyıp ayırt ediyoruz, -teşbihte hata olmasın- Allah (celle celâluhu) da gelecek milyarlarca insanın simasını ve parmak yapılarını sonsuz ilmiyle bilip, çok öncelerden Kader Kitabı'na yazmış bulunmaktadır. Hafızamızda yerleşmiş bulunan tarihçe-i hayatımız, yazılmışın yaşanmışından ibaret olduğu gibi, zaman geçtikçe ortaya çıkan simalar ve parmaklar da, aynı şekilde yazılmışın yaratılmasından ibarettir.
Allah (celle celâluhu), sonsuz ve her şeyi kuşatan ilmiyle bütün geçmiş ve geleceği bir nokta gibi bilir ve görür. Her şeyi, manzar-ı a'lâ'dan, -tabir caizse- bir zirve noktadan âdeta bir nokta içinde bilip tespit buyurur. Diyelim ki, dağda bir ağaç altında kitap okuyorsunuz ve o anda zamanın ve mekânın kayıtları içindesiniz, fakat ruh bahsinde temas edildiği gibi, birden madde buudlarından sıyrılıp yükselmeye başladınız ve dağın en yüksek noktasına ulaştınız. İşte, bu tepe noktada mahrûtî (konik) bir bakış açısı kazanıp, dağın önünü de arkasını da görürsünüz. Bunun gibi, Rabbimiz de -her türlü maddî ölçü ve izahın ötesinde- geçmişi ve geleceği bütün sebep ve neticeleriyle, yaptığımız, yapacağımız her davranışımızı -irademiz de dahil olmak üzere- muhit ve sonsuz ilmiyle çok önceden görüp bildiğinden tespit ve takdir buyuruyor, biz de, zamanı gelince irademizle onu yapıyoruz.
Hep biliriz, her yıl, 365 günlük namaz vakitlerinin dakikası dakikasına önceden bilinip kaydedildiği takvimler basılır. Takvimlerdeki vakit cetveline göre zamanı gelince ezan okunur, biz de irademizle Hakk'ın divanında el bağlayıp, namazımızı kılarız. Bu da, gelecekte yapacağımız ibadetlerin bir bakıma vakit be vakit önceden bilinip, tespit ve takdir edilmiş olmasının neticesi değil midir?
[1] Nur sûresi, 24/41.
[2] Bakara sûresi, 2/216.
[3] Âl-i İmrân sûresi, 3/29.
[4] Hûd sûresi, 11/6.
[5] Tâhâ sûresi, 20/110.
[6] Alak sûresi, 96/5.
[7] En'âm sûresi, 6/59.
[8] Kehf sûresi, 18/110.
.
.********
Kader-İrade Münasebetinde Orta Yol
Kader mevzuunda zihinleri en fazla meşgul eden husus, kaderle insan iradesinin tevfiki meselesidir. Bir yanda, kaderi tenkide varan, zorlayıcı, bağlayıcı ve insanı bir kurban ve mahkûm durumuna düşürücü kader anlayışı, öte yanda, kaderi de, yaratmayı da tamamen insana veren kıt anlayış.. bu her iki anlayış da, bulundukları uç noktalarda kaderin ve iradenin hakkını vermekten çok uzaktırlar (Cebriye ve Mutezile). Hâlbuki kader adına gerçek, bu ikisinin tam ortasındadır. Yani, yukarıda izahına çalıştığımız gibi, hem bütün kâinatta ve insan hayatında kaderin hâkimiyeti bahis mevzuudur; hem de insan meyil, niyet, düşünme, muhakeme, mukayese, tercih ve karar verme adına cüz'î bir iradeye sahiptir. Öyleyse, mesele terazinin iki kefesi gibi ele alınmalı ve denge sağlanmalıdır.
Kur'ân, peş peşe iki âyette, iki makamı birden cem etmek suretiyle meseleyi halletmektedir: Tekvir sûresi 27 ve 28. âyetlerde "O (Kur'ân) âlemlere ancak bir öğüttür.. sizden istikamet üzere olmayı dileyen için." buyrulurken, hemen arkadan gelen 29. âyette ise, "Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.." denilerek, her şeyi dileyenin de yine Allah (celle celâluhu) olduğu, fakat bu meşîetin, insana da bir meyil ve isteme hakkı verilmesine aykırı bulunmadığı ifade edilmektedir. Bir başka âyette, "Allah, sizi ve bütün yaptıklarınızı yaratandır."[1] buyrularak, yaratma ve var etmenin tamamen Allah'a (celle celâluhu) ait olduğu beyan edilmekte, daha başka âyetlerde ise, "İnsana çalıştığından başkası yoktur..! Allah yolunda mücahede edin.! Cennet'e koşun.! Allah'tan vesile isteyin.! Okuyun, yazın, düşünün!"[2] şeklindeki beyan ve teşviklerle, insanın kader karşısında eli kolu bağlı bir mahkûm olmadığı ve âdi bir şart olarak iradenin kullanılması gerektiği belirtilmektedir. Bazı âyetlerde bu, daha da vâzıhtır:
"Bana verdiğiniz sözü tutun ki, Ben de size verdiğim sözü tutayım."[3]
"Siz Allah'ın (dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder."[4]
"Bir millet, kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez."[5]
Öyleyse, 'mutlak cebir' cemadat, nebatat ve hayvanat, kısaca irade sahibi olmayan varlıklar için olup, insanlar ve cinler için ise, 'şartlı cebir' vardır. Şu kadar ki, cüz'î irade ve neticelerini yaratmak; bütünüyle Allah (celle celâluhu) tarafından önceden yazılıp çizilmiş ve kader kitabında harfi harfine tespit edilmiştir.
a) Allah (celle celâluhu), irademizle nasıl davranacağımızı önceden bildiği için kaderimizi öyle yazmıştır
Önceden izah edildiği gibi, kader insanı belli bir istikamette davranmaya zorlamaz; bilakis, kulun neyi nasıl yapacağı önceden Allah (celle celâluhu) tarafından bilindiği için, kaderi de öyle tespit edilir. Yani, kader ilim nev'inden olup, irade ve kudret nev'inden değildir; ilim ise maluma tâbidir. Ancak, Allah'ın ilmi için tâbi demek doğru da olmayabilir.
Kaderin ilim nev'inden olması demek, her şeyin Allah'ın (celle celâluhu) ilminde kesilip biçilmesi ve tayin, tespit ve sonra da bir plân ve proje hâline getirilmesi demektir. Bilmek ayrı, bilineni yapmak, yani dış âlemde tezahür ettirmek ayrıdır. Zihnimizde ne kadar plân, proje çizersek çizelim, bunlar hiçbir zaman, meselâ bir fabrika veya bir ev olmayacaktır. İlmin maluma tâbi olması da, bir tasarı veya plânın dışta, yani pratikte alacağı şekle bağlı olması demektir. -Lâ teşbih vela temsil- Allah'ın (celle celâluhu) ilminin bir unvanı olan kader de, böyle bir plân ve proje gibidir ki, bu plân veya proje pratikte insanın iradesiyle yapacağı fiillerle şekil ve hüviyete ulaşır. Bu, kâğıt üzerinde görülmeyen yazıların, o kâğıda kudret ve irade eczasının sürülmesiyle vücut bulması gibidir. İnsan, cüz'î iradesiyle teşebbüste bulununca, Allah (celle celâluhu) da, kâğıttaki görünmez yazılara kudret ve iradesiyle tecellî eder ve böylece kâğıttaki yazılar dışta bir vücut ve şekil alır. Şu kadar ki, Allah (celle celâluhu), insanın iradesiyle neler yapacağını önceden bildiğinden, hepsini önceden tek tek defterine yazmış bulunmaktadır.
İzmir-Ankara arasında çalışan bir tren düşünün. Bu trenin hangi saatlerde hangi istasyonlarda olacağı dakikası dakikasına tespit edilip, bir vakit cetveli hâlinde asılmıştır. Tren, bu vakit cetvelinde yazılı olan saatleri hiç şaşırmadan varacağı istasyonlara varır. Hâlbuki trenin hızı, üzerinde gideceği demiryolunun çeşitli hususiyetleri, trenin ne kadar yolcu veya yük alabileceği, yani taşıma kapasitesi, yol boyunca bulunan istasyonlar ve hatta mevsimler ve hava durumu trenin seyahatine tesir eden faktörler olup, bütün bu faktörler de, vakit cetvelini hazırlayan ilgili büro tarafından bilinmektedir. Şimdi tren, vakit cetvelini hazırlayan büro yazdığı için mi belli saatlerde belli istasyonlara varmaktadır; yoksa, sözünü ettiğimiz bürodan bağımsız faktörlere göre mi trenin seyahati düzenlenmiştir? İşte, iradenin durumu da böyledir.. ve o, kaderin mutlak mahkûmiyeti altında değildir.
Güneş tutulması gibi astronomik hâdiseler önceden tespit edilip takvimlere ve ilmî raporlara saati saatine, dakikası dakikasına kaydedilir. Şimdi, güneş ya da ay tutulması, takvimde yazıldığı veya ilim ehlince tespit edildiği için mi o saatte ve o dakikada gerçekleşir; yoksa o saatin o dakikasında gerçekleşeceği için mi takvimlere yazılır veya ilim adamlarının raporlarına geçer? Güneş veya ay, takvimlerde yazıldığı için tutulmuyor, bilakis tutulacağı için takvimlere yazılıyor. İnsan, yaptığını Allah (celle celâluhu) kaderinde yazdı diye yapmaz; insan yapacağı için Allah (celle celâluhu) yazar. İnsanın iradesini kullanarak yapacağı her şeyin kaderî olarak yazılması, iradesini kullanmasına nasıl mâni değilse, insanın irade sahibi olması da, yapacağı şeylerin önceden kader hâlinde yazılmasına aynı şekilde mâni değildir.
b) İradenin hesaba katılmadığı tek yönlü bir kader, bahis mevzuu olamaz
Kader mevzuunun nirengi ve can alıcı noktası diyebileceğimiz husus şudur: Allah (celle celâluhu), sonsuz ilmiyle olacağı olmadan evvel bilip Kader Kitabı'nı yazarken, insanın kesbi veya o kesbi meydana getiren iradesi bu yazının haricinde ve devre dışı bırakılmamıştır. İnsanın yaptığı şeydeki payı, kesb, yani düğmeye dokunmak, Allah'ın (celle celâluhu) ise yaratmak, meydana getirmek, neticeyi hâsıl etmektir. İşte, bu ikisinin aynı zamanda beraberce tespit edilip yazılmasına 'kader' diyoruz.
Yan odada göremediğiniz, fakat 'tik tak' sesini duyduğunuz bir saat düşünün. Size, bu saatin çalışıp çalışmadığı sorulsa "Evet, çalışıyor." diye cevap verirsiniz.. ve artık size "Bir bak bakayım, akrep ve yelkovanı da dönüyor mu?" denmez. Saatin çalışması, akrep ve yelkovan hareketi de içinde olmak üzere, bütün mekanizmanın devrede olması demektir; ya da tersinden bir deyişle, akrep ve yelkovanın durmadan dönüp saatleri göstermesi, saatin çalıştığına ve çarkın da döndüğüne delâlet eder. Aynen bunun gibi, kader varsa irade de vardır veya iradeyi ele almak istiyorsak, ancak kaderle birlikte ele alabiliriz.
Şu hâlde, insan kaderin önünde eli kolu bağlı bir robot değildir. Yani insan, bir örümcek ağı gibi kaderin ağlarıyla sarılmış, elleri arkadan kelepçelenmiş, idam fermanı boynuna asılmış, soluk alamaz hâle getirilmiş.. veya denize atılmış, sonra da kendisine, "Sakın ıslanma!" denerek alaya alınmış zavallı bir mahkûm değildir. Evet, kader bu olmadığı gibi, insan da o kader rüzgârının önünde savrulup duran kuru bir yaprak değildir. İslâm'ın her meselesinde bir itidal ve istikamet vardır. Meselâ, olur olmaz her yerde öfkelenme bir 'ifrat' ise, her söz ve davranış karşısında susma da bir 'tefrit'tir. Hiç evlenmeyip, kadını âdeta inkâr etme bir tefritse, önüne gelen her kadından istifade düşüncesi de ifrattır. Kapitali totemleştirme 'ifrat'sa, bunun tam tersi, servete hayat hakkı vermeme de bir 'tefrit'tir. İşte, kader mevzuunda her şeyi insana verme ve "İnsan kendi fiilini kendi yaratır." (İ'tizal) deme ifrat ise, bunun tam zıddı, "Kulun, kendi fiilinde hiçbir dahli ve fonksiyonu yoktur." deyip, insanı kader karşısında hiçbir uzvunu oynatamaz felçli duruma düşürmek de (Cebriyecilik) tefrittir. Bahsimiz boyu görüşlerine tercüman olmaya çalıştığımız Ehl-i Sünnet ise, "Kesb ve irade kuldan, yaratma ise Allah'tandır (celle celâluhu)." diyerek, bu mevzuda da hakikati ve itidal yolunu ortaya koymuştur.
Hidayeti de dalâleti de, sevabı da günahı da yaratan Allah'tır.[6] Hidayet ve dalâlete, sevaba ve günaha sevk etme ve bunları yaratma on tonluk bir yükse, bunların yaratılması tamamen Allah'a ait olup, kula düşen gramla ifade edilebilecek bir miktar, ama neticesi büyük bir miktardır. İnsan cami, mescit veya Allah evlerinden birine gelme istek ve niyeti taşıyıp, o yönde bir tercih ve meyil ortaya koyduğunda, Allah (celle celâluhu) da onu arzu ettiği o büyük ve mühim neticeye götürür. Bir sohbet dinlemesi ya da temiz bir arkadaşın dizi dibinde Allah (celle celâluhu) hakkında malumat edinmesi, hidayete sevkine bir vesile olabilir; çünkü düğmeye dokunmuştur artık. Öte yandan, meyhaneye gitme niyeti içinde yolu veya meyli o yöne olan bir insanı da Allah (celle celâluhu) dalâlete sevk edip, o yolda batırabilir, ama dilerse batırmayabilir de. Allah (celle celâluhu) ve Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında sarf edilen çirkin bir söz, Allah'ın (celle celâluhu) Mudill (dalâlete götüren) isminin tokmağına dokunmak olabilir ve niyetine göre ona cevap verilince de haksızlık yapılmış olmaz. Kısaca, hidayet ve dalâlet yollarından birini tercih eden insan, tercih edip yöneldiği yolun encamına ve neticesine vardırılır; vardıran Allah (celle celâluhu), varan ve varmaya meyleden kuldur.. ve amelinin cinsine göre de öbür âlemde ceza veya mükâfat görecektir.
c) Kader, sebeple müsebbebe bir bakar; iradenin elinde bulunan malzeme ve vasıtalar da Kader Kitabı'nda yazılıdır
Bir kaza, bir ölüm, kısaca üzücü bir hâdiseden sonra çok defa "Keşke oraya gitmeseydi, keşke tüfeği eline almasaydı; keşke bu kadar sürat yapmasaydı!" gibi sözler sarf ederiz. Oysa, kaderde hâdiseyle birlikte, o hâdiseye yol açacak âmiller ve insan iradesi dahilinde bulunan sebeplerle, dahilinde bulunmayan sebepler birlikte yazılmış, yani, her hâdise, hayatın her ânı bütün yönleriyle ve teferruatıyla kaydedilmiştir.
Sözgelimi, bir insan, iradesini kullanarak tüfekle bir başkasını öldürmüşse, bu hâdise Allah'ın (celle celâluhu) ezelî ilminde vukûundan evvel görülüp bilinmiş ve ikisi birlikte kaydedilmiştir. "Tüfeği kullanan bu işi iradesiyle yapacak, tetiği parmağıyla çekecek ve neticede diğeri ölecektir." diye önceden yazılmıştır. Öldürmede kullanılan veya ölüme sebep olan kurşunun atıldığı tüfeği ve parmağı oynatan sebebi ortadan kaldırınca, karşıdakinin ölümüyle ilgili takdir nasıl ve ölümüne sebep başka ne olabilirdi? Diyelim ki, "Trafik kazasında ölebilirdi." O zaman da, onun ölümünün trafik kazasından olacağı yazılmıştır deriz. Bir başka sebep gösterilip, meselâ, hastalık dense, o zaman da, netice olan ölümün, hastalıkla beraber yazıldığını söyleyecektik...
d) Netice olarak, kader iradeyi teyid eder ve ikisi omuz omuzadır. Ne irade kaderi, ne de kader iradeyi nefyeder
Mevzuu net cümleler hâlinde ifade edecek olursak:
- Kâinatta ilâhî bir kader ve program hâkim olup, insanda da bir irade ve meyil vardır.
- Allah (celle celâluhu), sonsuz ilim sahibi olduğundan, geçmişi, hâzır zamanı ve geleceği bir nokta gibi görür ve bilir.
- Allah (celle celâluhu), gelecekte vukû bulacak bütün hâdiseleri muhtelif kitaplar hâlinde kaydeder ve yazar.
- Biz yaptıklarımızı Allah (celle celâluhu) öyle yazdı diye yapmayız; bilakis, Allah (celle celâluhu) önceden irademizi hangi yönde kullanacağımızı bildiği için öyle yazar.
- Allah (celle celâluhu), kaderimizi yazarken irademizi dışta tutmaz ve onu nasıl sarf edeceğimizi hesaba katarak yazar.
- Allah (celle celâluhu), engin rahmetiyle bize lütfettiklerinden ayrı olarak, irade düğmemizi yolunda kullanmamızın neticesinde de Cennetler vaad etmektedir.
[1] Sâffât sûresi, 37/96.
[2] Bkz.: Necm sûresi, 53/39; Mâide sûresi, 5/35; Tevbe sûresi, 9/41,86; Âl-i İmrân sûresi, 3/133; Hacc sûresi, 22/78; Alak sûresi, 96/1.
[3] Bakara sûresi, 2/40.
[4] Muhammed sûresi, 47/7.
[5] Ra'd sûresi, 13/11.
[6] Bkz.: İbrahim sûresi, 14/4.
.
Kader, Kaza ve Atâ Kanunları
Kaza, Levh-i Mahfuz'da, yani Ana Kitap'ta Allah'ın (celle celâluhu) takdir buyurduğu hükümlerin, mevsimi gelince kulun da iradesiyle eda ve icra edilmesi, yani takdirin infazıdır.
Atâ, 'verme' kökünden Arapça bir kelime olup, Cenâb-ı Hakk'ın vergisi, ihsanı, lütuf ve bahşişi demektir.
Levh-i Mahfuz'dan ayrı olarak, Allah'ın (celle celâluhu) bir de Levh-i Mahv ve İsbat'ı vardır. 'Levh-i Mahfuz', daha önce sözünü ettiğimiz gibi 'İmam-ı Mübin' veya 'Ümmü'l-Kitab' olup, kendinde değişme ve silinme olmaz. Levh-i Mahv ve İsbat ise, "Allah dilediğini siler, mahveder; dilediğini de yerinde bırakır; Ana Kitap O'nun katındadır."[1]âyetinde ifade olunduğu üzere, Allah'ın (celle celâluhu) 'atâ' kanunuyla takdiratından bazısını değiştirip, infaz buyurmadığı kitabının adıdır.
Atâ kanunu kazayı bozar. Meselâ, hakkındaki takdirin infaz edilebileceği, yani kaza buyrulabileceği herhangi bir kul, kendine has bir latîfeyi kullanarak Allah'la (celle celâluhu) münasebete geçer, kurbiyet kazanır.. veya dua ve sadaka gibi Cenâb-ı Hakk'ın hoşuna gidecek bir amelde bulunup, O'na yaklaşır ve kazandığı bu kurbiyetten dolayı Allah (celle celâluhu) kendisine hususî bir atâ-yı şahanede bulunur ve hakkındaki bir kazayı infaz etmeyip, lehinde değiştirir.
Meselâ, kul bir günah yerine gitmek niyet ve meyliyle evden çıkar.. o bu niyetle irade düğmesine dokunduğu için, Allah da meylinin neticesini yaratacak ve onu irade ettiği yere götürecektir. Fakat, o kulun güzel bir hâli, Allah'ın (celle celâluhu) hoşuna gidecek bir tarafı, sözgelimi gecesinin zülfünde iki damla gözyaşı ya da arabasıyla bir-iki arkadaşını bir sohbete götürüşü vardır da, bunlar rahmet-i ilâhiyeyi ihtizaza getirmiştir ve Allah (celle celâluhu) da yolda o kulun karşısına kendisini günah mahalline değil de gülzâra götürecek bir arkadaş çıkarır ve kulun iradesiyle hak ettiği hükmü değiştirir. İşte, Allah'ın (celle celâluhu) sebepli sebepsiz kulu hakkındaki bir hükmü veya bir kazayı onun lehinde değiştirmesi, O'na ait bir atâdır.
Bu değiştirmesinden dolayı Allah'a (celle celâluhu), "Niyet ettiği hâlde, neden o kulun meyhaneye gitmesine müsaade etmedin? Neden hakkındaki kazayı atâ ile değiştirdin?" diye sorma hakkımız yoktur. O, dilediğini dilediğine dilediği kadar lütfeder; dilediğini hidayete, dilediğini dalâlete sevk eder. Bu sebeple, bizim bütün hasenatımız Allah'ın (celle celâluhu) lütfu, bütün seyyiatımız ise kendi müktesebatımızdır.[2] Fakat çok defa Allah (celle celâluhu), seyyiatımız ve günahlarımızla baş aşağı düşeceğimiz zaman, elimizden tutup bizi kurtarır. Lütfudur bu; bu lütufla belâ ve musibetlerin önünü aldığı gibi, küfre, küfrana ve günahlara dalma izni de vermez. Bunlar, hak etmedikleri ve liyakatleri olmadığı hâlde bir kısım kullarına onun atâyâ-yı Sultaniyesidir.
Allah (celle celâluhu), atâsıyla kazasını bozmayıp, irademizi sarf etmek suretiyle yapmaya meylettiğimiz işi yaratsaydı, bu mahz-ı adalet olurdu.. ve yine kimse bir şey diyemezdi. Yaratmaması ise, hususî bir lütuf ve ihsandır. Kur'ân'da sık sık ifade edildiği üzere, Allah (celle celâluhu), çeşitli kavim ve milletlerin helâkini küfür, şirk, zulüm, tuğyan ve isyanda temerrütlerine bağlamıştır.[3] Ama Yunus kavmi, tam hak ettikleri belâ ve helâk gelmeye başlayınca duaya durmuş, bunun neticesinde de Allah (celle celâluhu) o belâyı kendilerinden def'etmiştir;[4] yani atâ, Yunus (aleyhisselâm) kavmi hakkındaki kazayı bozmuştur.
[1] Ra'd sûresi, 13/39.
[2] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/79.
[3] Bazıları için bkz.: A'raf sûresi, 7/165-173; Hud sûresi, 11/95-102; Rum sûresi, 30/47; Neml sûresi, 27/45-51; Nahl sûresi, 16/113.
[4] Yunus sûresi, 10/98.
.
Kaza, Kader ve Atâ Üzerine Mülâhazalar
Kader, ölçme-biçme, biçime koyma ve şekillendirme demektir. Arapça'da fiil şekliyle 'Ka-de-ra' dediğimiz zaman, 'takdir etme, belli hisselere ayırma ve herkese bir pay çıkarma' mânâlarını anlarız. 'Tef'il babında ise, 'Kad-de-ra' 'hükmetti, kazada bulundu, hükmünü geçerli kıldı' mânâsınadır. O hâlde kader, "Mâ yukaddirullahu mine'l-kadâ ve yahkümü bih", yani "Allah'ın kazadan takdir ettiği ve hükmettiği şey" demektir.
Mevzuu derinlemesine ele almadan önce, kaderle alâkalı bazı âyetleri mealen vermede fayda mülâhaza ediyoruz:
"Gaybın anahtarları, O'nun yanındadır, onları ancak O bilir. (O) karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen bir yaprak -ki, mutlaka O'nu bilir- yerin karanlıkları içinde gömülen dane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitap'ta olmasın."[1]
"Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir Kitap'ta bulunmasın."[2]
"Şüphesiz Biz, ölüleri diriltiriz ve önden gönderdikleri ve arkada bıraktıklarını yazarız. Zaten Biz, her şeyi apaçık bir kütüğe kaydetmişizdir."[3]
"(Ey şanı yüce Nebi!) Doğrusu sana vahyedilen bu Kitab, Levh-i Mahfuz'da bulunan şanlı bir Kur'ân'dır."[4]
"Doğru sözlü iseniz bildirin, bu azap sözü ne zamandır?" derler. De ki: "Onu bilmek ancak Allah'a mahsustur. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım."[5]
Kaza ile kader, bir mânâda aynı, diğer mânâda ise kader, Allah'ın takdiri, kaza ise, bu takdiri infaz ve yapılacak şeyin eda edilmesi ve hükmün yerine getirilmesi demektir.
Kader, sonsuz ilme sahip, geçmiş, hâl ve geleceği bir nokta gibi görüp bilen -esasen kendisi için geçmiş, hâl ve gelecek diye zaman dilimleri bahis mevzuu olmayan- Cenâb-ı Hakk'ın, mikro âlemden makro âleme, zerrelerden sistemlere ve gelecekteki bütün hayatıyla 'normo âlem' insana kadar en küçükten en büyüğe bütün kâinatı, ilmî plânda, ilmî vücudlarıyla plânlayıp programlaması, plân ve projeleriyle kesip biçmesi, tayin, tespit, tasnif ve takdir etmesi ve bütün bunları tasarı ve ilmî plândan alıp, irade, meşîet, kudret plânına geçirmesi ve haricî vücut meşherlerinde, halk âleminde göstermesi için, hemen her şeyi, daha olmadan evvel 'mübîn' bir Kitap'ta tespit ve takdir etmesidir.
Evet 'Kitab-ı Mübin', henüz zuhur silsilesinde yerini almaya başlayan eşyayı, Levh-i Mahv ve İsbat'ta ve Levh-i Mahfuz'un istinsahları hâlinde Allah'ın mükerrem meleklerinin yazması demektir.
Ve yine kader, insanın kesbiyle Allah'ın (celle celâluhu) yaratmasının mukareneti ve beraberliğidir. Yani insan, bir işe mübaşeret edip, iradesiyle o işin içinde bulunduğunda Allah (celle celâluhu) dilerse o işi yaratır. İşte kader, bu iki ana hususu ezelî ve sonsuz ilmiyle olmadan evvel bilen Allah'ın (celle celâluhu), yine olmadan evvel tespit buyurmasıdır.
Kader, insanın kesb ve iradesi hesaba katılmadan düşünülemez. Kâinatta kader, plân, program, ölçü ve denge hâkimdir.
"Allah, her dişinin neyi yüklendiğini ve rahimlerin neyi eksiltip artırdığını bilir. O'nun yanında her şey bir miktar iledir."[6]
"Arzı da yaydık; oraya sağlam dağlar attık ve orada ölçülü mütenasip şeyler bitirdik."[7]
"Göğü yükseltti ve mizanı koydu."[8]
Kâinatta öyle şamil ve geniş dairede bir kader hâkimdir ki, onun dışında hiçbir şey tasavvur edilemez. Kâinatı yaratan Allah (celle celâluhu), çekirdeğin çatlamasından bahara, insanın doğuşundan yıldızların ve galaksilerin doğuşlarına kadar her şeyde muhît ilmiyle öyle bir plân ve program tespit buyurmuş ve bir kader tayin etmiştir ki, dünden bugüne dünyanın dört bir yanındaki ilim adamları ve araştırmacılar, binler eserleriyle bu nizam, bu âhenk ve bu takdire tercüman olmaya çalışmaktadırlar. Bir kısım Marksistlerin bile, 'determinizm' gibi değişik ad ve unvanlar altında kabul ettikleri umumî disiplinler, dost-düşman, inanmış-inanmamış herkesin kâinatta bir plân ve kaderin bulunduğunu kabul etmesi bakımından çok önemlidir. Marksistlerin anladığı mânâda bir determinizm, bizim için hiçbir zaman söz konusu değildir. Biz sadece, farklı bir mânâda dahi olsa, meseleye kader açısından temas etmek istedik. Gerçi, İbn Haldun gibi bir kısım İslâm müellifleri de bir nevi determinizme taraftar görünür ve son dönem batı düşüncesinde, meselâ historisizmde olduğu gibi, bu determinizmi toplum hayatına da teşmil ederler ama biz, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat düşüncesi içinde bunu belli şartlara bağlar ve 'belki'lerle ifade ederiz.
İşte biz de bu ölçüler içinde, insan iradesinin de dahil olduğu her şeyde küllî bir kaderin hâkim olduğuna inanırız. Evet, nasıl ki bir saat veya bir bina yaparken önce bir plân ve proje çizer, fizibilite çalışmalarında bulunur ve hassas ölçüler ve çizgilerle ileride ortaya çıkacak şeklin takdiratını yaparız; öyle de, şu baş döndürücü sistemlerin ve şu atomlar âlemiyle insanların kendi aralarında ve kendi içlerinde birbirleriyle olan münasebetlerinin belli bir bir plân ve program haricinde olması düşünülebilir mi? Bir saat gibi bozulmadan, en ufak bir çarpma ve çarpışma olmadan idare edilip giden şu madde âlemindeki nizam ve dengenin binde biri kadar bir sistem veya sistemler dev bilgisayarlarla bile yürütülemezken, baş döndürücü büyüklüğü ve ihtişamıyla şu koca kâinatları plânsız, programsız, düşünmeye imkân var mıdır?
Çekirdek ve tohumlar, kader yüklü sandukalardır. İleride geçireceği her bir safhasıyla ağacın bütün hayatı, çekirdekte kaydedilmiştir. Yapı itibarıyla birbirinin aynı görünen ve aynı basit maddelerden meydana gelen pek çok çekirdek, toprağa düştüğünde, çeşit çeşit çiçekler, bin bir türde bitkiler ve ağaçlar meydana gelmektedir. Her bir çekirdek, kaderin kendine biçtiği ya da kendine kader yapılan ölçü içinde ilmî, mânevî bir suret ve şekil alıp, kendine has biçim ve elbiseyle toprak üstünde tüllenir ve seyreden gözlere arz-ı endam eder. Binlerce terzi, yıllarca çalışsa, değil bunca çiçek ve bitkiye, tek bir ağaca bile böyle bir elbise dikemeyecektir. Oysa yüz binlerce ağaç, belki yüz binlerce yıldır, hiçbir ölçü, kesim ve dikiş hatası yapılmadan, âdeta ısmarlama dikilmiş elbiseleri birbiri ardınca giyip çıkarmaktadır. Acaba bunu yapan gerçekten kendileri midir, yoksa onlara o kalıbı, o şekli, o kaderi veren bir yüce takdir edici midir..?
Belli bir kader ve programa tâbi olduğundan dolayı bir sperm asla yalan söylemez; kromozomların dili, RNA ve DNA'nın şaşmaz vazifesi ve hücrelerin beyanıyla, ağız, dil, dudak, göz, kaş, kulak, sima, duygu ve kabiliyetler gibi pek çok safhalardan geçip "İnsan olacağım" der ve olur.
Astrofizikçilere göre, kâinatın her noktasında hangi buudların var olduğu ve bu noktalarda hangi manyetik etkinin ne tarzda bulunduğu az da olsa bellidir. Çünkü geometrik yerler ve kuvvetlerin şiddeti önceden vardır. Kompüterlerin keşfiyle de anlaşılmıştır ki, atomlardan galaksilere kadar kâinatta yaratılan her varlık yaratılışıyla birlikte programlanmaktadır; evet, her şey önce Levh-i Mahfuz'da tayin ve tespit edilmiştir...
[1] En'âm sûresi, 6/59.
[2] Neml sûresi, 27/75.
[3] Yâsîn sûresi, 36/12.
[4] Bürûc sûresi, 85/21-22.
[5] Mülk sûresi, 67/25-26.
[6] Ra'd sûresi, 13/8.
[7] Hicr sûresi, 15/19.
[8] Rahmân sûresi, 55/7.
.
Tevrat ve İncil Peygamberimiz'in Nübüvvetine Delildir
Geçmiş peygamberlerle birlikte, geçmiş mukaddes kitaplardan Tevrat ve İncil, Hâtem-i Enbiyâ'nın peygamberliğine birer delil ve şahittir. Tahrif edilmiş olmalarına rağmen, Hüseyin Cisrî gibi allâmeler, elimizdeki Tevrat ve İncil nüshalarında, bu mevzu ile alâkalı pek çok işaretler bulmuşlardır. Bunlardan sadece dört tanesini vermekle iktifa edeceğiz:
1. "Onlar için kardeşleri arasından, senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım."[1]
"Gerçek, Musa demiştir: Rab size kardeşleriniz arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak, her ne söylerse onu dinleyeceksiniz. Ve bütün peygamberler, Samuel (İsmail) ve sıra ile gelenler, hep söylenen bu günleri ilan ettiler."[2]
"... ve Rabbin... Musa gibi bir peygamber daha İsrail'de çıkarmadı."[3]
Kitab-ı Mukaddes'in Ahd-i Atik (Tevrat) ve Ahd-i Cedid (İncil) bölümlerinden alınan yukarıdaki âyetlerde:
a) Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İshak'ın soyundan gelen İsrailoğulları'na Hz. Musa'nın "kardeşleriniz" şeklindeki hitabı, Hz. İshak'ın kardeşi Hz. İsmail'in soyuna, yani İsmailoğulları'na işarettir. İsmailoğulları'ndan gelecek olan peygamber ise ancak Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) olabilir; çünkü İsmail soyundan yalnızca Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmiştir. Hz. Yûşâ ve Hz. İsa, Hz. İsmail'den değil, İsrailoğulları'ndandır.
b) Hz. Musa, "benim gibi" sözüyle Peygamberimiz'i kastetmektedir; çünkü, cihad, getirdiği kanun ve hükümler, koyduğu cezalar, cemaati arasında sözünün dinlenir olması... gibi yirmi kadar hususta Hz. Musa'ya benzeyen, Hz. Yûşâ ve İsa değil, Peygamberimiz Hz. Muhammed'dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).
c) Hz. Musa gibi bir nebinin İsrailoğulları'ndan bir daha çıkmayacağı açıkça ifade olunmaktadır.
d) "Sözlerimi ağzına koyacağım." ifadesi, Efendimiz'in ümmî olup, okuma-yazması bulunmadığı hâlde Allah'ın Kelâmı'nı kolayca hıfzedip insanlara okuyacağına işarettir.
2. "Rab, Sina'dan geldi ve onlara Sâir'den doğdu; Paran dağlarında parladı ve mukaddeslerin onbinleri içinden geldi. Onlar için sağında ateşli ferman vardı."[4]
a) "Sina'dan gelme", Hz. Musa'ya Tûr-i Sîna'da ilâhî hükümlerin verilmesini; "Sâir'den doğma", Hz. İsa'ya İncil'in verilmesini ve "Paran dağlarında parlama" ise, Efendimiz'in Mekke'de çıkacağını ifade eder. Paran, Arapça okunuşuyla Faran, Mekke'nin eski isimlerinden olduğu gibi, Kitab-ı Mukaddes'in Tekvin bölümünde de Hz. İsmail'in Paran çölünde oturduğu anlatılmaktadır.[5]
b) İçinden gelindiği belirtilen mukaddeslerle, Peygamberimiz'in her türlü ayıptan uzak bulunan Âli'ne, Ehl-i Beyt'ine ve ashabına işaret olunmaktadır.
c) "Sağda ateşli ferman", İslâm dininde cihada işarettir.
3. "Taş, köşenin başı oldu.. ve o, gözlerimizde şaşılacak iştir... Allah'ın melekûtu sizden alınacak ve O'nun meyvelerini yetiştirecek bir millete verilecek ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak; o da kimin üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır."[6]
a) Yukarıdaki âyette geçen "köşe taşı" Hz. İsa (aleyhisselâm) olamaz; çünkü Hz. İsa ve getirdikleri altında parçalanma, toz gibi olma meydana gelmemiş, bu, Peygamberimiz'le olmuştur. Zaten, hükmeden Hz. İsa değil, Efendimiz'di (sallallâhu aleyhi ve sellem); hükmetmek için gelmediğini söyleyen de bizzat Hz. İsa'nın (aleyhisselâm) kendisidir.[7]
b) Buhârî ve Müslim'in rivayetlerinde, Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisinin peygamberlik binasının köşe taşı olduğunu bizzat ifade etmekte[8] ve dolayısıyla köşe taşı konmakla, yani Peygamberimiz'le (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlik tamamlanmış olmaktadır.
4. "Rab, size başka bir Faraklit verecektir; ta ki, daima sizinle beraber olsun."[9]
"... O, size her şeyi öğretecek ve size söylediğim her şeyi hatırınıza getirecektir."[10]
"... Benim için o şehadet edecektir..."[11]
"... gitmezsem, Faraklit gelmez... ve O geldiği zaman günah, salâh ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir."[12]
Yukarıdaki âyetlerde Faraklit olarak geçen kelimenin aslı Yunanca'da 'Piriklitos' olup, Arapça 'Ahmed' kelimesinin karşılığıdır. 'Ahmed', Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ismi olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim'de de O'nun İncil'de 'Ahmed' olarak geçtiği açıkça ifade edilir.[13] Ve burada sayılan bütün vasıflar sadece Efendimiz'de (sallallâhu aleyhi ve sellem) vardır. Kaldı ki, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) geleceğini ve vasıflarını açıkça anlatan pek çok İncil bugün elimizde mevcut değildir.
[1] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, Bâb: 18, âyet: 18.
[2] Kitab-ı Mukaddes, Resûllerin İşleri, Bâb: 3, âyet: 22-25.
[3] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, Bâb: 34, âyet: 12.
[4] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, Bâb: 33, âyet: 2.
[5] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bâb: 21, âyet: 21.
[6] Kitab-ı Mukaddes, Matta, Bâb: 21, âyet: 42-44.
[7] Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna, Bâb: 12, âyet: 47.
[8] Bkz.: Buhârî, menâkıb 18; Müslim, fezâil 20-23.
[9] Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna, Bâb: 14, âyet: 16.
[10] Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna, Bâb: 14, âyet: 26.
[11] Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna, Bâb: 15, âyet: 26.
[12] Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna, Bâb: 16, âyet: 7-8.
[13] Bkz.: Saf sûresi, 61/6.
.
Peygamberimiz'in Risâletinden Önceki Hayatı da O'nun Peygamberliğine Delildir
1. Dünyaya teşrifi esnasında meydana gelen olağanüstü hâdiseler, çocukluk devresinde yakınlarının müşâhedeleri ve gençliğinde firaset sahiplerinin kendisinde sezdikleri mânâlar, O'nun gelecekte büyük bir vazife altına gireceğinin anlamlı ifadelerinden başka bir şey değildi...
2. Peygamberliğine kadar olan devrede daima zulme ve haksızlığa karşı çıkmış ve "Hılfü'l-Fudûl" gibi haksızlığa uğrayanları koruma cemiyetine bilfiil girip, mazlumların, mağdurların yanında yerini almıştı...
3. İhtişamlı ve saltanatlı bir 40 yıl yaşamayıp, ta küçük yaşta yetim ve öksüz kalmış, dedesi ve amcasının himayesinde büyümüştü.. şahsı, malı ve taraftarları açısından öyle çok güçlü de değildi.
4. Çevresinde fuhuş adına bütün olup bitenlere rağmen, peygamberliğine kadar olan bu devrede iffet, namus ve hayâsına toz bile kondurmamıştı. İki defa düğüne giderken yolda uyuyup kaldığını bizzat kendisi ifade buyurmaktadır. Garîze-i beşeriyenin en güçlü olduğu 25 yaşında, dul, çocuklu ve 40 yaşındaki Hatice Validemiz'le izdivaçları hengâmında buram buram terlediği ve gelinlik kız gibi kızardığı nakledilir. Sefere çıkışta "Kızımı, namusumu kime teslim edeyim?" diye düşünenlerin hemen ilk akıllarına gelen de bu iffet ve namus âbidesi genç olmalıydı!
5. Peygamberlik öncesi dönemde bir defa olsun yalanına, hıyanetine ve sözünden döndüğüne şahit olunmamıştır. Bu mevzuda, düşmanları dahil, hiç kimse herhangi bir misal gösterememektedir. Kaldı ki en azılı hasımları bile O'na 'Muhammedü'l-Emin' diyorlardı. Kâbe tamiratında Hacerü'l-Esved'i yerine koyma şerefi uğrunda kabileler arasında çıkan anlaşmazlıkta hakem tayin edilmiş ve bu mukaddes taşı yere serdiği ridasının üzerine koyup, birer ucundan kabile reislerine tutturarak kendi eliyle yerine koymuş ve bu müşkil meseleyi halletmişti.[1]
6. Mukaddes Hira mağarasında geçen sancılı günlerinden sonra, büyük bir dava ile ortaya çıkması da, peygamberliğinin önemli delillerindendir. Çünkü O ümmîdir ve bütün hayatında kimseden bir şey öğrenmediği de çok iyi bilinmektedir. O'nun peygamberlik öncesi aylar ve aylar tek başına bir mağarada kapalı kalması ve birdenbire üdebâ ve bülegâya meydan okuyan bir beyanla ortaya çıkması, elindeki harika fermanın ilâhî olduğunu gösterir.. evet Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir iç hazırlığı ve lâhûtîleşmeden sonradır ki o nurlu mağaradan ayrılıp, Mekke ufuklarında doğmuş ve davasını neşre koyulmuştur.
7. Daha çocukluğunda (O Kamet-i Muallâ ve Kâmil için 'çocuk' sözü inşâallah suiedep olmaz) ve gençliğinde 40 yıl boyunca en ufak bir yalan ve dengesizliğine rastlanmayan bir kimsenin, meleke hâline gelmiş bütün ahlâkını birden 40 yaşında değiştirmesi nasıl mümkün görülebilir?
[1] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/425; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1/628; İbn Hişam, es-Sîratü'n-nebeviyye, 2/19-20.
.
Peygamberimiz'in Düşmanları Bile O'nun Sıdkına Şâhittirler
- Kırk yaşına kadar kendisine "Muhammedü'l-Emin" diyen ve emanetlerini teslim eden düşmanlarının O'nu, peygamberlikle ortaya çıktığında ret ve inkâr etmeleri, kendileri adına tenakuzdan başka bir şey değildir. Kendilerini akıllı, kültürlü ve mütefekkir gören bu insanlar, böylece tam 40 yıl aldatılıp uyutulduklarını kabul etmiş olmuyorlar mı? Öyleyse, inkârlarında başka bir maksat vardı; çünkü değişen ve dönen Peygamber değil, döneklik yapıp Güneş'e göz yuman, bizzat onların kendileriydi.
- Düşmanları O'nu yalancılıkla itham edemiyor, getirdiklerini ret ve inkâr edemiyor, sadece 'sâhir, şair, mecnun' yakıştırmalarında bulunuyorlardı. Mevcudiyet ve hakikatini inkâr edemedikleri mucizelerine de 'sihir' deyip geçiyorlardı.
- Peygamberliğini kabule yanaşmayan müşrikler, "Muhammed doğru söylüyor." diyor, fakat peygamberliğin O'na verilişini kibir ve gururlarına yediremeyip, "Neden eşraftan falana, falana verilmedi de, bir yetime verildi?" diye kendilerince sözde mazeret beyan ediyorlardı.
- Mekke müşriklerinin, şiir ve belâgatta ileri seviyede oldukları hâlde, okuma ve yazması olmayan bir Zât tarafından, "Destekçilerinizi de çağırıp haydi benzerini, hatta bir sûresinin benzerini siz de getirin."[1] diye meydan okunarak tebliği yapılan Kur'ân'a ve peygamberlik davasına karşı kendileri için en kolay ve tesirli yol olması gereken dille mücadeleyi bırakıp, en tehlikeli ve rizikolu yol olan kılıçla mücadeleye girmeleri de O'nun peygamberliğine apaçık bir delildir.
- Müşrikler, yine O'nu ilzamda en kolay yollardan biri olması gereken açığını arama, yanlışını izhar ve ilan etme mevzuunda çaresiz kalıyorlardı; zira, bir açığını ve yalanını bulsalardı hemen bütün cihana ilan edeceklerdi.
- Can alıcı düşmanlarının, kendisine kılıç çekmiş ve her kötülüğü yapmış hasımlarının zamanla birer birer eriyip dize gelmeleri ve O'nun dairesine katılmakla müslüman olmaları da O'ndaki doğruluğa, ismet, fetanet ve câzibeye ayrı bir delildir. Safvan, Ebû Süfyan, Amr ibnü'l-Âs, Halid, İkrime, Hind ve Vahşi gibi en amansız hasımları ve daha niceleri sonunda O'nun hakkaniyetine boyun eğmiş ve bu hakkaniyetin yaman mübelliğleri olmuşlardır.
[1] Bkz.: Bakara sûresi, 2/23; Yunus sûresi, 10/38; Hud sûresi, 11/13.
.
Peygamberimiz'in Risâletini İlânından Sonraki Hayatı da Peygamberliğinin Şahididir
1. Büyük ideal ve yüksek düşüncelerle içi sürekli kaynayıp duran bir insanın, fikirlerini açığa vurmaması, düşünce ve davası paralelinde taraftar toplamaktan uzak kalması düşünülemez.
Biz basit bir fikir ve düşüncemizi bile içimizde tutamayıp, tanıdığımıza-tanımadığımıza intikal ettirmeye çalışırız. İnsan, düşünce ve davasını en canlı ve heyecanlı olduğu gençlik yıllarında yaymaya çalışır. 15-20 yaşlarındaki binlerce, onbinlerce gencin nice bâtıl fikirleri neşretmek için ellerinde bildirilerle gösterilerde ve kanlı hâdiselerde nasıl mücadele ettiklerine bütün dünya tarihi şahittir. Oysa, Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) davasını tebliğe 40 yaşında başlamıştır: Demek ki, O, bir emir altında hareket ediyor ve kendisine emredileni yapıyordu...
2. Bir insanın, çeşitli muvaffakiyetler, zaferler, malî imkânlar ve makamlar elde ettikten sonra hiç değişmemesi, onun yüce ve yüksek ahlâkını, doğruluk derecesini gösterir. İşte, O'nun peygamberlikten önceki ve sonraki güneş gibi parlak ve apaçık hayatı! Evet, O'nun en büyük zaferler ve fetihlerden sonra bile bakışının bulanmaması, başının dönmemesi, fonksiyon ve vazifesini başladığı gibi bitirmesi peygamberliğinin delili değil de ya nedir?
.
Peygamberimiz'in Zâtı da Doğruluğuna ve Nübüvvetine Şehâdet Eder
- Sima, anlayan ve görebilen için ruhun aynası ve iç âlemin tanıtıcı satırlarını yansıtan bir kitap hükmündedir. Peygamberimiz'in hakikat gamzeden nurlu simasını gören yahudi âlimlerinden Abdullah b. Selâm, daha ilk görüşünde "Bu simada yalan yoktur." diyerek iman etmişti.[1]
- Muhalfarz, o Zât'ın söz ve davranışlarında yalan ve yapmacıklık olsaydı, gerek peygamberlik öncesi, gerekse peygamberliği döneminde mutlaka bir açık verecek, gaf ve falso yapacak ve neticede, fırsat kollayıp duran hasımları da, bunu cihana ilan ederek hiç kılıca sarılma lüzumu duymadan emellerine ulaşacaklardı.
- Bir şeyin sun'îsi, taklit ve yanlışı, hiçbir zaman hakikî ve fıtrî olanı gibi değildir. Gözü doğuştan sürmeli olanla, sonradan boyalı olan birbirinden farklıdır. Sinek, tavus kuşunu, ateş böceği güneşi, çoban valiyi veya ilim adamını ne kadar temsil ve taklit edebilir? Hele peygamberlik gibi bir mevzuda taklit ve yalanın asla yeri olamaz.
- İnsanın, yaratılış icabı, önemsiz bir konuda küçük bir topluluk içinde, o topluluğa muhalefetle küçücük bir yalanı bile söylemesi imkânsız denecek kadar zordur. Buna karşılık, O Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem), peygamberlik gibi çok büyük bir dava adına, kendine hasım büyük bir cemaat içinde, çok önemli şeyleri tam bir emniyetle, telaşsız söyleyebiliyorsa, bunda hile ve yalan olacağı düşünülebilir mi?
- Hele bu Zât ümmî ise, okuma-yazma bilmiyorsa ve karşısında da zeki, kültürlü, söz söylemesini bilen, şiir ve belâgatta seviyeli bir cemaat bulunuyorsa, böyle bir durumda o Zât'ın söz ve davranışlarını pervasızca sergilemesi ve çok uzun zaman yalanlanmadan bunu sürdürmesi nasıl mümkün olabilir ki..?
- İnsan, ortaya attığı herhangi bir düşünce, tez ve fikrine karşı medenice fikir münazarası şeklinde mukabelede bulunulduğunu görse, yalan-yanlış da olsa, fikirlerini müdafaaya devam edebilir. Fakat bir insanın tek başına, her an ayrı bir ölüm tehdidi karşısında sabredip direnmesi; hele hele ruhunu, kalbini ve şahsiyetini örseleyici, alaya alınma, yüzüne tükürülme ve hakaretlere maruz kalma gibi hâdiseler karşısında bile, davasından dönmemesi ve asla ümitsizliğe düşmemesi O'nun doğruluğuna şaşmaz bir delildir.
- Bugün pek çok insan görürsünüz ki; söz gelimi sıcak günlerde oruç tutamadığı için mazur görülsün ister. Şimdi o asra gidin; üstten güneşin, alttan taşlık ve kumluk çölün, içten çile, ızdırab ve binbir ölümün sıcaklığını göz önüne getirin; sonra da, hayatında meyvelerini göremeyeceği -hâşâ- bir yalan uğruna, kişinin ortaya atılıp, onca eziyet ve işkencelere katlanmasının; hurma dallarından yapılma yatakta yatıp, günlerce karnına taş bağlayacak derecede aç kalmasının ve hayatının büyük bir bölümünü savaş meydanlarında geçirmesinin mümkün olup olamayacağını düşünün..!
- Önemli olan, bir dava ile ortaya çıkmak değildir; önemli olan, getirdiği prensipleri bizzat tatbik edip, davasına mükemmel bir numune olabilmektir. Tarihte, büyük diye tanınan nice sistem koyucu ve kanun vaz'ediciler vardır ki, söylediklerini yaşamadıklarından dolayı hüsnü kabul görmemiş, dava ve sistemlerini sürekli kılamamış ve samimî, heptenci ve sadık taraftarlar bulamamışlardır. "Namaz kılın." diyen O Zât'ın kıldığı namazlara, "Zekât verin." diyen O Zât'ın infak ettiği mallara, "Oruç tutun." diyen O Zât'ın tuttuğu oruçlara ve haramlara karşı çıkan O Zât'ın haram karşısındaki tavrına bakın!..
- İnsan, bedenen 18 yaşına kadar gelişir; huy, karakter ve ahlâkının mayalanması ise çok küçük yaşlarda başlar; rüşde ermekle gelişir, gençlik devresinde kökleşir ve 30'undan sonra âdeta meleke hâline gelir ve sabitleşir. 40 yaşından sonra, geniş çapta bir kafa-kalb ameliyatı geçirmeden ahlâk ve karakter değiştirmek cilt değiştirme kadar müşkil bir meseledir. Şimdi, İki Cihan Güneşi Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakalım: O'nu, 40 yaşına kadar emin, namuslu ve iffetli olarak yaşamış, doğruluğunu herkese kabul ettirmiş olarak görürüz. Eğer yaratılışında -hâşâ- kötü bir huy, bir karakter taşımış olsaydı, bu, gençlik tesiriyle ortaya çıkacaktı. 40 yaşına kadar râsıh ve ayrılmaz hâle gelmiş alışkanlıkların, birden 40 yaşında bıçakla kesilmiş gibi değişmesi mümkün değildir. Şimdi 40 yaşına kadar hiç yalan söylemeyen bir kişinin, 40 yaşında birden yalan söylemeye başlaması düşünülebilir mi?
- Yalancı, sahtekâr ve gayri ciddî bir insanın, bırakın uğruna seve seve varını-yoğunu ve hayatını feda edecek arkadaşlara sahip olması, şöyle oturup sohbet edeceği dürüst ve güzel ahlâklı bir arkadaş bulması bile oldukça zordur. Şimdi siz bir de, O Zât'ın çevresinde, onca gailelere rağmen bir araya gelmiş sahabeye, sonra tâbiîne, sonra da asırlar boyu O Kamet-i Bâlâ'ya gönül vermiş binlerce, milyonlarca evliyâ, asfiyâ ve mürşitlere, ilmin her dalında mütehassıs âlimlere ve bu devâsâ insanların çevresinde kümelenmiş milyonlarca aydınlık ruhlara bakınız! Acaba, bunca insanın, hilâf-ı vâki bir şey etrafında bir araya gelmeleri mümkün müdür..?
- Eğer bu Zât -hâşâ- peygamber değilse, başka hiçbir peygamberin peygamberliğiyle alâkalı söylenecek pek fazla bir şey olamaz. Zira bütün peygamberân-ı izâmın sundukları mesaj, gösterdikleri mucize ve bıraktıkları iz, Kâinatın Efendisi'yle kıyas edilemeyecek kadar küçüktür.
- Evet, O'ndan başka birinin O'nun davası ve hususiyetleriyle ortaya çıkması mümkün değildir; çünkü bize bu meydan okumayı öğreten de bizzat Allah'tır."Eğer kulumuza indirdiğimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin..."[2] şeklindeki meydan okumasına on dört asırdır henüz bir karşılık gelmiş değildir.
- Ve nihayet, insanlara karşı yalan söylemeyen bir Zât, nasıl olur da Allah'a karşı yalan söyler? Nasıl olur da, kendi sözlerini Allah'ın kelâmı olarak gösterebilir?
[1] İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/208.
[2] Bakara sûresi, 2/23.
.
Peygamberimiz'in Eşsiz Ahlâkı da Nübüvvetine ve Doğruluğuna Şahiddir
1. Güzel ahlâk çekirdekler hâlinde insanın fıtratına dercedilmiştir. Saf fıtratın tezahürü, temiz yaratılışın gün yüzüne çıkması ve ruhun dış aynada yansıması demek olan güzel ahlâka sahip bulunmanın en önde gelen şartlarından biri, belki birincisi terbiye ve telkindir. Evet, güzel ahlâk kendine has ortamda beslenir, râsih hâle gelir.
Şimdi, Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetinden önceki ve sonraki devrelerine bakalım: En güzel ve yüksek ahlâkı O'na kim telkin etmiş ve bu mükemmel terbiye ile O'nu kim yetiştirmiştir? Annesi, babası diyemeyiz, çünkü onları çok küçükken kaybetmiştir. Dede ve amcalarının ise, içinde bulundukları toplumda O'na böyle bir ahlâk kazandırmaları hiç mi hiç mümkün görünmemektedir. Peki, kimdir öyleyse O Zât'ın mürebbisi? Cevabını, kendi beyanıyla verelim: "Eddebenî Rabbî feahsene te'dîbî! - Beni Rabbim terbiye etti ve ne güzel terbiye etti!"[1]
2. İyi veya kötü ahlâkın gelişmesinde vasatın, çevrenin ve toplumun tesiri de oldukça önemlidir. Şimdi, O'nun yaşadığı asırda, Mekke'ye gittiğimizde, insanların vahşette canavarları geçtiğini, haksızlığın, zulmün, faiz ve sömürünün kol gezdiğini, kızların diri diri toprağa gömülüp kadınların esir pazarlarında satıldığını, çocuklara baba bulmanın zorlaşıp, Kâbe çevresinde kadınların çırılçıplak dolaştığını görürüz. Her mahallede bir caminin bulunduğu günümüz şartlarında nesilleri eğitmenin zorluğunu düşünün, bir de o asırda, o şartlarda en güzel ve en yüksek ahlâka sahip olmanın imkânsızlığını..!
3. Her peygamber gibi, Peygamber Efendimiz de sıdk, emanet, tebliğ, fetanet ve ismet vasıflarına bihakkın ve en yüksek derecede sahipti.
4. Kendimize, çevremize ve tarih boyunca gelip geçmiş büyüklere ve büyük görünenlere baktığımızda, kendilerinde ancak belli ahlâkî güzelliklerin tezahür ettiğini ve güzel ahlâkın her türlüsünü hemen hemen hiç kimsede göremeyiz. Kimisi cömerttir fakat aynı derecede affedici değildir; kimi cesurdur ama aynı zamanda cimridir. Ayrıca hiçbir ahlâkî güzellik hiç kimsede zirve noktasında temsil edilmiş değildir. Oysa O Zât'ta güzel ahlâkın her türlüsü, en üst seviyede vardı ve mütemadi idi.
5. Bir insanda, birbirine zıt güzel ahlâkın birbirini nakzetmeyecek ve engellemeyecek derecede bulunması oldukça zordur; yani, insan cömerttir ama bunu israf derecesine vardırabilir; tutumludur fakat bu cimrilik seviyesindedir. Cesurdur, ama bu cesurluk tehevvür noktasındadır. Hâlbuki O Zât, bütün güzel ahlâkı en yüce bir şahsiyet oluşturacak şekilde kendinde toplamış ve hiçbir ahlâkı, zıddının sınırına vardırmamıştır.
Söz gelimi, son derece cesur ve celâdetliydi; ama aynı zamanda son derece mütevazi, halim ve selimdi. Daha da önemlisi, cesaret ve celâdeti kalbleri kırıp dökme noktasına asla varmadığı gibi, tevazu ve affediciliği de hiçbir zaman zillet ve korkaklık seviyesine düşmezdi. Vakar ve ciddiyetinin yanında mütebessim ve huzur verici, metin ve çetin oluşunun yanı sıra alabildiğine re'fet ve merhamet sahibi; dünyaya meydan okurken de kumlar üstünde oturup bir çocukla da sohbet edebilecek kadar mütevazi idi. Bunlar gibi daha pek çok güzel ahlâkı hem de en zirvede, birbirine karıştırmadan ve en mükemmel şekilde zâtında toplayan, yaşayan ve ümmetine numune olan ancak O Zât'tır (sallallâhu aleyhi ve sellem).
6. Hiçbir insan her sahada, her konuda rehber ve mütehassıs olamaz. Yüzlerce ilim dalının teşekkül etmiş bulunduğu günümüzde, herhangi bir sahada mütehassıs olma, yılları almakta, belki bir ömür boyu aynı sahada çalışmak gerekmektedir. Evet, bir insanın hem mükemmel bir tıp bilgini, hem mükemmel bir komutan, hem dirayetli bir idareci, hem bir terbiyeci, hem bir sosyolog, hem de bir muallim olması âdeta imkânsızdır. Fakat bütün bunlar Peygamber Efendimiz'de hem de en üst seviyede gerçekleşmiş bulunmaktadır. O'nun hayat-ı seniyyelerini okuduğunuzda bunu açıkça göreceksiniz. Ayrıca, değil her sahada, tek bir sahada bile ihtisas yapmak için belli zamana, gerekli araç-gerece ve sakin bir atmosfere ihtiyaç duyulduğu da düşünülünce iş bütün bütün karmaşıklaşır...
7. O Kutlu Asr'a gidin! Hiçbir pedagoji eğitimi görmeyen, hiçbir askerî mektep bitirmeyen, hiçbir içtimaî mektepten çıkış almayan; teleskop ve mikroskopla hiçbir tanışıklığı bulunmayan, hele hele okuma-yazması olmayan O Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem), her sahada nasıl bir uzman gibi şaşmaz, eskimez, pörsümez, canlı ve ölmez sözler söylediğini, inkılâplar yaptığını, her sahada bir rehber ve mütehassıs gibi emniyet ve rahatlık içinde konuşup hareket ettiğine bakın!.
Daha da önemlisi, bütün bu ihtisas isteyen işleri yaparken sermaye olarak sadece 23 sene gibi kısa bir zaman dilimini kullandığını, hayatının hemen tamamını çile ve ızdırap içinde, muharebe meydanlarında, cemiyetinin meseleleriyle haşir neşir olarak ve ailelerini de en mükemmel şekilde idare etmeyi ihmal etmeyerek, en mükemmel ve en son dinin hem de asırlar sürecek prensiplerini vaz'ederek, bütün cihana duyuracak bir değerler manzumesi hâlinde kurup yerleştirirken.. evet böylesi ağır şartlar altında nasıl olmuş da her sahada hakimane söz söyleyebilmiş..!
8. Şimdi, zaman, imkân, huzurlu ve güvenli bir çalışma atmosferi gibi şartlar isteyen pek çok meselede bir insanın:
a. En yüksek ve en güzel ahlâkı temsil etmesi,
b. Her türlü güzel ahlâkın zirvesinde bulunması,
c. Yüksek ahlâkın bütününe, hiç birbirini nakzetmeden ve zıddının sahasına girmeden sahip olması,
d. Güzel bir ahlâkla arz-ı endam ederken diğerlerini unutmaması, ihmal etmemesi ve başka biriyle karıştırmaması, o insanın doğruluğuna ve peygamberliğine delâlet etmez mi?
9. Doktor, hastaya ve hastanın durumuna göre ilaçları değiştirir ve ilaçların dozajında da gerekli ayarlamalarda bulunur. İnsan da, diğer insanlara karşı davranışlarını, huylarını, âdet ve alışkanlıklarını ayarlama ve hesaplama durumundadır. Ahlâkî davranışlar, zaman ve zemine, makamın keyfiyetine ve muhatapların durumuna göre farklılıklar arzeder. Çoğu zaman davranışlarımızı yerine göre ayarlayamaz ve hatalar yaparız. Meselâ, bir valinin, emrindeki kişilere makamında göstermesi gereken vakar ve ciddiyeti evinde de göstermesi kibir ve kendini beğenme olur. İnsanlara gösterilmesi gereken şefkat ve merhameti muharebede düşmana gösterdiğimizde, kendi insanımıza karşı zulüm ve merhametsizlik etmiş oluruz. "Yazık, uykusuz kalmasın." diye çocuğumuzu sabah namazına kaldırmamak, ona acımak değil, bilakis en büyük kötülüktür. İrşad adına, muhatabın durumunu, seviyesini ve şartları nazara almadan bütün doğruları sıralayıvermek irşad olmadığı gibi, sıraladığımız doğrular adına da hem bir ihanet, hem de cinayettir. Aleyhissalâtü vesselâm'ın bütün söz ve davranışlarını tek tek incelediğimizde, O'nun, yer, kişi, mevki, zaman ve şartlara göre söz ve davranışlarını bütün inceliklere riayetle nasıl ayarladığını ve bu sahada en ufak bir falso vermediğini görürüz. Bu da, O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğine vâzıh bir delil teşkil etmektedir.
10. Diyelim ki, her durumda söz ve davranışlarınızı ayarladınız; iradenizin gücünü göstererek hareket biçiminizi tayin etmeye muvaffak oldunuz. Fakat çok defa insan hem âni hem de isabetli düşünmeye, karar vermeye imkân bulamadan karar verme mecburiyetinde kalır. Meselâ, bir muharebe sahasında hemen karar verme durumunda kaldığınızda oturup uzun boylu düşünmeye kalkmanız, büyük bir mağlubiyete ve felâkete sebebiyet verebilir. Sonra, çok defa âni verilen kararların, neticesi düşünülmeden sarfedilen sözlerin ve hesaplanmadan atılan adımların, insanı içinden çıkılmaz durumlara soktuğu çok vâkidir. Öyleyse, konuşurken, bir iş plânlarken, gelecekteki hâdiseleri, vukuu muhtemel aksülamelleri ve karşılaşılabilecek güçlükleri hesaba katma mecburiyeti vardır.
Şimdi düşünün; vereceğiniz kararlar, atacağınız adımlar ve söyleyeceğiniz sözler yalnızca birkaç gün, hatta bir kaç ay, bir kaç yıl ya da bir kaç asır ötesini değil, kıyamete kadar gelecek bütün zamanları ilgilendiriyorsa, o zaman ne yaparsınız?
Evet, her sözü, her davranışı ve her adımı asırlar boyu her devrin, her anlayışın ve her seviyenin insanı tarafından hüsnü kabul görmüş, tatbike çok çok müsait ve en elverişli bulunmuş; karşılaşılan her türlü müşkil ve zorluklara çare olmuş.. ve zaman geçtikçe solup gitmesi bir yana, daha da tazelenip yenilenmiş, güçlenip çağın üstüne çıkmış bu insan peygamber değil de ya nedir..?
11. Sadece ana başlıklar hâlinde bir kaçını zikrettiğimiz bu güzel ahlâkın sahibi Zât'ı bize sorsalar, "Evet" deriz "O bir nebidir, Nebiler Serveri'dir. Biz de O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahitleriyiz. Evet, Hak adına Hakk'ın temsilcisinin şahitleriyiz." Çünkü bu kadar güzel ve yüksek ahlâk ancak doğru insanlarda bulunabilir. Güzel ahlâk, ancak doğruluk toprağında yetişip, sümbül verebilir. Yalan söyleyen bir insanın daha başka söz ve davranışlarında da zaaf ve lekeler bulunmaması mümkün değildir. Yalan, âdeta fasit bir dairenin başlangıcı gibidir. Zincirleme, arkasından her türlü kötü ahlâkı da sürükler getirir.. tıpkı doğruluğun güzel ahlâkı sürükleyip getirdiği gibi.
Şimdi, serâpâ ahlâk-ı âliyeyle serfirâz olan O Yüce Kamet (sallallâhu aleyhi ve sellem), belli ki, daha işin başında bir salih daire teşkil edip, hak ve hakikat adına doğru, dosdoğru olarak bu ulvî vazifeye, peygamberlik misyonuna başlamış ve neticede misyonunu tam bir başarıyla noktalamıştır.
12. Aynı nükteye bir başka zaviyeden daha bakabiliriz:
Birbirine münasip ve uygun şeyler arasında meyil ve câzibe, birbirine zıt ve muhalif şeyler arasında ise nefret ve itme vardır. Seçtiğimiz arkadaşlarımız, kendi karakterimize ve düşünce dünyamıza en uygun olan kişiler değil midir? Dumanlı ve loş kokulu yerler kendilerine uygun kişileri çekerken, Allah'ın evleri ise belli ki kendilerine münasip kutluları çekecektir. Evet, doğruluk da daima doğru insanları çekip, sinesinde barındıracaktır. Öyleyse, bu güne kadar milyonlarca doğruluğu müsellem insanları kendine celb ve cezbeden insanın acaba doğruluğun özü ve hulâsası olmaması mümkün müdür? Cezbeden en güzel olunca, cezbedilen de güzel olmalıdır. O ne yüce ve erişilmez bir câzibedir ki, asırlardır milyonları meczup hâle getirmiştir.
13. Böylesine yüce ve güzel ahlâka sahip olan bir insanda, elbetteki izzet-i nefis, haysiyet, şeref bulunacaktır ve O bu hâliyle asla yalana, hileye tenezzül etmeyecektir.
14. Beşer tarihinde hiçbir insanın hayatı, söz ve davranışları, Peygamberimizinki kadar araştırılmamış, araştırılıp tespit edilmemiş ve pratikte de yaşanmamıştır. Ayrıca bugün bütün yeryüzünde, hem de araya boş bir zaman parçası girmeden günde beş defa ismi "Allah" ismiyle birlikte anılan yalnızca O'dur (sallallâhu aleyhi ve sellem).
[1] Ali el-Muttakî, Kenzu'l-ummal, 11/406.
.
Peygamber Efendimiz'in Her Alandaki İnkılâpları Nübüvvetinin Delilleridir
1. "Yeryüzünde en mühim, en lüzumlu, en zor ve en faydalı meslek hangisidir?" sorusuna verilecek cevap acaba ne olabilir? İdarecilik midir bu dört hususiyeti kendinde bulunduran meslek, yoksa siyaset midir; veya hâkimlik, savcılık, avukatlık ya da askerlik veya polislik midir? Çiftçilik, işçilik, esnaflık, ya da öğretmenlik, ilim adamlığı, mürşidlik veya hocalık mıdır..?
Bu soruyu hangi meslek sahibine sorsanız, hepsi de size mesleğinin lüzumundan, faydasından, zorluğundan ve öneminden bahsedecektir. Evet, mutlaka her mesleğin kendine göre faydası, önemi, zorluğu ve lüzumu vardır; fakat her bir meslek ve çalışma sahasının esası ve temeli hiç şüphesiz insan unsuru yani ferdin yetiştirilmesi ve yararlı hâle getirilmesidir.
2. İçtimaînin temel rüknü olan "müstesna insan"ı yetiştirmek için, her şeyden önce yetiştiricinin müstesna, mükemmel bir ahlâk ve kabiliyete sahip olması gerekir. Bundan başka, yetiştirici, ele aldığı ferdin yaratılış kanunlarını, fıtratını, psikolojik yanını, ruhî yapısını, istidat ve kabiliyetlerini, kültür ve anlayış durumunu, his dünyasını, duygularını, kafa ve düşünce hususiyetini, meyil ve ümniyelerini, zaaf ve zayıf taraflarını, sosyal mevkiini ve bütün bunlardan daha önemli olarak da istikbalde kazanacağı hususiyetleri, muvaffak ve verimli olabileceği sahaları, kısaca bütün yönleriyle insanı bir kitap gibi okumak ve anlamak mevkiindedir.
Sonra, bu tanıma ve tahlil de kâfi değildir. Muhatapların her birinin bütün bu yanlarını hem de karıştırmadan, unutmadan, zaman ve zemininde, muhataba ve durumuna göre en isabetli kararı vermek, gerekeni söylemek ve en uygun davranışta bulunmak, doğacak neticeleri hesaba katarak kararlar verip fertleri yönlendirmek de oldukça önemlidir.
Bundan da öte, tek tek her ferdi en iyi biçimde tanıdıktan ve her birine münasip davranış ve konuşma tarzını seçip tespit ettikten sonra, her bir fertte mevcut kötü ahlâk ve alışkanlıkları, en olumlu usullerle izale etmek, yan etkilerini ve doğabilecek reaksiyonları hesaba katarak her ferdi kafa ve kalb ameliyatından geçirip, her türlü habis ur ve mikroplardan temizlemek ve bütün bunlardan sonra, aşağılardan çekip aldığı talebesini, yukarılara yükseltmek için, grafik çizgisini sürekli müspet istikamette seyrettirecek tarzda, en ulvî, en yüce huylarla bezeyip, tefrite yani karşı aşırı uca terk etmemek; tıpkı çiftçinin zararlı otlardan temizlediği tarlasına en verimli tohumları saçıp, yeterli ısı ve ışıkla bu tohumlara sümbül açtırması gibi, o insanın görülüp gözetilmesi de hayatî ehemmiyeti haiz bir başka husustur.
3. Bir insanın inancı sağlam görülebilir; ama ibadetsizdir. Vatanperverlikten bahseder; fakat rüşvet hastalığından da kendini kurtaramaz. Naziktir, kibardır; ne var ki milletin malını korumada hassas değildir. Sonra, her türlü güzel ahlâkı nefsinde toplayabilir; ama bu ahlâk, kafa ve kalbine nakşedilip şahsiyetinin ayrılmaz bir parçası hâline gelememiştir. Böyle olunca da bugün kazandığını yarın kaybedebilir.. bugün sevilirken yarın nefret edilen bir insan olabilir.
Şimdi bir insan düşünün ki; inanıyor, inandırıyor; iman etmiş gönülleri ibadetin her çeşidiyle coşturuyor; "ahlâk" diyor yaşıyor, yaşatıyor; sonra da bütün bu şeylerin, ta mezara kadar hem de aynı şevk içinde devam ve temadisini sağlıyor. Acaba bu zâtın bir kuvve-i kudsiye taşıdığında şüphe edilebilir mi? Hâşâ!
İşte, insanlığın O en büyük Mürebbi'si (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün bu işleri yapmış ve en mükemmel fertler yetiştirmiş ve böyle fertlerden de insanlığın bir defa görüp, belki bir daha göremeyeceği en mükemmel bir toplum meydana getirmiştir. Bu durumda, O nebi olmaz da, başka kim olur ki?
4. Ferdi yetiştirmede önemli olan bir diğer husus da zora başvurmamaktır. Evet, cezaî müeyyideler, zorlayıcı tedbirler, askerî ve polisiye güçler ancak bir dereceye kadar etkili olabilir; olabilir ama sahip çıkılıp muhafazasına çalışılan sistem ve değerler adına da gönüllerde nefret hissinin doğmasına yol açabilirler. Bu yüzden, gönüllere girmek, meseleyi vicdanlara yudumlatmak, zihinlere ve kalblere nakşetmek ve mümkün olduğunca sevdirmek, fertleri yetiştirmede esaslı bir yere sahiptir.
Evet, zecrî tedbir ve müeyyideler belki meseleleri hazmettikten sonra geri kusmaya çalışanlara ve kabiliyetlerini köreltenlere tatbik edilebilir. Yoksa başta ve sonda davayı fertlere aşılayıcı ve zerkedici maya ve iksir, daima muhabbet, şefkat ve müsamaha olmalıdır.
5. Evet, yüzlerce dalıyla üniversitelerin ve binlerce mütehassısın mevzuu olan o en kompleks varlık insan unsurunu, Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha iyi anlayan, daha iyi yoğurup yetiştiren, zaman ve mekânlara mâl edip numune kılan ve yetiştirdiği kimseleri medenî milletlere mürşit ve muallimler hâline getiren ikinci bir insan göstermek mümkün değildir.
6. Kalbe ve kafaya yerleşmiş inançları ve hele saplantıları değiştirmenin ne derece zor olduğu ortadadır; hele, 40 yaşını aşmış insanlara yanlış ve bâtıl inançlarını terk ettirmek zorun da zorudur. Ama Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu zorlardan zor işi başarmış, çölün vahşi, mütemerrit, muannit ve kendini beğenmiş insanlarından insanlığın en yüce rehberlerini çıkarmıştır.
7. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hiçbir zaman tehdit, cebir, korkutma ve zorlamaya başvurmadan kalblere girmiş, gönüllerin en mutena yerlerinde taht kurmuş ve bütün şüpheleri izaleyle zihinleri ikna etmiştir. O'nun, hayatı boyunca hiçbir zaman herhangi bir zorlama ve tahakküme başvurduğu görülmemiştir. Kaldı ki, tehdit ve zorlamada bulunmuş olsaydı, getirdiği dinin asırları aşıp bugünlere gelmesi, hele hele tarihte eşine rastlanmaz bir hızla yayılıp medeniyetlere analık etmesi asla düşünülemezdi.
Kelleler koparıp, kalbler parçalayarak hiçbir inanç ve düşünce sistemi yerleştirilemez; yerleştirilse bile asla uzun ömürlü olamaz. Baskı ve zora başvuranlar, kurdukları düzenlerle birlikte yıkılıp gitmiş ve tarihin kara sayfalarında kalmışlardır. Rus ihtilali ve aynı dönemdeki kabakuvvet dayanaklı hareketler bunun en yakın ve en çarpıcı misallerindendir.
8. Herhangi bir dava ile ortaya çıkan kimseler, çoğu defa muhataplarına iktidar, saltanat, makam, mevki, mal, mülk gibi çeşitli dünyevî vaadlerde bulunurlar. Hayatı boyunca yokluk, açlık, çile ve ızdıraptan başka bir şey görmeyen Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem), bırakın böyle vaadlerde bulunmayı, Mekke'de kendisine defalarca yapılan bu türlü vaadleri bizzat reddetmiş, sadece "Allah'ın rızası ve Cennet" demiştir.
Bakın çevresindeki hâleye; zekât ve sadakanın kendilerine yasak olduğu aile efradına; değirmen çeke çeke yorulan kollarıyla kendisine bir kolye bile takma izni verilmeyen kızı Fatıma'ya (radıyallâhu anhâ) ve yokluğu varlığa, hiçlik ve mahviyeti şöhrete, ahireti dünyaya ve fakirliği zenginliğe seve seve tercih eden hidayet yıldızları sahabilerine!
9. Davasında samimî ve gerçekten peygamber olmayan bir insanın, bırakın düşmanlarının bile gönlüne girip doğruluğuna onları inandırması, dostlarının kalblerini kazanıp desteklerini görmesi, hatta dost bir çevre edinmesi bile imkânsızdır. Hâlbuki, Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, hiçbir zorlamaya başvurmadan şefkati, merhameti, muhabbeti, müsamahası ve affediciliği ile yalnızca dostlarının değil, Ebû Süfyan, İkrime, Halid, Vahşi, Hind, Amr ve Safvan gibi kendine kılıç çekmiş düşmanlarının bile kalblerini fethetmiştir.
10. Diyelim ki siz, insanların gönüllerine girmek, mesajınızı onların kafalarına, kalblerine nakşetmek, bu uğurda her türlü zorluğa katlanmak, her çeşit hakarete, maddî-mânevî zarar ve tehlikelere sabırla göğüs germek niyetindesiniz. Şimdi, kendinizi, kalbinizi ve hislerinizi şöyle bir yoklayın:
Muhataplarınız,
Yanınızdan geçerken yüzünüze bir tükürük atsalar,
Siz secdedeyken başınıza işkembe geçirseler,
Zaman zaman tokat aşketseler,
Yollarınıza dikenler koyup, taşlar dökseler,
Köşe başlarında ellerinde kamalar sizi bekleseler,
Halkın içinde sizinle alay edip, küçük düşürseler,
Ailenize en büyük iftirayı etseler,
En yakınlarınızı paramparça doğrayıp, ciğerlerini çiğneseler,
Defalarca üzerinize asker gönderip, arkadaşlarınızı öldürseler ve sizi değişik yerlerinizden yaralasalar,
Sizi öz yurdunuzdan çıkmaya mecbur etseler... Acaba ne yaparsınız? Dayanıp, sabır ve tahammül gösterebilir misiniz? En ufak bir tereddüte düşmeden yolunuza devam edebilir misiniz? Af ve müsamaha ile karşılık verip, muhabbet, şefkat ve merhametinizi sürdürebilir misiniz? "Yâ Rab, bilmiyorlar, onları afv ve hidayet et." diye duada bulunabilir misiniz? Hatta gökleri ve Cennet'i seyran edip, en büyük nimetleri tattıktan sonra yine onların arasına dönebilir misiniz?
Evet, her türlü hakaret ve işkencelere karşı hiç sarsılmayan ve hiç eksilmeyen o merhamet, muhabbet, şefkat ve müsamahasıyla en vahşi insanları örnek insanlar hâline getiren O Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini kabul etmemek bin defa körlük ve sağırlıktır.
11. Sahabenin hayatını incelediğinizde, O Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve getirdiği dinin uğrunda nasıl ölüm aradıklarını, muharebe meydanlarında nasıl ölümü gülerek karşıladıklarını ve dünya hayatını nasıl istihkar ettiklerini görür ve 80'lik ihtiyarından çocuğuna, erkeğinden kadınına şehit olma yolunda nasıl yarıştıklarını müşâhede edersiniz. Ölümü bu ölçüde sevdirecek, arattıracak ve peşinden bir mecnun gibi koşturacak bir meselede sahtelik düşünmek, ancak doğruluğun ne demek olduğunu bilmemek demektir.
12. Bir düşünceyi sürükleyip götürmede, onu omuzlayacak elemanları yetiştirmek elbette çok mühimdir. Ancak en az onun kadar mühim olan bir başka mesele de, bu elemanların her türlü sıkıntı, bela, ızdırap ve çilenin sel olup üzerlerine geldiği bir zamanda sabır, sebat ve tahammülle yerlerinde kalmalarını temin edebilmektir. Tarih, bu gibi durumlarda meydana gelen nice çözülme ve dağılmadan bahseder. Hâlbuki aynı tarih, sahabenin sadece sabır ve sebatlarını kaydetmektedir.
13. Doğru ve dürüst insanlar; sevgi, saygı ve hürmetlerinde gayet samimî ve yürektendirler. Bunların sevdiği insan hakikaten o sevgi ve hürmete bizzat lâyık insandır. Ve eğer bu sevgi hâlesi devamlı ve ebediyete namzetse, sevilen şahsın büyüklük derecesi de o kadar fazladır. Milyonlarca ve milyarlarca insanın sevgisinin odak noktası hâline gelen Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmiş ve gelecek bütün insanlar arasında en çok sevilendir. Bu da ancak O'nun nübüvvetindendir. Şayet peygamber olmasaydı O yine sevilecekti ve sevilmektedir. Fakat o zaman bu sevgi ebediyet mührüyle mühürlenmeyecekti.
14. Her millet, düşünürlerinin empoze ve telkin ettiği belirli fikir ve idealleri, muayyen hedefleri benimser. Bu noktalar, o milletin düşünce dünyasında, basınında, içtimaî ve siyasî hayatında zayıf ya da kuvvetli, basit ya da aktif, açık veya gizli kendini belli eder. Fakat keyfî olduğu kadar, kemmî olarak da topyekün millet çapında bir ideal ve düşünce birliği temin etmek, tarihte bir parmağın sayısı kadar az millete ya nasip olmuş ya da olmamıştır. Bundan da önemlisi, bu inanç ve ideal birliğini asırları kucaklayıp kıtaları içine alacak derecede ömürlü ve geniş tutabilme ve onu pratikte gösterebilme ise ancak, O Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) on dört asır önce meydana getirdiği kutlu cemaate nasip olmuş ve o cemaatin Allah'ın adını "kalb taşıyan"[1] bütün insanlara duyurma ve bu insanları ebedî hakikatler ve ebedî âlemlere doyurma ideal ve cehdiyledir ki, tarih tarih olmuş ve sinesini bu ideal fatihlerinin nakışlarıyla doldurabildiği kadar doldurmuştur.
Şimdi, keyfî buudlarıyla olduğu kadar, kemmî buudlarıyla da böyle bir ideali sinelerde tutuşturan Zât'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvet nurunu lâyık görmeyecek de ya kime göreceksiniz?
15. Bir muallim, bir hoca, bir idareci veya bir baba olarak, küçüklerimizin ve çocuklarımızın zaman zaman sorduğu zekice sorular karşısında bocaladığımız olmuştur. Ayrıca, değişik kültür ve anlayıştaki kimselere vereceğimiz cevapların, o şahsın durumuna göre değişeceği de açıktır. Böyle durumlarda çok defa karşımızdakini ikna edemez ve gidip araştırma, kaynaklara bakma lüzumunu duyarız, fakat yine de her suale gerektiği cevabı veremeyiz. Sonra, cevabını verebildiğimiz sorular da genellikle kendi sahamızı ilgilendiren konulara aittir.
Hâlbuki, Allah'ın Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), okuma-yazması olmadığı hâlde Yahudilerin bütün sorularına cevap veriyor, ayrıca bedevîlerin ve her seviyeden ashabının sorularını da zihinlerini ikna edecek ve kalblerini doyuracak şekilde cevaplandırıyordu. Bu öyle bir cevaplandırmaydı ki, aynı konuda, gelecek asırlarda da her seviyede hâsıl olacak şüpheleri gideriyordu.
Söz gelimi, altı ay gece, altı ay gündüzün hüküm sürdüğü kutuplarda nasıl namaz kılınacağı, daha o zamanın insanına verilen cevapla halledilmiş oluyordu.[2] Bu şekilde, hem bugüne, hem yarına ve daha da yarınlara ve hem de her seviyeye göre cevap vermek, ancak peygamber olan bir Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) başarabileceği bir iştir.. ve O, bunu lâyıkıyla başarmıştır.
16. Basiret ve firaset, çok az insanda bulunan vasıflardır. İleriyi görme, çevresindeki kişileri bütün hususiyetleriyle çok iyi tanıyıp keşfetme, sahip oldukları kabiliyetleri sezerek, her birini karakter ve kabiliyetine en uygun ve en verimli olabileceği sahada çalıştırma ve "olmadı, tutmadı" diyerek değiştirme ihtiyacı duymama, son derece derin ve isabetli bir kavrayış, seziş ve tanıyışın ifadesidir. Hele bu seziş ve kavrayış bütün ömür boyunca hiçbir falso göstermeden hep devam edebilmişse, o şahıs deha derecesinde bir fetanete sahip demektir. Ve hele bu meziyet bütün bir hayatı ihtiva edecek çapta şümullü ise, artık o bütün bütün harika olur. İşte Allah Resûlü'nün firaset, kiyaset ve dirayeti bu sonuncu kısma dahildir. O'ndaki bu hasletler bütünüyle harikulâdedir.
17. Asırlara ışık saçan, ilmî, fikrî, idarî, siyasî, içtimaî, iktisadî.. kısaca hayatın her alanında tüm milletlere muallimlik yapan ve medeniyetler kuran sahabe cemaatiyle birlikte, her biri Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) bahçesinin bir gülü olan Ebû Hanifeler, Şafiîler, Bistamîler, Geylanîler, Gazzâlîler, Rabbanîler, tâbiîn, tebe-i tâbiîn ve daha sonra gelen nurlu nesiller bütünüyle O Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetinin en reddedilmez şahitleri değil midir?
18. Bir insana, bir toplumda yerleşmiş olan âdet ve alışkanlıkları terk ettirmek oldukça zordur. Bırakın içki, kumar, fuhuş, rüşvet, dolandırıcılık, hırsızlık ve cinayet gibi kötü alışkanlıkları, bugün bir sigarayı bile insanlara bıraktırmak çok büyük bir başarı addedilmektedir. Vaizler şiddetle üzerinde durduğu ve ilim adamları zararlarını anlata anlata bitiremedikleri hâlde, sigara gibi içki de, kumar da bıraktırılamamaktadır. Öteye gitmeye ne lüzum var; bizzat kendimiz, yerine göre üç öğün yemeği ikiye indirebiliyor, lüks meşrubatı, hatta çay ve kahveyi ve giyeceklerimizdeki çeşitliliği terk edebiliyor muyuz?
Bir de o Nur Asrı'na gidelim: Kendisi hâkim ve hükümdar olmadığı, hiçbir tahakküm ve zorlamaya başvurmadığı ve zaten tahakküm ve zora başvurma imkânına da sahip bulunmadığı hâlde, âdet ve alışkanlıkları damarlarına kadar işlemiş, inatçı, mutaassıp, vahşi ve geleneklerine son derece bağlı büyük ve çok çeşitli kavim ve kabilelerden, küçük bir kuvvet, az bir himmet ve çalışma ile ve gayet kısa bir zamanda bir değil, beş değil, belki onlarca, hatta yüzlerce âdet ve alışkanlığı O Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) nasıl kaldırdığına şahit oluruz.
Bunun da ötesinde, kaldırmakla kalmayıp, âdeta serum verme rahatlığı içinde bunların yerine her türlü güzel ahlâkı nasıl zerkettiğini görürüz. Bundan sonra bize, O'nun karşısında elpençe divan durup, "Eşhedü enneke Resûlullah" demek düşmez mi?
Evet, yukarıda zikredilen icraatın sahibi olan O Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem), tarihin bir kere daha eşini kaydetmediği tek simadır.
19. Üç yıl birbiriyle küs iki kardeşi barıştırmak istiyorsunuz. Veya birbiriyle kavga etmiş iki komşunuz var; aralarını bulacaksınız. Yahut siyasî ve ideolojik sebeplerle fertleri birbirine kurşun sıkmış bir cemiyetle karşı karşıyasınız. Yahut da, yıllarca süren kan davalarının paramparça ettiği bir cemiyetin içindesiniz... Evet, bütün bu durumlar karşısında barış, kardeşlik ve insanca bir arada yaşama nasıl temin edilebilir?
On dört asır öncesine, O'nun asrına bakacak olursak: Vahşi çölde karşımıza bitmez kabile kavgaları, oymak çatışmaları, sülâle rekabetleri, kan davalarının ikiye böldüğü kardeş boyları ve bir an evvel haram ayları çıksın da kavgayı başlatsınlar diyen haramî çekişmeler çıkacaktır. Yine, kadınların âdi bir mal gibi pazarlarda satıldığını, birer şehvet oyuncağı hâline getirildiğini ve kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğünü göreceğiz. Bundan başka, zayıfların ve fakirlerin alabildiğine ezildiğini, piyasayı faiz, ihtikâr ve karaborsanın preslediğini, kan, soy ve kabilesine göre insanlara değer biçildiğini, her türlü suistimalin alabildiğine yaygınlaştığını ve kuvvetin kanun hâline geldiğini müşâhede edeceğiz.
Şimdi bir de o ümmî Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir ortamda, yirmi üç yıl gibi kısa bir zamanda, o vahşi kabileleri nasıl medenîleştirdiğine, o canavarlardan, nasıl karıncayı öldürmekten çekinen merhamet ve şefkat timsalleri çıkardığına; birbirlerinin malını talan eden insanları, nasıl malının yarısını kardeşine seve seve veren ve kendisi açken kardeşini doyurmak için kaşığını çorba kâsesine boş getirip götüren melekmisal insanlar hâline getirdiğine dikkat edelim... Acaba, bu müthiş inkılâplar karşısında bir kere daha "Muhammedün Resûlullah" demeyecek miyiz..?
20. Her zaman ve her mekânı içine alacak, her ferdin her meselesini halledecek, çeşitli kesimlerin her türlü problemini çözecek ve bütün hayatı bütün yönleriyle kucaklayabilecek solma, sönme, pörsüme, zaman aşımına uğrama, yetersiz kalma ve yeniden düzenlenme gibi noksanlıklardan uzak, âlemşümul bir nizamı; bir adam, bir çocuk, bir köle ve bir kadınla başlatıp 23 yıl gibi çok kısa bir zamanda yerleştiren bir Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) nebi olması niye yadırganır ki!
21. Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyyesiyle milyonlarcanın hayatına modellik yapan; binlerce kitapla anlatılıp, hafızalarda, gönüllerde silinmemecesine yer eden; zâtında, inkılâplarında ve getirdiği prensiplerin hiçbirinde, en ufak bir eksiklik, yanlışlık ve isabetsizlik gösterilemeyen, günde beş defa yeryüzünün dört bir yanında ismi bütün cihanlara ilan edilen ikinci bir insan göstermek mümkün değilse -ki değildir- o zaman kalkıp, elpençe divan durup bir kere daha "Ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühû" dememiz gerekmez mi?
22. İleride temas edileceği üzere, O'nun nübüvvetine ve doğruluğuna en büyük şahitlerden biri de zamandır. Geçmiş, bu şehadeti güneş parlaklığında ifa ettiği gibi, gelecek de güneşler parlaklığında gösterecek ve ilan edecektir. Bu gelecek baharın şafakları sökmeye yüz tuttu bile.
Evet 21. asra doğru giderken Avrupa'da ve dünyanın daha başka bölgelerinde her gün çığ gibi artan ihtidalar, yeni tekevvünler ve maddeciliğe dayalı her türlü "izm"lerin birer birer yıkılışı bu yeni baharın yeni yeni müjdecileri değil midir?
23. Yerli-yabancı, dost-düşman, ölmüş-sağ çok sayıda ilim adamı ve düşünürün kitapları O'nun şahsı, ahlâkı, müşkilleri çözmedeki başarısı, getirdiği nizamın mükemmelliği ve günümüz insanının O'na olan ihtiyacı gibi konularda takdir ve hayranlıklarla doludur.
[1] Bkz.: Kâf sûresi, 50/37.
[2] Bkz.: Müslim, fiten 110; Tirmizî, fiten 59; Ebû Davud, melâhim 14; İbn Mâce, fiten 33; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/181.
.
Hz. Peygamber'in Geçmişle Alâkalı Haberleri Nübüvvetinin ve Risâletinin Delilleridir
1. Tarih, bir ilim dalıdır. İlk bakışta çok kolay gibi gelse de ona daha derin ve köklü bakıldığında ne kadar zor ve müşkil bir ilim dalı olduğu anlaşılacaktır. Çünkü tarih laboratuvarlarda tecrübe edilemez; tecrübî ilimler gibi çabuk neticeye gidilemez. Geçmiş hâdiseleri, tarihî vak'aları ve o vak'aların kahramanlarını yeniden sahneye çıkarıp film seyrediyor gibi seyretmemiz mümkün değildir. Bu sebeple, tarih hakkında bildiklerimiz, bir bakıma dokümanların ortaya koyduğu ve kitapların anlattıklarından ibarettir. Ayrıca, kişileri değerlendirmek sadece hâdiselere veya görgü şahitlerinin sözlerine bağlı bulunduğundan gerçek niyetler ve maksatlar saklanabilmektedir.
Bir tiyatro düşünün: Sahnede oyuncular, sahne gerisinde yapımcı rejisör, senarist ve karşıda seyirciler. Bir de, bu oyunun gerçek sahneleyicileri... Şimdi iç içe buudlu bu oyunu yalnızca seyredenlerin ağzından ya da kaleminden dinlediğinizde, neyi ne kadar kavrayabilirsiniz? Diğer taraftan her seyircinin anlayışı, idraki, aktarışı ve değerlendirişi farklı olmayacak mıdır? Sonra, oynayanların niyeti, oyunu sahneye koyanların hüviyeti ve maksadı seyirci tarafından ne kadar bilinebilir?
Basit bir sahne oyununda durum böyle olursa bir de çok karmaşık ilişkilerin, akıl almaz tezgâhların, yani şahların ve piyonların, iplerin ve ipleri tutanların; cüceleri dev, devleri cüce görme ya da gösterme gayretleri bahis mevzuu olduğu sürece, sahnedeki hâdiseleri gerçek yüzleriyle öğrenip değerlendirmek mümkün olmayacaktır. Gözümüz önünde cereyan eden vak'ları anlamada bu denli zorlanırsak, tarihin karanlıklarında yatan hâdiseleri nasıl isabetli değerlendireceğiz ki..!
2. Eldeki vesikaların güvenilirliği, vereceğimiz kararın isabetine daima doğru orantılı olarak tesir edecektir. Hâlbuki eski tarih hakkında güvenilirlik açısından hiç de müspet konuşmak mümkün değildir. Onun içindir ki, tarih çeşitli çarpıtmalardan mahfuz kalamamaktadır. Bırakın uzağa gitmeyi, bugünkü hâliyle Tevrat ve İncil'e bakıverin; ismet ve iffetlerine meleklerin dahi gıpta ettiği o baştacı insanlar hakkında neler neler bulacaksınız.
Tahrif dahi olsa, içinde semavîlik bulunan kitaplar böyle olunca, bütünüyle beşerî boşlukların mahsulü kitaplar acaba ne durumdadır? Ve insan bu kitaplardan elde edeceği malumatla, doğruyu nasıl yakalayacaktır. Veya bulduğunun doğru olduğunu nereden bilecektir?
İşte bunlar ve bunlar gibi pek çok mesele eski-yeni tarihî hâdiseler hakkında, isabetle karar ve hüküm vermenin ne denli zor bir iş olduğunu gayet açık göstermektedir.
Elimizde Buhârî, Müslim ve diğer hadis kitapları gibi sağlam senetlere müstenit tarihî kaynaklar yok ki kesin hükümler verebilelim. Evet, elimizde mevcut kaynaklardan istifade ile de tarihî gerçeklere yol bulmanın imkânsızlığı ortadadır.
3. En doğru tarihî malumat, en doğru insanın haber verdiğidir. Gelmiş ve geçmiş bütün insanlar içinde, hatta düşmanlarının tasdikiyle dahi en doğru insan Hz. Muhammed'dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Öyleyse en doğru haber de O'nun naklettikleri olacaktır. Bu kaziyye ve hüküm karşısında itiraz edecek hiçbir akıl sahibi yoktur ve olamaz. Ancak, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiçbir tarihî eser veya kitabı okumak yoluyla öğrenmiş değildir. Zira okuma-yazma bilmediği herkesçe bilinmektedir.
Hem, kendi devrinde Hıristiyan ve Yahudi âlimlerinden yüzlercesi, O'na Tevrat ve İncil'de anlatılan hususlardan nice sorular sormuşlar ve hep doğru ve muknî cevaplar almışlardır. Bazen aralarındaki ihtilaflı noktaları şerh ve izah ederek, onlara en doğru şekilde malumat vermiştir.
Hem, O Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem), ne kendisine sorulan sorulara cevap verirken duraklayıp düşünüyor, ne de böylesi konuşmalar için bir hazırlık yapıyordu. Böyleyken, geçmiş peygamberlerin hayatını ve ümmetlerine ait kıssaları; onların konuşma tarzlarına, içlerinde besledikleri duygu, his ve psikolojik durumlarına varıncaya kadar teferruatıyla anlatıyordu. Ayrıca, anlattıklarını tarihî hikâyeler ve tarihte kalmış hâdiseler olarak değil, Hz. Âdem'de (aleyhisselâm) tecellî eden temel insanî fıtrat ve karakter kıyamete kadar değişmeyeceği için, peygamberlerin ve ümmetlerinin yaşadıkları hayatı ve başlarından geçenleri içtimaî, insanî ve tarihî birer düstur, birer kanun ve kıyamete kadar tekerrürle yaşanacak birer hakikat ve ibret sahneleri olarak takdim ediyordu. Bu basit bir takdim de değildi. Aynı zamanda fevkalâde bir mânâ zenginliği, eşsiz bir belâgat ve fesahat, görülmemiş bir üslûp inceliği, beyan selâseti ve edebî güzellik de taşıyordu.
O'nun geçmiş ümmetlere ait verdiği haber ve malumatın hiçbiri, on dört asırdır yapılan ilmî araştırmalar ve arkeolojik kazılarla yalanlanamamış, hatta tam tersine her geçen gün yeni yeni buluşlar ve gelişmelerle doğrulanmıştır.
Evet, kendisinden asırlar öncesini asırlar sonrasına, tam bir doğruluk ve mükemmel bir üslûpla nakleden bu ümmî Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde bir kere daha "Enneke Resûlullah" diye eğilmekten kendimizi alamıyoruz.
4. Dünya milletlerinin yüzlerce yıldır kabul edip baş tacı yaptığı bir veya bir kaç kitabı "Eksiltmeler ve ilâveler var; ayrıca, çeşitli yanlışlıklarla da malul." diyerek tenkit etmek istiyorsanız, böylesine önemli ve zor bir iş kesin delillere dayandırılamazsa, tenkit edilen değil tenkit eden yara alır ve gözden düşer. Onun için böyle bir tenkit gelişigüzel yapılamaz. Gerçek bu iken, okuma-yazması olmayan Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), hem kendi zamanındaki hem de gelecekteki ilim adamları ve ilmî mahfiller karşısında, Tevrat ve İncil gibi, hem de ilâhî kaynaklı mukaddes kitapları tenkit edip, doğrularını tasdik, yanlışlarını ve muharref yanlarını tashih etmesi, O'nun nebi olmasından başka neyle izah edilebilir?
5. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirip, hem de cihana meydan okuyarak tebliğ ettiği Kur'ân'da anlatılan Âd, Semûd ve İrem kavimlerini, içinde yaşadığımız şu asrın ortalarına kadar tarihçiler inkâr ediyor ve böyle kavimler var olmamıştır iddiasında bulunuyorlardı. Ne zaman ki Batlamyus Tarihi bulundu; kendilerince Kur'ân'ı yalanlama cüretine kalkışan o tarihçilerin ağızları açık kaldı ama ne yazık ki, kibir ve gururlarından kalbleri ebedî hakikate bir türlü açılamadı.
.
Peygamberimiz'in Gelecekle Alâkalı Haberleri Nübüvvetinin ve Risâletinin Delilleridir
1) Bir insanın, bırakın gelecekle ilgili hâdiseleri, içinde yaşadığı vak'aları bile bütün yönleriyle en ince noktalarına kadar inceleyip anlatması öyle kolay bir mesele değildir. İçinde yaşadığımız zamanla alâkalı hakikat bu iken, en büyük politikacı, sosyolog ve dâhiler dahil, kim 50-100 sene sonrası için kesin ifadelerde bulunabilir? Bu mevzuda yapılsa yapılsa, sebep-netice prensibine, birtakım tarihî kanunlara ve tecrübelere dayanılarak bazı tahminler yapılabilir.
2) Kur'ân'ın ifadesiyle, gaybı Allah'tan başka kimse bilemez; bir de Allah'ın bildirmesiyle nebiler, resûller, bir de Allah'ın hususî lütufta bulunduğu bazı kimseler bilebilir.[1] Evet, ilerde zuhur edecek hâdiseler hakkında kesin söz söylemek, ancak ve ancak Cenâb-ı Allah'a ait bir iştir. Bununla birlikte, şayet bir insan çıkıyor ve aynı sahada çok kesin sözler söylüyorsa, Allah'ın bildirmesine mazhar bir nebi olabilir.
Bu meselenin Kur'ân'da ve Resûlullah'ın hadislerinde pek çok misali varsa da, biz birkaç tanesiyle iktifa edip gerisini okuyucunun araştırmasına bırakacağız:
A. Rûm sûresi 1-5. âyetlerde, Rumlar'ın mağlup oldukları, fakat dokuz yıl içinde galip gelecekleri ve bunun iman edenleri sevindireceği bildirilmektedir. Burada şu birkaç nükteyi bilhassa belirtmemiz icap ediyor:
- Galip gelme haberi, şartların hiç de müsait olmadığı bir zamanda, yani müthiş bir mağlubiyetin hemen ardından verilmektedir.
- Böyle bir ihbarın, hilâf-ı vâki ve isabetsiz çıkmasının doğuracağı neticeler maksadın aksini tevlit eder.
- İçinde yaşadığımız şu zaman diliminde bile, yerine getirilemeyen sözlerin ve vaadlerin kişiyi ne duruma düşürdüğü ortadayken, nübüvvet davasının ispata çalışıldığı bir zamanda gelecek bir hâdiseyi zamanıyla haber vermenin ehemmiyeti izahtan vârestedir.
- Mü'minlerin sevineceği ihbarı, esasen Bedir zaferine işaret ediyordu. Bedir Savaşı Hicret'ten iki yıl sonra vukû buldu; ihbarın yapıldığı Hicret'ten yedi yıl öncesinde ise mü'minlerin durumu, hiç de yakın gelecekte bir zaferi müjdeleyebilecek şekilde değildi. Evet, çiçekler açarken baharı müjdelemek kolaydır; fakat karın, buzun altında ve kış ortasında bahar müjdesi vermek temkin gerektiren bir husustur.
B. Hemen hemen bütün şartları Müslümanların aleyhine gibi görünen ve sahabenin âdeta infialine yol açan Hudeybiye Musalahası'nın hemen ardından Fetih sûresinin inip Mekke Fethi'nin müjdelenmesi de, yine O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah'ın teyidi altında bulunduğunu göstermektedir. Şartların hiç de müsait olmadığı bir zamanda bu sûre, Müslümanlar'ın emniyet içinde Mescid-i Haram'a gireceklerini ve İslâm'ın bütün dinlere üstün geleceğini tam bir kat'iyetle ifade etmektedir.
C. Kılıçların başında döndüğü, üzerine ordular sevkedildiği ve ölümün her an kol gezdiği bir zamanda "Vallâhu ya'sımuke mine'n-nâs"[2] fermanıyla hayatının garanti altında olduğunu söyleyen; müşrikler tarafından öldürülmek üzere takip edildiği ve ayak uçlarına kadar yaklaşıldığı bir zamanda mağarada sadece "İkinin İkincisi"yken arkadaşına "Üzülme, Allah bizimle beraberdir."[3] diyebilen ve gözü dönmüş hasımları kendisini boğmak için âdeta yarışırken, kızına "Tasalanma kızım, Allah babanı zâyi etmeyecektir."[4] tesellisini verebilen bir Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem) nebiden başka kim olabilir ki!
D. Kendisinden yaklaşık 2500 yıl önce yaşamış olan Mısır Firavunu'nun cesedinin sonrakilere ibret olsun diye denizden çıkarılıp korunacağını ifade eden[5] bir Zât, ancak bir peygamberdir. Tevrat'ta da yer almayan bu ihbar, 1881 yılında Krallar mezarı keşfedilince aynen gerçekleşmiş ve çürümemiş hâlde bulunan Firavun'un cesedi, asırlar sonrasına da ibret levhası olmak üzere İngiltere'de bir müzede teşhire konmuştur.
E. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisinden sonra vukû bulacak pek çok hâdiseyi, sanki televizyon ekranının karşısına oturmuş da seyrediyor gibi çeşitli teferruatıyla haber vermiş ve verdiği bu haberler aynen çıkmıştır; tabiî, daha çıkacaklar da vardır. Biz yine sadece bir kaç misalle iktifa edeceğiz:
- Buhârî'nin rivayetinde, daha Mekke'deyken Habbab b. Eret'e "Allah bu Din'i tamamlayacak; düşmanlarını mağlup edecek ve İslâm milleti muzaffer olacaktır. Öyle ki, bir kadın devesine binip, San'a'dan Hadramut'a kadar dört günlük çölü geçecek de, Allah'tan başka kimseden korkmayacaktır."[6] buyurmuş ve daha hulefa-i râşidîn devrinde bu ihbarı aynen gerçekleşmiştir.
- "Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer'in gittiği yoldan ayrılmayın."[7] buyurarak, hem bu iki sahabiden önce vefat edeceğini haber vermiş, hem de onların hilâfetlerine işaret buyurmuştur.
- "Benden sonra hilâfet 30 sene sürer ve sonra saltanat olur."[8] buyurmuş ve bu da aynen gerçekleşmiştir.
- Tirmizî'nin rivayetinde, "Osman, Kur'ân okurken katledilir."[9] buyurmuş ve bu ihbarı da aynen vukû bulmuştur.
- "Hayber kalesinin fethi Ali'nin eliyle olacak."[10] buyurmuş ve dediği gibi çıkmıştır.
- Ağır hastalığında ziyaretine gittiği Sa'd b. Ebî Vakkas'a, "Daha çok yaşayacak ve çok kimseler senden fayda görürken, çok kişiler de zarar görecek."[11] buyurmuş ve Sa'd, İranlıların devletini yerle bir ederek bu ihbarın doğruluğunu ortaya koymuştur.
- Ebû Zerr'in yalnız yaşayıp yalnız öleceğini;[12]
- Ammar'ın bir fie-i bâğiye tarafından katledilip, son içeceğinin süt olacağını;[13]
- Sürâka'nın Kisra'nın bileziklerini koluna geçireceğini;[14]
- Ehl-i Beyt'ten kendinden sonra ilk vefat edenin Hz. Fatıma (radıyallâhu anhâ) olacağını;[15]
- Ümm-ü Harâm'ın Kıbrıs seferine iştirak edeceğini haber vermiş ve verdiği bu haberler aynen tahakkuk etmiştir.[16]
- "Siz, Arap olmayan Huz ve Kirman beldeleri ahalileriyle harp etmedikçe kıyamet kopmaz. O kavmin yüzleri kırmızı, burunları yassı, çökük ve gözleri küçüktür; burunları sanki dövülmüş kalkan; ayakkabıları da kıldandır."[17] buyurarak Cengiz istilâsını haber vermiştir.
- Evet, gelecekteki bir hâdiseyi, o hâdiseye karışacakların yüz, göz ve burun şekillerine varıncaya kadar açıklamak ancak nübüvvetin şuâsıyla olabilir.
- Bedir Savaşı'ndan evvel, Kureyş müşriklerinin katledilecekleri yerleri mübarek eliyle tek tek işaret etmiş ve bu da aynen meydana gelmiştir.[18]
- Sakîf kabilesinden bir yalancıyla, bir de kan dökücünün çıkacağını haber vermiş, bilâhare Muhtarü's-Sakafî ile Haccac-ı Zalim bu ihbarı aynen doğrulamışlardır.[19]
- Ayrıca, İstanbul, Mısır, İran, Hindistan, Kudüs ve Kıbrıs gibi beldelerin fethedileceğini de haber vermişlerdir.[20]
Bütün bunlardan sonra, hiçbir ihbarında en ufak bir hilâf ve yanlış bulunmayan böyle bir Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah tarafından vazifelendirilmiş bir peygamber olduğu hususunda daha şüphe vârid olabilir mi? Ve binler numuneleriyle gelecekten verdiği her bir hâdisenin vukû bulmuş olması, ebedî geleceğin de kat'iyen vukû bulacağına, güneş gibi açık ve parlak bir delil teşkil etmez mi?
3) İnsan, yaratılışı icabı peşin ücrete meftun ve istekli olduğundan, ne kadar doyurucu ve mebzul olursa olsun, gelecekle ilgili vaadler kendisini harekete geçirmeye kâfi gelmez.. ve gelecekteki Cennet'in ebedî lezzetlerini dikkate almayıp, elindeki çocuk oyuncağı türünden lezzetlerin kurbanı olur. İşte böyle bir insanî tabiata karşı Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hiçbir peşin vaadde bulunmadan ölüm ötesi Cennet ve ahiret vaadiyle insanların gönlüne girmiş, onları harekete geçirmiş ve hayatlarını buna göre tanzim etmelerini sağlamıştır. Peşin ücrete mübtela insanı bu tarz bir vaad ve geleceğe ait müjdelerle yönlendirmek, yine peygambere has bir keyfiyet olsa gerektir.
O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelecekle ilgili vaad ve müjdelerine inanıp, hayatlarını buna göre tanzim eden ve dünya hayatını istihkarla peşin ücretlere aldanmayanlar, yalnızca sahabeyle de sınırlı kalmamış; on dört asırdır O'nun izinden yürüyüp, getirdiği nizama dilbeste olanlar da, tıpkı ilkler gibi ebedî âlem adına fâni âlemi feda etmekle hem O'nun hakkaniyetini kabul ve teslim etmiş, hem de geleceğin mutlaka geleceğini ve gelecek adına O Sultan (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne söylemişse aynen olacağını bilfiil ortaya koymuşlardır.
4) Tarih bilgisi kuvvetli, olup biten hâdiselerden ve tecrübelerden istifade etmesini bilen ve geçmişi iyi değerlendirme güç ve kabiliyetine sahip firasetli insanlar, gelecekle ilgili tahminlerde bulunabilirler; fakat bunlar emareleri belirmiş ve dolayısıyla 'gayb' olmaktan çıkıp, 'şehadet'in sahasına girmiş olan, hava tahmin raporları ve anne karnındaki ceninin durumunun bilinmesi gibi tahminlerdir. Hâlbuki, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) haber verdiği gelecek, hiçbir emaresi olmayan, işaret ve ön alâmetleri ortaya çıkmamış, hatta çıkmak şöyle dursun, mevcut şartlarda gerçekleşmesi hiç de mümkün görülmeyen gelecektir. Böyle bir gelecek hakkında kesin beyanlarda bulunmak, ancak ilâhî talim ve teyidle izah edilebilir.
5) Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gelecekle ilgili haberlerinde hiçbir zaman "zannederim, umarım, tahmin ederim, belki, büyük ihtimal" gibi şüphe ve zan taşıyan ve aksi de çıkmaya muhtemel ifadeler değil, daima "olacak, göreceksiniz, yapacaksınız" şeklinde tamamen net ve kesin ifadeler kullanmıştır.
6) Bir insanın, bizzat yaşamadığı, tecrübe etmediği, meslek hayatında karşılaşmadığı ve sahasına girmeyen mevzu ve meselelerde gelecek adına konuşması mümkün değildir. Oysa Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğinden önce ne bir ordu teşkil etmiş, ne bir muharebe yapmış, ne bir cemiyet teşkil etmiş; ne bir devlet kurmuş ve ne de büyük fetihlerde bulunmuştu. Böyleyken, O, daha sonra hem her sahada rehber olmuş, hem de gelecekle ilgili kesin ihbarlarda bulunmuştur; bu da ancak peygamberlikle izah edilebilecek ayrı bir husustur.
7) Gelecek hakkında sadece tahminde bulunulur, geçmiş hâdiseler ise akılla değil, nakille bilinir. Ortada yazılmış kitaplar, tarihî vesikalar, kazılardan elde edilen dokümanlar ve araştırmalar olmadan geçmiş hakkında nasıl söz söylenebilir. Oysa Efendimiz'in her şeyden önce böylesi vesikalardan faydalanacak okuma-yazması yoktu. İkinci olarak, kendi devrinde, ne günümüzdeki gibi ilimler gelişmişti, ne de ortada doküman ve vesikalar vardı; sonra, kazı zaten söz konusu değildi. Bu durumda O'nun gelecek gibi, geçmiş hakkında da verdiği kesin malumatı peygamberliği ve risaletiyle değil de, ya neyle izah edeceğiz?
Netice: Ümmî bir Zât'ın geçmiş ve gelecekle ilgili, hepsi de doğru haberlerini öğrendikten sonra, O Zât'ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamber kabul etmeyen ve muhabbet beslemeyen insan şu iki şıktan birini tercih etmek zorundadır.
- Ya O Zât, insanüstü keskin bir zeka, nazar, firaset ve alabildiğine geniş ve tesirli bir dehaya sahip olup, geçmiş ve geleceği bir nokta gibi görüp bilmekte; bütün zamanları, en ufak bir sapma ve yanılma ihtimali bulunmadan kucaklamakta, keşfedip tanımakta, şark'ı ve garbıyla, karaları ve denizleriyle bütün mekânları santim santim görüp seyretmekte ve her hâdiseyi, her olup biteni ve olacağı teferruatıyla aynı anda temâşâ edip unutmadan ve karıştırmadan hafızasında tutup nakletmektedir. Bu vasıflar ise nâsûtî değil, lâhûtîdir; ancak Allah'ta (celle celâluhu) bulunur.
- Ya da O Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem), bütün zamanın ve mekânın yaratıcısı ve Rabb'i, sahibi olan Allah (celle celâluhu) tarafından gönderilmiş ve O'nun tasarrufu altında birer mucize olarak bütün bu hallere sahip bir nebidir ve O'nun bütün âlemlere rahmet olarak gönderdiği resûlüdür.[21]
Hakikat bu iken, O'nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Çok akıllı bir insan; çöl insanına bir şeyler veren zeki ve akıllı bir dâhi" gibi Semt-i Nübüvveti'ne yakışmayan ifadelerle inkâra yeltenenler; ancak zamanımızın genç dimağlarını bu türden zevksiz bir diyalektikle iğvâ ve idlâle çalışan zavallı akılsızlardır.
[1] Bkz.: Cin sûresi, 72/26-27.
[2] "Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır." (Mâide sûresi, 5/67)
[3] Tevbe sûresi, 9/40.
[4] Taberî, et-Tarih, 1/553-554.
[5] Bkz.: Yunus sûresi, 10/92.
[6] Buhârî, menâkıb 25; ikrah 1.
[7] Tirmizî, menâkıb 16; İbn Mâce, mukaddime 11.
[8] Tirmizî, fiten 48; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/220-221.
[9] Tirmizî, menâkıb 18. Ayrıca bkz.: İbni Mâce, mukaddime 11; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/75, 86, 114, 149; Hâkim, Müstedrek 3/110.
[10] Buhârî, fedâilü'l-ashab 9; Müslim, fedâlü's-sahabe 34.
[11] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/176.
[12] Hâkim, Müstedrek, 3/52; İbni Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 5/204.
[13] Buhârî, cihad 17; Müslim, fiten 70-73; Tirmizî, menâkıb 34; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/5; 6/315.
[14] İbn Hacer, el-İsâbe, 3/41; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, 6/357.
[15] Müslim, fedâilü's-sahabe 98, 99; Buhârî, menâkıb 25.
[16] Buhârî, cihad 3, 8; Müslim, imâre 160-162.
[17] Buhârî, menâkıb 25.
[18] Müslim, cennet 76; Nesâî, cenâiz 117.
[19] Müslim, fezâilü's-sahabe 229; Tirmizî, fiten 44; menâkıb 73; Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, 2/26.
[20] Buhârî, cihad 3, 8; Müslim, imâre 160-162; fiten 19, 38, 78; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/303, 335; Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 2/38; Hâkim, Müstedrek, 4/468; Deylemî, el-Firdevs bime'sûri'l-hitab, 3/48; Nuaym b. Hammad, el-Fiten, 1/409.
[21] Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/107.
.
Peygamberimiz'in Mucizeleri O'nun Nübüvvetinin ve Risaletinin Şahitleridir
1. Mucize ve keramet nedir?
Mucize, nübüvvetini ispat, ehl-i küfrün inadını kırmak ve mü'minlerin imanını kuvvetlendirmek için nebinin elinde Allah'ın yaratıp meydana getirdiği harikulâde hâllerdir.
Mucize, beşerin görüp bildiği ve daima içlerinde yanyana beraber yaşayıp ünsiyet ettiği sebep ve kanunların, insan irade ve kudretinin üstünde olarak Allah'ın iradesiyle harikulâde kabîlinden değiştirilmesi, normal fonksiyonunun iptal edilmesi demektir. Mucizeler, mevcut ilimlerle, deney ve tecrübelerle; laboratuvarlarda mikroskop ve rasathanelerde teleskop gibi aletlerle incelenemez; fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi ilimlerle şerh ve izah edilemez.
Mucizeler, âdiyât cinsinden, yani varlığın ilimlere esas teşkil eden kâinat kitabındaki ilâhî âdetler türünden değildir. Her günkü yeme, içme, yatıp-uyuma, tarla ve bahçede çalışma, toprak, su, hava ve güneşten istifadeyle meyve ve sebze yetiştirme gibi sebep ve kanunlarla alâkalı işlerimizde mucize olamaz. Bir tabak yemeği bir kaç kişi yer doyarız; bir bardak suyla kanar, üşüdüğümüzde ateşle ısınır; hasta olduğumuzda veya bir yerimiz kırıldığında doktora gider, onun verdiği ilaçları kullanıp iyileşiriz. Hayvanları hizmetimizde kullanır ama onlarla konuşamayız. Ağaçları hep yerlerinde sabit görür, ölülerle konuşamaz ve doğrudan temasa geçemeyiz. Dağlar, taşlar ne bize selâm verir, ne de elimizde top ve gülle olur. Çekim kanununu değiştiremez, onu vasıtasız yenip yukarılara çıkamayız.
İşte, bunlar gibi, günlük hayatımızda birer kanun ve sebep çerçevesinde cereyan eden hâdiselere biz âdiyât deriz. Mucizeler ise âdiyât kabîlinden olmayıp, harikulâde, fevka't-takati'l-beşer, fevka'l-âde ve fevka't-tabia, yani âdet üstü, alışılmışın ötesi, tabiat üstü ve insanın güç, kudret ve iradesinin verâsında cereyan eden hâdiselerdir.
Mucize dışında Allah'ın, veli zatların elinde yarattığı bir kısım başka harikulâde hâdiseler daha vardır ki, bunlara 'keramet' denir ve kerametler esasen mucizeleri doğrular mahiyettedir. Bir anda çok uzun mesafeleri kat'etme (tayy-i mekân), zamanın genişlemesi, yani çok kısa bir zamana sığmayacak işleri sığdırma (bast-ı zaman), içten geçenlerin sezilip okunması ve kabirdekilerin durumlarının keşfi gibi hâdiseler.. ve ayrıca, evliyâullahın gelecekten peygamberlerinkine benzer haberler vermesi hep birer keramettir ki, peygambere, onun getirdiği dine ve onun yoluna içten bağlılığın eseri olarak, hem mutlak nübüvvetin, hem Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetinin, hem mucizelerinin hem de Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği dinin hakkaniyetine bir başka delildirler.
Kitabımızın birinci cildinde de geçtiği üzere, Muhyiddin İbn Arabî'nin, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan bir asır önce yazdığı Şeceretü'n-Numaniye'sinde Osmanlılar'ın tarih sahnesine çıkışından, Şam ve Mısır'ın fethinden, Yavuz Selim'in Şam'a girmesiyle kendi kabrinin ortaya çıkacağından, IV. Murad'ın Bağdat seferine çıkıp 41 gün içinde şehri fethedeceğinden ve Sultan Abdülaziz'in, bilek damarlarının makasla kesilerek şehit edileceğinden bahsetmesi; Bitlis'li Müştak Dede'nin 71 sene evvelinden savaşlardan sonra Hicrî 1341 tarihinde Ankara'nın başkent olacağını rümuzlu olarak bildirmesi, velilerin kerametine birer misaldir.
Her mü'minin görebileceği gelecekle alâkalı sâdık rüyalar ve hiss-i kable'l-vukû gibi hâdiseler de Allah'ın insanlara birer ikramıdır.
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en birinci ve en büyük mucizesi Kur'ân-ı Kerim'dir.
Şimdiye kadar anlatmaya çalıştığımız hakikatler, O'nun nübüvvetine ve sıdkına açık birer delil olduğu gibi, Kur'ân-ı Kerim de en büyük mucizesi olarak, hem O'nun nübüvvetine hem de Allah Kelâmı olduğuna apaçık bir delil ve en kuvvetli şahittir. Bu konu, ileride derinlemesine ele alınacaktır.
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvveti bütün zaman ve mekânlara, bütün insanlara hatta cinler gibi diğer mahlukata da şâmil olduğundan, mucizeleri çok çeşitli olmuştur. Diğer peygamberlerin mucizeleri ise böyle değildir. Her nebi, kendi zamanında en mütearef ve meşhur meselelerle alâkalı mucize göstermiş, meselâ Hz. Musa (aleyhisselâm) zamanında Mısır'da sihir revaçta olduğundan O, bütün sihirleri yutup iptal eden ve bütün sihirbazları dize getiren 'asâ' mucizesiyle; Hz. İsa (aleyhisselâm) zamanında ise tıp revaçta olduğundan ölüleri ihya, onulmaz dertleri iyi etme mucizesiyle; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zamanında ise şiir, belâgat (güzel söz söyleme) el üstünde tutulduğundan ve belki ahir zamanın en tesirli ve güçlü silâhı 'söz söyleme sanatı' olacağından, kendisine en büyük mucize olarak bütün şairleri, hatipleri, edibleri susturan Kur'ân mucizesiyle gelmiş.. ve ayrıca bütün kâinata 'rahmet' olarak gönderildiği[1] için de, her türden mahluk ile alâkalı mucizeler göstermiştir.
Nasıl ki, büyük bir padişah bir yâverini veya elçisini çok çeşitli milletlerin ve kabilelerin bulunduğu bir vilâyete gönderse, orada bulunan her millet, her kabile ve her sınıf kendi milleti, kabilesi, sınıfı adına o elçiyi karşılayıp "Hoşgeldin!" der, ona alkış tutar, şükran ve teşekkürlerini arzeder; aynen öyle de, kâinatın yegâne Sahibi ve Yaratıcısı olan Allah, en büyük yâveri ve elçisi olan Resûl-i Ekrem'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) âleme gönderdiği zaman, O Elçi, insanoğluna bir memur ve meb'ûs olarak geldiği gibi, bütün mahlukata da rahmet olarak gelmiş, dağlar, taşlar, ağaçlar, hayvanlar, güneş, ay, yıldızlar ve bütün hâdiseler abes, boş ve mânâsız görülmekten kurtulmuş, birer mânâ, birer değer kazanmışlardır.
Bu münasebetle de, meleklerden cinlere, insanlara; güneşten ve aydan yıldızlara; sudan yiyeceklere; ağaçlardan taşlara ve dağlara; her cins hayvanata kadar her taife, her sınıf kendi türü adına O'na şükranlarını arz edip, O'nun elinden sâdır olacak mucizelere birer vasıta olmuştur. Böylece, Kâinatın Efendisi'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), doğruluğuna ve peygamberliğine -inkârı mümkün olmayacak şekilde- kâinat çapında şahitlik yapıp, nübüvvetini bütün âleme ilan etmişlerdir. İşte, böyle kâinat çapında mucizeler göstermek, Kâinatın Efendisi olan Nebiler Sultanı'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) hastır.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), her ne kadar sayıları bine varan mucizeler göstermiş ise de O'nun her sözü, her hâli, her hareketi harikulâde ve mucize değildir. Allah, O'nu beşer olarak yaratmış, şahsî, ailevî ve içtimaî bütün hallerinde kendi zamanındaki ve sonraki bütün insanlara imam olsun diye vazifelendirmiş ve hem dünyevî, hem de uhrevî saadetlerinde rehber olmasını irade buyurmuştur. İnsanların hepsi aynı seviyede bulunmadığından ve insanlığın büyük ekseriyeti avam olduğundan, eğer her hâl ve hareketi harikulâde olmuş olsaydı, imam, rehber ve mürşid olamazdı.
Bu bakımdan, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) daima sebep ve kanunlar dairesi içinde yaşamış, yiyip-içmiş, evlenip çoluk çocuk sahibi olmuş, yara almış, çile ve ızdırap çekmiş; hayatı bütün yönleriyle aksettirmiş ve Allah'ın bütün sanatlarını, tasarruflarını, isimlerinin tecellîlerini gösteren câmî bir ayna olmuştur.
Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) aşağıda misalleriyle göreceğimiz mucizelerinin tamamı her yerde, herkesin her zaman açıkça göreceği şekilde cereyan etmiyor ve umumî olmuyordu. Böyle olmuş olsaydı, o zaman aklın hikmet-i vücudu kalmaz ve insanlar, iradeleri ellerinden alınarak cebren iman etmeye zorlanmış olurlardı. Bunun neticesinde de, kulluk teklifi ve imtihan sırrı ortadan kalkardı. Dolayısıyla, elmas ruhlu Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ile kömür ruhlu Ebû Cehil arasındaki fark bulunmaz ve insanlar iman etmede birbirine müsavî olurdu. Bu sebeple, meselâ Ay'ın ikiye ayrılması gibi büyük ve bâhir bir mucize, gecenin belli vaktinde, kısa bir zaman içinde, az sayıda müşahidin gözleri önünde meydana gelmiş ve neticede hem vak'aya şahit olanlar hem de sonradan gelecekler için iradenin hakkı selbedilmemiş ve aklın kapısı kapanmamıştır.
Mucizelerin çoğunu, yalan üzerinde birleşmesi mümkün olmayan bir topluluk nakletmektedir. Bazıları ise, bu seviyede bir cemaat tarafından nakledilmese de, diğer sahabilerin buna itiraz etmemeleri, onlara da âdeta aynı rivayet kuvvetini kazandırmaktadır. Bir yerde gösterilen herhangi bir mucizenin daha başka yerlerde de benzerleri veya aynıları gösterildiğinden, hiçbir mucizeyi mucize olarak inkâra yol yoktur.
Aşağıda bazı misallerini okuyacağınız mucizeler, sıdkına ve nübüvvetine binler şahit bulunan ve bir kısmını yukarıda arz etmeye çalıştığımız Nebiler Sultanına (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait mucizelerdir. Aslında O'nun, hiçbir mucizesi olmasaydı bile bizzat kendisi kendi sıdkına ve nübüvvetine en büyük bir delil ve şahittir...
2. Peygamberimiz'in mucizelerine misaller
Miraç mucizesi
İsrâ sûresi 1. âyette, "Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, (Muhammed) kulunu, Mescid‑i Haram'dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, muhakkak Semî'dir, Basîr'dir."[2]
Necm sûresi âyet 8-11'de ise "Sonra yaklaştı ve sarktı; iki yay aralığı kadar, belki daha da yakın. (Allah o anda) kuluna vahyedeceğini vahyetti. (Muhammed'in) gözüyle gördüğünü (gönlü) yalanlamadı."[3] buyrularak, Miraç hâdisesine işaret edilmektedir. Ayrıca, hadis kitaplarında bu kudsî yolculuğun teferruatı zikredilmektedir.[4]
Allah, ubûdiyetiyle mahiyetini inkişaf ettiren ve mübarek ruhu gibi cismi de letafet ve ulviyet kesbeden Resûlü'nü, lütfuyla huzuruna almış ve müşâhedesiyle nimetlendirmiştir. Kulluğunun bir semeresi ve neticesi olan Miraç yolculuğunda Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisini çepeçevre saran kanun ve sebepleri aşarak, beşeriyete ait perdeleri geçip uzun mesafeleri bir hamlede kat'etmiş, yıldızları, sistemleri birer merdiven, birer basamak, birer atlama taşı gibi kullanıp, Rabbini görmeye mâni buudları geride bırakmış, cismen ve ruhen vardığı makamdan Cenâb-ı Hakk'ı müşâhede etmiştir. Peygamberlerle selâmlaşmış, melekleri görmüş, Cennet'i ve güzelliklerini, Cehennem'i ve azametini temâşâ etmiştir.
Ümmetine anlatacağı meseleleri ciddî bir itminan ve yakîn içinde anlatsın; gıyaben inandığımız şeyleri müşâhedesi olarak bize intikal ettirsin; hatta Allah'ı görsün ve görmeye dayalı olarak da "vardır" desin; melekûtu, melekleri, Cennet'i, Cehennem'i görsün ve bildirsin diye çıktığı Huzur'dan (celle celâluhu) bir saatine bin yıllık dünya hayatının kâfi gelmediği Cennet'i temâşâ edip ve bir anlığına bin yıllık Cennet hayatının kâfi gelmeyeceği Cemalullah'la müşerref olduktan sonra; Kur'ân'a ait bütün meselelerinin hakikatlerini, temessül keyfiyetlerini, bütün ibadetlerin mânâ ve hikmetlerini anlamak, anlatmak ve risalet vazifesini tamamlayıp, ümmetini karanlıklardan kurtarıp nura çıkarma yolunda, Kendisine her türlü işkencenin yapıldığı bir anda, yeniden yeryüzüne dönmüştür. Dönerken de, mü'minlerin miracı olan namazı da hediye getirmiştir.
Buraya kadar, O'nun yüzlerce mucizesinden sadece numuneler serdetmeye çalıştık. Tafsilâtı selef-i sâlihînin nurlu eserlerinde...
Ay'ın ikiye yarılması mucizesi
Abdullah b. Mesud anlatıyor:
Bir defa biz Mina'da Resûlullah'la (sallallâhu aleyhi ve sellem) birlikte iken, ansızın Ay iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın arkasında, bir parçası da önünde idi. Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize: "Şahit olun!" buyurdular.[5]
Yemeklerin bereketlenmesi
Enes b. Mâlik anlatıyor:
Ebû Talha Ümmü Süleym'e dedi ki: Ben Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) sesini zayıf işittim, anladım ki O aç. Senin yanında bir şey var mı? Ümmü Süleym:
-Evet dedi ve arpa ekmeğinden bir parça çıkardı. Sonra kendisinin bir başörtüsünü alarak bir kısmına ekmeği sardı. Sonra onu benim elbisemin altına koydu. Bir kısmıyla da beni sardı. Sonra beni Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderdi. Ben ekmeği götürdüm ve Resûlullah'ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) mescidde otururken buldum. Beraberinde bir cemaat vardı. Başlarında durdum. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Seni Ebû Talha mı gönderdi?" diye sordu.
-Evet dedim.
"Yemek için mi?" dedi.
-Evet, cevabını verdim. Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanındakilere:
"Kalkın." dedi ve yürüdü. Ben de önlerinde yürüdüm ve Ebû Talha'ya gelerek haber verdim. Ebû Talha:
-Ey Ümmü Süleym, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) cemaatle geldi. Hâlbuki bizde onları doyuracak bir şey yoktur, dedi. Ümmü Süleym:
-Allah ve Resûlü bilir, cevabını verdi. Derken, Ebû Talha giderek Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna çıktı. Resûlullah da (sallallâhu aleyhi ve sellem) onunla beraber gelerek eve girdiler. Müteakiben Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Neyin varsa getir, ey Ümmü Süleym." dedi. O da bu ekmeği getirdi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) emir buyurarak ekmeği parçalattı. Üzerine de Ümmü Süleym, tulumundan yağ sıkarak onu katıkladı. Sonra bu ekmek hakkında Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah ne dilediyse onu söyledi. Sonra:
"On kişiye izin ver." dedi. Ebû Talha da onlara izin verdi. Yediler ve doydular, sonra çıktılar. Sonra (tekrar):
"On kişiye izin ver." buyurdu. Böylece cemaatin hepsi yediler ve doydular. Bu cemaat yetmiş yahut seksen kişi idi.[6]
Buhârî ve Müslim'deki bir rivayette Abdurrahman b. Ebî Bekr şöyle anlatıyor:
(Bir seferde) Hz. Peygamber Efendimiz'le (sallallâhu aleyhi ve sellem) beraber yüz otuz kişiydik. Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Sizden birinizin yanında yiyecek var mı?" diye sordu. Bir de baktık, bir adamın yanında bir ölçek zâhire veya bunun gibi bir şey bulunuyormuş. Hemen hamur karıldı. Sonra uzun boylu müşrik bir adam bir sürü koyun sürerek (yanımıza) geldi. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona:
"Satılık mı, hediye mi? -yahut hibe mi?- diye sordu.
Adam:
-Hayır, bilakis satılık, dedi. Ve ondan bir koyun satın aldı. Koyun kesildi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ciğerinin kızartılmasını emretti. Allah'a yemin ederim yüz otuz kişiden her birine o koyunun ciğerinden bir parça verdi ve orada bulunmayanların da hissesini ayırdı. Sonra eti iki çanağa koydu. Hepimiz yedik ve doyduk. Kaplardaki yemek (sanki hiç dokunulmamış gibi) duruyordu.[7] Buhârî'nin Cabir b. Abdullah'tan rivayetine göre benzer bir hâdise Hendek Vak'ası sırasında cereyan etmiştir. Bu hâdisede yemek yiyen sahabe sayısı bindir.[8]
Su Mucizeleri
Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabı ile birlikte Zerva'da içinde su bulunan bir kap istedi; avucunu suya koydu. Derken, parmaklarının arasından kaynamaya başladı. Ve bütün ashabı abdest aldılar. Ravi demiş ki: Ben:
-Kaç kişi idiler yâ Ebû Hamza? (Hz. Enes'in künyesi) diye sordum.
-Üç yüz kişi kadardılar, cevabını verdi.[9]
Hudeybiye'de Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) susuzluktan şikâyet olundu. Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ok mahfazasından bir ok çıkardı. Sonra onlara bu oku Semed kuyusuna koymalarını emretti. Vallahi o anda kuyunun suyu coşmaya başladı. Suyun bu feveranı ashab oradan dönünceye kadar onları suya kandırmak için devam etti.[10]
Hasta ve yaralıların şifa bulmaları
Buhârî ve Müslim'in naklettiğine göre, Hayber'de Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Ali b. Ebî Talib nerede?" diye sordu. Ashab:
-Yâ Resûlallah! O gözlerinden rahatsızdır, dediler.
"Hemen ona haber gönderin." buyurdu. Ashab hemen Hz. Ali'yi getirdiler.
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek tükrüğünü onun gözlerine sürdü ve kendisine dua etti. Hz. Ali, derhal iyileşti. Hatta hiç ağrısı yokmuş gibi oldu...[11]
Osman b. Huneyf anlatıyor:
Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) âmâ bir adam geldi. "Yâ Nebiyyallah! Allah'a gözlerimi açması için dua eder misiniz?" dedi. Resûlullah da:
- "Dilersen senin için bu duayı erteleyeyim; o ahirette senin için daha faziletlidir; ama istersen dua edeyim." Âmâ:
-Allah'a dua edin, dedi. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) güzelce abdest alıp iki rekât namaz kıldıktan sonra, ona öğreteceği duayı okumasını emretti. Âmâ, Resûlullah'ın emrini aynen tatbik etti ve iyileşti.[12]
Hayvanatın Efendimiz'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanıması
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hicret esnasında Hz. Ebû Bekir'le (radıyallâhu anh) mağaraya sığındıklarında, bir örümcek mağaranın girişini ağı ile kapatmış, Peygamberimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peşinde olan müşrikler bu örümcek yuvasını görünce, burada insan olsaydı bu ağ bozulurdu diyerek geri dönmüşler.[13]
Cabir b. Abdullah anlatıyor:
-Bir seferde Peygamber'le (sallallâhu aleyhi ve sellem) beraber bulunuyorduk. Derken, benim devem geri kaldı...
Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu dürttü. Deve sıçrayıverdi. Bundan sonra artık Resûl‑i Ekrem'in sözünü işiteyim diye dizginini kasıyor, fakat onu durduramıyordum.[14]
Enes b. Mâlik anlatıyor:
Hayberli bir yahudi kadını Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) zehirli bir koyun getirdi, O da ondan yedi. Daha sonra kadın Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirildi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadına bunun sebebini sordu. Kadın:
-Seni öldürmek istedim, cevabını verdi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) da:
"Allah seni bana musallat edecek değildir." dedi.[15]
Ebû Davud'un rivayetinde ise, koyunun, kendi kolunun zehirli olduğunu haber verdiği kaydı bulunmaktadır.[16]
Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor:
Hücre-i Saadet'te bir kuş vardı; Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) dışarı çıktığı zaman oynaşır, çırpınır, ileri-geri gider gelirdi. Resûlüllah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) içeri girdiğini hissedince sakinleşir; O evde olduğu müddetçe O'nu rahatsız etmemek için hiç yerinden kıpırdamazdı.[17]
Enes b. Mâlik anlatıyor:
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) insanların en güzeli, en cömerdi ve en cesuru idi. Bir gece Medine halkı gerçekten korktu da birtakım insanlar sesin geldiği tarafa gittiler. Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise dönerken, onlara rastladı. Sesin geldiği tarafa doğru onlardan önce gitmişti. Ebû Talha'nın çıplak bir atına binmiş, kılıç boynunda:
"Korkmayın! Korkmayın!" diyordu. Ebû Talha'ya da "Atını rahvan bulduk." buyurdu. Hâlbuki, bu at hantallığı ile meşhurdu. O günden sonra o at hiç geçilmedi.[18]
Dağların-taşların Peygamberimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) şehadetleri
Hz. Cabir anlatıyor: Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Ben Mekke'de bir taş bilirim, Peygamber olarak gönderilmezden önce bana selâm veriyordu. Ben onu şimdi de pekâlâ biliyorum." buyurdular.[19]
Abdullah b. Mesud (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Biz, Resûlullah ile beraber yemek yenirken yemeğin tesbihini işitiyorduk."[20]
Müslim, Ebû Hüreyre'den (radıyallâhu anh) rivayet ediyor:
Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha ve Zübeyr (radıyallâhu anhüm) Hira dağının üzerinde bulunuyorlardı. Derken, dağ (sevinç veya mehâbetten) lerzeye geldi. Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Sakin ol Hira, senin üzerinde bir Peygamber, bir sıddîk ve şehit bulunmaktadır."[21]
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mucize olarak korunması
Cabir b. Abdullah'ın (radıyallâhu anh) rivayetine göre, Cabir (Zâtü'r-Rika seferinde) Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraber Necid tarafına gazâya gitmişti. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu gazâdan döndüğü zaman Cabir de O'nunla beraber dönmüştü. Dönüşte, ağacı çok bir vadide Resûlullah, istirahat için bineğinden inmişti. Sefer halkı da gölgelenmek üzere ağaçlık içine dağılmışlardı. Resûlullah bir semure ağacı altına inerek kılıcını o ağaca asmıştı. Cabir der ki: Biraz uyumuştuk ki, Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizi çağırdığını işittik ve hemen yanına geldik. Bir de ne görelim, Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında (müşriklerden) bedevi bir arab oturuyor. Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) (Bedevinin hâlini anlatarak) buyurdu ki:
"Şu bedevi Arap ben uyurken (gelmiş), kılıcımı alarak kınından çekmiş. Bu sırada hemen uyandım. Kılıç kınından sıyrılmış olarak bunun elinde idi. Bu hâlde iken bedevi bana:
-Şimdi benden korkar mısın? diye sordu. Ben:
-Hayır korkmam dedim. Bedevi:
-Benim tecavüzümden şu anda seni kim koruyabilir? dedi. Ben de:
-Allah korur, dedim. Bu sırada Cibril bunun göğsüne bir yumruk vurmuştu da kılıç elinden düşmüştü. Bunun üzerine Resûlullah kılıcı eline alarak arabiye:
-Şimdi seni benden kim kurtarabilir? buyurdu. Bedevi:
-Hiçbir kimse kurtaramaz, diye cevap verdi.[22]
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Ebû Cehil: (Secdeyi kastederek)
-Muhammed sizin aranızda hâlâ yüzünü toprağa sürtüyor mu? dedi.
Kendisine: Evet, cevabı verildi. Bunun üzerine:
-Lat ve Uzza'ya yemin ederim ki O'nu, bunu yaparken görürsem mutlaka boynuna basacağım. Yahut mutlaka yüzünü toprağa gömeceğim, dedi. Az sonra Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) namaz kılarken O'nun yanına vardı. Boynuna basmak niyetinde idi. Fakat birdenbire O'nu bırakıp geri döndüğünü ve elleriyle korunduğunu gördüler. Kendisine:
-Sana ne oldu? denildi.
-Gerçekten O'nunla benim aramda ateşten bir hendek, korkunç bir şey ve birtakım kanatlar var, dedi. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) de:
"Bana yaklaşmış olsaydı melekler onun birer birer uzuvlarını koparırdı." buyurdular.[23]
Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor:
"Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Şüphesiz Allah seni insanlardan koruyacak."[24] âyeti ininceye kadar (Ashabı tarafından) korunuyordu. Bu âyetin nüzulünden sonra Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) 'Ey insanlar, artık dağılın beni Rabbim koruyor.' dedi.[25]
Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dualarının kabul olması
Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Cuma günü Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hutbe verirken bir adam geldi ve:
-Yâ Resûlallah (sallallâhu aleyhi ve sellem), yağmur yağmaz oldu. Allah'a dua et de bize yağmur yağdırsın, dedi.
Resûlullah hemen dua etti, derken üzerimize yağmur yağmaya başladı. Öyle ki, az daha evlerimize ulaşamayacaktık. Ondan sonraki cumaya kadar üzerimize hep rahmet yağdı durdu.
Enes dedi ki:
- Öbür cuma, bu adam yahut bir başkası ayağa kalktı ve: Yâ Resûlullah, bu yağmuru, bizden çevirmesi için Allah'a dua et de, bu yağmuru üzerimizden çevirsin, dedi.
Bunun üzerine Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Allahım! Etrafımıza (yağdır), üzerimize değil." dedi. Enes dedi ki:
-Yemin olsun, bulutların sağa-sola parçalandıklarını, etraftakiler üzerine yağmur yağarken, Medine ahalisinin yağmur altında olmadıklarını muhakkak görmüşümdür.[26]
Abdullah İbn Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle dua etti:
"Allahım! Şu iki insandan (Ebû Cehil veya Ömer b. Hattab) Senin katında Sana daha sevimli olanıyla İslâm'ı azîz kıl."
Sabahleyin Hz. Ömer, Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna çıktı ve müslüman oldu.[27]
Abdullah b. Abbas (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) helâya girmişti. Kendisi için abdest suyu koydum.
"Bunu kim koydu?" diye sordu.
İbn Abbas: "Ben" dedim. Bunun üzerine:
"Allahım, onu dinde fakih kıl." diye dua etti. Peygamberimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duasının kabul edildiği gün gibi âşikârdır. Çünkü İbn Abbas "Habrü'l-ümme", "Tercümânü'l-Kur'ân" lakaplarıyla meşhur olmuş, genç yaşta Hz. Ömer'in âlimler meclisinde yerini almıştır.[28]
Müsned'de ise, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) duası şu şekildedir: "Allahım, onu dinin ruhuna âşina kıl ve ona tevili öğret."[29]
Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Beni annem, Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdi:
"Yâ Resûlallah! Bu, oğlum Enesciktir. Onu sana getirdim. Sana hizmet eder. Onun için Allah'a dua et." dedi. Bunun üzerine:
"Allah'ım! Bunun malını ve evlâdını çoğalt." diye dua etti.
Enes demiş ki: Vallahi malım pek çoktur. Çocuklarımın ve torunlarımın sayısı ise bugün yüz civarındadır.[30]
Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Bir gün Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ümmü Haram'ın ziyaretine geldi. Teyzem O'na yemek ikram etti. Akabinde Resûlullah bir müddet uyudu. Sonra gülerek uyandı. Ümmü Haram:
-Yâ Resûlallah! Seni güldüren nedir? diye sordu. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) :
-"Bana rüyamda birtakım insanlar şu engin deniz üstünde tahtları üzerine kurulmuş hükümdarlar gibi gemilere kurulmuşlar, ihtişamla Allah yolunda deniz harbine giderken gösterildiler de ona gülüyorum." buyurdu.
Ümmü Haram:
-Yâ Resûlallah! Beni de o deniz gâzilerinden kılması için Allah'a dua ediver, dedi.
Resûlullah, Ümmü Haram için dua etti.
(Enes b. Mâlik dedi ki:) Hakikaten Ümmü Haram, Muaviye b. Ebî Süfyan'ın Şam valiliği zamanında ve onun kumandasında tertip edilen bir deniz gazâsında (Kıbrıs) gemiye bindi ve denizden karaya çıktığı zaman bindiği hayvanından düştü ve gazâ yolunda şehit olarak vefat etti.[31]
Meleklerin ve Cinlerin Peygamberimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) görünmeleri ve kendisiyle konuşmaları
Abdullah b. Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Babam Ömer b. Hattab (radıyallâhu anh) dedi ki:
-Bir gün Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında bulunduğumuz sırada aniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor; bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Dizlerini O'nun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu.
Daha sonra Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) islâm, iman, ihsan ve kıyamet hakkında sorular sordu. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) da sorularına cevap verdi. Sual ve cevap faslından sonra o zat gitti. Ben bir hayli bekledim durdum. Nihayet Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bana:
- "Yâ Ömer! O sual soran zatın kim olduğunu biliyor musun?" dedi.
-Allah ve Resûlü bilir, dedim. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) da:
-"O Cibril'di. Size dininizi öğretmeye gelmişti." buyurdular.[32]
Sa'd b. Ebî Vakkas (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Uhud günü Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) sağında ve solunda iki adam gördüm. Üzerlerinde beyaz elbiseler vardı. O'nun uğrunda kıyasıya çarpışıyorlardı. Onları ne bundan önce ne de bundan sonra gördüm (Bu iki kişiden kasıt Cibril ve Mikâil'dir (aleyhimesselâm).[33]
Muaz b. Rifâa, Bedir Harbi'ne katılan babası Rifâa b. Râfi'den naklediyor; babası şöyle demiş:
Bedir Harbi sırasında bir ara Cibril (aleyhisselâm), Peygamber'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) geldi de:
"İçinizde Bedir'e katılanları nasıl görüyorsunuz?" diye sordu. Resûlullah:
"Biz onları Müslümanların en faziletlilerinden sayarız." dedi. Yahut buna benzer bir söz söyledi. Cibril:
"Biz de, meleklerden Bedir'de hazır bulunanları meleklerin daha faziletlilerinden kabul ederiz." dedi.[34]
Ahmed b. Hanbel Hazretleri Müsned'inde İbn Mesud'dan (radıyallâhu anh) Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Leyletü'l-Cin" hadisinde cinlere Kur'ân-ı Kerim öğrettiğini rivayet ediyor.[35]
Temessülât ve gaybe ait mucizeleri
Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor:
Bir gün Güneş tutulmuştu. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) küsûf namazını kıldıktan sonra şöyle buyurdu:
"Şüphesiz Güneş ve Ay, Allah'ın âyetlerinden iki âyettir. Sizler bu tutulmayı gördüğünüz zaman açılıncaya kadar namaz kılın. Yemin olsun ki, ben şu küsûf namazı kıldığım yerde bana vaad olunan her şeyi görmüşümdür. Hatta namazda benim ileriye doğru gitmeye başladığımı gördüğünüz vakit de, ben Cennet'ten bir salkım üzüm almak istediğimi görüyorum; ve yine yemin olsun ki, beni geri çekiliyor olduğumu gördüğünüz sırada ben Cehennem'i, bazısı bazısını târumâr ettiğini müşâhede ediyorum."[36]
Abdullah b. Abbas (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) iki kabrin yanına uğradı ve:
"Dikkat edin. Bunlar, muhakkak azab görüyorlar. Hem de büyük bir şeyden dolayı azab görmüyorlar. Bunlardan biri koğuculuk yapardı, diğeri de bevlinden korunmazdı."buyurdular.[37]
Ağaçların Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) şehadetleri
Cabir b. Abdullah anlatıyor:
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraber yürüyorduk. Nihayet geniş bir vadiye indik. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) kaza-i hacetine gitti. Ben de bir su kabı ile kendisini takip ettim. Derken Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakındı, fakat örtünecek bir şey göremedi. Birden vadinin kenarında iki ağaç gözüne ilişti. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hemen bunlardan birine giderek dallarından bir dal tuttu ve:
"Allah'ın izniyle bana râm ol!" buyurdu. Dal, O'na, sahibine huysuzluk eden burnu gemli deve gibi râm oldu. Öteki ağaca da gitti ve dallardan birini tutarak:
"Allah'ın izniyle bana râm ol!" dedi. O da öteki gibi râm oldu. İkisinin ortasına varınca aralarını kapadı ve:
"Allah'ın izniyle benim üzerime kapanın!" dedi. Hemen kapandılar.[38]
Abdullah b. Ömer'den (radıyallâhu anh):
Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hurma kütüğüne dayanarak hutbe verirdi. Minberi edinince o kütükten ayrıldı. Bu sırada kütük bir inleme sesi çıkardı. Peygamber hemen onun yanına geldi ve elini o kütüğün üzerine koyup sıvazladı. (Böylece inlemesi durdu.)[39]
Ebû Said el-Hudrî (radıyallâhu anh) anlatıyor:
Bir gün yatsı namazından sonra Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Katade b. Nu'man'a bir değnek verdi. Ona:
"Bu değnek senin on (arşın) önünü ve arkanı aydınlatacak. Evine girdiğin zaman evin köşesinde bir karaltı göreceksin, onun, sana bir şey söylemesine fırsat vermeden hemen ona bir darbe indir." dedi. O da emredileni aynıyla uyguladı.[40]
[1] Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/107.
[2] İsrâ sûresi, 17/1.
[3] Necm sûresi, 53/8-11.
[4] Bkz.: Buhârî, bed'ü'l-halk 6; menâkıbü'l-ensar 41, 42; Müslim, iman 259, 263; Nesâî, salât 1.
[5] Buhârî, menâkıb 27; Müslim, münafikîn 44; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/377.
[6] Buhârî, et'ime 6, 48; eymân 22; Müslim, eşribe 142.
[7] Buhârî, et'ime, 6; hibe 8; Müslim, eşribe, 175.
[8] Buhârî, megâzî 30.
[9] Buhârî, menâkıb 25; Müslim, fezâil 6, 7.
[10] Buhârî, şurût 15.
[11] Buhârî, fedâilü's-sahabe 9; Müslîm, fedâilü's-sahabe 34.
[12] Tirmizî, daavât 119; İbn Mâce, ikâme 189; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/138.
[13] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/348.
[14] Buhârî, nikâh 10, 22; Müslim, müsâkât 112-113.
[15] Müslim, selâm 45.
[16] Ebû Davud, diyât 6.
[17] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/112, 150.
[18] Buhârî, edeb 39; cihad 117; Müslim, fezâil 48; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/147.
[19] Müslim, fedâil 2; Dârimi, mukaddime 4.
[20] Buhârî, menâkib 25; Tirmizî, menâkıb 6; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/460; Dârimi, mukaddime 5.
[21] Müslim, fedâilü's-sahabe 50; Tirmizî, menâkıb 18.
[22] Buhârî, cihad 84, 87; megâzî 31, 33; Müslim, fedâil 13.
[23] Müslim, münafıkîn 38.
[24] Mâide sûresi, 5/67.
[25] Hâkim, Müstedrek, 2/313.
[26] Buhârî, istiskâ 7; Müslim, istiskâ 1.
[27] Tirmizi, menâkıb 18; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/95.
[28] Buhârî, ilim 17; vudû 10; i'tisam 2; Müslim, fezâil 138; İbn Hacer, el-İsâbe, 4/141-151.
[29] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/266.
[30] Müslim, fedailü's-sahabe 143.
[31] Buhârî, cihad 3; Müslim, imâre 160, 161.
[32] Buhârî, iman 37; tefsir (31) 2; Müslim, iman 1.
[33] Buhârî, megâzî 18; libâs 24; Müslim, fedâil 46-47.
[34] Buhârî, megâzî 11.
[35] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/455.
[36] Buhârî, el-amel fi's-salat 11; Müslim, küsûf 3.
[37] Buhârî, vudû 55, 56; cenâiz 81, 88; edeb 46, 49; Müslim, taharet 111.
[38] Müslim, zühd 74.
[39] Buhârî, menâkıb 25; Tirmizî, menâkıb 6; Nesâî, cuma 17; İbn Mâce, ikâme 199; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/249, 266, 363. Abdullah b. Ömer'in rivayeti için bkz.: Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 2/180.
[40] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/65.
.
1. Her şeyden önce mucizeyi, mucizeyi Yaratan'ı ve mucizenin elinde yaratılan kimseleri inkâr etmenin düşünce adına insana kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Kaldı ki, akıllı bir insana yaraşan şey de, hemen "Aklım almıyor." diye inkâr etmek değil, düşünüp değerlendirmektir.
"Aklım almıyor." diye düşünmemek veya bunu bir düşünce hâline getirmek, akıl ve ilim adına bir cinayettir. Baştan aklın veya bazı akılların almadığı nice keşifler, icatlar ve teknik buluşlar, hep düşünme kavgası vermekle elde edilmiştir. Öyle bir tarzda ki, bu düşünce humması kişiye düşünmekten traş olacak vakit bırakmamış, ayakkabısını ve gömleğini çıkaracak fırsat vermemiş, çok kere evinin yolunu unutturmuş ve onu sokaklarda pejmürde bir kıyafet içinde dolaşır hâle getirmiştir.
Düşünme kabiliyetinden mahrum varlıklar; buna rağmen kendilerine düşeni en mükemmel şekilde yapmaktalar. Eğer insan, düşünmesi için kendisine verilen bu istidadı yerinde kullanmazsa, hiç olmazsa kimlerden ve ne ölçüde geri kalacağını düşünmelidir..!
"Aklım almıyor." demek, insan için mazeret olamaz. Aksine, biz düşünüyoruz ve aklımız O Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle mucizeleri pek rahat gösterebileceğini gayet iyi alıyor. Düşünüyoruz da, kendinden şerefsudur olan hiçbir sözünde yalanın bulunmadığı O Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) mucizelerinde de aldatma olmayacağını kabul etmenin dışında bir yol göremiyoruz; göremiyor, O'nu ve mucizelerini yalanlayamayanların "sihir" deyip geçmelerinden daha çok, bilhassa bugün çeşitli tevillerle zihinleri bulandırmaya çalışanların inkârcı tavırlarına ve "almayan" akıllarına şaşıyoruz...
2. Mucizeleri inkâr etmek, bir bakıma Allah'ın varlığını, Kur'ân'ın Allah Kelâmı olduğunu ve O Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini inkâr etmek demektir ki, aslında böyle bir inkâr, aklı da, düşünceyi de çok çok aşar. Zira bu hakikatler için bir delil kâfi olduğu hâlde, binler delil vardır; oysa, inkârcının elinde inkârını haklı çıkaracak tek bir delil yoktur ve esasen olamaz da. Onun delil saydığı, olsa olsa gözünü Güneş'e kapamakla etrafında oluşturduğu karanlıktır; ya da mumunu söndürüp karanlığa boğduğu ruh ve gönül odacığıdır.
Onbinlerce nebi, milyonlarca evliyâ ve milyarlarca mü'minin karşısında, pamuk ipliğinden ve örümceğin ağından çok daha zayıf, dayanıksız ve hiç mesabesindeki "hayır"ıyla inkârcının durumu, dibi olmayan kovayla kuyudan su çekmeye çalışanın ya da girdiği muntazam, ölçülü sanat ve mimarî harikası bir sarayda, hikmet icabı ortaya bırakılmış muvazenesiz bir taşa bakıp, "Bu sarayda hiçbir nizam ve intizam yok, her şey rastgele." diyen veya binler kapısı açık bulunan bir sarayın kapalı tek kapısını görünce "Bu saraya girilmez." hükmünü veren zavallı bedbahtın durumundan farksızdır.
3. Miraç, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kulluğunun meyvesidir. Kim nefsini terbiye etse, hemen ruhunun terakki edip, yükselmeye başladığını görür. İki sene riyazet ve tezkiye-i nefste bulunun; sizler de hemen yukarılara doğru urûç ettiğinizi farkedersiniz. Ehlullahta çok görülen bu vâkıalar ruhun kadirşinaslığı, kalb ve hissin anlayış ve âşinalığıyla anlaşılıp anlatılabilir. Tatmayan, görmeyen, hissetmeyen hiçbir şey anlayıp bilemez. Bu bir hallüsinasyon olsa, o zaman meyhanedeki, puthanedeki adamda da olması gerekir. Kendini, ibadete vermenin neticesinde Allah'ın bir ihsanı olarak tecellî eden şeylerdir bunlar. Fakat bu yükselme ve irtifayı fizikle ölçmeye kalkmak, ukbâya, ötelere, verâya ait meseleleri dünya ölçüleriyle ölçüp tartmaya benzer. Arpa veya un çuvalı tartan terazi ile altın ve elmasın tartıldığı görülmüş şey midir?
4. Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) önce gelip geçmiş peygamberler de mucize göstermiş olup, bunlar Yahudi ve Hıristiyanlarca kabul edilmektedir. O hâlde, benzer hâdiselerin bir başka peygamberde tekerrürü için bir mâni yoktur. Medeniyet ve teknikte devrim yaptıklarını kabullendiğimiz insanların anlayışlarına göre -biz de öyle kabul ediyoruz- Hz. İsa'nın semalara yükselmesi, Tur'da Hz. Musa'nın Allah ile konuşması mümkün olduğu hâlde, bir başka kul için aynı veya benzeri mucizelerin gerçekleşmesi niçin mümkün olmasın?
5. Hz. Âdem, Havva ve Hz. İsa'nın yaratılmaları, sebepleri kanunları aşan bir mevzu ve ilmî ölçülerle izah edilemeyecek birer mucizedir. İlim ve sebeplerle izahını yapamadığımız hâdiselerde, Allah ve Resûlü'nün izahına teslim olmaktan başka bir çıkış yolu var mı? Âdem de Havva da annesiz babasız, Hz. İsa ise babasız dünyaya geldiler. Hz. Âdem'in (aleyhisselâm) yaratılışında ne sperm var, ne de yumurtalık. Yeryüzünün çeşitli elementlerinden toplanmış ve yerin mayasından bir protein çorbası yapılarak iskeleti meydana getirilmiş; Hz. Havva da, bir nokta-i nazara göre ondan alınan bir parça ve bir mayadan halkedilmiş; bu, mucizeden başka bir şey değildir.
Her şeyi ilimlerle izaha kalkışmak ve ilmin izah edemediğine 'efsane' deyip geçmek, esasen ilmi efsaneleştirmektir. Dünyada ilmin izah edemediği nice hâdiseler, nice vâkıalar vardır. Bir Hind'linin şişler, dikenler ve ateşler içinde sürdürdüğü hayatı, şişi tam ortasından soktuğu hâlde dilinden bir damlacık olsun kan gelmemesini.. bir kılıçla kesip şişe taktığı dilini yeniden yerine yapıştırmasını.. ve geride hiçbir iz kalmamasını hangi ilmî prensiple izah edebilirsiniz? Kaldı ki, bunlar mucize de değildir.
6. Âdiyat dediğimiz her gün gözümüzün önünde cereyan edip duran işleri bile dikkatli bir incelemeden geçirdiğimizde, ilimle izah edilemeyecek nice vâkıalarla karşı karşıya kaldığımızı görürüz. Hâlbuki biz şu anda mucizeden bahsetmekteyiz.
7. Mucizelere, "harikulâde hâdiseler" diyoruz; sanki günlük işlerimizde harikulâdelik yok mu? Bir insanın annesiz-babasız dünyaya gelmesi harika da, basit, mikroskobik ve âdi, hakir bir damla suyun esrarlı bir yolculuktan sonra edindiği yumurtalık hücresinin arkadaşlığıyla, ruh ve hayat sahibi, gören, düşünen, bilen, konuşan 100 trilyon hücrelik bir insan hâline gelmesi harika değil mi?
Ne var ki, biz alışıp ünsiyet ettiğimiz ve gözümüze ülfet perdesi çektiğimiz için böylesi harikulâdelikleri sıradan vâkıalar olarak görüyoruz. Düşünüp değerlendirme mekanizmamızı hep sebep-sonuç münasebetlerine ve kanunların tesirlerine göre ayarladığımız için, her duyup-gördüğümüzü ve çevremizde olup biten her şeyi bu mekanizmaya adapte etmeye çalışıyoruz. Öyleyse, bize düşen, her şeyden önce fikrî bir ameliyat geçirmektir.
8. İster mucizeler olsun, ister âdiyat, ister sebep ve kanunlar, hemen hepsinin varıp dayandığı kaynak bir ve aynı değil midir? Asıl aynı, fasıl farklı; kaynak bir, usûl değişik; esas bir, tatbikat muhteliftir. Sonra, Hz. Âdem'in (aleyhisselâm) yaratılışı ile bizim yaratılışımız arasında esasen öyle çok fazla fark da yoktur. O, yeryüzündeki elementlerin bir araya getirilip, bir protein çorbası hâlinde balçık olarak iskeletinin kurulup, içine ruh üflenmesiyle mucizevî şekilde spermsiz yaratılmışsa, biz de sadece usûl farklılığı içinde, Allah'ın koyduğu kanun ve sebepler muvacehesinde, yine yeryüzünün elementlerini ihtiva eden gıdalardan vücut makinasında hâsıl olan spermin anne rahminde çeşitli tahavvülattan sonra iskelet hâline gelmesi ve bu iskelete ruhun üflenmesiyle yine bir mucize olarak yaratılmıyor muyuz? Asıl aynı, Yaratan aynı; fakat icraatta sadece belli sebep ve kanunların perdeliği var. İşte fark bu kadar!
9. Ruhun üflenmesi asıldır ve bunda herhangi bir farklılık yoktur. Değişen sadece cesede ait keyfiyettir. Bunun sebepler altında yapılmasını "normal" görüyor, sebepler üstü cereyan etmesine de "mucize" diyoruz.
10. Kâinatta, zaman gibi kuvvetler de izafîdir. Saniyenin, dakikanın, saatin ibrelerinin farklı zamanı göstermesi ve dünyada, ayda, daha başka gezegenlerde zamanın izafî olması gibi, kudret ve kuvvetler için de böyle bir izafîlik söz konusudur. Son gelişmeler çerçevesinde, kâinatta 5. ve 6. kuvvetlerin varlığından da bahsedildiğini burada hatırlatmak isteriz.
Nasıl insanlar arasında kuvvet farklılıkları varsa, aynı şekilde, insan-üstü ve insan-altı varlıklar arasında da kuvvet ve kudret izafiyet farklılığı vardır. Meselâ, cinlerin ve meleklerin kuvvet daireleri belirli sahalarda bizden çok geniştir. Biz 100 kiloyu kaldıramazken, cinlerin tonlarla oynadığı.. ve dünyanın çekim denilen dengesiyle vazifeli meleklerin varlığı bir hakikattir. Bu bize göre mucizevî ve harikulâde bir hâdisedir. Melek ve cinlerin aynı anda çok değişik yerlerde bulunabilme keyfiyetleri de böyledir... Öte yandan, kuvvet ve kudretleri bizden çok daha aşağı varlıklar da vardır. Meselâ, 100 karıncanın bir araya gelip bir yılda yaptığı işi 1 insan 1 dakikada bozup yeniden yapabilir, bu da karıncalar için âdeta bir mucizedir.
İşte, bütün kudretlerin, bütün kuvvetlerin üstünde, kudreti için bir şeye, yetip yetmeme meselesinin olmadığı, dolayısıyla da bu kudret karşısında zerre ile kürenin aynı olduğu Allah (celle celâluhu) vardır. Ve Allah için olağanüstülük söz konusu olmadığından, O kullarının eliyle dilerse bir şeyi bize göre 'mucize' olarak yaratır, dilerse âdiyattan bir iş olarak yaratır.
11. Mucizeler, bize kat'î ve doğrulukları sabit rivayetlerle gelmektedir.
Aklın belli bir sahası vardır; 10 kilo tartabilen bir teraziye 100 kiloluk yük konamayacağı gibi, belli bir kapasitesi bulunan akla da kendi üstünde bir güç tanınamaz. Akıl, kendi üstünde ve sahası dışında bir meselede ya inkâra gidecek ya da çaresiz boyun eğecektir. Meselâ, akıl Allah'ın Zâtı'nı asla kavrayamaz, Zât hakkında düşünemez, tanıma iddiasında bulunamaz; çünkü Zât, akla her gelen şeyin ötesinde hatta ötelerin de ötesindedir. Ona düşen, Zât'a iman edip, sıfât ve isimleriyle tecellîleri ve icraatı, tasarrufat ve eserleri üzerinde düşünmek ve mârifete ulaşmaya çalışmaktır. Yaratan'ın sanatı ve eseri olan akıl, Sanatkârı'nı kavrayamaz. Bu yüzden, mucizelerin asıl mahiyetlerinin, yani Allah'ın sebepler ötesi icraatının kavranması, ruhun kavranması kadar zordur. Dolayısıyla, yerleşmiş ve doğruluğu tescil edilmiş rivayet kanallarıyla gelen mucizeleri kabul etmek, en akıllıca yoldur.
12. Aklın iki türlü tecrübe sahası vardır. Bunlardan ilki, daha önce misli ya da benzeri geçmemiş, dolayısıyla kıyasa imkân bulunmayan hâdise ve vâkıaların sahasıdır. Bunlar, bazen tek ve münferit vak'a olarak kalır; bazen de misli ve örnekleri çoğalır gider. İnsanın ilk yaratılışı bu sahanın birinci şıkkına girer; yani, bu annesiz-babasız yaratılış bir daha tekerrür etmemiş, dolayısıyla kıyasa kapı açılmamıştır.
İkincisi, kıyasa ve ilmin kanunlarına tâbi olan misli ve benzeri geçmiş hâdise ve vâkıaların sahasıdır. Bu sahada alışagelen sebep ve kanunlar ilâhî icraata bir perde olarak göründüğünden, akıl daha çok bunlarla meşgul olur. Bu sebeple, benzeri olmayan ilk yaratılışı, münferit ve benzeri yok diye inkâra kalkışmak, en azından tefekkür, düşünce ve ibret noktasında aklın sahasını daraltmak, kendi sınırlarını aşmak ve dolayısıyla akıllı ve mantıklı hareket edeyim derken, akılsızlık ve mantıksızlık sergilemektir.
13. Münferit kalan ve alışılmışın dışında cereyan eden vak'alara biz 'şuzûzât-ı ilâhiye', yani münferit, benzeri olmayan ve ender meydana gelen hâdiseler diyoruz. Esasen, içinde yaşadığımız sebepler ve kanunlar dairesinde bile bu tür hâdiselere zaman zaman rastlar ve asla inkâr etmeyip; ilim adamlarının bunları inceleyerek, yeni icat ve gelişmelerle temel ya da destek ve izah bulmalarını bekleriz. Meselâ, İngiltere'de doktorların ülser tedavisinde artık ilaçları bırakıp, yavaş yavaş 'hipnoterapi' denilen telkin yoluna başvurduğunu öğreniyoruz. Telkin ve dua ile tedavi, şâz yani benzeri ve öncesi olmayan bir vâkıaysa, akıl ve ilim adına bunu reddetmemiz mi gerekecek? Öyleyse, akıl da ilim de, sebep ve kanunlar dairesinde olmayan mucizelere sırt çeviremez.
14. Allah, izzet ve azameti gereği sebepler ve kanunlar çerçevesinde icraatta bulunur; aynı zamanda O, Hakîm'dir de; yani abes işi olmaz, her yaptığında mutlaka 'hikmet' vardır. Fakat, ne sebepler ve kanunlar dahilinde icraatta bulunmak, ne de mutlaka her işinde 'hikmet'i gözetmek mecburiyetinde değildir.. evet Allah için herhangi bir mecburiyet söz konusu olamaz. Bu yüzden, hiçbir şeye mecbur olmadığını göstermek, akılların ve kalblerin sebep ve kanunlar ağına takılıp kalmasını önlemek, ihtiyar ve iradesini apaçık ortaya koymak ve nazarları Kendi'ne çevirtmek için Allah, zaman zaman şâz icraatta bulunur; sebep ve kanunları aşan hâdiselerle bizi karşı karşıya bırakır.
Günlük hayatımızda sık sık okur ya da rastlarız: Üçüncü kattan yetişkin bir kişi düşer ve ölür; fakat beşinci kattan düşen çocuğun burnu bile kanamaz. Yine bir uçak kazasında herkes hayatını kaybederken, kundaktaki bir bebek yara bile almadan kurtulur. Çift başlı dört ayaklı çocuk doğması, Güneş ve Ay tutulması, yapışık ikizler, daha önce geçtiği gibi yoginin şişe geçirilmiş bedeniyle yaşaması, yine kendisini ateşe atıp yanmaması ve dilini kesip, kan akmadan ve acı duymadan yeniden yerine yapıştırması gibi hâdiseler hep bu tür şuzûzâttan ve kanunlar-sebepler üstü hâdiselerdendir. Eğer bütün bunlar ve bunların daha üst buudunda cereyan eden mucizeler akla ve ilme uymuyorsa, o zaman aklı ve ilmi kabul etmenin de hiçbir mânâsı yoktur.
15. İlim ve akıl, sadece rasyonaliteye, maddeye ve atomun hareketlerine mahsus ve münhasır kılınamaz. Şundan ki, her şeyden önce akla sahip olup, ilim yapan insan madde ve cesetten ibaret değildir. İnsanın maddesine bakan, binlerce âlemden sadece biridir. Mucizeleri aklına sığdıramayan, ilmî gelişmeleri biraz olsun takip edip, ilim çevrelerinde olup bitenlere vâkıf bulunsa, o zaman, serseri bir meteor gibi boşlukta gezip duran aklı da tam yörüngesine oturtacaktır.
İnsanda ruh vardır ve bu ruhun da anlaşılamayan pek çok fonksiyonu mevcuttur. Ve bugün ruhla ilgili çalışmalar, ilmî mahfillerin başlıca uğraşılarından biri hâline gelmiş bulunmaktadır. Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiş olup, göz ise mâneviyatta kördür. Mucizeleri inkâr edenler, belki de dine karşı yabanîlik ve tedirginliklerinden böyle bir yola başvurmaktadırlar. Ama düne hükmettiği gibi, gelecekte de gönüllere hükmedecek olan sadece dindir.
16. Modern ilimler, çok defa dün "yanlış" dediğine bugün "doğru", "doğru" dediğine ise "yanlış" diyebilmektedir. Bugün doğru kabul edilenin yarın yanlış, yanlış kabul edilenin de doğru olmayacağını kimse garanti edemez. Sonra, ilmin bugün açıklayamadığı madde, sebep ve kanunlar ötesi pek çok meseleyi "İlim yarın açıklayacaktır." diye bekleyip inkâr edememe karşısında, geçmişte olup biten hâdiseleri, "Mümkün değil." diye inkâra yeltenmek hiçbir akıl ve mantıkla izah edilemez. Neden "mucizeler" için de "Bunlar bizi, aklımızı, düşünce ve tecrübe sınırlarımızı aşar." deyip daha yumuşak yaklaşmıyoruz!
17. İnkâr eden aklın, kendine dayanak seçtiği ilme ait sebep ve kanunlar, yaratıcı olamaz ve dolayısıyla mucizelere hükmedemez ve mucizelerin anlaşılmasında bir ölçü ve mukayese vasıtası sayılamazlar. Zincirleme olarak sonsuza kadar uzanamayacak olan sebepler gibi, mucizeler de Yaratıcı Kudret'in eseridir. Kâinatta cebrî bir determinizmin hâkimiyetini varsayanlar, ilk sebebe gelince tıkanmakta ve 'niçin'e cevap veremeyip, 'nasıl'la uğraşıp durmaktadırlar.
18. İlimler adına mucizeleri inkâr edenler, hakikati anladıkları zaman utanacaklardır. Çünkü ileride, Kur'ân ve hadislerin parmak bastığı ilmî ve teknik icat ve gelişmeleri incelerken göreceğimiz üzere, pek çok ilmî ve teknik gelişme ve buluşun önünde onlara bayraktarlık yapan birer mucize vardır. Peygamberler ve Son Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), akılların bugünü idrakten fersah fersah uzak bulunduğu dönemlerde, belki bugünkü akılların da kavramaktan âciz kalacağı bir şekilde, mucizeleriyle bugüne ve bugünkü ilim ve tekniğin basamaklarına ışık tutmuş, hatta çok daha ötede ilim ve tekniğin henüz çok uzak bulunup, ulaşmaya çalıştığı zirveleri göstermiş ve bu zirvelere ulaşılmaz sınır taşlarını dikip, bayrağı dalgalanmaya bırakmışlardır.
.
Peygamberimiz'in Çok Kadınla Evlenmesindeki Hikmetleri İzah Eder misiniz?
Hemen arz edeyim ki, bu hususta ileri-geri söz söyleyenler, hiçbir şey okumamış ve düşünmemiş kimselerdir. Eğer, "Megâzî" ve "Siyer"e azıcık bakmak zahmetine katlansalardı, kendilerini küçük düşürecek böyle bir soruyu sormayacaklardı.
Bu soruyu şimdiye kadar, beş altı yerde benden sordular; ben de her defasında eksik-tamam bazı şeyler anlatmaya çalıştım. Bu defa da onlardan hatırımda kalanları tekrar edeceğim.
Peygamberler Sultanı Zât-ı Risaletpenâh'ın izdivaçlarında değişik yönler vardır: Zât-ı Ahmediye'ye (sallallâhu aleyhi ve sellem) taalluk eden hususlar, umumî olarak izdivaçlarında gözetilmiş olabilecek hedef ve maksatlar; bir kısım zaruretler ve nihayet zevcâtın hususî durumlarının gereğini yerine getirme gibi keyfiyetler... Şimdi sırasıyla bu hususları teker teker tahlil edelim.
Mevzuu ilk önce, O pâk şahsiyete bakan yönüyle ele alalım. Her şeyden evvel bilinmelidir ki, O mübeccel Zât, yirmi beş yaşına kadar hiç evlenmedi. O sıcak memleketin hususî durumu da nazar-ı itibara alınacak olursa, bu kadar zaman iffetiyle yaşaması ve bunun da, dün ve bugün böylece kabul ve teslim edilmesi, O'nda iffetin esas olduğunu ve müthiş bir irade ve nefis hâkimiyeti bulunduğunu gösterir. Eğer bu hususta, küçük bir inhiraf bulunsaydı, dünkü ve bugünkü düşmanları, bunu cihana ilan etmekten bir an bile geri kalmayacaklardı. Hâlbuki eski ve yeni bütün hasımları, O'na hiç olmayacak şeyleri isnat ettikleri hâlde, bu istikamette bir şey söyleme cüretini gösterememişlerdir.
Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk izdivaçlarını, yirmi beş yaşlarında iken yaptılar. Bu izdivaç, Allah ve Resûlü katında çok yüce ve müstesna; fakat başından iki defa evlenme geçmiş kırk yaşındaki bir kadınla olmuştu. Bu mutlu yuva tam yirmi üç sene devam etmiş ve peygamberliğin sekizinci senesi kapanan bir perde gibi arkada acı bir hasret bırakarak sona ermişti. Bu defa Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yirmi beş yaşına kadar olduğu gibi, yine yapayalnız kalmıştı. Evet, aile, çoluk çocuk her şeyiyle yirmi üç senelik bu mesut hayattan sonra, yeniden dört-beş sene bekâr olarak yaşamışlardı ki; yaşları da elli üçe ulaşmış bulunuyordu.
İşte, bütün izdivaçları da, böyle izdivaca alâkanın azaldığı bu yaştan sonra başlar ve devam eder ki; sıcak bir memlekette elli beş yaşından sonra yapılan izdivaçta, beşerîlik ve şehevîlik görmek, ne insafla ne de iz'anla kat'iyen telif edilemez.
Burada akla gelen diğer bir mesele de, peygamberlik müessesesiyle çok evlenmenin telifi keyfiyetidir. Buna da bir iki cümle ile temas etmek istiyorum.
1. Evvelâ, bilinmelidir ki, bunu serrişte edenler, ya hiçbir din ve prensip kabul etmeyenlerdir ki, onların böyle bir şeyi kınamaya asla ve kat'a hakları yoktur; zira onlar, bütün prensiplere karşıdırlar. Hiçbir kanun ve kayda tâbi olmaksızın, pek çok kadınla münasebet kurar; hatta mahremleriyle dahi nikâhı tecviz ederler. Yahut bunlar, belli kitaplara dayanan bazı din müntesipleridir. Onların hücumu da, insafsızca, garazlı ve teemmül edilmeden yapılmış, hatta kendi namlarına üzülünecek bir keyfiyettir. Çünkü, ellerindeki kitapların ve o kitaplara bağlı cemaatlerin teslim ve kabul ettiği, kendi peygamberleri bilip uydukları, nice enbiyâ-i izâm vardır ki, bunlar birçok kadınla evlenmiş ve başlarından daha çok nikâh geçmiştir. Meselâ; Süleyman (aleyhisselâm) ve Davud (aleyhisselâm) peygamberleri düşününce, onlara mensup olduklarını iddia edenlerin bu meseleyi serrişte etme hususunda insaflı davranmadıkları açıkça ortaya çıkar. Binaenaleyh, çok kadınla izdivacı, Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) başlatmadığı gibi; aynı zamanda çok izdivaç, nübüvvetin ruhuna da zıt değildir. Kaldı ki; daha sonra anlatmaya çalışacağım hususlarda görüleceği gibi "teaddüd-ü zevcât"ın peygamberlik vazifesi nokta-i nazarından, tasavvurlar fevkinde faydaları vardır.
Evet, çok kadınla izdivaç, bilhassa ahkâmla gelen enbiyâ için bir bakıma zarurîdir. Zira, dinin, aile mahremiyeti içinde cereyan eden pek çok yönleri vardır ki, ona ancak bir insanın nikâhlısı muttali olabilir. Binaenaleyh, dinin bu yönlerini anlatmak için herhangi bir istiare ve kinayeye başvurmadan -ki çok defa bu türlü anlatma tarzı anlamayı bulandırır ve istinbatı zorlaştırır- her şeyi alabildiğine vuzuh içinde anlatacak, mürşidelere ihtiyaç vardır.
İşte, her şeyden evvel, nübüvvet hanesinde olan bu temiz ve pâkize zevcât, kadınlık âlemine karşı irşat ve tebliğ vazifesinin sorumluları ve nakilcileri bulunmaları itibarıyla, peygamber için de, peygamberlik için de; kadınlık âlemi için de gerekli, hatta elzem olur.
2. Diğer bir husus da, umumî mânâda Efendimiz'in zevceleriyle alâkalı oluyor ki, o da:
a. Zevceler arasında, yaşlı, orta yaşlı ve gençler bulunması itibarıyla, bu devre ve dönemlerin hepsine ait çeşitli ahkâm vaz'ediliyor. Ve bizzat Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) hanesi içinde bulunan bu pâkize zevceler sayesinde tatbik imkânı buluyordu.
b. Zevcelerin her birerleri, çeşitli oymaklardan olması sebebiyle, evvelâ o kabileler arasında; sonra da muazzez şahsiyetiyle akrabalık tesis buyurduğu bütün cemaatler içinde, köklü bir sevgi ve alâkaya yol açılıyordu. Her kabile ve oymak, O'nu kendinden biliyor, din hissinin yanında, cibillî bir bağlılıkla O'na karşı derin bir alâka hissediyordu.
c. Her kabileden aldığı kadın, O'nun hayatında ve irtihalinden sonra, kendi cemaati arasında çok ciddî dinî hizmete vesile olabiliyor; uzak yakın bütün akrabalarına, zâhir ve bâtın-ı Ahmediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) hususunda tercümanlık yapıyordu. Bu sayede onun kabilesi de, kadın ve erkeğiyle, Kur'ân'ı, tefsiri, hadisi ondan öğreniyor ve dinin ruhuna vâkıf olabiliyordu.
ç. Bu izdivaçlar vasıtasıyla, Nebiy-yi Ekmel, âdeta bütün Ceziretü'l-Arap'la yakınlık tesis etmiş gibi, her hanenin, teklifsiz misafiri hâline gelmişti. Herkes bu karabet vasıtasıyla o mehâbet âbidesine yaklaşabiliyor ve dinî umûru öğrenme fırsatını buluyordu. Aynı zamanda bu ayrı ayrı aşiretlerin her biri, bir çeşit, kendini O'na yakın sayıyor ve bununla iftihar ediyordu. Mahzumoğulları, Ümmü Seleme vasıtasıyla; Emevîler, Ümmü Habîbe vasıtasıyla; Hâşimîler, Zeyneb binti Cahş (radıyallâhu anhünne) vasıtasıyla kendilerini ona yakın kabul edip, bahtiyar sayıyorlardı...
3. Buraya kadar olanlar umumî mânâda ve bazı yönleriyle de, diğer peygamberlere şâmil olacak şekilde idi. Şimdi bir de, hususî mânâda ve teker teker her zevcenin serencâmesi içinde meseleyi ele alalım:
Evet, burada dahi göreceğiz ki; mantık, vahiy ile müeyyed O Zât'ın hayat-ı seniyyesi karşısında toprak kadar aşağı kalıyor; tabir-i diğerle beşer düşüncesi Fetanet-i A'zam önünde rükûa varıp iki büklüm oluyor.
a. İlk zevceleri Seyyidetinâ Hz. Hatice'dir (radıyallâhu anhâ). Kendinden on beş yaş daha büyük olan bu nadide kadınla izdivaçları, her evlilik için en büyük örnek mahiyetindedir. O, bütün bir hayat boyu, derin bir vefa ve sadakatle eşlerine bağlı kaldıkları gibi, zevcelerinin vefatından sonra dahi onu hiçbir zaman unutmamış, hatta her vesile ve fırsatta ondan bahisler açmıştır.
Hz. Hatice'den sonra Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dört-beş sene evlenmediler. Başlarında birçok yetim bulunmasına rağmen, onların meûnetine katlanıp, bir bakıma hem annelik, hem de babalık vazifesini yürüttüler. Muhalfarz, evvel ve âhir kadınlara karşı küçük bir zaafı olsaydı, böyle mi hareket ederlerdi?..
b. Sıra itibarıyla olmasa bile ikinci zevceleri, Âişe-i Sıddîka'dır (radıyallâhu anhâ). En yakın arkadaşının kızı; acı tatlı bütün bir hayatı beraber yaşayan bu büyük insana karşı, Nebi'nin en mutena ikramı... Umum neseplerin sona erdiği günde, sona ermeyen karabetiyle O'nun yanında bulunma şerefi ancak bu sayede olacaktır. Evet, Âişe-i Sıddîka ile Hazreti Ebû Bekir, maddî-mânevî hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde kurb-u Nebevîye mazhar olmuşlardı.
Ayrıca, Hz. Âişe gibi çok zeki bir nadire-i fıtrat, davayı nübüvvete tam vâris olabilecek yaradılışta idi. İzdivaçtan sonraki hayatı ve daha sonraki hizmetleriyle kat'iyen sübut bulmuştur ki; o muallâ varlık, ancak nebi zevcesi olabilirdi. Zira o, yerinde en büyük hadisçi, en mükemmel tefsirci ve en nadide fıkıhçı olarak kendini gösteriyor, zâhir ve bâtın-ı Muhammedî'yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) emsalsiz kavrayışıyla bihakkın temsil ediyordu.
Bunun içindir ki; Efendimiz'e rüyasında, onunla izdivaç yapacağı iş'âr ediliyor ve henüz gözlerine başka hayal girmeden peygamber hanesine kadem basıyordu...
Bu sayede o, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) için vesile-i şeref olacak ve kadınlık âlemi için de, bütün istidat ve kabiliyetlerini inkişaf ettirerek, Efendimiz'in en başta talebelerinden biri olma hüviyetiyle, büyük mürşide ve mübelliğe olmaya hazırlanacaktı. İşte böylece, o da hem bir zevce, hem de bir talebe olarak saadet hanesine intisap etmiş bulunuyordu.
c. Yine izdivaç sırasına göre olmamakla beraber üçüncü zevceleri, Ümmü Seleme'dir (radıyallâhu anhâ). Mahzum Oymağı'ndan ve ilk Müslümanlardan olan Ümmü Seleme, Mekke'de tazyik görmüş; ilk olarak Habeşistan'a, ikinci defa da Medine'ye hicret etmiş ve o günkü şartlara göre ilk saftakiler arasında yer almıştı.
Kendisiyle beraber bu uzun ve meşakkatli yolculuklara katlanan bir de kocası vardı. Ve Ümmü Seleme'nin nazarında eşi menendi olmayan bir insandı. Bütün çile devrini beraber yaşadığı, bu eşsiz hayat arkadaşı Ebû Seleme'yi Medine'de kaybedince çocuklarıyla baş başa kaldı. Yurdundan, yuvasından uzak, bir sürü yetimle hayat külfetini yüklenmiş bu kadına, ilk şefkat elini, Ebû Bekir ve Ömer (radıyallâhu anhumâ) uzattılar; fakat o bu talepleri reddetti; zira onun gözünde Ebû Seleme'nin yerini dolduracak insan yoktu.
Nihayet, izdivaç teklifiyle Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona el uzattı. Bu izdivaç da gayet tabiîydi, zira İslâm ve iman uğrunda hiçbir fedakârlıktan dûr olmayan bu muallâ kadın, Arab'ın en soylu oymağı içinde uzun zaman yaşadıktan sonra yapayalnız kalmıştı ve dilenciliğe terk edilemezdi. Hele ihlâs, samimiyet ve İslâm için katlandığı şeyler düşünülünce, ona muhakkak ki el uzatılmalıydı... Ve işte Kâinatın Fahrı onu nikâhı altına alırken bu inayet elini uzatmıştı. Evet, gençliğinden beri yaptığı; kimsesizleri görüp gözetme ve yetimlere el uzatma iş ve vazifesini, o günkü şartların iktizasına göre bu şekilde yerine getiriyordu.
Ümmü Seleme de Hz. Âişe gibi dirayet ve fetaneti olan bir kadındı. Bir mürşide ve mübelliğe olma istidadındaydı. Onun için, bir taraftan şefkat eli onu himayeye alırken diğer taraftan da, bilhassa kadınlık âleminin medyûn-u şükran olabileceği bir talebe daha ilim ve irşat medresesine kabul ediliyordu.
Yoksa, altmış yaşına yaklaşmış Fahr-i Kâinat Efendimiz'in, bir sürü çocuğu olan dul bir kadınla evlenmesini ve evlenip bir sürü külfet altına girmesini, başka hiçbir şeyle izah edemeyiz. Hele şehevîlik ve kadınlara düşkünlükle asla ve kat'a!...
d. Bir diğer zevceleri de Remle binti Ebî Süfyan'dır (Ümmü Habîbe) (radıyallâhu anhâ). Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve peygamberlik karşısında bir müddet küfrü temsil eden birinin kızı... Bu da ilk Müslüman olanlardan ve birinci safta yerini alanlardandı. Çile devrinde Habeşistan'a hicreti, orada kocasının önce tanassur etmesini, sonra da vefatını görmüş muzdarip bir kadın...
O gün sahabe, sayı itibarıyla az; mal yönünden fakirdi. Herhangi birine bakacak, medar-ı maîşetini temin edecek durumları yoktu. Buna göre, Ümmü Habîbe ne yapacaktı? Ya tanassur edip, Hıristiyanların yardımına mazhar olacak; ya küfür yuvası olan baba evine dönecek veya kapı kapı dolaşıp dilenecekti. Bu en dindar, en soylu, aile itibarıyla en zengin kadının bunlardan hiçbirini yapması mümkün değildi. Bir tek şey kalıyordu; o da Efendimiz'in müdahalesi ve mualecesi...
İşte, Ümmü Habîbe ile izdivaçta da bu yapılıyordu. Dini için her türlü fedakârlığa katlanmış bu kadın, yurdundan yuvasından uzak; zenciler arasında; kocasının irtidat ve vefatı kendisini dilgîr ettiği günlerde; Necaşî'nin huzurunda, Peygamberimiz'le nikâhının kıyılması gibi en tabiî bir şey yapılıyordu. Bunu değil kınamak "Rahmeten li'l-âlemîn" olmanın gerektirdiği bir hususun ifası sayarak alkışlamak lâzımdır.
Kaldı ki, bu büyük kadının da, emsali gibi kadın-erkek Müslümanların irfan hayatına getireceği çok şey vardı. O da bu suretle hem bir zevce hem de bir talebe olarak, o saadethaneye intisap ediyordu.
Aynı zamanda bu evlilik sayesinde, Ebû Süfyan ailesi de, Hane-i Nübüvvete teklifsiz girip çıkma imkânını elde ediyor ve değişik bir bakış kazanarak yumuşamış oluyordu.. hem değil sadece Ebû Süfyan ailesi, belki bütün Emevîler'de tesir icra edebilecek bir hâdise olma karakterinde. Hatta denebilir ki; alabildiğine sert ve bağnaz olan bu aile, Ümmü Habîbe'nin nikâhı sayesinde oldukça yumuşadı ve her türlü hayrı kabul etmeye hazır hâle geldi.
e. Saadet hanesine girenlerden biri de Zeynep binti Cahş'dır (radıyallâhu anhâ). Alabildiğine asil ve o kadar da ince, iç derinliğine sahip Hz. Zeynep, Sultan-ı Enbiyâ'nın yakın akrabası ve yanı başında büyüyen, gelişen bir kadındı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Zeyd (radıyallâhu anh) için onu talep ettiği zaman, ailesi biraz çekimser kalmış ve bu arada Efendimiz'e verme temayülünü göstermişlerdi. Sonunda Peygamberimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ısrarıyla Zeyd b. Hârise'ye vermeye râzı olmuşlardı.
Zeyd, bir zamanlar hürriyetini yitirmiş; esirler arasına girmiş ve sonra Kâinatın Efendisi tarafından hürriyetine kavuşturulmuş bir azatlı idi. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu izdivaçtaki ısrarıyla, insanlar arasındaki müsavatı tesis, tahkîm ve tarsîn etmek istiyor ve bu çetin işe de, yine yakınlarıyla başlıyordu. Ne var ki, Zeynep gibi çok yüce fıtratlı bir kadın, emre imtisalden ibaret olan bir evliliği, uzun sürdüremeyecek gibiydi. Bu evlilik, Zeyd için de bir şey getirmemiş ve sadece bir ızdırap ve hasret olmuştu.
Nihayet boşama hâdisesi oldu; fakat Efendimiz Zeyd'i vazgeçirmeye ve evliliğin devam ettirilmesine çalışıyordu. Tam o esnada, Cibril (aleyhisselâm) geldi ve semavî fermanla, Zeyneb'in Peygamber Efendimiz'le izdivaç etmesi emrini getirdi.[1] Efendimiz'in maruz kaldığı imtihan oldukça ağırdı; zira, o güne kadar, kimsenin cesaret edemediği bir şey yapılıyor ve yerleşmiş, kök salmış âdetlere karşı, ilan-ı harp ediliyordu. Bu çok çetin bir mücadeleydi. Ancak Allah emrettiği için yapılabilirdi. Ve işte Efendimiz, derin bir kulluk şuuruyla, nezih şahsiyetine karşı çok ağır gelen bu işi yaptı. Hz. Âişe'nin dediği gibi, muhalfarz, Peygamberimiz'in, vahy-i münzelden bir şeyi ketmetmesi caiz olsaydı Zeyneb'le izdivacını emreden âyetleri ketmederdi.[2] Evet, bu Zât-ı Risaletpenâhî'ye o kadar ağır gelmişti...
İlâhî hikmet ise bu temiz ve yüce varlığı, Peygamber hanesine sokmak, ilim ve irfan yönüyle hazırlamak, irşat ve tebliğle vazifeli kılmak istiyordu. Nihayet öyle de oldu. Ve daha sonraki nezih hayatı boyunca, Peygamber zevceliğinin iktiza ettiği inceliklere riayet etti.
Ayrıca, cahiliye devrinde, evlâtlıklara evlât deniyor ve onların eşleri de aynen evlâdın eşi gibi kabul ediliyordu. Cahiliyeye ait bu âdet, kaldırılmak murat buyrulunca, yine tatbikata Efendimiz'le başlanıldı. Herhangi bir kimseye "evlâdım" demekle evlâdınız olamayacağı gibi, "evlâdım" dediğinizin zevcesi de gelininiz olamaz.[3]
Zeyneb'le izdivaç hususunda söylenecek daha çok şey olmakla beraber, sual-cevap mevzuunun istiab haddini aşacağı için, şimdilik tek başına tahlil edileceği ana havale ediyor ve kısa kesiyorum.
f. Saadet hanesiyle şerefyab olanlardan biri de, Cüveyriye bintü'l-Hâris'dir (radıyallâhu anhâ). Gayr-i müslim olan kabilesine karşı harp edilmiş ve kadın erkek esarete dûçâr olmuşlardı. Hissiyatı alt üst olmuş, gururu kırılmış bu saray mensubu kadın, Huzur-u Risalete getirildiğinde kin ve nefretle doluydu.
İşte o zaman Fetanet-i A'zam, yağdan kıl çekme kolaylığı içinde meseleyi bir hamlede halletti.
Peygamber Efendimiz Hz. Cüveyriye (radıyallâhu anhâ) ile nikâh akdedince, Cüveyriye, mü'minlerin anası mevkiine yükseldi ve sahabenin bakışında bir ihtiram âbidesi hâline geldi. Hele ashab-ı Resûlullah, "Peygamber'in akrabaları esir edilmez." deyip, ellerindeki esirleri bırakınca, hem Cüveyriye (radıyallâhu anhâ) hem de onun aşiretinin gönlü fethediliverdi.
Görülüyor ki, Peygamberimiz altmış yaşları dolaylarında, yaptıkları bu izdivaçta dahi pek çok meseleyi bir çırpıda hallediyor; kızıl kıyamet hâdiselerin içinde, sulh ve sükun meltemleri estiriyordu.
g. Tali'liler arasına karışanlardan birisi de, Safiyye binti Huyey'dir (radıyallâhu anhâ). Hayber emirlerinden birinin kızı. Meşhur Hayber Vak'ası'nda, babası, kardeşi ve kocası öldürülmüş; kabilesi de esir edilmişti. Safiyye (radıyallâhu anhâ) büyük bir öfke ve intikam hırsıyla yanıp tutuşuyordu. Nikâh akdedilip, mü'minlerin hürmet duyacağı, Efendimiz'e zevce olma muallâ mevkiine yükselince, hem ashabın (radıyallâhu anhüm) "Anam, anam!" tazimleri ve hem de Efendimiz'in eritici ve tüketici yüceliği karşısında, Hz. Safiyye (radıyallâhu anhâ) olup biten her şeyi unuttu ve Peygamberimiz'e zevce olmakla iftihar etmeye başladı.
Ayrıca, Hz. Safiyye vasıtasıyla pek çok Yahudi'nin, Efendimiz'i yakından görüp tanıma ve yumuşama imkânı da doğuyordu. Bir şeyle her şey yapan ve bir fiilinde binler hikmet bulunan Hazreti Allah (celle celâluhu) bütün izdivaçlarda olduğu gibi, bunda da pek çok hayır ve bereket yaratmıştı.
Bundan başka, düşmanların iç âlemine muttalî olma bakımından, ümmetine bir ders vermiş olabileceğini zikretmek de muvafık olur zannederim. Hazreti Safiyye ve emsali ayrı milletlerden olan kadınların, o milletlerin iç durumlarına nüfuz bakımından büyük ehemmiyeti vardır; elverir ki insan onların hain olanlarıyla kendi sırlarını düşmanlara kaptırmasın.
h. Bu bahtiyarlardan biri de Hz. Sevde Validemiz'dir. İlk safta yerini alanlardan; kocasıyla Habeşistan'a hicret edenlerden ve Ümmü Habîbe'nin kaderine benzer şekilde, kocasının vefatıyla ortada kalanlardan.
Efendimiz, bu kalbi kırığın da yarasını sardı; onu perişan olmadan kurtardı ve ona enîs oldu. Zaten sadece Efendimiz'in nikâhı altında bulunmayı düşünen bu büyük kadının, dünya adına istediği başka hiçbir şey de yoktu.
İşte bütün izdivaçlarında, bu türlü hikmet ve maslahatlar bulunan Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç mi hiç nefsanî duygularıyla bu işin içine girmemiştir. Ya Râşid Halifelerin ilk ikisine karşı olduğu gibi, vezirleriyle bir karabet tesisi ve zevcesi olacak kadındaki istidat ve kabiliyet veya teker teker diğerlerinde gördüğümüz gibi başka hikmet ve maslahatlarla evlenmiş ve büyük yük ve meûnetlerin altına girmiştir.
Bunlardan başka, Peygamber Efendimiz'in bu kadar kadının mesken, nafaka, elbise gibi ihtiyaçlarını en âdil şekilde temin etmesi ve onlara karşı muamelesinde kılı kırk yararcasına adalet ve hakkaniyete riayette bulunması; aralarında meydana gelmesi muhtemel huzursuzlukları peşinen önlemesi, vârit olan geçimsizlikleri yağdan kıl çekme rahatlığı içinde halletmesi, Bernard Shaw'ın ifadesiyle "en büyük problemleri kahve içme kolaylığı içinde halleden" O müstesna Zât'ın peygamberliğine delâlet eder...
Bir kadın ve bir iki çocuğun dahi idaresinin ne kadar müşkil olduğunu gören ve bilen bizler; daha evvel başka yuvalar kurmuş; başka aile yapılarına şahit olmuş; girdiği yuvalarda farklı mizaçlar kazanmış pek çok kadını, bir şiir âhengi ve ritmi içinde idare eden O muallâ ve mübeccel varlık karşısında iki büklüm oluyoruz.
Bir husus kaldı ki, o da, zevcelerin adedinin, ümmetine meşru kılınan adedin üstünde olma keyfiyetidir. Bu, bir hususî teşrîdir. Evet, bildiğimiz ve bilemediğimiz pek çok maslahat ve hikmetleri hâvi bir hususî kanundur. Bir müddet bu mevzuda mutlak izin verilmiş; belli bir müddet sonra ise sınır konmuş ve evlenmesi yasak edilmiştir.[4]
[1] Bkz.: Ahzâb sûresi, 33/37.
[2] Bkz.: Buhârî, tevhid 22; Müslim, iman 288; Tirmizi, tefsir (33) 9, 10, 11.
[3] Bkz.: Ahzâb sûresi, 33/4.
[4] Bkz.: Ahzâb sûresi, 33/52.
.
Kur'ân-ı Kerim'in Allah Kelâmı Olduğunun ve Efendimiz'in Risaletine En Büyük Şahit Olduğunun Delilleri
1. Basit bir tetkik, Kur'ân'ın dil ve ifade yönünden hiçbir kitaba benzemediğini ortaya koymaya yetecektir. Ayrıca, üslûp, mânâ ve muhteva bakımından da Kur'ân, eşsiz ve emsalsizdir. O hâlde, ya Kur'ân, şimdiye kadar yazılmış bütün kitapların altında bir yere sahiptir -ki bunu şeytan bile iddia edemez- ya da onun her kitabın üstünde bir yeri vardır. Öyleyse, Kur'ân bir beşer sözü değildir.
2. Bizzat Kur'ân-ı Kerim'de Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben meal olarak şöyle buyrulur: "Sen bundan önce ne bir kitap (yazı) okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar, şüphe duyarlardı."[1]
Evet, o gün bugündür hâlâ okuyup-yazmışlara, en büyük bilgin ve ediblere, aynı anda tüm insanlığa yönelik olan bu meydan okumayı yapan, okuma-yazması olmayan bir Zât'tır (sallallâhu aleyhi ve sellem). İlimlerin bir bakıma zirveye ulaştığı kabul edilen şu zamanda, fizikçisi, kimyacısı, astronomu, tabibi, sosyoloğu, edebiyatçısı ile bütün ilim ve edebiyat ehline O Zât, "Haydi, elele verin de, fazla değil, Kur'ân'ın sûrelerinden tek bir sûrenin mislini getirin."[2] diyor. Bu bile, Kur'ân'ın O ümmî Zât'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) değil de, Allah'ın kelâmı olduğuna kâfî bir delil ve şahit değil midir?
3. Yine Kur'ân'da mealen: "Eğer kulumuza indirdiğimiz (şu Kur'ân'da az bir) şüpheniz varsa, haydi onun benzeri bir sûre getirin. Allah'tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) de çağırın. Eğer iddianızda doğru iseniz."[3]; "Yoksa onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah'tan başka (çağırmaya) gücünüzün yettiklerini de çağırın da onun benzeri bir sûre getirin."[4] buyrulmaktadır.
Hangi beşerin sözünde eksik, hata, yanlış, ihtilaf ve tenakuz bulunmaz? Kur'ân ise, bu gerçeğe ve kendisinde en ufak bir ihtilaf ve tenakuzun olmadığına "(Durup) Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasından gelseydi, onda çok ayrılıklar (ihtilaf ve tenakuzlar) bulurlardı."[5] âyetiyle parmak basmaktadır. Allah Kelâmı'nda tenakuz, ihtilaf, eksiklik ve yanlışlık bulmak isteyen birtakım kendini bilmezlerin yapıp ortaya koydukları şeylere, zannediyorum onların kendileri de inanmıyor.
4. Kur'ân'ın ifade ve beyan tarzı ile, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade ve beyan tarzı arasındaki fark kolayca sezilebilmektedir. Kur'ân'ın belâgat ve fesahatına ve üstün ifade gücüne hiçbir beşerin ulaşması mümkün değildir. Onun diğer yönlerini olduğu gibi, bu yönünü de anlatmak için ciltlerle eser verilmiş, söz gelimi sadece bir "Elhamdülillah" için sayfalar yazılmıştır. Seçilen her bir kelime ve harf yeri, sayısı, ses ve iç mûsikî âhengi, bulunduğu yer ve Kur'ân'ın tamamıyla olan münasebet ve bağlantısı ve hatta matematik değeriyle kanaviçe içinde kanaviçe meydana getirmekte ve bir tabloda her rengin ayrı ayrı tonlarının ayrı mânâlar ifade etmesi misali belli hususiyetler arzetmektedir.
5. Kur'ân'ın nazil olduğu devrede şiir fevkalâde gelişmişti. İnsanlar sohbetlerinde ve kavgalarında birbirlerine âdeta hep şiirle karşılık verir, her yıl şiir müsabakaları düzenlenir ve kazanan şiirler altınla yazılıp, Kâbe duvarına asılırdı. Birer millî kahraman sayılan şairlerin sözleriyle kabileler harbe girer veya sulh yaparlardı. Ve Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) aralarında büyümüş olmasına rağmen, herkesin bildiği bir vâkıa olarak ne şiirle, ne seci' ile, ne de nesirle uğraşmıştı. Sonra, Kur'ân'ın esrarlı ve i'cazkâr ifadeleri ne O'nun, ne de başkasının ifadelerine benzemiyor, ne şiirin, ne seci'in, ne de nesrin sahasına giriyordu ama kendine has orijinalliği ile herkesi büyülüyordu.
Bu yüzden, insanları O'ndan uzaklaştırmak isteyen müşriklerin ileri gelenleri, "Şiir desek şiir değil, seci' desek seci' değil, kâhin sözü desek o da değil, cinnet eserine zaten benzemiyor; en iyisi, 'Sihirdir, kulaklarınızı tıkayın, yoksa çarpılırsınız.' diyelim." şeklinde kendilerince karşı koymaya çalışıyorlardı.[6] Şu kadar var ki, birbirlerinden habersiz gece gizlice gidip onu dinlemekten de kendilerini alamıyorlardı.[7] Meşhur şair Hansâ ve Lebid gibi hakperestler de, müslüman olduktan sonra şiiri bıraktılar; şiir söylemeleri istendiğinde de Kur'ân'dan bir sûre yazıp gönderiyorlar ve "Kur'ân'ı okuduktan sonra ben şiir yazmaya hayâ ederim." diyorlardı.[8]
6. O dönemde şiir, çok gelişmiş ve belli bir seviyeye ulaşmış olmakla birlikte, lisan olarak Arapça, metafizik mânâlar, ilmî, dinî ve felsefî mefhum ve ifade şekillerinden, medenî bir lugatten mahrum bulunuyordu. Sadece çöl bedevisinin duygu ve düşüncelerini onun dar hayatını ifade etmeye yarayan bu lisan, Kur'ân'la birdenbire öyle bir değer ve zenginlik kazandı ki, ilmî, iktisadî, hukukî, içtimaî, siyasî, idarî ve metafizik bütün mevzu ve meseleleri ifade edebilecek bir seviyeye ulaştı.
Lisan tarihinde böyle bir hâdiseye rastlamak mümkün değildir. Böyle bir filoloji inkılabı ve bütün zaman ve mekânları kucaklayacak muazzam bir gelişme, değil ümmî bir Zât'tan, yüzlerce lisan âliminden bile beklenemez. Çünkü Arap lisanının geçirdiği tedricî bir gelişme değildir. İhtilal çapında bir gelişmeyle ulvî ve mükemmel bir seviyeye sıçrama ve birden iptidaî mantık sahasından, yeni bir kültür ve medeniyetin düşünce ve ifade hamlesini taşıyacak bir noktaya ulaşmaydı. İşte, böylesi bir gelişmenin, bir insanın eseri olamayacağı güneş gibi ortadadır.
7. Acaba şimdiye kadar okumuşu-okumamışı, ilk mekteplisi, üniversitelisi, mütefekkiri, avâmı, fizikçisi, kimyacısı ve çobanı ile her tabaka, her yaş ve her seviyedeki insanın kapasitesi ölçüsünde anlayıp, hissesini alacağı bir kitap yazılmış mıdır? Şairin, mûsikîşinâsın, hatibin, içtimaiyatçının, iktisatçı ve hukukçunun, idareci ve siyasetçinin, terbiyeci ve öğreticinin, zikir, fikir ve tarikat yolu mensubunun okuyup istifade ettiği, yol ve mesleğine menfez ve düstur, meselesine çözüm, derdine şifa ve fikrine cila bulduğu; ulaşımın bile güçlükle yapılabildiği en ücra köylere ve köşelere kadar her yerde arz-ı endam edip Güneş gibi ışık saçan tek kitab sadece Kur'ân'dır.
8. Kur'ân'ın dışında usanmadan birkaç defa okunabilen kitap belki hiç yoktur; fakat Kur'ân'dır ki, defalarca okunur, devamlı hatmedilir; namazda ve çeşitli vesilelerle okunur, ama hiçbir zaman usanç ve bıkkınlık vermez. Nice müstesna eserler, fikir yazıları ve şiirler orijinalliğini ve değerini kaybeder; nice aktüel eserler birkaç yıl, hatta bir kaç ay ya dayanır ya dayanmaz. Hem doğruluğu, hem de aktüalitesi yönünden değerini yitirir, bir gazete gibi atılır, yırtılır gider. Ama Kur'ân, ne lâfzı, ne okunuşu, ne mânâ ve muhtevası, ne orijinalliği ve aktüalitesi, ne de doğruluğu açısından solmak, pörsümek ve eskimek şöyle dursun, her geçen gün ruhlara, vicdanlara, akıl, kalb ve dimağlara yeni yeni meltemler üfler, daha ileri seviyede fikir ve bilgiler takdim eder ve gençliğini, tazeliğini her dem artırarak muhafaza eder gider.
9. İnsanı maddî-mânevî bütün yönleriyle anlatması, hayatın her saha ve safhasına ait bahisler açması, içtimaî, iktisadî, hukukî, siyasî ve idarî bütün problemleri halledici düsturlar getirmesi ve dünya saadeti yanında ahiret saadetini, aklın itminanı yanında ruhun da tatminini ihtiva eden prensipler koyması yönüyle de Kur'ân'ın beşer kelâmı olamayacağı açıktır.
Evet, bir insanın her sahada rehber ve mütehassıs olması mümkün değildir. Her asırda, her türlü şartlar altında ve her seviyede insanın müşkillerini çözebilecek prensipler ortaya koymak, hiçbir zaman bir insanın vüs'at ve kapasitesi dahilinde olamaz. Hiçbir beşerin zihninden çıkan prensipler, asırlarca kıtalara huzur ve saadet veremez. İlâhî Kitab'a dayanmayan, vahye istinat etmeyen beşerî sistemler değişmeden, revizyona uğramadan elli yıl bile ayakta kalamazlar. Beşer mahsulü kaideler, sistemler, fikirler, düşünce ve ideolojiler eskir, yetersiz kalır, yan tesir gösterir ve yenilenir, hatta değiştirilme ihtiyacı hissettirir. Hâlbuki, Kur'ân'ın hiçbir mevzuunda, hiçbir kaide ve prensibinde ve hiçbir meselesinde bu gibi arıza ve noksanlıklar bulmak mümkün değildir.
Servetin sadece zenginler elinde dönüp dolaşan bir devlet olmaması;[9] insan için sa'y ve emeğinden başka bir şey olmadığı;[10] emanet ve vazifelerin ehline verilmesi ve adaletle hükmedilmesi gerektiği[11] ve bir nefsi öldürmenin bütün insanları öldürmek gibi olduğu[12] şeklindeki temel, ölümsüz kaide ve prensipleri; ayrıca, fert, aile ve cemiyet için birer semm-i kâtil, yani öldürücü zehir olan faiz, kumar, içki ve fuhşun her çeşidinin, yalan, iftira, lüks ve israfın yasaklanması; insanın insanlığını kazanması, ferdî ve içtimaî hayatında daha dünyadayken Cennet benzeri bir hayat yaşaması için emredilen namaz, oruç, hac, zekât ve daha başka ibadetler, yine en iyi ve en güzel ahlâk kaideleri, akıl ve ruhları Cennet ve ebedî âleme yönlendirip, Allah korkusunu her kalbe inzibat, buna karşılık Allah sevgisini de teşvikçi yapma, fert ve cemiyetin saadeti için konulan ideal ölçü, kaide ve prensipler, onun ezelî ve ebedî, Hakîm ve Rahîm Yaratıcı'nın Kelâmı olduğunun bariz delilleri değil midir?
İnsan ve kâinat kimin eseriyse Kur'ân da O'nun sözüdür. Zira Kur'ân-ı Kerim, insanı insana şerhetmekte ve kâinat kitabını tefsir etmektedir. Evet, Kur'ân bir taraftan insanı, bütün zaaf ve faziletleriyle, diğer taraftan da kâinatı bütün sır ve incelikleriyle okumaktadır ki, bütün kâinatta tasarruf edemeyen bir Zât'ın, öyle bir söz söylemesi mümkün değildir.
10. İnsan, eserinde kendini her yönüyle anlatamaz; ideal ve düşüncelerini, karakter ve ahlâkını bütün açıklığıyla yazıya dökemez. Bunu bir an için yapabildiğini düşünsek bile, bu kez de fikir, ahlâk ve davranış açısından kolay kolay değişmeden kalamaz. Fakat bir Kur'ân'a, bir de Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatına, ahlâk, karakter ve dava düşüncesine bakalım... Bu ikilinin birbirine tıpatıp uyduğunu, Kur'ânî hakikatlerin O'nun mümtaz şahsiyetinde ve örnek hayatında kristalleştiğini ve ahlâkının bütünüyle Kur'ân'dan ibaret bulunduğunu müşâhede etmekle kalmaz; 23 yıl boyunca söz, davranış, karakter, ahlâk ve ideallerinde en küçük bir değişikliğin meydana gelmediğini Kur'ân'ın her beyanının hayatında tam mânâsıyla mâkes bulup tatbik edildiğini ve ilk gün ne söylemişse son gün de aynı şeyi söylediğini görürüz.
Muhalfarz, O, Kur'ân'ı aklından uyduran biri olsaydı, -Muhalfarz denilerek, caiz olmayan şeyler üzerinde temsil getirilse bile, yine de O Kamet-i Bâlâ (sallallâhu aleyhi ve selem) için bu tür ifadeler hoş olmuyor; bizi bağışlasın!- mücadelelerle geçen o hareketli hayatında, ilk sözünü son gün de tekrarlayabilecek, her söz ve hareketini yazdığına göre ayarlayabilecek ve hiç değişmeden kalabilecek güç ve kabiliyeti asla gösteremezdi. Öyleyse O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah'ın teyit ve terbiyesi altında hareket eden bir nebidir, Nebiler Sultanı'dır. Kur'ân da O'na Allah tarafından vahyedilen ilâhî bir kitaptır.
11. Bir yazar, eserinde umumiyetle içinde bulunduğu şartların, yaşadığı hâdiselerin ve çevresinin tesirinde kalır ve dar bir zamanın dışına çıkamaz; çıksa da, bu ya ütopya, ya anti-ütopya ya da bilim kurgu cinsinden olur. Oysa Kur'ân'a baktığınızda, onun nasıl Kâinat'ın başlangıcına ve sonuna, insanın yaratılışına ve gelecekteki hayatına dair kat'î ifadeler kullandığını görür ve ister istemez, "Bu, bir beşer sözü olamaz." demek zorunda kalırız.
12. Bir yazar, daha çok kendi sahasında eserler verir; bilhassa, uzmanlıkların alabildiğine çoğaldığı günümüzde, herkes kendi dar sahasının adamıdır. Hâlbuki, Kur'ân içtimaî, iktisadî, hukukî, psikolojik, siyasî, askerî, tıbbî, fizikî, biyolojik... kısaca her sahada prensipler ortaya koymakta, o sahanın temel hakikatlerini dile getirmekte, geçmişten ve gelecekten bahsetmektedir. Böyle bir kitabın ümmî ve bugünkü teknik-ilmî imkânların hiçbirine sahip bulunmayan bir Zât tarafından yazılmasını hangi akıl kabul edebilir?
Bizzat Kur'ân-ı Kerim'de Efendimiz'e hitaben meal olarak: "Sen bundan önce ne bir kitab okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar, şüphe duyarlardı."[13] ve "Sen (önceden) kitap nedir, iman nedir bilmezdin."[14] denilerek, O'nun okuyup yazmasının olmadığı beyan ve ilan edilmektedir. Müşrikler de, içlerinde yetişip yakînen tanıdıkları O Zât'ın okuyup-yazması olduğunu ve buna dayanarak Kur'ân'ı uydurduğunu bir kere olsun iddia edemediler.
13. Hangi yazar, eserinin hiçbir kritiğe tâbi tutulamayacağını, ihtiva ettiği hakikatlerin hiç eskimeden asırlar boyu devam edip gideceğini ve üzerine hiçbir eserin hiçbir sahada yazılamayacağını iddia edebilir? Bu yazar ister filozof, ister ilim adamı, ister edib, isterse dâhi olsun, netice değişmez. İnsanın kaleminden çıkan her eser, hatta muharref şekilleri ve yönleriyle Tevrat ve İncil bile zamanın aşındırmasından kendilerini kurtaramamış ve değerlerinden çok şey kaybetmişlerdir. Yalnızca Kur'ân'dır ki, her türlü aleyhte çalışmaya, iftiralara, kendinde tenakuz ve yanlışlıklar bulma gayretlerine, tekrarları, ifadeleri ve yazısıyla uğraşılmasına ve ihtiva ettiği hakikatlere zaman zaman dil uzatılmasına rağmen, her geçen gün daha bir taze, daha bir derin ve daha bir anlaşılır olarak zihinlere ve kalblere girmekte ve mutlak hâkimiyetini devam ettirmektedir. Kâinata her geçen gün daha bir ışık tutan o nuru yakan, ancak ve ancak kâinatın sahibi Allah'tır (celle celâluhu) ve elbette onu söndürmeye kimsenin gücü yetmeyecektir!
14. Bir esnafsınız, bir muallimsiniz, bir tüccar, bir idareci ya da bir teğmensiniz; şimdi, esnaf teşekkülleri adına; profesörler dahil, her sahadaki bütün muallimler adına; en büyük bir sanayici veya ithalatçı-ihracatçı adına, Cumhurbaşkanı, Başbakan veya Genelkurmaybaşkanı adına kitap yazabilir, söz söyleyebilir, kanun veya kararname çıkartabilir misiniz? "Evet" dediğinizi kabul edelim; bu durumda bütün ifadelerinizin temsil iddiasında bulunduğunuz makam sahibinin ağzından olması mümkün müdür? Yani, ifadeler her bakımdan onun, emirler onun, yasaklar onun, vaad ve vaidler onun; yapabilir misiniz bunu; hele hele, çevrenizde hiç yalana başvurmamış biri olarak tanınıyorsanız? Bu mevzuda sizin yapacağınız, elinizde böyle bir kitap olduğunda, onu kitlelere "Bu, bana O Zât tarafından size talim ve tebliğ etmem için gönderilmiş kitaptır." şeklinde takdim etmek olacaktır.
Şimdi, Fem-i Güher-i Nebevî'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) şerefsüdur olan beyanlara, Kur'ân'ın ifadelerine bakın: Ancak, Kâinat'ın idaresini elinde tutan Zât'a yakışan ifadeleri, peygamber bile olsa bir beşerin beyan edip söylemesi, O Mukaddes Makam adına -hâşâ- uydurması hiç düşünülebilir mi?
15. İlâhî makama ait olup, Allah adına hiçbir beşerin söylemesinin mümkün olmadığı:
Yaratma, hayat verme ve öldürmeyle ilgili beyan ve ifadeleri; aklı başında hiçbir insan, ilimlerin oldukça ilerlediği günümüzde bile kimsenin kesin konuşmaya cesaret edemediği göklerin, yerin, yıldızların, dağların, ağaçların, hayvanların ve insanların yaratılması ve ilim adamlarının önünde hâlâ başlı başına bir muamma olarak duran 'hayat' hakkında asla Yaradan adına konuşamaz. Konuşsa bile, hiçbir taraftar toplayamaz ve sözleri asla ömürlü olamaz. Yalancı peygamberlerle, teori teori üstüne üreten bilim adamlarının durumu buna apaçık misallerdir.
16. Kur'ân'da geçen bazı hitap şekilleri, Allah'tan Resûlü'ne tebliğatta bulunulduğunun bariz misalleridir: "Ey Nebi, de ki!.." gibi hitaplar sıkça tekrarlanmakta,[15] hatta 332 yerde "Kul - De!" emri geçmektedir.[16] Dünya çapında en büyük bir mürşid bile irşad ve tebliğ sadedinde, Allah'a ait olan bu kabîl tebliğ fermanlarını tayin ve tespit edemez.
Kur'ân'ın bu kabîl hitaplarında çok defa talim vardır, nasihat ve teselli vardır, dışarıdan sorulan sorulara cevaplar vardır; fıkıh kaidelerini tesis etme ve hayatın getirdiği müşkilleri çözme vardır; müşrikleri ve Ehl-i Kitab'ı yerinde davet, yerinde ilzam ve susturma vardır; insanın mahiyetini, duygu ve kabiliyetlerini teşrih, ruh yapısını tahlil vardır; bilinmeyen âlemlere işaretler, ebedî âleme ait ikazlar, kötü ahlâktan men' ve güzel ahlâka teşvik vardır; kadınlık âlemiyle ilgili meseleler, ibadete teşvik ve azaptan terhib vardır; geleceğe dair beyanlar, işaretler ve remizler ve ilmî hakikatlere işaretler vardır. Bunlar ve bunlar gibi daha pek çok hususları muhtevi "Kul - De!" hitaplarını binbir renkli kanaviçe gibi bir araya getirip, Allah adına söz söylemek hangi insanın kârı olabilir?
17. Hangi yazar, başkası adına bile olsa eserinde kendini tehdit eder veya başkasının ağzıyla tehdit ettirir? Bunun da ötesinde, Allah adına söz söylediğini iddia ederken, hiç bu iddiasına halel getirecek bir beyanda bulunur mu? Yine, kendini ithama varacak ifadeleri kitabına alır mı? Hâlbuki, Kur'ân'da, "Eğer (Muhammed) Bize karşı ona (Kur'ân'a) bazı sözler katmış olsaydı, Biz kendisini kuvvetle yakalar, sonra da şah damarını koparırdık."[17] buyrulmakta; Tebuk Gazvesi'nden geri kalanlar için "Onlara neden izin verdin?"[18] ikazında bulunulmakta, Hz. Zeynep'le izdivacı anlatılmakta,[19]yani bir insanın kendi yazdığı kitaba alması mümkün görünmeyen beyan ve ifadelerde bulunulmaktadır. Demek oluyor ki, Kur'ân hiçbir zaman Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) değil, mutlak sûrette Allah'ın (celle celâluhu) kelâmıdır.
18. Hiçbir yazar, geçmişe ve geleceğe ait meseleleri bahis mevzuu yaptığı, hayattan ve yaratılıştan, başlangıçtan ve sondan bahsettiği, hayatın her sahasına ait kaideler ve umumî prensipler vaz'ettiği, yüzlerce yıl sonra ortaya çıkacak ilmî ve teknik icatlara parmak bastığı, kısaca esasen bir insana ait olması mümkün görünmeyen ifade ve beyanlarda bulunduğu eserinde, kendini yalanlayacak, kendi kendisiyle tenakuza ve başkalarının da diline düşecek şekilde kendisi hakkında "Sen okumuş-yazmış değilsin." der mi? Tarihî malumatı olan bir topluluk karşısında ve tarihle alâkalı kesif araştırmaların yapılacağı bir gelecek karşısında geçmiş bazı hâdiselerden çok kesin ifadelerle bahsedecek ve sonra da "Ben bunları anlatıyorum ama ne o hâdiselerin içinde bulundum; ne de haklarında en ufak bir şey okudum." diyeceksiniz; bu hiç mümkün müdür?
Hâlbuki Kur'ân-ı Kerim'de, hem Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) okuma-yazması olmadığından bahsedilmekte ve dolayısıyla önceden ne eline bir kitap alıp okuduğu, ne de bir kitap yazmış olduğu anlatılmakta,[20] hem de geçmiş hâdiselerin içinde bulunmadığı ve daha önceden o hâdiseleri bilmediği ifade edilmektedir.[21]Okuma-yazması olmayan, eline önceden kitap almayan tabiî ki geçmiş hâdiselerin içinde bulunmayan, kimseden dinlemeyen ve öğrenmeyen bir Zât'ın her sahada çok kesin bilgiler vermesi, o Zât'ın Allâmü'l-Guyûb olan Allah'ın (celle celâluhu) Resûlü olduğunu göstermez mi?
19. Hiçbir yazar, eserinde, kendisinin ve eserinin korunacağını ve bahsettiği hakikatlerin bir gün bütün âlemin ufuklarında şehbal açacağını kesin bir dille ifade edemez. Rahat döşeklerde, konforlu arabalarda ve her türlü imkân içinde hayat sürerken bile, bütün tehlikelerden masun ve mahfuz kalıp, vazifemizi itmam edeceğimizi söyleyebilir miyiz?
Evet, biz nasıl hayatımızı garanti edemezsek, eserimizin hayatiyetini de aynı şekilde garanti edemeyiz. Çok makaleler, kitaplar, şarkılar bir ara liste başı olur, sonra da söner ve unutulur gider; yerlerine yenileri gelir, onlar da eskir ve bu hep böyle sürer gider. Hâlbuki bizzat Kur'ân'da "Allah seni insanlardan koruyacaktır."[22] ve "Kur'ân'ı Biz indirdik ve onun koruyucuları da Biz'iz."[23] denilerek, Peygamberimiz'in de, Kur'ân'ın da her türlü tehlike, yıpranma, suikast ve akla gelebilecek maddî-mânevî taarruz ve tuzaklardan masun ve mahfuz olduğu açıkça ilan edilmekte ve bu ilan geçerliliğini hâlâ muhafaza etmektedir, kıyamete kadar da edecektir.
20. Eserinde manzara tasvirinde bulunan bir yazar, daha çok tabiî şekilleri, iklimi, arazi yapısı ve bitki örtüsüyle yaşadığı veya gezip gördüğü çevreyi tanıtır. Hâlbuki Kur'ân'da çölün ve çöl hayatının tasvirinden çok, coşkun akan nehirlerden, yemyeşil manzaralardan, toprağa can katan yağmur yüklü bulutlardan, bağ ve bahçelerden, dağlardan ve denizlerden bahis açıldığını görürüz. Söz gelimi, Nur sûresi 40. âyette, engin denizin karanlıkları, üst üste dalgaların gelmesi, dalgaların üstünü bulutların kaplaması ve bütün bu karanlıklar içinde elin görülememesi gibi gerçekten enteresan teşbih ve anlatımlarda bulunulmaktadır ki, bu ne o zamanki Arap coğrafyası, ne de devrin denizcilik literatürüyle alâkalıdır. Sonra, çölde doğup çölde büyüyen ve sadece, gençliğinde bir veya iki defa Şam tarafına, yine çöllerden geçerek seyahatte bulunan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ne Kur'ân'ın sözünü ettiği manzara ve bitki örtülerini görmüş, ne de deniz yolculuğu yapmıştı. Bu durumda, böylesi tasvir ve teşbihler çölde yetişmiş bir insanın muhayyile ve dehasından nasıl kaynaklanmış olabilir?
En'âm sûresi 125. âyette, kâfirin hâli, göğe doğru yükselirken kalbi sıkışıp daralan bir insanın durumuna benzetilir. Kelimenin telaffuz hususiyeti de, şeddeli "sad"ın arkasından şeddeli "ayn" harfinin gelmesiyle havasızlıktan açık kalan ağzı resmetmektedir (yessa'adü). Bugün ilmî gelişmeler, gerekli cihaz kullanılmadan dağların tepesine doğru yükseldikçe oksijen azlığından insanın nefessiz kaldığını ve göğsünün daralıp sıkıştığını ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu gerçek, ancak balon gibi vasıtalarla yukarılara çıkıldığında ya da çok yüksek dağlara tırmanılmakla anlaşılabilmektedir. Efendimiz'in döneminde balonla yolculuk bir hayal bile olmadığı gibi, Arabistan coğrafyası da kendisine çıkılmakla göğsün daralacağı yüksek rakımlı yerlerden mahrumdu. Öyleyse, böyle bir teşbih ve ifade, ancak her şeyi bilen Allah'a (celle celâluhu) ait olabilir.
21. Yazar, eserini daha çok en fazla duygulandığı, letâifinin en müsait olduğu, dolayısıyla zihin konsantrasyonunun tam sağlandığı anlarda yazar ve kendisini üzüntüye veya sevince sevk eden hâdiselerden de bahsetmemezlik edemez. En güzel edebî eserler, kalblere en ince ve keskin mânâların dolduğu ve dışta bu hâlete yol açan hâdiselerin cereyan ettiği zamanlarda kaleme alınmıştır. Çoğu eserler, yâr, yârân ve dostlar ya da evlâtlardan bahseder; zindanda çekilen çileler, gurbet hatıraları, meslek hayatının tecrübeleri ve acı-tatlı anları onların biricik mevzularıdır. Kalblerde ve ruhlarda derin tesirler icra eden hâdiselerden tecerrüt etmek öyle kolay kolay mümkün değildir.
Şimdi, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) o çileler, ızdıraplar, mücadeleler, sıkıntı ve kederlerle dolu hayatını inceleyin; bir yandan dışa karşı amansız bir mücadele verirken, diğer yandan o müstesna cemaatini nasıl yetiştirdiğini nazara alın ve sonra da Kur'ân'da, O'nun çektikleriyle, belâ ve musibet demleriyle, hatta çocuklarının vefat ve hayatıyla bile alâkalı âyetler bulabilecek misiniz, bakın! O'nun en çileli günlerinin dert ortağı ve en büyük destekçisi Hz. Hatice'den (radıyallâhu anhâ) ve O'nun bir diğer destekçisi Ebû Talib'in vefatı sebebiyle adına "Hüzün Senesi" denilen seneden, Haşim Oğulları'na kızgın güneşin altında üç yıl süreyle uygulanan boykottan, kendi ciğerinin dağlanmasına yol açan sevgili amcası Hz. Hamza'nın (radıyallâhu anh) katlinden ve ciğerinin doğranıp çiğnenmesinden ve kendisine en büyük kötülüğü yapmış müşrik ileri gelenlerinden bahis açılmış mıdır? Elbette hayır. Öyleyse bu Kitap O'na ait değildir. O sadece bir vasıtadır ve Kur'ân'ı geldiği şekliyle tebliğ etmektedir.
22. Yazar, eserini yazarken mal-mülk edinme, zengin olma, makam ve şöhret kazanma veya idealini tebliğ ve yüceltme ve mukaddeslerine ya da menfî düşüncelerine hizmet etme gibi gayelerden birini düşünebilir. Muhalfarz, Kur'ân'ı Efendimiz kendisi yazmış olsa, bununla mal-mülk edinme gayesi taşıyordu denebilir mi? Hâşâ, O'nun 23 yıllık peygamberlik hayatına baktığınızda, dünyanın tozuna-toprağına asla bulaşmadığını, namazının arasında dahi cemaati bırakıp, mescidden ayrılarak evindeki üç-beş kuruşu dağıttığını, üç gün geçtiği hâlde yiyecek tek lokma bulamadığını, açlıktan zaman zaman karnına taş bağladığını, hatta ashabının durumunun yavaş yavaş düzelmeye başladığı bir zamanda hanımlarının kendisinden birazcık rahat bir hayat istemesi karşısında onları ya kendisini ya da dünyayı seçme şıklarından birini seçmeyle karşı karşıya bıraktığını ve onların da kendisini seçtiğini görecek ve Huneyn savaşında ganimet olarak eline 8 bin okka gümüş ve yüzlerce deve, binlerce koyun geçtiği hâlde, vefatında, evine yiyecek temin edebilmek için rehin olarak verdiği kalkanını hâlâ geri alamamış olduğunu içiniz sızlayarak müşâhede edeceksiniz.
Bütün bunlardan sonra O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) gayesi, makam, mevki, şöhret ve ün yapmaktı diyebilir misiniz? Hâşâ, daha Mekke döneminde risaletinin başlangıcında kendisine Mekke'nin reisliği, dünyada kimsenin sahip olmadığı miktarda mal ve Mekke'de isteyeceği en güzel kız teklif edilmiş, fakat O bütün bu teklifleri, "Sağ elime Güneş'i, sol elime Ay'ı koysalar, vallahi ben davamdan vazgeçmem." diyerek elinin tersiyle geri itmişti.[24]
Sonra, şöhret peşinde koşan bir insan, eserinde hiç kendisinden bahsetmez mi? Hâlbuki Kur'ân'a baktığımızda, diğer peygamberlerin isimlerinin aşağı yukarı 500 defa geçtiğini, buna karşılık 'Muhammed' isminin ise sadece 4 defa zikredildiğini[25] hayretle görür ve O Yüce Kamet (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde bir kez daha "Eşhedü enneke Resûlüllah" diyerek eğilmekten kendimizi alamayız.
23. Esbab-ı nüzul denilen ilim sahası, her âyetin hangi hâdise münasebetiyle indiğini ele alır. Kur'ân'da on beş kadar âyette "Yes'elûneke - Sana soruyorlar" şeklinde Peygamberimiz'e sorulan sorular bahis konusu edilmekte ve bunlara "Kul - De!" şeklinde başlayan cevaplar verilmektedir.[26] Çeşitli haram ve helâller, ganimetlerin taksimi, hilâller, kıyamet, Zülkarneyn, infak şekli ve ruh gibi, her birine bir beşerin gerekli cevabı vermesinin mümkün olmadığı çok çeşitli konularda gelen bu soruları cevaplayanın Allah (celle celâluhu) olduğu gayet açıktır. Çünkü, her soruya en uygun cevabı vermek ve her hâdise münasebetiyle en müsait ve elverişli çözümü muhtevi bir âyet göndermek hiçbir zaman bir beşerin tâkati dahilinde olamaz. Kaldı ki, böylesi sorular karşısında Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir miktar sükut buyurduğu oluyordu; yani cevap olarak inecek âyeti bekliyordu. Nitekim kendisine 'ruh'tan sorulduğunda böyle olmuştu.[27]
24. Hangi insan, hangi yazar, kendine olan güven ve itimadı sarsacak şekilde, bir zaman 'doğru' dediğine sonra 'yanlış' diyebilir ve zaman zaman görüş değiştirip, davranışlarında yeni ayarlamalara gidebilir; hele bu yazar, bütün dünyaya bir mesaj takdim etme iddiasındaysa? Hâlbuki Kur'ân'da yalnız Mekke ve Medine'liler veya Arap Yarımadası insanları için değil, hatta yalnız dünya insanlığı için de değil, bütün âlemler için 'rahmet' olarak gönderildiği ifade olunan[28] Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), zaman zaman Kur'ân'ın tatlı ikazıyla yapmakta olduğu veya yapmaya niyet ettiği hareketini değiştirir ve davranışını Kur'ân'a göre yönlendirirdi.
Kendisi insanların hidayeti için gönderilmişti. Amcası Ebû Talib'in hidayetini arzu etmesi de gayet normaldi. Çünkü O, hem amcası hem de 40 yıla yakın kendisini himaye eden bir şahıstı. Ancak esas olan Allah'ın dilemesidir. İşte Allah Resûlü ısrarla amcasına, ölümün çok yakın olduğu bir anda "Lâ ilâhe illallâh de, ahirette sana şefaat edeyim." diyor fakat Ebû Talib bunu söylemiyordu.[29] İşte bu meselenin tahlilini yapan âyet mealen O'na şöyle diyordu: "Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; ancak, Allah dilediğini hidayete erdirir."[30]
Bakın başka misaller: Müslüman tanındığı için münafıkların başı olan İbn Selûl'ün cenaze namazına duracaktı, fakat Allah'ın ikazıyla bıraktı.[31] Azadlı kölesi Zeyd'e "evlâdım" derdi; Allah, âyetle evlâtlık edinmeyi kaldırdı.[32] Hiç aklından geçmediği hâlde, azadlı kölesi Zeyd'den ayrılan Hz. Zeynep'le ilâhî emir neticesi izdivaçta bulundu.[33] Bedir esirlerinin affedilip salıverilmesi düşünülüyordu; Allah'ın ikazıyla fidye karşılığı salıverildi...[34]
Bütün bu ve benzeri emir ve nehiyler gösteriyor ki, O, hiçbir zaman kendi başına hareket eden biri değil, sadece Allah'ın hükümlerini uygulayan bir elçi, bir resûldür. Davranışlarını da kendiliğinden değil, Allah'ın ikazıyla değiştiriyor ve hiçbir zaman"hevasından konuşmayıp, yalnızca vahye tâbi oluyor."[35]
25. Hiçbir insan kendi kendine namusuna leke getirmek ve bu mevzuda dile düşmek istemez. Hele bu insan, ömrü boyunca 'emîn' olarak tanınmış bir iffet ve namus âbidesiyse! Gerçek bu iken, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatına baktığımızda münafıkların düzüp ortaya attığı bir hâdiseye şahit oluruz; tam bir ay belini büken, kendisini ızdıraptan ızdıraba sürükleyen, yalnız kendisini değil, pâk zevcesi Âişe Validemiz'i (radıyallâhu anhâ) ve en büyük dostu Ebû Bekir Efendimiz'i (radıyallâhu anh) ve diğer mü'minleri dilgir eden 'İfk' hâdisesine.
Münafıkların Âişe Validemiz'e attıkları iftira karşısında, eğer Kur'ân'ı -hâşâ- kendi yazmış olsaydı, hakikati ortaya koymak veya namusu üzerinde en ufak bir lekenin olmadığını ilan etmek için bir ay bekler miydi? Sonra, hiç insan kendi eviyle, aileleriyle alâkalı bazı mevzuları açıklamak ister mi? Hâlbuki Kur'ân, Efendimiz'in hanımlarıyla ilgili olarak "Evlerinizde oturun, ilk cahiliye (kadınlar)ının açılıp-saçılmaları gibi açılıp saçılmayın."[36] ve "Sözü (yumuşak-tatlı) eda ile konuşmayın."[37] şeklinde emir, nehiy ve ikazlar ihtiva etmektedir. Sadece bu bile, Kur'ân'ın Kelâm-ı İlâhî olduğunu ispata yetmez mi?
[1] Ankebût sûresi, 29/48.
[2] Bkz.: Bakara sûresi, 2/23; Yunus sûresi, 10/38.
[3] Bakara sûresi, 2/23.
[4] Yunus sûresi, 10/38.
[5] Nisâ sûresi, 4/82.
[6] İbn Hişam, es-Sîratün'n-nebeviyye, 2/105-106.
[7] İbn Hişam, es-Sîratün'n-nebeviyye, 2/156-157.
[8] Kurtubî, el-Câmiu liahkâmi'l-Kur'ân, 1/153.
[9] Haşr sûresi, 59/7.
[10] Necm sûresi, 53/39.
[11] Nisâ sûresi, 4/58.
[12] Mâide sûresi, 5/32.
[13] Ankebût sûresi, 29/48.
[14] Şûrâ sûresi, 42/52.
[15] Bkz.: Enfâl sûresi, 8/70; Ahzâb sûresi, 33/28, 59.
[16] Bkz.: M. Fuad Abdulbâkî, Mu'cemu'l-müfehres li'l-elfâzı'l-Kur'âni'l-Kerim.
[17] Hâkka sûresi, 69/44-46.
[18] Tevbe sûresi, 9/43.
[19] Ahzâb sûresi, 33/37.
[20] Bkz.: Ankebût sûresi, 29/48.
[21] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/44; Hûd sûresi, 11/49; Kasas sûresi, 28/44.
[22] Mâide sûresi, 5/67.
[23] Hicr sûresi, 15/9.
[24] İbn Hişam, es-Sîratü'n-nebeviyye, 2/101.
[25] Âl-i İmrân sûresi, 3/144; Ahzâb sûresi, 33/40; Muhammed sûresi, 47/2; Fetih sûresi, 48/29.
[26] Bkz.: Bakara sûresi, 2/189, 215, 217, 219, 220, 222; Mâide sûresi, 5/4; A'raf sûresi, 7/187; Enfâl sûresi, 8/1; İsrâ sûresi, 17/85; Kehf sûresi, 18/83; Tâhâ sûresi, 20/105; Nâziât sûresi, 79/42.
[27] Bkz.: Taberî, Câmiu'l-beyan, 8/301; 18/180.
[28] Enbiyâ sûresi, 21/107.
[29] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/122.
[30] Kasas sûresi, 28/56.
[31] Bkz.: Tevbe sûresi, 9/84.
[32] Bkz.: Ahzâb sûresi, 33/4.
[33] Bkz.: Ahzâb sûresi, 33/37.
[34] Enfâl sûresi, 8/67.
[35] Bkz.: Necm sûresi, 53/3-4.
[36] Ahzâb sûresi, 33/33.
[37] Ahzâb sûresi, 33/32.
.
Kur'ân-ı Kerim ve İlmî Hakikatler
İlim, tecrübe ve deneyler neticesi kesinlik kazanan meseleleri kendine izafe ile 'ilmî' kabul ederken, kesinlik kazanmayanlara sadece birer teori ve tahmin nazarıyla bakar.
İlim, geleceğe ait fikir yürütmez. Sadece neticeyi söyler. Realite plânında durum bu olmakla beraber, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), fevkalâdeden ve bir mucize eseri olarak bazı ilmî tespitleri asırlarca evvelinden haber vermiş ve verdiği haberler aynen gerçekleşmiştir. Veya o gün söylediği bazı hususları bugün ilim ancak keşfedip anlayabilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de de bu mevzuyla alâkalı birçok âyet vardır. İster peygamberlere ait mucizeleri misal getirmekle, isterse teşbih, temsil ve işaret yollarından birini kullanmakla olsun, Kur'ân, gelecekte varılacak merhaleyi çok önceden söylemiş ve bununla mucizevî yönlerine bir başkasını daha ekleyerek, Kelâmullah olduğunu bir diğer vecihten daha ispat etmiştir. Zira muhit bir ilme sahip olmayan birinin çok çeşitli ilmî meselelerin asırlar sonra kazanacağı merhalelere asırlar öncesinden işarette bulunması, hatta sarihe yakın bir üslûpla onlardan bahsetmesi mümkün değildir. Hâlbuki Kur'ân, bunu yapmaktadır; öyleyse O, Kelâm-ı İlâhî'dir.
A. Kur'ân'da ne, ne kadar ve ne ölçüde bulunur?
1. Kâinatı ve insanı anlatan bir kitap olarak her şeyi beyan eden Kur'ân'da hiçbir şey eksik bırakılmamış, yaş, kuru her şey, münderecatına dahil edilmiştir.[1] İbn Mesud, "Kur'ân'da her şeye ait ilim indirilmiş ve her şey beyan edilmişse de, bizim ilmimiz ondaki her şeyi anlamaya yetmez."[2] derken, İbn Abbas, "Devemin ipi kaybolsa, onu herhâlde Allah'ın Kitabı'nda bulurum."[3] demekte, Süyûtî ise, Kur'ân'da bütün ilimlerin yer aldığını ifade etmektedir.[4]
Son Nebi'yle kemale erdirilmiş mükemmel din İslâm'ın Kitab'ı ve dolayısıyla cihanşümul olması hasebiyle Kur'ân, bütün zaman ve mekânlara aittir. O, müfessirinden fakihine, sosyoloğundan psikoloğuna, mutasavvıfından filozofuna, fizikçisinden kimyacısına, herkese, her asırda ve her tabaka ve seviyede ders verir; Kur'ân'ı, onda kendini arayarak okuyan insan, "Kur'ân bana hitap ediyor, bana beni anlatıyor." der. Bir de onu gırtlağından aşağı indirerek okuyabilirse, işte o zaman başına gelmiş, gelecek her şeyi, hayatındaki zikzaklarını, karanlık, aydınlık bütün hâllerini ve hastalıklarını onda keşfeder ve dertlerine deva, hastalıklarına şifa olacak ilaçları da yine onun eczanesinden alabilir.
Kur'ân'da nefis terbiyesi, ruh ve kalb temizliği, vicdan muhasebesi, aile idaresi, çocuk terbiyesi, içtimaî münasebetler, âdâb-ı muaşeret kaideleri, ahlâkî meseleler, hukuk, iktisat, muamelât, kâinatta cari kanunlar, ilim ve fenlerin esasları, medeniyet harikalarının fihristesi ve daha neler neler vardır.
2. Kur'ân'da mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymetine göre her şey vardır.
- Evet, Kur'ân'da her şey vardır; fakat çapına, azametine, önemine, mahiyet ve kıymetine göre vardır. Nedir en önemli mesele?
Tevhid, nübüvvet, haşir, kulluk, ebedî saadeti kazanma, azaptan korunma... Bunlardan başka, Allah'ın kâinattaki icraatı, sanatlarının teşhiri, sıfât ve esmâsının tecellîleri, sistem ve kürelerin muhteşem bir nizam ve âhenk içinde bunu ifade etmesi...
Bütün bunlar, en ince ayrıntılarına kadar açık seçik anlatılmış; ayrıca, belli devrelerde ortaya çıkacak ilmî gelişmeler ve teknik buluşlar da, ehemmiyet ve kıymetlerine göre açıkça olmasa da, ya işareten veya remzen Kur'ân'da yerlerini almışlardır. Neden açıkça değil?
Şundan ki, meselâ, beşerin pek mühim gördüğü elektrik, tayyare ve füze gibi vasıtalar: "Biz neden Kur'ân'da sarahaten geçmiyoruz?" diye soracak olurlarsa, karşılarına hemen Güneş, Ay ve yıldızlar, galaksi ve kuasarlar çıkıp: "Haddinizi bilin, bir sinek kanadı bile sizden çok daha mühim, çok daha sanatlı ve çok daha harikadır. Öyleyse, protokoldeki yerinizi karıştırmayın; siz ancak çapınız ölçüsünde Kur'ân'da yer alabilirsiniz." der ve onları susturur.[5]
- Kur'ân'da her şey vardır fakat muhtelif derecelerde ve çeşitli hüviyetlerde içtimaî düsturlar ve içtimaî ve kevnî kanunlar hâlinde vardır. Çok şey de, insanların çalışmasına ve gayretine terettüp eden nüve, çekirdek ve tohumlar hâlinde bulunur.
Deylemî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem),"Muhakkak her âyetin zâhiri, bâtını, bir haddi ve müttala'ı (yani açık ve işaret yollu mânâları, ayrıca da muttalî olunan ve anlaşılabilen bir haddi); bundan başka, her biri için de dallar ve budaklar (ve fünuna ait mânâlar) vardır."[6] buyurmaktadır.
- Kur'ân'da her şey vardır ama herkes her şeyi onda olduğu gibi göremez. Gazzâlî'nin İhya'sında işaret ettiği gibi, Kur'ân-ı Kerim'in sarîh ve zâhirî mânâlarını havas gibi avam da anlayabilir; bâtınî ve gizli mânâlar ise müdakkik ve mütefekkir ilim erbabına mahsustur. Kur'ân'ın "İlim'de kök salıp, derinleşenler."[7] diye tavsif ettiği gavvaslar, o ummana dalıp inci, mercan çıkarırlar. Ama herkes o ummana dalamaz; herkes ondaki cevheri görüp takdir edemez. Antika bir eşyaya demirciler çarşısında ancak ağırlığı kadar kıymet verirler; fakat antikacının yanında paha biçilmez bir değeri vardır onun. Demek ki, Kur'ân'da çok şey, ancak çalışma, tefekkür ve ilhamla erbabının anlayabileceği nişanlar, işaretler, alâmetler ve ipuçları hâlinde bulunmaktadır.
- Kur'ân'da her şey vardır ama kendi zatında gaye ve hedef olarak değil, Sâni'in mârifet ve azameti namına vardır. Bir yazıda 'a' harfi, kendinden çok, yazanın sanat ve kabiliyetini gösterdiği gibi, Kur'ân âyetleri de, Allah'ı tanıma ve bulmada birer mukaddime ve delil yapılsın, tefekkür ve teemmülle ibret alınsın diye vardır. Zira Kur'ân'ın asıl ve en birinci vazifesi, insana hem kendi, hem de kâinatın sahibi olan Zât'ı tanıtmak, kulluk dairesindeki vazifelerini talim etmek, ferdî, ailevî ve içtimaî hayatını tanzim etmek, ebedî saadeti kazanmasına vesile olmak ve topyekün bir hayatı ve insanlığı kucaklamaktır. Eğer böyle olmayıp da, Kur'ân, yirminci asrın tabusu hâline gelmiş bir kısım medeniyet harikalarından ve ilmî gelişmelerden açıkça ve tafsilatıyla bahsetseydi, o zaman pek ehemmiyetli gayelerin söz konusu edilme hakkı ortadan kalkacak ve dünyanın halifesi ve en mükerrem varlığı insan ihmal edilmiş olacaktı. Bu ise, Kur'ân'ın asıl maksadına ve ruhuna tamamiyle zıt bir keyfiyet olurdu.
Allah, Kur'ân'a kâinat kitabını tercüme ettirmektedir. Dolayısıyla, en mükerrem varlık olarak kâinata gerçek mânâsını kazandıran insanla alâkalı meseleler ve ilmî hakikatler de ihmal edilmeyip, önem ve mahiyetlerine göre elbette Kur'ân'da yerlerini alacaklardır. Kur'ân bir fizik, astronomi veya tıp kitabı olmamakla birlikte, bu ilimlere ait meseleler ve kıyamete kadar ilimler adına yapılacak tespit, teşhis ve keşifler ve insan hayatıyla çok yakın münasebeti bulunan teknik vasıtalar da çaplarına göre çeşitli hüviyet ve mahiyetlerde, bazen bir çekirdek, bazen işaret, bazen fezleke, bazen remz, bazen de formüle edilmiş kanun ve prensipler hâlinde onun sayfaları arasında kendilerine yer bulacaklardır.
Kur'ân, kıyamete kadar insanların münasebetdar olacağı ilimlerin hiçbirini ihmal etmeden her sahada işaret taşlarını koyarak nihaî sözü söylemiş ve insanların ulaşacakları zirvelere bayrağını dikerek, kendisine akıl, idrak ve düşünce bahşedilen insanı bu sahalarda araştırma ve çalışma yapmaya teşvik etmiştir.
B. Kur'ân-ı Kerim'in bütün ilimlerden açıkça bahsetmemesinin sebepleri nelerdir?
1. Eğer Kur'ân-ı Kerim, bütün ilimlerden açıkça bahsetmiş olsaydı, bu onun Allah kelâmı olduğuna daha açık bir delil teşkil ederdi, diye düşünülüyorsa, bu yanlıştır. Çünkü her şeyden önce Kur'ân, modern ilimler kitabı olmadığı gibi, yukarıda temas ettiğimiz üzere takip ettiği esas mevzu da, dünya ve bilhassa ahiret saadetini kazandıracak şekilde topyekün insan hayatıdır. İlimlerin her zaman ve mekânda, her şart ve seviyedeki dünkü ve bugünkü insanın hayatında, bu hedef ve mevzu noktasından yeri nedir ki, Kur'ân, sayfalarını mufassalan onlara ayırsın?
Ayrıca, ilimlerin tafsîlî bahsi, Kur'ân gibi bir kitabın îcazına da ters düşerdi. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı Kerim'de mârifet-i ilâhiye, tevhid, nübüvvet, haşir ve ibadet gibi temel maksatlar çerçevesinde çok özlü ve îcazlı biçimde temas veya işaret ediliveren dünyanın yuvarlaklığı ve dönmesi, kutupların basıklığı, insanın yaratılışı ve ceninin anne karnında geçirdiği safhalar, atomlar ve parmak izleri, yağmurun teşekkülü, bulutların aşılanması ve ses ve görüntü nakli gibi pek çok ilmî ve teknik bahis, onun i'caz ve îcaz yönü kesintiye uğramadan ve yeterince yer almıştır.
Bu yönüyle de o, İlâhî Kelâm olduğunu ilan ve ispat etmektedir.
2. İlimler, tıpkı insanlar gibi doğuş, bebeklik, emekleme, çocukluk, delikanlılık ve olgunluk devirlerini yaşarlar. Önce nazariyeler ortaya atılır; sonra da üzerlerinde yapılan deney, tecrübe ve gözlemlere dayalı çalışmalardan ve muhakeme ve mukayeselerden sonra bu nazariyeler, ya çürütülür ya da o zamanki bilgi ve gelişmeler çerçevesinde doğru kabul edilirler. Çok zaman bu doğru kabul ediş bile, belli bir zaman dilimiyle sınırlı kalmaya mahkûm olup, daha sonraki araştırma ve gelişmeler, o doğruları da yalanlar ve neticede ortaya yeni doğrular çıkar. Bu doğruların da zamanla yalanlandığı ve yerlerini yeni doğruların aldığı çok zaman vâkidir. -Gerçi, 'çekim kanunu' gibi değişmeyen kanunlar da vardır; fakat bunlar, sayıca çok az olup, ilimler devamlı gelişmekte ve ilmî doğrular, zamanla doğruluklarını kaybetmektedirler.- Meselâ, bir zaman Newton fiziği, bir zaman da Einstein fiziği doğru kabul edilmiş, bir zaman ikisi de bir arada doğru gibi görülmüş, bugün ise Einstein fiziğinin de yanlışlar ihtiva ettiği ortaya çıkmıştır. Yarının neler getireceğini ise şimdilik bilemiyoruz. Aynı vâkıa, kimyada da, biyolojide de, astronomide de bahis mevzuudur. Bu durumda Kur'ân'dan, ilimlerin hangi devrinden bahsetmesini isteyeceğiz?
3. "Herhangi bir asrın, diyelim ki yirminci asrın insanına o asırdaki gelişmelerden bahsetseydi." denilecek olursa, o zaman da şu meseleler ortaya çıkacaktır:
- Kur'ân, belli bir devrin değil, bütün zaman ve mekânların ve bütün insanlığın Kitabı'dır; hatta insanlarla beraber cinlerin de kitabıdır.
- Sadece belli bir asrın insanını memnun etmek, Kur'ân'ın cihanşümullüğüne ve ana maksatlarına ters düşer.
- İlimlerin bu asırda ulaştığı noktadan bahsedildiğinde, dünün insanı bundan ne anlayacaktır? Batı'da dünyanın döndüğünü söylemenin bile insanları zindanlara ve giyotinlere götürdüğü bir asırda bugünkü ilmî seviye ve gelişmelerle, teknik vasıtalardan bahsetmek, o asır insanını inkâra, taaccübe ve çok yanlış değerlendirmelere sevketmek demek olmaz mı? Yalnızca bugüne hitap eden bir kitab, önceki asırlar için nasıl muğlaklık, müphemlik ve anlaşılmazlıktan kurtulabilir?
- Yirmibirinci ve yirmiikinci asırların yepyeni ilmî ve teknik gelişmeleri karşısında, o asırların insanları, Kur'ân'a 'yirminci asrın modası geçmiş kitabı' gözüyle bakmayacaklar mıdır?
- Bugün doğru kabul edilen pek çok ilmî 'faraziye'nin bir gün gelip de yanlış tarafları ortaya çıktığında Kur'ân, yanlışlar ihtiva eden bir kitap durumuna düşmüş olmaz mı? Yanlışlarla dolu bir kitabın İlâhî Kitap olduğunu kim kabul eder?
Kur'ân, bütün zaman ve mekânlara ve her seviye ve şarttaki bütün insanlara hitap etmektedir; dolayısıyla dili, üslûbu ve ele alıp ihtiva ettiği mesele ve mevzular da şüphesiz buna göre olacaktır.
4. Kitaplığınızdaki kaç kitabı okur veya bir kitabı kaç defa usanıp bıkmadan okuyabilirsiniz? Ayrıca, dünyada ilmin çeşitli sahalarında yazılmış kaç kitap vardır, hiç düşündünüz mü? Kur'ân, ilimlerden mufassalan bahsetmiş olsaydı, acaba ortaya kaç kütüphaneyi dolduracak kadar kitap çıkar, çokları için sıkıcı gelecek bunca kitabı kim usanmadan okur ve bu kadar kitap ya da bu kadar ciltlik bir kitap, insanlar için nasıl hidayet ve dünya-ahiret saadeti kaynağı olabilirdi?
5. Kendisine akıl, idrak, düşünme, muhakeme, araştırma istek ve kabiliyeti, merak ve ihtiyaç duygusu gibi alabildiğine kompleks ve kullanılmak ve geliştirilmek isteyen nice meleke ve duygular verilen ve dünya hayatında imtihana tâbi tutulan insana ilimler adına her şey teferruatıyla takdim edilseydi, bu takdirde bunca istidat ve kabiliyetlerle donatılan bir insan oluşun ne hikmeti kalırdı? Sonra, aklın her şeyi kabul etme mecburiyetine düşmesi ve iradenin tercih hakkının da elinden alınmasıyla imtihanın, dolayısıyla dünya hayatının bir sebebi ve hikmeti olur muydu?
6. Her insan, ilimlerle ve ilmî inceliklerle meşgul olamaz; kaldı ki, buna lüzum da yoktur. Ayrıca, zekâ, kavrayış, tahsil durumu, bilgi ve kültür seviyesi ve içtimaî hayatın talepleri de böyle bir şeye mânidir. Sonra, ilimler, yalnızca 'müsbet ilimler'den ibaret de değildir. Onlardan çok daha kıymetli ve insan hayatı için daha faydalı ilim şubeleri olduğu gibi, hangi şubesi olursa olsun, ilimle uğraşan insanların sayısı da azdır.
Kur'ân ise, belli bir azınlığa değil, çocuklardan yaşlılara, erkeklerden kadınlara, çiftçiden esnafa, okumuştan okumamışa ve yüzde doksanlık bir nispetle avama hitap eder. Bu durumda Kur'ân'dan, ruhu, kalbi, aklı, kompleks duyguları, arzu ve istekleri, gayesi, dünya ve ahiret hayatı, çok çeşitli problemleri, kulluğu, çok yönlü münasebetleri ve ihtiyaçlarıyla insanı bırakıp da, bir devirde ortaya çıkmış ve her zaman için değişmeye mahkûm bir kısım ilmî meselelerden açıkça ve teferruatıyla bahsetmesini istemek, hem Kur'ân'ı tanımamış olmanın ifadesidir; hem de insanı, insan hayatını ve kâinatı bilmemenin tezahürüdür. İlimlerin ne hakkı var ki, Kelâm-ı İlâhî olan Kur'ân'ın bütününde kendilerine yer verilsin?
Kur'ân, insanın yaratılış gayesi ve kendisinin taşıdığı ana maksatlar istikametinde her şeyden kadri, kıymeti, değeri ve mânâsı ölçüsünde bahseder. Tüm insan hayatını ilgilendiren ibretler meşheri ve fertlerin, milletlerin kısaca tüm ferdî ve içtimaî yönleriyle insan hayatının temel taşları olarak peygamberlerin ve eski kavimlerin kıssalarına yer verir; mârifet-i ilâhiye, tevhid, iman hakikatleri, insanın çok çeşitli hususiyetleri ve kâinat kitabının başlıca mânâ hüzmeleri olarak ilmî hakikatlere temas eder ve inkâra, bıkkınlığa, aklın ve iradenin iptaline, eskimeye, anlaşılmazlığa ve söz israfına yol açmayacak biçimde mecaz, teşbih, temsil ve istiarelerle her devrin, her mekânın, her tabakanın ve her seviyenin insanına -tabir caizse- en hazmedilir komprimeler hâlinde meseleleri takdim eder.
Güneş gibidir Kur'ân; mağarada büyüyenle üniversitede yetişene farklı ışık göndermez ama herkes de ondan aynı derecede ışık alamaz. Ekvatordaki insanla, kutuplardaki insan ondan farklı farklı istifade eder. Tarlasında tohum saçan insanla, o tohumun meyvelerini sofrasında yiyen insanın mazhariyetleri farklıdır. En üst rütbe ve makamdaki ordu komutanının verdiği hücum emri ile gösterdiği hedef, albay, yüzbaşı veya onbaşınınkiyle aynıdır ama seviye, telakki, tatbik kabiliyeti, şümullülük ve ağırlık derecesi farklı farklıdır.
Meselâ, Kur'ân on dört asır önce 'incir' demiş.. incir, çekirdeği, kök ve gövdesi, dalları ve yaprakları, çiçekleri ve nihayet meyvesiyle bir bütünü ifade etmektedir. Ama ilk devir insanı, 'incir' denilince diyelim ki çekirdeğini anlamış.. sonra gelenler köklerini, daha sonrakiler gövdesini, onları takip edenler de dallarını anlamışlar. Yaprakları ve çiçekleri derken, bugünün insanı 'meyve'yi anlar olmuş.
İşte Kur'ânî hakikatler, çekirdeğinden meyvesine yetişip kemale eren bir ağaç misali, kıyamete kadar her seviyedeki göz ve gönüle hitapla her insanı tatmin edecek keyfiyettedir. Her dönemde insanlar, Kur'ân'ın ortaya koyduğu bütüne kabiliyetleri nispetinde parça parça talip olacaklardır.
Buna biz, 'icmalde tafsil' diyoruz; yani, Kur'ân'ın 'sehl-i mümtenî' yönüdür bu: Çekirdekte meyveyi gösterme ve ifade etme.. Bir güneş halkedip, her bir canlının gözünde derece derece ışımasını temin etme ve aynı zamanda hem ısısından mahrum bırakmadan, hem de yakmadan her bir varlığı besleyip büyütme...
Güneş öyle bir ışık kaynağıdır ki sönmez ve eskimez. İnsanlar doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler; dünya değişir; tarih sahnesinde milletler görünür gider ama Güneş, hep aynı Güneş'tir ve dürüleceği âna kadar da tazelik ve güzellik timsalidir.
Kur'ân, Güneş'ten daha parlak ve daha canlıdır. Gençliğini korumak gibi bir meselesi yoktur onun... Asırlar geçtikçe, ilimler geliştikçe gençleşir, ışığı ve harareti daha bir artar. İlimler, onun zirveye, ufka diktiği bayrağa yetişmek için koşuşup durmaktadır.
Kur'ân, kâinattaki cari kanunların ifadesi olarak, tedricen nüzul etmiş veya tersi bir deyişle, kâinattaki eşya ve hâdiselerin seyri, Kur'ân'a uymakla peyderpey anlaşılır hâle gelmiş, çekirdekten ağaca, spermden insana -dünyanın ateş parçası hâlinden bugünkü durumuna gelmesi misali- bu anlayış da tedricen ve yavaş yavaş olmuş ve olmaktadır. Kur'ân, yirmi üç yılda nazil olmakla, beşerin yaratılışına ve fıtratına en uygun telkin yolunu seçmiş, doktorun dozaj ayarlaması gibi, ihtiyaca göre ve tedricen kötü ahlâkı, yanlış telakki ve anlayışları ve bâtıl itikatları kaldırıp, yerlerine güzel ve doğru olanlarını yerleştirmiştir. İlimler de bu istikamette ve bu umumî nizama göre peyderpey seviye kazanıp gelişmektedir.
C. Kur'ân ile ilim veya din ile ilim birbirini nakzeden farklı şeyler midir?
Her şeyden önce belirtmeliyiz ki, din-ilim tenakuzunu iddia eden kişilerin bahsini ettiği şey, 'ilim' değil, 'bilim'dir. İlim, 'aydınlık' kokan 'din' kokan bir kelimedir; hakikat soluyan ve kişiyi sırat-ı müstakîme götüren bir ışık kaynağı, bir gerçekler manzumesidir. 'Bilim' denilen şey ise, kendisine biçilen elbise, yüklenen fonksiyon ve kazandırılan mânâ ile karanlıklar, kaos ve karadelikler manzumesidir.
İlim, bizde doğup büyümüş, aslını ve çekirdeğini bizden almışken, bilim, rasyonalizmiyle, pozitivizmiyle batının mahsulüdür. Bu bilim, hakikati ve bütün hakikatlerin kaynağı mutlak hakikati inkârla işe başlar ve hatalar, yanlışlar, ihtimaller üzerinde gide gide güya doğruya varmaya çalışır. Oysa elde bütün yanlışların vurulacağı, bütün gerçekdışıların tartılacağı bir hakikat olmadan, doğruya nasıl varılabilir? Her şeyi değişir gören bilim, bir 'değişmez'in varlığını kabul etmeden, değişmeler ve değişenler üzerinde nasıl çalışabilir? Değişmez kaideler ve sabit hakikatler olmadan deneyin, tecrübenin ve gözlemin halledeceği hiçbir şey yoktur. Onlarla insanın dünyasını aydınlatmak mümkün değildir.
Bilimin el yordamıyla üzerinde çalıştığı kâinat, esasen Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve iradesiyle yazdığı ve bir plân, program, ölçü ve dengeye göre tanzim ettiği eşya ve hâdiseler kitabı; gerçek ilimler ise, Allah'ın kâinattaki icraatından, kâinattaki ilâhî kanunlarla eşya ve hâdiselerin münasebetinden süzülmüş raporlardan ibarettir.
Bundan başka, Allah'ın bir de Kelâm sıfatından gelen Kur'ân kitabı vardır ki, Allah (celle celâluhu), bu kitabıyla kâinatı anlatır, kâinattaki eşya ve hâdiselere ışık tutar. Kâinatı bir düzen ve âhenk içinde kuran Yaratıcı, kurduğu bu düzeni Kur'ân'la ifade eder.
İnsan da, bu iki kitabın bir başka biçimde yazılmış şeklidir. Kur'ân, kâinat ve insan, bu şekilde Allah'ın isim ve sıfatlarının değişik şekillerde tecelligâhı olarak, birbirleriyle fevkalâde bir iç bağlantı hâlinde, birbirlerini şerh ve izah eden ve neticede Allah'ı tanıtan üç küllî muarrif, üç küllî kitaptır. Şimdi, bu üçü nasıl birbirine ters olabilir, nasıl birbirini nakzeder ve nasıl birbirinden ayrı düşünülebilir?
İnsan gerçek ilmi, kâinatı ve Kur'ân'ı okuyarak elde eder; elde ettiği bu ilim neticesinde kendini tanır veya değişik bir yolla önce kendini tanır, sonra da kâinatı ve Kur'ân'ı okur. Kâinat, ilimler ve Kur'ân, tıpkı bir insanın iki gözüyle bakışı gibi ileride bir noktada birleşirler. Nasıl bir insanın iki gözü farklı bakmaz ve farklı bakışa sahip değilse, Kur'ân ve gerçek ilimler de, aynı şekilde birbirinden farklı değillerdir.
Bu mevzuda ileri sürülen farklılık, sadece bunu ileri sürenin bakışındaki şaşılığı ele verir. Öyleyse ilk düzeltilmesi gereken, bu tür bakış çarpıklıklarıdır. Laboratuvarlarda kâinata, eşya ve hâdiselere Kur'ân'ın adesesiyle bakabilen mânâ ve ışık insanları, ilimleri gerçek yerine oturtacak, ilimleri ve insanlığı 'bilim'in götürüp bıraktığı çıkmazdan kurtaracak ve yahudi maddeciliğiyle, hıristiyan spiritualizmine son vereceklerdir. Biz, sadece Kur'ân'ı okuyup kâinat kitabını bir yana bırakamayacağımız gibi, Kur'ân'ı bırakıp, akılları kâinatta boğarak kaba, katı ve soğuk materyalizme de yol açamayız.
İslâm'ın hayata hayat veren sentezi budur. Bir taraftan Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin tecellîlerine birer tercüman olan bütün ilim dallarını kucaklamak, diğer taraftan da dünya ve ahiret saadetine götürücü bütün yolları hidayet tayflarıyla aydınlatan Kur'ân'a sarılmak.. işte İslâm'ın insanlığa kazandırmak istediği yüce idealin en basit ve en kısa hulâsası bu terkiptir.
Batıda din, hiçbir zaman bütünüyle hayatı kuşatamamış ve hayata hayat olamamıştır. Üç asırlık safvet döneminden sonra onun, mâbedin loş duvarları arasına hapsedilmesi neticesinde, günlük birkaç ahlâkî kaide dışında Avrupa insanına vereceği bir şey kalmamıştır. Bu sebeple, batılı ilmi bizden alırken, mânâsından ve gerçek muhtevasından tecerrüt ettirerek almış ve Rönesans'la birlikte tamamen maddî bir dünyanın dar ve katı kalıpları içine hapsetmiştir.
Evet, dün inkâr etmekle beraber, bugün Maurice Bucaille, Alexis Carrel, Karlyle ve Garaudy gibi mütefekkir ve ilim adamlarının da itirafıyla ilmi bizden aldığını kabul eden batılı, onun gerçek yönünü, Allah'a götüren bir ışık oluş keyfiyetini bir yana bırakıp, bütünüyle maddî ve karanlık bir hayatı yaşamada soğuk bir vasıta hâline getirmiştir onu. Dolayısıyla, gerçek mânâ ve muhtevasından uzaklaştırılmış dinle, maddî tutkulara esir edilmiş bir ilmin, yani 'bilim'in çatışması gayet tabiî ve normaldir.
Meselenin bir yönü daha var. Muharref Tevrat ve İncil, ilâhî söz olma adına kendilerinde pek çok yanlışı barındırmaktaydı. Daha çok kendi zamanlarındaki dinî meselelere çözüm getirmek ve 'dindar'lara hitap etmek için 'din adamları'nca kaleme alınan 'Kitab-ı Mukaddes', her zamana, her seviyeye ve her mekâna hitap edici vasfıyla ilâhî dilini kaybedince, kâinatta değişmekten ve tahriften masûn ilâhî hakikatlerin keşfi karşısında şüphe gubarına ve inkâr rüzgârına maruz kaldı. Meselâ, Kitab-ı Mukaddes, dünyanın yaratılışına ve insanın yeryüzüne gelişine belli ve kesin seneler biçiyor, kâinatın altı günde yaratılışını pazartesi, salılarla ifade ediyor ve Allah-insan münasebetini Hz. Âdem'in (aleyhisselâm) Cennet'ten çıkarılışı kıssasında -hâşâ- rakip iki kralın münasebeti gibi takdim ediyordu.
Böyle bir kitabın esasen, kâinatın keşfine yönelen insana verebileceği fazla bir şey de yoktu. Sonra, batılı, ahlâkî bakımdan da olsa dinin hayatına müdahalesine fazla mütehammil değildi. İşte, böylesi sebepler, batıda dinle ilmi birbirine hasım ve muhalif iki ayrı istikamete ve iki ayrı kutba çekti.
Hıristiyanlık, gelişen hayat şartları ve 'bilim' adına kaydedilen ilerlemeler karşısında, taşın altında kalıp solmaya ve çürümeye yüz tutmuş ve ısı, ışık ve su gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaktan mahrum bırakılmış bir yaprak misali kendi varlığını, kırpık ve eksik mevcudiyetini kabul ettirme imkânı bulamıyordu. Gün yüzüne çıkmak istediğinde ise, artık vakit çok geçti; bilim, almış başını gidiyor, eşya ve hâdiseler kendisini refüze ediyordu. Elinde kala kala tek bir kuvvet unsuru kalmıştı Hıristiyanlığın: Afaroz! Buna karşılık, zamanında yine kendi elleriyle taşın altına koyup hayattan tecrit ettiği ve neticede soldurduğu Hıristiyanlığı, batılı bu defa reformuyla yine bizzat kendisi idam sehpasına çıkardı... Bu, afaroza bir misillemeydi.
Fakat aynı sehpada İslâm'ı idam etme düşüncesi de neden? Hiç İslâm tarihinde, dünya dönüyor dediği için bir insan afaroz edilmiş midir? İslâm'dan başka, hayata nasıl hayat olduğunu 11-12 asır insanlığa gösteren bir ikinci sistem gelmiş midir? İlimler adına bütün dünyaya asırlarca muallimlik yapan İslâm'ı, ilme karşı ve gelişmeye mâni diye idam sehpasına çıkarmak, düşmanca bir garaz ve insafsızlık değildir de nedir? Yoksa bunun sebebi, İslâm'ı hayatımızdan tecritle, heva ve hevesimiz istikametinde bir hayat sürmek midir; veya batının kendi menfaatleri uğruna kasten attığı bir çelmeye alet mi oluyoruz?
Evet, biz ilim adına hiçbir zaman imanımızdan, ibadetimizden, Allah'a (celle celâluhu) ve Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) olan bağlılığımızdan kıl kadar sapmadık; tam aksine ilim, imanımıza, ibadetimize, Allah (celle celâluhu) ve Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) olan bağlılığımıza güç kattı. Aydınlık çıkış noktalarımız vardı; Cenâb-ı Hak adına kâinatı keşfetme düşüncesiyle hareket ediyorduk. Her yeni keşif, ruhlarımızda yeni bir iman, aşk ve heyecan meydana getiriyor, hamle ruhumuzu yeniden kamçılıyor ve "Daha yok mu?" diyerek daldıkça dalıyorduk. İnci, mercandı hep çıkardığımız; hem secdeye varıyor, hem rasathaneye koşuyor; din ve ilim diyerek salih daireler meydana getiriyorduk. Okumayı, yazmayı, çizmeyi ve araştırmayı ibadet neşvesiyle yapıyorduk; kaos, karadelik ve tıkanıklıklar yoktu ilim semamızda. Bilim kurgunun çok ötesinde miraca inanıyor, aynı yolda yolculuk yapmaya çalışıyor, namazı bunun esası sayıyor, mucizeleri bilip kabul ediyor ve hep Allah'a (celle celâluhu) yaklaşma gayesi güdüyorduk.
Evet, bizde bu esaslar üzerinde gelişen ilimlerin gayesi mârifet-i ilâhî, neticesi de muhabbet-i ilâhî ve zevk-i ruhanî idi.
Kur'ân ve ilimler münasebeti mevzuunda düşülen vahim hatalardan birisi de, Kur'ân'ı mevcut ilimlerin peşinden koşturmak ve onlara tâbi kılmaktır. İlimleri Kur'ân'dan, dinden ve imandan ayrı ve müstakil görmek bir tefrit, Kur'ân'ı müsbet ilimlerin peşinden koşturmak ve onu âdeta bir fizik, kimya, tıp, matematik, astronomi kitabı saymak da bir ifrattır.
Çok büyük ve enerji yüklü Güneş'i, küçücük ve soluk bir meteora nasıl uydu yapabilirsiniz? Kâinat ve insanı, ta başlangıçtan kıyamete bütün yönleriyle ele alıp inceleyen ve haritasını çizen Kur'ân'ı nasıl küçük bir dünya haritasından, hatta bir dağ silsilesi resminden ibaret görebilirsiniz? Kıvrım kıvrım akıp geçtiği, akıp geçerken de suladığı vadileri, ovaları, hayat verdiği bağ ve bahçeleri, şelâleler hâlinde döküldüğü dağları, tepeleri ve deltalar meydana getirerek ulaştığı ummanları hiç hesaba katmadan, sadece çıktığı yere bakarak "İşte nehir." demek ve o nehrin hikmetini, faydasını ve şümul sahasını, sulayıp geçtiği bir bahçeden veya yatağının bir yerindeki altın madeninden ibaret görmek ne derece yanlışsa, aynı şekilde Kur'ân'ı, değişip duran ilimlerin bugünkü seviyesiyle bir görmek, hatta henüz ispatlanamamış ilimleri, Kur'ân'a şahit yapmak ve Kur'ân âyetlerini bu ilmî buluş ve nazariyelere tatbik etmek aynı derecede, hatta daha büyük bir yanlıştır.
Kur'ân âyetleri, yeni ilmî gelişme ve nazariyelerle telife çalışılmamalıdır. Evet, Kur'ân'ın hakkaniyeti için hemen ilmî mesnet ve takviyeler, payanda ve koltuk değnekleri aramaya kalkışmak, onu küçültmek olur. Yine, yirminci asrın herhangi bir diliminde tespit edilen ilmî bir meseleye, "Kur'ân bunu anlatıyordu." deyip Kur'ân'dan delil bulmaya çalışmak, ille de pozitif ilimlere Kur'ân'ı teyit ettirmek ve her yeni tespit karşısında "Kur'ân'da bu da vardı; şu âyet bununla ilgiliydi." gibi iddialarda bulunmak, ilimler karşısında içine düşülen bir kompleksin ve Kur'ân'ı ikinci derecede görmenin ifadesidir.
İlim ve fenler devamlı değişmekte, bugün doğru kabul edilen çok şeyin, yarın yanlış olduğu ortaya çıkmakta.. sürekli yeni nazariyeler üretilmekte ve bir ilim adamının hakikat diye takdim ettiğini bir başkası pekâlâ çürütebilmektedir. Hâlbuki Kur'ân'ın ifade ettiği hakikatler sabit, değişmez, yanılmaz ve ebedîdir...
Nazil olduğu günden bu yana tam 14 asır geçmiş olmasına rağmen, Kur'ân'da öyle bâkir ve emsalsiz meseleler vardır ki, bunların hakikatine henüz ilimlerin elleri ulaşamadığı gibi, ilmî seviye de fersah fersah onların gerisinde bulunmaktadır. Pozitif ilimler, Kur'ân'ın gösterdiği ufuklara ulaşıncaya kadar, kim bilir daha kaç defa sarsılacak, kaç defa değişecektir. Beşer tarihinde kendini kabul ettirmiş nice nazariyeler vardır ki, zamanla hepsi de unutulmuş ve onların yerlerini yenileri almıştır. Bir gün gelecek, mutlaka ilim yuvalarından kapı dışarı edilecek ve bu şekilde ilimler sarsıla sarsıla Allah'ın (celle celâluhu) sarsılmaz ve değişmez Kelâmı'nın ihtiva ettiği hakikatlere ulaşacaktır.
Bu sebeple, sürekli sarsılan ve değişen müsbet ilimlerin arkasından, sarsıntı ve değişme nedir bilmeyen o muallâ beyanı koşturmamalı ve onu ilimlere uydurmaya çalışmamalıyız. Nedir öyleyse yapılması gereken?
- Kur'ân'ın ilmî gelişmelere değil, ilmî gelişmelerin Kur'ân'a tevfikini takip etmeliyiz.
- İlmî gelişme ve buluşları Kur'ân'ın arkasından koşturmalıyız.
- İlmî gelişme ve buluşların karşısına Kur'ân'ı bir endam aynası olarak koymalıyız, yani: "Ey ilimler, işte bakın, siz esas ve özünüzü bu Kur'ân'da bulacaksınız. Zira Kur'ân sizin nihaî şeklinizi ve varacağınız hakikati haber vermekte ve kaderinizi çizmektedir. Bakın da, gerçek şekil ve mahiyetinizle bu Kur'ân'da kendinizi görün. Eğer, daha henüz bu seviyeye gelememişseniz, haydi çalışıp-çabalayın ve Kur'ân'daki nihaî şeklinizi ve gerçek mahiyetinizi kazanmaya bakın." demeliyiz.
İlimlerin ortaya koyduğu bir meseleyi Kur'ân'daki bir âyete tıpatıp uyar görsek bile, yine de ihtimaller içinde, "Şöyle de olabilir, böyle de..." demeli ve o âyeti bahis mevzuu ilmî meseleyle tevil, tefsir ve tevfikte acele etmemeliyiz. İlmî bir gerçekle veya gerçek sanılan bir meseleyle bir âyet ya da hadis arasında tam bir mutabakat görülse bile, yine de her zaman için mümkün olan değişmeleri ve kendi anlayış ve seviyemizi hesaba katarak çok dikkatli ve ihtiyatlı olmak zorundayız. Şimdi meseleyi daha da müşahhaslaştırmak için bir misal verelim:
Günümüzde, AIDS'i, Kur'ân'da geçen 'dabbetü'l-arz'la aynîleştirme mevzuu var. Kur'ân'da, Allah'ın hükmü verildiğinde 'dabbetü'l-arz'ın çıkacağı beyan edilmekte ve gerek âyetten, gerekse âyetin siyak ve sibakından, bu dabbenin bir kıyamet alâmeti olduğu anlaşılmaktadır.[8] Zuhuruyla beraber de yeryüzünde imanî hayat bütün bütün sönüp, süratle bir imansızlık dönemine doğru gidiş bahis mevzuu edilmektedir.. yani dabbe zuhur edince, artık, yeryüzü vazifesini tamamlamış ve "Allah" diyenler de âdeta yok denecek kadar azalmıştır. Ve bütün elmas ruhluların gidip, kömür ruhluların ortalığı sardığı böyle bir dönemde, "yok olma" hükmünün verilmesi için 'dabbetü'l-arz' çıkacak ve "Gayri bundan sonra insanlar imana yanaşmayacak ve inananlarda yakîn hâsıl olmayacaktır." diye, kömür ruhlulara ilanda bulunacaktır.
Şimdi, Kur'ân'ın verdiği bu kısa malumat ve mevzuyla alâkalı hadisler[9] çerçevesinde, AIDS gerçekten 'dabbe' olabilir mi, sorusuna cevap arayalım:
Her şeyden önce, dabbe'nin çıkacağı kesin olmakla beraber, keyfiyeti mevzuundaki hasen, zayıf; çeşitli hadislere ve kelimenin mânâsına bakılarak, bunun virüsten gergedana muhtelif mahiyetlerde olabileceğini söylemek mümkündür.
Evet, 'dabbe', insanlar arasında salgın hastalıklara yol açan mikrop olabilir; fakat illâ 'AIDS' olur denemez. Çünkü Kur'ân'ın çizdiği sınırların dışına taşmanın sebep olduğu frengi gibi zührevî hastalıklar ve hatta bir zaman beşeri kasıp kavuran sıtma, veba ve verem gibi hastalıkların da aynı çerçevede mütalâa edilmesine bir mâni yoktur. Sonra, Hz. Mesih'in (aleyhisselâm) zuhurunu müteakip umumî durumu anlatan hadislerde beşerin müptelâ olacağı öyle korkunç hastalıklardan söz edilmektedir ki, bunların mikroplarına da 'dabbe' demek mümkündür. Kaldı ki, dünkü verem gibi, henüz tıptaki her türlü gelişmeye rağmen bir türlü sebep ve tedavisi tam olarak keşfedilemeyen ve bir hücre anarşisinden ibaret olan kanser de en az AIDS kadar tehlikeli, öldürücü ve hem daha da yaygındır. Eğer, AIDS'i dermanı yok diye 'dabbe' sayacak olursanız, şimdilik kanserin de dermanı yoktur.. ileride AIDS'e de, kansere de derman bulunamaz diye bir iddiada bulunmak ise doğru değildir. Hem böyle bir anlayış, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaşlılık ve ölüm dışında her derdin dermanının olduğunu beyan eden hadisine de ters düşmektedir.[10]
Binaenaleyh, 'dabbe'yi sadece AIDS veya benzeri bir başka hastalığa hamletmek, âyetin geniş, engin, şümullü ve bütün zamanları kucaklayıcı objektif ve çok buudlu edasına ters düşer ve mânâyı daraltır.
Evet, Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerin nurlu ve her zaman taze beyanlarının destek ve koltuk değneklerine ihtiyacı yoktur. Dışta hiçbir tezahürü görülmese de, insan vicdanında apaydın sezilecek kadar parlaktır onlar. Bu kabîl pozitif netice ve istidlâller, olsa olsa bizim zavallı aklımıza konan toz ve toprağı alıp götürmeye matuf süpürgeler olabilir ancak. Bu cılız meseleler, o yüce hakikatleri omuzlarında taşıyabilecek güçte değillerdir.
Sonra, âyeti, AIDS veya bir başka hastalığa hamletmek, ümidimize indirilmiş birer darbe demektir. Çünkü âyette, 'dabbetü'l-arz' çıkınca iman ve yakînin yerini sukut, gerileme ve inkırazın alacağı ifade edilmektedir. Hâlbuki, hadis-i şeriflerin tebşiratı altında, biz İslâm'ın cihanda bir defa daha hâkim olacağına, kâinat ufuklarında bir defa daha şehbal açıp, dünya muvazenesinde yeniden ağırlık kazanacağına, Hıristiyanlığın aslına avdetle İslâm'a tâbi olacağına ve dünyanın dört bir yanında insanların Peygamber'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) anacağına gönülden inanıyoruz.
Bu bakımdan, 'dabbetü'l-arz'ı, kıyametin kâfirlerin başına kopacağı karanlık zamanlarda bekliyoruz. O hâlde, 'dabbetü'l-arz' mevzuunda da ifrat-tefrit arası muvazeneyi koymak gerekirse, şöyle diyebiliriz: "Bir başka tehlikeli hastalık gibi, AIDS de 'dabbetü'l-arz'dan bir fert olabilir; evet AIDS, ona ait vazifelerden bir kısmını görecek çok fertlerden biri ve bu hakikatten bir mânâ; bu nev'den de her asra bakan bir fert olabilir. Fakat 'dabbetü'l-arz' illâ ve mutlaka AIDS'tir denemez."
Meseleye bir başka açıdan bakacak olursak: Bugün teknoloji, feza teknolojisi ve kompüter sistemleri o kadar geliştirildi ki, fabrikalardan kol saatlerine kadar hayatımıza girdiği gibi, düne kadar bilim kurguların konusu olan lazer ışınının yanı sıra, yavaş yavaş pek çok yerde insanın yerini almaya başlayan robotlar da artık herkesin konuştuğu bir mevzu hâline geldi. Günümüz insanlığı ve bilhassa teknolojiyi ellerinde tutanlar, teknik adına ne bulur ve ne icat ederlerse hemen insanlığın aleyhinde ve insanı yok etmek için kullanmaktadırlar. O hâlde, bir gün programlanmış robotlardan ölüm mangalarının teşkil edilmeyeceğini, bir robotun binlerce insanı ve binlerce müesseseyi sevk ve idare etmeyeceğini ve bir gün ağızlarında puro, robot müdürleri müesseselerin başında görmeyeceğimizi kim söyleyebilir? İcabında mikrofonla, kompüterle, bir başka uzay tekniğiyle, telepati yoluyla konuşacak insafsız, merhametsiz ve lâf anlamaz robotların 'dabbetü'l-arz' olmayacağı iddia edilebilir mi?
Bir zamanlar çevirilen bilim kurgu türü bir filmde, üç-dört bilim adamı, mikroskobik ölçülerde bir gemiye, yine mikroskobik ölçülerde küçültülmüş insanları bindiriyor ve bir insanın damarlarının içine salıp, beyindeki bir tahribatı izaleye çalışıyorlardı. "Şeytan insanın damarlarında kanla birlikte dolaşır."[11] hadisini akla getiren böyle bir düşüncenin, şimdilerde sanki tatbik sahasına konmak üzere olduğunu öğreniyoruz. Tüplerde insan yetiştirme ve spermlere belli dairede müdahale etme gayretiyle insanoğlu, damarların içine girmek, damardaki tıkanıklıkları açmak, dışarıdan talimatla bedende her türlü ameliyatı gerçekleştirmek için -meselâ bugünlerde Japonya'da olduğu gibi- milimetrenin milyonda biri kadar büyüklükte bir cihaz geliştirmeyi plânlamaktadır. Böylesi cihazlarla ileride belki de beyne ve spermlere varıncaya kadar insan vücuduna yapılacak müdahaleler, "Canlı meydana getirdim; kablolarla insan var ettim." türünden sözlerle insanı önü alınmaz bir tuğyana sevkedip belki kıyametin kopmasına sebep olacaktır.
Şimdi, böylesi cihazlar için de 'dabbetü'l-arz' denilirse, "Olamaz." diye karşı çıkılabilir mi? Hem, biri kalkıp, şarktan zuhur eden komünizm, en büyük 'dabbetü'l-arz'dır derse, cevabımız ne olacaktır?
O hâlde, Kur'ân'ın son derece şümullü ve îcazlı bir şekilde isimlendirip, fonksiyonundan bir parça söz ettiği ve mahiyetini açıklamadığı bir varlığı "Şudur." diye kestirip atmak, son derece yanlış ve aceleden verilmiş bir hüküm değil de ya nedir..?
Bugün yapılan yanlışlar, yalnızca 'dabbe'yle sınırlı kalmıyor. Bir ilim adamı çıkıyor, ilim adına mârifet yapıyorum diye "Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçın."[12] hadisine, "Cüzzamın mikrobu tıpkı aslana benzemektedir. Bugün mikroskopla ortaya çıkan bu gerçeği Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) 14 asır önce görmüş." diye yorumda bulunuyor. Hâlbuki, o mikrop hiç de aslana benzememektedir.
Şimdi, böyle bir izahın yanlışlığı ortaya çıkınca -hâşâ- Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) hilâf-ı vâki bir beyan sâdır olduğu intibaını vermeyecek midir?
O hâlde, âyet ve hadisleri ilimlere göre açıklamaya çalışırken, daima "Fîhi nazar" deyip, daha başka ihtimalleri nazara alarak ihtiyatı elden bırakmamak lâzımdır. Pozitivizmin idam sehpasına çekildiği ve rasyonalizmin pabucunun dama atıldığı günümüzde, âyet ve hadisleri pozitif ilimlere tatbik etmek ve onların ardısıra koşturmak, bırakın âyet ve hadise parlaklık kazandırmayı, tam tersine âyet ve hadise karşı bir cinayettir. Bu mevzuda bugün yazılmış pek çok eserin nasıl yanlış temeller üzerine oturduğu bütün vüzuhuyla 5-10 sene sonra ortaya çıkacak ve iddia sahipleri sözlerinden dönmek mecburiyetinde kalacaklardır. Hâlbuki Kur'ân'ın hakikat adına söyleyip de, geri çark ettiği hiçbir mesele yoktur ve olamaz da. Eğer, ilmî bir meseleyi Kur'ân'la tenakuz hâlinde görüyorsak, ya biz Kur'ân'ı yanlış anlıyoruz ya da ilim o meselede yanılmaktadır.
Şu bir gerçek ki, Cenâb-ı Allah'ın çekirdekler hâlinde sarıp sarmalayıp kâinata ektiği ilmî hakikatler anlaşıldıkça ve bu sahada zirvelere doğru tepeler aşılıp yollar geçildikçe Kur'ân daha da bir gençleşecek.. ve her gün daha fazla su, ısı ve ışık alan bir çiçek gibi tazelenip açılacak ve ışığını zihne, kalbe daha bir nüfuz edicilik ve parlaklıkla neşredecektir. Ve kim bilir sinesinde taşıdığı daha ne hakikatleri ve bilinmezleri insanlara sunacak ve bu mevzuda daha ne âyetler sergilenecek...!
"Onlara âyetlerimizi dış âlemlerde ve kendi içlerinde göstereceğiz ki, O (Kur'ân)ın hak olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabb'inin her şeye şahit olması yetmez mi?"[13]
Evet, âyette "Se-nürî" kelimesi kullanılmakla, sahabeye: "Pek çok âyetlerimizi siz henüz bilmiyorsunuz, onları ileride göstereceğiz."; "hüm" zamiri kullanılmakla: "Size değil, onlara, başkalarına, sonra geleceklere göstereceğiz." ve "yetebeyyene" fiili kullanılmakla da, "Belki hemen değil, peş peşe gelen ve birbirini tamamlayan araştırmalar ve telâhük-ü efkâr neticesinde Kur'ân'ın hak olduğu ortaya çıkacak." denmektedir.
İlimler, şimdilerde henüz emeklemekten kurtulup ayakta durmaya çalışmaktadır. Şimdiye kadar ileri sürülen onca nazariyeden belki pek azı hakikat olarak ortaya çıkmış ve Kur'ân'la tetabuk edebilmiştir. İleride her sahada alınacak mesafelerle Kur'ân'ın daha pek çok hakikatlerine yaklaşılacak ve ilimlerin ortaya koyacağı gerçekler, Kur'ân'da ifadesini bulup, artık değişmez gerçekler olarak kalacaklardır. Bugün, diyelim ki, çok uzaklarda bulunan yıldız veya yıldız kümeleri hakkında söylenen sözler, şimdilik onlara olan uzaklığımız kadar hakikatten uzak olabilir. Ama, belki zamanla o yıldız kümelerine yaklaşılınca, onlar hakkındaki bilgi ve sözlerimiz de hakikate o derece yaklaşacak ve neticede birer değişmez hakikat olarak arz-ı endam edecektir. Bu şekilde ilimlerin hakikate, dolayısıyla Kur'ân'a yaklaşmasıyla değişmez hakikatler ortaya çıkacak ve hakikatte konuşan yine Kur'ân olacaktır.
O zaman insan, faraziyeleri değil, hakikatleri konuşacak ve hakkında konuşulan da "âyât-ı tekvîniye" olacaktır. O gün üç ayrı istikamette veya yolda birbirinden habersiz gidiyor gibi görünen Kur'ân, insan ve kâinatın temelde aynı hakikatleri dile getirdiği ve Kur'ân'ın nabzının "insan ve kâinat" diye, kâinatın nabzının da "Kur'ân" diye attığı ayan-beyan ortaya çıkacaktır.
Evet, o gün, kâinatı anlayan dünyayı, Kur'ân'ı anlayan ahireti, ikisini birden omuzlayansa hem dünyayı, hem de ahireti elde edecektir.
Şimdi, günümüze ve tarihe bir bakalım; Kur'ân, kâinat ve insanın birbirinden koparılmasının, insanlığın başına fert veya milletler çapında ne musibetler açtığını, buna karşılık, bu üçlünün birbirine yaklaştırıldığı ve tetabukunun sağlandığı, İslâm'ın o pâk asırlarında cihan tarlasında ne saadet çiçeklerinin boy attığını görelim. Sonra da, hakikatin ve saadetin nerede olduğuna vicdanımızı dinleyerek karar verelim.
Yeri gelmişken, sık sorulan bir soruya da cevap vererek bu bahsi kapatalım:
"Rabbimiz'i, dinimizi anlatmak için ilimlerden istifade lüzumlu mudur? Lüzumluysa, mahzurlu tarafları var mıdır? Bu mevzuda istikamet ne olmalıdır?"
Bu soruya, "Üç yönden lüzumlu, fakat üç yönden de mahzurludur." diye cevap vermek, herhâlde yerinde olacaktır. Lüzumludur, hem de faydalıdır. Çünkü:
1. Nasıl, Rabbimiz'in Kur'ân kitabını okuyarak düşünce, his, inanç ve hareketlerimize istikamet veriyorsak, aynı şekilde, kâinat kitabının satır, cümle ve sayfalarında da bir yandan kendimizi bulup öğreniyor, bir yandan da nazar, tefekkür ve ilimlerle Rabbimiz'in icraatını, hikmet ve sanatını hayret ve hayranlıkla seyredip, "Sübhânallah, Bârekallah, Allahu Ekber" diyoruz. İbadettir bu, hem de bir saatlik tefekkürüyle belki iki bin secdeden üstün bir ibadettir.
2. Her ilim esasen, ayrı bir dil olarak Rabbimiz'i anlatmaktadır; dolayısıyla biz de o dillerle bir bakıma, Rabbimiz'e tercüman olmuş oluyoruz. Sonra, bugün her açıdan ilimleri kullanmaya mecburuz da; çünkü ne Fatih veya Kanunî devrinde yaşıyoruz, ne de zikr ü cezbe ve istiğrakların hâkim olduğu bir devrede bulunuyoruz. Öyle bir günde yaşıyoruz ki, Rabbimiz'in icraatı, sanatı âdeta Rabbimiz'e karşı kullanılmaktadır. 'İmanın mihrabı' diye tavsif edilen tıp gibi ilimler bile Allah'ı (celle celâluhu) ve mukaddeslerimizi inkârda bir vasıta telakki edilmekte ve bugün ilimlere rehberlik yapan ve bilinmezleri haber veren Kur'ân'a saldırılmaktadır.
Bu sebeple, maddecilerin maddeyi ve ilimleri küfür adına kullanmalarına mukabil, fiziği, astrofiziği, kimyayı, biyolojiyi, tıbbı, matematiği... Kısaca Allah'ın isimlerinin tecellîlerinden meydana gelen ve O'nun koyduğu kanunların ruhlarının oluşturduğu bütün ilimleri ve ilmî hakikatleri, kendilerine gerçek mânâ ve fonksiyonlarını vererek iman adına kullanmak sevaplı bir hizmet olsa gerektir.
3. İlimler bugünkü seviyesiyle asıl ve nihaî hakikatler olmadıkları gibi, belki de ileride kazanacakları en üst seviyede dahi hiçbir zaman 'hayret' ufkunu geçemeyerek, sadece O'nu gösteren birer vasıta ve kalbe, kafaya konan tozu-toprağı süpürmek için birer vesile olduklarından, ancak vasıta ve vesile mevkiinde kalmalı, kendilerine şüphe ve tereddütleri bir bakıma izale edici, düşündürücü ve fikir verici olmanın dışında aslî vasıf verilmemeli ve insanı ayakta tutan esas kaidenin, yani Allah Kelâmı'nın ve imanın yerine asla geçmemelidir. Bu çerçevede kullanıldıkları sürece, iman ve İslâm adına her zaman ilimlerden istifade edebiliriz.
İlimleri kullanmanın yol açabileceği üç önemli muhatara
- İlimler, ilim adına ilim yapmak için ve çalım satarak anlatılmaz. Evet, orijinalite yapma hava ve edası içinde Kur'ân ve iman adına ilmî hakikatlerden bahsedilmez. Böyle bir tavır, anlatan için günah olacağı gibi, dinleyen için de zarardan hâli kalmayacaktır.. çünkü böyle bir yaklaşım gizli gizli muhatabı mat etme, ilzam etme, susturma ve bilgisizliği içinde hapsetme gayesi taşıyacaktır. Muhatap da, bu tavır karşısında, toparlanma, bilgisini takviye etme ve susturulmayı hazmedememiş olmanın verdiği hisle mukabil hamleye hazırlanma ihtiyacı duyacaktır.
- İslâm dünyasının son yüzyılda maruz kaldığı yıkımın ve çok mühim şahısların bile içine yuvarlandığı fikrî, ruhî krizin temelinde bir bakıma, pozitif ilimler karşısında aşağılık kompleksine kapılma yatmaktadır. Evet, "Şu ilmî hakikat Kur'ân'da da geçiyor; İslâm bunu 14 asır önce ortaya koymuş." gibi aşağılık kompleksinden kaynaklanan tavır ve davranışlar içine girmek, Kur'ân ve iman adına büyük bir hatadır. Bu öyle bir durum ki, biz de zaman zaman aynı hataları işlemiyor ve falan Amerikalı, filan Avrupalı bilim adamından destek aramıyor değiliz. Dolayısıyla da, Kur'ânî ve imanî hakikatleri, henüz nihaî hakikatlere varamamış ilimlerin terazisinde tartmak suretiyle en büyük hatayı irtikâp etmiş oluyoruz. Günümüzde ilimleri ön plâna alıp, Kur'ân'ı ikinci plânda düşünmek ve onun sanki ilimlerin tezkiye ve tebriesine muhtaçmış gibi gösterilmesi o kadar yaygın ki, görüp duydukça insan kahrolup gidiyor.
- Fenâ fi'l-ilm, yani ilimde fâni olup, Allah (celle celâluhu), kalblerimiz ve vicdanlarımızda unutulmamalıdır. Hep ilimlerle meşgul olup, vicdan ve kalbin katmanlarına seferler tertip edememe insanı maddeci ve natüralist bir kabuk içine sıkıştırabilir. İlimleri birer süpürge, anahtar, basamak ve vasıta bilip, yerli yerince kullandıktan sonra onlardan sıyrılamamak, kalben ve ruhen terakkiye mânidir. Evet, bir noktadan sonra her şeyi bırakıp doğrudan Kur'ân'ın aydınlatıcı tayfları altında kalbin nurlu ikliminde yürümek, mesafe almak ve Allah'a (celle celâluhu) imanla baş başa kalmak esas olmalıdır.
[1] Bkz.: En'âm sûresi, 6/59.
[2] Buhârî, el-Künâ, s. 44; Âlûsî, Ruhu'l-meânî, 27/98.
[3] Süyûtî, el-İtkan fî ulûmi'l-Kur'ân, 2/273.
[4] Bkz.: Süyûtî, el-İtkan fî ulûmi'l-Kur'ân, 1/3; 2/277-278.
[5] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler, s. 347-348.
[6] Abdurrezzak, el-Musannef, 3/358; Ebû Ya'lâ, el-Müsned, 9/278; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 1/236.
[7] Âl-i İmrân sûresi, 3/7.
[8] Bkz.: Neml sûresi, 27/82.
[9] Bkz.: Müslim, iman 249; fiten 39, 118, 129; Ebû Davud, melâhim 12; Tirmizî, fiten 21; tefsir 27; İbn Mâce, fiten 31; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/164, 201, 295, 337, 372, 491.
[10] Bkz.: Ebû Davud, tıb 1; Tirmizî, tıb 2; İbn Mâce, tıb 1.
[11] Buhârî, ahkâm 21; bed'ü'l-halk 11; i'tikaf 11, 12; Müslim, selâm 23, 24, 25; Ebû Davud, savm 78; sünnet 17; edeb 81; İbn Mâce, sıyâm 65.
[12] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/443.
[13] Fussilet sûresi, 41/53.
.
Ülfet ve Metafizik Gerilim
Ülfet, insanın bir şeye karşı alışkanlık peyda etmesi, sağında, solunda, önünde ve arkasında gördüğü çok orijinal ve harika şeylere karşı lâkayt ve alâkasız kalması demektir. Bir mesele ilk duyulduğunda canlıdır ve alâka uyarıcıdır; fakat bir müddet geçtikten sonra, kafamızda sadece donuk hatları ve kalıplarıyla bir hikâye olarak kalıverir.. kalıverir de ruhumuzdaki ilk mevcelenmeler, heyecan dalgaları, kalb yumuşamaları ve hatta göz yaşarmaları artık birer hayal olur ve çok ciddî meseleler sadece birer formül olarak îfa edilmeye başlanır. Ruha bir kuruluk, bir hamlık ve kabukta dolaşma hâkim olur; öyle ki artık kalbler, kaskatı hâle gelir ve insan da vurdumduymaz olur.
Metafizik gerilim, iç coşkunluğu, aşk, heyecan ve şevk potansiyeli, mânevî duygularımızın daima aktif hâlde bulunması, bizi dine ve ibadetlere sevkedip koşturacak bir güç kaynağıdır. Kalb merkezimizin daima enerjik bulunması, aksiyon ve hamle ruhuyla şahlanmış, canlanmış bir ruh hâlinin kesintisiz oluşu demektir. Ne var ki, zamanla bu canlılık da ülfet ve ünsiyet tozu-toprağıyla perdelenebilir; korlar küllenip, duygu ve latîfeler sönebilir. Ve neticede de tamamen sönme, pörsüme, hatta kokuşma devresine girilebilir.
Ülfet ve ünsiyetle metafizik gerilimin kaybolması, aslında fıtrat ve yaratılışımızın gereğidir. Nasıl vesvesenin gelmesi elimizde değilse, aynı şekilde, çok defa ülfete karşı koymak da elimizden gelmez. Hususiyle imanda mertebe kat'edememiş, kalbî ve ruhî hayatını gerçekleştirememiş kimseler için bu fıtrat kanununu aşmak, oldukça zor ve hatta imkânsızdır...
Bir defasında Hanzala, Hz. Ebû Bekir ile Efendimiz'e gelir ve "Hanzala münafık oldu yâ Resûlallah!" der ve "Senin yanında hissettiklerimi dışarıda hissedemiyor ve her an yanındaki gibi gerilim içinde kalamıyorum." şeklinde açıklamada bulunur. "Bir öyle, bir böyle..." der Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ilâve eder: "Eğer zamanın her parçasında benim yanımda olduğunuz gibi olsaydınız, melekler sizinle musafaha ederlerdi."[1] Her kemalin bir zevali vardır ve kâinatta hiçbir şey kararında değildir.
Dinî hizmetler, ülfete karşı önemli bir sütredir. İnsan hizmetle, sürekli meşguliyetin yanı sıra beklenmedik ilâhî teyidata da mazhar olur ve hep canlı kalır. Böylece, aslında devamı olmayan gelip geçici sarsıntıyı ve ölmüşlüğü aşarak, yeni bir dirilişe muvaffak olabilir. Yoksa bu mânâda bir gayreti olmayan kim olursa olsun, kalbinin katılaşması, gözlerinin kuruması ve ülfet ve ünsiyetle iç geriliminin ve canlılığının kaybolması, dolayısıyla da şeytanın vesvese ve hilelerine kapılıp, günahlarla sol taraftan vurulması her an muhtemel ve mukadderdir.
[1] Müslim, tevbe 12, 13; Tirmizî, kıyame 59; İbn Mâce, zühd 28.
.
Ledünnî (İç Âleme Ait) Meseleler
1. Benlikten vazgeçilmelidir
Her şeyden önce, insanın bir tahliye (fena şeylerden arınma) yapması gereklidir. Meyve veya güller için hazırlanan bir tarlanın, önce taş ve çakıldan, diken ve yabanî otlardan temizlenmesi gerekir ki, işleyip sürmeye, ekip biçmeye müsait hâle gelsin. Kalbte yaralar, kafada şüphe ve tereddütler, elde, dilde, gözde ve hayalde günahlar varken ibadetlerle kanatlanmak, zikir ve fikir ile süslenmek çok zordur.
Hakk'a doğru kanatlanma, fena duygu ve tutkulardan arındıktan sonra gelir. Aksine, "Doldum, erdim, bildim." iddiaları nefsin mırıltıları ve hele hele "Ben şuradayım, buradayım, kurtuldum, kurtardım." gibi söz ve düşünceler, şeytanın ağında ölüm hırıltıları olsa gerektir. Esasen 'Ben' düşüncesi, o tarladan ilk plânda kaldırılıp atılması gereken en zararlı bir diken ve çakıl taşıdır... İnsanın mahiyetinden ilk defa sökülüp atılması gereken bir şey varsa, o da benliktir. Benlikten vazgeçmeyenin, öbür âlemlerden gelen "Benim" sözünü duyması mümkün değildir!
2. İradenin kavgası verilmelidir
Her uzuv ve duygunun bir yaratılış gayesi vardır. Göz Cenâb-ı Hakk'ın istediği istikamette bakmak, el o istikamette tutmak, ayak yürümek ve kulak da aynı şekilde dinlemek için yaratılmıştır. Diğer duyguları da gayelerine uygun sıralayıp, onların yaratılış gayelerini anlatmak mümkündür.
İrade için de durum, bundan daha farklı değildir. Onun da bir yaratılış gayesi vardır... Evet irade, nefis ve şeytandan gelen her türlü hile ve desiselere karşı bir siper olup, vahiyden düşünceye intikal eden şeyleri vicdanın destek ve beslemesi ile hayata mâl etsin ve yaşanır hâle getirsin diye yaratılmıştır. O bu vazifeyi îfa ederken, en büyük hasmı olan şeytan ve nefis, iradenin karşısına pek çok mânia ve geçit vermeyen derin dereler çıkaracaklardır. Hasımlarına karşı böyle bir durumda mücadele vermek, iradenin varlık sebebidir. Düşünce vahye açık değilse, vicdan sönmüş, irade felç ise, işte o zaman şeytan, rolünü rahatlıkla oynayacağı mükemmel bir sahne bulmuş demektir. Midesinin hakkını hiç unutmayan insan, iradesinin hakkını da vermeli değil midir?
3. Nefse düşkünlükten vazgeçilmelidir
Nefsin istek ve alışkanlıkları, insan için öldürücü birer zehir ve insanı aşağılara çeken ağırlıklar gibidir. Ruh, nefsin rağmına gelişir ve yükselir. Tersi yönde, nefis beslendikçe ruh küçülür, sıkışır, ağırlaşır... Bunun neticesinde de kalb, duygu ve latîfelerde bir hantallaşma meydana gelir. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanları içinde, şeytan insanın damarlarında dolaşır durur. O hâlde "Siz" diyor, "Onun dolaştığı yerleri biraz daraltın."
Evet onu açlık, susuzluk ve isteklerinden mahrum etmekle sıkıştırın. Aklına her estikçe yiyen, çeşitli yiyecek ve çerezlerle beslenen bir insanın şehvetine düşkün olması gayet normaldir. Binaenaleyh, iradenin hakkını ve kavgasını vererek, nefse ait beslenme musluklarını kısmak çok mühimdir. Aksi takdirde, nefis daima şeytana açık kapı olacaktır. Şeytan gibi nefisten de insana dostluk gelmez. Nefsin fenalıklara götürücü büyük bir hasım ve kendisine karşı "en büyük cihad"ın yapılması gereken bir düşman olduğunun bilinmesi, ondan ve şeytandan kurtulma, dolayısıyla da Allah'a (celle celâluhu) yaklaşma istikametinde atılmış ilk adımlardandır.
Efendimiz Aleyhissalâtü vesselâm'ın, "Senin en büyük hasmın, iki kaşın ortasındaki nefsindir."[1]; bir muharebeden dönerken de, "Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz."[2] buyurması ve yine Kur'ân'da Yusuf Aleyhisselâm'ın dilinden, "Muhakkak nefis kötülükleri emreder."[3] sözünün nakledilmesi, ondan korkmamız ve karşısında daima teyakkuzda bulunmamız hususunda bizim için önemli derslerdir.
4. Mârifetullaha ulaşmak lâzımdır
Mârifetullahta derinleştikçe, Rabbimiz'i çok iyi tanıyıp, içimizde O'nu bulma ve tanıma huzuruna erdikçe, şeytan ve nefsin vaad edeceği bütün yalancı zevkleri ve lezzetleri aşmış ve onların üstüne çıkmış olacağız. Allah'ın mârifetiyle tatmin olup huzura ermiş bir kalbe teklif edilen bütün yabancı tatlar ve zevkler, çok sönük ve çok silik gelir. Haddizatında, kendi içinde aydınlığa ermiş bir insanın, nefis adına şeytanın teklif edeceği şeylerden lezzet alması zaten düşünülemez.
Kendi içinde mârifete erememiş kimselerin durumu ise, güneşten mahrum kalıp da, mum ışığı ve ateş böcekleriyle teselli olmaya çalışan kimsenin durumu gibidir. Mârifete ulaşmış, dolayısıyla da ışığını bulmuş bir insan, şeytan ve nefsin kendisine takdim edeceği vâhi ve fâni şeylere aldanmayacak ve kapılmayacaktır. Mârifeti kazanmanın yolu da, burada madde madde sıraladığımız hususları yerine getirmekten geçer.
5. Kalb ve ruhta operasyon yapılmalıdır
Her insan, her gün biraz daha tefekkür ve düşüncede buudlaşarak, önümüze serilen kâinat kitabından tıpkı bir arı gibi mârifet hüzmeleri toplayıp, Cenâb-ı Hakk'ın gönderdiği nebiler ve velilerin açtığı geniş yolu takip etmelidir. Bu yol sayesinde o, ruha hayatiyet kazandıracak ve atılan her adım, ona yeni bir güç kaynağı olacaktır.
Evet, vicdanımızın elinden düşmeyen Kitap ve Sünnet neşteri, bütün mânevî yaralarımızı kesip atarken, asırlara göre değişen tedavi usulleriyle mürşit ve mücedditlerin eserleri, bu eserlerdeki ölümsüz hakikatler de, mânevî yaralarımızı en kısa zamanda iyileştireceğinden şüphe duyulmayan birer ilaç, birer merhem gibi daima elimizin altında bulunmalı; tarif edilen ölçü ve prensipler dahilinde öncelik sırası çok iyi ayarlanarak, bu eserler ısrarla mütalâa edilmelidir.
İşte, kalb ve ruhta her gün yenilenmesi zarurî bu operasyondan sonradır ki, şeytanın hile ve desiselerine karşı dayanıklık kazanmış oluruz. Aksi hâlde, okumayan, düşünmeyen ve kendini yenilemeyen insanların akıbetine uğrar, sararır solar ve savrulur gideriz.
6. Daima, tefekkürle kalb ve kafayı beslemek lâzımdır
Tefekkür hususunda Kur'ân'da pek çok âyet bulabilirsiniz. Meselâ, bunlardan birinde ayakta, oturarak ve yanları üzerinde Allah'ı zikredenler ve yerlerle göklerin yaratılışını tekrar tekrar mütalâa edip didikleyenler takdirle ele alınır.[4] Efendimiz, bazen gece teheccüt vakti bu âyeti okuyup ağlar ve şöyle derdi: "Bu âyeti okuyup da tefekkür etmeyene yazıklar olsun!"[5] Bir saat tefekkürün bir sene nafile ibadet hükmüne geçtiğini ifade eden hadis-i şerifler bile vardır.[6]
Malumatı olmayan insanın tefekkür etmesine imkân yoktur; tefekkür edebilmek için bazı şeyleri bilmek lâzımdır. İnsan, sahip olduğu bilgi ölçüsünde yeni terkiplere varır; bu terkipleri, yeni yeni hüküm ve komprimeler için mukaddime olarak kullanır.. derken, onun tefekkür dünyasında devamlılık ve çok buudluluk husule gelir.
Malumattan mahrum, âmice ve cahilce tefekkürler, öze inemez; üst katmanlarda, kabukta kalır ve aynı zamanda ülfet ve ünsiyet meydana getirir. Derinlere dalıp, kıymetli cevherler çıkarma imkânı vermeyeceği için de, hayalî meselelere inhimaka sürükler ve zamanla ortada tefekkür adına bir şey kalmaz. Bu türden cahilane tefekkürün, mârifet adına kazandıracağı hiçbir şey yoktur.
Hemen şu noktayı da belirtelim ki, tefekküre götürücü malumat sözüyle, kâinat kitabını tetkik eden, Kur'ân'la kâinat arasındaki münasebet ve illiyeti gösteren eserleri, bu arada günümüzde müsbet ilimlere ait ansiklopedik malumatı kastediyoruz.
Nice şair ve yazarlar vardır ki, yazdıklarını okuduğunuzda kendinizi İrem bağlarının ortasında zanneder ve onlardan ağaçların, kuşların, çiçeklerin, baharların destanlarını dinlersiniz ama kalbî hayatınız adına bu kadar söz arasından bir çiçek yaprağına dahi sahip olamazsınız. Zira hep sanatla, tabiatla meşgul olmuşlar, olmuşlar ama bir türlü ileriye gidememiş, Sanatkâr adına mesafe katedememiş ve dolapla dönüyor gibi daire çizip durmuşlardır.
Bu tür malumatların da, tefekkür adına hiçbir yararı yoktur. Öyleyse, istikamet üzere tefekkür veya tefekkürde istikamet, ancak vahyin ışığı altında eşya ve hâdiseleri hallaç etmekle mümkün olacaktır.
7. Hayalde de istikamet kazanmak lâzımdır
Hayal, tasavvur ve hakikatin berisinde bir iç uf'ûle (fonksiyon), ruhun ilerilere ve daha ilerilere uzanmış kolu-kanadı ve hakikat ışıklarını kendine göre şekillendiren bir mânâ menşûrudur. O, dışın içte görüntülenmesi ve geçmişin aynalarında geleceğin tüllenmesidir. Hayal, mantık ve güç sınırı tanımayan, zaman ve mekân kaydına tâbi olmayan bir zihin faaliyetidir. Bazen o, beş duyumuzun tesiri altında eşya ve hâdiseleri şekillendirmekle, kendine ait eşyanın tabiatına bütün bütün ters olmayan motifler de ortaya kor...
Evet, gözümüze çarpan herhangi bir görüntü, muhayyilemizde bir kısım resimler ve suretler meydana getirir. Kulağımıza gelen seslerde bir kısım sahneler, temessüller ve tablolar tebellür eder. Dilimizle tattıklarımız, hatta vücudumuzda tesirli olan bir kısım faktörler, söz gelimi idrar yapma zorluğu veya bağırsak sancısı, kendilerine has hayallere sebep olurlar. Arkadaşımızın anlatmakta olduğu bir hâdise, bize yaşadığımız başka bir hâdiseyi, yahut ona benzer bir vak'ayı hatırlatır da, o hayalin peşine takılır gideriz. Alnı secdeli bir sima gördüğümüzde, hayalimize sahabe-i kirama ait mânâlar ve tablolar akseder; eder de kendi kendimize bir kısım düşüncelere dalarız ve zihnimizi, milletimiz adına yapacağımız vazifeler ve hizmetler dolduruverir.
Hayali, hayır istikametinde kullanmak gerekir. Meselâ, namaz kılarken, dua ederken, Beytullah'ın etrafındaki halkaları temâşâ eder veya o halkalar içinde bulunurken, amûdî bir hatla, yerin altından ta Sidre-i Müntehâ'ya kadar namaz kılınıp dua edildiğini, tavaf yapılıp ruhânîlerle aynı çizgiye ulaşıldığını hayal ederiz. Aynı şekilde, tek başımıza namaz kılarken bile kendimizi milyonlarca Müslümanın içinde görür ve ellerimizi açıp "Âmin" derken, milyonlarca ağzın aynı anda "Âmin" dediğini tahayyül ederiz. Böyle bir ruh ve şuur sayesinde, tek başımıza olmamıza rağmen, bu tahayyül bize öyle bir güç ve inşirah verir ki, milyonların ağzıyla söyler, milyonların diliyle dua eder, milyonların zihniyle hıfzeder ve onların tasavvurlarıyla tasavvur ederiz.
İşte, böyle büyük bir cemaat içinde ve çok geniş dairedeki kulluğumuz öylesine derinleşip külliyet kesbeder ki, tıpkı aynalar odasında birin bin olması misali, bizim ibadetlerimizin birleri de binlere ulaşır; ulaşır ve bize cemaat hâlinde kullukta bulunmanın sonsuz hazlarını duyurur. İşte mü'minin hayali budur ve bu, sevap kazandıran hayaldir.
Hayal, şer ve günah istikametinde de kullanılabilir. Bir cemaat içinde bulunmayıp, tek başına yaşayan insan, kendini fıska ve günaha sevk edecek hayallerin kurbanı olabilir ve bir bakışta, bir duyuşta ne hayallerle derinleşiriz de, böyle günahların hayali, ilerde onlara pratiğin zeminini de hazırlayabilir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, şeytanın hayale attığı her sahnecik, her bir karecik, hayal kamerasında bir film hâlini alır; fuhuş zakkumlarına sebebiyet verir; hele bir de nefsin eline geçti mi, fiilî duruma dönüşmesi çok kolaylaşır. Bu sebeple insan, gerçekte fasık olmasa bile, hayali böyle günah düşünceleriyle işgal edildiğinden hayaliyle fasık olur. Öyleyse, hayalimize gelen bu kabîl bir düşünce, suret ve fikri birer yılan, birer akrep bilip, arzettiğimiz çarelerle bu haşeratın ağına düşmemeye, düşmüşsek kurtulmaya çalışmalıyız.
Neyin atmosferinde, neyin tesirinde ve neyin manyetik sahası içindeysek, hayalimizde canlanacak resim ve suretler de, daha ziyade o türden olurlar. Diyelim ki, üç gün aç kaldık; bu durumda, hayalen sarraf dükkânlarına veya füzelere binip uzay yolculuğuna mı gidersiniz; yoksa bir testi su, bir somun ekmek, bir tabak yemek mi hayal edersiniz? Ameliyat masasına yatırılmış, kesilip biçilmeyi bekliyorsunuz; bu arada size tepsi tepsi baklavalardan söz ediyorlar; şimdi bu durumda neyi hayal edersiniz? Sinemadasınız veya televizyonun önüne oturmuş, nefsin hoşuna giden ve sizi şehvete çağıran müstehcen manzaları seyrediyorsunuz; o anda Kâbe'nin etrafındaki halkaları hayalinize aksettirmeniz mümkün olur mu?
Öyleyse, Allah'a ait mânâları hayal etmek isteyenler, bu mânâların kaynaştığı Allah evlerinin manyetik sahasına girmelidirler.
Bir insan kaç ayarda ise, hayalleri de o ayarda olur. İnsanın kucaklaştığı veya kuçaklaşacağı hayalleri, onun Allah'ı ve Resûlullah'ı tanıma ve öldükten sonra dirilmeye inanma derecesine ve dünyaya değer verip vermemesine göre farklılıklar arzedecektir. Kalb dünyasının derinliği, tasavvur ve tefekkür âleminin buudları, genişliği, his ve duygulardaki zenginlik, kişinin hayal dünyasına kendilerine ait renkler katacaktır. Yine hayaller ilme, irfana, kültür seviyesi ve ideallere göre grafikler çizecektir.
Günlük iktisadî dalgalanmaları takiple bu dalgalanmaların tesirinde kalan bir insan, önünüze hayal hanesini doldurmuş bulunan iktisat dünyasının çizgilerini getirecektir. Gününü gün etme felsefesini düstur edinen şehvet meftunu bir insanın dili, hayallerinin en belirgin tercümanıdır. Buna karşılık, himmeti milleti olan, neslinin dertleriyle dertlenen ve milletine hizmeti hayatının gayesi bilen bir dertli sima ile müşerref olduğunuz zaman ise, aydınlık iklimlerin hayal hüzmelerinden mesajlar alırsınız. Ayarı yüksek hayaller, insanı hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmaz.
Hayal deyince, boş kuruntular ve mânâsız düşünceler de akla gelebilir. Ancak, mü'minin hayalleri, aynen söz ve işleri gibi "sıbğatullah" denilen Allah boyası ile boyandığından, hep istikamet üzeredir. Onun hayallerinin süs ve zineti Resûlullah'ın sünnetidir. Ve bu hayalleri bezeyen de, bütünüyle İslâmî prensiplerdir.
İnsan, isterse düşünce ve hayal dünyasını kontrol altında bulundurabilir. Elbette şuur ve iradeye bağlı bir durumdur bu. İnsan, nasıl vesveseleri kesip atabiliyorsa, aynı şekilde, elinde olmadan daldığı düşünce ve hayallerine de bir son verebilir. Ancak bu da, yine onun iradesini ortaya koymasına, idrak, şuur ve duygularıyla kendini ispata ve latîfelerini geliştirerek, beden ve cismini aşmasına bağlıdır.
Kur'ân, öyle ki, sonsuzluk mefhumlarına kadar, uzak geçmiş ile uzak gelecek adına önümüze bir tefekkür, düşünce ve hayalen seyr ü seyahat kapısı açmakta ve ahirete, Cennet'e, Cehennem'e ait tablolar göstermektedir. Efendimiz de, nurlu beyanlarıyla bunu talim etmektedir.
Öte yandan, böyle hassas bir mevzuda neyin nasıl düşünülmesi lâzım geldiğine dair belli sınırlar da tayin edilmiştir. Meselâ, tefekkür deyip, Allah'ın Zât'ı hakkında, ruhun özü ve mahiyetiyle alâkalı ve ebedî âlemlere ait gaybî hâdiselerde eşyayla temasa geçtiğimiz gibi temasla çeşitli tahminler yürütemez ve şahsî yorumlarda bulunamayız. Ancak, aklın cevelangâhı olan dairede, yol gösterici kâmil mürşidlerin ve ışık saçan müstesna eserlerin yardımıyla düşünce fonksiyonlarımızı ayarlayarak, hayali en verimli hâle getirebiliriz.
Diyelim ki, ciddî bir his galeyanı içinde oturmuş, namazı bekliyorsunuz.. bu arada, hayal dünyanızda üç hakikat beliriyor. Namazda meşgul etmemeleri için hafızaya kaydedeyim deyip, iki tanesini "İnşâallah" kodu ile kodluyorsunuz. Namazdan sonra "Bismillah" ile aynı hakikatleri geri istediğinizde, "İnşâallah" ile hafızaya kaydettiğiniz iki tanesini alabiliyor, üçüncüyü alamıyorsunuz. Hafızaya kaydedilecek hayalleri İnşâallah'la kaydetmek elbette çok mühimdir. Ancak hayalleri o konuda münasip hâle getirmek, daha da mühimdir.
8. Ölümü çok hatırlamak lâzımdır
Kâinatın Efendisi Aleyhissalâtü vesselâm'ın lâl ü güher beyanları içinde, "lezzetleri acılaştıran" ölümü çok zikretmek gerekir.[7] Bundan maada, yine Efendimiz bizzat kabirleri ziyaret etmiş ve ziyaret tavsiyesinde bulunmuşlardır.[8] İnsan, ölümün hakikatine inandığı gibi, onu his, duygu ve aklına nakşederek, hayal ve düşünce dünyasına da hâkim kılar ve kıyamete kadar sürecek olan kabir hayatına da kendini ikna ederse, bu takdirde dünyaya ve ukbâya bakışı ve davranışları farklılaşır ve değişik olur. Onun içindir ki, Söz Sultanı, "Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız."[9] buyurmuşlardır.
Ölüm düşüncesi, insanın mânevî damarlarında meydana gelebilecek ülfet ve vesveseyle birlikte, şeytanın süslü gösterdiği günah virüsünün ve benzeri mikropların en azından tesirlerini ve zararlarını giderecek bir antikor gibidir. "Madem öleceğim ve öldükten sonra da hesaba çekileceğim; öyleyse, şu fâni dünyanın elemli lezzetlerine kapılıp, günah işlemenin ne mânâsı var!" düşüncesi içinde ölüm, bir yönüyle güçlü bir vazgeçirici, bir yönüyle de coşturucu bir tesire sahiptir. Fakat, eğer mânevî damarlarımız, antikorların hiç fayda temin etmeyeceği ölçüde günahlarla, dünyanın haram lezzetleri olan mikroplarla dolmuş ve artık vücudun her yanında bir hücre anarşisi meydana gelmiş ve ölüm antikorlarının bile tesir edemeyeceği bir duvar teşekkül etmişse, o zaman ne ölüm, ne de ölüp gidenler ruhta hiçbir şey uyandırmayacak ve yakınlarımızın birer birer göçüp gidişi, bizde sadece bir kaç günlük geçici bir elem hâsıl edecektir. Sonra da, "Canım, ölenle ölünülmez ki! Hepimizin yeri de orası; Allah iman, Kur'ân nasip etsin!" şeklindeki klişeleşmiş teselli ve temennilerle bütün göz ve gönüller yeniden gaflete gömülüp gidecektir.
Niçin hatırlanmaz ölüm? Nefsin hoşuna giden pek çok haram lezzetleri acılaştırarak ağzın tadını kaçırdığı, keyfi bozduğu, insanı nefsanî isteklerden vazgeçmeye, bir kısım bedenî haz ve alışkanlıklardan kopmaya zorladığı, peşin lezzetlere rağmen ruha öteler hesabına zahidlik aşıladığı, dünyaya bakan yönüyle kalbi daralttığı ve düşünceyi buğulandırarak süslü, toz-pembe dünyaları kararttığı içindir ki, ölüm hatırlanmak istenmez.
a. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak, ölümü unutturur
Ölüm neden tesir etmez? Tevehhüm-ü ebediyetten.. hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanmaktan ve yaşamak için yaşamaktan.. çocuk oyuncakları mesabesindeki peşin ücretlerle avunmaktan.. kalb ve fikrin geçmiş ve geleceğe dönük gözlerini kapamaktan...
Bir insan düşünün; her tarafı altı cihetten de komple endam aynalarıyla kaplı bir odaya giriyor. Bulunduğu istikamette geriye dönüp bakıyor; gerilere doğru upuzun uzayıp giden iç içe bir aynalar koridoru, yani yaşanmış koca bir ömür.. evet, "Şu kadar yaşamıştım, şu kadar görmüş-geçirmiştim..." duygularıyla kanatlı hatıraların atlas iklimlerinde dolaşma... Bir de ileriye dönüp bakıyor; aynı şekilde o kadar da ileriye doğru uzayıp giden bir ömür. "Yaşım ne ki, daha gencim! Emsallerime göre fena da sayılmam! Malım mülküm var; gelirim yerinde; eşim, dostum ve çevrem.. makamım.. mesleğim..."
Esasen, küçücük bir odada, dört duvar arasında sıkışıp kalmış bulunmasına rağmen, kendini dev aynalar arasında, renkli bir hayatın içinde görüyor ve yüzü soğuk olduğundan ölüme soğuk bakıyor; onu görüyor, ona uzak duruyor. Bunun da ötesinde, ölüm düşüncesini günlük düşünceleri arasında boğmak ve öldürmek için nice çılgınlıklar yapıyor; akla hayale gelmeyen yiyecek, giyecek çeşitlerinde teselli arıyor; içki âlemlerine, müzik çılgınlığına, moda ve model dünyalarına, uyuşturucu âlemlerine sığınıyor...
Bizim müslümanca hayatımızda edîbâne, nezîhâne ve dünya ve ukbâ adına çok faydaları tekeffül eden iki bayramımız vardır: Ramazan ve Kurban Bayramları. Şimdi bir bunlara, bir de meselâ başkalarının bir yıl içinde kutlamaya çalıştıkları -biz bayramlarımızı 'tes'îd' ederiz- eğlence günlerine bakınız! İki hafta, hatta bir ay geçer, bilmem ne yortusu; bir ay sonra bir faşing, arkasından bir başkası, arkasından bir diğeri... Bu insanların her birini tek tek psikolojik bir tahlil ve tetkikten geçirecek olsanız görürsünüz ki, hepsi birer eğlence insanı ve sanırsınız ki, son derece neşeliler.. gülmek ve gülüşmek için yaratılmışlar...
Oysaki bu ve benzeri hâdiseler, ölümü öldürme düşüncesi ve onu unutmaya çalışma gayretinden başka bir şey değildir. Evet, Müslümanın da kendi çizgileri içinde ve meşru dairede dünya adına bir sevinç ve neşe hayatı vardır; ne var ki, onun neşe dünyasında bile ölüm ve ölüm ötesine ait ürpertici, fakat aynı zamanda imrendirici esintiler, mânâlar ve buğular bulunur. Sonra, Müslümanın iç dünyası ve ruhî saadeti, dünyalık eğlencelere ihtiyaç bile hissettirmez.
b. Ebedî saadet saraylarının kapısı ölümle açılır
Ölümün alnından öperiz biz: "Sen ne mübarek arkadaş ve refakatçisin." deriz ölüme. Varsın, başkaları sana dikenli nazarıyla baksın, sen gülün ta kendisisin. Bırak, bazıları sana "kara yüz" yakıştırmasında bulunsun, sen, bizim için bizi aydınlık ülkelere uçuran ötelerden iki ışık kanatsın. Bakma sana "soğuk yüz" dediklerine; sen bizim için, müjde çiçekleriyle kar gibi beyaz ve berraksın. Onlar sana "çukur" derler, "dehliz" derler; fakat biz, "ebedî saadet saraylarına açılan koridorsun" deriz. "Ayıran" da derler sana; fakat sen, haddizatında, ebedî âlemlere intikal etmiş binlerce ahbaba, dost ve yârâna kavuşturansın. Başta, simalarına meleklerin hayran olduğu nebilere, sonra sahabeye, salihlere, hısım ve akrabaya bizi ulaştıransın. Cemalullah'a yaklaştıransın!...
Evet, ayıransın da, fakat, elemli, sıkıntılı ve ayrılık hasreti yüklü şu dünya talimgâhından, hayatların en hası hakikî hayata intikal ettiren bir terhis tezkeresisin! Sen, bizi Gönderen'e dönme anında, cismimizi nura garkedecek bir ebed şerbetisin! Ve sen, bir son değil, sonun sonusun; sonsuzluğa eş ve baş olabilecek son bir sonsun. Son ile sonsuzluğu dudak dudağa getiren bir ufuk ve Cemal'e açtığın gözlere çekilen bir sürmesin.. ve yine sen, dertli bir neslin dert yüklü Tercümanı'na, "Eyvah, bugün yine ölmemişim." dedirtensin. İşte ölümün iki yanı: Önce 'terhib' düşüncesiyle ölüm, sonra da 'terğib' düşüncesiyle ölüm...
Ölüm düşüncesi, arzettiğimiz gibi hem caydırıcı, hem de teşvik edici yönleriyle bir yandan seyyiatımız, mesuliyet hissimiz ve Rabbimiz'e karşı yaptıklarımızdan hesap verme endişesiyle bizi iki büklüm ederken, bir yandan da ümit-reca münasebeti içinde kalbimizi hoplatıp bizi canlandırmakta, şahlandırmakta ve kalbimizle beraber duygularımız ve düşüncelerimizle beraber davranışlarımız üzerinde müsbet tesir icra etmektedir.
'Râbıta-ı mevt' denilen ölümü sürekli hatırlama ameliyesiyle, kabirleri ziyaret ve hastalarla sakatlardan ibret almakla -inşâallah- ülfetten kurtulmuş, iç gerilimimizi ve canlılığımızı muhafaza etmiş ve şeytan ve günahların zararından korunmuş olacağız.
9. Kalbin incelmesi, yumuşaması da çok önemlidir
Kalb ve hissiyatın incelmesi, yumuşaması, madde kesafetinden sıyrılıp, ruhun düşünce ve hayal mesafelerinin ötesinde seyr ü sefer yapması, kalb ve gönül insanları için çok önemlidir. Evet, her meselede olduğu gibi bu mevzuda da Efendimiz'in nurlu beyanlarının rehberliğinde, nasıl şu dünyada dünya ayaklarıyla yürüyor ve dünya gözleriyle görüyorsak, aynı şekilde, ahiret menzillerinde de daha bu dünyadayken yürüme, gezinme ve o hayatı yaşamaya çalışarak iç tecrübeler edinme oldukça önemlidir. Şu kadar ki, böyle bir ameliye için de istikamete ulaşmış bir tefekkür, dolayısıyla da bir mârifet ve malumat gereklidir.
Ölmüşüm!.. Başımda ehlim, ıyalim, yakınlarım ve dostlarım toplanmış ağlıyorlar. "Ah, siz değil, ben ağlayacak durumdayım şimdi... Ah, keşke, keşke dünyada ağlayıp da, şimdi burada gülebilseydim!.."
Teneşire upuzun uzatmışlar, gassal başımda cesedimi yıkıyor, kirlerimi temizliyor; istediği tarafa evirip çeviriyor beni... "Ah keşke ben, ben de, can bedende iken kirlerimi yıkasa idim, tevbeyle, istiğfarla arınsam ve günah işlemeseydim! Allah Resûlü'nün mübarek elleri arasında evrilse, çevrilse, yoğrulsa ve buraya müsait şekli alsaydım!..."
Bak, kara ve karanlık bildiğim kabrin karanlığına terk etmeden, son bir defa daha aklık görsün der gibi beni beyaz kefene sarıyorlar. "Ah, keşke kabrimi aydınlatacak olan Allah'ın boyası ile boyansaydım; abdest ile parlayıp, namaz ile nurlanıp ve Allah yolunda hizmet ile aklansaydım!..."
Eyvah, dört parça tahtadan yapılmış kuru tabuta da koydular. "Aah, aah, yumuşak döşeklerde ve koltuklarda ayaklarımı uzatmış, hayatın tadını çıkarırken neden düşünmedim bir gün böyle kuru bir tahtaya uzatılacağımı, neden? Babama da aynı şeyi yapmışlardı hâlbuki!.."
İşte beni musallaya yatırdılar ve namazımı kıldılar... Aldılar sırtlarına ve.. evet, işte kabre koydular. Hani, hani nerede benim eşim, nerede evlâdım, nerede dostlarım? Ne oldu size? Neden arkanızı dönüp ayrılıyor ve beni bu daracık yerde tek başıma bırakıyorsunuz? Malım, mülküm, servetim! Nerede bütün bunlar? Dünyada iken böyle miydik ya? O da ne? Cesedim, bir an olsun benden ayrılmayan bedenim, güzel gözlerim, kulaklarım, ellerim, ayaklarım... Siz de mi beni terk edip gidiyorsunuz? Ah keşke, keşke beni kabir kapısında terk edecek olan şeylere gönül bağlamasaydım; burada faydası dokunacak ameller işleseydim!"
Münkir-Nekir gelip, sorular soracak; Berzah hayatında Cennet ya da Cehennem seyredilecek; haşir neşir olacak ve insanlar hesap yerine sevk olunacaklar. Herkes başının çaresine bakacak; kişi kardeşinden, anasından babasından, arkadaşından, evlâdından kaçacak; herkes kendini kurtarma sevdasına düşüp, kapı kapı şefaatçiler arayacak.
İşte eller eli Nebiler Nebisi'nin eli orada bir kısım ellere dokunuyor, nurlu simaları tanıyor "Yüzleri, kolları abdestle, alınları secdeyle nurlanmışları uzaktan da görsem tanırım ve 'bendendirler' der ve alırım." diyerek topluyor. Ah, keşke ben de adres bıraksaydım, kendisiyle tanışıklık kursaydım ve ben de Havzı'nın başına konanlardan olsaydım...
İşte, defterler uçuşuyor, mizan kurulmuş hesaplar görülüyor; sırlar ortaya dökülmüş, diller yerine eller ve ayaklar konuşuyor... gibi tefekkürlerle kalb ve ruhta bir incelik hâsıl etmelidir.
10. Gecenin siyah zülüfleri arasında gözyaşları ve teheccüt lâzımdır
Gözyaşı, ihlâs ve samimiyet sahibi bağrı yanık, ciğeri dağlanan insanlar için bir boşalma ameliyesidir. O, dünyada gönülde dayanılmaz hâle gelen aşk ateşinin ızdırabını bir nebze dindirirken, ahirette Cehennem'in alevlerini söndürecek tek iksir olacaktır. Onun içindir ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu mevzuda şöyle buyurur:"Mahşerde, Cehennem kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengâmda, Cebrail (aleyhisselâm) elinde bir bardak suyla görünür. Ona, "Bu ne?" diye sorarım ve bana şöyle cevap verir: "Bu, mü'min kulların Allah korkusuyla ağlayıp gözlerinden döktükleri gözyaşlarıdır ve şu korkunç kıvılcımları söndürecek tek şeydir."[10]
Yine bir başka hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah korkusuyla gözyaşı dökmeyi, cephede düşmanı kollayıp, içimize sızmasına engel olan mücahidin nöbetine denk tutar. "İki göz Cehennem'i görmez." buyurur ve devam eder: "Biri, Allah korkusundan ağlayan göz, diğeri de, memleketin içine düşebileceği tehlikeler karşısında yüreği atan ve nereden, hangi gedikten düşman içimize sızacak, hangi plânda bizi tahrip edip çürütecek diye nöbet bekleyen göz."[11]
Dışarıda dışı, içeride içi gözetleyen gözler. Evet, iç fetihle dış fetih birbirine müsavîdir.
Kur'ân-ı Kerim de, yer yer bu işi tebcil ve takdir ederek: "Onlar, Allah'ın âyetlerini duydukları zaman çeneleri üstü yere kapanırlar."[12] buyurur. Bir başka yerde ise, "Az gülsünler, çok ağlasınlar."[13] ihtarında bulunur. Bu, bir nevi, "Düşünün ve bir sürü kazandığınız şeyler karşısında yürekleriniz hoplasın.! Ölüm ve sonrasında başınıza gelecekleri ve hesap yerindeki durumunuzu tefekkür edin de, az gülün çok ağlayın." demektir. Bu yönü ile gözyaşı, Cennet kevserlerine müsavî tutulur.. ve Efendimiz,"Ürpermeyen kalbten, yaşarmayan gözden Sana sığınırım Allah'ım."[14] diye yalvarır. Kalbleri kaskatı olmuş, duyguları örümcek bağlamışlarda gözyaşı görülmez.
a. İçten kaynamadan, sun'î zorlamalarla ağlamamalıdır
Meselenin bir diğer yönü daha var. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz, "Her istediği zaman ağlayan bir insan riyakârdır." buyururlar. İçten kaynamadan, hiçbir iç zorlama olmadan, kalb sıkışmadan durup dururken ya da sun'î zorlamalarla gözyaşı akıtmaya çalışan insandan da endişe edilir. Zira ağlamak, kalb heyecanı ve duyguların baskısı altında bulunma neticesinde bir boşalmadır. Bazen olur ki, kalb fevkalâde sadakat içindedir; dinin emirlerini yerine getirme, dince yasaklardan kaçınma mevzuunda kararlı ve dimdiktir.. dönüş nedir bilmez, fakat gözünden de damla yaş gelmez. Ama onun sözünü ettiğimiz şekildeki sadakatı çok mühimdir. O, âdeta bir girdap, bir fevvare gibidir.. ve o kat'iyen boş değildir...
Bunların her ikisi de makbuldür; şu kadar ki, sadık, âşıktan ileridir. Yanlış anlaşılmasın; bu, hiçbir zaman sadıkın gözünden yaş gelmez demek değildir. Hz. Ebû Bekir de, Hz. Ömer de sadıktılar; bir kalbi kırığın yanına oturduklarında, bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlarlardı. Namazda iken hıçkırıklarının arka saflardan duyulduğu herkesin malumudur. Bu itibarla, nasıl içte haşyet ve ürperti duyulmayıp gözden yaş gelmemesi, her zaman kalbin kasvet bağladığına hamledilemezse, aynı şekilde, bazen de gözyaşlarının ceyhun olması, mutlaka kalbin haşyet, rikkat ve saygısına verilemez.
Evet, bazen insan kendini kontrol edemez, hislerine mağlup olur ve ağlar; eğer bu insanın iç murâkabesi ve sadakatı yoksa bu onun için tehlikelidir. Ağlama, insanın önünü alamayacağı şekilde iç tazyiklerle bir boşalma şeklinde ve meşru çizgide olursa makbuldür, matluptur, Hak indindeki değeriyle de dünyalara bedeldir.
İmam Gazzâlî İhya'sında der ki: "Ağlayan da pişman, ağlamayan da." İnsan ağlamıyorsa, bir gün pişman olacaktır; çünkü kendisini ağlatacak çok badireler var önünde. Öte yandan, pek çok ağlayanlar da vardır ki, günahlarına değil, başka şeylere ağlarlar; belli hislerin tesirinde dökerler gözyaşlarını. Demek oluyor ki, gözyaşının da meşru istikamette olanı makbuldür.
Sadık olmayan ve meşru gözyaşları da bulunmayan kalbi kasvet bağlamış ve içinde günahlara karşı ürperti kalmamış bir insan, şeytana boy hedefi olmuş, vurup avlanmasına müsait hâle gelmiş demektir. Çünkü böyle bir insan, günahlardan irkilmez, dolayısıyla da bir daha o günaha girmemek üzere vicdanında onun ağırlık ve ızdırabını taşımaz. Katı kalbli insana ne terğib (teşvik), ne de terhib (korkutma) tesir eder.. her yerde rahatlıkla gezer, günah tehlikelerinden hiç korkmaz ve gafleti kendisine daima -mayınlı tarlalarda da bulunsa- emniyette olduğunu fısıldar.
b. Teheccüt: Karanlık gecelerin aydınlatıcı feneridir
Gecelerini teheccüt feneriyle gündüz gibi aydınlatmış olanlar, berzah hayatlarını da aydınlatmış sayılırlar. Teheccüt, berzah karanlığına karşı bir zırh, bir silah, bir meşale ve kişiyi berzah azabından koruyan bir emniyet yamacıdır. Her namaz, insanın öbür âlemdeki hayatına ait bir parçayı aydınlatmayı tekeffül etmiştir; teheccüt ise, ötelerin zâdı, zahiresi, azığı ve aydınlatıcısıdır. Kur'ân'da birkaç yerde teheccüde işaret edilmiştir.[15] İki rekât kılınabileceği gibi, sekiz rekât da kılınabilir. Buhârî ve Müslim'in rivayetine göre, İbn Ömer, rüyasında iki dehşetli kimsenin gelip, kollarından tutarak kendisini derin, alevli bir kuyunun başına getirdiklerini ve atacaklar diye korkunca da: "Korkma, senin için endişe yok." dediklerini Efendimiz'e anlatır. Allah Resûlü, "İbn Ömer ne güzel insandır; keşke, teheccüt namazını da kılsa!" şeklinde tabir ve tevcihte bulunurlar...[16] Allah, böylece rüyasında İbn Ömer'e Cehennem'e ait bir berzah levhasını göstermiş ve bir eksiğini hatırlatıp, Efendimiz'in tavsiyeleriyle o eksiğin kapatılmasını sağlamıştır.
Ülfetin dağılmasında, kalblerin yumuşamasında ve şeytanların, günahların tesirlerinden korunmada, Allah korkusu, Allah haşyeti ve muhabbetinden gecenin zülüfleri üzerine bırakılan bir kaç damla gözyaşı ve herkesin uyuduğu saatlerde uyumayan gözlerle eda edilen zikirler, tesbihler, kılınan namazlar ve mütalâa edilen derslerin kalblere ne kazandırdığı, ancak tatbikatla ve tadıp bilmekle anlaşılır. Geceleri aydın olan insanların, gündüzleri hiç aydın olmaz mı?
11. Evlenmeli, mümkün değilse oruç tutulmalıdır
Efendimiz, "Ey gençler topluluğu, evleniniz; gücünüz yetmezse oruç tutunuz, zira oruç günahlara karşı kalkandır."[17] buyurur. Bir genci nefsanî istekleri gerçekten tazyik etmeye başlamışsa, onun vakit geçirmeden evlenmesi tavsiye edilir. Yok, böyle bir tehlike altında değil de, nebiler ve büyük zatlar gibi ismet ve iffet içinde bulunuyor ve yapacağı vazifeleri de varsa, bir yönüyle atmosferi de kendisini muhafaza ediyorsa, onun bekâr kalması düşünülse bile, hususiyle günümüzde şeytana alet olmamak için izdivaca teşvik edilmeli ve bu koruyucu kalkan ve zırh içine alınmalıdır. Aksi takdirde, bir başka kalkan olarak oruç kullanılmalıdır.
12. Ashab-ı kiramın hayatı yaşanıp yaşatılmalıdır
Kalb ve düşüncemizin istikamet ve canlılığı için Peygamber Efendimiz'in hayat-ı seniyyelerine, sahabe-i kiram, tâbiîn-i izâm ve sırasıyla asırlara ışık tutan salih kimselerin hayatlarına ait tabloların müşâhedeye sunulması, okunması, dinlenmesi, mütalâa edilmesi ve hayatımıza bunlarla renk ve şevk katılması bir başka çaredir. O büyük numunelere kendini ve hayatını mukayese edebilen bir insan, "Onlar öyleydi, ya biz nasılız?" deyip, kendisini muhasebeye çekecek ve böylece önden çekici, arkadan da itici bir güce sahip olacaktır.
Yalnızca kutlama mânâsına 'anmak' veya haz duymak için değil, gerçekten onlar gibi olma düşüncesi ve iştiyakı içinde, heyecan dolu bir sine ile geçmişe ait kıssaları okumak ve dinlemek ve neticede kendi hayatımızı onların hayatına göre ayarlamak, üzerinde titizlikle durulması gerekli bir husustur. Halkın karşısına çıkar ve anlatır, mefahirimiz ve tarihimizle iftihar ifade eden nutuklar çeker, "Biz yıldırımlar gibi çakan asil ve necip bir milletin, değişik dünyaların bağrına kıvılcımlar gibi yağan torunlarıyız." deriz de, biri çıkıp bize, "Onlar öyleydi, ya siz nasılsınız; neredesiniz, ne yapıyorsunuz?" Derse, ne cevap vereceğiz.! Önemli olan, bu sorunun cevabını verebilmektir.
Her insanda yaratılıştan gelen bir taklit ve benzeme arzusu vardır. Her baba, evlâdını dikkatlice gözleyip takip etse, anne-babaya benzemeye çalıştıklarını görecektir. Evet, yedi yaşındaki bir çocuğun, babası gibi elinde tesbih çevirmeye çalıştığını ve saçını taramasına kadar her şeyinde babasına benzemeye gayret ettiğini görürüz. Daha ileri yaşlarda, kiminin sporcuları, kiminin de film artistlerini taklide çalıştığını müşâhede ederiz. Hatta evinizde bulunan çocuklarla azıcık konuşulsa, evinizde nelerin bahis mevzuu olduğu hemen anlaşılıverir. Burada bir müşâhedemi nakletmek isterim:
Babanın arkadaşı oğluna soruyor: "En çok anneni mi seviyorsun, yoksa babanı mı?" Çocuğun cevabı belki babasını bile şaşırtacak mahiyettedir: "Ben en çok Allah'ı ve Resûlü'nü seviyorum amca!"
Bir müşâhedem daha: Yedi yaşında bir ilk okul çocuğu, Almanya'da Alman arkadaşlarıyla havuza giriyor. Çocuk hayâsından suya iç çamaşırıyla girmiştir ve eve ıslak pantolonlarıyla geliyor; dizler de çamurlu. Annenin "Ne bu böyle?" sorusuna çocuğun cevabı enteresan: "Anne, ikindi namazını çimende kıldım."
Evet, daima canlı, şevkli kalmanın bir yolu, bir çaresi de sahabe gibi yaşamak ve yaşatmaktır. Kur'ân, Efendimiz'i nasıl bize örnek gösteriyorsa, Efendimiz de ashabını"Yıldızlar gibidir."[18] diyerek, bize hidayet ışıkları olarak takdim etmiştir.
13. Nifak ve "günaha girdim" endişesi taşınmalıdır
Bazen de, şeytanın kurcalaması, vesvese, kalb katılığı ve ülfet olmadan da, "Acaba münafık mıyım, günaha girer miyim?" korku ve endişesi taşımak iyidir. Hz. Ömer, İbn Mesud, Abdullah İbn Ömer ve Hz. Âişe, hatta bazı tabakat yazarlarının tespitine göre yirmi kadar sahabi, kendilerinde nifak alâmeti var diye endişe ederlerdi. Haddizatında, vesvese bunların semt-i nasutiyetlerine sokulmamıştır; fakat onlar, çok derin bir iman şuuru ve mesuliyet hissine sahip bulunduklarından kendilerini böyle görmekteydiler.
Bu, başka mü'minlerde de olabilir: "Çarşıya çıktım; yanımdan manyetik alanına girdiğim bir kadın geçti, yaralandım; kalbim ve duygularım söndü, ne olacak hâlim?" diyen bir insan, bence tedbirli bir insandır. Bu anlayıştaki bir insan, ayağını attığı ve bastığı yeri mayınlı tarla gibi görmektedir.. ve bu, nefs-i levvâme sınırı ve sırrıdır. Yani, nefs-i emmârenin dizginlerini eline almış, almış ama yine de yer yer hatalar yapıyor, ne var ki, yaptığı hatalardan da rahatsızlık ve tedirginlik duyuyor. Günahlara giriyor, fakat ardından da dönüp nefsine "Sen zaten beni batıran, şunu şunu yaptıran değil misin? Nedir senden çektiğim?" diye kınamada bulunuyor. Esasen bu, insanın nefsiyle boğuşmasının bir tezahürüdür. Eğer dişini sıkar dayanırsa, nefsi kendinden elini eteğini çeker ve 'râdıye, merdıyye' mertebelerine ulaşır, 'mutmainne'ye tırmanır ve 'safiye'yi görüp sezmeye başlar.
[1] Beyhakî, Kitabü'z-zühdi'l-kebir, 2/157; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 2/222.
[2] Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/511.
[3] Yusuf sûresi, 12/53.
[4] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/190-191.
[5] İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'âni'l-azîm, 1/442.
[6] Bkz.: Aclunî, Keşfü'l-hafâ, 1/370.
[7] Bkz.: Tirmizî, kıyame 26; zühd 4; Nesâî, cenâiz 3; İbn Mâce, zühd 31.
[8] Bkz.: Müslim, cenâiz 108; Tirmizî, cenâiz 60; Nesâî, cenâiz 101; İbn Mâce, cenâiz 47, 48.
[9] Buhârî, küsuf 2; tefsir (5) 12; nikâh 107; rikâk 27; eymân 3; Müslim, salât 112; küsuf 1; fezâil 134; Nesâî, sehv 102; küsuf 11, 23; Tirmizî, zühd 9; İbn Mâce, zühd 19.
[10] Bkz.: Kurtubî, el-Câmiu liahkâmi'l-Kur'ân, 17/123.
[11] Tirmizî, fezâilü'l-cihad 12.
[12] İsrâ sûresi, 17/107.
[13] Tevbe sûresi, 9/82.
[14] İbn Hacer, Fethu'l-bârî, 11/139.
[15] Bkz.: İsrâ sûresi, 17/79; Secde sûresi, 32/16; İnsan sûresi, 76/26.
[16] Buhârî, teheccüd 2, 21; fezâilü ashabi'n-nebi 19; tabir 35, 36; Müslim, fezâilü's-sahabe 139, 140.
[17] Buhârî, savm 10; nikâh 2, 3; Müslim, nikâh 1; Nesâî, sıyâm 43; İbn Mâce, nikâh 1.
[18] Deylemî, el-Firdevs bime'sûri'l-hitab, 2/310; 4/160; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/147.
.
Afakî (Dış Âleme Ait) Meseleler
1. Cemaat hâlinde yaşamak, hayatî bir zarurettir
Allah, insanı toplum içinde yaşayacak bir varlık olarak yaratmış ve onu hemcinslerinin arasına salmıştır. İnsan, maddî ve mânevî yönleriyle ancak toplum ve cemaat içinde yaşayabilir. Onun içindir ki, Hz. Âdem'den bu yana hep cemaat öne çıkmış, fert arka plânda kalmıştır. Şu kadar ki, bazı devreler ve zaman dilimlerinde bu mesele, diğerlerine nazaran daha bir ehemmiyet kesbetmiş ve âdeta bir zaruret hâlini almıştır. Kaldı ki, büyük çoğunluğu itibarıyla hayvanlar bile toplu hâlde yaşarlar; öyle ise en mükerrem varlık olan insan, hayatının her safhasında toplu hâlde yaşamak mecburiyetindedir.
İslâm, bu meseleyi daha bir pekiştirir ve öne alır. Öyle ki, mü'min tek başına namaz kılarken bile, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ إِيَّاكَ نَسْتَعِينَ "Ancak Sana ibadet ederiz ve ancak Senden yardım bekleriz."[1] der; "Ederim, beklerim." demez. Bir mü'min, günlük şahsî işlerinden ibadetlerine kadar her meselesinde Kur'ân ve Sünnet'le cemaat içine itilir, kendisine cemaat olmanın avantajları gösterilir ve hayatının büyük bir bölümü cemaatle irtibatlandırılır.
a) Cemaatleşme, bugün her zamankinden daha zarurîdir
Bugün küre-i arz, bütün milletleri ve devletleriyle tek bir ülke görünümü almıştır. Ulaşım ve haberleşme, çeşitli vasıtalarla çok kısa zamanda temin edilir olmuş, milletlerin birbiriyle yakın münasebetlerde bulunması sayesinde teknolojik, iktisadî, siyasî ve silah üstünlüğü bakımından dünya birbiriyle yarışır hâle gelmiştir. Bu yarış, her milleti kendi bünyesinde cemaatleşmeye götürmüş, hatta asrın getirdiklerinin zarurî bir neticesi olarak topyekün insanlık, kendini bu yarış ruh ve şuuru içinde bulmuştur.
Dünya çapında ideolojiler, onsekizinci asırdan bu asra genç fidanlar gibi sarkmış ve orijinal bulunarak, Hıristiyanlığa da bir reaksiyon olarak kendilerine sahip çıkılmış, o fidanları gövdeleştirmek isteyenler, dünyanın hemen her yerinde topluluklar meydana getirmek ve kitleleşmek için var güçleriyle ve bütün imkânlarıyla mücadele vermişler ve cihan harplerinde yenik düşenler, önde görünenlere yetişme, hatta geçme hırs ve azmiyle ayrı bir cemaatleşme yoluna girmişlerdir.
Asırların dev çınarı Osmanlı Devleti'ne karşı devam edegelen Haçlı seferleri, esasen yine birlik içinde toplum oluşturmanın örneklerini teşkil etmekteydi. Bugün, aynı topluluklar çok değişik nam ve unvanlarla kendilerini hissettirmekte ve paktlar, pazarlar, bloklar şeklinde ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Bunun ötesinde, kendi bünyelerinde tabiî seyirlerini tamamlayan ya da tamamlamış görünen milletler, görünen ve görünmeyen kollarıyla başka milletlerin içine sızmaya ve oralarda kendi türkülerini söyleyecek cemaatler teşkil etmeye başlamışlardır. Burada, nezahet ve nezaketinize sığınarak, inkâr-ı ulûhiyetin baş temsilciliğini yapan bazı büyük devletleri misal olarak vermek istiyorum: Geriye dönüşe ve tepeden hızla inişe geçtikleri şu dönemde, geçmişte milletimize yaptıklarının cezası olarak baş aşağı gelişlerini -inşâallah- göreceğiz.[2] Siz isterseniz, ülkemizdeki kolejleri, kültür hareketleri, beşinci kol faaliyetleri, her çeşit neşriyatları ve nefsanî hayat anlayışları ile bazı ülkeleri de yapıp ettikleri ve başlarına gelenlerle düşünebilirsiniz.
Memleketimiz, memerr-i efkârdır, yani Doğu ve Batı kültürlerinin uğrak yeridir. O, asırlar boyu ipek yoluyla Doğu-Batı ticaretinin uğrak yeri olduğu gibi, bütün fikirlerin de uğrayıp geçtiği veya yerleşip kaldığı bir ülke olmuştur. Sanki her geçen, her uğrayan bu verimli toprağa bir kaç tohum atıp, öyle gitmiştir.
Şimdi siz söyleyin: Tarih boyunca sağlı-sollu, önlü-arkalı bunca toslamalar, vurup geçmeler.. tarihî, millî ve dinî kaynaklı düşüncelerle toplu atan hasım yürekler ve bütün bunların hâsıl ettiği korkunç dalga ve esintiler karşısında eğer bir ve beraber olmasaydık, bugünlere gelip ulaşmamız mümkün olur muydu?
Bu soruyu çevirip şöyle de sorabiliriz: Sayısız dişlerin ve dişlilerin (tek dişi kalmışlar birleşince, cemaatler hâlinde çok dişliler olur) peş peşe amansız saldırıları karşısında mukavemet edebilmemiz, millî bütünlüğümüzü koruyabilmemiz, hayatiyetimizi hem de başkalarına hayat nefhederek sürdürebilmemiz için sağlam ve sarsılmaz bir içtimaî yapı teşkil etmeye ihtiyacımız var mıdır, yok mudur?
Dünya, üzerimize cemaatler hâlinde ve mekanize birliklerle gelirken, onların karşısına fertler hâlinde ve tüfeklerle nasıl çıkabiliriz? Gerçek şu ki, toplu atan yürekleri top da sindiremez. Topumuzun, tüfeğimizin olmadığı yerde, hiç olmazsa yüreklerimiz vahdetle gürül gürül olmalıdır.
Farklı kültürlerden farklı cemaatler ortaya çıkar. Önceki devirlerde farklı doktrinler, değişik fikrî cereyanlar ve kültürler gelişip boy atmadığı ve insanların çoğuna tek tip kültür hâkim olduğu için, tek bir kişinin arkasından -hak veya bâtıl adına- büyük topluluklar sürüklenip gidebiliyordu. Belli bir kültür ve anlayış içinde yetişen insanlar, daha saf olup, daha kolay yönlendirilebiliyor ve bugünkü anlayışla, kitle ruh hâletinden, yani toplum psikolojisinden istifade etmek çok daha rahat ve kolay oluyordu. Bu sebeple bir Hasan Sabbah, bir Bedrettin, yığınları harekete geçirebiliyor ve onları apaçık bâtılların duyguları, düşünceleri kanlı delileri hâline getirebiliyorlardı.
Bugün ise, yukarıda da kısmen temas ettiğimiz gibi, herkes ayrı ayrı kültürlerden istifade edebilmekte ve çok farklı dünya görüşleri insanlar arasında çok çabuk yayılmaktadır. Evet, her seviye ve anlayışta, her inanç ve düşüncede dünyanın öbür ucunda yazılan herhangi bir eser, çok kısa zamanda beri ucunda alıcı, okuyucu bulmakta ve tesir icra etmektedir.
Bu, şu demektir: Böyle farklı kültürlerin içiçe yaşadığı bir devirde insanlar birbirlerinden kopuktur; toplum hayatı yerine ferdî hayat hâkimdir. "Ben de okuyorum; dünyayı senin kadar ben de biliyorum." gibi, bilmekten, ilme vukuftan, kültürlü olmaktan doğan "Ben de" anlayışıyla herkes âdeta arslandır. Bu insanlar, dünyaya ait meseleleri öğrenip, dünyayı tanımada sanki müsavî gibidirler. Denk olanlar ise birbirini iter. Böyle bir vasatta her fert, kendi bilgisi, kendi iktidarı, kendi kabiliyeti ve kendi kapasitesinin kendisine kâfi geldiği inancıyla, "Orman bana ait." deyip, tek başına dolaşmak istemekte, kimsenin vesaya ve koruması altına girmeyi düşünmemekte, hatta bunu lüzumsuz saymaktadır.
Önce şurası iyi bilinmelidir ki, bir fert, dalâlet adına tahripkâr cemaatler karşısında tek başına mukavemet edemez. Bir insan, 'gavs' bile olsa, şahsî dehasıyla, kültür ve ilim dünyasıyla, hatta keşif ve kerametleriyle asrımızın dalâletleri ve günah tufanları karşısında tek başına yaşayamaz; yaşasa da, sürüden ayrı kaldığı için her zaman kurtlara yem olabilir. Ayrıca, cemaat içinde bulunmanın getireceği feyizlerden, sağlayacağı avantaj ve lütuflardan da mahrum kalır.
Ayakları cemaat zeminine basmayan insan, ayaklar altında bir yaprak ve bir tüy gibidir; bu yandan üflesen öte yana, öte yandan üflesen bu yana savruluverir. Bu yüzdendir ki, Gavs-ı A'zamlar, İmam Rabbânîler, Muhyiddin İbn Arabîler bile bu asırda yaşasalardı, ferdî hareket etmeyeceklerdi. Sahabe devrinin o en kuvvetli, en iktidarlı ve meleklere parmak ısırtacak insanları bile cemaatleşme ve birlik teşkil etme lüzumunu duymuşlardı.
Bu sebeple, hasımlarımızın içtimaî kanal ve kollarla geçeceğimiz yollarda kurdukları sayısız tuzaklara ve onların cemaatçe hücumlarına, ayrıca, mânevî hasımlarımız olan şeytana, nefse ve günah tufanlarına karşı yem olmaktan, boğulmaktan bizi koruyacak en mühim sığınak, toplu hâlde yaşamaktır. Evet, bu fikre davet, günümüzün en hayatî meseleleri arasındadır.
b) Cemaatte her zaman kuvvet vardır
İki fert ayrı ayrı olduklarında '1'i aşamazken, yan yana gelince '11' olur. Üç ayrı '1' yanyana geldiğinde '111'e ulaşır. Şimdi, basitçe rakamla ifade etmeye çalıştığımız bu durumu, karanlıkta elinde meşale tutan bir kişinin meydana getireceği aydınlıkla, 11 ya da 111 kişinin meydana getireceği aydınlığı mukayese ederek düşünün. Bir hazineyi kaldırmada da aynı durum söz konusudur. Buna bir de pazu kuvvetinin yanında kabiliyetlerin, ilmin, idrakin ve düşüncelerin ittifakını ekleyin. Ayrıca gaye ve ideal birliği ve cehd ve azim müşterekleri de varsa, işte o zaman, gerçekten topların sindiremeyeceği yürekler gürül gürül ses getirmeye başlar.
Aynen bunun gibi, iç âlemlerinin, ruh ve kalb dünyalarının hayat dereceleri çok ulvî olan ve simalarında melek çehrelerini müşâhede edebileceğiniz arkadaşların şefkat, merhamet ve nurdan tebessümlerle süslenmiş aydın bakışları altında ışıklaştığınızı düşündüğünüzde, şeytanın aldatmalarına ve günahların yakıcılığına karşı nasıl bir atmosfer içinde bulunduğunuzu daha iyi anlayacaksınız. Bu atmosfer içinde direnç kazanacak olan zayıf kalbiniz ve iradenizin fer ve kuvveti de artacaktır. Bu sayede, zülcenaheyn, yani iki kanatlı, çift yönlü bir kuvvete sahip olacaksınız.
c) Cemaatte rahmet ve cemaatle dualarda makbuliyet vardır
Hadisin beyanıyla, Allah'ın rahmeti cemaatle beraberdir. Cemaat üzerinde dolaşan bir bulut, âdeta altına girene rahmet yağdırır. Bir kişinin duası, sadece bir ferdin duası olup, taşıdığı rahmet damlaları da o kadardır. Hâlbuki, tam olarak ittihat etmiş, ağız gönül birliği içindeki bir cemaatin duasının karşılığı, tek tek her ferde inen miktarın kat kat üstündedir ve sağanak sağanaktır.
Eğer rahmete açık semereli bir ağaç olmak istiyorsanız, orman içinde bir ağaç olmaya bakınız; tek başınıza kaldığınızda hiçbir rahmet düşmez.. kuruyup gidebilirsiniz; ama ormana mutlaka rahmet inecek ve siz de o rahmetten bol bol yararlanacaksınız. Yine diyelim ki, siz bir sivilsiniz, silahınız yok; kuvvet ve kudretiniz de sermayeniz kadar... Oysa, askerde tek başınıza bile olsanız, iktidarınız, silahınız, ferdî kabiliyet ve cesaretinizin yanı sıra, içinde bulunduğunuz birliğin kuvvet ve iktidarını da yanınızda bulur ve yerinde bir paşayı, hatta bir orduyu bile esir edebilirsiniz.
İster hayır adına, isterse şer adına olsun, her hâlukârda cemaatin işgücü ve tesiri her türlü tasavvurun üstünde olduğu gibi, böyle bir şahs-ı mânevînin Allah'a teveccüh edip yalvarması da, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetini ihtizaza getirmesi ve ilâhî imdada vesile olması bakımından çok önemlidir. Hatta o kadar ki, ehl-i dalâlet bile bir cemaat hâlinde dua etse, bazı ahvalde sizin tek başınıza yaptığınız duaları geri çevirebilir. O hâlde, dalâlet cemaatlerine karşı mukabele ve mukavemet edebilmek için, mü'minlerin de cemaat hâlinde bulunmaya ve cemaat ruhuyla duaya ihtiyaçları vardır.
Cemaat içinde bulunmanın bir büyük faydası da şudur: Kişinin mâsiyetleri, günahları, dualarının kabul semasına yükselmesine engel olabilir; cemaatin dualarının kabul olacağı ise, kat'î gibidir. Bir kudsî hadiste Allah (celle celâluhu) şöyle buyurur: هُمُ اْلقَوْمُ لَا يَشْقَى بِهِمْ جَليِسُهُمْ"Onlar öyle bir cemaattir ki, onlarla bir arada bulunan bedbaht olmaz."[3] Evet, gül bahçesinde bulunan, hiç olmazsa o bahçenin kokusundan istifade eder.
d) Cemaat, paratoner gibidir
Cemaat, ilâhî rahmeti cazibesi ve duasıyla davet edip sinelere ulaştırmada vasıta olduğu gibi, belâ ve musibetlerin def'ine de önemli bir vesiledir. Sema, kendine açılan semavî simalıların elleri ve gönülleriyle çok alâkadardır. Evet, cemaat hâlinde dua ve yakarış, Rahmete açılan avuçlara semavî tebessümleri celbederken, aynı zamanda yere uzanan afet ve musibetlerin de def'ine sebeptir. Paratonerden uzak kalanlara, şeytanın şimşekten okları her an isabet edebilir. Bazen de ondan iki gün uzak kalan dört gün, dört gün uzak kalan sekiz gün uzaklaşmış gibi, kendini boşluk ve kasvet içinde bulabilir. Bu, tıpkı ışığın kaynağından uzaklaştıkça, karanlığın ziyadeleşmesi gibidir.
2. Yalnız kalmayıp, mutlaka iyi arkadaşlar edinmek lâzımdır
Yukarıda işaret edildiği gibi, Allah, insanı içtimaî bir varlık olarak yaratmıştır. Yalnız yaşayan bir insan, hem dört yandan hücum eden dalâlet rüzgârları karşısında kuvvetsiz, desteksiz, hem de dualarının kabul olması gibi avantajlardan mahrum kalabilir. Bunun da ötesinde, şeytanın zehirli okları karşısında boy hedefi haline gelebilir... Bu itibarla, Aleyhissalâtü vesselâm, "Yalnız yaşayan, şeytandır."[4]buyururlar.
Evet, yalnız yaşayan insan, er geç şeytanın tuzağına düşebilir, şeytana paçayı kaptırabilir ve onun kızıl pençesine av olabilir. Şeytanın zihne ve hayale attığı her kötü düşünce, yalnızlık ve can sıkıntısı toprağında boy atıp gelişecek bir çekirdek gibidir. Fikir, gönül ve ruhunu kötülük ve günah çekirdeklerinin doldurduğu yalnız bir insanda, bu çekirdeklerin er geç iç tazyik ve zorlamalarla dal budak hâlinde dışarı taşarak, günah meyvelerini vermemesi imkânsız denecek derecede zordur. Her insan, zaman zaman kendini zorlayan bu kabîl düşünce ve hayallerin kendisini nasıl kıstırdığını ve bu kötü düşüncelerin kökünün, daha çekirdek hâlindeyken kurutulmasının lâzım geldiğini, kim bilir kaç defa hissetmiş ve nedametle kıvranmıştır..!
Evet, mü'min kardeşlerimiz ve arkadaşlarımız, zihin, kalb ve ruhumuzun şeytana ait kötülük tohumlarınca işgal edilmemesi ve daha başlangıçta bunların temizlenmesi adına bizim son derece faydalı yardımcılarımızdır.
İnsan konuşurken, dinlerken ya da bakarken, zihin ve hayal faaliyetleri bu duygulara bağlı olarak şekillenir ve renklenir. Siz bu üç faaliyetin üçünü birden yaparken, söz gelimi arkadaşınızla konuşur, ona sorular sorar veya sorularına cevap verir, yani hem konuşur, hem dinler, hem de düşünürken, hayal âleminizde seyahatler tertip edemezsiniz. Zira zihin faaliyetleriniz ve dikkatiniz, konuşmanızda, dinlemenizde ve düşünmenizde odaklaşmış ve bir nevi hapsolmuştur. Bunun tersine, arkadaşlarından kopmuş bir insan, serbest kalmış zihniyle, hele bir de yorganı başına çekince, istediği veya şeytanın kendini sürüklediği hayal âlemlerine dalar gider; öyle zaman da olur ki, encamı ürpertici bu hayalî seyahatten yara almadan geriye dönemez...
Evet, insan, yalnız kalmaktan yılandan-çıyandan kaçar gibi kaçmalıdır; çünkü yalnızlık yılanca, çıyanca düşüncelerin insan ruhunu sarmasına yol açar. İki kişi olmada da aynı tehlikeler bahis mevzuu olabilir; çünkü iki kişinin bir fenalık ve kötülük üzerinde anlaşması, zayıf bir ihtimal de olsa mümkündür. Üç kişininse, -ihtimal hesaplarına göre- günahlarda, fenalıklarda anlaşıp bir araya gelmesi âdeta imkânsızdır. Bu hakikate parmak basan Allah Resûlü, "İki kişi de şeytandır; üç kişi ise cemaattir."[5] buyururlar. Üç kişi, bir cemaat teşkil eder ve şeytanın insana nüfuz edeceği delikleri, çok daha küçültmüş olurlar. İster evli, ister bekâr olalım, evde, mektepte, iş yerinde, sokakta ve çarşıda bizi aralarına alıp, üzerimize kanatlarını gerecek, duygu ve düşüncelerimizi şeytanî esintilerden koruyacak ruh ve irade insanı arkadaşlara ihtiyacımızın varlığı ortadadır.
Çok defa ve çok yerde kendi kalbimiz, kendi gücümüz bizi canlı ve diri tutmaya yetmeyebilir. Bakışlarımız buğulanıp, sinelerimizi sis ve duman sarabilir; kalbimiz katılaşıp, aşk u heyecanımız, günlük işler ve bu çok renkli hayat içinde kaybolmaya, erimeye yüz tutabilir ve meydana gelebilecek bir kabz hâli sonucu -Allah korusun!- sefahate düşebiliriz. Ama en az üç kişi bir arada olsa, o zaman diğer iki şevkli ve canlı arkadaşımızdan hiç olmazsa birinin bast hâline misafir olur, onun rahmet oluğundan beslenir, onun esintileriyle serinler ve o hava ve atmosfer içinde aşk u şevk teneffüs edebiliriz.
a) İyi arkadaş insanı Cennet'e götürür
Burada yeri gelmişken şu mühim hususu da belirtmeliyiz: Evet, arkadaş ama her arkadaş değil; iyi arkadaş seçeceğiz. Eskilerin eskimeyen şu sözleri ne güzeldir:
"Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim." "Üzüm üzüme baka baka kararır." "Gül, güller arasında yeşerir." "İyi arkadaş, insanı Cennet'e, kötü arkadaş da Cehennem'e götürür." "İyi arkadaş, misk satan gibidir, hiç olmazsa kokusundan istifade edilir; kötü arkadaş ise, körükçüye benzer ki, hiçbir yanından rahatsız olmasanız bile, en azından kokusundan rahatsız olursunuz."
Evet, her insan, arkadaşlarından iyi-kötü mutlaka bir şeyler kapar.
b) İyi arkadaşlar içinde olunmalıdır
Ebed yolunda ebed soluyan, simaları hakikat gamzeden, iradelerinde Allah'ın iradesi nümâyân öyle dostlar, ahbablar, arkadaşlar vardır ki, yanlarına gittiğiniz, atmosferlerine girdiğiniz zaman, nebi ile diz dize gelmiş gibi kuvvet kazanır, aşkla, şevkle dolarsınız. Onların iksirmisal söz ve davranışları, içinizde yosun gibi yeşermeye başlamış kötü duygu ve düşünceleri bir hamlede siliverir. İyi arkadaş, nasihatleriyle sizin yüreğinizi hoplatacak, içinize aşk, heyecan salacak, düşüncenize aydınlık getirecek ışıktan bir dosttur. Münevver ve münevvir dostlar, has ahbablar, evet bize lâzım olan, işte bunlardır.
Pek çok mıknatısın bulunduğu bir zemine madenî bir parça atsanız, hangi mıknatısın manyetik gücü fazla ise, onu kendine çeker ve bünyesine yapıştırır.. meteorlar, çekim kuvveti ve hayyiz gücü ağır basan tarafa yönelirler.
O hâlde, evlâtlarınızın kalbleri imanlı, kafaları aydın, anne-babalarına itaatkâr, vatan ve milletlerine hizmetkâr, dürüst, faziletli, fedakâr olmalarını mı arzu ediyorsunuz? Öyleyse, onları balmumu gibi eritip, istediğiniz şekli alabilecek temiz arkadaşlara emanet etmeniz gerekir. Böylece onlar, kendi seviyelerinde, emsallerinin muhitinde, içinde bulundukları potanın şeklini alacaktır.
Diyelim ki, bir ortaokul talebesini üniversite sıralarına oturttunuz ve onun için binbir emek, binbir masrafta bulundunuz, bu yanlış yaklaşımla ne ona bir şey verebilir, ne de kendiniz bir şey elde edebilirsiniz! Aynen bunun gibi, bir genci kolundan tutup, kendinden çok ileri yaşta insanların bulunduğu camilere götürseniz, hatta keşif ve kerametiyle insanın içinden geçenleri okuyan evliyâullahtan birine teslim etseniz, yine de o delikanlıyı orada tutamaz, kalbini ve kafasını tatmin edemezsiniz. Her şeyden evvel o, kendisi gibi inanan ve davranan gençlerin bulunup bulunmadığına bakacaktır. Emsalini göremediğinde ise, nazarları daima sevimli bulmadığı simalara takılacak ve tatmin olmayacaktır. "Müslümanlık iyi güzel ama sadece ihtiyarların, yer değiştirme ruh hâleti içinde esneyerek camiye gelenlerin ve ilmî meselelerden habersizlerin dini." diyecek, bu durumda da ona tesir etmeniz imkânsız olacaktır.
Bu itibarla, bir gence iman adına bir şeyler verilmek istenirken, onun akıl ve mantık seviyesiyle ilim ve düşünce derecesini hesaba katmanın yanı sıra, İslâm'ın yaşanabilirliği ve kabil-i tatbik olduğu da kendisine gösterilmelidir ki, yaşama arzusunu duysun ve "Onlar yapıyor, ben niye yapmayayım; onlar kılıyor, ben niye kılmayayım, onlar koşturuyor, ben neden koşturmayayım; onlar okuyor, ben neden okumayayım!" desin, düşünsün ve yapsın...
İşte, böyle bir ruh hâletinin meydana gelmesi de, ancak gül kokulu, selvi endamlı, aydın simalı, misk dağıtan ve Cennet'e yol açan arkadaşlar topluluğu içinde mümkün olabilecektir. Karşı yakada ise, hiç de tasvir etmeyi düşünmediğimiz bir nesil var; içki alışkanlıkları, kumar özentileri, fuhşa ait düşünce ve davranışlarıyla boşlukta, doymamış, serâzât bir nesil... Evlâtlarını sevdiklerini ve onlara merhamet ettiklerini söyleyen anne-babalar, evlâtlarına karşı gerçekten merhametli iseler, onları aydınlık gönüllere teslim edeceklerdir...
Nasihat edenleri dinlemek de, ülfetimizin dağılması, kalbimizin yumuşaması ve şeytanın vesveselerine, günahların zorlamalarına karşı koyabilmemiz için de koruyucu ve besleyici çarelerdendir. İnsan, aklı, mantığı ve muhakemesiyle hususiyet arzeden bir varlık olduğu gibi, coşan gönlü, ürperen vicdanı, yaşaran gözleriyle de bir kalb, bir ruh ve bir duygular yumağıdır. Bu itibarla da o, iç âleminde derinleşmeye, ruh dünyasında zenginleşmeye, tefekkür hayatında genişlemeye muhtaçtır.
Evet, o, yer yer içinde oluşan aysberglerin eritilmesine muhtaç olduğu gibi, mânevî gıdasızlığını izale edecek, mânevî süt akıtan çeşmelere de şiddetli bir iştiyak duyar. Kur'ân, Efendimiz'e defaatle "Anlat!"[6] der ve O iki Cihan Güneşi de, "Din nasihattır."[7]buyurur.. evet bir yanda, çatlama noktasına kadar 'anlatma' talim edilirken, diğer yanda da yine hadisin ifadesiyle "Ya öğreten, ya öğrenen ya da dinleyen ol; dördüncüsü olma!"[8] tavsiyesinde bulunularak, iki uç âdeta bir noktada birleştirilmekte ve dikkat nazarları, yerinde anlatmaya, yerinde de dinlemeye çekilmektedir. Hele, Efendimiz'in bizzat, Kur'ân'ı talim ettiği ashabına, "Okuyun da dinleyeyim!"[9] demesi ne kadar mânidârdır!..
O hâlde insanın, yüreğini coşturup yumuşatacak, içindeki kararmış his ve duyguların kirini, pasını izale edecek, onun ebedî âlemlere şevkini kamçılayacak, bu arada dinî, ilmî dakik meselelerle fikir dünyasını aydınlatacak vaiz ve nasihleri dinlemesi de, yine onun için ekmek kadar, hava kadar mühim bir ihtiyaçtır. Bu sebeple insan, "Bunu biliyorum, bir daha neden dinleyeyim ki!" dememeli; nasıl yemek, içmek devamlı tekerrür ediyor ve bıkmak şöyle dursun, bunlara daima ihtiyaç duyuluyor, öyle de, kalb ve ruhun gıdası sayılan, ayrıca şeytan ve günahların şerrinden de koruyucu rol oynayan nasihat ve sohbetleri dinlemek de, onun için belki bin kat daha lüzumlu bir ihtiyaçtır.
Halk arasında, vaaz ve sohbetlere devam eden bir çok kişinin içkiyi, kumarı bıraktığını, pek çok fenalıkları terk ettiğini, hayırlara koşar olduğunu duyar ve dinlersiniz. Anlatan bir aşk ve heyecan insanı olmasa, gözü yaşlı ve ihlâslı anlatmasa da, yine tesir edebilir; çünkü tesir ettirecek Allah'tır. Bence, günümüzde mahrum bulunduğumuz hususlardan biri de işte budur. Seleflerimiz vaaz ederken, cami ihtizaza gelir, gönüller aşk ve heyecanla dolar; çoğu kez vaaz tamamlanamazdı. Bir kere, dinleyen içi yıkanmış olarak döner giderdi. Ama yine de ümitsiz değiliz; her bitişin ardından bir doğuş başlatan Allah'ın, aşkla coşan, gözü yaşlı, bağrı yanık o gönül erlerini bir kere daha göndereceğine inancımız tamdır.
c) Nasihatçı ve ikazcı arkadaş edinilmelidir
Nasihatçı ve ikazcı bir arkadaş edinmenin ehemmiyetini de burada ifade etmeliyiz. Şimdiye kadar ele aldığımız bahislerle alâkalı olarak üstümüzde âdeta kayyumluk ve bekçilik yapacak iyi bir arkadaşı ikazcı tayin edip, ona ruhsat ve yetki vermek de çok önemlidir.
Evet, böyle bir arkadaş olmalıdır ki, bizde bir gevşeklik, ülfet, günaha biraz meyil gördüğü, az bir kayma müşâhede ettiği zaman hemen ikazda bulunsun, yerinde sertçe kulağımızı çeksin ve başımızı salladığımız zaman da elimizden tutup, bizi sahil-i selâmete çıkarsın.. biz de, sıkıldığımız, kendimizde bir sönme müşâhede ettiğimiz ve ayağımızın kaydığını hissettiğimiz zaman hemen kalkıp, Hızır çeşmesine koşar gibi, bu vefalı ve emin dost, bu güzel arkadaşın kucağına koşalım ve "Sen bir bahçıvansın, hele beni bir gül bahçelerinde dolaştır; bir şeyler anlat bana! Beni şu hayatın girdaplarından, şu günah labirentlerinden çek al, al da, aydınlık iklimlere ulaştır." demeliyiz.
Ailemizle alâkalı bir mesele ortaya çıktığında ya da ticaretimizde bir sarsıntı olduğunda, nasıl hemen heyecan içinde erbabına koşarız; midemiz veya böbreğimiz sancılandığında nasıl hemen soluğu doktorda alırız; ebedî hayatımızı tehdit eden günah mikroplarına ve şeytanın vesvese ve aldatmalarına karşı da, kuvve-i mâneviyemizi takviye edici ilaç ve şifa arkadaşımıza aynen öyle koşmalıyız.
3. Gözlerimizi çarşı ve sokaklarda haram manzaralardan sakınmalıyız
Çarşıya ve sokağa her çıkışımızda gözlerimize birtakım haramların girmesi muhtemeldir. Gözlerimizi kapasak, yürümemiz mümkün olmayacak; açsak, o zaman da arzu edilmeyen sahneler, ruh dünyamızda bulantı hâsıl edip, bizi günahlara sokacaktır.
Haram karşısında gözünü yuman insan, hiçbir zaman maddî-mânevî bir kayba uğramaz ve bu hassasiyeti gösteren insandan kimseye herhangi bir fenalık gelmez. Verimli, dürüst, samimî çalışan ve gerçekten hizmet veren böyle bir insan, hiçbir zaman şeytanca yaşayışın kurbanı da olmaz. Öte yandan, kendini bu aç bakışlara arzeden karşı cinsin, bundan maddî-mânevî kazandığı hiçbir şey yoktur. Kazanmak şöyle dursun, kendisi, muhatapları, toplumu ve memleketi adına neleri kaybedip, neleri kaybettirdiğine hastaneler, hapishaneler, mahkeme koridorları ve gazete sütunları en büyük şahitlerdir. Unutmayalım ki, en verimli meyveleri, zararlı ışınlardan ve şerarelerden korunan yeryüzü tarlaları verir; buna karşılık, yakıcı bakışlara ve öldürücü ışınlara korumasız maruz kalıp, neticede delik deşik olan derbeder gönüllerden ve felç olmuş iradelerden ne beklenir ki!
a) Çarşı ve pazarda gözlerimize haramların girmesi daima muhtemeldir
"Öyle bir zaman gelecek ki, imanı muhafaza etmek, elde kor tutmak gibi olacak."[10]diyor Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz; evet, "Kor; atsan iman gider, tutsan elin yanar."
Ve yine buyuruyor: "Nazar (bakış), şeytanın zehirli oklarından bir oktur." Kalbe saplandı mı ya da göz hunisiyle kalbe indi mi bakışı bulandırır, başı döndürür. Ve sonra Rabbü'l-âlemîn'e tercüman oluyor: "Kim onu Benim korkumdan dolayı terk ederse, kalbine öyle bir iman neşvesi ve halâveti atarım ki, onun zevkini gönlünün derinliklerinde duyar."[11]
Şeytanın bu zehirli oklarına karşı tavrını ortaya koyan ve her işte olduğu gibi, bu hususta da yine yakınlarından başlayan Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, bakınız ne yapıyor?
Hacda, bir merkûbun üzerinde Arafat'tan inerken, sağdan-soldan geçen kadınlara gözü ilişmesin diye, terkisine aldığı amcası Hz. Abbas'ın oğlu Fazl'ın başını bir sağa bir de sola çeviriyor.[12] Hâdiseye dikkat edelim:
Bir defa hâdise, böyle bir duygunun âdeta imkânsız olduğu hacda meydana geliyor. İkinci olarak, mü'minlerin annesi Âişe Validemiz'in ifadesiyle, kadınların erkeklerden ayrı ve yüzlerini dahi göstermeden geçip gittikleri bir dönemde Efendimiz, kendisi hakkında böyle bir şeyin asla düşünülemeyeceği yiğit amcazadesi Fazl'ın başını hem de kendi terkisindeyken sağa sola çeviriyor. Ve bu hâdise, Asr-ı Saadet'in o daima okşayıcı, nazarları, kalbleri yumuşatıcı, burcu burcu vahiy ve Cibril nefesi kokan ve daha dünyada iken ahireti ruhlara duyurup yaşatan hava ve ikliminde cereyan ediyor!
Rica ederim, bugün bile bir mescide girdiğimizde veya bir cemaatin huzuruna vardığımızda, istesek de fena hisler düşünemezken, böyle bir şeyin hiç de mümkün olmadığı bir durumda, nazarına başka hayaller girmesin, serseri bir ok gelip kalbini delmesin, içine fısk u fücur nüvesi serpilmesin diye, Fazl'ın yüzünün bir o yana, bir de bu yana çevrilmesini nasıl değerlendireceğiz?..
Bu hâdisenin ifade ettiği mânâ şudur: Orman hiç yanmasın diye meseleyi kökten ele alıp, ormanda bir kibrit çöpüne dahi müsaade etmeme; ortada hiç savaş ihtimali yokken dahi, binlerce askerin bulunduğu karargâh içinde yine nöbeti aksatmama ve bir saniye olsun gözü yummama... Evet, haramlara, fuhşa, tecavüzlere, cinayetlere ve daha nelere nelere götürücü sebeplerin bütününü ortadan kaldırma.. belki bir gün yılan, çıyan sızar diye tüm delikleri kapama.. ve bir bakış, bir gülüş, bir dokunuşla nice hayatların sönüp gitmesinin, nice yuvaların yıkılmasının önüne aşılmaz setler çekme.. yani fenalıklara iten sebepleri ortadan kaldırma ve günahları ta baştan önleme; işte Allah'ın çizdiği yol!
Yine Efendimiz, yedi yaşında müslüman olup, kendi havasıyla büyüyen amcası oğlu ve nesl-i pâkini devam ettirecek damadı Hz. Ali'ye, "Yâ Ali, birinci bakış lehinedir, fakat ikincisi aleyhinedir."[13] buyururlar. Yani, irade dışı ilişen birinci bakışta günah yok ise de, ikinci ve diğer bakışlarda irade devrede olduğu için, nefsin rolü vardır ve bu bakış, kişiyi alıp götürebilecek bir zincirin ilk halkası olduğundan haramdır. Efendimiz, harama götüren yolu, ta baştan bu şekilde önlemekte ve günahlara geçit vermemektedir.
b) Canımız her sıkıldığında sokağa çıkmamalıdır
Canı sıkılan sokağa mı çıkmalı? Ne kadar çarpık bir anlayış! Şeytanın rahatlıkla içeriye sızıp çalışabileceği bir gedik... Can sıkıntısını sokakta geçireceğini sanan insan, yağmurdan kaçarken doluya tutulan gibi olur.
Can sıkıntısı, kalbin tatminsizliğinden, Allah ve Resûlü ile münasebet kurulamayışından, ibadetlere bağlı olamamaktan, arkadaşsızlıktan, okuma ve tefekkür adına boş bulunmaktan, meşguliyetsizlikten, hizmet etmemekten kaynaklanır. Böyleleri için şeytanın nüfuz edeceği menfez ve gedikler hazır demektir. Şeytandan yanmış insanın, yeniden şeytanın oklarının yağdığı mevzilerde dolaşması, deniz suyu içmekten içi yanmış birinin susuzluğunu gidermek için tekrar denize koşmasına benzer.
Meselenin bir de şu yönü var: Can sıkıntısı, Allah'ın 'Kâbız' ismiyle kalbi sıkması olarak da anlaşılabilir. Dolayısıyla da o, bir ibtilâ ve imtihandır. Böyle bir imtihan neticesinde kulun sebat ve sadakat derecesi ortaya çıkar. Yani kul, canı sıkıldığı, kalbi daraldığı zamanlarda da ibadetleri yapacak mı diye Allah kendisini dener. Şurası da iyi bilinmelidir ki, bu hâlet içinde eda edilen namaz, arkadaşların iştiyak atmosferinde, cemaat içinde şevk ve neşe ile kılınan namazdan çok daha sevaplıdır; çünkü o anda insan âdeta muharebe hattındadır. Sonra, güneşin bulutlar arkasına saklanması gibi, bu hâl de geçicidir; Allah bu defa 'Bâsıt' ismiyle onun kalbini genişletir, kendisine şevk verir. Mağrem nispetinde mağnem, yani meşakkat ve zorluk nispetinde mükâfat ve sevap peylenmiş olur.
c) Çarşı ve pazara çıkarken bazı hususlara dikkat edilmelidir
İnsanın alıştığı günahlardan uzaklaşması da, uyuşturucu tiryakisinin hapını bulamayınca bunalımlara girmesi misali şiddetli ruhî sıkıntılara sebeb olur ve kendisi için günah atmosferi hazır olunca da, hemen içine düşüverir. Dolayısıyla, ister günahkârlar için, ister yılandan, akrepten kaçar gibi günahtan kaçanlar için olsun, çarşı-pazara çıkışta dikkat edilecek bazı hususlar vardır ki, onlara da şöyle bir göz atmamız yerinde olur zannederim:
1- Çarşı ve pazara lüzumsuz yere çıkmamalı, işleri toptan görmeye çalışmalıdır. Günahların seylap hâlinde aktığı yerlerden herhangi bir iş ya da imana hizmet adına herhangi bir vazife bahis mevzuu olmadığı sürece uzak kalmak lâzımdır.
2- Yolun hakkını vermeyi düşünmelidir. Sahabe-i kiram efendilerimiz, çok defa hak ve hakikati anlatmak için dışarıya ve çarşı-pazara çıkarlardı. Hz. Ebû Bekir de, Hz. Ömer de, Hz. Ebû Zer de (radıyallâhu anhüm) bunu yapardı. Böyle bir gaye ile çıkanlar, sokağın ve yolun hakkını vererek günahlara girmekten korunmuş olurlar. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabını yol kıyılarına ve sokaklara oturmaktan men ederdi. "Oturmamızda maslahat ve faydalar var yâ Resûlallah!" dediklerinde de,"Öyleyse, yolun hakkını verin." yani "Gözlerinizi harama karşı kapayın, yolun taş ve dikenlerini temizleyin, gelip geçenlerin selâmlarını alın, selâm verin ve emr-i bi'l-mâruf nehy-i ani'l münkerde bulunup hakikati anlatın." buyururlardı.[14]
İşte, bu hâlis niyet mevcut olduğu sürece seyyiat ve günahlar hasenata dönüşebilir.
3- Dışarıya müteyakkız ve mücehhez olarak çıkmalıdır. İnsan mayınlı tarlada nasıl yürüyor, can düşmanlarının bulunduğu bir bölgede nasıl mücehhez ve müsellah dolaşıyorsa, öyle de, günahların kol gezdiği çarşı-pazarda da mücehhez ve müsellah bulunmalıdır. Yoksa hissiyatıyla baş başa, hazırlıksız, silahsız, bomboş bir hâlde ve şeytanın zehirli oklarına karşı mânevî kalkan ve mânevî kurşunlarını hazırlamadan çıkarsa, o zaman ruhunu kötülükler, günah manzaraları ve her türlü süfliyat sarabilir. Hele bu durum bir kaç kere tekrarlanırsa, artık o, duyguları ölmüş, günahlara, kötülüklere karşı kayıtsızlaşmış ve haramlara bigâne bir hâlde çarşı-pazar dolaşır ki, şeytanın istediği de budur...
4- Dışarıya çıkmadan önce gerilime geçmelidir. Çarşı-pazara çıkmadan önce, yüreğimizi hoplatacak, heyecanımızı coşturacak, gözlerimizi yaşartacak ve hislerimizi harekete geçirecek bir şeyler okuyup, bir şeyler seyredip, bir şeyler dinlemeli ve öyle çıkmalıyız.. evet ancak böyle bir gerilimle çarşı-pazara çıkmalıdır ki, günahlara karşı bir sütre meydana getirilmiş olsun.
5- Dışarıda iyi arkadaşlarla birlikte olunmalıdır. Sokağa çıkarken, orada bizi bekleyen bir sürü düşmanın mevcut olduğu düşünülerek, bu düşmanlara karşı bir-iki muhafızla, yani arkadaşla çıkmalıdır. Çarşıya pazara çıkarken, ruh dünyamızı ayakta tutan mutlaka bir-iki arkadaşın yanımızda bulunması şarttır. İnsanın iç murâkabesi çok defa kendisini frenlemeye, korumaya kâfi gelmeyebilir. İmanımız tam mânâsıyla berrak ve çok safiyane olmalıdır ki, her an Allah'ın murâkabesinde bulunduğumuzu duyup hissedelim. Bu da her zaman mümkün olmayabilir.
Evet, bazen öyle zayıf anlarımız olabilir ki, kendimize hâkim olamayız ve nazarımız harama kayabilir, ruhumuzda bir yara meydana gelebilir, fena düşünceler kafamıza tohumlar gibi saçılmış ve günahlar ruhumuzda mayalanmış olabilir. Ama yanımızda bir-iki arkadaş olduğunda, güzel şeyler konuşur ve güzel şeylerin müzakeresini yapabiliriz. Hem, arkadaşların gözleriyle kendimizi kontrol altında tutar ve nazarlarımıza, kulaklarımıza dikkat edebiliriz. Bazen, o esnada Cenâb-ı Hakk'ın bizi kontrol ettiğini düşünemeyebiliriz ama arkadaşımıza karşı ayıp olmasın diye kendimize çeki-düzen verme gereği duyarız. Belki riya olur, sun'îlik olur ama, olsun; zira bu, fenalıklardan, günahlara girmekten daha iyidir.. hem de, riya müsbet amellerde -meselâ namazda- amelin ruhunu ifsat etse de, menfî amellerde böyle bir zarar söz konusu değildir. Meselâ insan, sırf riya için zina etmese, zina etmemiş olur; görmesinler diye hırsızlık yapmıyorsa, yapmamış olur. Göz zinası, kulak zinası, el ve ayak zinası, düşünce zinası, evet, ne olursa olsun insanın hayaline fıskı, günahı çekebilecek her şey, her fena düşünce gösteriş için dahi olsa terk edildiğinde, o günah, elini ve pençesini ruhlarımıza salmadığı sürece selâmette sayılırız.
Evet, güzel bir söz ya da güzel bir nasihat dinleme, güzel bir yazı okuma, güzel bir şey seyretme veya güzel bir manzarayı mütalâa etmekle mârifete, haşyete, mehâbete uyanmak gibi güzelliklerle dolmuş olarak evden çıkacak, buğu buğu bu tesirlerin altında işimizin başına, mektebimize, vazifemize, hizmetimize gidecek ve bunların tesirini devamlı ruhlarımızda hissedecek ve böylece şeytandan, günahlardan korunmuş olacağız.
6- İrade dışı bulaşan şeyler temizlenmelidir. Bu kadar gayretimize rağmen üzerimize yine de sağdan soldan irademiz haricinde gelip bulaşan, kalb ve ruhumuzu yaralayan çamurlar ve lekeler olabilir. Bu türlü durumlarda ise hemen ibadetlerin vesayası altına girip Cenâb-ı Hakk'a yönelmek icabeder. Bir gün beyninden vurulmuş gibi Huzur-u Risaletpenâhî'ye bir sahabi gelir, kendini yere atar ve: "Mahvoldum yâ Resûlallah, caddeden geçen bir kadına baktım ve dokundum." diye inler. Derken o esnada âyet nazil olur: "Günün iki yanında namaz kılın; şüphesiz ki, iyilikler kötülükleri giderir."[15]
Evet, namazlar, Allah indinde günahları silip süpüren şeylerdir. Hadiste, namazların namaz aralarında işlenen küçük günahlara keffaret olduğu ifade edilir.[16] Rabbimize karşı yaptığımız kulluklar, namazlar, niyazlar, -inşâallah- elimizde olmadan ve irademizi aşarak gelip bize çarpan günahlara keffaret olacaktır. Ayrıca, harama her göz kapama, insana bir vacip işlemiş gibi sevap kazandırır.
7- Günahlar, tevbe ve istiğfarla temizlenmelidir. Her günahta küfre giden bir yol vardır.Her şeyden önce günah, kulun Cenâb-ı Hakk'ın inayet atmosferinden dışarı çıkması ve ilâhî teminatı reddetmesi demektir. Ayrıca kul, günah işlemekle şeytana tam hedef olmuş sayılır; günahlar arttıkça da Allah'ın himaye ve koruması azalır.
Günah, bir pas, bir leke ve bir kirdir; öyle ki, hadisin ifadesiyle, üst üste biriken lekeler, derhal tevbe ve istiğfarla temizlenmezse, kalbî hayatımızla Rabbimiz'in bize bakışı arasına girip, O'ndan gelen tecellîleri keser, rahmet esintilerini perdeler ve bizi inayetten mahrum bırakır.[17] Himayesiz kalan bir kalb ise, neticede -Allah korusun!- şeytanın küfürle vurabileceği bir vaziyet kesbetmiş sayılır.
İkinci olarak, kendini mahcup edecek bir günah işleyen insan, kimsenin bu günahı görmesini istemez. Ama Allah'ın ve meleklerin onun yaptıklarını gördüklerinin de farkındadır. Onun hep bu zayıf anını kollayan şeytan, bu esnada ona, "Keşke şu günahımı gören olmasaydı; ya da keşke şu şey, günah olmasaydı!" dedirtir.
Günahta ısrar ve onu küçük görme de, insanı küfre itebilir. İnsan, günahlara alışmış ve onlardan kopamıyorsa, bazen böylelerini o levsiyattan kurtarayım derken daha kötü durumlara itmiş oluruz. Meselâ, "İçki içme!" dediğimiz birisi, "Bir kadeh haram olmaz; hem, bu kadarını da katı buluyorum." diyecek ve küfre ait benzeri sözlerle o günahın kurbanı olacaktır. Keza namaz kılmıyorsa, "Gel, kıl!" ısrarları karşısında, gelmeme ısrarında bulunacak ve sonunda da "Gelmiyorum." deyiverecektir.
Esasen günah, ısrar edildiği, zararsız bilindiği, tevbe ve istiğfar ile de temizlenmediği zaman günah olur. Yoksa kendisinde ısrar edilmediği, zararı bilinip korkulduğu, tevbe, istiğfar ve samimî bir nedamet ile terk edildiği zaman ise, -Kur'ân'ın ifadesiyle- inşâallah affa mazhar olacaktır. Dağlar cesametinde de olsa, -şirk hariç- Allah'ın affetmeyeceği günah yoktur. Elverir ki, O'nun af, merhamet ve ğufran kapısına varılsın.
4. İnsan meşguliyetsiz kalmamalıdır
Meşguliyetsiz insan, fıska açık yaşar, dolayısıyla da şeytana fırsat vermiş olur. Bu sebeple, boş durmamalı ve bizi daima gerilim, coşkunluk, tazelik içinde tutup, günahlardan da koruyacağı için hep hizmete koşmalı, 'emr-i bi'l-mâruf nehy‑i ani'l-münker'le irşad faaliyetinde bulunmalıyız.
Şeytan, daha ziyade âtıl insanlara, atâlet ve tembellik içinde miskin miskin oturanlara hücum eder. O, hiçbir iş yapmayan, vaktini sinek avlamak, avare avare dolaşmakla geçiren ve saatlerce dumanlı yerlerde boş laf eden insanlara musallat olur. Ve yine o, din, iman, vatan ve millete hizmet adına hiçbir şey yapmayan, din ve iman hizmetlerine karşı kapalı yaşayan, yer yer dolup boşalmasını bilmeyen fertlerle uğraşır ve onları baştan çıkarır. Zira böyleleri, şeytanın arayıp da bulamadığı birer avdır.
Madem şeytan daha çok miskinlik, tembellik ve meşguliyetsizliğimizden istifade ediyor; hizmet adına dolup boşalmaktan hoşlanmıyor ve boş durduğumuz sürece içimize uygun olmayan düşünceler, kuruntular atıyor, başka şeylerle meşgul olmayan hayalimizi kendi namına meşgul ediyor ve günahları düşündürüp günah işlemeye zorluyor, öyleyse biz de, daima meşguliyetle, aksiyonla, faaliyet ve hizmetle ve irşad yolunda terlemekle şeytanın parmak sokabileceği yerleri doldurmalıyız ki, o da bizde umduğunu bulamasın.
İşleyen demir pas tutmaz; sürekli hareket eden, durmadan hak ve hakikati duyurma adına koşan bir insanın aynı zamanda hem bedeninde, hem de ruhunda bir zindelik, bir neşe olacak ve hadisin ifadesi üzere, 'emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i ani'l-münker' yaptığından, vahyin bereketi, içinde ilhamlar hâlinde hissedilecektir. Rızkı bereketlenecek, aile yuvası da Cennet köşelerinden bir köşe olacaktır. Yine hadisin işaretiyle, bu vazife ve hizmetler kesildiği zaman vahyin bereketi de kesilecek, vahyin bereketinden mahrum olanlar da, felç olmuş gibi karanlıklar ve sıkıntılar içinde boğulup gideceklerdir.
5. Allah'ın (celle celâluhu) dinine yardım edene Allah (celle celâluhu) da yardım eder
Kendini Rabbi'ne ve O'nun Habibi'ne hizmete, hakka ve hakikate tercüman olmaya ve irşad faaliyetlerine adamış, evet, bu şekilde Cenâb-ı Hak'la aramızdaki mukavelenin bize ait yanını ifa etmiş genç-ihtiyar, kadın-erkek, talebe-hoca her meslek erbabından, her yaş ve baştaki insanlara karşı Allah da, mukavelenin diğer yanı adına şöyle buyuracaktır: إِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ18 Yani, eğer siz Allah'ın dinine yardım eder, dine tercüman olup, gönüllere duyurma yolunda ahdinize sadık olursanız, Allah da size yardım eder. Siz iman ve Kur'ân'a sahip çıkıp, onların ayaklar altında pâyimâl olmaması için çalışırsanız, Allah da sizi şeytan ve nefsinizin ayakları altında bırakmaz ve pâyimâl etmez. Karşılıklıdır bu; yaparsan O da yapar; koşarsan O da koşar... Hem de nasıl? Hadisin beyanıyla, Kendi'ne bir karış yaklaşana O, bir adım yaklaşır; yürüyerek gidene koşarak gelir; yani, bir elini uzatana iki elini uzatır.[19]
Biz vefa gösterip, Allah'ın dinine omuz verdiğimiz sürece, Allah'ı her zaman bize karşı vefalı bulacağız ve O, bizi şeytanın vesveseleri ve nefsimizin arzularıyla baş başa bırakmayacaktır. Evet, bizi yâd ellerde bozulmaya, sönmeye, çürümeye ve ölmeye terk etmeyecek ve "kulum" diyecektir. Şu şeker-şerbet söze bakın: أَوْفوُا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ "Siz Bana karşı sözünüzde vefalı olun; Ben de size sözümde vefalı olayım."[20]
Siz, Allah'ın dinine yardım ettikten sonra, O'nun, şeytanı size musallat edip, sizi batırması olacak şey mi? Siz aşkla, şevkle gerilip, gönüllerde Allah'ın duyulması ve kalblerin O'nunla oturaklaşması istikametinde ölesiye koştururken, terleyip yorulurken, zanneder misiniz ki, Rabbiniz, çarşı-pazarda bilerek veya bilmeyerek işlediğiniz günahları yüzünüze vuracak, sizi bataklıkta, şeytanın elinde bırakacak ve hasenâtınızı da bire bir yazacak!
Hayır hayır; siz kandan irinden deryalar geçiyor gibi O'nun yolunda koşarken, her an bir günah çamurunun size bulaşması karşısında ruhunuzun birkaç defa sarsıldığı, kalb ve duygularınızın örselendiği bu günah iklimi ve günah atmosferinde O sizi nefsanî isteklerinizle baş başa bırakmayacak, yardım elini ve yakîn bürhanını mutlaka gönderecektir.
Esasen her birerlerimiz, şahsî hayatımızda irademizi kötüye kullanmada ısrar etmediğimiz, ısrarla "Günaha gireceğim." demediğimiz sürece, Rabbimiz'in böylesi nimet ve inayetlerine pek çok defa şahit olmuşuzdur. Tam bir uçurumun kenarına geldiğimiz ve muhakkak bir günahla karşı karşıya kaldığımız anda, âdeta gökten iki elin uzanıp bizi düşmekten kurtardığını müşâhede etmişizdir. Meselâ, yalnızlıktan patlayacak hâle gelip tam sokağa çıkayım dediğiniz anda güzeller güzeli bir arkadaşınız çıkagelmiş ve sizi bir eracifin içine girmekten kurtarmıştır. Hatta bazen hiç farkında olmadan, bazılarımızın dudağında bir dua, bir âyet veya bir nur belirivermiştir; belirivermiştir de, şeytanın oklarına hedef olmaktan ve nefsanî isteklerin kurbanı hâline gelmekten kurtulmuşuzdur. Evet, Allah'ın yardım ve korumasına en büyük davetçi, mukaveleye sadakat içinde O'nun dinine omuz vermektir.
'Mağrem' nispetinde 'mağnem' ve riziko nispetinde mükâfat vardır. İnsan, ne kadar sıkıntı ve meşakkate maruz kalırsa, kavuşacağı nimetler de o nispette çaplı ve inşirah verici olur. Sınır boyunda, düşman tehlikesi karşısında, kar ve soğukta imanlı Mehmetçiğin tuttuğu bir saatlik nöbet, kendisine senelerce yerine getirilemeyecek kadar çok nafile ibadet sevabı kazandırır. Elbette, aynı zaman dilimini koğuşta sıcacık yatağında geçiren, o sevabı kazanamayacaktır. Öte yandan, sınır boyundakinin alacağı sevap, elbette cephede, avcı hattında düşmanla yaka paça olan muharibin alacağı sevap kadar olmayacaktır.
Aynen bunun gibi, dine hizmet etme, irşad vazifesinde bulunma, peygamberlerin birinci vazifesi olup, -hadisin beyanıyla- en çok belâ ve musibete maruz kalanlar da onlardır. Hamza'yı büyük yapan ve göklerde 'Allah'ın Arslanı' diye yazdıran, onun fütursuzluğu, pervasızlığı, ölümü gülerek karşılaması, ukbâ planlı yaşaması ve hayatı istihkârıydı.
İnsan, çektiği ve katlandığı meşakkate göre evsaf ve ayar kazanır. Nefsanî arzu ve istekler, insanı en çok sıkıştırdığı, şeytanın sağdan soldan ona öldürücü oklar yağdırdığı dönemlerde o, dinî hassasiyetini koruyorsa bir başka amûdî (dikey) yükselir. Dine sahip çıkıp Peygamber vârisi olarak irşad yapmanın, taşıdığı rizikolara karşılık, o nispette de avantajları vardır. Bu avantajlar daha dünyada iken kısmen hissedilse de, asıl ihtişam ve hakikatiyle ötede zuhur ve inkişaf edecek, Cennet ve Cemalullah meyvelerini verecektir.
[1] Fatiha sûresi, 1/5.
[2] Bu ifadeler, 1980 öncesine aittir.
[3] Müslim, zikr 25; Tirmizî, daavat 128.
[4] Ebû Davud, cihad 79; Muvatta, istizan 35.
[5] Ebû Davud, cihad 79; Muvatta, istizan 35.
[6] Bkz.: En'âm sûresi, 6/70; Kâf sûresi, 50/45; Zâriyât sûresi, 51/55; Tûr sûresi, 52/29; A'lâ sûresi, 87/9; Gâşiye sûresi, 88/21.
[7] Buhârî, iman 42; Müslim, iman 95; Tirmizî, birr 17; Nesâî, bey'at 31.
[8] Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 5/231.
[9] Bkz.: Buhârî, tefsir (4) 9; fezâilü'l-Kur'ân 32, 33, 35; Müslim, müsafirîn 247.
[10] Tirmizî, fiten 73; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/390, 391.
[11] Hâkim, Müstedrek, 4/349.
[12] Buhârî, megâzî 77; hac 1; sayd 24; Müslim, hac 407; Ebû Davud, menasik 25.
[13] Ebû Davud, nikâh 43; Tirmizî, edeb 28; Dârimî, rikâk 3.
[14] Bkz.: Buhârî, istizan 2; mezâlim 22; Müslim, libâs 114; selâm 2, 3.
[15] Buhârî, mevâkît 45; tefsir (11) 6; Müslim, tevbe 39, 40; tefsir (11) 6; Tirmizî, tefsir (11) 6. (Hûd sûresi, 11/114)
[16] Bkz.: Müslim, taharet 14, 15, 16; Tirmizî, mevâkît 46; İbn Mâce, taharet 79, 106; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/400.
[17] Tirmizî, tefsir (83) 1; İbn Mâce, zühd 29.
[18] Muhammed sûresi, 47/7.
[19] Bkz.: Buhârî, tevhid 15, 50; Müslim, tevbe 1; zikir 1, 20-22; Tirmizî, dua 131; İbn Mâce, edeb 58.
[20] Bakara sûresi, 2/40.
.
İrşad, Tebliğ ve Din'e Hizmetle Canlı Kalmanın Yolu
Bu mevzuda belli bir silsile takip etmeden, sadece bir hulâsa verilecektir.
1. Allah (celle celâluhu), irşad ve tebliğde bulunmayı emreder
Her şeyden önce, bizi yoktan yaratıp hadsiz nimetlerle perverde eden Yüce Rabbimiz, irşad ve tebliğ vazifesini devamlı canlı tutup yaşatmamızı emretmektedir:
"Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir cemaat olsun!"[1]
"Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz; iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz ve Allah'a inanırsınız"[2]
"Sizi seçkin ve şerefli bir ümmet kıldık ki, bütün insanlar üzerinde adalet örneği ve Hak şahitleri olasınız."[3]
"Ey iman edenler, size can yakıcı azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah ve Resûlü'ne inanır, mallarınız ve canlarınızla da Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır."[4]
"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah öyle bir cemaat getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler; mü'minlere karşı mütevazi, kâfirlere karşı ise çetindirler. Allah yolunda mücahede ederler ve kınayanların kınamalarından da çekinmezler."[5]
2. Dine hizmetten daha büyük vazife yoktur
Yeryüzünde irşad, tebliğ, cihad ve dine hizmetten daha büyük bir vazife yoktur; olmuş olsaydı, Allah, seçip gönderdiği peygamberlerine o vazifeyi yüklerdi. İrşad, güneş gibi doğup insanlığı aydınlatma, Allah'ı tanıtma ve insanları saflaştırıp özlerine erdirme mânâ ve hususiyetiyle nebiler için en yüce pâye ve Allah indinde en nezih bir meslek ve vazifedir ve Hz. Âdem'den beri bu davete icabetle aynı vazifeye sahip çıkan herkes, bu noktada nebilere iştirak etmiş ve onlarla aynı sofrada oturmuş olur. Her iş, kendi çapı, ehemmiyeti ve ağırlığı nispetinde seviye sahibi insanlara gördürülür; işte i'lâ-yı kelimetullah, kendi üstünde bir vazife olmadığı içindir ki, öncelikle nebilerle temsil edilmiştir.
3. İrşad ve tebliğ şeâirdendir; yani, İslâm'ın emaresi, alâmeti ve nişanıdır
Nasıl bir subay, apoletindeki bir yıldız ve benzeri işaretlerle tanınır, öyle de 'emr-i bi'l-mâruf nehy-i ani'l-münker' de, tıpkı ezan, cemaat, hac ve emsali İslâmî şeâir gibi, müslümanın rütbesini ortaya koyan en mühim İslâmî emare ve işaretlerdendir. İçinde umuma ait hukukun bulunduğu bu tür vazifeler, mesuliyet açısından değilse de, sevap açısından şahsî farzlardan daha ilerdedir.
4. Bu vazifeyi terk edenler, zelil ve helâk olmuşlardır
Allah, bu vazifeyi terk edip, sefahet ve dalâlete saplanan milletleri zelil ve helâk etmiştir; ilâhî bir kanundur bu.[6] İşte Bizans, Pompei ve işte Yunan ve Endülüs..! Sahih-i Müslim'de yer alan bir hadislerinde Efendimiz, "Bir kimse hayatında din-iman adına hiçbir gayret göstermeden ve mücahedede bulunmadan ölürse bir nifak şaibesi altında ölmüş gibidir."[7] buyurur. Şu veya bu şekilde maddî-mânevî yahut dünyevî bir zarar endişesiyle bu nebi vazifesini terk edenler, sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ağzına girmiş sayılırlar.
5. İrşad ve tebliğ, farzlar ötesi farz mesabesindedir
Bu vazife her ne kadar 'müeyyidat'tan sayılmışsa da, günümüzde kazandığı farzlar ötesi farz keyfiyetiyle, her mü'mine terettüp etmektedir. Bu vazife yapılmadığı takdirde, işlemeyen çok şeylerle beraber şahsî farzlar da terke uğrar. Bu mübarek vazife, farz-ı kifaye olduğu dönemlerde bile, herkesin müsabaka yaparcasına uğrunda koştuğu bir farz-ı kifaye idi.
6. Dine hizmet, belli şahıs ve zümrelerin inhisarına bırakılamaz
Bu vazife, belli şahıs veya zümrelerin inhisarına bırakılamaz. Nasıl olsa sahip çıkanlar var deyip, bu vazifeyi üzerinden atmaya çalışan bir mü'minin kalbinin iman ve Kur'ân adına atıp atmadığından şüphe edilir...
7. Gaye, Allah'ın (celle celâluhu) rızasını kazanmaktır
En birinci hedef ve gayemiz, başka hiçbir şey değil, sadece ve sadece Allah ve Resûlü'nün anlatılması, sevdirilmesi ve davranışımızda Allah'ın rızası ve hoşnutluğunun aranmasıdır. Buna ihlâs ve samimiyet de diyebiliriz. Allah rızası gözetilmeden yapılan irşad ve tebliğ, ruhsuz ceset gibidir. İç derinliğimiz, murâkabemiz ve Rabbimizle kavî bir münasebetimiz yoksa zaten müessir de olamayız. Evet, Allah rızası istikametinde "Rabbimi ve Nebisini anlatıp, sevdiremeyeceksem, benim için toprağın altı üstünden daha iyidir."
8. Bu vazifede temel şart, dertli ve sancılı olmaktır
Evet, dertliler dertlisi Peygamberimiz ve O'nun sahabesi gibi çile ve ızdırap çekmiyor; bir iş, bir ticaret, bir makam adına katlandığımız sıkıntılar kadar olsun o uğurda bir sıkıntıya katlanmıyor, katlanamıyor ve "Kime, nerede, nasıl Rabbimi anlatabilirim?" düşüncesiyle sancı çekmiyor, hafakanlara girmiyor; yerinde evimizin yolunu şaşıracak kadar o işin mecnunu olamıyorsak, bu takdirde zaten müessir olmamız imkânsızdır.
9. Bu vazifenin bir diğer esası, hâl ve kâl vahdeti, yani söz ve amel birliğidir
Söylediğimizi yaşayacak, yaşadığımızı söyleyeceğiz. Her şeyden önce, Cenâb-ı Hakk'ın emirlerini nefsimizde en yüksek seviyede temsile çalışmamız şarttır.. evet, hayatımızda ışıl ışıl Kur'ân parlamalı ve anlatacaklarımız da, yaşadıklarımıza tercüman olmalıdır. Nuranî olmalıyız; olmalıyız ki, başkasını da aydınlatabilelim. Sadece ilim yapmak, fişlemek veya kitaplardan aktarma yaparak yeni kitaplar meydana getirmek değil; kitaplarda yazılanları hareketlerimize aktarma ve yaşamakla ilim yapıp, kitap yazmalıyız. Başkalarının menkıbe ve destanlarını anlatmak yerine, kendimiz gökler ötesi âlemlerde menkıbe ve destanlara mevzu olmalıyız. Yoksa miraçta müşâhede edildiği üzere, dudaklar ateşten makaslarla doğranır, bedenler bir kütük gibi Cehennem'e yuvarlanır ve yığınların maskarası oluruz...
10. En yüksek ideal, bütün gönüllere Allah'ın (celle celâluhu) ve Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ismini ulaştırmaktır
Bu vazifeyi yapmaktaki en büyük ideal, arzdan fezalara, serâdan süreyyâya Allah'ın ve O'nun Nebi'sinin mübarek isminin ulaşmadığı bir gönül bırakmamaktır: "Böylece sizi seçkin ve şerefli bir ümmet kıldık ki, bütün insanlar üzerinde adalet örneği ve Hakk'ın şahitleri olasınız."[8] âyetinde de belirtildiği gibi yeryüzünün hâkimi, hakemi, muvazene ve denge unsuru, beynelmilel meselelerde nihaî merci, mazlumların, mağdurların hâmisi ve İslâm dünyasının mâkus kaderini değiştirme sorumluluğunu yüklenmiş mefkûre topluluğu olan bu kudsîler, ikinci defa dünyayı ihya edip, semaya merdiven dayayacak ve göklerin burç ve kehkeşanlarında da Allah'ın yüce adını anlatmaya çalışacaklardır.
11. Çok buudlu olan bu cihad, her hâlin gereğine göre yerine getirilmelidir
Vazifemizin adı cihaddır. Cihad, çok buudlu bir mefhumdur. Kılıç, ölünceye kadar sürecek bir cehd ve gayretler zincirinin halkalarından sadece biri olup, -bir ülkenin işgal edilmesi gibi- yeri ve zamanı gelmeden kullanılmaz. Yeri geldiğinde onu kullanacak bileğin damarları gönülden beslenir; yeri geldiğinde mantıkla başlar üzerinde helezonlar çizer; yeri geldiğinde de gönül ve his buğuları içinde silinir gider. Cihad, hadisin beyanıyla 'büyük' ve 'küçük' olmak üzere ikiye ayrılır;[9] bunların biri maddî ve dışa doğru, diğeri mânevî ve içe doğrudur. Biri, içte muhasebeyle ağlayan göz, diğeri dışta düşmanı gözetleyen murakıp göz. Biri nefse, diğeri cemiyete, biri içte öze erme fethine, diğeri dışta gerilime geçip, gönüllerin ve icap ettiğinde kalelerin ve surların fethine müteveccih.[10]
Esasen, her iki yüzde de öze erme-erdirme, temizlenme ve saflaşma vardır. Sudaki daireler daima merkezden dışa yayıldığı gibi, bu hususta da her şey gönülden başlar ve bütün varlığa yayılır. Bu demektir ki, dış içe muhtaç, iç de dışa bereketli bir kaynaktır ve bu iki cihad şekli âdeta birer kanat gibidir, birinde arıza oldu mu, diğeri de fazla işe yaramaz ve insan uzun zaman insanî semalarda kalamayıp düşer...
Şimdilerde, cihad deyince vurup kırma ve etrafa korku salma anlaşılıyor.. ruh ve kalb hayatı, iç derinlik ve Allah'la münasebet kat'iyen düşünülmüyor. Benlik aşılamamış, gönül dünyası aydınlatılmamış ve ibadet ü taat aşkı ve günahlara karşı tiksinti duyma hissi uyarılamamışsa, namazlar aksatıldığı ve günahlara girildiği zaman yemeden içmeden iştiha kesilmiyorsa, yani içe doğru inme, erme, olgunlaşma ihmal edilmişse.. ve bu arada diyalektik, münazara, münakaşa, tenkit, başkalarını çürütme ve üstün gelme gibi şeylere takılıp kalınmışsa, o zaman bünyenin bir yanı felç, biz de aldanmışız demektir.
Diğer taraftan, sadece nefis terbiyesi, gönül lezzeti, zikir ve tesbih deyip, irşad adına gönülleri erdirme yolunda hiçbir gayret gösterilmiyor ve mistikçe bir bakış zaviyesiyle toplumdan uzaklaşılıp içtimaî müesseseler kaderine terk ediliyorsa, o zaman da bünyenin öbür yanı felç olmuş ve bütün bütün devre dışı kalmış sayılır...
Her sahada olduğu gibi, bu sahada da muvazeneyi Muvazene Sultanı'ndan öğrenmeli ve bu gayeyle Mekke ve Medine dönemleri çok iyi mütalâa edilip, çok iyi anlaşılmalıdır.
Evet, cihad çok şümullü ve çeşit çeşittir; birisini vasıtaya bindirip imana, ibadete ısındırmak için sohbete getirmekten, malla bu işi yapanlara destek olmaya kadar; Mehmetçiğe top, tüfek almaktan, talebeye burs vermeye kadar; üniversiteye hazırlık kurslarından mektepler açmaya kadar çok geniş dairede ve değişik usullerle gerçekleştirilebilir.. yani her hâlin gereğine göre ayrı bir cihad şekli vardır. Yerinde yazıyla, yerinde dille, yerinde arabayla, yerinde malla ve yerinde hâlle...
12. Devrimizde en ehemmiyetli mesele, imanın kurtulmasıdır
Devrimizde en ehemmiyetli mesele, imanın kurtarılması, kalbin salâhının temin edilmesi, mâşerî vicdanın imanla beslenip açlığının giderilmesi, gönüllerin itminana ulaştırılması ve nesillerin ateşten kurtarılmasıdır. Bir kere de kalbler salâha erdi mi, artık salih ellerde çok müesseseler ıslah edilip, emniyetin, güvenin ve itminanın kaynağı hâline gelecektir.
İman esaslarının ihmale uğradığı, dolayısıyla da kalblerin aç olduğu bir devirde, ilk önce bu hayatî mesele üzerinde durulmalıdır.. nasıl aç insana önce baklava değil de, en muhtaç olduğu temel gıdalar, meselâ su ve ekmek verilir, öyle de her şeyden önce aç gönüllere, ruhları güçlendirip kalbleri kanatlandıracak Allah'a (celle celâluhu), Peygamber'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ahirete iman ve Allah ve Peygamber sevgisi aşılanmalıdır. Esasen, bunlardan mahrum olan insanın ukbâsı gibi dünyası da karanlıktır. Huzur imandadır; öyleyse, insanımıza ve bilhassa gençlerimize huzur ve emniyet götürmeyi düşünüyorsak, onların gönüllerini imanla donatmalı ve bu gönülleri muhabbet-i ilâhiye ve zevk-i ruhaniyeye uyarmalıyız.
13. Devrimizin şartlarında irşad, tebliğ ve mücadele vasıtası ilimdir
Bir kaç asırdır kâfirin elinde Allah'ı inkâr vesilesi olarak bir silah gibi kullanılan fenleri dinî ilimlerle mezcedip, devrin mantık, kültür ve düşünce seviyesi içinde takdim etmek esastır.
Büyük İmam Gazzâlî, bir devirde o devrin gerektirdiği mücadeleyi veriyor, Müslümanlığı saran Eflâtunculuk, Aristoculuk ve Sokratizm'e karşı felsefenin sakat taraflarını ortaya koyan eserler telif ediyor, Yunan düşüncesini temelden sarsıyor, daha sonra da İhya'sını telif edip, mü'min gönüllere Muhammedî ruhu üflüyordu.
İmam Rabbânî, Hindistan'da zuhur ettiğinde, bütün dinleri birleştirme gibi Hint felsefesinin tesiriyle ortaya çıkmış bir sürü cereyanla karşı karşıya kalıyor ve bir taraftan bu bâtıl akımlarla mücadele ederken, diğer yandan da bu cereyanların bir kısmının temsilcisi bulunan Ali Ekber Şah'ın oğlu Âlemgir'e el atıyor ve Budaların, Brahmanların ülkesinde yıllar ve yıllar boyu Müslümanlığın sesi ve soluğu hâline geliyordu.
Tâbiîn devrine baktığımız zaman, derin bir zühd ve takva hareketi görürüz: Ebû Hanife, Esved, Alkame, Süfyan-ı Sevrî, İbrahim Edhem ve Bişr-i Hafî gibi derinleştikçe derinleşenlerin devridir bu devir. Sonra bir dönem gelir, o dönemde tarikatler uf'ûlelerini (fonksiyonlarını) eda eder ve gönüllere sonsuzdan meşaleler yakar ve yığınlarda ebediyet düşüncesi mayalar.
Bizim devrimizde ise manzara cidden korkunçtur. İmanda tahkik bağları çözülmüş, gelişen ilimler küfre götüren birer yol hâline gelmiş; fizik, kimya, tıp, biyoloji vb. inkâra vesile yapılmış ve âdeta Allah'ın kudret ve iradesiyle yazdığı kâinat kitabı, Kelâm'ından gelen şeriatıyla zıt gösterilmeye çalışılmış ve bütün hakikatler ters gösterilmiştir. Böyle bir devirde verilen mücadele de, pek tabiî ki günümüzdeki yanlışlıkları giderici ve günümüzün dertlerine derman olucu evsafta olmalıydı.. ve öyle de oldu.
Demek ki, devrimiz ne Fatih ve Yavuz devri, ne kılıç ve top devri, ne de gönülleri sadece aşk ve ilhamla coşturma devridir. Devrimiz, müsbet ilmin yanında ilham, onun yanında da fikir ve kültür devridir. İnsanımız, ancak dört-beş buudlu melekler gibi, bu derinliklerin bütününü temsil edebildiği ölçüde çağını yakalayacak, onunla hesaplaşacak, ona söz dinletecek ve bu sayede de elenip gitmeyecektir. Yani, düşünce kadar ilhama, ilham kadar tecrübeye, tecrübe kadar aşka, heyecana, aşk u heyecan kadar da sisteme önem verecek, esbap dairesi içinde Müsebbibü'l-Esbab'la münasebeti açısından bütün falsolara ve fiyaskolara kapalı kalmasını bilecektir.
Milletimiz, Allah'ın inayetiyle bunu başaracaktır. Zira din ve iman bakımından dünyada hiçbir millette bulunmayan zengin, dolgun bir tarihî mirasımız ve kantarlarda tartılamayacak kadar ağır, kıymetli bir kültür hazinemiz vardır. Bu durumda, neden her ev bir dersane olmasın? Evet, hem okuyacağız, hem okutacağız; bütün memleket sathını bir mektep hâline getirip, yediden yetmişe herkesi bu mektebin müdavim talebeleri yapacak ve kopan tarihî bağlarımızı belli bir şuurla birleştireceğiz.
14. Cehalet denen yüzkarasından mutlaka kurtulmalıyız
"Oku"[11] emriyle nazil olmaya başlayan Kur'ân, sık sık temas ettiğimiz gibi, bizden kâinat kitabının ve ayrıca bir kitap gibi insanın okunmasını ve bu kitapların okunmasında bize rehberlik yapan Hz. Muhammed'in (aleyhissalâtü vesselâm) de tanınmasını ister. İnsanın yaratılışındaki gaye budur. Bakacak, görecek, düşünecek, her gün beynine yeni yeni şeyler yükleyecek ve hep farklı iklimlerde seyahat edecektir o; çünkü budur ulaşması gereken ufuk. Bu ufka ulaşmanın yolu da, dinî ilimlerle müsbet fenlerin izdivacından geçer.
Bu itibarla her mü'min, hem dinî, hem de müsbet ilimleri okuyup araştırmalı ve mutlaka ilimle ve irfanla mücehhez olmalıdır. İş yerinde, evde, dükkânda, yemekte, durakta, arabada ve yolda mutlaka okumalı, düşünmeli ve zamanın en küçük parçasını bile israf etmemelidir. Zira boş bir insanın diğer insanlara verebileceği hiçbir şey yoktur. Fizik, kimya, astronomi, tıp ve botanik gibi ilimlerin en azından felsefesine, mantık ve düşünce temellerine ve ansiklopedik olarak fezlekelerine vâkıf değilsek, keza, hiç olmazsa aynı seviyede dinî ilimlere de ittılaımız yoksa bu takdirde başkalarına bir şey anlatıp onları ikna etmek bir yana, dalâlet rüzgârlarına kapılıp gitmemiz bile mukadder olacaktır.
O hâlde, topyekün bir millet olarak kendimize gelmeli, bir seferberlik başlatmalı ve "cehalet denilen yüz karasından" kurtulmalıyız. Hemen burada şu noktayı da açıklığa kavuşturmakta yarar var: İlim, her şeyden önce kişinin kendisini ve Rabbini bilmesi demektir. Evet, gönül her zaman kafadan ilerde ve pratik hayat da laftan önde olmalıdır. Yoksa hâmil-i esfâr'da[12] ilim sadece bir yüktür.
15. Günümüz dertlerine deva olan kitaplar okunmalıdır
İlim deyince karşımıza okuma, okuma deyince de neyi nasıl okuma problemleri çıkıyor. Her şeyden önce okunması hayatiyet ifade eden mevzular vardır. Kalbinden hasta olan ya da kansere yakalanmış bir insanın tedavisinde kırık kolun alçıya alınması ya da damarlarından kan kaybeden hastaya penisilin tatbiki veyahut batmakta olan bir gemi kaptanının, tayfaların ellerine birer fırça ve boya tutuşturup, "Şu direkleri boyayın." demesi ne ise, kalbî ve ruhî hayatı adına kan kaybeden birinin, mide ve bağırsaklarıyla uğraşılması da aynı şeydir.
Evet, bir toplumda Allah ve Resûlü, Kur'ân ve İslâm bilinmiyor, düşünce hayatında şüpheler, tereddütler cirit atıyorsa, o zaman kalkıp o topluma içtimaî, iktisadî, siyasî doktrin ve prensipler ihtiva eden kitapları tavsiye etmemiz bir işe yaramayacak ve zihin ve ruhlardaki hiçbir problemi çözemeyecektir. Felsefî ve benzeri eserler okuyarak ya da sadece günlük gazete malumatı, aktüel meselelerin yorumları veya eskilerin menkıbeleriyle, kafalarında ilim ve fikir adına pek çok tereddüt taşıyan insanların karşısına çıkmak, ağızdan dolma tüfekle makinalı tüfeğe karşı koymak gibidir. O hâlde, evveliyetle günümüzün dertlerine, neslimizin kalb ve vicdan hastalıklarına ve düşünce bozukluklarına derman olacak kitaplar okunmalıdır.
16. Kendi meselelerimizi peynir-ekmek yeme kolaylığı içinde bilmek ve rahatça anlatabilecek hâle gelmek mecburiyetindeyiz
Kendi meselelerimizi ilimler yoluyla iyiden iyiye kavrayıp hazmederek, tıpkı bir koyunun yavrusuna süt verdiği gibi, biz de muhataplarımıza öyle hazmolmuş şeyler vermeliyiz; kuşlar gibi kusmuk verenlerden olmamalıyız.
Günümüzde okuyan, bilen ve düşünen insanlara karşı en müessir yol iknadır. Bu insanların kalblerine ihlâs, şefkat ve muhabbet tayflarımızı göndermenin yanı sıra, akıl, fikir ve mantıklarını da ikna ile onları müsbet mânâda doyurup, ruhlarına misafir olmalıyız.
Bizim bütün meselelerimiz, akıl ve mantık muhakemesinde hep beraat etmiştir. Belki, burada hepsi için 'aklî' tabirini kullanmamız uygun olmayabilir ama yine de hepsi mâkuldür, mantıkîdir ve vahiy ile müeyyeddir. Peşin hüküm, şartlanmışlık, kibir ve gurur gibi perdelere takılıp kalmamışlar için düşünceyi besleyen musluklardır ve fikrî terkiplere ulaşma kabiliyetlerini inkişaf ettirir. Öyleyse hakları, beraatin de ötesinde madalyadır!
17. Dine hizmet edenler, devrin şartlarını bilmeli ve topluma sırt çevirmemelidirler
Bu vazifeyi yapanlar, devrin içtimaî şartlarını bilmeli ve hâlihazır dünyanın durumunu da mutlaka kavramış olmalıdırlar. Evet, bunlar, içinde yaşadıkları toplumun gerisinde kalmamalı, ehl-i dalâletin gündemine tâbi olmamalı ve yel gibi esip geçen, günlük, istikrarsız hâdiselerin tesirinde kalarak esas ve sabit vazifelerini ihmal etmemelidirler.
18. İrşad ve tebliğ, cihad ve mücadele, ancak Efendimiz'in takip ettiği strateji bilinmekle isabetli ve tesirli olur
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) takip ettiği stratejinin bilinmesi için Mekke ve Medine dönemleri bütün yönleriyle çok iyi kavranmalıdır. Efendimiz'in ashabıyla beraber olan hayat-ı seniyyeleri, kıyamete kadar cereyan edecek bütün hâdiselerin mikro plânda yaşanması ve temsil edilmesi demektir.
13 yıllık Mekke döneminde Allah Resûlü, bütün himmetini insanların imanlarını kurtarmaya, Cennet'e giden yolu göstermeye ve kalbleri hazırlamaya sarfetti. İman adına sağlam temellerin atılıp, kalb ve kafa tamirinin yapıldığı bu dönemde henüz tam mânâsıyla teşekkül etmiş bir cemaat yoktu; zekât, oruç ve hac, Mekke döneminde daha farz kılınmamıştı; hatta, iman ile küfür arasında önemli bir esas ve dinin direği, mü'minin miracı olan namaz, 23 yıllık risaletin üçte biri geçtikten sonra bi'setin 8. yılında farz kılınmıştı. İlk Müslümanlar, 5-6 kişilik guruplar hâlinde Dârü'l-Erkam'da bir araya geliyor ve her işlerinde fevkalâde tedbirli davranıyorlardı.
Ebû Zer gibi, müşriklerin ortasında 'Lâ ilâhe illallah' diye haykıranların dövüldüğü bu zamanda, Efendimiz, onlara hep sabırla beklemelerini emrediyordu. Medine döneminde ise, iktisat ve içtimaiyata, hukuk ve muharebelere ait meselelerin gündeme geldiğini ve bir site devletin kurulma çalışmalarının başladığını görüyoruz. Bütün peygamberler için değişmeyen bu kanun, başka hiçbir devirde de değişmeyecektir.
19. Son nefesimize kadar ihlâsla anlatmak bizden, neticeyi hâsıl etmek ve hidayet ise Allah'tandır
Bize düşen vazife, ancak tebliğdir.[13] Hatırlatır, nasihat eder, fakat zorlamayız[14]; sevdiğimizi bile, ne kadar yürekten istersek isteyelim hidayet edemez[15]; ve sadece Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla hidayetlerine vesile olabiliriz[16]; Allah'a karşı da suiedep olacağından, iş ve hizmetlerimizi neticeye bina etmeyiz.
Öyle peygamberler gelip geçmiştir ki, ömürleri boyunca ısrarla Hakk'ı anlatmalarına ve tebliğde bulunmalarına rağmen, sadece bir-iki kişi ümmetleri olmuştur.[17] Bunun gibi, biz de ömür boyu anlatsak, ama kimse hüsnü kabul göstermese, biz yine vazifemizi yapmış oluruz. Şu kadar ki, "Acaba ihlâssızlığımızdan mı böyle oluyor; içimizde bir bozukluk mu var?" diye kendimizi hesaba çekmekten de geri kalmayız. Bir de, "Acaba teknik bir hata mı ettik?" diye düşünür, varsa düzeltmeye çalışırız. Yoksa "Ben bir şey anlatır anlatmaz hemen insanlar gelecek." şeklinde düşünmek ihlâssızlıktan başka bir şey değildir. İhlâsla kalbin ta derinliklerinden uzay boşluğuna bırakılan herhangi bir söz, bir de bakarsınız hiç ummadığınız bir anda binler-yüzbinler filiz vermiştir.
20. Lugatımızda kırılma, darılma ve ümitsizliğe düşme yoktur
Yukarıda sözünü ettiğimiz hakikate binaen kırılma, darılma ve ümitsizliğe düşmenin lugatımızda yeri yoktur. Kabul görmeyip, Efendimiz ve ashabı gibi eziyetler de çeksek, yine işkencelere katlanacak, yüzümüze karşı savrulan tahkirleri gülerek karşılayacak ve şevkle vazifemize devam edeceğiz; tıpkı ulü'l-azmâne mücadele veren asfiyâ gibi...
21. Vazifemizde istişare esas olup, münferit hareketin yeri yoktur
Hata yapmama veya onu asgariye indirmenin en önemli vesilelerinden biri de, istişare ve başkalarının düşüncesine değer atfetmektir. "Ben bana yeterim; insanlar çevremde toplanabilirler." şeklindeki düşünceler, hem kendimize, hem de çevremize zarar veren düşüncelerdir. Ayrıca, bizim yıllarca en güzel sözlerle anlatmaya çalıştığımız şeyleri, bakarsınız ehil olan bir arkadaşımız bir sözle anlatıverir.
Bundan başka, irşad insanları kimseden bir şey beklememeli; hizmette önde, ücrette sonda olmalı, ev-bark düşünmeden "Bana bir kefen yeter." demeli; son derece kanaatkâr, son derece cömert olmalı ve hele kat'iyen makam, mansıp peşinde koşmamalıdırlar. Ücret istememe,[18] hatta talepsiz gelenden dahi kaçma, insanlardan gelecek iyiliklere karşı müstağni olma ve minnet altına girmeme, peygamber mesleğinin gereklerindendir.
Nasılsak öyle kalmak, dünyanın değiştiriciliğine karşı koymak, maddî kayıtlardan âzâde ve sonuna kadar hasbî kalabilmek de aynı derecede mühimdir. Ehl-i dünyanın "cerci, çıkarcı" ithamlarını fiilen tekzip etme yolunda icabında kût‑u lâyemût ile yetinip, evsiz barksız yaşamak, gariplerden bir garip olarak buradan çekip gitmek, -ülke hizmetine ehil bir tâlibin bulunmadığı yerde Hz. Yusuf gibi tâlip olmanın dışında[19]- beş-on insana hak ve hakikati anlatmayı dünyevî-uhrevî bütün mansıp ve pâyelere tercih etmek, eğer varlık sahibiysek, bunu da civanmertçe ve tıpkı Nebiler Sultanı ve O'nun has yârânları Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Hatice gibi, kalb ve kafası doyurulmamış nesli ihya yolunda harcayıp, yapılan her şeyi unutmak da, bu vazifenin aslî gereklerindendir.
22. Şefkat, merhamet, muhabbet ve müsamahada hep önde bulunulmalıdır
Bu vazifeyi yaparken son derece şefkatli, merhametli, yumuşak ve müsamahalı olmak lâzımdır. Bilhassa asrımızda, elinden tutulmaya, anlatılacak şeyleri tatlı tatlı anlatıp, düşündürülmeye ve hidayete erdirilmeye muhtaç yığınla insan vardır. Çoğunluğu itibarıyla mevcut şartların bağrında beslenen garip varlıklar görünümündeki bir nesle sert davranmak, "Kaldığın yerde kal!" demekle eş mânâlıdır.
Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Musa'ya, Firavun karşısında bile yumuşak sözlü olması emredilir.[20] Efendimiz'e de, hem de Uhud Savaşı'nın ardından inen âyette, "Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki, Sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın etrafından dağılır giderlerdi."[21] buyrulmaktadır. İnsanları irşadın bahis mevzuu olduğu pek çok yerde Kur'ân'ın üslûbu hep aynıdır.
Efendimiz bir yerde, "Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın."[22]; bir başka yerde de, "Ben insanları idare etmekle emrolundum."[23] buyurmaktadır. Mü'mine ve kazanılmaya müsait olanlara mülayim, müsamahalı ve mürüvvetkârâne davranmak, kâfire ve katı kişilere mantıkî ve insanca yaklaşıp, idare etmeyi bilmek çok mühimdir.
Her hâlükârda gözetilecek husus, mutlaka herkese hak ve hakikati intikal ettirilebilecek bir menfez ve açık pencerenin bulundurulmasıdır. Bütün dinî hakikatleri, karşımıza çıkan şahsın yüzüne ağızdan dolma tüfek gibi birden sayıp dökmeden önce muhatabımızı dinleyip, iç durumunu tespit ettikten sonra muhtaç olduğu şeyleri vicdan ve ruhunun aradığı bir üslûpla anlatmak icabeder ki, celbedelim derken kaçırmış olmayalım. Bu bir taviz de değildir. Burada namazın, Efendimiz'in risaletinin 8. yılında farz kılındığını bir defa daha hatırlamalıyız.
Evet, çocuğun yaşına göre mama vermek, yaşına göre ders anlatmak şart olduğu gibi, bu mevzuda da önce boş kalbin doyurulup tatmin edilmesi esastır. Yoksa inançsız biri için "Her şeyi kabul etsin de gelsin." diyemiyeceğimiz gibi, "Namaz kılmasan olur." da diyemeyiz. Düşüncesinden dolayı şahsen münasebet caiz olmayan kâfire karşı kalben buğz etmekle beraber, kendisiyle her zaman diyaloğa açık bulunmamız gerektiğini de bilmeliyiz.
Evet, muhabbet fedaileri olarak vurana elsiz, sövene dilsiz ve aynı zamanda gönülsüz olmak mecburiyetindeyiz. Bırakın yumrukla karşılık vermeyi, bülbül-gül münasebeti içinde bulunmalıyız ki, duygularda ve düşüncelerde güller açsın.
Evet, Efendimiz dahil hiçbir peygamberin insanları döverek, öldürerek yola getirdiği görülmüş değildir; böyle bir davranış ancak Hz. Musa'nın dünyaya geldiğini kâhinlerden öğrenip, tenkîl adına yeni doğan bütün erkek çocukları acımasızca boğazlayan Firavun ve onun gibi olanlarda görülebilir.[24] Kalb ve fikir tatminsizliği içinde bulunan neslimize yumruk ve huşunet göstermek, zaten her şeyden mahrum olan kalb ve kafalarını, yumuşatma yerine dinamitlemek demektir. Yüzde bir sivilce varsa, bunu sıkmak veya kesmekle değil, en müessir bir ilaçla tedavi etmek lâzımdır. Günümüzde mânevî sahadaki müessir ilaçlar, iman dersleridir.
23. İrşad ve tebliğ nasıl bir vazifeyse, tekniğine uygun yapılması da aynı şekilde bir vazifedir
En basit işlerde, meselâ ticarette, çiftçilikte bile bir hedef, bir gaye, bir fizibilite, bir plân ve proje aranır. Hâl böyle iken, en büyük mesele olan imanın kurtulması, kalblerin huzura kavuşturulması, Cennet yollarının açılması ve bir milletin saadet ve selâmete ulaştırılması gibi ciddî meselelerde plân, proje ve ihtimamın olmaması düşünülebilir mi?
Böyle önemli bir hususta, hesapsız ve tekniğine uyulmadan atılan adımlardan fayda ve muvaffakiyet adına bir şey beklemek abestir. Kâinatta belli bir denge, plân ve program vardır. Öyleyse mü'min, bu türlü vazifelerde basiretli olmalı, şuurlu ve sistemli hareket etmelidir.
24. Nebiler Sultanı'nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) hareket tarzını iyi kavramak şarttır
Bu vazifeyi tekniğine uygun eda edebilmek için, hak neticeye ulaşmayı yine hak vesilelerle takip etmek, Muhammedî yolun hususiyetidir ve bilhassa bizler için çok önemlidir. Efendimiz'in, hayatında bir kere olsun tutarsız, isabetsiz bir söz veya davranışı olmamıştır. Onun içindir ki, hayatında hiçbir zaman geriye adım atma lüzumunu duymamıştır.
Müslümanlık bir hak dava ise, -ki öyledir- onun cihanın dörtbir yanında şehbâl açması da, bâtıl vesilelerle değil, hak vesilelerle olacaktır. Neticeye götürücü her vesileyi mübah görmek ve bâtıl vasıtalarla netice aramak kâfirce bir sıfattır. Komünizmin en başta gelen vasıflarından biri, neticeye götüren her vesileyi mübah sayması olmuştur. Ne var ki, bâtıl vesilelerle alınan neticelerin ne kadar zararlı olduğunu zaman gösterecektir... Aslında, muhteşem gibi görünen bu bâtıl sistem temelinden sarsılmaya başlamıştır bile...
(Yeri gelmişken arz edelim: Ne Asr-ı Saadet'te Efendiler Efendisi döneminde, ne sahabe, tâbiîn devrinde ve ne de daha sonrakiler arasında duvarlara yazılar yazma, slogan atma, boykot ve yürüyüş bilinmiyordu.)
Huzursuzluk çıkararak huzur sağlanmaz. Gönüllerin salâh ve huzuru, gönüllere girmekten ve Gönüller Sultanı'nın hareket tarzına tâbi olmaktan geçer. Muhabbetten husumete vakit bulamamak, sulh ve asayişin müdafii ve muhafızı olmak ve emniyet kuvvetleriyle Mehmetçiğin yardımcısı olarak kalmak, gönüllere girmeyi dert edinenler için çok önemlidir. Bizim vazifemiz, başkalarının küfür, dalâlet ve günahlarının kritiğini yapmak değil, bilakis kendi nefislerimizin muhasebesini yapıp, vazifemizi hakkıyla eda edebilme kaygısıdır. Zaten, başkalarının dalâletiyle fazla meşgul olmayıp, kendi hâlimizi ıslaha çalışmamız âyetin emridir.[25]
Evet, biz kendimizi ıslaha çalıştığımız sürece başkalarının dalâleti bize zarar vermeyecektir. Bu bakımdan, müspetin ve güzelin nâşiri olmak mecburiyetindeyiz. Siyer ve megâzî kitaplarını okuduğunuzda göreceksiniz ki, Efendimiz, ehl-i iman ile ehl-i küfür arasında kuvvet dengesi olmadığı zamanlarda daima gönüllere girme yollarını aramış ve tabyeden tabyeye intikal etmiştir.
Taif'i düşünün.! Bilhassa, her an uğrunda ölüme atılmaya hazır yüzlerce sahabe varken, Resûlullah'ın Hudeybiye'de ismini bizzat kendi eliyle sildiğini düşünün! Ziyaret etmek üzere Kâbe'nin yanıbaşına kadar geldikden sonra, niyet ve düşüncelerine rağmen geriye dönüşlerini düşünün..! İhtida edip İslâmiyet'e girenleri geriye çevirmesini düşünün.. ve sonra Hudeybiye'nin, aradan geçen birkaç yıl içinde hak ve hakikatin neşri adına nasıl bir 'feth-i mübin' olduğunu düşünün!
Sonra, onca hain nazarlara rağmen, Efendimiz'in uygulamaya koyduğu hareket stratejisini kavrayamayan ve on binlik İslâm ordusuyla karşılaşınca da, çaresizlik ve şoke olmuşluk içinde ister-istemez iman eden Ebû Süfyan ve arkadaşlarını düşünün..!
Düşünün ve o zâhirî sessizlik altındaki müthiş aksiyonu hayret ve hayranlıkla seyretmeye çalışın..! Evet, Kur'ân'ın ifadesiyle, ektiği tohumların bir miktar karlar altında kaldıktan sonra başak verdiğini gören çiftçinin hayret ve hayranlığı gibidir bu.[26] Ve yine bu, Kehf sûresinde kullanılan sırlı kelime 'telattuf'un neticesidir.[27]
25. Vazifenin edası için has ve sağlam fertler yetiştirmelidir
Mü'min olarak vazifemizi edada Efendimiz'in öğrettiği bir diğer esas da, her görüş ve anlayıştaki insanla münasebet kurma ve zayıf kalabalıklar yerine, has ve sağlam fertler yetiştirmektir.
Bilindiği gibi, Mekke'de Efendimiz'in yanında yaşlı, fakir ve kölelerden her yaş ve her seviyede insan bulunurdu. Müşriklerin ileri gelenleri ona, "Bunları yanından uzaklaştır, seninle öyle oturup konuşalım." diyorlar ve kendileriyle hususî münasebet kurulmasını istiyorlardı. Efendimiz, cemaatinin özünü gariplerin teşkil ettiğini ve gariplerin ne has kişiler olduklarını çok iyi bildiğinden, müşriklerin tekliflerini geriye çevirdiği gibi, böyle tekliflere itibar edilmemesi gerektiğini de fiilen ifade buyurmuşlardı.[28]
Gerçi Allah'ın Resûlü çokluğumuzla iftihar edecek[29] ama O'nun iftiharında da yine liyakat esastır. Mekke'de ilk dönemlerde, Dârü'l-Erkam'da, Efendimiz'in yanında 3-5 kişi vardır. Sonra bu sayı 40'a ulaşır; 40, birinci kudsîlerin çekirdeğidir. Ne var ki, 40'a varılıncaya kadar ne dar geçitler geçilmiş, ne derin sular aşılmıştır! Bu çile dönemine yetişip de geri dönmeyenler, cepheyi terk etmeyenler, belli ki ileride, Bedir'de ve Uhud'da da sebat edip yerlerini koruyacaklardır. O, Bedir ve Uhud'da Ali'si ve Hamza'sıyla müşriklerin hakkından geldiği gibi, ileride Ömer'iyle de İran'ın ve Bizans'ın hakkından gelecektir.. ve çok mühimdir; bu devirde sahabe arasında münafıka da rastlanmaz; zira bunların içinde münafığın barınması mümkün değildi. Kaldı ki, o işkenceli dönemde, 'Lâ ilâhe illallah' demek, dünya namına bir şey getirmediği gibi, malî ve bedenî pek çok zayiata da sebebiyet verebiliyordu. Bu itibarla, böyle bir sabır ve tahammül döneminde nifak söz konusu olamazdı.
Görülüyor ki, bizim kitle ve çokluk diye bir derdimiz yok; bizim, dünyayı yeniden çimlendirecek nüve, çekirdek ve haslara ihtiyacımız var...
Evet, kalb, akıl, mantık, his ve duygu zaviyesinden doyurulmamış kimseler, hem boşlukta gölge gibi sallanıp duracak, hem de en hafif bir rüzgârda devrilivereceklerdir. Bu itibarla da onlar, bizim matlubumuz olamaz. Evet, Taif'te pişmeden, Hudeybiye hamlesini yapmadan ne Mekke'nin fethi mümkün olabilirdi, ne de kitlelerin fevç fevç İslâm'a girmesi.
Sonra, fertlerle diz dize karşılıklı oturup hâlleşme, sohbet etme, dert ve şüpheleri dinleyip izaleye çalışma ve gönülleri İslâmî güzelliklerle donatma her zaman mümkün olsa da, aynı şeyi kitleler için düşünmek mümkün değildir. Evet, kitlelerde hisler belli şeylerle coşturulsa bile, fert fert ruhlara muttali olma ve hissiyata vâkıf bulunma gibi avantajların hiçbirine sahip olunamaz.
26. Ya hayır söylenmeli ya da susulmalıdır
Bu vazifenin esaslarından biri de, dilde de sırat-ı müstakîmi tutturmaktır. Dilin hak ve hakikate tercüman olma yolunda kullanılmaması eğer tefritse, tumturaklı laflarla, fuzulî ve boş yere kullanılması da ifrattır. Mizah, fıkra, başkalarını tenkit, lafazanlık, yersiz şakalaşma, hep bu tefrit cinsindendir. Kişi ya hayır söylemeli ya da sükut etmelidir..[30]ve dil, daima hakka tercüman olmalıdır.
27. Bir şeyi anlatmada güçlük çekiyorsak, onu başkasına anlattırmalıyız
Her mevzuda ortaya atılıp, her meseleye cevap verme iddiasında bulunmak, benliğin altında kalıp ezilmek demektir. Bize yöneltilen bir mesele, sahamıza ait değilse, o mevzuu çapına uygun anlatamayabiliriz. Sonra, bizim anlatmamıza reaksiyon olabilir; samimî de olsak yine rahatsızlık, hatta nefret uyandırabilir ve bu arada hem hakikat hırpalanır, hem de muhatabımız boşlukta kalabilir. Böyle durumlarda, anlatmayı ehil olan arkadaşımıza bırakarak onun anlatmasıyla iktifa etmeli, ona destek olmalı, onun başarısını alkışlamalı ve onunla övünmesini bilmeliyiz.
Ayrıca böyle bir vazifede koşan başka insan ve cemaatler varsa, o zaman "Hakkı sadece ben temsil ediyorum, ancak ben anlatabilirim." tavrıyla ortaya çıkmak, ihlâslı da olsa, bir bakıma nefisperestlik sayılacağından Allah indinde makbul değildir ve ondan da olabildiğince uzak kalınmalıdır. Bundan başka, Ehl-i Sünnet çizgisinde hakka hizmet eden herkes alkışlanmalı; hakka hürmet ve hakkın hatırı adına hiç kimse tenkit edilmemeli, çürütülmemeli ve hizmet hesabına herkesin enerjisinden istifade edilmelidir.
28. Hak ve hakikatler, önce fıtratı, hâli ve inançları müsait olanlara anlatılmalıdır
Hak ve hakikati gönüllere duyurma istikametinde vazife yaparken önce fıtratı, hâli ve inançları müsait ve alnı iyi-kötü secdeye varmış olanlara, "Peygamber vardır veya duymuştum." diyenlere ve dinlediklerinde tepkileri "Evet" olacak kimselere müracaat etmek uygun olur. Esasen yüzde 80 durumu böyle olan neslimizin samimî bir cazibe karşısında hüsnü kabul göstereceğini ümit ediyoruz.
Alnı kirli ve nasır bağlamış, kalbi mühürlenmiş, belli bir zihniyete bağlı, dönmeme niyetinde ve hasım vaziyeti almış kimselerle meşgul olmak boşunadır; hatta böyleleriyle meşgul olmanın bazı zararları da vardır:
a) Başkalarına, bu türlü kimselerle oturulabileceği fikrini telkin eder;
b) Kendileriyle bir arada bulunanların ruh dünyalarını örseler, menfî atmosferleriyle onların duygularına tesir eder, hatta namazlarındaki zevki bile kaçırabilir. Kur'ân'da,"En küçük bir meyille olsun zulmedenlere meyletmeyin."[31] diye emredilir. Yalnız, kendileriyle oturulmalarında fayda mülâhaza edilen ve hak ve hakikat anlatıldığında dinleyen kişilerle aramızda, gelir bize katılır mülâhazasıyla bir açık kapı bulundurulması faydadan hâlî değildir. Hele bu anlatma, garazsız, ivazsız ve her türlü çıkar düşüncesinden uzak ise...
Bazen de tamamen küfür yüklü olmamakla beraber, nefisperest, günahlara dalmış, içki ve kumarla sarmaş-dolaş kişiler vardır. Bunlarla "selâm" ve "merhaba" şeklindeki alâkamız onların imanlarına saygının gereği, münasebetlerimizi daha ileriye götürmememiz de imanımızın muktezasıdır. Dinleyip, istifade ettikleri müddetçe oturup anlatırız. Ne var ki, anlattıklarımızla alay ve istihzaya başladıklarında, Kur'ân'ın emri üzere, kızmadan, çirkin beyan, çirkin davranışta bulunmadan ve merhaba kapısını da kapatmadan çeker gideriz.[32]
İrşad ve tebliğ adına kendilerine hizmet götüreceğimiz şahısların durumlarını önceden tespit de çok önemlidir.
Daha ilk tanışıp görüştüğümüz şahsın siması, selâm vermesi, konuşması ve davranışları, o şahıs hakkında bize ön fikir veren birer işarettir. Bu gibi vesileleri değerlendirmek, diyalog kurmada yardımcı olabilir.
Muhatabımızla emniyet telkin eden bir edada, sempatik, yumuşak ve tabiî, fıtrî ve riyasız bir ilk münasebet çok önemlidir. Allah ve Resûlü'nü sevdirme hesabına kendimizi sevdirmeye çalışmamız da mahzursuz, hatta yararlı sayılabilir. Arkadaşlık ve insanlık açısından yakınlık kurarak, ikramlarda bulunmak, -Efendimiz'den öğrendiğimiz üzere- lütufkâr ve cömert olmak da gönüllere girme adına önemli hususlardır.
Bizim bir kısım düşünce, kanaat, hatta saplantılarımız olduğu gibi, muhatabımızda da benzeri kanaatlerin bulunabileceğini hesaba katarak bir kısım reaksiyonlar alacağımız kat'iyen gözardı edilmemelidir. Hiç kimsenin yıllarca taşıdığı inanç, kanaat ve düşüncelerini bir hamlede, bir konuşmada kafasından çıkarıp atmasının mümkün olamayacağını kabullenme mecburiyetindeyiz. Düşününüz ki, Kur'ân-ı Kerim o büyük inkılâbını 23 senede gerçekleştirmiş, kimi şeyleri öne alıp, kimilerini sona bırakmış ve önce söylenecekleri önce, sonra söylenecekleri de sonra söyleyerek, her şeyi tedricen yerli yerine oturtmuştur.
Bizler de hemen söze girip, meselelerimizi açık-seçik ortaya dökmeden önce ferdî sohbetlerde karşımızdakinin ortaya atacağı mevzularla onu tanımaya çalışmalıyız. Hekim nasıl önce hastasını dinleyip, teşhisini koyuyor ve sonra tedaviye geçiyorsa, biz de ilhat ve inkâr hastasının önce inançlarını, şüphe ve tereddütlerini anlatmasına ya da mevzuyla alâkalı sorular sormasına imkân tanımalıyız.. ve düşünce ve şüphelerini ifade ettiğinde de hemen reaksiyon göstermemeliyiz.
Unutmayalım ki, neslimiz imanî ve Kur'ânî meselelere yabancı olduğundan, bizden duyduğu her şeye hemen karşı çıkabilir. Mukabelemiz uygun ve yumuşak olmazsa, bu durumda Allah'tan daha da uzaklaşmasına yol açabiliriz. Bu sebeple, muhatabımızın kültür, ilim ve inanç durumunun tespiti çok önemlidir. Meselâ, muhatabımızın kültür seviyesi bizden yüksek, bilgisi bizden fazla, biraz da bencil ve bilgiç geçiniyorsa, buna mukabil, biz de onun karşısına yarım yamalak ilmihal bilgisiyle çıkmışsak, bu durumda ona bir şey anlatmamız mümkün değildir. Keşif ve keramet bile göstersek, aklını, fikrini ve düşüncesini doyuramayız. Böyle hallerde, onu kendi seviyesinde birine götürüp ilim, irfan potasında erimeye bırakmak lâzımdır.
Muhatabımızın yaşı-başı da oldukça önemlidir. Yerinde anne-baba, amca-dayı ya da yaşça bizden büyük olana dini, diyaneti anlatabiliriz. Ancak, şurası da iyi bilinmeli ki, insanın yaratılışında, küçüğünden gelen şeylere karşı daima reaksiyon vardır; ancak faziletli insanlar, küçüklerini dinleme olgunluğunu gösterebilirler. Bu itibarla, muhatabımızı kendi yaşında veya yaşının üstünde, kendi seviye ve frekansından ona hitap edebilecek kimselerle tanıştırma yolları araştırılmalı ve onlarla diyalog sağlanmalıdır.
İrşadda ehemmiyetli bir başka husus da, camilerin, mescidlerin ve ilim-irfan sahibi kimselerin bulunduğu müesseselerin gezdirilip gösterilmesi ve muhatabımızın akranlarıyla tanıştırılmasıdır.
Karşıdaki insana ne kadar anlatırsanız anlatın, hatta kalbine girip taht kurun, o, kendi yaşıtlarında anlattıklarınızın pratiğini müşâhede etmediği sürece, kendisini yapayalnız görecek ve kendi ağırlığı altında kalıp ezilecektir. Gül, gül bahçesinde biter; bir genç de namaz kılan, secde eden ve ilim sahibi olan kendi yaşıtlarından etkilenir; yoksa ne büyük küçükten nasihat ister, ne de genç kendi büyüğünün öyle fazlaca etkisine girer; büyüğüne saygı duyar ama onun asıl etkileneceği kimseler kendi yaşıtlarıdır.
Bir diğer husus da, mutlaka kitap okumak ve en az haftada bir sohbet tertip etmektir.
[1] Âl-i İmrân sûresi, 3/104.
[2] Âl-i İmrân sûresi, 3/110.
[3] Bakara sûresi, 2/143.
[4] Saf sûresi, 61/10-11.
[5] Mâide sûresi, 5/54.
[6] Bkz.: Hûd sûresi, 11/102.
[7] Müslim, imâre 158; Ebû Davud, cihad 17; Nesâî, cihad 2.
[8] Bakara sûresi, 2/143.
[9] Bkz.: Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/511.
[10] Bkz.: Tirmizî, fezâilü'l-cihad 12.
[11] A'lâ sûresi, 87/1.
[12] Bkz.: Cuma sûresi, 62/5.
[13] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/20; Mâide sûresi, 5/92; Ra'd sûresi, 13/40; Nahl sûresi, 16/35, 82; Nur sûresi, 24/54; Ankebût sûresi, 29/18; Yâsîn sûresi, 36/17; Şûrâ sûresi, 42/48; Tegâbun sûresi, 64/12.
[14] Bkz.: Gâşiye sûresi, 88/21-22.
[15] Bkz.: Kasas sûresi, 28/52.
[16] Bkz.: Şûrâ sûresi, 42/52.
[17] Bkz.: Müslim, iman 332.
[18] Bkz.: En'âm sûresi, 6/90; Hud sûresi, 11/29, 51; Furkân sûresi, 25/57; Şuarâ sûresi, 26/109, 127, 145, 164, 180; Sad sûresi, 38/86; Şûrâ sûresi, 42/23.
[19] Bkz.: Yusuf sûresi, 12/55.
[20] Bkz.: Tâhâ sûresi, 20/44.
[21] Âl-i İmrân sûresi, 3/159.
[22] Buhârî, ilim 11; cihad 164; Müslim, cihad 5; Ebû Davud, edeb 17.
[23] Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/479.
[24] Bkz.: İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-nihâye, 1/222-223.
[25] Bkz.: Mâide sûresi, 5/105.
[26] Bkz.: Fetih sûresi, 48/29.
[27] Bkz.: Kehf sûresi, 18/19.
[28] Bkz.: Nesâî, es-Sünenü'l-kübrâ, 5/62; Taberî, Câmiu'l-beyan, 7/200.
[29] Bkz.: Abdurrezzak, el-Musannef, 6/173; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/380.
[30] Bkz.: Buhârî, edeb 31, 85; rikâk 23; Müslim, iman 74; lukata 14; Ebû Davud, edeb 123; Tirmizî, kıyame 50.
[31] Hûd sûresi, 11/113.
[32] Bkz.: Furkân sûresi, 25/63.
.
İrşad Faaliyetine Zarar Getirebilecek Hususlar
1. Dinî meselelerin ilzam etmek ve susturmak maksadıyla münakaşa ve münazara tarzında anlatılması caiz değildir
Dini anlattığımız bir yerde itirazlar ve karşı fikirler varsa, orada konuşmayı kesme mecburiyetindeyiz. Devam ettiğimiz takdirde, hem biz günaha gireriz, hem de karşımızdakinin iman durumunu tehlikeye atmış oluruz. Maksat, hiçbir zaman onun sesini kesmek, mat etmek ve fikir üstünlüğü sağlamak değil, maksat Rabbimiz'in sevdirilmesidir.
Bazen münakaşa yapmak, muhatabımızı inadında ısrar etmeye, hatta küfür adına bilgisini artırmak için araştırmaya sevk edebilir. İlzam etme, susturma düşüncesi ve fikrî münakaşalar onu inada sevk edecekse, bu tür münakaşalardan mutlaka kaçınılmalıdır. Evet, böyle durumlarda muhatabımız bizi dinlemeyeceği gibi, o da galebe çalmak için hazırlıklı gelecek, bizi dinlemek yerine, kendi soru ve cevaplarını düşünmeyi tercih edecek ve neticede hınç ve öfke dolu olarak yanımızdan ayrılacaktır.
2. İrşad ve tebliğe, siyasî kanaat ve tavırlarla gölge düşürülmemelidir
İrşad ve tebliğ adına hususiyle de günümüzde dikkat edilmesi gereken noktalardan biri de, vazifemize gölge düşürecek, bize karşı antipati uyaracak ve belirli kimseleri memnun ederken, çoğunluğu küstürebilecek siyasî fikirlerden kaçınılması zaruretidir, hele yığınlar iman adına fakr u zaruret içinde iseler... Oysa neslimiz, bugün bırakın idarî ve siyasî meseleleri anlayıp kavramayı, Allah'a, Resûlü'ne ve Kur'ân'a ait temel imanî meseleleri bile idraktan uzak bulunmaktadır.
Şimdi soruyorum size: Herhangi bir siyasî kanaati olan birisine, dinî meselelerin siyasî havada kabul ettirilebildiği hiç görülmüş müdür? Hayır! Aksine münakaşa, tartışma ve susturma adına sadece gayz ve nefretlerin kabardığı müşâhede olunmuştur. Kaldı ki siz, Allah ve Resûlü'ne ait elmas gibi hakikatleri dile getirirken, muhatabınız onlara cam parçaları nazarıyla bakacak, melek gibi insanları başka nazarla mütalâa edecek, "O benim düşüncemde değil, öyleyse yaramaz." diye kestirip atacak ve "Dini siyasete alet ediyor." suçlamasıyla çekip gidecektir.
Siz dinin yüzde 3-5'lik meselesini anlatayım derken, bu defa siyasî kanaatinizle, yüzde 98 nispetindeki iman ve ibadete ait temel meselelerin berhava edilmesine sebebiyet vermiş olacaksınız. Bu düşünce, siyasî kanaatleri tenkit etmek değildir. Mü'minlerin de belli bir siyasî kanaati olabilir. Bizim tenkit ettiğimiz husus, bizzat siyaset bulaştırılmış irşad metodudur. Şu da var ki, siyasî kanaat seçim zamanı bir haftalık geçici bir vâkıa olarak kalmalı; zamanımızın bütünü, iman ve ibadete ait hakikatleri nesillere intikal ettirmekle geçmelidir.
3. Kabiliyet ve imkânları değerlendirmekten kaçınılmamalıdır
Ağzımızdan çıkan her cümle üzerinde düşünmemiz gerekir. Her mü'min, azamî tasarruf prensibi içinde kendi kabiliyet ve imkânlarını en nihaî noktada kullanabildiği kadar kullanmalı; hayatı boyunca eline geçen fırsatları en ideal şekilde değerlendirmeye bakmalı; vatanına, milletine, millî kültürüne, tarihine ve yetişen nesillere sahip çıkan insanlarla beraber, küheylan gibi coşup, ölüme kadar nefes nefese koşmalıdır. Kendisi ahirete intikal ettikten sonra da, burada yaptıkları, kapanmayan amel defterlerinde buğulanıp duracaktır. -Sadaka-ı câriye ile alâkalı hadisleri hatırlayın.[1]
[1] Bkz.: Müslim, vasiyet 14; Ebû Davud, vesâyâ 14; Nesâî, vesâyâ 8.
.
Dine Hizmet Eden Şahıs ve Cemaatlerin Birbirleriyle Münasebetleri Nasıl Olmalıdır?
1. Meşreb, aynı hakikatlerin teferruatına ait anlayış farklılığıdır
Önce, meşreb kelimesini iyi anlamalıyız. Meşreb, su içme şekil ve tarzıyla, su içilen yeri ifade eder. Herkes ayrı bir kaptan ayrı şekilde su içer. Meşreb, halk arasındaki meşhur mânâsıyla, insanların aynı hakikatleri teferruatta farklı şekillerde anlamaları demektir. Hususiyle bugün iman, Kur'ân, vatan ve millete hizmet vermek adına hedef ve gayede bir olmakla beraber, vesilelerde, yollarda, metot ve usullerde görülen farklı mülâhaza ve farklı düşüncelere meslek, meşreb adını veriyoruz.
2. Birden fazla meşrebin varlığı, yaratılış hakikatinin gereğidir
Neden birden fazla meşreb, meslek ve mezheb var demek, insanın yaratılışını bilmemenin, fıtrî, beşerî, tarihî ve fikrî hakikatleri kavrayamamanın ifadesidir. Fakat hemen şu hususu da belirtelim ki, "Farklı düşünceler olsun." demek ayrı, eşya ve hâdiselerin zarurî bir neticesi olarak farklı düşünce ve farklı mülâhazaların bulunması tamamen ayrıdır.
Farklı düşüncelerin olması, insanın yaratılışının, tabiatının, fıtratının ve fikrî cevvaliyetinin hikmetli bir neticesidir. İnsanlar, sair canlılar gibi hep aynı çizgide yürümezler. Kaldı ki, diğer canlıların bile kendi dünyalarına has farklı tavırlar ve farklı hareket tarzları olur. Bir amip bölününce diğerinden ayrılıp uzaklaşır ve neden sonra diğer amiplerle bir koloni oluşturur. Burada bize misal teşkil edecek bir vâkıayı hatırlatmak istiyorum:
Asr-ı Saadet'te, başta Râşid Halifeler olmak üzere pek çok sahabiyi mizaç ve fıtrat farklılığı içinde buluruz. Bir Hz. Ömer'i, bir de Hz. Ebû Zerr'i düşünün! Dinleri tevhid ve meşrebleri telif eden Efendimiz, mizaçları mevzuunda, "Herkes aynı düşünsün." dememiştir. Mezheblerin 4 değil, belki 104 tane olmasını ve o kadar imam ve müçtehidin bulunmasını nasıl izah edeceğiz? Tarihî gerçekleri kabullenme mecburiyetindeyiz. Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) deryasından kovasıyla, kepçesiyle su alan şu kadar gavs, kutup ve imamların getirdiği birikimi ve topyekün Müslümanlara mâl olmuş düşünceleri bir çırpıda elin tersiyle bir yana itmek mümkün müdür?
Sonra, memleketimiz memerr-i efkârdır; evet bu ülke, tarih boyunca pek çok milletin uğrak yeri olmuştur. Haçlı seferlerini ve günümüzde daha pek çok yollarla oluşan etkilenmeleri düşünün! Dört bir yandan arılarla sarılan bir insanın simasındaki tenasüp bozulmadan kalabilir mi? O insanın üç-beş arı iğnesine maruz kalmasından daha tabiî ne olabilir? Sonra, bütün bu etkilenmeler, vahdet ve ittifak için çok gerekli olan o sağlam fikrî ve ruhî yapının olduğu gibi kalmasına müsaade eder mi?
Hem her meşreb kendi sahasında bir hakikati temsil edip, mühim bir rüknü ikame etmektedir. Meselâ, Mısır'daki kalemler içtimaî hayat ile alâkalı meseleleri işliyorlarsa, başka ülke düşünürleri başka meseleler, daha başkaları da daha başka meseleler üzerinde çalışmaktadırlar; her cemaatin stratejik realitesi başka başkadır.
Ayrıca her ferdin ve cemaatin bir muhiti ve sahip olduğu bir kültür yapısı vardır; bu, yalnız bizde değil, diğer dünya milletlerinde de böyledir.
Yine her millette ortaya çıkan lider, kendine has bir kısım değişik anlayış ve görüşlerle ortaya çıkar; bunlarla tanınır ve taraftarlarını bunlarla arkasından sürükler. Keza, dinî anlayış ve düşünce tarzı açısından da öyle müstesna fıtratlar ortaya çıkar ki, farklı mülâhazalarla ve devrin anlayışına göre oldukça farklı şeyler anlatırlar. Kaldı ki Efendimiz, her asırda bir müceddidin geleceğini beyan buyurmamış mıdır?[1] İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî, Bediüzzaman, Hasan el-Bennâ ve daha niceleri...
Ve yine insan için mükâfatın büyüklüğü ve parlaklığı nispetinde sa'y ve gayrette bulunmaktan ve hayırlarda yarışmaktan daha tabiî ne olabilir? Kim savaşta sancağı taşımak veya altın madalyaya talip olmak istemez? Öyleyse, meşrebler ve düşünceler farklılık gösterebilecektir. Bunun önüne geçmek, fıtratın, tabiatın ve tarihî gerçeklerin önüne geçmek demektir.
Asıl mesele, hak ve hakikatin cidarlarının zorlanmaması, örselenmemesi, düşünce ve metot farklılıklarının usûle, yani esaslara varıp dayanmaması, maksat ve gayede sapmaların olmaması ve hak vesile ve vasıtalardan vazgeçilip, bâtıl vesilelere sapılmamasıdır. Yoksa bir Hak dostunun nurlu beyanları içinde, Allah'a giden yollar, mahlukların solukları sayısıncadır. Karşınızda yüz ayrı ressam, değişik buudlarda, farklı kalem ve boyalarla yüz ayrı bahar tablosu çizer; her tablo, ressamının bakış, duyuş ve değerlendirişini yansıtır ama neticede hepsinin çizip anlattığı bahardır. O bahar da, Allah Resûlü ve ashabının çizdiği kudsî daire içindedir.
3. Meşrebler arasında temel meselelerde ve usûlde farklılık yoktur
Meşrebler arasında temel meselelerde ve usûlde farklılık olmak şöyle dursun, birleşilen noktalar da bir değil bindir. Tevhid, nübüvvet ve haşirde ihtilaf var mıdır? Meleklerin ve cinlerin varlığı hususunda ihtilaf var mıdır? Kitabımız ve kıblemizde ihtilaf var mıdır? Namazın, zekâtın, orucun ve haccın farziyetinde, hatta namazların rekâtlarında, zekâtın miktarında ve kimlere verileceğinde ihtilaf var mıdır? Sonra, vatanımız, tarihimiz, harsımız ve bayrağımız bir; dinimize, imanımıza, vatanımıza ve istiklalimize göz diken hasımlarımız dahi bir değil midir? Dünyanın dört bir köşesinde minarelerde yükselen ezanımız bir, ideal ve ümniyemiz bir.. evet bin kadar bir bir...
4. Teferruata ait meseleleri bırakıp, dıştan gelen tehlikelere karşı birlik olunmalıdır
Fikir birliği içinde olamadığımız teferruata ait meselelere nasıl bakılmalıdır? Her şeyden evvel, gökten sarkıp gelen ve bütün düşünce dünyamızı saran bu kadar 'bir'lerimiz dururken, incir çekirdeğini doldurmayacak kadar küçük teferruata dair meselelerle meşgul olmak, abesle iştigal olsa gerektir.
Evet, "...ci ...cu" takılarıyla meseleyi gündemde tutmamalı, tutmaya çalışanları da ikaz etmeliyiz. Bugün düşüncelerin farklı olduğunu büyüten, bunları mevzu edinen ve böylece arayı daha da açan iki tip insan vardır: Biri, haince ve art niyetle bunu yapan insan; diğeri ise, en basit ve hafif ifadesiyle, bu işi cehaletinden dolayı yapan kimsedir. Bunun neticesinde, meseleyi lâyıkı vechile kavrayamayan nesiller de, Müslümanlığı parça parça tanımaktadır. Oysaki, 'Lâ ilâhe illallah' sadakatı içinde olan herkesle Cennet'te beraber olacağız. Öyleyse, kimseyi teferruatla karalayamayız. Allah mahşerde hepimizi el ele haşredecek, kalblerdeki bütün hoşnutsuzlukları silecek ve neticede tahtlara yaslanıp karşılıklı oturacak ve sohbet edeceğiz.[2]
Hakka hizmet, büyük ve ağır bir hazineyi taşımaya benzer. Ona ne kadar çok insan omuz verirse, taşıma o kadar kolaylık ve sürat kazanmış olur. İşte, biz de meseleye böyle bakacak ve bu zaviyeyi her zaman korumaya çalışacağız. Şu kadar ki, arada bir evdeki kardeşler bile atışabilir; mühim olan, bunu hemen unutup, dıştan gelen tehlikelere karşı el birliği içinde olmaktır.
5. Düşünen kafalar ve duygularla köpüren kalbler, bir ruh etrafında birleşmeli ve bütünleşmelidir
Günümüzde, "Şu hâle bak, herkes parça parça... Birleşmek lâzım, neden birleşmiyoruz?" sözleri, hemen her seviyede insanın tekrarlayıp durduğu ve ağızların en çok gevelediği sözlerdendir. Önce, bundan bahseden bir mü'mine tatlı bir sohbet havasında "Birlik ve beraberlikten anladığın nedir; sonra, birleşmekten ne anlıyorsun? Parça parça oluşumuzun sebepleri nelerdir?" diye sormak ve "Önce vak'ayı tespit ve teşhis edelim, sonra da çare neyse ona bakalım." teklifinde bulunmak, herhâlde daha muvafık olur.
Öyle ya, teşhis edilmeyen bir hastalığa reçete verilmez ki! Hem, bugün şu şartlarda bu sözü söyleyip duran mü'minlere teşhis ve tedavi çaresini sorduğumuzda, alacağımız cevap herhâlde, "parça parça" denilen düşüncelere yenilerini eklemekten başka bir işe yaramayacaktır. Öyle ki, bu mevzuda ortaya kişi adedince ve düşünce sayısınca birleştirme formülü çıkar desek sezadır.
Öyleyse, diyelim ki, her akıl, mantık ve düşünce sahibi, kendine uygun bir birlik ve beraberlik formülü buldu. Bu durumda, "Arkadaş, benim de bir fikrim ve mantığım var; benim de ilmim, irfanım ve kültürüm var; benim de düşünce tarzım ve elimde ölçülerim var." diye tek tek fertler veya liderler ortaya çıkacak veya çıkarılacaktır.
Hayır, meseleyi tabiat ve hayat realiteleri içinde ele almak ve Kâbe etrafında binlerce insanın aynı duygu ve düşünce içinde dönmesi gibi, binler düşünen kafa ve duyguyla köpüren kalbi, bir "Bir" etrafında bütünleştirmeye ve birleştirmeye çalışmak, herhâlde işin en doğrusu olsa gerek...
6. İçtimaî çalkalanmalar İslâm'ı bulup, bu buluşun sahilinde sükuna erecektir
Kalbler, 'Ehad' olan Allah'a teveccühle itminana ulaşır ve tevhide erer. Kafalarda ve yüreklerde Aleyhissalâtü vesselâm'a ait duygu ve alâka hâkimse, o zaman elbette bütün yollar cetvel cetvel bir gün varıp, O'nun kapısına dayanacaktır. İlimler, ayrı ayrı diller ve dallar hâlinde inkişaf edip, bir gün hep bir ağızdan Kur'ân diyecektir. Ve içtimaî çalkalanmalar arayacak; arayacak, sonunda İslâm'ı bulup sükuna erecektir.
7. Yüreklerin toplu attığı bir kardeşlik için Allah (celle celâluhu) ve Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ölçüleri mihrabımız olmalıdır
Kur'ân, "Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun!" yani kalb ve kafanın bütün fonksiyonlarını icra ederek takva dairesine girin ve "Toptan Allah'ın (sağlam ve kopmaz, parçalanmaz ipi olan) Kur'ân'a sarılın; parça parça, fırka fırka (bir araya gelmesi nâkabil kutuplar hâlinde) parçalanmayın."[3] buyurmakta ve arkasından da, 'emr‑i bi'l-mâruf nehy-i ani'l-münker'den söz etmektedir. Kur'ân,"Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, yoksa gevşekliğe düşer, korkuya kapılırsınız ve kuvvetiniz gider."[4] demekte ve "Mü'minler ancak kardeştir; kardeşlerinizin arasını ıslah edin."[5]; devamında da, "Birbirinizi alaya ve hafife almayın, kınayıp ayıplamayın, birbirinize lakaplar takmayın."[6] dersini vermektedir. Yine Kur'ân,"(Habibim) Sen yeryüzünde bulunan her şeyi sarfetseydin, yine de onların kalblerini telif edemez (bir araya getiremez)din. Fakat Allah onların aralarını telif etti."[7] âyetiyle de kalbleri telifin kime ait olduğunu bildirmektedir.
Peygamber Efendimiz'in nurlu hayatında ve pratikte bu meselenin nasıl gerçekleştirildiğini siyer ve megâzî kitaplarında görüyoruz. Burada sadece bir-iki misalle iktifa edelim:
Buas vak'alarında Evs ve Hazrec birbirine düşmüş, bu iki kabile arasında kıran kırana mücadele yıllarca sürüp gitmiş ve bu yüzden de, ilerde İslâm'ın iki güçlü hâmisi olacak olan bu iki kabile, birbirinin adüvv-ü ekberi olmuştu. Hicretten sonra bu iki oymak, Efendimiz'in nurlu eliyle öyle birleşmiş, öyle kardeş olmuştu ki, malının yarısını, bahçesinin bir bölümünü, evinin bir odasını seve seve birbirlerine verebiliyor, birlikte ve omuz omuza savaşıp, icabında kardeşi uğrunda ölebiliyor, aç ve muhtaç mü'min kardeşi doysun diye kaşığını çorba tasına boş getirip götürüyor, bir sözle kardeşimi kırdım diye başını onun ayaklarının altına serip, "Bas kardeşim ve beni affet." diyebiliyor ve muharebede ölüm ânında, içi yanarken içeceği bir yudum suyu kardeşine havale edebiliyordu...
Evet, öyleyse birlik, beraberlik, ittifak, ittihat ve yüreklerin toplu attığı bir kardeşlik için, yüzlerce akıl, fikir ve felsefe yerine Allah ve Resûlü'nün ölçüleri mihrabımız olmalıdır. Neden parça parçayız diye sorulacağına, parçalanmaya götüren söz ve davranışlardan içtinap etmeli ve birleşme tavsiyeleri yerine, birleşmeye götürücü söz ve davranışlar intihap edilmelidir. Bunun için de:
İrşad ve tebliğde bulunan, dine hizmet eden bütün mü'minler, bütün cemaatler alkışlanmalı ve haklarında dua edilmelidir; evet, Allah'ı ve Resûlü'nü seven ve anlatan herkes, Allah ve Resûlü'nden ötürü sevilip tebcil edilmeli, muhterem bilinmeli ve kendisine saygı duyulmalıdır. "Sadece benim yolum haktır." demeyip, başkalarına da hayat hakkı tanınmalıdır.
Mü'min, "Benim meşrebim, usulüm haktır, hoştur, güzeldir, doğrudur, isabetlidir." diyebilir; ama "Sadece hak benim mesleğimdir, benim meşrebimdir." diyemez; başkalarının mesleğini butlana mahkûm etmeden, kendi meslek ve meşrebine "en güzel" diyebilir; kalb ve düşünce itibarıyla güzelliği daha çok kendi mesleğine lâyık görebilir ve bu, gayet tabiîdir. Çünkü insan, yaptığı işi sevip benimsediği ölçüde başarılı olabilir ve netice alabilir.
Yalnız, başkalarını karalamak, onlara yanlış ve çirkin damgası vurmak yanlıştır. Sinesi vatan ve millet sevgisiyle çarpan herkesle oturup konuşmasını bilmeli, tenkit kapısının açılmasına fırsat vermeden herkese tazim ve tekrimde bulunmalı ve "güzel, güzel" diyerek, güzellere güzellikle mukabele menfezleri açık tutulmalıdır.
"Yalnızca benim mesleğim haktır, gayrısı bâtıldır." diyen kim olursa olsun, ciddî iftirak ve parçalanmalara yol açar. Bırakın meslek ve meşrebini, bir insanın elbisesini ve arabasını bile bu şekilde tenkit edip dursanız, o insanla aranızın açılması kaçınılmaz olur. Böyle basit meselelerde dahi insanın karşısındakine söz hakkı tanımaması, insanları birbirine düşürürken, pek çok insanın baş koyduğu ve hayatına gaye ittihaz ettiği usûl ve prensiplere çirkin ve bâtıl demenin, vahdet ruhuna ne ölçüde zarar getireceğini ve ne tür uzaklaşmalara, hasımlaşmalara ve günahlara sebep olacağını varın siz düşünün..!
Mü'min, mesleğinin muhabbetiyle yaşamalı ve başkalarının hata ve kusurlarıyla meşgul olmamalıdır; başkalarını yıkmak, çürütmek ve kösteklemek yerine, varsa onların güzelliklerini sergilemelidir.
Başkalarının kusurlarıyla meşgul olan, kendi kusurlarını göremez ve kendi güzelliklerini de gösteremez. Ayrıca, basit bir kusur görüp de hemen tenkit etmenin, aynısıyla mukabeleyi netice verdiği çok vâkidir.
Başkasını çökertmek, yıkıp devirmek ve onun enkazı üzerinde ümran kurmaya çalışmak, Peygamber'in değil, Firavun'un mesleğidir. Efendimiz, hayatı boyunca yalnızca gönülleri tamir edip onları güzelliklerle doldurmak için çalışmış, şirk içindeki en azılı hasımlarını bile, şahsî hayatlarını mevzu edinip çürütme gayreti göstermemiştir. Kendisine kılıç sallayan Halid için söylediği şu söz ne mânidardır: "Diyordum ki; nasıl oluyor da Halid gibi biri şirkte ısrar ediyor!.."
Ashabından birkaç defa içki içen birisine yine ashabından biri ağır bir söz söyleyince,"Sus! O, Allah ve Resûlü'nü sever."[8] diye mukabelede bulunmuştu. Âişe Validemiz'e iftira edip, mü'minleri birbirine katan en zararlı mahluk ve münafıkların reisi olan zatın oğlu, "Bırak, babamın hakkından geleyim yâ Resûlallah!" dediğinde, verdiği cevap,"Muhammed, arkadaşlarını öldürtüyor, dedirtmem."[9] şeklinde olmuştu...
Yılların eritemediği Ebû Süfyan, Ebû Cehil oğlu İkrime, canı ciğeri amcası Hz. Hamza'nın vücudunu parçalayan Vahşi, Hind ve diğerleri için "Bugün size kınama yok!"[10] sözlerinde tezahür eden o geniş afv ve müsamaha, bizim için nurlu birer düstur olmalı değil midir?
Evet, bizim işimiz, gönülleri yıkmak değil, gönülleri yıkamaktır. İtap başkasına değil, nefsimizedir. Başkalarını kusurlarıyla yakalama değil, bilakis onları aklamadır. Başkalarının çirkinliklerini teşhir değil, kendi güzelliklerimizi neşretmek esastır. Düşmanlık düşmanlığa olmalı, mü'mine değil. İnsanlara sıfatlarına göre değer verilse bile, onların Allah indindeki hakikî kıymetini biz bilemeyiz. Öyleyse sinelerimizde, bilhassa gönüllere karşı ukdelerden temizlenmiş bir gönül taşımalıyız...
Düşmanlık etmek de, düşmanlığa maruz kalmak da, mü'mine yaraşır-yakışır şeylerden değildir. Evet, şefkat ve muhabbetin temsilcisi olması gereken mü'mine, adavet hiç mi hiç yakışmıyor. İlle de adavet etmek istiyorsak, mü'minlere değil, ruhlarımızı saran düşmanlık düşüncesine, kine, nefrete, imtizaçsızlığa, kâfire, mülhide, iman ve Kur'ân düşmanlarına adavet etmeliyiz. Hâl böyle iken, imanın, Kur'ân'ın binlerce, milyonlarca hasmını bir kenara bırakarak mü'minlere düşmanlık beslemeyi anlamak mümkün değildir.
Hem, bırakın mü'mine düşmanlığı, kâfire bile adavetimizde bir kıstas, bir ölçü olmalıdır. Bu mânâda adavetimiz, bizim için bir kamçı olacak, bir hırs ve aksiyon hâline gelecek ve en bataklık sinelerde dahi gül bitirecek ve hayırlara vesile olacaktır.
Şimşek gibidir mü'min, ışıkla doğar, saniyede şu kadar hızla hareket eder; yıldırım olur gürler, yüreklere korku salar ama, rahmet olarak yağar, rahmet olarak yağar da, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan gönüllerimizin sultanı Nebi gibi gönülleri yur-yıkar ve gözlere nur saçar.
Evet, mü'minin şiarı, adavet değil, muhabbettir: "Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Mü'minlere karşı yüzleri yerde, kâfirlere karşı aziz ve çetindirler. Allah yolunda cihad eder, kınayanın kınamasından korkmazlar."[11]
İman cephesini topa tutmak asla reva değildir. Mü'mini çekememek, çekiştirmek, gıybet etmek, aleyhinde olup çürütmeye çalışmak ve hele düşmanlık derecesinde üstüne üstüne gitmek, muharebe meydanında topları kendi birliğinin üzerine çevirmekten farklı olmasa gerektir. Böyle bir durum, mütecaviz hasmı bırakıp, dostlar arasında bozgun meydana getirmek ve kendi kalesinin kapılarını, sur dibinde hazır bekleyip duran canavar düşmanlara açmak ve kale duvarlarında gedikler meydana getirmek demektir. İsterseniz buna, sizi parçalamak için pusuda bekleyen dış mihrakların ekmeğine yağ sürmek de diyebilirsiniz...
Öyle olsun istemeyiz ama bir gün ehl-i imana düşmanlık yapan bir müslümanla karşılaşırsak, biz de onun karşısına Kur'ân'la çıkar ve "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel nasihatla davet et."[12] fermanı gereğince, en güzel ve tatlı sözle kendisini iknaya çalışırız; yine anlamaz da tenkide, gıybete ve hatta düşmanlığa devam eder ve yumruk sallarsa, bu defa da, "Kötülük ile iyilik bir olmaz; (sen kötülüğü) en güzel şekilde sav!"[13]âyetinin hükmüne boyun eğerek, "Sövene dilsiz, vurana elsiz" ve aynı zamanda "gönülsüz" davranır ve onun hakkında dua ederiz. Kendi cephemize zarar vermemesi için mukabelede bulunmaz, meşgul olmaz ve sonra da, "Cahillerden yüz çevir!"[14]âyetindeki emr-i Rabbânî'yi uygularız.
Mukabelenin zararı, yüzde doksan dokuz mukabele edenedir. Karşılıklı iki taş çarpışınca, ikisi de tuz buz olur; ama sadece biri gelip diğerine çarpınca gümbürtü tek taraftan çıkar ve zarar tek tarafa münhasır kalır. Mukabele edildiğinde ise, ters istikamette giden vasıtalar gibi, bir kilometrede iki kilometre uzaklaşma olacak ve bir daha da birleşme noktasına dönülemeyecektir.
Evet, tırmanma şeridindeyiz; yükümüz çok ağır ve zirvelerde bizi görmeye tahammülü olmayan bir sürü hasımlarımız var; o hâlde, kardeşlerle sulh olma, sövülsek de dövülsek de sineye çekme ve asla mukabele etmeme mecburiyetindeyiz.
Bütün mü'minlerle bir kısım önemli fasl-ı müştereklerimiz var ve pek çok hususta ehl-i imanla biriz, beraberiz, ayrı-gayrı değiliz. Bizi birbirimize bağlayan Rabbimiz, Peygamberimiz, Kur'ânımız, Kâbemiz, tarihimiz ve daha benzeri nice cevherlerimiz var ki, bunları başka hiçbir millette ve hiçbir grupta bulmak mümkün değildir. Şimdi, durum bu merkezde iken, bunca fasl-ı müştereki görmezlikten gelerek, sinek kanadı kadar önemsiz meselelerden ötürü mü'mine düşmanlıkta bulunmayı nasıl mübah sayabiliriz?
Biz, bir ve beraber olmak için kâinat çapında öyle dinamiklere sahip bulunuyoruz ki, bunların bir kaçına sahip olan cihana meydan okuyabilir. Bizim sahip olduğumuz kâinat çapındaki bu hakikatlere sahip olmayan Hıristiyan ve ateist dünya, kendi aralarında belli ölçüde pekâlâ birleşebilmektedir. Meselâ günümüzde, Anglo-Saksonlarla Galliler, İngiltere'nin kaderi için bir araya gelirken, batılılar, Komünizm karşısında bir ölçüde ve İslâm karşısında ise tam bir ittifak kurabilmektedirler.
O hâlde neden biz, akıl ve mantık planında bir araya gelip, fasl-ı müşterekleri ortaya dökmek suretiyle, ortak bir çizgi tayin ve tespitinde bulunmayalım! Heyhât ki bulunamadık! Herhâlde, bayrağı taşıyan hep biz olalım istedik; "Biz aslanız, öyleyse yalnız da yaşayabiliriz." dedik. "Teferruata ait bir kısım meselelerden ve belli anlayışlardan şuraya kadar vazgeçiyoruz, siz de şuraya kadar feragatta bulunun." demedik, diyemedik. Akıl, mantık ve hasbîlik içinde vatan, millet ve nesle hizmet adına gerekli olan performansı gösteremedik ve telafisi zor arızalara sebebiyet verdik.
Bu itibarla mü'minler, kardeşleriyle müşterek inanç ve düşüncelerini nereye kadar paylaşıyorlarsa o noktaya kadar bunu muhafaza etmeye çalışmak ve biraz da sınırları zorlamak suretiyle müşterekler dairesini geniş tutmaya çalışmalıdırlar. Beraber hareket edebilecekleri sahayı daraltmak yerine genişletmeye ve sulh çizgisinden de asla inhiraf etmemeye bakmalıdırlar.
Akıllı ve kâmil mü'min, mü'min kardeşiyle düelloya girişmez; müştereklere sadakat içinde müştereken omuzlarımızda taşımaya çalıştığımız hazineyi düşe-kalka götürürken, düello yapmaya zaman olmadığını her mü'min anlamalıdır ve anlar da.
Birlik, beraberlik, ittihat ve ittifaka davet ve bunları telkin edip, ruhlarda bu duyguyu mayalamak güzeldir ama kâfi değildir. Aslolan, -yerinde temas edildiği gibi- birleşmeye götürücü söz ve davranışlarda bulunmaktır. Bir de, ittifak adına iltihaka çağırmak, böylesine ulvî mefhumları pratiğe dökmek yerine, birleştirme havariliğinden ve lafazanlıktan öteye geçmeyecektir.
"Birleşelim!" derken kasdımız, herkes bizim çatımızın altında toplansın, şemsiyemizin altına girsin, firmamıza, tarikatımıza katılsın misillü düşünceler ise, bu takdirde asla birleşme olmayacağı gibi, şiddetli "Gel!" arzu ve çağrısı, şiddetli bir "Hayır!" reaksiyonu görecektir. Sonra, insanların, yıllarca içinde bulunup hemdem oldukları ve âdeta kalb ve beyinlerinden bir parça hâline getirdikleri fikir, düşünce ve duygularını öyle kolay kolay bırakabileceklerini düşünmek de fevkalâde yanlıştır. Cemaat, bir bina değildir ki, bugün yıkıp, yarın onun yerine yenisini yapasın! Değişecek olan, insanların hissiyatı, fikriyatı ve düşünceleridir; kafa ve kalb yapılarıdır. Hele hele bu davette ya da iltihak çağrısında zorlama yapmak ve fikirlere baskı ile adam ayartmak, bütün bütün iftiraklara sebebiyet verecektir.
Öyleyse yapmamız gereken, hiç kimseye "Bize tâbi olun!" demeden ve iltihak isteğinde bulunmadan, Allah rızası için güzel ve müsbet hakikatlere tercüman olmaktır. "Birleşelim!" mesajını verirken iltihak mânâsına hamledilecek kelimelerden sakınılmalı, Allah rızası için ziyaretlerde bulunulmalı, davet edilmeli, civanmerdâne davranılmalı, gurura düşülmeyip, karşımızdaki hoşnut edilmeye bakılmalı, ikram ve i'zazda bulunulmalı, "Düşüncen mübarektir, düşüncende kal ama kardeşim ol!" denmeli, teferruata ait meseleler gündeme getirilmemeli ve muhatabımız tebcil, takdir ve dua ile rahatlatılmalıdır. Evet, fiilen birleşmenin yolu, işte bu tür davranışlardan geçer.
İttifak ve birleşme olmuyor diye, niye ihtilaf ve husumet olsun ki? Yanımda bulunmuyor, benim gibi düşünmüyor diye, neden karşısına geçeyim? Ve arkamda değil diye, neden darılayım!?
İttifak ve birleşme, rüşde ermemize bağlı bir husus olup, Allah bir gün onu da şu aziz millete lütfedecektir. Yeter ki biz, arz etmeye çalıştığımız prensiplere ve daha nice güzel düsturlara riayetle, tevfik-i ilâhînin en büyük bir vesilesi olan ittifak ve vifak için her gün dua edelim ve bütün mü'minlere hürmet ve muhabbetle kalblerimizi açabilelim...
[1] Ebû Davud, melâhim 1.
[2] Bkz.: Hicr sûresi, 15/47.
[3] Âl-i İmrân sûresi, 3/102-103.
[4] Enfâl sûresi, 8/46.
[5] Hucurat sûresi, 49/10.
[6] Hucurat sûresi, 49/11.
[7] Enfâl sûresi, 8/63.
[8] Buhârî, hudûd 4, 5.
[9] Buhârî, menâkıb 8; tefsir (63) 5, 7; Müslim, birr 63; Tirmizî, tefsir (63) 4.
[10] Bkz.: Yusuf sûresi, 12/92.
[11] Mâide sûresi, 5/54.
[12] Nahl sûresi, 16/125.
[13] Fussilet sûresi, 41/34.
[14] A'raf sûresi, 7/199.
.
XXXXXX
TEREDDÜTLER ÜZERİNE
Asırlardır biriken tereddüd ve şüpheler, beyinlerde bir törpü, bir burgu gibi içten içe, ferd ferd veya gruplar hâlinde insanların inançlarını aşındırıp delik-deşik etti. Bilhassa asrımızda toptan bir inkâr hâlinde ortaya çıktı. Hıristiyan âlemi bu şüpheler karşısında dayanamamıştı. Bizde de ilk anda sendelemeler oldu. Hatta, bu asrın başında inancını kaybeden bazı gençler, son olarak yazıp bıraktıkları mektuplarında iman olmadan yaşamanın mânâsızlığına dikkati çekerek intihar ediyorlardı. Bin senedir tedârik ve terâküm edilen müfsid âletler ile kalb-i umûmî ve efkâr-ı âmme dehşetli yaralanmış, insanımızın, bilhassa avam halkın istinatgâhları olan İslâmî esaslar, İslâmî cereyanlar, İslâmî şiârlar kırılmış; bunların neticesi vicdân-ı umumî bozulmaya yüz tutmuştu. Bu geniş yaralar Kuran’ın ve imanın ilaçları ile tedavi edilmeliydi...
Âlimlerimiz bunun farkındaydı... Ömer Nasuhi Merhum aynen şöyle diyordu: "Asrımızdaki İslâm âlimleri, bu zamanda zihinleri iz'âc eden bir takım yeni yeni felsefî nazariyeleri tenkide alarak bu nokta-i nazardan ilm-i kelâmda bir yenileme eseri göstermek mecburiyetinde bulunmaktadırlar" (Muvazzah İlm-i Kelâm), Asrımızın hâzık hekiminin teşhisiyle, "Maddiyyunluk (materyalizm) manevî bir tâun gibi tenkid kâbiliyeti geliştikçe yayılma imkânı artıyor. İlim ve fenden telkin, medeniyetten taklid almış... Yanlış anlaşılan hürriyet ve gurur da işin içine girince genişleyip dağılıyor. " Bu hastalık bazı meşhur yazarların teknik hâle getirerek romanlarında takdim etmelerinden sonra, bir vebâdan daha tehlikeli biçimde yaygın hâle geldi. Genç ve mukavemetsiz beyin ve kalblerde serpilip gelişti. Köyde, kentte hep bu şüphe ve tereddüdler konuşulur oldu. Okullarda, hatta kahve köşelerinde din ve iman namına bir konuşma olmasın ki, bunlardan söz edilmesin.
Bu durum karşısında bazıları kulağını tıkamışçasına bir tavır alıp içinden gelen imanın feverânı ile birer birer başlarını büküp ezmeye çalıştıkları tereddüd ve şüpheleri, kalb ve kafalarında hazırladıkları zindanlara attılar; cevaplarını bulamasalar da imanlarının sağlamlığı, ibadet neşvesinin verdiği manevî haz ve ruhanî lezzetler, şübhelere hayat hakkı tanımayacak şekilde kararlı ve gerilim içinde idiler.
Bazıları da, bu itirazları ileri sürenlerin niyetlerine hiç bakmadan, onları tekfir eder bir havaya büründüler. Böyle, kuru karşılıklar ise, kangrenin derinleşip yayılmasına sebep oldu. İyi niyetle cevap aramak için sorup araştıranlar ise, muknî cevapları bulamayınca, sükût-u hayâle, sonra da tehlikeli tereddüdlere düşmekle karşı karşıya kaldılar. Bu arada inkâr girdabına kapılan ve dipsiz gayyâlara yuvarlananlar da oldu.
Böyle bir pozisyon ise, maddeci görüşe sahip ve bu anlayışlarını bir ideolojik savaşa döndürenler için çok elverişliydi. Çoklarını bunlarla vurdular. Hiç olmazsa yaraladılar.
Eskiden inançsızlık cehâletten geliyordu; onun için gerçek, kendilerine anlatılınca cehâletler izâle ediliyor, nihayet doğruya kavuşmuşluk içinde huzura eriyorlardı. Şimdi ise, fen ve felsefe kisvesinde bin inkâr fırtınası esiyor. Hem bu çeşit anlayışa sahip kişiler, kendilerini biliyor zannettikleri için, ilmî kabul ettikleri bu kanaatları dışında da hiçbirşeyi kabul etmeye yanaşmıyorlardı. Ve artık gerçeği araştırma kâbiliyetleri körelmiş oluyordu. Onun için eskiden bunlardan ancak binde biri hidâyete gelirdi. O zaman iman umûmî olduğu için, yânî, ekseriyet inançlı olduğundan dolayı bunların pek fazla zararı olmuyordu. Halbuki asrımızda teslimiyet kırıldığından zaten çok kimsenin îtikâdı sarsılmış vaziyette... Onun için erâcifin yayılması ile, heryerde tereddüd ve şüpheler içinde bocalâyan, hatta artık herşeyini kaybedenlerle karşılaşır olduk.
İşte bütün bunlardan sonra, bu yaraya derin bir neşterin vurulma zamanının gelip geçtiğini sezen Muhterem yazarımız büyük bir ihtiyacı karşılayacağı düşüncesiyle bu kitabı hazırladı. Öyle görülüyor ki, muhtevâlı olarak oldukça geniş ve derince meselelerin tahlil edilmiş olması, inşâallah kalb ve kafalardaki tereddütlerin izâlesine vesile olacaktır.
Safvet Senih
(1) Efkâr-ı Âmme: Umum halkın, toplumun düşünceleri.
Adâlet sözünden ne anlaşılır veya ne anlamalıyız?
Adâlet sözünden ne anlaşılır veya ne anlamalıyız?
Adâlet, ifrat ve tefrit arasında bir orta hâldir. Yani: Aşırılıkla, alâkasızlık arası dengeli bir yoldur. Adâlet, pek çok hayra vesile olmak üzere insanın mâhiyetinde bulunan bir kısım istidatların, yaratıcı tarafından belirlenen yönde kullanılmasından ibarettir. Evet, insanda bulunan şehvet, öfke, vehim ve akıl gibi kuvva ve istidatlar, güzelce kanalize edilirse adalet; ifrat ve tefrite düşülürse, sapıklıklar meydana gelir.
Meselâ: İnsandaki şehvet duygusu ki; umumî mânâsı itibariyle hem ferdin hayatının devamına, hem de insan nev'inin devamına vesile olan şeylere arzu duyma anlamına gelir. Bu duygunun bir yönü olan yeme, içme ve sâire gibi şeylerle insan, cismani varlığını ve sıhhatini devam ettirmeye muvaffak olur. Şimdi, bu duyguya, arzedilen mülâhazanın dışında bakıldığında, ya onu, kemâle giden yolda önümüzü kesen bir cellâd görerek ve kilise babalarının yâptığı gibi, ondan tamamen uzaklaşacağız ki, işte bu bir tefrit ve alâkasızlıktır. Veya günümüzün sefil anlayışı içinde, hiçbir ölçü tanımadan bu mevzûda her münasebeti meşrû sayacağız ki, bu da bir ifrat ve taşkınlıktır.
Öfke de öyledir; hiç olmayacak şeyler karşısında feve, ran ve halk dilinde “pireye kızıp yorgan yakmak” bir ifrat en aziz ve mukaddes şeylerin pâyimâl oluşu; ırzın çiğnenip, namusun doğranması karşısında sükût da, bir tefrittir. Adâlet ise, küfür, zulüm ve cevr karşısında bir kükreme ve bunların berisinde ve bilhassa sabır ve hayra vesile olacak yerlerde de, müsâmahalı ve yumuşak olma hâlidir.
Aynı durum, vehimde na de cereyan eder; olmayacak şeylerden korku ve endişe, hayatı azaba çeviren bir ifrat; korkulması, endişe edilmesi gereken şeylerden korkup endişe etmeme işi, bir tefrittir. Birinde kâinattaki her şeyden korkup, her şeye ulûhiyet isnâd etme düşüncesi vardır ki; Ganj dolayları, bu telâşın doğurduğu putlarla doludur. Diğeri de, yerde ve gökte kimseden endişe etmeme gibi bir cinnet, kendini ve kendine bağlı olanları ölümlere sürükleyebilecek bir çılgınlıktır. Adâlet ise, hayâtî ehemmiyet arzeden şeyleri hesaba katarak, ihtiyat ve tedbire riâyetle beraber, çok uzak iHtimâllerle melhuz olan bir kısım endişe verici şeylere karşı da olduğundan fazla ehemmiyet vermemekten ibarettir.
Akıl için de benzeri mütalâalar serd edilebilir: Müşahede ve hissin ürünlerini hesaba katmadan, sadece akla itimad bir ifrat; aklı tamamen azl edip, katı bir pozivitizme girme veya sadece vicdânı esas alıp; onun dışındaki her şeyi inkâr etmek de bir tefrittir. Birincisinde eski mantıkçıların cerbezelerini, şimdiki materyalistlerin de diyalektiğini; ikincisinde de, Auguste Comte pozitivizmini ve hıristiyan mistisizmini görürüz. Akılda adâlet, his ve müşâhedenin mahsüllerini değerlendirerek yeni terkibler yapma, bununla his ve müşâhede altına girmeyen şeyleri kavramaya çalışmaktır. Aklın istikâmeti ise, ancak vahyin aydınlatıcı tayfları altında mümkün görülmektedir. Semavî esintilere sırtı dönük bir akıl, ya Aristotales gururu içinde bir fir'avun veya kilise duvarları içinde acezeden kış sineği gibi bir şey olmaya mahkûmdur.
Hâiz olduğumuz bu duygularda adâlet bir esas olduğu gibi, mükellef olduğumuz şeylerin bütününde de bir esastır. Bu cümleden olarak îtikadda adâlet şarttır ve en başta da, bir ilâhın vücudunu tasdik ve O'nun kemâl sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan da münezzeh olduğu gelir. Zîrâ; bir ilâhın vücudunu veyahut sıfatını kabul etmeme bir ilhâd ve ta'til olduğu gibi, "Allah cisimdir, cevlıerdir, uzuvlardan meydana gelmiştir ve bir mekânı vardır" demek dahi bir teşbih ve küfürdür. "Allah vardır, kemâl sıfatlarıyla vardır, cisim, cevher; azâ ve âlet gibi şeylerden münezzehtir. Mekândan müstağnidir" düşünce ve akîdesi ise, evvelki iki inhiraf arasında orta bir yol ve adalettir.
Diğer itikadî meseleleri de aynı usûlle ele almak mümkündür. Meselâ, "İnsanın kudreti ve ihtiyârı yoktur" demek bir cebir, "İnsan, kendinden meydana gelen bütün işlerin mûcid ve hâlıkıdır" demek de, ifratkâr bir irâdeciliktir. Şart-ı âdî kaydıyla, insan irâdesini kabul etmek ve herşeyi AIlah'ın yaratması esasıyla ele almak ise, bir adâlettir.
Amelî hususlarda da adâletin cereyanına şâhid oluruz. Evvelâ, mutlak olarak bütün işlerimizi dünya ve ukbâ, ruh ve cesed müvâzenesi içinde ele almak bir adâlettir. Buna rağmen cismanî yaşayış ve hayvanî hayat; âhirete ve kalbî hayata baktırmayacak şekilde ise, bu bir maddiyecilik ve ifrattır. Cismâniyeti nefy ve inkâr eden mistikce bir spritüalizm ise, bir tefrittir. Ve, bu iki şey arasındaki müvâzene ise istikâmettir.
Bu hususlardan birini yahudilik temsil ediyorsa diğerini de hıristiyanlık temsil etmektedir. Meselâ, yâhudilikte kasden adam öldürüldüğünde afv tarafına gidilmeden behemehal kâtilin öldürülmesi gerekmektedir. Hıristiyanlıkta ise mutlaka afvedilmesi lâzımdır. Bu hâliyle birinde ifrat, diğrinde de tefrit vardır. Adâlet ise, afv yolu açık olmakla beraber kısasın yapılmasıdır. Nazarî ve amelî bütün bir hayat içinde bu şekilde adâleti görmek ve göstermek mümkündür.
Günümüzde çok bahis mevzûu edilen "sosyal adâlet" ise, adâlet anlayışının içtimâiye akseden bölümlerinden sadece biridir. Tasavvurda ve pratikte istikâmete ermiş kimselerin adâletsizliği düşünülemeyeceği gibi, onlar arasında içtimâi adaletsizlikten söz etmek de, asla bahis mevzûu olmayacaktır.
Belki sosyal-adâletten ne anladığımızı merak edip soranlarda olacaktır. Ne var ki, sual-cevap mevzûu içine sıkıştıramayacağımız böyle bir hususu tahlilde, şimdilik fâide mülâhaza etmemekteviz.
.
Allah kelimesi ile tanrı kelimesi arasında nasıl bir fark vardır?
Allah kelimesi ile tanrı kelimesi arasında nasıl bir fark vardır?
Bizim eski atalarımız müslüman olmadan önce yaratıcı bir zâta inanıyorlardı. Belki kendilerine göre, değişik tanrıları da vardı. Ama onlar daha çok kendi lehçeleri ile"Tengri" dedikleri zaman, zât-ı ulûhiyeti kasdediyorlardı. Bu kelime sonra biraz daha incelik kazandı ve tanrı şeklini aldı ki, aslında mabud demektir ve Arapçadaki "İlâh"ın, Fransızcadaki "Diyo"nun, Farsçadaki "Hudâ"nın karşılığı olan bir kelimedir. Ama hiçbir zaman, Cenab-ı Hakk'ın bütün Esmâ-i Hüsnâsını câmî, İsm-i Zât olan Allah kelimesinin karşılığı değildir. Allah dendiği an,bütün kâinatta tecelli eden isimleriyle bir Zât-ı Ecell-i A'lâ akla gelir. Allah kelimesiyle anlaşılan budur. Yani O, Ma'bud-u Mutlak, Hâlık-ı Mutlak, Maksûd-u Mutlak, Rezzâk-ı Mutlak, Bâri-i Mutlak, Cemîl-i Mutlak'tır. İlh... Esmâ-i Hüsnâ'yı (2) câmî Allah kelimesinde böyle umumi bir mânâ anlaşılır. Ve, bu îtibarla da Allah'ın (C.C) ism-i hâssıdır. Allah dendiği an bu Ma'bud-u Mutlak anlaşılır ve Vâcib-ül Vücûd akla gelir. Ama, tanrı dendiği zamân Yunanlının aklına Zeus gelir. Mısırlının Apis Boğası ve Hintlinin aklına da kendi inekleri... Demek tanrı kelimesiyle yerli-yersiz ma'but kelimesinin akla gelmesine karşılık, Lafz-i Celâle olan Allah kelimesi Vâcibül Vücûd'un ism-i hâssı olarak sadece o Esmâ-i Hüsnâ sahibi Zât-ı Zülcelâl-i akla getirir. Onun için bir insan, tanrı demekle Allah yerinde kullanırsa, maksadını anlatamaz ve hata etmiş olur. Tanrı, ilâh kelimesi yerinde Hudâ, Diyo ve God yerinde kullanılabilir; fakat Allah yerinde değil.. AIlah, Cenâb-ı Hakk'ın Zâtının has ismidir. Onun için "LÂ İLÂHE İLLALLAH" diyoruz; fakat"Lâ Allah'a illallah" demiyoruz. Evvelâ ilâhlar, tanrılar ne varsa hepsi nefyediliyor, sonra da isbatta, Ma'bud-u Mutlak, getiriliyor ve sadece Allah vardır, deniliyor.
Mevlid yazarı Süleyman Çelebi, bu hususu çok güzel tefrik ederek "Birdir Allah ondan artık tanrı yok" deyip, her iki kelimenin yerini de tayin ve tesbit etmiştir.
Buna binâen bir insanın ağzından tanrı kelimesi çıktığında, hemen reaksiyon göstermemeli, o adamın maksadına bakmalı, Allah yerinde o mânâyı kullanmışsa tatlıca îkâz etmeli. Aksine, tehevvür gösterilmemeli. Hele günümüzde katiyyen!..
.
Allah niçin kullarını bir yaratmadı? Kimini kör, kimisini topal olarak yarattı?
Allah niçin kullarını bir yaratmadı? Kimini kör, kimisini topal olarak yarattı?
1- Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse O'na karışamaz ve O'nun îcâdına müdâhale edemez. Senin zerratını yaratan, terkibini düzenleyip insanî hüviyeti bahşeden Allah'tır (c.c). Sen bunları sana lûtfeden Allah'a daha evvel birşey vermemişsin ki, O'nun karşısında bir hak iddia edebilesin..
Eğer sen, sana verilenler mukâbilinde Allah'a bir şey vermiş olsaydın, "Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!" gibi iddialarda bulunmaya; "Niye iki tane değil de bir ayak verdin?" diye îtiraz etmeye belki hakkın olurdu. Halbuki sen Allah'a (c.c) bir şey vermemişsin ki -Hâşâ ve Kellâ O'na adaletsizlik isnadında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin O'na karşı ne hakkın var ki yerine getirilmedi de haksızlık irtikab edildi!..
Allah-u Teâlâ hazretleri seni yokluktan çıkarıp var etmiş: hem de insan olarak... Dikkat etsen; senin dûnunda birçok mahlûkat var ki, pekâlâ onlara bakıp nelere mazhar olduğunu düşünebilirsin.
2- Cenâb-ı Allah, ba'zen insan'ın ayağını alır; onun karşılığında ahirette pekçok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini kendisine çevirtip, o insanın duygularına inkişaf verirse, çok az birşey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki zâhiren olmasa bile, hakikatda bu ona, Allah'ın lûtfunun ifâdesidir. Tıpkı şehid edip cenneti vermesi gibi... Bir insan, muharebede şehid olur. Bu şehâdetle mahkeme-i Kübrâ ve Allah'ın huzurunda, sıddîkların, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları "Keşke Allah bize de harp meydanında şehâdet nasip etseydi"derler. Binâenaleyh, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nisbeten çok daha büyüktür.
Çok nâdir olarak, bazı kimseler, bu mevzûda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile inhiraf etseler bile, pek çok kimselerde bu kabil eksiklikler, daha fazla, Allah'a teveccühe vesile olmuştur. Bu itibarla haşarât-ı muzırra nev'inden bir kısım kimselerin, bu meseledeki kayıplarının serrişte edilmesi yerinde değildir. Bu mevzûda esas olan, ebede namzet insanların ruhlarında o âleme âit iştiyâkı uyarmakdır. Bu ârızalıda, ârızaların itmesiyle Hakk'a teveccühü; başkalarında da ondan ibret alarak kanatlanmaları şeklinde kendini gösteriyorsa, maksada uygun ve hikmetlidir.
"Her işte hikmeti vardır, Abes fiil işlemez Allah. . "
Hz.İ. Hakkı
.
Allah’ın özü ve nitelikleri nelerdir?
Allah’ın özü ve nitelikleri nelerdir?
Allah, yarattığı şeylerden; onların hakikisinden ve izâfîsinden tamamen başkadır. Kaldı ki, insan, şu sınırlı âlemde hep, sınırlı düşünür, sınırlı görür, sınırlı duyar.
Evet, insanın bu âlemde gördüğü şeyler, milyonda beş nisbetindedir. Duyduğu şeyler de o kadar. Meselâ o, sâniyede 40 defa ihtizaz (titreşim) yapan bir sesi duymaz. Binleri aşan ihtizâzı da duymaz. Öyle ise insanın, sesleri duyup alması sınırlıdır. Bu da, ancak milyonda çok küçük nisbetde bir şeydir. O'nun görüş ve duyuş sahası da çok dardır. Bu kadar sınırlı gören, duyan, bilen bir insanın "Allah için görülmüyor? Nasıldır?" demesi -hâşâ!- O'na kemmiyet ve keyfiyet izâfe ederek, O'nun üzerinde düşünmesi, dolayısıyla da haddini bilmemesi demektir. Sen nesin ve neyi biliyorsun ki, Allah'ı da bilesin!.. Allah kemmiyet ve keyfiyetten münezzehtir ve senin nâkıs kıstaslarınla ölçülmeyecek kadar muâllâdır. n) Sen ışık hızıyla trilyon sene ötelere gitsen ve trilyonlar senelik öteleri görsen, sonra gördüğün bu kâinatları üst üste yığsan; bunlar, O'nun varlığına nisbetle mikroskobik birşey bile olamaz. Bizler daha Antartika kıtasını bilemezken, bütün kevn-ü mekânları evirip çeviren Allah'ın -hâşâ- ve kellâ- "nitelik" ve "niceliği" hakkında nereden bilgimiz olacak!! Allah, Allah olduğu için, O'nun tâbiriyle "nitelik" ve "nicelik"ten de mukaddes ve münezzehtir. O, bizim, her türlü tasavvurlarımızın ötesinde, ötelerin de ötesindedir...
Kelâmcı: "Aklına her ne gelirse, Allah ondan başkadır" der. Tasavvufçu ise: "Aklına ne gelirse, onun verâsının ve verâsının verâsındadır. Ve sen, dâima seni saran perdelerle âdetâ bir fanus içindesin..."
Descartes der ki: "İnsan, herşeyi ile sınırlıdır. Sınırlı olan birşey, sınırsızı düşünemez."Allah ise, varlığı sınırsızdır; nâmütenâhidir. Binâenaleyh, sınırlı düşünen insanoğlu O'nu ihâta edemez.
Alman edibi Goethe: "Seni binbir isminle anıyorlar, ey Mevcûd-u Meçhûl! Biri değil, seni binlerce isminle ansam, yine de seni senâ etmiş sayılamam. Çünkü sen, hertürlü tavsifin verâsındasın" sözüyle, bu mevcûd-u meçhûlu anlatır bize...
Mütefekkirler, Allah'ı mevcut, fakat idrâk edilmez bir mevcut olarak mütalâa ederler. Allah, insanın kavrayabileceği, bilebileceği şeylerden değildir. Göz, O'nu göremez, kulak O'nu işitemez. Öyle ise, sen, O'nun hakkında sadece Nebîlerin ta'limine uyup öylece inanmalısın!..
Allah nasıl bilinir ki: O vücudun da, ilmin de ilk mebdei, ilk illetidir. Varlığımız, O'nun varlığının nurunun gölgesi; ilmimiz, O'nun muhît olan ilm-i İlâhîsinin bir şemmesidir. Evet, bir seviyede, Allah'ı bilmenin ve irfan sahibi olmanın yolu vardır: Ne var ki bu yol, eşyayı bilme yolundan bütün bütün başkadır... Yanlış yolla O'nu tanımağa kalkanlar, nefislerinin gururunu kıramamış, iç müşâhedenin ne olduğunu duyamamış, tadamamış bir kısım talihsizlerdir ki; "Allah i aradım da bulamadım" hezeyânıyla fen ve felsefe nâmına dalâletlerini izhâr ederler.
Allah öyle bir Allah'tır ki, gerek enfüsî ve gerekse âfâkî, kalb ve ruhun mi'racında seyr-i rûhî ve kalbî varlığını ve varlığının zarûrî olduğunu gösterir ve ruhumuzun derinliklerinde kendini bize hissettirir. İşte bütün ilimlerimizin kökü olan bu vicdânî duygu, bizdeki sınırlı ilimlerin, şuurların, akılların, fikirlerin hepsinden daha kuvvetlidir. Böyle iken, biz çok defa vücudumuzdan ve bu iç sezişten zuhul ederiz de hata ve dalâletlere düşeriz.
Kâinat, bunu hatırlatıcı bin dil ve bin teldir. Kur'ân, belâğatlı lisaniyle en büyük hatırlatıcı, Peygamberimiz ise en mükemmel bir tebliğcisidir.
"Sığmam dedi hak, arz-u semâya Kenzen bilindi, dil ma'deninden",
Hazret-i Hakkı
Allah hakkında, biz bize öğretilenden başkasını bilemeyiz. Akıl, bu sahada bir şey söyleyemez. Bu mevzûda aklın yapacağı şey, vahyin rehberliğini kabulden ibarettir. Bunu şöyle bir misâlle anlaşılır hâle getirebiliriz:
Meselâ; bizler bir çatı altında oturuyoruz. Bir aralık kapının vurulduğunu duyduk. Evet, hakikaten kapı vuruluyordu. İçimizden bazıları, kapının vurulmasından anlaşılanı aşarak, bir kısım mütâlâalarda bulunmaya başladılar: "Efendim kapıyı vuran şöyle bir zâttır, böyle bir zâttır" ilh... Biz, buna tasavvur diyoruz. Bir diğer grup ise, böyle bir meselede, aklın tasavvur etmeye mecâli yoktur. Akla düşen şey, kapının vurulmasıyla arka tarafta birinin bulunduğunu tasdîk; fakat kim olduğunu belirleme hususunu, kapıyı vurmak suretiyle kendini bize tanıttırmak isteyen zâta bırakmak olacaktır. Biz buna teakkul akletme, anlama diyoruz.
Bu misâli, mevzuumuza şöylece tatbik edebiliriz: Biz Allah'ı (C.C) eserlerinden isimlerine, isimlerinden sıfatlarına, sıfatlarından tecelli-i zât'a yükselerek tanımağa çalışırız.
Yânî, eserlerinde tecelliden isimleriyle tecelli etmesine geçerek kâinatı dolaşır, sıfatların tecelli ufkuna ulaşır; gaybdan şuhûda yükseliriz ve müşahede zevkimiz arttıkça, tecelli-i zât için sermest ve bîhûş çırpınıp dururuz. Gâh cemâl ve şefkât esintileriyle inbisât eder ve neşeleniriz; gâh celâl, mehâbet ve korku içinde ra'şedâr olup ürpeririz.
Görülüyor ki Zât-ı Bârî hakkında, bizim "ma’rûfumuz" ve "malûmumuz" ölçüsü içinde bir şey diyemiyoruz. O'nun, bilinmesini, kendine has lisan ve lehçesi içinde, şehâdet ve gayb âleminin birleşme noktası olan vicdâna bırakıyoruz. Evet, Allah isimleriyle ma'lûm, sıfatlarıyla muhât, zâtıyla mevcuttur; Hz. Sıddîk'ın ifâdesiyle: O'nu idrâk, idrâkten acz ifâdesi içindedir. Veya en büyük Tarifçiye isnad edilen bir sözdeki itirafla, "Seni hakkıyla bilemedik ey Ma i-ûf" ölçüsüyle bir ma'rûf ve malûm'dur.
Kur'ân-ı Kerim'in, O'nun ef âli ve icraatına dâir verdiği tariflerde ise, O'nu ef âl ve sıfatlarıyla bir Ma'bûd-u Mutlak tanır; kemâl sıfatlarla bilinebileceğine kalben yükselir, cemâlde (sonsuz güzellik kaynağı) olan kemâlini (mutlak eksiksizlik ve kusursuzluğunu) görürüz.
Öyle ise, ahd u peymânımızı bir kere daha yenileyerek, şöyle diyebiliriz: Ey Ma'bûd-u Mutlak!... Seni hakkıyla bilemediğimiz muhakkak; ama bizlere şah damarlarından daha yakın olduğu ve normo âlemdeki bu yakınlığın içinde, bütün bir semâvatı kitap sayfaları gibi açıp kapamadaki azametini, sineğin gözü ile güneş manzûmesi arasında va'zettiğin şürimsi âhengi, rûhumuza bir nurlu yol kabul ederek, binlerce, yüzbinlerce menzilde sana ait eserlerle zâtını tanıyor, tecellilerinle bütünleşiyor ve itmi'nana eriyoruz.
.
Azrail (as) bir tane olduğu halde, bir anda vefat eden bir sürü insanın ruhunu nasıl kabzediyor?
Azrail (as) bir tane olduğu halde, bir anda vefat eden bir sürü insanın ruhunu nasıl kabzediyor?
Bu soruda da yine, beşerî ölçü ve kıstasların insanı yanıltmış olduğunu görüyoruz. Meleğin insana benzetilmesi bir yanlışlık olduğu gibi, "nomen"i "Fenomen"de görmek, ruh'un fonksiyonunu cesedde aramak da birer yanlışlıkdır. Buna binâen, suâlin ortaya çıkmasına sebebiyet veren anlayış inhiraflarını, terminolojik hataları îzah etmeden soruyu cevablandırmak, muvâfık olmayacakdır. Evvelâ inhiraf noktaları bilinmeli, sonra soruya cevap verilmelidir.
Melek, tâbî bulunduğu âlem itibariyle; hilkat ve mâhiyeti, mükellefiyet ve vazîfeleriyle tamamen farklı bir varlıkdır. Onu, kendi âlemine bakmadan, mâhiyet ve vazifesini düşünmeden tahlil etmek, hakkında hükümler vermek, elbetteki hatalı olacaktır. Bu itibarla, evvelâ onun bu yönleriyle tanınmasında zarûret olduğu kanâatindeyiz.
Melek, kuvvet demek olan "melk"den veya elçilik ma'nâsına gelen "mel'ek"den alınmıştır. Birincisi itibariyle çok kuvvetli, belki ayn-ı kuvvet ma'nâsına; ikincisi îtibariyle de emr-i ilâhî'nin (Allah'ın emri) âhize ve nâkilesi (alıcı - verici) olarak elçilik ma'nâsına gelir.
Bu üstün vasıflar Cenab-ı Hakk'ın yarattığı umum meleklerde bulunur. Bilhassa, vahyi getirmekle vazîfelendirilenlerde, bulunmasında zarûret vardır. Bu üstün varlıklar, hayât'a, memât'a nezâret edenlerden alın da, arş-ı ilâhi hamelesi ve Hak divanının gözü hayret dolu vazîfelilerine kadar, geniş bir sahada, Allah'ın icraâtına nezâret ve temaşâ ile mükelleftirler.
Makro-âlemden mikro-âleme kadar, bütün değişme ve ta avvüller; bütün terekküb (sentez) ve çözülmeler hep bu kuvvet ve elçilik temsilcisi meleklerin nezâretinde olduğu gibi, Allah'ın "kelâm" sıfatından, beşere gelen teşriı emirlerde, yine bu emin ve güçlü varlıklar tarafından temsil edilmektedir. Âlem-şümûl "evrensel" câzibe ve dâfia "çekme ve itme" kanunlarından, elektronların çekirdek etrafındaki muntazam hareketlerine kadar, bu ağır ve ince işlere nezâret, ne müdhiş bir kuvvet istemekde ve ne emin elçiliğe vâbestedir!..
Melekler, o kadar eşyâ ve hâdiselerin içindedirler ki, onlarsız ne bir yağmur damlası,ne de bir gök gürültüsü düşünmek mümkün değildir. İşte şeriat-ı fıtriyede "kâinatta cereyan eden kanunlar" bu şuurlu kuvvetler herşeyi elinde tutan Hakk'ın, sonsuz kuvvetinin -kâbiliyet ve isti'datlarına göre- onlardaki tecellisinden ibaret olduğu gibi, bu büyük ve muhteşem tecellinin nokta-i mihrâkiyesi olan, en değerli varlık insanoğlunun, hareket ve davranışlarını düzenlemek üzere, ilâhî âlemden esip esip gelen vahiy ve ilham meltemleri de, yine vahiy ve ilham sahibinin onlardaki tecellisinden başka birşey değildir.
Bu îtibarla, yaratanla yaratık arasında vasıta olan ve yaratıcının muhteşem kudretine dayanarak, atomlardan nebülozlara kadar geniş bir sahada, melekûtî güç ve kuvvetin nezâret ve tasarrufunun vazîfelileri olan melekleri beşere benzetmek ve beşer için zarûri olan bir kısım kayıtları onlar için de vârit görmek, bir düşünce inhirâfı ve bir cehâlet ifâdesidir.
Evet; eğer melek de, insanlar gibi sırtında maddî bir cesed taşıyıp çözülme ve dağılmaya mâruz kalsa ve her canlı gibi zaman tarafından aşındırılsaydı, onun hakkında vereceğimiz hükümler de, insanı, bir ölçü, bir mikyas kabul etmek mümkün olurdu. Halbuki, bütün bu farklılık var; hem de iki sınıfın birbirine kıyas edilmesini imkânsız kılacak kadar var!..
Melekler, yaratılış itibariyle de insandan farklıdırlar. Bu farklılık, onların çok geniş bir sahadaki mükellefiyetleriyle alâkalı bulunmaktadır. Yaratılışlarındaki bu duruluk ve nurluluk, onları daha nüfuzlu ve daha seyyâl kılmaktadır. Bir anda pekçok ruh'a aksetme,pek çok göz tarafından görülme ve birken çokluk cilvesiyle tezâhür etme gibi hususiyetlere mâlik bulunan melâike, Hz. Aişe'nin (A.A) naklettiği bir hadîse göre nurdan yaradılmışlardır. Bu itibarla da, nur'un hususiyetlerine mazhardırlar.
Güneş gibi parlak cisimlerin, birtek şey olmalarıyla beraber, her şeffaf cisimde aksiyle görüldüğü, her göz bebeğine bir anda girebildiği gibi, varlıkları "nur"dan olan melekler dahi, aynı anda pek çok ruh'a birden aksedebilir, binlercesi ile bir anda muâmelede bulunabilirler.
Kaldı ki, mâhiyetleri lâtif olan melekler, güneş gibi maddî ve kesif şeylerden de çok farklıdırlar. Onların, değişik şekil ve suret almaları kâbil olduğu gibi, bir anda değişik şekillerde görünmeleri de kâbildir. Öteden beri dindarlar arasında, şimdi ise yaygınlaşmış şekliyle sosyete mahfillerinde, bu temessül keyfiyeti, o kadar bilinen bir mevzû haline gelmiştir ki, erbâbınca, tecrübeye dayalı neticeler kadar kat'idir. Allah'ın günü, gazete ve mecmua haberlerinde, her hangi bir insan dublesi ve bir perisprinin, cismin bulunduğu yerden çok uzaklarda bulunması ve bulunduğu yerlerde iktidar ve tasarruf izhâr etmesinden bahsedilmektedir ki; meselenin aslı ne olursa olsun, ruh gibi lâtif varlıkların cisme nisbetle daha seyyâl, daha aktif ve daha muktedir olduğunu göstermektedir.
Bu madde ötesi seyyâliyet ve cevvâliyet cismin rağmına ikinci varlığın daha aktif olduğunu gösterdiği gibi, ruh'a nisbetle daha cevvâl olan melâike'nin tabiat kanunlarının üstündeki fonksiyonuna işaret etmektedir.
Melâike ve ruhların temessülleri öteden beri bilinen şeylerdir. Başta Nebîler olarak pekçok gönül erbâbı bu mevzûdaki müşâhedelerini anlatmış ve avamdan pek çok kimseyi de buna şâhid göstermişlerdir.
Cebraîl'in (A.S) değişik suretlerde görünmesi ve hangi hâdise münâsebetiyle gelmişse, o hâdiseye göre şekil alması; meselâ, vahiy esnasında elçilik vazifesine uygun bir şekilde; muhârebe sırasında da bir muhârib suretinde zuhûr etmesi gibi durumlar, hep temessüle misâl olabilecek şeylerdir. Meleğin teme$sülü hem çok, hem de umum melekler için vâkidir. Cibril (A.S) Hazreti Dıhye (A.A) suretinde göründüğü gibi, ismini bilemediğimiz bir başka melek de "Uhud" harbinin en hareketli ânında, Mus'âb b. Umeyr şekline girerek, Resulûllah'ın (S.A.V) önünde akşama kadar harbeder. Kezâ, pek çok melekler, Zubeyr b. Avvam suretinde, Bedir harbine iştirak ederek mü'minlerin kuvve-i ma'neviyelerini takviyeye medâr olurlar.
Hak dostlarının, buna benzer şekilde, gayb âleminin erleriyle temasları sayılmayacak kadar çokdur. Hele, rü'yalar vasıtasiyle umum halka tezâhürü, mes'elemize, inkâra meydan bırakmayacak şekilde kuvvet kazandırmaktadır. Hemen hemen herkes, bildiği ve tanıdığı ve kendisiyle yakından alâkadar görünen bir rûh'un, rüyâlar vâsıtasıyla kendisine yol gösterdiğine, ışık tutduğuna şâhid olmuşdur. Ne var ki, bir kısım kimseler rü'yaların ancak bir kısmı için bahis mevzuu olan, "şuuraltı" meselesini ta'mim ederek bu işin de anlaşılmaz hale getirilmesine çalışmaktadırlar, veyl olsun cehâlete!
Bu meselenin tamamını, melâike, temessül ve ruhlarla alâkalı hususların tafsîlen anlatıldığı yerlere havâle ederek, netice olarak diyebiliriz ki; her varlık aynalarda misâliyle göründüğü gibi, melek de kendisine ayna olabilecek her yerde görünebilir, hem de maddî ve kesif cisimler gibi, sadece şekil olarak değil, aynıyle ve bütün fonksiyonlarıyla görünebilir...
Bu hususda onun bir ferd olmasının hiçbir zararı yoktur. Bulunduğu yerden bir şua gibi aksederek, istediği yere elini uzatabilir ve istenilen tasarrufda bulunabilir. Ona, ne mesafelerin uzaklığı, ne de münâsebet kurduğu şahısların çokluğu mânî' olamaz. Güneşin bir tek şey olmasına rağmen, kendisine bağrını açan âyinelerin kabiliyetlerine göre, her yerde görülüp hissedildiği ve te'sirine şâhid olunduğu gibi, tamamen nur ve nurâni olan melekler, evveliyetle her yerde görünebilir ve icraatda bulunabilirler.. Hayat üfleyebilir ve ruhları kabzedebilirler.
Kaldı ki, can alan ve ruhları kabzeden haddizâtında Allah'dır (C.C). Azrail'e (A.S) gelince, Hakk'ın her işinde bir kısım nezâretçi ve alkışcıları olduğu gibi, ruhların kabzedilmesi işinde o bir nezâretçi ve alkışcıdır. Her yerde hâzır ve nâzır olan Yaratıcı, akla, hayâle gelmez ve hesab altırıa girmez pekçok işi birden yapdığı gibi, milyarlarca varlığı aynı anda hem var, hem de yok edebilir. İşte bu baş döndürücü kudret ve bütün eşyayı her an görüp bilen sonsuz ilimdir ki -bazıları akıldan. uzak görseler bile- Kâinatın zerreleı-i adedince işleri bir arada şaşırmadan görebilir ve her yerde ölenlerin ruhlarını da kabzedebilir.
Ayrıca, ruhları kabzetme işini ister Yüce Yaratıcı, isterse Azrâil aleyhisselâm yapsın; her ruh'u kabzedilecek zât, va'desi dolunca ona teveccüh eder ve ruh'u kabzedilir. Bir fikir verebilmek için şu misâli arzedebiliriz. Meselâ: Aynı frekansda çalışan binlerce radyo gibi alıcıları düşünelim; bunların çalıştığı frekansda gönderme yapan bir "göndermeç"düğmesine dokunulduğu an, hepsine bir sinyâl -ve olursa mors- alfabesinden bazı harfler duyulmağa başlar. Aynen onun gibi; acz, fakr ve ihtiyaç çehreleriyle; güçlü ve müstağni bir kapıya yüzleri dönük bulunan mahlûkat, va'de ve müddet bitimi düğmesiyle, hayat üfleyen ve hayat kabzeden Zât'a karşı ne zaman açılırsa, ya oldurucu veya öldürücü sinyâlleri ruhunda duymaya başlar. Âciz beşer, bir telsiz şarteli veya bir telemprumör tuşlarıyla, kilometrelerce ötedeki cihazlarla oynayabilirse, neden bizim kayıtlı bulunduğumuz kusur ve noksanlıklardan berî olan zât, bir anda, canlı makinalardan ibaret olan insan ruhuyla münasebet kuramasın, istediği zaman onu alıp ve istediği zaman devam ettiremesin?
Bütün bunlar bir yana, ruhların kabzedilmesi hususunda farklı mütalaâlar vardır:
1- Beyan ettiğimiz üzere, her canlıya hayatı veren AIlah (C.C) olduğu gibi, onu alan da yine O'dur. Buna göre Azrâil'in (A.S) vazifesi sadece bu muhteşem icraâta nezâret ve alkışlamakdır.
2- Allah'ın emri ve izniyle her ruh'u Azrâil aleyhisselâm'ın kabzetmesidir ki; bir ferdin tek başına bu kadar şeyi yapmasının mümkün olacağına dair bir kısım misâller vererek meseleyi aydınlatmağa çalıştık.
3- Kâinat çapında cereyan eden bütün işlere, bir temsilci başkanlığı altında pekçok melek nezaret ettiği gibi, ruhların kabzedilmesi vazifesinde de, Hz. Azrâil (A.S) yardımcı olacak bir çok melâike vardır ve sınıf sınıfdırlar. Bir kısmı ise, incitmeden, telaşlandırmadan usulcacık kabzediciler; bir diğer sınıf ise, aldıkları ruh'u bulutlar gibi semalarda yüzerek Yüceler Yücesine ulaştırıcıdırlar ki; Kur'ân bu sınıfların hepsine işaret eder.
"O yerinden koparan ve derinden daldırıp çekenlere ve usulcacık çekip alanlara ve yüzüp yüzüp gidenlere kasem olsun. "(Nâziat/1-3)
Bu itibaria ruhu kabzedilecek her ferde, ayrı ayrı gönderilecek pek çok melek vardır ve bunların bütünü Hz. Azrail'in (A.S) kumandası altındadır. O, Allah'ın (C.C) emriyle, iyi ve kötü ruhlara göre değişik melekler gönderir ve ruhları kabzettirir.
Netice olarak diyebiliriz ki, baştaki suâle sebebiyet veren, evvelâ bir anlayış inhirâfıdır. Yânî meleklerin insana benzetilmesi suretiyle yanlışlık yapılmaktadır. Oysa ki, katiyyen görüp kanaat getirdik ki; melek ne yaradılışı itibariyle, ne de mâhiyetiyle asla insana benzememekte; insana benzemediği gibi, icrâatı itibariyle de, tamamen ondan farklı bir durum arz etmektedir. O, tıpkı insan rûh'u gibi temessül eder; bir anda pek çok yerde bulunabilir ve pekçok şeyle münâsebet kurabilir. Günümüzde alabildiğine yaygınlaşan medyumluk, ruh çağırma ve görünmeyen varlıklarla münâsebet kurma, hatta ispirtizma ve manyetizma gibi şeyler, fizik kanunlarını aşan ve onların ötesinde akıl almaz işler gören pekçok şuurlu ve müşahhas kanunların mevcudiyeti mevzûunda, kanaat-ı katiyye verecek mahiyettedir. Binaenaleyh, bu kabil varlıkların benzerleri olan melâike, bunlarında kat kat üstünde vazife görebilir ve tasarrufda bulunabilir. Hele hele, ruhların kabzedilmesi gibi bir vazifede, her canlı, hayat müddetinin bitimiyle bu vazifelilerle aynı frekansa girerse.. Bir de mükelleflerin bir tâne değil de, sayılmayacak kadar çok olduğunu ve her vefat edecek zât'a gidebilecek bir meleğin mevcudiyetini düşünürsek, tereddüde düşürecek bir hususun kalmadığını görürüz.
Herşeyin doğrusunu O bilir.
.
Bazı kimseler “Biz niçin Allah’ı görmüyoruz?” diyorlar. Buna nasıl karşılık verilmelidir?
Bazı kimseler “Biz niçin Allah’ı görmüyoruz?” diyorlar. Buna nasıl karşılık verilmelidir?
Görme, ihâta meselesidir. Meselâ: İnsanın vücudunda mikroplar var, hatta bir dişin dibinde belki bir kaç milyon bakteri bulunur. Bunlar kendi ellerindeki imkân ve edevâtla, insanın dişini yontmaya, yıpratmaya, aşındırmaya çalışırlar. Halbuki insan, ne bunların gürültüsünü duyar, ne de mevcudiyetlerinden haberdardır. Onlar da tamamiyle insanı göremez ve hele katiyyen ihâta edemezler. Esasen, insanı görüp tam ihâta edebilmeleri için, onun dışında ve tamamen müstakil olmaları ve aynı zamanda onu görebilecekleri teleskop gibi bir göze sahip bulunmaları lâzımdır. Demek ki, ihâta edemeyişleri görmelerine mâni oluyor. Onlar ise, o anda neyin karşısında bulunuyorlarsa ancak onu görüyorlar...
Mikro âlemdeki bu misâle benzer bir misâl de, makro âlemden arzedelim; meselâ: Büyük bir teleskobun başına oturduğumuzu düşünelim ki; bu teleskop, ışık yılıyla dört milyar sene ötesini gösteriyor. Yine de, bütün kâinat ve mekânlar hakkındaki bilgimiz "deryada katre". Belki, sadece o teleskopla gördüğümüz saha hakkında, bulanık faraziyeler nev'inden bir kısım ma'lûmata sahib olabiliyoruz. Bu faraziyeler ile de yeni faraziyelere ulaşarak başka ma'lûmatlar elde etmeye çalışıyoruz.
Biz burada da, kâinatın idâresini, umumî şeklini, muhtevâsını ve mâhiyetini göremeyecek ve idrâk edemeyeceğiz. Çünkü, mikro âlemde olduğu gibi, makro âlemde de tam bir ihâtaya sahip değiliz.
Görülüyor ki, elimizde mikroskop veya X ışınları, mikro varlıklar karşısında ihatasızlık içinde olduğumuz gibi, makro âlemde de aynı ihâtasızlık içinde bulunuyoruz. Şimdi bir de, Allah'ı (C.C) düşünelim: Peygamber Efendimiz (S.A.V) buyuruyor ki: "Allah'ın kürsîsine nisbeten, bütün kevn ü mekânlar" yani ışık hızıyla trilyon defa trilyon derinlikleri bulunan kevn ü mekânlar, çöle atılmış bir halka gibidir. "O'nun arşına nisbeten de kürsî, çöle atılmış bir halka gibidir". Kemmiyet ve keyfiyet ölçüleri içinde, arş ve kürsî ele alınırken ortaya konan nisbetlerle bu ne müthiş azamet!.. Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, emir ve irâdesini bu arş ve kürsîden tenfiz ve hükmünü oradan icrâ ediyor...
Şimdi, kâinatlara nisbeten mikroskobik bir hüviyetde olan sizlerin, bütün kevnü mekânları anlayabilme iddianız, nasıl abes bir iş ise, öyle de bütün mekânlar O'na nisbeten mikroskobik bir varlık hâline gelen; Arş-ı A'zam'ı anlama gayretiniz de o derece abes bir iştir. Kaldı ki, Arş-ı Âzam da ancak, Allah'ın emirlerinin tenfîz ve icrâ mahâllidir. Böyle olunca, Allah nasıl ihata edilip kavranacak ki?..
Onun için Kur'ân-ı Kerim'de "O'nu gözler ihata edemez; O (nun ilmi) ise bütün gözleri ihâta eder" buyurulmaktadır. (En'am, 103)
Evet, o basar ve basiretler O'nu idrâk ve ihâta edemez. Görmek için ihâta lâzımdır. O, bütün basar ve basiretleri idrâk buyurur, ihâta buyurur da, gözler O'nu ihâta edemez. Mevzuun aydınlığa kavuşması için, bu cihetin de böylece bilinmesi şarttır.
Bir diğer yönüyle; Nur, Allah'ın (C.C) hicâb'dır (perde) . Biz, nuru bile ihâta edemiyoruz. Efendimize (S.A.V) Miraç'dan dönüşte, sahâbî sordu: "Rabbini gördün mü?" Bir defa şöyle buyurdular: (Ebû Zerr naklediyor) “O bir Nûr; nasıl görürüm O'nu”. Başka bir yerde buyururlar ki: "Ben bir nûr gördüm." Halbuki nur, mahlûktur. Allah, Münevviru'n Nûr'dur (1). Nûr'a şekil veren, biçim veren, tasvîrini yapan Allah'dır (C.C). Nûr, Allah değildir; O'nun mahlûkudur. Başka bir hadiste tavzih buyururlar: "Allah in hicâbı nûrdur. " Yânî sizinle O'nun arasında bir nûr vardır. Siz, nûr ile muhâtsınız. Burada da ayrı bir derinlik var! Yine muhât diyoruz; ama sıfatları ile, başkası ile değil. Sıfatları ne gayri, ne de aynı...
Ulûhiyete dâir meselelere girince, mevzû derinleşiyor, ağırlaşıyor ve altından kalkılamaz bir hâl alıyor.
Netice olarak diyebiliriz ki: Allah (C.C) görülmez. Hicâbı, nurdur O'nun. Siz, görseniz-görseniz ancak nur görürsünüz. Meselâ: Nefs-i emmâre sırrını aşmağa çalıştığınız zaman, kızıl bir nur görürsünüz; nefs-i levvâmeye geldiğiniz zaman mavi; nefs-i mütmainneye geldiğiniz zaman da yeşil bir nûr görürsünüz. Sonra bir seviyeye gelirsiniz ki, orada gördüğünüz nûrun rengini tâyin ve tesbit edemezsiniz. Bunlar, ehlullahın müşâhedesidir ve ancak vicdânî tecrübelerle inkişaf eder.
Bir fikir verebilmek için, mevzûa bu renklerle girdim ve arzetmeye çalıştım. Binâenaleyh, sizin de göreceğiniz sadece, Cenab-ı Hakk'ın nurunun gölgesinin gölgesinden ibaret olacaktır. Bu îtibarla da yine görmüş sayılmayacaksınız.
Şimdi de, mevzûu bir üçüncü yönüyle ele alalım: İbrahim Hakkı Hazretleri der ki:
"Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli, âlemde ve sûretten münezzehtir, mukaddestir, Taâlallah"
Evvelâ, Rabbimizin zıddı yoktur. Bu çok mühim bir husustur. Bir şeyin zıddı olacak ki, görülebilsin. Yani sen ışığı görüyorsun; çünkü onun karşısında karanlık var. Kezâ, bir kısım uzunluklar hakkında fikrini söylüyorsun; Meselâ: Bu iki metre diğeri üç ilh... Zıddı olduğundan dolayı, bunlar tertibe girebiliyorlar.
Allah'ın ne zıddı, ne de niddi vardır ki: karanlık ışığı gösterdiği gibi, O da, zıddıyla görünsün.
Bir de bu meseleyi fizik açısından ele alalım. Acaba insan, şu önüne serilip teşhîr edilen kevn-ü mekânın kaçta kaçını görüyor. Evet, gördüğünüz şeyler hakkında bir rakam verebilir misiniz? Meselâ, düşünelim ki, görülebilecek şeylerden milyar-kere milyar eşya şu kâinat meşherinde bizim nazarımıza arzedilmiş ve "Buyurun, görün, ibret alın; Yaradanı alkışlayın!" denmiş. Halbuki nazarımıza arzedilen bu şeylerin ancak milyonda beşini görebiliyor, geri kalanları ise tanımıyoruz bile. Evet, sadece belli bir boyda, belli ışık dalgaları içinde olanları görüyoruz. O hâlde dikkat buyurun: "Ben niye Allah'ı görmüyorum?" diyen bir insan, milyonda beş gördüğü daracık kâinatın içine, bütün kevn-ü mekânı elinde tutan Allah'ı da sokmak istiyor!.. Âh, sefil düşünce!..
Evet, âyât-ı tekvîniyye (kâinat kitabının mevzû ve mes'eleleri) karşısında bin türlü kafa sancısı çeken O'nu görecektir.Büyük Nebi Hz. Musa ve Nebilerin efendisi Hz. Muhammed (S.A.V) kendi durumlarına göre mutlaka O'nu göreceklerdir. Diğerleri de kendi çaplarına göre... Ve, burada araştırma, tefekkür etme hususuna büyük bir teşvik vardır. Ahirette bey ve sultan olmak isteyenler, dünyada, kafa ve kalb yapılarını yenilemeye çalışacak, daha doğrusu, orada, fikren ve rûhen yükselmiş kimselere yakışır şekilde Allah'ı görmek ve duymak için burada, kalb ve ruhlarını yaşayacak, hürmetlerini âli tutacak; bir kova su ile oraya gitmeyecek, bir umman taşıyacaklar ötelere... Tabii istidatlarınca. Zayıf bir hadîste -bazıları mevzû da diyor- İbrahim Hakkı, zayıf olduğuna bakmadan tercüme etmiştir.
"Sığmam dedi Hak, arz-u semâya Kenzen bilindi, dil ma'deninden. "
Cihanlar, azameti yanında zerreler kadar dahi olmayan O yüce varlık, ne lütûfkârdır ki; her mü'minin kalbindeki “kenzen” bilinir ve O'nun duygularınır itmi'nânına vesîle olur!..
Herşeyin doğrusunu O bilir.
[Geri Dön]
/ [MFG Külliyatı]
.
Beş vakit namaz farzdır. Kutuplarda ise, bazen altı ay gece, altı ay da gündüz olur. Burada nasıl namaz kılınacak?
Beş vakit namaz farzdır. Kutuplarda ise, bazen altı ay gece, altı ay da gündüz olur. Burada nasıl namaz kılınacak?
Bu soruyu soranların samimi olup olmadığını bilmiyoruz. Zîrâ, şimdiye kadar bu soru hep İslâmiyet'in âlem-şümûl bir din olduğunu inkâr eden mülhidler tarafından soruldu. Ve demek istendi ki: Siz İslâmiyet'i âlem-şümûl kabûl ediyorsunuz ama, altı ay gece ve altı ay gündüz olan bazı yerlerde namazıyla, orucuyla bunu yaşamak acaba mümkün olacak mıdır?
Hemen arz edeyim ki: Dünyada hiçbir sistem hatta, bu sistem sadece iktisâdî bir sistem dahi olsa, katiyyen, İslâm'ın ulaştığı âlem-şümûl hüviyete ulaşamaz. İşte günümüzdeki bin-ârıza sistemler ki, insan bunlara sistem demeye sıkılır. Hatta bunların içinde, daha sistemin nazariyecisi hayatta iken, bir kaç defa revizyona tâbi tutulanları da var... Meselâ, Marks'ın iktisâdî sistemi, Engels'le beraber birkaç defa gözden geçirilip düzeltilmiş olmasına rağmen, birbirini takip eden enternasyonellerde, yer yer yine ta'dilâta girilmiş, rötuşlar yapılmış ve her defasında ayrı bir kılığa sokulmuştur.
Bu husus, günümüzdeki her iktisadî sistemde böyle olduğu gibi, bütün zamanlarda ve çeşit çeşit sistemlerde de, sık sık göze çarpan tabiî kusur ve beşerîliğe ait bir ârızadır.
Şunu da hemen ilave edeyim ki, ben böyle mukayese ile işi ört-bas edip hafife almak niyetinde değilim. Ne var ki, hasımlarımızın meslek ve meşrebi diyalektik olduğundan bizim için de muvakkat bir tenezzül ve çocuk edâsına girmeye sebeb oluyor...
Sâniyen, acaba dünya nüfusunun kaçta kaçı bu türlü yerlerde yaşıyor ki, onların biraz da hususiyet arzeden durumlarıyla, öyle âlem-şümûl bir din tenkîde tâbi tutuluyor. Evet, o buzullar ve karanlıklar diyarında yaşayanlar insanlığın kaçta kaçıdır? Belki de milyonda biri bile değil. Öyle ise, küre-i arz'ın her tarafını ve bütün beşeri bir tarafa bırakarak, üç-beş gayr-i medeni ve zavallı kimselerin durumlarını mevzû kanunlara menat gibi gösterip tereddüt îmâl etmeye çalışmak, nasıl samimiyetle ve ilmîlikle te'lif edilecek ki! . .
Sâlisen, acaba kutuplarda müslüman var mıdır ki, müslümanlar'ın namaz meselesi dert ediliyor da, kutuplarda yaşayan insanların namaz kılacakları soruluyor. Eğer bir gün insanlık kutuplarda yerleşdikten sonra, bazı kimseler ibâdetü taatı sormaya gelirlerse o zaman böyle bir soru îrad etmenin de mânâsı olur. Yoksa şimdilik öyle bir soruyu sırf mâsum gönüllere şüphe atmak için uydurulmuş kabul edeceğiz. Materyalistlerle konuşurken, gönül istemediği hâlde dil, diyalektik yapıyor. Affola!
Şimdi de İslâm'ın bu hususda birşey deyip demediğini kısaca arzedelim. Şurası muhakkak ki hiç bir noktada açıklık bırakmayan İslâm bu mevzûu da ihmâl etmemiştir. Evet bu husus bir hâdise münasebetiyle, tâ ilk asırda vuzûha kavuşturulmuştur. İmam Buhârî'nin Sahih'i ile, Ahmet b. Hanbel'in Müsned'inde, Efendimizle Ashâbı arasında şöyle bir müzâkerenin cereyan ettiğini görüyoruz. Peygamberimiz: "Dinden dönüldüğü zaman, deccal çıkar" başka bir rivayette: "O, şarkdan zuhur eder ve kırk günde, yeri bir baştan bir başa dolaşır. O’nun bir günü sizin bir seneniz... Ve bir günü de vardır ki, bir ayınız; diğer bir günü bir haftanız; sâir günleri ise sizin günleriniz gibidir" buyurur. Sahâbi sorar: "- Miktarı bir sene olan o günde, bir günlük namaz yeter mi?" O cevap verir: "Hayır, takdir ve hesap edersiniz." yani, bütün bir gece ve gündüz olan ayları ve haftaları yirmidört saatlik günlere böler, ibadetinizi ona göre yaparsınız.
Mesele fukahanın eline geçince, herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde, Şafiî'nin "El Umm" kitabından, mezhebindeki "Menhec"e kadar ve Hanefîlerin, kadîm kitaplarından "Tahtavi ' hâşiyesine kadar, üzerinde durulmuş ve işlene işlene herkesin bileceği bir mes'ele haline getirilmiştir.
Bu mevzû, vakitlerin namaza sebeb olması bahsinde ele alınır ve îzah edilir. Biz bu mevzûda sadece meselemizle alâkalı kısma temas edeceğiz.
Vakitler, namazların sebebleridir. Vakit bulamayınca, namaz da farz olmaz. Meselâ, bir yerde yatsının vakti tahakkuk etmiyorsa, yatsı namazı da farz olmaz. Ama bu, günün bir vaktinin bulunmadığı yerler içindir; yoksa deccal hadîsinde anlatıldığı gibi, senenin büyük bir kısmı gece veya gündüz olduğu yerlerde, o uzun gün veya geceyi, günlerimiz ve gecelerimiz ölçüsüne göre bölüp, hesap ve takdir etmekle vazifelerimizi yerine getiririz. Yani o mıntıkaya en yakın yerin imsakiyesini kullanarak, mevcut gece ve gündüzü, belli bölümlere ayırıp, geceleri, gecede yapılan ibadeti, gündüzleri de, gündüz yapılan ibadeti eda ederiz. Tıpkı yeme, içme, yatma ve kalkmada, tabiî ve fıtrî olarak bu parçalama işini yaptığımız gibi...
Evet aylarca güneşin batmadığı ve doğmadığı yerlerde, fıtrat kanunlarına karşı nasıl iki büklüm isek, oruç, namaz ve hac gibi ibadetlerde de, yaşadığımız hayata hemâhenk olarak, aynı âhengi muhafaza etme mecburiyetindeyiz.
Hâsılı, diyebiliriz ki, İslâm, bu hususu da katiyyen ihmâl etmemiş, kutuplara en yakın yerlerden, beş vaktin tahakkuk ettiği bir daireye ait evkât cetvelinin kullanılması prensibini getirmiştir.
Burada diğer bir meselenin de ele alınması uygun olacaktır. O da vaktin bulunmadığı yerde namazın da tahakkuk etmeyeceği hususudur. Evet, gerçi vakitler namazlara sebeb gösterilmiş ise de, namazın hakiki sebebi Allah'ın emridir. Binâenaleyh, vaktin tahakkuk etmediği yerlerde dahi başka bir vakit içinde o namazın kaza edilmesi ihtiyata muvafıktır.
İşin doğrusunu O bilir.
.
Bir din ki, Allah tarafından geldiğinden ve beşeriyetin hayrı için gönderildiğinden şüphe yoktur. Hal böyle iken nasıl oluyor da bu din köleliği mubah kılıyor?
Bir din ki, Allah tarafından geldiğinden ve beşeriyetin hayrı için gönderildiğinden şüphe yoktur. Hal böyle iken nasıl oluyor da bu din köleliği mubah kılıyor?
Bu mevzûun tarihî, içtimâî ve psikolojik yönleri bulunmaktadır. Sabırla ta'kib ettiğimiz zaman, hem sualimizin cevabını hem de daha sonra aklımıza gelebilecek istifhamların cevabını bulabiliriz.
Evvelâ, köleliğe karşı duyduğumuz tiksinti ve ürpertinin eski ve yeni bir kısım sebepleri olduğunu hatırlatmakda faide var.
Tarihî materyalizmin tarih ve dünya görüşü, yani, işveren-işçi; zengin-fakir; ezilen ve ezen gibi düşünceler... Sonra içtimâînin tekâmülü içinde, tabiat ve fıtrat, kölelik ve esâret ve daha sonra, işçilik ve âdil olmayan ücret gibi mefhumlar biraz da istismâr edilerek öyle yaygınlaştı ki; hemen herkes ortada gezen bu düşünceleri, aksine ihtimâl vermeyecek şekilde alkışlamaya başladı. Hiç olmazsa, aksine de ihtimal verilerek, ihtiyatlı davranılması gerekirken tek taraflı düşünüldü, tek taraflı karar verildi.
2) Tarih'in eski devirlerinde; hususiyle Roma ve Mısır'da, kölelere yapılan vahşiyâne ve zâlimâne muamele, içimizde burkuntular hâsıl ediyor ve tiksindiriyor. Onun içindir ki; asırlar sonra dahi olsa, kölelerin ehramlara taş çektiğini, bir saman çöpü gibi harcın içine karışıp kaybolduğunu; zâlim idarecileri eğlendirmek için arenâlarda arslanlarda boğuştuğunu; boynundaki utandırıcı tasmasıyla görüyor, kölelikten de köleleştirenden de nefret ediyoruz.
3) Son olarak yakın tarihte ve günümüzde, esirlere karşı yapılan gayri insanî muamele; mürüvvetsizlik, her vicdan sahibi gibi bizim neslimizi de alâkadar etmiş, öfkelendirmiş ve ayağa kaldırmıştır.
İşte bütün bu sebeplerden ötürü neslimiz kölelikten nefret etti ve onu müdafaa eden sistemlere de düşman oldu. Bu düşünce ve ona karşı reaksiyonda o yerden göğe kadar haklıydı. Fakat, İslâm'a hücûm ve tenkidinde büyük bir haksızlık irtikâb ediyordu. Çünkü, menşe itibariyle kölelik İslâm'a dayanmadığı gibi, mevcudiyeti de onunla devam ettirilmiyordu. Kölelik geçmişinde ve bugün, daima başka millet ve devletlere dayandı ve mevcudiyetini sürdürdü. Bu itibarla biz de önce onu meydana getiren âmiller üzerinde durmak istiyoruz.
Kölelik, harbler yoluyla oluşur ve sonra devamını isteyen milletler içinde devam edip gider. Müreffeh bir hayat yaşamayı hedef almış Roma, kendi tarihinin şehâdetiyle bir zevk ve safâ devleti idi. Elbiselerin en güzelini giyerek; sofralarını çeşit çeşit süsleyerek; insanı utandırıcı en sefil arzular içinde, behîmî bir hayat yaşıyordu. Bu israf ve sefâhatın; bu lüks ve debdebenin devam etmesi için de, bitmeyen servet, sürekli ganîmet; esirler ve halâik gerekti. Bunun için, Romalı harb ediyor, müstemlekeler kuruyor ve bu istikâmetde dünya üzerindeki hâkimiyetini sürdürmek istiyordu. Müslümanlar, Mısır'ı fethettiklerinde bu havayı, bütün çirkinliğiyle orada müşâhede etmişlerdi. Ticarî emtia pazarları gibi, esir pazarları.. Kadın-erkek en haysiyetsiz şekilde zincirler içinde o pazarlara götürülmesi ve açık-saçık olarak müşterilerin önünde teşhir edilmesi.. Akşamları dönüp evlerine gidenlerin, pis kokulu ve haşarâtın gayet mebzûl bulunduğu izbe ve dehlizlerde yatırılması.. Hatta çok defa böyle bir yerde dahi, onlara yatıp istirahat etme imkânının verilmemesi... Ellisinin-yüzünün üst üste yığılıp bir yerde kalması, müslümanların bilmediği ve görmediği şeylerdi. Ve, bundan da çok müteessir olmuşlardı. Onlar uğradıkları her yerde, İslâmî prensiplerle, bu yarayı tedavi etmelerine karşılık, Batılı, eski Roma ve Mısır'ın bu çirkin mirasını, her hangi bir rötuşlamaya tâbi tutmadan, olduğu gibi alıyordu. Bundan sonra köle, batılı ağalara uşaklık yapacak; onların keyfi için dövüşecek; onları eğlendirmek için ölecek ve öldürecekti. Tıpkı sefîh ve sefîl Romalıyı eğlendirmek için, glâdyâtörlerin yaptığı gibi...
İslâm, evvelâ, onu bir vak'a olarak ele aldı. Sonra onların ne ticaret ne de eğlence metâı olmadığını hatırlattı ve insan olduklarına dikkati çekti: "Sizin ba zınız ba'zınızdandır" (Nisa-25) "Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz, kim onu hapseder veya gıdasını keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz, kim onu hadım yaparsa onu hadım yaparız, "(Buharî, Müslim, Tirmizî) gibi ilâhi prensibleri ilân ederek, düşünceye istikâmet verip inhirâfın önüne geçti. "Siz Âdem oğullarısınız. Âdem de topraktandır"(Müslim). "Biliniz ki, hiç bir Arabın Arab olmayana ve hiç bir Arab olmayanrn da Arab olana, hiçbir beyazın siyaha hiç bir siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvâ iledir. " Yani bütün üstünlük ve meziyet, Yaradanın insana bakışı ve insanın bu bakış ve hitab karşısında tavır ve davranışlarını düzeltmesine bağlanıyordu. İslâm'ın bu yumuşak havası sayesinde bütün bir mâzisi esârette geçmiş-hadîsin ifâdesiyle-nice saçı başı dağınık kimseler vardır ki, eşrâf ve ileri gelenlerden hep ta'zim görmüşlerdir. Hz. Ömer (r.) "Bilâ1 efendimiz, ve onu efendimiz Ebubekir (r.) hürriyete kavuşturdu" derken, bu mânâya saygısını ifâde ediyordu. İslâm, onları da, âlemşümûl kardeşliği içinde mütalâa ediyor ve her şeyden evvel "Hizmetçi ve köleleriniz kardeşlerinizdir. Kardeşi, elinin altında bulunan herferd, O'na yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onların yapamayacakları işleri emredip onlara yüklemesin. Eğer zor işler teklif ederseniz, behemehal onlara yardım ediniz. "(Buharî) "Sizden hiçbiriniz, bu kölemdir, bu câriyemdir, demesin. Kızım veya oğlum, yahut kardeşim desin. "(Müslim, Ebu Davud) Buna binâen, Hz. Ömer (r.) Mescid-i Aksâ'nın teslim alınması için yaptıkları seyahatlarında, Medine'den oraya kadar hizmetçisiyle bineği, nöbetleşe kullanmışlardı. Hz. Osman (r.) devlet reisi olduğu devrede kölesinin kulağını çektiği için, halkın gözünün önünde, kulağını kölenin eline verip çektirmişti. Ebû Zer (r.) takım elbisesinin bir parçasını hizmetçisine giydiriyor, bir parçasını da kendi sırtına alıyordu...
Bütün bunlarla kölenin de bir insan olduğunu, hatta diğer insanlardan farkı olmayan bir insan olduğu anlatılıyor ve böylece bu birinci merhale sağlama bağlanıyordu. Tekrar hatırlatmak gerekirse, dünyanın en metruk, en ücrâ bir yerinde, duyguları îtibâriyle bâkir bir topluluk için, bu büyük bir inkılâbdı. Zira muâsır millet ve devletler, kölenin insanlığı hususunu düşünmeye bile yanaşmadıkları bir dönemde, arenalardaki vahşi boğuşmalara, iş yerlerindeki insafsız kırbaçlara ve onların insanlıklarıyla istihzâ ve alaya karşı, en çaplı en tutarlı ve en müsbet bir davranış ma'şerî vicdânın kabûlüne takdim ediliyordu.
Bu yapıcı ve müsbet muâmelenin köleler üzerinde de değişik bir tesiri olmuştu. Köle müsavât prensibiyle insanlığına kavuşup, efendisinin yanında yerini almasına; hatta hürriyetini elde edip serbest bırakılmasına rağmen, efendisinden ayrılmak istemiyordu. Zeyd bin Hârise ile başlayan bu durum, devam edip gitmişti. Peygamber Efendimiz (S.A.V) Zeyd'i hürriyete kavuşturup, babasıyla gidebilme hususunda serbest bırakmasına rağmen, o; Efendimizin yanında kalmayı tercih etmişti. Ve daha sonra bir sürü köle de hep aynı şeyleri yapmışlardı. Zira, bunlar o kadar güzel muâmele görmüşlerdi ki, kendilerini, efendilerinin ailelerinden birer fert sayıyorlardı. Efendileri de öyle biliyor ve titizlikle onlaıın hukûkuna riayete çalışıyorlardı. Esâsen başka türlü yapamazlardı da. Çünkü bugün onlara mâlik görünseler bile yarın kimin kime mâlik olacağını kestirmek mümkün değildi. Kaldı ki prensipler de çok sert ve bu anlayışı ayakta tutacak güçte idi. "Kim kölesini öldürürse onu öldürürüz, kim kölesini hapseder veya gıdasını keserse onu hapseder ve gıdasını keseriz. " (Buhari, Müslim) Bu türlü cezâî müeyyideler karşısında efendi, ihtiyat ve tedbir içinde, köle ise gâyet emindi. Bütün bunlar, evvel ve âhir, tarihte eşi gösterilemeyecek büyük hâdiselerdi ki, bu mevzûda İslâm'ın getirdiği şeylerin birinci merhalesini teşkil ederler.
İkinci merhale, hürriyete kavuşturma merhalesidir. İnsanda asıl olan hürriyetdir. Hür olan bir insanı köleleştirme büyük günahlardan sayılır ve bundan elde edilen geliri kullanmak ve istifâde etmek ise, katiyyen haramdır. Hürriyete dokunan her hareket ve davranış kınanmış olmasına mukâbil, ona hizmet edici her hamle de, İslâm nazarında takdir görmüştür. Biı` insanın yarısını hürriyete kavuşturmak, hürriyete kavuşturan için vücûdunun yarısını âhiret azabından kurtarmak, bütününü azad etmek ise, vücûdunun tamamını teminat altına almak sayılmışdır. İslâm'da köleleri hürriyete kavuşturma, uğrunda bayrak açılan bir mevzûdur. İslâm, yerinde onu bir vazîfe sayar, yerinde fazîlet der, teşvik eder, yerinde efendi ve köle arasındaki anlaşma ve mukâvelelerle, ona giden kapıları açık tutar.
Bu hususta gösterilen en çalımlı gayret de her gayret gibi, yine İslâm'ın zuhûruyla başlamış ve devam etmiştir. Peygamberimizin (S.A.V) ve Hazreti Ebubekir'in (r.) köle alıp âzâd etme mevzuundaki gayretleri ve bu uğurda tükettikleri servet herkes tarafından bilinen hususlardandır.
Önceleri şahsî mal ve servetlerle sürdürülen bu faâliyet, daha sonraları devletçe ele alınıp yapılan vazifeler arasında mütalâa edilmeye başlandı. Peygamberimiz (S.A.V) on kişiye okuyup yazma öğreteni hürriyete kavuşturuyor ve bunu mâlî imkânsızlık'lar içinde kıvrandığı bir devrede yapıyordu. Daha sonraki devre, hususiyle Ömer b. Abdülaziz döneminde ise, zekâtın sarf yerlerinden biri şekliyle tatbikat zemini buluyor ve sağdan soldan gelen yığın yığın esir, hazineden paraları ödenerek hürriyete kavuşturuluyordu. Bunlardan başka, bazı dinî vazifelerdeki hatalar, ba'zı davranışlardaki inhiraflar ve bir kısım günah irtikapları, hep köle hürriyete kavuşturma mükellefiyetini getiriyordu.
Yemin edip, sonra da yemini bozmada, zihâr (1) muâmelesinde, adam öldürme cinayetinde hep bir tutsağın âzad edilmesi tavsiye ediliyordu. "Kim hataen bir mü inini öldürürse, onun keffâreti bir mü'min köleniıi âzâdı ve ölenin ehline teslîmen ödenecek bir diyetdir. "(Nisa-92)
Bir cinayetin hem cemiyete, hem de öldürülenin ailesine bakan yönleri bulunduğundan, diyet, maktûlün ehline verilmiş bir tarziye-,.vesilesi olduğu gibi, esiri hürriyete kavuşturmak da -topluma hür bir ferd kazandırma ölçüsüyle cemiyete ödenmiş bir hak sayılmaktadır. Buna göre de, bir ölü karşılığında, diğer bir insanın hürriyete erdirilmesi, âdetâ bir ferdi ihyaya denk tutulmuşdur.
Bunlardan başka İslâm'da "mükâtebe" ve "tedbir" yolları ile de, köleler hürriyete kavuşturulur. Bunlardan birincisi; efendisiyle köle arasında, üzerinde anlaşabilecekleri bir miktar mal te'diyesiyle yapılan yazışmadır. Böyle bir yazışma ile köleye hürriyet yolu açılır. Kur'ân'ın bu mevzudaki açık beyanından anlıyoruz ki, kölenin bu mevzûda getireceği teklifi, efendi kabûl ettikten sonra, geriye, üzerinde anlaşmaya varılan paranın kazanılıp getirilmesi kalıyor. İkincisi ise; efendinin vefâtı veya herhangi bir hâdiseye bağlamakla yapılan hürriyet va'didir ki, "ben vefat edince sen hürsün" şeklinde, söz verdikten sonra, tedbir yapılmış ve esire artık hürriyet yolu açılmıştır. Bundan başka sevap maksadıyla hürriyete kavuşturma faâliyeti her türlü tavsifin üstünde geniş bir yer işgâl etmektedir. Geçmişte yüzlerce tutsağı birden salıverip de, bununla Allah'ın ihsan ve lûtfunun umulduğu devirler olduğu gibi, mübarek aylar ve mübarek gün ve geceler gözetilerek esirlerin alınıp hürriyete kavuşturulduğu devirler de olmuştur.
Burada denilebilir ki; "Kölelerin hürriyete kavuşturulması ve onlara insanca muamele yapılmasında, ne kadar ileriye gidilirse gidilsin; hatta isterse hepsi birden hürriyete kavuşturulsun, yine de köleliğin kabcîl edildiğini, hükümlerinin buna göre getirilmiş olduğunu ve fıkıh kitaplarında da ahkâmın bu istikamette cereyan ettiğini görüyoruz ki, bu da köleliği kabûllenmesinden başka bir şey değildir. İnsanlığın dem ve damarına işlemiş pekçok fena huy ve âdetleri, bir hamlede kaldıran İslâm in, köleliği kaldıramaması düşünülemez. Kaldırabilirken kaldırmaması, onu tahkir etme mânâsına gelmez mi?"
Herşeyden evvel bilinmelidir ki, İslâm köleliği vâz' ve îcad etmediği gibi, onun koruyucusu ve devam ettiricisi de olmamışdır. Kölelik, devletlerin ve milletlerin savaşlar münâsebetiyle oluşturdukları bir müessedir. Devletler arasında harbler devam ettiği müddetçe -ki, insanlık tabiatını değiştirmedikten sonra kıyamete kadar devam edecektir- esâret ve köleliğin önüne geçmek de, tek başına hiçbir millete mukadder olmayacaktır. Şimdi düşünelim;
Biz bir devletle harbe tutuştuk; esir aldık ve bizden esir aldılar. Bu esirlere karşı yapılacak çeşitli muamele şekilleri vardır:
1- Bazı zâlim idarelerde olduğu gibi, hepsini kılıçtan geçirme,
2- Yahut esir kamplarında bakım ve görümlerini yapıp muhafaza etme.
3- Veya onlara kendi memleketlerine dönüp gitme imkânlarını sağlama.
4- Yahut da, alıp onları mü'minlere dağıtıp, ganimetten
bir parça sayma.
Şimdi geriye dönüp teker teker bunların üzerinde duralım:
1- Evvelâ hangi vicdan ve insaf, kadın-erkek, çoluk-çocuk bütün insanları acımaksızın kılıçtan geçirmeye taraftar olur. Aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen, Kartacalılara revâ görülen mezâlim, hâlâ Romalının alnında utandırıcı bir leke olarak kendini göstermektedir. Buhtunnasır'ın acımaksızın yaptığı muamele; firavunların gadri ve cevri, beşerin hâfızasından silinmeyen zulüm tablolarındandır. Uzağa gitmeye ne lüzum var; Balkanlarda bizim çekip gördüklerimiz; Rusya'da doğranan otuz milyon kurban; Naziler tarafından katledilen binlerce insan... Bütün bunları hoş görecek bir insan gösterilebilir mi?..
2- Esir kamplarının tiksindiriciliği de bundan geri değildir. Yirminci asır, esir kamplarının en çirkinlerine şâhid olmuştur. Bilûmum Balkanlardaki esir kampları, hususiyle Edirne (Sarayiçi), vahşilere rahmet okutturacak kadar şenâetlerle doludur. Amerika'lılar, Japon kamplarından şikâyet ederler, eğer kadınlarının memelerinin kesilip, iffetlerine ilişildiği; erkekleri, ağaç kabuğu yiyerek ölüme terkedildiği (Sarayiçi) mazlumlarının; Azerbaycan ve Rusya'daki mağdurların uğradıkları zulümleri görselerdi, Japonlardaki çektiklerini de, onlara çektirdiklerini de çok hafif ve ehemmiyetsiz addedeceklerdi. İkinci Cihan Harbiyle, hem Avrupa, hem de Asya esir kamplarını en acı şekilleriyle hem gördü hem de yaşadı. Demek ki bu yol ve bu usûlü denemek ve tatbik etmek, insaf ve insanlıkla te'lifi mümkün olmayan bir vahşet ve hunharlıktan başka birşey değil!..
3- Esirleri kendi memleketlerine iâde gibi insanî bir yolu takdirle karşılarız; ancak, onlar bizden aldıkları esirleri öldürüyor ve iâde etmiyorlarsa, bu, kendi insanımıza karşı vefâsızlık ifâdesi olur.. hele iâde ettiğimiz kimselerin, bizden bir kısım ma'lûmatlarla yurtlarına ve birliklerine dönmeleri; hem düşmana strateji kaptırma, hem de kendi birliklerimizde morâl çöküntüsüne mukâbil, düşmanı cesaretlendirme, güçlendirme ve daha dinamik olarak saldırıya geçmelerine yardımcı olmadan başka bir şey değildir. Belki böyle bir iâde muamelesi, ancak, devletlerin karşılıklı anlaşmalarıyla tecviz edilebilir ki; bu da dün ve bugün sık sık başvurulan hususlardan biri olmuşdur. Bundan sonra da başvurulabilir ve bir ölçüde köle döküntüleri önlenmiş olur.
4- Bütün bunlardan sonra geriye, esirlerin, harbe iştirak edenler arasında taksimi mevzuu kalıyor ki, İslâm, işbu muvakkat esir etme yolunu tercih etmişdir. Ne öldürme, ne toptan imha yolu... Ne esir kampları ve oradaki mezâlim, ne de düşmanı cesaretlendirecek bir yol; belki bütün bunların çok fevkinde tabiat-ı beşere de yakışır bir yol...
Her mü'minin hânesindeki esir, doğruyu, güzeli, yakından görme imkânını bulacak. Gördüğü iyi muamele ve insanca davranışlarla gönlü fethedilecek -Nitekim binlerce misâliyle de öyle olmuştur- sonra da hürriyete kavuşturularak, müslümanların istifâde ettiği bütün haklardan istifâde etme imkânı kendisine verilecektir. Bu yol ve bu usûllerle binlerce mükemmel insan yetişmiştir. İmam Mâlik'in şeyhi Nâfî'den alın da, Tâvus bin Keysan ve Mesruk gibi yüzlerce Tabiîn imamını da içinde sayacağımız büyük bir "Mevâlî" topluluğu hep bu yolla yetiştirilmiştir.
Bununla beraber, biz bu tatbikata muvakkat dedik; zîrâ bu şekilde bir tatbikat tekerrür edip dursa bile, İslâm'da hürriyetin esas olması, esâretten kurtulma hususunda istifâde edilecek yolların çokluğu ve dîn'in değişik yollarla bu mevzûda yaptığı ısrarlı teşvikler, köleliğin ârız"ı ve tebeî olduğunu gösteriyor. Ne var ki, dünya devletleri aynı şey üzerinde ittifaka varacakları âna kadar, başka kesimlerde kölelik üretilecek ve işlettirilecektir. İslâm'ın bu mevzûda, tek başına verdiği hükümler ise, sadece kendi cemaatı dairesi içinde kalacakdır. Nitekim o, hükmünü vermiş ve prensiplerini vaz'etmiştir. Cihan sulhunu temine gayret gösterenler, sadece bu prensiplere âlem-şümûl tatbikat zemini hazırlamakla mükellefdirler. Zaten bu da İslâm'ın ta'dil ve ıslah etmek üzere ele aldığı hususlardandır ki; en vahşi ve gayr-i insanî bir durumdan, hayra ve güzelliğe çıkarma yolunu gösterir. Ve kendi sınırlarını aşan hususları da, geleceğin devlet idarecilerine teklif eder.
Bu mevzuda diğer bir husus da, kendi cemaatimizin bü&127;ün ferdlerinin, İslâmî ma'nâda olgunlaşmış olmamasıdır. Esasen herkesi melekler seviyesine çıkaracağına dair dînin, herhangi bir tekeffülü yoktur. O'nun, kudsî prensiplerine sımsıkı sarılmak suretiyle yükselip melekleşenler olduğu gibi, kendini aşamamış bir kısım ham-ruhlar da bulunabilecektir. Ve böylelerin, teferruata ait meselelerde ihmâl ve kusurları da görülecektir. İşte, bu tip insanlarda, köleliğin yaşaması arzusu ve bu hususda diğerlerinin, yani kölelik üreten milletlerin yanında bulunmaları da olabilecekdir.
Bir mesele kaldı ki; o da; belli devirlerde, hürriyete kavuşturma yolları mevcutken ve biliniyorken; uzun zaman mü'minler ellerinde esir ve köle bulundurmuş olmalarıdır. Bu ise, anlatılan şeylerle, pratikte görülen şeylerin tenâkuzu gibidir.
Evet, ilk asırdan başlayarak, belli devirlerde mü'minlerin bu müesseseyi işlettiğini görmekteyiz. Fakat, bunda iki ciddi sebeb ve sâik var: Bunlardan biri efendilerle alâkalı, diğeri de kölelerle. Biraz evvel temas ettiğim gibi, İslâm tatbikatta mükemmel insan teminatını, insandaki irade ve hürriyetle alâkalı olarak mütalâa etmektedir. Binaenaleyh, nâkıs ve nâtamam ferdler, olgun insanlara ait bir kısım işleri eksiksiz yapamayacaklardır. İşte, bu türlü ferdlerin, terbiye-i Muhammediye (S.A.V) ile olgunlaşacakları âna kadar, bu işin tam tatbikat bulmaması bir bakıma normâldir. Kaldı ki, üç beş sergerdanın behîmî hislerini yaşamalarını vesîle ederek İslâm'ı karartmağa çalışmak da haksızlık ve insafsızlıkdır.
İkinci şık, kölelerin kendileriyle alâkalıdır. Bu hususda da, İslâm'ın tatbikatı, tabiat-ı beşeri hesaba katma ölçüsü içindedir ve orjinaldır. İlk müslümanlar, köleleri evvelâ insan olduklarına inandırma, hürriyete karşı olan vahşetlerini izâle etme, aile kurma yolunu gösterme ve hayata alıştırma gibi terbiye edici prensiplerle ele almışlardır.
Îtiyat ve alışkanlıklar, insanda ikinci bir tabiat meydana getirir. Bunu giderme ve eski hâli ihyâ etme, bir vahşi hayvanı terbiye kadar zordur. Kölelik de öyledir. Ve o, bir fıtrat deformasyonudur. Islahı uzun zaman ister. İşte mü'minler de, bunu yapmışlardır.
Her mü'min, "Kardeşim" deyip bağnna bastığı kölesine, müstakil çalışma, müstakil kazanma; yuva kurma ve aile idare etme gibi hususları teker teker öğretmiş, alıştırmış zarar melhuz değilse veya hayır ümid ediyorsa- sonra da hürriyete kavuşturmuştur.
Eğer bu ameliyelere tâbi tutulmadan o istidat ve kabiliyetleri köreltilmiş insanlar, sırtlarında bir "âr" olarak taşıdıkları insanlıkla, topluluk içine salınsalardı, akvaryum balıkları veya kafes kuşları gibi, içtimâînin karmakarışık dolapları karşısında şaşkına dönecek ve eski hâllerine avdet hissine kapılacaklardı. Bu ise, köleler adına hiçbir hayır ifâde etmeyecekti. Nitekim, hayat kanunlarına karşı câhil pekçok köle daha sonraları arz edildiği şekilde hareket etmiştir. Amerika Reisicumhurlarından Abraham Lincoln'in bir hamlede bütün köleleri hürriyete kavuşturması, kölelerin yeniden eski efendilerinin yanına dönmesi şeklinde neticelenmişti. Başka türlü olması da düşünülemezdi. Bütün hayat boyu veya hayatının bir kısmında esir yaşamış bir insan, hep emir almağa alışmıştır. Belki çok güzel işler verdiği de olmuştur; ancak, makina gibi dıştan idare edildiği için, böyle biri, elli yaşında da olsa, çocuk mesâbesindedir. Hayatı bilen ve hayata açık olan birinin yanında, tâlim ve terbiye görmeye, hayat ve onun kanunlarını öğrenmeye ihtiyacı vardır. Bu husus, değil hürriyetini yitirmiş köleler için, belki müstemleke hâline getirilmiş ve uzun zaman istismar edilmiş pekçok devletlerde de hissedilen bir marazdır. Evet, bu milletlere dahi, uzun zaman terbiye verilip şahsiyet ve benlik kazandırılmazsa.. yabancı devletlere yabancı milletlere karşı bağlılıktan ve alkış tutmaktan geri kalmayacaklardır. Hattâ diyebilirim ki, şahsiyetini yitirmiş milletlere, yeniden benlik şuuru kazandırmak, esirlere insan olduklarını öğretmekden daha zordur. Her ne ise, sadet hârici oldu...
İşte İslâm, köleye benlik, insanlık şuurunu kazandırmakla işe başlamış, onun inhiraf etmiş ruhuna muvâzene getirmiş; kalbine hürriyet anlayış ve aşkını yerleştirmiş; âdeta "iste vereyim" der gibi yapmıştır. Sonra da, hayata salıvermişdir. Zeyd bin Hârise'nin yetiştirilip hürriyete kavuşturulması ve arkasından da soylu bir kadınla evlendirilmesi, sonra, içinde, eşrâfın da bulunduğu bir İslâm ordusuna kumandan ta'yin edilmesi, kademe kademe plânlanan hedefin gözetilmesinden başka bir şey değildir.
Bilâl-i Habeşî'nin (r.a) ilk saflarda yerini alması, Huzeyfe'nin kölesi Sâlim'in (r.a) müslümanlar nazarında gıpta edilecek bir mevkide olması, Selman-i Pâk'in ehl-i beyt-i Resûlûllah'dan sayılması, kölenin müslümanlıkda ve müslümanların hânelerinde ne hâl aldığının canlı misâlleridir. Bunları, yüzlerceye iblâğ edebilirz. Ancak soru cevap mevzuu içinde bu kadar kabarık muhtevâ sıkıcı olur mülâhazasıyla kısa kesiyorum...
Hülâsâ olarak diyebiliriz ki; İslâm köleliği vaz'etmedi; bilâkis onu ta'dile koyuldu ve kurutma yollarını gösterdi. Şayet harblerin döküntüsü esirler ve bir kısım sefil ruhların bunu teşvik ve terviçleri olmasaydı, kölelik İslâm'ın muâllâ bünyesinde, tenkid edildiği şekliyle asla pâyidâr olamazdı. Zaten, zarurî olarak karşısına çıkan kölelik için de o, ahkâm vâz' etmişdi ve onu arzedildiği şekilde sefâlet ve perişaniyetden; mazlumiyet ve mağduriyetden halâs ederek, mutlak hayra ve mutlak güzele yönelmişti.
İslâm'ın başlattığı, ferdî köleliği kaldırma hamlesiyle bugün, bu cins kölelik artık kurutulduğu gibi, devlet ve milletlerin köleliklerinin de, sona ermesi niyaz ve dileği ile sözlerime son veriyorum.
.
Bir tabii afette ölenlerin hepsinin eceli birden mi gelmiştir?
Bir tabii afette ölenlerin hepsinin eceli birden mi gelmiştir?
Ecel, bir varlığın kendi şartları ve kendi buutları içinde geçireceği sürenin sonu ve o varlığın hayat serencâmesinin bitimi demektir. Sonradan var olan herşey. aslında böyle bir “son” ve "bitim" yazısıyla dünyaya gelir.
Varlığın akıp gidişi içinde, başlangıçla bitimi birbirinden ayırmak mümkün değildir. Herşey, bir damla gibi ergeç toprağııı bağı-ıııa düşer, erir. Ve bir ırmak gibi ergeç akar bir denize karışır.
Bu, hemen bütün varlıkların müşterek alın yazısıdır. Bu yazı ile her varlık günyüzüne çıkar ve yine bu yazı ile geldiği gibi ayrılır gider.
Başlangıçlar bitimin emâresi; sonradan meydana gelişler, sona erişin esasıdır. Başlangıcı olmayanın sonu da yoktur. Ezelî olandır ki, ancak ebedî olan da O'dur.
Sonradan meydana gelen herşeyin varlığına hükmeden, onu belli bir programla bu âleme gönderip ve her şeyini görüp gözeten bir Yüce Varlıkdır ki; bütün bu gelip gitmelerin, doğup-batmaların dışındadır. Olmuş, olacak bütün müddetler ve süreler de, O'nun tasarrufu altındadır.
Bu îtibarla da, ne gelmelere ne gitmelere "tabii ' demek doğru olmayacağı gibi, âfetler ve onlara bağlı hâdiselere de "tabiî" demek katiyyen uygun değildir. Eşyanın varlığa mazhariyeti, hârici bir emir ve irâde ile ve aynı zamanda bir vazife çizgisinde cereyan etmektedir.
İnsan, hayvan, nebât ve diğer bütün varlıklar, kendilerine hükmeden bir kudretle günyüzüne çıkar, teşhîr ve âyinedarlık vazifelerini yerine getirir, sonra yerlerini başkalarına bırakarak sahneden silinip giderler.
Bu âlemde, hem doğuşlar, hem de ölüşler birer teşhîr, birer imtihan olarak cereyan etmektedir. Her şeyin varlığa erişi, gizli bir Mevcûd'un apaçık delil ve tercümanı olduğu gibi, müddet hitâmında ayrılıp gitmesi de, evveli olmayan O gizli varlığın, ebediyet ve ölümsüzlüğüne delâlet etmektedir. Evet, hiçden ve yokdan varlığa eren biz ve herşey, varlığımızla birinin varlığını; görmemiz, duymamız ve bilmemizle, gören; bir hayat-boyu sırtımızda emânet olarak taşıdığımız herşeyi terkedip gitıııekle de, bir - bir gelip birbir gidenlere, gidip de gelmeyenlere mukâbil, gaybi olan bir "BİR"i göstermekteyiz. O, "O"dur ki, hanginiz daha güzel iş yapacağınızın imtihanını vermek için, hayatı ve ölümü yaratmıştır."(Mülk, 2. meâlen)
Gelişin sırrını kavrama, bulunuşun imtihanını verme ve gidişe hazır olma. İşte insan için mühim olan da budur.
Şimdi bu küçük hazırlıkdan sonra, mevzûumuz olan "bir anda ölenlerin hepsinin eceli birden mi gelmişdir" hususunu ele alalım:
Evet. hepsinin eceli birden gelmiştir. Ve böyle olması için de ciddî ve kayda değer hiçbir mânî yokdur. Varlığı, bütünüyle elinde tutan Yüce Zât, zerrelerden sistemlere kadar herşeyi ve herkesi kendi kaderi içinde birden var ettiği gibi, birden de öldürebilir. Ne ayrı ayrı yerlerde bulunmaları, ne de vasıf ve keyfiyet farklılığı bu mevzûda hiçbir mânî teşkil edemez.
Kudreti Sonsuzun tasarrufunu göstermek için, tamı tamına o kudreti aksettirecek misâl bulamamakla beraber, yine de, O'na ayna olabilecek, bir fikir verebilecek pekçok şeyden bahsetmek mümkündür.
Ezcümle; güneşe yönelen değişik evsâf ve keyfiyetdeki varlıklar, herhangi bir karışılıklığa sebebiyet vermeden, ona bakarak hayatlarını sürdürür; onun ziyâsı altında renkden renge girer; onunla en revnakdâr hâle gelir ve onun doğuşu ve batışıyla ölgünleşir; pörsür ve söner giderler. Aynen onun gibi, herşey aynı baharın kucağında döllenir: aynı yazda serpilir gelişir ve aynı sonbaharda hazanla sararır; fakat, hepsinin kaderi ayrı ayrıdır. Hepsi, o geniş ilmin plân ve programıyla, o sonsuz irâde ve meşîetin yönlendirmesiyle.. evet, gelişi-güzel ve kendi isteklerine göre değil, o muhteşem Meşiet ve irâdenin isteği istikâmetde varlık gösterir ve mevcudiyetlerini sürdürürler. "O, karada ve denizde olan herşeyi bilir. . Düşen bir yaprak ve karanlıklar içine gömülen hiçbir dâne yokdur ki, apaçık bir kitabda bulunmasın. "(k.k.m.)
Ağaçların, otların, tohumların. dânelerin hayat ve ölümleri, gelişme ve semereleri bu kadar ciddi takib edilipde. insan gibi en ekmel bir varlık hiç başıboş bırakılır mı? Birşeyi görmesi diğer şeyi görmesine; bir şeyi işitmesi diğer şeyi işitmesine mâni olmayan kâinatların Yüce Sâhibi. elbetde en azîz mahlûku, en değerli san'atı olan insan'ın. her hâline ehemmiyet verecek ve O'nun bir ferdine. sâir varlıkların cins ve nevinin mazhar oldukları şeyleri lûtfederek, âlemlerin fihristi olan insanı, hususi olarak ele alacak, hususî iltifatına mazhar edecek, husûsî sevkiyâtıyla da huzurunda şereflendirecektir.
Bu da'vet ve sevkiyâf, bazen bir döşekde, bazen bir harp meydanında, bazen de herhangi bir felâket ve âfetle olabilir. Hatta, ayrı ayrı mıntıkalarda, toplu olarak veya teker teker de meydana gelebilir. Yaratıcının insana bakışı zâviyesinden, bunlar, aslâ neticeye te'sir etmezler. Her insanın zimâmını elinde bulunduran; her canlıyı istediği kadar hayatta tutup sonra da salıveren sonsuz ilim ve Kudret Sahibi, nezdindeki kitaba göre, belli ferd ve kitlelerin ruhlarını kabzetmesi gayet normal ve ma'kûldür. Evvelce de temas edildiği gibi, bu, önceden terhîs edilmeleri tesbit edilmiş bir askerî birliğin, vakti gelince, en büyük kumandan tarafından tezkere işleminin icrâ edilmesi gibi bir şeydir...
Ayrıca, ruhların kabziyle vazîfeli meleğin vazîfesinin şümûlüne temas edildiği yerde de belirtildiği gibi, ruhları kabzetme vazıfesiyle mükellef o kadar çok melek vardır ki; bir anda binlerce âfetin kol gezdiği her yerde, sâhibinin irâde ve takdîri altında, her vefat edenle bir değil birkaç melek görüşebilir ve ellerindeki kitablara göre, değişik takdîrlerle kurbanlarını istikbâl edebilirler.
Bu türlü âfetler, çok ciddî tetkiklere tâbî tutulduğu zaman, gerçekten de hem bir ilk takdîri, hem de ölenlerin ecellerinin birden geldiğini görmemek mümkün değildir. Bu hususdaki enteresan ve hârika hâdiselerin bütününü tesbit etmek için cildler lâzımdır. Ustelik yazılanlar da cildleri aşacak kadar çoktur. Gün geçmiyor ki, kitablara mevzû olacak, böyle fevkalâde hâdiselerden birkaçını matbuatda görmüş olmayalım.
Meselâ. şehirlerin altını üstüne getiren korkunç bir zelzelede. binlerce insanın bütün gayretlere rağmen kurtarılamamalarına mukâbil. zelzeleden günlerce sonra. kendini korumadan âciz yüzlerce çocuk, hiç bir zarar ve ziyâna uğramadan toprağın altında istirahat ederken bulunmaları.. hem kanala yuvarlanan bir romörk içindeki bütün işçilerin boğulmalarına karşılık, çok ötelerde hiç bir ârızaya uğramadan. suyun üzerinde yüzüp duran kundakda bir çocuğun bulunması, hem bir uçak kazasında, en mâhir ve tecrübeli kimselerin kaçamayıp cayır cayır yanmalarının yanında, uçağın düşmesiyle ikiyüz metre öteye fırlayan mini mini bir yavrunun hiç ârıza almadan kurtulması gibi... yüzlerce hâdise isbat efmektedir ki; hayat da ölüm de, kendi kendine olmayıp; aksine, bilen, gören ve idâre eden bırinin tedbiriyle meydana gelmektedir.
Hayâta, birer birer veya toplu olarak gelen her varlık, kütük ve sicil defterlerindeki vazife bitimi ve ecellerine kadar. fıtratın ince sırlarını kavrama. tabiat ötesi gizlilikleri keşfetme, bizleri ve onları gönderen Zâta âyine ve tercüman olma rnükellefiyetiyle ömürlerini doldurur. parça parça veya toplu olarak terhîs edilirler.
Bu bilme tesbit ve sonra da vefat ettirme. yâni aynı anda ecellerini getirme ve işlerini bitirme. herşeyi başdan sona en iyi şekilde bilen Allah (C.C) için. gayet kolaydır. Kaldı ki. her insanın etrafında bir yığın meleğin bulunduğunu ve bundan başka pekçok can alan meleklerin de olduğunu. gizli açık herşeyi Bilenden öğreniyoruz.
Bu bahisde ayrıca. şöyle küçük bir itiraz da vârid olabilir: Bu kabil musîbetlerde. müstahak olanlarla beraber. bir hayli de ma'sum telef olup gitmektedir. Acaba buna dâir bir şeyler söyleyebilir misiniz?
Hemen arzedeyim ki. bu istifham da yine. akîde ve tasavvurdaki bir yanlışlıkdan doğmaktadır. Eğer hayat, sadece dünyevî hayatdan ibaret bulunsaydı ve insanın evvel ve âhir yeri burası olsaydı; belki bu itirazın da ma'kûl bir yanı ve bir mesnedi olduğu iddia edilebilirdi. Halbuki, insan için burası bir ekim yeri. bir gayret sahası ve bir bekleme salonu ise: öteki âlem. bir harman ve hasat yeri, bir bağbozumu ve semere zamanı ve nihayet sıkıntılardan kurtulup saâdetlere erme yeridir. Bu itibarla da, burada iyinin kötüyle mücrimin nezihle vefât etmesinde hiçbir gayri tabiîlik yokdur. Bilakis, işin böyle cereyan etmesi en ma'kûl ve en mantıkî olanıdır. Zîrâ ikinci dirilişde, herkes niyetle davranışlarına göre hususi bir varlığa erecek, ona göre muâmele görecek ve ona göre ya tekdire ma'ruz kalacak veya lütûfa mazhar olacaklardır.
Hâsılı; ölüm ve ecel, bu dünyada bulunma ve hizmet etme süresinin bitiminden ibaretdir. Böyle bir süre, insanın irâdesini nefyetmeme çizgisinde, önceden hazırlanmış, tescil edilip kütüklere geçirilmiş bir plân keyfiyetinde olup; ve yine herşeyi bilip gören zâtın emir ve fermanıyla, mevsimi geldiğinde infâz edilmesinden başka birşey değildir. Bunun toplu olmasıyla, münferid olması arasında da, mantıkî hiçbir fark yoktur.
Öyle zannediyorum ki, pekçok meselelerde olduğu gibi burada da, Yüce Yaratıcının sonsuz ilim, kudret ve irâdesini bilememe, inhirâfın başlıca sebeblerinden birini teşkil etmektedir. Diğer bir sebeb de, eşya ve hâdiselere bakış zâviyesinin yanlışlığıdır. Olup biten şeyler muvâcehesinde, kafalarımızı, hatalı tabiat ve tesadüfler anlayışından sıyıramamış ve gönüllerde tecrîde erememişsek; içimiz zayıf akîdelerle. şeytanî vesveselerin muhârebe meydanı hâline gelecekdir.
Bir de gönül dünyamızın fakirliği ve yeterince beslenememesine karşılık -mesnetsiz dahi olsa- her gün kâse kâse şübhe ve tereddütlerin içirilmesi, öyle korkunç bir felâketdir ki; nesillerin istikâmetinin bozulmasına değil de, hâlâ istikâmetini muhafazada muvaffak olmalarına hayret edilmelidir.
Ehemmiyetsiz gibi görünen bu kabil meselelerde, haddinden fazla tahşîdat yapıldığı iddiâ edilebilir. Ne var ki, imana taâlluk eden hususların hiçbirinde biz, böyle bir düşünceye katılmayacağız. Nazarımızda,îtikadla alâkalı en küçük mesele, dağlar cesâmetinde ve cihan - pahâdır. Bu îtibarla da üzerinde ne kadar titizlikle durulsa, değer ve yerindedir.
Bu hususu nazar-ı îtibara alan arkadaşlarımızın sıkılmayacaklarını ve bizi bağışlayacaklarını umarız.
.
Bütün peygamberler Arap Yarımadasından zuhur ettiğine göre, peygamber gönderilmeyen diğer kıtalarda yaşayanları inanç ve amel açısından mes’ul tutmak nasıl hak ve adalet olur?
Bütün peygamberler Arap Yarımadasından zuhur ettiğine göre, peygamber gönderilmeyen diğer kıtalarda yaşayanları inanç ve amel açısından mes’ul tutmak nasıl hak ve adalet olur?
Bu sualin iki yönü var: 1- Peygamberlerin yalnız Arab Yarımadası'ndan zuhûru ve diğer kıtalarda hiçbir Nebî'nin gelmeyişi. 2- Kendilerine peygamber gönderilmeyen milletlerin azâba uğratılmasının adâlet olmayacağı hususu.
Şimdi sırasıyla her iki hususu da ele alalım. Ancak, daha önce insanlar arasında Nebî'nin yerine dikkati çekmekte fâide. hatta zarûret olduğu üzerinde duralım.
Peygamberlik, üstün bir pâyedir. O, insanın öz yüceliğinin Hak'dan halka eğilmiş bir dalı ve tabiat içinde, tabiatın verâsını yaşayan varlığın gönlü ve dilidir. Onda hem bir seçilme ve yükseltilme, hem de gönderilip vazîfeli kılınma vardır. Dâhilerde olduğu gibi, Nebî, sadece yüce bir dimağ, eşya ve hâdiselere nüfuz eden bir istidât değildir. O, bütün melekeleriyle faâl, ceyyid, devamlı dalgalanan ve her dalgalanışta yeni bir arşiye çizen gökler ötesine yükselen mes'elelerine ilâhî esintilerden tahlil bekleyen, eşyanın ötelerle birleşme noktası sayılan ufuk insandır.
Onda, cisim rûha, akıl kalbe tâbi; nazar, isimler ve sıfâtlar âleminde: kadem. nazarın ulaşabildiği her yerde ve onunla beraberdir...
Nebîde. duygular en son tomurcuğuna kadar inkişaf etmiş; görme, duyma ve bilme tabiî sınırların çok ötelerine yükselmiştir. Onların görmelerini çeşitli dalga boylarıyla izah etme imkânı olmadığı gibi, duyup işitmelerini ses dalgalarıyla izah etmek de mümkün değildir. Hele bizim tahlil ve terkib ölçülerimiz içinde onların tabiat cidarlarını zorlayan ilimlerine erişmek asla kimseye müyesser olmayacaktır.
İnsanlık, onlar vasıtasıyla varlığa nüfûz edip eşyâyı keşfedebilir. Onların irşad ve tâlim dairelerinin dışında ne eşya ve hâdiselere mükemmel bir nüfûz ne de tabiata isabetli bir müdahale asla mümkün olmamıştır ve olamazda...
Tabiatın esrârı ve ondaki ilâhî kanunları beşere hediye etmek, onların birinci dersidir ve bu ders mübtedîlere has bir dersdir. Bunun ötesinde ise varlık âlemini, varlığına şahid gösteren Yüce Yaratıcı'nın. isim ve sıfatlarını bildirme; idrak edilmez Zât'ı hakkında ölçü ve incelerden ince temkin... Eğer bütün bu âlemleri elinde tutan; zerrelerden nebülozlara kadar hükmünü ve sözünü geçiren, onları tesbih dâneleri gibi evirip çeviren, hâlden hâle ve şekilden şekile sokan bir Muhteşem Kudret ve İrâde Sahibiyle, ona verilecek ünvanlar ve isnâd edilecek hususlar hakkında, Nebî'lerin apaydın beyanları olmasaydı, ne O'nun hakkında doğru bir söz söylemek, ne de doğru düşünmek mümkün olmayacaktı.
Demek ki Nebî, eşyâ ve hâdiselerin içine girip bütün bir hayatı bize ders verdiği gibi. her şey ve her hâdisenin en birinci dersi olan, Muhteşem Yaratıcı'yı. uhteşem Kudret ve İrâde Sahibini. isim ve sıfatlarıyla. Zât-ı Ulûhiyeti arasındaki ince muvâzene ve sırlı münâsebete riâyet ederek anlatan da yine O'dur.
Öyle ise, zeminin hiç bir kıtasının ve zamanın hiçbir parçasının onların feyiz ve nurundan mahrum kaldığına ihtimâl verilmemelidir. Nasıl verilir ki; onların irşâd dairelerinin dışında, varlık âlemine dâir, şimdiye kadar ne duru bir hüküm verilebilmiş, ne de felsefenin şübhe, tereddüd ve tenâkuz dolu sisli atmosferinin üstüne çıkılabilmiştir.
Esâsen, her kıt'a, her devrin, bir peygamberin vesâyâsı altında bulunmasını akıl, hikmet ve Kur'ân müştereken te'yid etmektedirler. Hem de aksine ihtimâl verilemeyecek şekilde...
En küçük bir müzede ve en basit bir fuarda dahi, teşrifatçılara ve tarifçilere ihtiyaç duyulduğu ve bir yol göstericinin rehberliği ile gezilip görüldüğü ve böyle bir rehber ve yol gösteren olmayınca, gelmenin de, gezmenin de bir mânâsı olmayacağı katiyyen gösterir ki, şu muhteşem kâinat sarayını, onu temâşâya gelen seyircilere anlatacak, ondaki ince noktalara dikkati çekecek ve bu âlemin sırlarını açıklayacak dellâl ve teşrifatçılara da ihtiyaç vardır.
Ayrıca, kurduğu bu düzen ve nizâmı, bu meşher ve sanatlar resm-i geçidini, bir fuar mâhiyetinde en mükemmel şekilde sergileyen ve bütün iş ve eseriyle kendini seyircilere tanıtmak isteyen Zât hiç mümkün mü ki, bu meşherleri açsın. eserlerini göstersin, seyircilerin dikkatini çeksin de, sonra intihab edeceği bir kısım müstesna kimselerle Zât, sıfat ve isimlerini, müştâk seyircilere tanıtıp bildirmesin; hikmet dolu işlerini hâşâ abes kılsın! Baş döndürücü icraâtını mânâsızlıkla ittiham ettirsin! Herşeyi, bir dil ve nağme hâline getirip, onunla bizlere hikmet ve maslahatlarını anlatan Yüce Varlık, her türlü abesden münezzeh ve mukaddesdir!
Kaldı ki. O Zât'ın kendi beyânı olan Kur'ân, zeminin her tarafından yer yer zuhûr etmiş peygamberlerden bahisler açmaktadır. "Celâlim hakkı için biz her millete -Al)ah'a ku!lukda bulunun ve putlara ibadetden kaçının- diye bir peygamber gönderdik. "(Nahl 36) Ne var ki, insanlık, bu yüce varlıklardan aldığı dersi, bir müddet sonra unutmuş veya sapıklığa gömülerek, Nebî ve ulu kişileri ilahlaşdırmış ve eski putperestliğe dönmüşdür.
Yunan'ın ilâhlar dağından, Ganj nehrine kadar, beşer hayâlinin totemleştirdiği bir sürü vesen vardır ki, şimdiki görünüşleriyle. çıkışları arasında çok büyük farklar olsa gerektir.
Ne Çin'in Konfüçyüs'ünü, ne de Hind'in Brahman ve Buda'sını, kendilerini hazırlayan şartlar ve getirdikleri şeylerle görmek mümkün değildir. Herşeyi aşındıran zaman ve değişen insan telâkkisinin, bunları da aslından ne kadar uzaklaştırdığını kestirmek oldukça zordur.
Eğer Kur'ân-ı Kerim, şüpheleri gideren beyânıyla, Hz. Îsa'yı bize tanıtmasaydı, kilisenin loş cidarları arasında, putperestlik telâkkilerine karışmış papaz anlayışları içinde, sağlam bir Hz. Mesih bulup çıkarmak mümkün olmayacaktı. İnsana Ulûhiyetin isnad edilmesi ve Zât-ı Ulûhiyetin insanlaştırılması; "üç" hem de "bir" tenakuzunun en birinci mesele olarak akîdeye yerleştirilmesi, akıl ve mantığı tezyif ve Allah'a karşı en büyük hayâsızlıktır.
Günümüzde, çığrından çıkarılmış hıristiyan âyin ve ibâdetleri, mâbed ve zâviyeleriyle, eski Roma ve Yunan putperestliği arasında, şekil olarak hiç de ciddi bir fark hissedilmemektedir. Kur'ân'ın aydınlatıcı ve vuzuh getirici beyanâtı nazara alınmadan, kilise ve orada olup bitenlere bakan bir kimsenin, Hz. Mesih'i (A.S.) Apollon'dan ayırması da oldukça zordur.
Bulunduğumuz çağa, bu kadar yakın bir devreye ait Hıristiyanlığın, kendi kitab ve peygamberlerini bu hâle getirdiği noktasından hareketle diyebiliriz ki; zamanın öğütücü korkunç dişleri arasında, kimbilir nice Mesihler ne hâle getirildi! Sıhhatli bir haberden öğrendiğimize göre, her Nebînin vazifesini kendinden sonra havarileri yapacağına ondan sonra ise, bir kısım mirasyediler herşeyi alt-üst edeceğine dair bir peygamber sözü var ki, çok önemlidir. Evet, buna binaen, bugün batıl din olarak gördüğümüz nice dinler vardır ki, temiz bir asıldan, vahiy kaynağından geldiği hâlde, müntesiplerini cehâleti ve düşmanlarının insafsızlığıyla, bugün hemen bütün esaslarıyla hurâfe yığını durumuna gelmişlerdir.
Öyle ise, günümüze kadar mevcudiyetini sürdüren bâtıl görünümlü dinlerin, pek çoğunun sağlam bir aslı olması ihtimâli, oldukça kuvvetli ve her devrin, bir peygamberin adını alması da gayet makûldür.
Peygamber olmayana peygamber demek, Nebî'nin peygamberliğini inkâr gibi küfür sayılır. Ancak, arz edilen hıristiyanlık misâliyle, Budizm'in menşeine kuşkulu bakmamak, Brahmanizm üzerine ihtiyatla gitmemek de insanın elinden gelmiyor. Hattâ Konfüçyüs'ü, onun o tıkanık felsefesinin ötesinde aramak; Şamanizm'in te'vil götürebileceği hesabıyla hareket etmek, akıllıca bir davranış sayılır zannediyorum.
Bunlar çıkışlarında ister bir zülâl, isterse bulanık bir sızıntı olsun, şu andaki durumlarından farklı bir hüviyete sahip olduklarında kimsenin tereddüdü yoktur. Zaman ve hâdiselerin onları. bazen aşındırıp, bazen de yeni ilâvelerle başkalaştırması, o kadar çok vukû' bulmuştur ki, muhâl-farz, kurucuları dönüp geriye gelselerdi, getirdikleri dini tanıyamayacaklardı.
Dünyada, daha bunlar gibi tahrif edilmiş pek çok din vardır ve bunların büyük bir kısmının temelindeki safveti kabul etmek de, zarûrîdir. Bir kere Kur'ân: "İçinde peygamber olmayan hiç bir millet yoktur"(Fâtır, 24) diyerek âlemşümûl bir hüküm vermektedir. Ne var ki biz, cihânın her tarafında zuhûr etmiş olan ve bir beyâ.na göre sayıları 124 bine bâliğ bulunan Nebîlerden ancak 28 tanesini bilmekteyiz. Kaldı ki, bunların içinde de, pek çoğunun ne zaman ve nerede yaşadıklarına dair her hangi bir ma'lûmata sahip bulunmamaktayız. Esâsen, gelmiş-geçmiş bütün peygamberleri bilme mükellefiyeti diye birşey de yoktur. Kur'ân: "Onların bir kısmını sana hikâye edip anlattık. bir kısmını anlatmadık"(Gâfir, 78) diyerek, anlatılmayanların üzerinde durulmamasını da ihtar etmektedir.
Şu kadar var ki, bugün dinler tarihi, felsefe ve antropoloji tetkik edildiğinde, birbirinden çok uzak topluluklarda dahi, bir hayli müşterek noktalar bulunduğu göze çarpmaktadır. Ezcümle, hepsinde "çok"dan "tek"e doğru gidiş; tahammül - fersâ musibetler karşısında herşeyi bir tarafa bırakarak, bir yüce dergâha el açış ve elleri yukarılara doğru kaldırış; fizik ötesi hâdiselerle münâsebete geçişte, müşterek tavır ve davranış; hep menbâ ve muâllim birliğine işaret etmektedir. Kanarya Adaları'ndaki yerlilerden, Maya'lara kadar; Kızılderililer'den Yamyamlar'a kadar, âyin ve dinî ilâhilerinde hep aynı renk ve dekor görülür, hep aynı nağme ve cümbüş hissedilir...
Prof.Dr. Mahmud Mustafa'nın, çok vahşi iki kabîle hakkındaki mütalâaları bu hususu te'yid etmektedir. Doktor'un ifâdesine göre Mavmav'lar Mucay isminde bir ilâha inanırlar. Bu ilâh, Zât'ında ve icraatında birdir. Birini doğurmuş ve biri tarafından doğurulmuş da değildir. Eşi, menendi de yoktur. O, görünmez, bilinmez; ancak eserleriyle tanınır. Neyamneyam Kabilesi için de, Mavmav'ların kanaatına benzer şeyler nakletmektedir: Onlar da herşeye sözü geçen, ormandaki herşeyi kendi iradesi ile hareket ettiren ve şerli kimselere yıldırım şerareleri gönderen bir ilâh vardır ki, işte O Ma'bud-u Mutlak'dır, diye düşünmektedirler.
Görülüyor ki, bunlardaki ilâh telâkkisi ile Kur'ân'daki Zât-ı Ulûhiyet düşüncesi arasında, hemen hemen fark yok gibidir. Hattâ, Mavmavlar, "Aynı İhlâs sûresinin muhtevasını söylüyorlar" desek yerinde olur.
Medeniyetden bu kadar uzak ve bildiğimiz peygamberlerin te'sir sahasının dışındaki bu ibtidaî kavimler, henüz hayatın en basit kanunlarını dahi bilmemelerine rağmen, bu en derin ve en duru Allah telâkkisini nereden bilecekler! Demek: "Her milletin bir Resûlü vardır ve Resûlleri geldiği vakit aralarında adaletle hüküm verilir ve hiçbirine zulmedilmez"(Yu"us-47) beyânı, ilâhî ve âlem-şümûl bir hakikattir ve hiçbir kıt'a bu hakikatin şümûl sahası haricinde değildir.
Dr. Mahmud Mustafa'nın naklettiği şeylere benzer aynı hususları 1968 yılında kendisiyle tanışma fırsatını bulduğum Kerkük'lü Matematik Profesörü Dr. Adil Bey de hikâye etmişlerdi. Doktorasını Amerika'da yaptığı yıllarda, sık sık yerli halkla da görüşen Doktor, kendini hayrete sevkedecek durumları şöyle naklediyordu: Yerliler, kendi aralarında tevhid akidesine uygun âyinler yapıyor ve Allah'ın, yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez olduğuna inandıklarını ilân ediyor; hatta kâinatda cereyan eden herşeyin onun iradesine râm olduğunu tekrarlayıp duruyorlardı.
Ve daha, bir sürü selbî ve vücûdî sıfatlardan bahsediyorlar ki; düşüncelerindeki bu yüceliği, yaşayışlarındaki vahşet ve bedevilikle te'lif etmek katiyyen mümkün değildi...
Demek ki, doğu-batı, dünyanın en ücrâ yerlerinde, bu akîde ve telâkki birliği. ancak kâinattn sahibi tarafından oralara gönderilmiş elçilerle izâh edilebilir. Zira en büyük filozofların dahi kavrayamadığı bu türlü muvazeneli tevhîd akîdesini, vahşet içinde yüzen Mavmav'lara, Neyamneyam'lara veya Maya'lara vermek asla mümkün değildir. Demek, arı ve karıncayı anasız bırakmayan Rahmeti Sonsuz. beşer nev'ini de peygambersiz bırakmamış, zaman ve mekânlara, onlar vasıtasıyla nurlar serpmiş ve cihanları aydınlatmış...
Şimdi de, sorunun ikinci şıkkı olan, peygamberleri görmemiş kimselere, azab edilip edilmeyeceği hususunu inceleyelim. Evvelâ, birinci bölümde gördük ki; zemin, hiçbir zaman nur-u nübüvvetten mahrum kalmamış, arasıra muvakkat bir kuraklık hissedilmiş ise de, hemen arkadan sağanak sağanak rahmet boşalmış. Binâenaleyh, her ferd az-çok, bu rahmeti görmüş, duymuş, tadmış ve doymuştur. Ne var ki, tahrîfin süratli olduğu yerlerde fetret de o kadar çabuk bastırmış ve o mıntıkayı karanlığa boğmuştur. Her karanlığı bir aydınlık ve her aydınlığı bir karanlık tâkib edip dururken kendi irâdelerinin dışında karanlıkta kalanlara da Hak rahmet müjdesini vermiştir: "Biz peygamber göndermedikten sonra azab edicilerden değiliz"(İsrâ, 15).
Demek evvelâ uyarma, sonra mükellefiyet ve daha sonra da azab veya rahmet...
Vâkıa mezheb imamları, teferruatda biraz farklı düşünürler. Meselâ, İmam Maturidî ve taraftarı, kâinatda, herbiri bir kitab binlerce delil varken Allah'ı bilmeyen ma'zur olamaz derler. Eş'ariler ise: "Biz peygamber göndermeden azab edecek değiliz.. " meâl-i âlîsiyle ifâde edilen âyete dayanarak, azaba müstehak olmanın, tebliği müteâkib olacağı hususunu esas alırlar.
İki imamın nokta-ı nazarlarını te'lif edenler de vardır: Bir kimse hiçbir peygamber görmemiş ve fakat inkâr mesleğine girerek puta da tapmamışsa, ehli necâtdır. Zîrâ, insanlar arasında öyleleri vardır ki, hiçbir terkib ve tahlil kabiliyetine sahip olmadığı gibi, eşya ve hâdiselerin seyrinden de bir mânâ çıkarması mümkün değildir. Binâenaleyh, böyle biri, evvelâ irşad edilir, ondan sonra davranışlarına göre cezâ veya mükâfat verilir.
Ama bir insan, küfrü meslek ittihaz ederek, onun felsefesini yapıyor ve bilerek Allah'a karşı ilân-ı harb ediyorsa, o. dünyanın en ücra yerinde dahi olsa, inkâr ve ilhâdının cezâsını görecektir.
Netice olarak diyebiliriz ki: Allah'ın peygamber göndermediği boş bir kıt'a olmadığı gibi, içinde peygamber gelmeyen uzun bir fetret devri de mevcut değildir. Hemen her devrin insanı, az-çok bir Nebî'nin estirdiği meltemden nasîbini almış gibidir. Peygamberlerin adının tamamen unutulduğu ve eserlerini zamanın aşındırdığı yerlerde ise, ikinci bir peygamber gönderilinceye kadar, o devre "fetret devri" denmiş ve o devrin insanlarının azabdan bağışlanacağı ifâde edilmiştir. Elverir ki, bilerek ve şuurlu olarak inkârı ulûhiyete sapılmasın.
Herşeyin doğrusunu ilmiyle eşyayı muhît olan bilir.
.
Cenâb-ı Hak bizim bu dünyada nasıl hareket edeceğimizi biliyor. Emirlerine uyup uymayacağımızı da biliyor. İmtihana neden lüzum görüyor da bizi dünyaya gönderiyor.
Cenâb-ı Hak bizim bu dünyada nasıl hareket edeceğimizi biliyor. Emirlerine uyup uymayacağımızı da biliyor. İmtihana neden lüzum görüyor da bizi dünyaya gönderiyor.
Evet, Allah nasıl hareket edeceğimizi biliyor, bununla beraber imtihan etmek için dünyaya gönderiyor, tâ sırtımıza yüklediği mükellefiyetlere istidat ve kabiliyetlerimizi inkişaf ettirelim. Evet, O bizi yaratırken, tıpkı ma'denler gibi yaratmıştır. Bakır ma'deni, kömür ma'deni, demir ma'deni, altın ma'deni, gümüş ma'deni.
Bunu, herşeyi varedip geliştiren Rabbimiz olarak yapmış. Nasıl bir sanatkârın mimarî ve estetik gibi kabiliyetleri, mehâretleri olur. Ve o, bu sanat eseriyle görünüp bilinmeyi arzu eder. Aynen onun gibi; Cenab-ı Hakk'ın da birçok isimleri ve bunların tecellîsi olarak sanatları vardır. İşte, bu çeşit çeşit sanatlannı insanların nazarlanna arzetmek için, bu meşhergâhı açarak gizli güzelliklerini izhâr buyurmuştur.
Daha açık ifadesiyle, kömür ma'deninde isimler nasıl tecellî ediyor; demirde, altında, gümüşte nasıl kendisini gösteriyor; sonra insanın müdâhalesi ile som altında, som gümüşte; mamûl demirde nasıl tecellî ediyor. Ve, bir adım atmakla, kömürün elmas olmasında nasıl kendisini göstereceğini nazarımıza arzetmek için, çeşitli derece ve kademelerde isimlerinin cilvelerini sergiliyor ve böylece, kendisini tam tanıyabilmemize, tam bir fikir edinmemize imkân veriyor. Evet, herşeyi yapan O'dur. Hem de, her şeyden binlerce meyve verdirerek...
Neticede onun bu icraatıyla insanlar tasafi ediyor, saflaşıp berraklaşıyor ve cennete ehil hâle geliyor. Yani ma'denler altın oluyor, elmas oluyor; gümüş oluyor. Bu hususta Efendimiz (S.A.V.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyııruyorlar: "İnsanlar tıpkı ma'den gibidirler. Câhiliyede hayırlı olanı, İslâmiyette de hayırlıdır. Yani, câhiliyede izzetli, onurlu Ömer, İslâmiyet'te de, vakârlı, ciddiyetli, gönül sahibi, azametli ve aziz ÖMER... Birinde, oldukça sert, oldukça haşin ve istediğini yaptırtan; öbüründe tevâzu kanatlan yerlere kadar ve insanların ayağının altında; fakat kâfirlere, fâcirlere karşı azîm, cesim bir Ömer!.. Câhiliye devrinde ma'den olarak nasılsa İslâmiyet'te de öyle.. Onun için atak, canlı, kanlı insanlar gördüğümüzde arzu ederiz ki, müslüman olsunlar... Çünkü câhiliyede aziz olan, İslâmda da aziz olacaktır.
İslâm insan unsuru olan bu ma'deni ele alır. Yoğurur; olgunlaştırır; som altın hâline getirir. Sahabi böyle som altın hâline gelmişti. Sonraları, değer ve ayar düşmeye başladı. 22 ayar, derken 21, 20, 18, 17, 15... Yirminci asırda müslümanlar arasında 1 ayara kadar düşenler de oldu. Evet bu asır, o kadar cürûfu, züyûfu fazlalaşmış bir asır!..
Demek ki biz, dünyada imtihana tâbi tutuluyoruz, tasaffî edelim... Bu arada Allah (C.C) ne yolla sâfileşeceğimizi biliyor da bizi imtihana tâbi tutuyor. -Hâşâ- O bilmediği şeyi bizden öğrenmek için değil. Yani O, bizi bizimle imtihan ediyor. Daha doğrusu biz kendi kendimizle imtihan oluyoruz.
Evet, biz cehd ve sa'y ettiğimiz, tasaffî etme yolunda bulunduğumuz; demir ma'deni isek demir olma; altın ma'deni isek, altın olma sevdâsına tutulup yoluna girdiğimiz.. evet, böyle bir gayretimiz olduğu takdirde Rabbimizin ezelde bildiği şeyin ortaya çıkmasına vesile olmuş bulunacağız. Ve, işte biz, bunlarla kendi kendimizi imtihan edip O'nun Yüce huzuruna kendi durumumuzla çıkacağız. Kur'ân'ın ifâde ettiği gibi "O gün onların elleri ayakları -ilâve edelim,- gözleri kulakları, dilleri, dudakları aleyhlerinde şehâdet edecek." Sen de bunu biliyorsan kendi kendinle imtihan olduğunu anlarsın. Allah (C.C) senin durumunu -hâşâ- öğrenmek için imtihan etmiyor. Bilâkis seni sana gösteriyor ve seni, seninle de imtihan ediyor.
Herşeyin iyisini O bilir.
.
..
Deniliyor ki; Allah her şeyi yarattı, (hâşâ) O'nu kim yarattı?
Deniliyor ki; Allah her şeyi yarattı, (hâşâ) O'nu kim yarattı?
Bu soru da çok sorulan sorulardan biridir.
Ben bu soruyu, Resûl-i Ekrem (S.A.V) in Peygamberliğinin bir alâmeti olarak görüyor ve verdiği gaybî ihbârın tahakkuku karşısında boynumu büküp "Eşhedü enne Muhammed'er-Resulûllah" diyerek şehâdet ediyorum. Evet, Resûl-i Ekrem (S.A.V) Allah'ın şerefli elçisidir. Kıyâmete kadar olup bitecek her şeyi, bir televizyon ekranından görüyor gibi seyretmiş ve söylediği her şeyi dosdoğru söylemiştir. Daha sonra meydana gelecek hâdiseler hakkında verdiği hükümler, söylediği şeyler o kadar isabetlidir ki; yeri geldiği zaman hepsi de aynı aynına doğru çıkmıştır. İşte, bu da onlardan bir tanesidir. Buyurur ki: (Sahabenin aklından böyle bir şey geçmez) `Bir gün gelecek ayağını ayağının üstüne atarak -gurur, kibir, enâniyet içinde ve her meseleyi hâlletmiş gibi- bunu Allah yarattı, şunu Allah yarattı, Allah'ı kimi yarattı?" diyecekler. Ben, bu soru tevcîh edildiği zaman kendi kendime düşündüm ve "Eşhedü enne Muhammed-er Rasulûllah" dedim. Nasıl da görmüşsün ve nasıl da doğru söylüyorsun!... Şu, nefisleri ve enâniyetleıi firavunlaşan, sebeplere ulûhiyet isnad eden ve her şeyi sebepler içinde îzâha kalkışan insanların idrâksizliğini, düşünce sefâletfni bundan daha güzel ifâde mümkün olamazdı...
Asıl mes'eleye gelince, bu da, inkârcılann ortaya attıklan sorulardan biridir. Çok defa, körpe dimağlar, bu türlü soruların altında kalır ve ezilirler. Evet onlar,nâmütenâhîliği anlayamaz; sebeplerin zincirleme uzayıp gitmesini ve böyle bir aldatmacanın bir şey ifâde edip etmemesini katiyyen değerlendiremezler.
Bundan ötürü tereddüde düşer de, zanneder ki; Allah da bir sebepdir; tıpkı herhangi bir sebep gibi... Ve Allah'ı, meydana getiren bir sebep vardır ki, Allah, ona göre müsebbebdir (sonuçtur) . Bu, bir yanlış kanâatın neticesidir. Ve temelinde de Yaratanın bilinmemesi vardır. Allah, müsebbib-ül-esbâbdır ve varlığının evveli yoktur.
Bugüne kadar kelâmcılar, sebeblerin, böyle zincirleme devam edip gidemeyeceğini belli usûllerle ortaya koyarak "Müsebbib'ül-esbâb'' olan Allah'ın varlığını isbâta çalışmışlardır. Onların, bu husustaki düşüncelerinin hülâsasını, bir iki misâlle anlatmakta fâide mülâhaza ediyoruz. Kelâmcılar derler ki: Sebeplerin zincirleme (teselsül) devam edip gideceğini düşünmek, o sebeplerin mâhiyetini bilmemenin ve Yaratıcıdan gaflet etmenin ifâdesidir. Evet, eşyanın sonsuzdan beri süregelen bir kısım sebepler zincirinden ibâret olduğuna ihtimâl vermek doğru değildir. Böyle birşeyi mümkün görüp ihtimâl vermek sırf bir aldanmışlıktır. Meselâ: Yeryüzünün yeşermesi, hava, su ve güneşe bağlı olsun; hava, su güneş de bir kısım madde parçacıklarına; Oksijen, hidrojen, karbon, azot ... vs. gibi.. bu madde parçaları da daha küçüklere ve onlar da kendilerinden küçüklere.. Bunun böyle uzayıp gitmesine ihtimâl vermek ve eşyanın bu yolla îzâh edileceğine inanmak bir aldanma ve muğâlatadır. Hele, bir yerde, bunun karşısına anti-madde, anti-atomla çıkılıyor ve metafizik fiziğe galebe çalıyorsa... Ve hele, ilk ve son bütün sebepler fevkalâde âhenk içinde birer kanun, birer me'mur gibi hareket ediyorlarsa!..
Evet, "Şu şundan, şu şundan, şu da şundan... " demek, herhangi bir meseleyi hâlletmesi şöyle dursun, bilâkis, herşeyi içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Zirâ, böyle bir meseleyi mümkün görmek, tıpkı "Yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan "... düşüncesinin ilelebed sürüp gideceğine ihtimâl verme gibi bir safsataya benzer ki; bunlardan tavuk veya yumurtayı, Kudreti Sonsuz, Ezelî bir Zâta vereceğimiz âna kadar, iddialar hep mesnetsiz sayılır. Aksine, bunlar varlığı kendinden olan Yüce Yaratıcıya isnâd edilince mesele birden aydınlığa kavuşur. Ondan sonra, tek bir hücre olarak yumurtanın yaratılmış olması veya kendi neslini devam ettirmek için tavuğun yaratılmış bulunması ve yumurtanın ondan çıkması arasında fark yoktur.
Bunu böyle kabûl etmeyip de "o ondan, o da ondan ". .. demekle hiçbir şeye aydınlık getirilemeyeceği gibi, cevaplandırılan her soruyla beraber birkaç tane de istifham ortaya çıkacaktır. Meselâ: Yağmur, buluta bağlı, bulut, zâit-nâkıs (artreksi) habbeciklere, onlar buharlaşma hâdisesine. o da suların mevcûdiyetine ve nihayet o da suyu meydana getiren unsurlara... Böylece sebepler zinciri, belki birkaç adım daha ilerleyerek devam eder durur; ama durduğu yerde yine "şöyle de olabilir, böyle de" diyerek insan kendini faraziyelerin kucağında hisseder ve onlarla tatmin olmaya çalışır. Bu ise, fevkalâde bir nizam; bir âhenk ve birbiriyle münâsebet içinde, bir hikmet eliyle meydana geldiği sezilen bütün eşyayı çocuk hezeyanlarıyla îzâh etmeye yeltenmekten başka, birde ilimlerin ufkunu ve hedefini karartmak demektir. Oysa ki, her netîce için mutlaka makûl bir sebebe ihtiyaç vardır. Gayr-i makûl ve gayr-i mantıkî sebeplerin uzayıp gitmesi, uzayıp gitmenin kerâmeti olarak ma'kûl hâle geleceğini düşünmek, imkânsızı mümkün görmek gibi bir hezeyandır.
Şimdi bir misâlle bu hususu aydınlatmaya çalışalım. Meselâ: Ben, arka ayakları olmayan bir sandalye üzerinde oturuyorum. Sandalye, düşmemesi için, kendisi gibi bir diğer sandalyeye dayandırılmış, o da bir başkasına... İlâ nihâye devam edip gidiyor. Bu hâl, zaman ve mekânlara sığmayan rakamlarla sürüp gitse de, arka ayakları olan ve yere tam oturan bir mesnede dayandırılmadıktan sonra, işi zincirleme uzatıp durmak, sandalyeye arka ayak olamayacaktır.
Bir başka nümûne, meselâ: Önümüzde bir sıfır olduğunu düşünelim. Bu sıfır, solundaki bir rakamla omuz omuza gelmedikten sonra, mücerred sıfırların çoğaltılması katiyyen ona bir değer kazandırmayacaktır. Trilyon defa trilyon sıfırlar peşipeşine sıralansa dahi, kıymet yine sıfır olacaktır. Ne vakit soluna bir rakam konulacak, işte o zaman sıfır da solundaki rakama göre bir kıymet alacaktır. Bu, şunu ifâde etmektedir: Bir şeyin müstakillen varlığı yok ve kendi kendine kâim değilse, kendisi gibi muhtaçların ona varlık bahşetmelerine ve esas olmalarına imkân yoktur. Hep aynı şeye muhtaç ve aynı hususta âciz olanların bir araya gelmesi, ihtiyacı çoğaltma ve aczi arttırmadan başka bir işe yaramaz. Kaldı ki -muhâl farz- sebeplerin müdâhelesi kabul edilse bile, fiziğin sarsılmaz kanunlarından "tenâsüb-ü illiyet" prensibine göre, sebeple netice arasında ma'kûl bir münasebetin bulunması şarttır. Buna göre, meselâ; yer kürenin hayata müsâit hâle gelmesinden, insanın düşünür bir varlık olmasına kadar, her şeye bir sebep bulmak, hem de ma'kûl ve o neticeyi hâsıl etmeye gücü yetebilecek bir sebep bulmak lâzım gelir.
Oysa ki, küre-i arzın hâlihazırdaki durumundan; yani, hızı, güneşe olan mesâfesi, atmosfer tabakası, periyodiği, hikmetli meyli; atmosferi teşkil eden gazların ihtivâ ettiği maslahatlar.. gibi hususlardan tutun da, onun toprak ve nebat örtüsüne; denizlere ve onlarda cereyan eden esrarlı kanunlara, rüzgârlar ve onların yüklendikleri vazifelere kadar binlerce, yüzbinlerce hâdise, öyle bir âhenk içinde cereyan etmektedir ki; bütün bunları kör-sağır sebeplere ve serseri tesâdüflere havâle etmek, aklın kendi kendini nakz etmesi ve çürütmesi demektir.
Vâkıa, bu hususta, kelâmcıların "devir ve teselsül" yoluyla bütün sebepleri kesip biçtikten sonra, işi müsebbib'ülesbâb olan Allah'a ulaştınp sonra da herşeye "mümkin"ülvücûd' demelerine karşılık, bütün sebepleıin, bütün illetlerin gidip O'na dayandığı zâta "Vâcib-ül-vücûd" diyerek tevhide menfezler açmışlar ise de, onların elde ettikleri neticeyi daha selâmetli bir yolda elde etmek de mümkündür. Evet, Yüce Yaratıcının her eserinde kendine ait mühürlerin, sikkelerin bulunması, O'nun varlığına bir değil, binlerce delillerdir. himlerin, kâinatın sırlarına ışık tutmaya başladığı günümüzde, her fen kendine has diliyle O'nun varlığını ilân etmekte ve O'nu haykırmaktadır.
Bu mevzûda pek çok kimsenin yazdığı çok kıymetli eserlere iktifâ ederek sadede dönüyorum.
Evet, herşey sonradan var olmuştur. Var edense Allah'tır. Allah, Allah olduğu için, yaratılmamıştır. Yaratılan herşey mahlûk ve muhtaçtır. O ise, varlığı kendinden ve kimseye muhtaç olmayan bir Ganiyy-i ale'1-ıtlak'tır. &127;41 Her şey gidip O'na dayanmakta, bütün karanlıklar îzâh edilemeyecek gibi görünen şeyler, O'nunla aydınlığa kavuşmaktadır. Var eden O, varlığı sürdüren O, çeken O, iten O ve bir hedefe götüren de O'dur. Artık, O'ndan öte bir şey yoktur ki, O'na da bir sebep aransın!..
Bunu da yine bir-iki basit misâlle îzâh etmeye çalışalım: Meselâ; Vücudumu ayaklarım taşıyor, ayâklarımı da zemin. Artık böyle makûl bir taşıyıcı bulduktan sonra bunun ötesinde yeni sebepler aramaya hiç de gerek yoktur. Hem meselâ: Diyelim ki, trenin en arkadaki vagonunu onun önündeki hareket ettiriyor; onu da bir diğeri; onu da bir başkası; nihayet gelip lokomotife dayanınca; o, kendine has gücü, kuvveti, yapısı ve işleyişiyle "kendi kendine hareket ediyor" deriz. Verilen bu misâller. Allah'ın yarattığı eşyadan ve aldanmış akılların yeni yeni sebeplerle lokomotif değiştirmeleri mümkün olacak cinsten misâllerdir. Ne var ki, durmadan, lokomotif değiştirseler bile, tıkanıp kaldıkları noktaya "işte sebeplerin bitişi" deyip suratlarına çarpacağız.
Burada zihinleri bulandıran diğer bir mesele de, sınırlı düşünen insanoğlunun, ezel mefhumunu kavrayamayarak, maddeyi ezelî görmesi, daha sonra da, rakamlarla îzâh edilmeyecek bir geçmiş içinde, hiç olmayacak bazı şeylere olabilir ihtimâlini vermesidir.
Bir kere ezel gelmiş zamanın sonu değil, o bir zamansızlıktır. Zamanlar, kentrilyon defa "kentrilyon" seneleriyle, ezel karşısında bir âşire bile olamazlar. Oysa ki, sebeplerin teselsülünde bir esas olan maddenin bir başlangıcının bulunması bugün hemen herkes tarafından bilinip kabûl edilen bir mevzûdur. Elektronların hareketi, çekirdek fiziğindeki sır, devamlı radyasyon neşreden güneşteki esrarlı işleyiş ve termodinamik kanununun kâinat çapındaki geçerliliği, her şeyin bir sonu olacağına dâir yıldızlar cesâmetinde ve güneşler parlaklığında binbir mesajdır. Sonu olan herşeyin bir başlangıcının bulunması ise, üzerinde münâkaşa yapılmayacak kadar açık ve bedîhîdir.
Binâenaleyh herşey, başlangıçta varlığa mazhariyetiyle, Yaradandan bahsettiği gibi, sönüp gitmesiyle de O'nun evvel ve âhiri olmadığına delâlet etmektedir. Zîrâ, başlangıcı olanın bir gün sonunun geleceği tabiî olduğu gibi, evveli olmayanın, âhiri olmayacağı da zarûrîdir. Onun içindir ki bizler madde ve maddeden meydana gelen herşeye, bugün var olsa dahi, yarın yok olacağı nazariyle bakmaktayız. Ancak, kâinatların tedrici olarak eriyip gitmesi, maddenin yavaş yavaş tükenmesi, çoklarını aldatabilecek mâhiyetde ve oldukça âhestedir. Ne var ki, yavaş da olsa, uzun bir geçmişten bu yana gelişip genişleyen dünyalar. birgün büzüleçekile mutlaka silinip gideceklerdir. Evet madde bugün var ise de, bir kısım pozitif neticelerin ışığı altında, başkalaşmaya doğru gittiğinden kimsenin kuşkusu yoktur. Şimdi bunu size, yine bir tren misaliyle anlatmaya çalışalım:
Farz ediniz ki, İzmir'den kalkan bir tren, "50-55" km. ötede bulunan Turgutlu istikametine hareket etti. Hareket esnasında trenin hızı saatte "55" km.dir. Buna göre, trenimiz bu mesâfeyi ancak bir saatte alabilecektir. Bu hızla yarım saat kadar yürüyen tren, yolun geriye kalan kısmında hızını tam yarıya düşürür. Buna göre, yolun henüz katedilmedik "27.5" km.lik mesafesi kalmışdır ki, hızını yarıya düşüren tren bu 27.5 km.nin ancak yansını, yarım saatte alabilecektir. Bu tempoyla hareket eden tren yarım saat gittikten sonra yine hızını yarıya indirdiğini düşünelim; geriye kalan kısmın yarısını da yarım saatte katedebilecektir. Böylece her yarım saatte bir hızını yarıya düşüren tren, âdeta hiç bir zaman Turgutlu'ya ulaşamıyacaktır: 'Aslında mesafeler bitecek ve varılması gerekli olan yere mutlaka varılacaktır. Ancak, bu tempo ile hareket edildiği sürece, insan hiçbir zaman oraya varamayacağını zannedecektir.
Bunun gibi, madde de bir çözülme ve inhilâle doğru gitmektedir. Bu birkaç milyon sene sonra dahi olsa mutlaka tahakkuk edecektir. Ve, Varlığı Kendinden olanın dışında herşey fenâ ve zevâl bulup gidecek, sadece O kalacaktır.
Netice, Allah bizzat var ve her şeyin yaratıcısıdır. O'na yaratılmışlık isnâdı, yaratıcıyı yaratılandan ayıramama gibi bir düşünce sefâletidir. Bu türlü ürpertici bir tasavvuru ortaya atan zavallı münkirler, akıllı görüneyim derken, akılla nasıl bir tenâkuza düştüklerinin farkında bile değillerdir. Evet bugün artık, birinin kalkıp maddeye, ezeliyet kesip biçmesi ve Zât-ı Ulûhiyeti inkâr etmesi oldukça garip ve garip olduğu kadar da bağnazca bir iddiadır.
Ne var ki, eşya ve hâdiselere gerektiği gibi nüfuz edemeyen bir kısım materyalistler, maddenin ense köküne inen çözülüp dağılmayı, atomun karşısına dikilen tükenişi, mânâ ve neticeleriyle sezip idrâk edecekleri güne kadar düşüncelerinde hakikatsız, beyanlarında yalancı olmalarına rağmen bir kısım safderûn kimseleri aldatmaya devam edeceklerdir.
İşin doğrusunu, ilmi bütün eşyayı ihâta eden Zât-ı Uluhiyyet bilir.
[Geri Dön]
/ [MFG Külliyatı]
.
Esîr var mıdır ve keyfiyeti nedir?
Esîr var mıdır ve keyfiyeti nedir?
Esîrin varlığı kat'î değil. Ne var ki, yüzde yüz itimad edeceğimiz bazı zevâtın, misâl sadedinde dahi olsa bunları îrâd edip kullanmaları, bizi hiç olmazsa dikkatli olmaya davet etmektedir.
Çok eskilerde, HUYGENS'in tereddütle ortaya attığı bu, her yere nâfiz ve gayet ince bir mevcut olan Eter fikri, J.Clerk Maxwell tarafından şu şekilde te'yid görünce, artık mutlak boşluk düşüncesi unutulmuştu. Maxwell şöyİe diyordu: Mekân dâhilinde elektrikî-mıknatıs hâdiselerin vücudunu ispat ettikten sonra, esîr gibi bir vasatın lüzumuna ihtiyaç vardır. Makro âlemden, mikro âleme kadar herşey bu esîr içinde hareket eder. Maxwell, bu keşfin ilk neticesi olarak ziya dalgalarının elektrikî-mıknatıs dalgalarından başka birşey olmadığını ve binâenaleyh ziyânın da bir elektrikî mıknatıs hâdise olduğunu iddia ediyordu ki, bu keşif hakikatte, tabiî hâdiseleri bir birliğe doğru götürmek yolunda atılmış ilk adımdı.
Hadd-i zâtında Maxwell'den evvel FARADAY da elektromanyetik hamûlelerin boş mekân içinde hareket edemeyecek ve faâl olamayacaklarını, mutlaka bir vasata muhtaç bulunduklarını düşündükten sonra, bulduğu kanunlarla bu hamûlelerin, enine dalgalı cereyânlar halinde dalgalanacağını ve bu dalgaların aynen ışık gibi aksetme, kırılma ve çift kırılmaya tâbi olacağını haber veriyordu. Maxwell ise, ışığın nisbeten kısa elektromanyetik bir dalgadan ibaret olduğunu iddia ediyordu. Daha sonra ise HERTZ yaptığı pek çok tecrübelerle, Maxwell'in nazariyesini ispat etti. Yani, bir odanın herhangi bir köşesinde meydana getirdiği elektrik akımını odanın diğer köşesinde hiçbir irtibat vasıtası olmayan elektrik devresinde şerâreler hâsıl ettiğini, bu dalgaların süratinin, ışığın süratine müsâvî olduğunu gördü ki, bu dalgalara, adını izâfeten HERTZ dalgaları dendi. Aslında bununla bugün herkesin çok iyi bilip ve istifâde ettiği radyo, telsiz, telefon esası keşfedilmiş oluyordu.
Esîr fikri, uzun zaman hâkim olduktan sonra, onun gerçekten var olup olmadığını MORLEY ve MİCHELSON tecrübe ile öğrenmek istemiş ve şöyle düşünmüşlerdi: Arzın bir noktasına tesbit edilen bir cihazda, bir ışık şuâının yarısı yerin hareket istikâmetine doğru bir noktaya aksettirildiğinde, şuanın diğer yarısı da arzın hareket istikametine amûd (dikey) istikametindeki noktaya gönderilse ve oradan da yine cihazdaki muayyen noktaya yansıtıldığı takdirde, arzın hareket istikâmetindeki şua parçasına vâsıl olması lâzım gelir. Çünkü arzın hareket istikametinde giden ve dönen şua, esirin içinde daha yavaş gidecek ve dönecekti. Halbuki, yerin hareket istikametine amûd (dikey) olarak gönderilen şua parçası esirin ters akışına maruz kalmayacağı için daha çabuk gidecek ve tabii aynı zamanda daha çabuk dönmüş olacaktı. Michelson ve arkadaşının yaptıkları tecrübe menfi olarak "eter"in aleyhinde çıktı. Hatta âletin yanlış olabileceği hususu düşünüldü ve tecrübe yenilendi. Yine aynı netice elde edildi. Demek ki eter diye birşey yoktur. Haddizâtında bu tecrübeye radyo dalgalarının bir yerden bir yere intikali için, bir vasata ihtiyaç bulunmadığını da açıklıyordu.
Bu menfî neticeye îtiraz edenler oldu. Bunlardan LORENTZ, cisimlerin hareket istikametinde boyundan kaybedecekleri prensibine dayanarak Michelson'un denemelerinde de aynı durumun bahis mevzuu olduğunu söylüyor, her iki şuanın merkez noktaya aynı anda avdet ettiğini riyâzî olarak isbatlamaya çalışıyordu ki, meselenin ilk tecrübe ile isbat edildiği devrede bu oldukça makûl bir itiraz sayılırdı. Ancak, Michelson'un nasıl bir mevcudu tecrübe ettiğini, hem de Lorentz'in esîr vardır ifadesinden ne kasd edildiğini anlamak oldukça mühimdir.
Bunlardan biri, yaptığı tecrübe ile ona yok derken, her halde esîrin katı bir madde olduğu tasavvuruna karşı diyordu. Ve en azından onu hava gibi kabul ediyor ve bir çeşit atmosfer hüviyetinde, arzı saran bu seyyâl maddenin arzla beraber hareketini de düşünüyor ve tecrübesini böyle hayâlî bir "eter" içinde yapıyordu.
Acaba, esir denen şey, madde üstü bir şey olamaz mıydı ki, günümüzde anti-madde, anti-atom, anti-proton, anti-nötron gibi meşhûd dünya karşısında gayri meşhûd ve gayr-i meş'ûr bir âlem olarak zıd bir çizgiyle îzâh edilen bu yanlış anlayışlarla te'lif edilmesin. Kaldı ki Bilim-Teknik ve Sızıntı gibi popüler bir kısım mecmualar, yeniden esire dönüş hususunda oldukça dikkate değer şeyler de kaydediyorlar.
Netice olarak diyebiliriz ki; Esîr mevzuunda müşâhede ve tecrübeye dayalı herhangi bir hüküm mevcud değilse bile,"Ceff'el-Kalem" esîr yoktur diye kestirip atacak kadar mâlûmata da, henüz sâhib bulunmamaktayız.
Mekân fiziğindeki yeni temayüller etere yeşil ışık yakadursun, biz terminolojide mutâbakata varılmadan sürdürülen bu mücadelenin daha yıllarca devam edip gideceği kanaatindeyiz.
Bu hususda sözlerimi bitirirken, en doğru sözlünün beyânı içinde toprak, su, hava, ateş mürekkeblerinden evvel arş-ı rahmet bir "amâ" üzerinde olduğu ve bunun altında, üstünde hava bulunmadığı sözünü, geleceğin fizikçilerine tedkik mevzûu olarak arzedip geçelim...
.
Hz. Adem’le Havva’dan dünyaya gelen çocuklar o zaman evleniyorlardı. Şimdi neden yasak edildi?
Hz. Adem’le Havva’dan dünyaya gelen çocuklar o zaman evleniyorlardı. Şimdi neden yasak edildi?
Bu sorunun da, benzeri sualler gibi, belli mihraklarca ayarlanıp, sistemli olarak gençler arasında neşredildiğini esefle müşahede etmekteyiz. Evvelâ, bu ve benzeri soruları ortaya atanların samimiyetine inanmak oldukça güçtür. Bunun arkasında söylemek istedikleri şey ise az bir dikkâtle anlaşılacak kadar açık ve vâzıhdır. Bu türlü soru imâl etme gayretlerinin en mühim hedeflerinden birisi, belki de birincisi, dinin esaslarında bir kısım tenâkuzların, zıtlıkların bulunduğu zannını uyarmakdır.
Ve, aynı cinsden soruların hemen hepsinde nifak rejiminin menfî kâideleri mevcuddur. Hâşâ... "Allah yoktur. Din bir afyondur. Mukaddesler birer tabu ve emperyalizmin istismâr vasıtaları... Âile ve onda haram ve helâl sınırları âlem-şümûl hakikatlara zıd ve belli bir dönemin değişik istismar ırnsurları . .. vs. " Perdenin aralanmasıyla ortaya çıkan şu şeyler ise doğrusu tüyler ürperticidir: Birbirine zıt emirterle, bugüne kadar devam edegelen din, artık akıl ve mantık'ın zaferi karşısında merci'iyetini kaybetmiştir. Öyle ise serâzâd ve çakırkeyf, aklımıza esen herşeyi yapmalıyız. Bu, kız kardeş, hala ve teyze ile evlenmek bile olsa...
İşte masum gibi görülen sualin arkasındaki, tüyler ürpertici, şenî tasavvurlar ve iğrenç plânlar! Ve işte "Pozitivizm" ve "Rasyonalizm" kalkan yapılarak, körpe dimağların iğfal edilmesi! . .
Cemiyetimizin bir kesiminde, din ve neslin muhâfazası prensiplerini tahrip etmeyi hedef alan bu türlü istifhamlar, îmâl edildiği çevreye bakılarak; "Bu da onların çarpık fikirlerinden biri, doğrular ise, onların iddiasının aksi olduğuna göre, bunun böyle olması en doğrudur" demek, en isabetli cevap olacaktır. Ama, biz, yine bir de bir iki cümle ile bunun üzerinde durup birşeyler söylemek istiyoruz.
1- Evvelâ, bu bir dînî mesele, hem de dinin teferruâtına âid bir meseledir. Dîne inanmayanın, hele dîn'in temel prensiplerini kabul etmeyenin, bu türlü şeyleri kurcalamağa asla hakkı yoktur.
2- Din, emir ve yasaklarıyla inananlar için bağlayıcı olduğunda kimsenin tereddüdü olmasa bile, inkârcılar için böyle birşey her zaman sözkonusu olmasa gerek. Bu îtibarladır ki, bir kısım kimseler serâzâd, çakırkeyf, her istediklerini yaptıkları halde, inanan hiçbir insan onlara karışmamaktadır; nitekim şu anda da bilip karışmadığı gibi. Zira, amel ve davranışlardaki sapıklık ve inhiraflar sadece ve sadece, düşünce, tasavvur ve kanaat bozukluğundan doğar. Bunlara istikâmet kazandırılamadıktan sonra, davranışları düzeltmeğe uğraşmak beyhûdedir.
3- Bu mesele, dinin teferruâtına âid bir meseledir. Bu türlü meselelerde, beşerin tekâmülüne muhâzî (paralel) olarak, gelişme mânâsında değişmeler her zaman olmuşdur. Şu anda muhatabı bulunduğumuz emir ve yasaklar -hikmetlerden kat-ı nazar- o zamanki emir ve yasaklardan farksızdır. Bu hususda mühim olan Âmirin emridir. O; dün bir batında dünyaya gelenlerin izdivacını yasaklar; bugün de anne - baba münasebeti zaviyesinden yeni yasaklar kor ve "bu muamele haramdır" der. Bu, tıpkı bir çocuğun bütün bir gelişme döneminde, hayatına âid kanunlara müdahale edilip, yemesi, içmesi, giymesi değiştirildiği; hatta seviyesine göre bir dil kullanılıp tenezzülât yapıldığı gibi.. devamlı gelişme kaydeden beşer hayatında da, aynı şeylere riayet edilmiştir. Nasıl ki, çocuğun bakım, görüm ve anlayışına riayet etmek bir küçüklük; hatta bilgisizlik değildir; aksine bir büyüklük ve irfan nişanesidir. Öyle de, dünden bugüne gelişen ve olgunlaşan insanlığın, her devrine göre kanun koymak ayn-ı hikmet ve hakikatdır.
4- Bu meselenin, suâlde ifâde edildiği şekilde cereyan etmesi, îtimad edeceğimiz kaynaklarda mevcud değildir. İsrailiyat menşeli de olabilir. Ancak, Kur'ân'ın naslarına istinâden, hilkat zincirini Âdem (A.S) ve zevcesine bağladığımız için, böyle bir şeyi kabûl etmeye kendimizi mecbur biliyoruz. Meselenin aslına inilmeden olduğu gibi kabûl edildiği takdirde, insanoğluna, maslahatlara riayet etme dersi vermek sadedinde, muvakkaten tecviz edilmiş, sonra da yasaklanmak suretiyle, zamanla bu kâbil ahkâmın değişebileceği hatırlatılmıştır.
5- Muvakkaten tecviz edilen böyle bir muamele, muhatablarının farklılığıyla hususiyet arzetmektedir. Evet, yetişdikleri yuva, gökten gelen emirlerle daima nurlu ve hâne halkı olarak vicdanları devamlı uyanık olan bir aile, elbetteki başkalarından çok farklı olacaktır.
Yeryüzünde ilk insan olma tazeliği; işlenen küçük günah'ın büyük cezasının, gönüllerde ürperti hasıl eden dehşetinin devam etmesi ve böyle bir sürçme ile cennetden uzaklaştırılmış anne ve babanın inkisâr dolu birer gönülle, başında bulundukları bir yuvada, mübahlar dahi endişe verici ve ürkütücüdür. Böyle bir yuvada, birbiriyle izdivaç yapacak kimseler, yanyana dursalar dahi, oruçlu insan gibi, ferman çıkacağı âna kadar birbirlerine ters bile bakmazlar. Böyle bir yuvada kalblerin eğilmesi, vahyin yıldırım gibi çarpan âyetleriyle düzeltilir. Ve, böyle bir yuvada bütün sınırlar yok edilse dahi, insanlar, vicdanlarının yol vermeyen surlarını aşamazlar ve aşmazlar.
Halbuki, günümüzdeki hânelerde, bahsedilen mânâların ve bağlayıcı hususların hiçbiri bulunmadığından, sınırlara riâyet edilemeyecektir. Belki de, çok erken yaşlarda münâsebetsiz davranışlar, bütün bir hayat boyu hacâlet hâlini alıp devam edecektir. Hele, yuva'nın muhtaç olduğu huzur ve emniyeti öyle ihlâl edecektir ki; o yuva artık bir çıyan yuvasına dönüşecektir.
Şimdi, bir kere düşünün! Kızkardeşine, halasına, yeğenlerine karşı, behimî hislerinin mağlûbu, sergerdân bir grubun barındığı evde, huzur tasavvur etmek mümkün müdür!. Böyle bir evde, herkes göz koyduğunu kapmak için, kötülükler düşünecek, hatta öz kardeşleriyle rekâbete girişecek...
Belki de, aynı düşünce ile Hz. Âdem'in (A.S) evlâtları arasında cereyan eden cinayetlere başvurulacak ve keşmekeşlikler sürüp gidecektir.
Demek ki, koruyucu müeyyideler, vicdanları uyanık tutan sâikler mevcut olduğu zaman, o türlü mevzuat sûi- istimâl edilmese bile, tenbih edici faktörlerin yok olması, bağlayıcı atmosferin silinip gitmesiyle her çeşit su-i istimâle kapı açılabilir.
Sırf bâtılı tasvir etmemek için duyduğum ve gördüğüm şeyleri şerhetmek istemiyorum. Yoksa, ailedeki küçük ihmâllerin neticesi, insanı insanlığından utandıracak öyle hâdiseler cereyan etmektedir ki, bunları duyup işidip ürpermemek mümkün değildir.
Bir hususu daha noktalarken diyebiliriz ki; barınaklarının duvarlarında "İniniz, ba'zınız bazınıza düşman olarak" (Bakara/36) sesinin ihtizazları duyulan bir topluluk, hâvi bulunduğu haşyet, saygı, ürperti ve sarsıcı endişelerle günümüzün hânelerine benzemediği gibi, o hâneye âit muvakkat ahkâm da, hânelerimizdeki âhkâma benzemeyecektir.
Kaldı ki, bu şekilde cereyan eden muamelenin adedi hakkında da birşey söylememiz oldukça güçtür. Belki, hâdise bir kere, belki de iki kere cereyan etmiştir!
6- İzdivacın tekeffül ettiği hikmetlerden bir tanesi de servet dağılımını temin ve malın belli ellerde terâküm ve tedâvülünü önlemektir. Halbuki, o devirde bütün insanlar Hz. Âdem'in evlâtlarından ibaret olduğu ve küre-i arz başdanbaşa onların istifâdelerine takdim edildiği için, ne temerküz, ne tehaşşüd (4), ne de terâküm asla bahis mevzûu değildi. Günümüzde ise, içtimâî yapı, kazandığı hüviyetle büyük farklılıklar arz etmektedir...
Şunu da hemen arz edeyim ki; başka tariklerle servet dağılımı yapılsa da, değişik ahkâm ortaya çıkması katiyyen sözkonusu değildir. Bu mevzûda söylenmiş ve söylenecek bir söz, mutlak hikmet sahibinin hikmetli beyanından ibarettir. Acaba, Cenab-ı Hakk, Âdem ve Havvâ'yı yaratmada, sonra da evlâtlarının izdivacından başka bir yol koyamaz mıydı?
Zât-ı Ulûhiyete karşı böyle bir soru, hem bilgisizlik hem de sû-i edebdir.
Allah (C.C) bir Âdem (A.S) ve Havvâ yarattığı gibi, ikinci bir Âdem ve Havvâ da yaratabilir. Hem şu anda ve bütün geçmiş devirlerde, binlerce, yüzbinlerce âlemler yaratan Allah'a, (C.C) ikinci bir Âdem ve Havvâ yaratmak hiç mi hiç ağır gelmez. Ne var ki, hikmeti öyle iktizâ ettiği için öyle yapmıştır.
Hem bizim sınırlı ve bozuk güzellik ölçülerimize hikmet ve hendesemize göre yaratacak değildi ya! Biz, kâinattaki güzellik ve çirkinlikleri, onun emir ve nehiyleri menşurundan (5) geçirmek suretiyle güzellik ve çirkinlik şuûruna erebildik. O'nun her emrini minhâc (6) edinerek eşya ve hâdiselerin tefsirine koyulduk. Her hükmünün, birer sâbit kanun olduğunu kavradığımız nisbette, ortaya attığımız prensiplerde isabet edebildik.
O, bütün insanlığı Âdem (A.S) ve Havvâ köküne bağladı ise, öyle olmasını en güzel kabûl ettik. Kaldı ki, insanlar arasındaki râbıtanın böyle bir kökle alâkası da, oldukça kuvvetlidir.
Cismaniyetdeki bu vahdet, ruhlardaki birliğin tohumunu taşımaktadır. Tıpkı bir ağacın köküne ve çekirdeğine inildikçe birlik zuhur ettiği gibi... Daha ileri gidilince her şeyin"Âdem" vahdeti içinde saklı olduğu görülecektir. Bu safhada ağaç hem erkek ve hem de dişiyi birden temsil etmektedir. Aşılayan da odur, aşılanan da. Birbirinden uzaklaşıp erkeklik-dişilik ayrılığı ortaya çıkınca, telkih ve telakkuh durumu da değişik olacaktır.
İnsan olarak herkese karşı duyduğumuz insanî alâkayı, Âdem (A.S) ve Havvâ vahdetiyle, yaradanın gönlümüze koyduğu muhabbetde ve insanlıkda görüyoruz. Dünkü ahkâmın bugünkü değişikliği ise, hükümleri karşısında iki büklüm olduğumuz Zât'ın hikmetine; hikmeti içindeki kökden uzaklaşmaya ve beşerî silsile içindeki techîz edilmeye; erkeğiyle kadınıyla insanlığın özüne aid mânâları yüklenmeye veriyor; "Her işde hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah" diyoruz.
.
İlhadın bu kadar ön almasının sebebi nedir?
İlhadın bu kadar ön almasının sebebi nedir?
İlhâd, netice îtibâriyle inkâr olduğundan, yayılıp gelişmesi. daha çok gönül dünyasının yıkılmasıyla alâkalıdır. Tabiî, başka sebeplerin mevcûdayetinden de bahsedilebilir.
İlhâd: Düşüncede. inkâr, Allah kabul etmeme ve bir ateizm: tasavvurda. sınırsız hürriyet ve alabildiğine serâzâd olma hâleti: amel ve davranışlarda ise, bir ibâhiye (yasak tanımama ve aklına esdiği gibi yaşama) keyfiyetidir.
Düşüncede ilhâd. nesillerin ihmâli, ilim ve ilim yuvalarının su-i istimâli neticesinde serpilip gelişdiği gibi, daha sonra arzedeceğim bir kısım hususlardan destek alarak da, hız kazanmakda ve yaygınlaşmaktadır.
Bir toplum iç'ınde ilhâdın ilk yeşerdiği vasat, serpilip gelişdiği atmosfer, cehâlet ve kalbsizliğin hâkim olduğu atmosferdir. Kalbi ve ruhu beslenemeyen kitleler ergeç ilhâdın pençesine düşerler ve Hak yardımı olmazsa bir daha da kurtulmaları imkânsız gibidir... Bir millet, kendini meydana getiren fertlere, öğretilmesi ve inandırılması gerekli olan şeylerin, öğretilmesi ve inandırılması uğrunda, lüzumu derecesinde hassasiyet göstermezse. bilgisizlikden askıya alınan o fertler, kendilerine telkin edilecek herşeyi kabule hazır hâle gelmiş ve dolayısıyla da ilhâdâ itilmiş olurlar.
İlhâd; evvelâ, inanç esaslarına karşı alâkasızlık, umursamazlık şeklinde belirir. İçinde biraz da fikir ve düşünce serbestiyeti gamzeden bu tavır, ilhâd ve inkâra destek olabilecek küçük bir emâre bulunca, hemen büyüyüp dal-budak salmaya başlar. İnkârın; ciddî, kayda değer ve ilmî hiçbir sebebi yokdur. Bazen. bir ihmâl, bazen bir gaflet. bazen de bir yanlış değerlendirme onu doğurabilir.
Günümüzde, bu hususların hemen hepsiyle helâk olmuş pek çok kimse vardır. Ancak, bunlar arasında, ehemmiyet derecesine göre baş sırayı alacakların te'siri, tahrîbi daha büyük olduğundan, biz de sadece onların üzerinde durmak istiyoruz.
Şunu da hemen arzedeyim ki, burada ilhâd ve inkârın izâlesi ve bu hususda gerekli olan delillerin ortaya konması mevkünde bulunmadığımızdan okuyucu bizden. mücelletlerle ifâde edilebilecek şeyleri istememelidir. Aslında. soru - cevap sütunlarında, çok yüklü sayılan böyle derin bir mevzuun, tahlil edilemeyeceği de herhâlde takdir buyurulur. Kaldı ki, o hususda meydana getirilen şaheserler varken. yazılacak şeyler olsa olsa onların tekrarı olacakdır.
Sadede dönelim. Günümüzde, herbiri, ilahî birer mektup olan eşyâ ve herbiri kudret kalemindan çıkmış hâdiseler: tabiri diğerle. tabiat ve onun kanunları, ilhâda "meşcerelik" gibi gösterilmekde ve nesiller iğfal edilmektedir. Oysa ki, şarkda ve garbda ellibin defa yazılıp çizildiği gibi tabiat kanunları, âhenkle işleyen bir mekanizma, istihsâli fevkalâde bol bir fabrika ise, bu âhenk ve ıttıradı: bu düzen ve istihsal gücünü nereden almışdır? Bir şür gibi akıcı, bir mûsiki gibi ruhları okşayan tabiat'ın, bu ses ve soluğunu kendine ve rastlantılara vermek mümkün müdür?.
Tabiat, zannedildiği gibi, inşâ edici bir güce sahipse, kendinin nasıl varolduğunu, bu gücü nereden elde ettiğini îzâh edebilir miyiz? Yoksa "kendi kendini yaratdı" mı diyeceğiz!. Bu ne korkunç muğâlata, ne inanılmaz yalandır!..
Bu hilâf-ı vâkinin içyüzü şudur: "Ağaç ağacı yaratdı; dağ. dağı: sema. semayı"... Böyle bir mantıksızlığa "evet" diyecek bir fert çıkacağını zannetmiyorum. Ve şayet "tabiat" denilince, doğrudan doğruya "şeriat-ı fıtriye" deki kanunlar kasdediliyorsa. bu da ayrı bir aldatmacadır. Zîra kanun -eskilerin ifadesiyle- bir arazdır. Araz, cevherin varlığıyla var ve onunla kâimdir. Yânî, bir mürekkebin, bir organizmanın heyet-i umumiyesini onu tamamlayan bütün parçaları, bir arada düşünmeden, onlarla alâkalı kanun mefhûmunu tasavvur etmek mümkün değildir. Başka bir ifâde ile. kanunlar varlıklarla kaimdirler. Neşvü nemâ kanunu bir tohum ve çekirdekle; câzibe kanunu, kütleler arasındaki değişik münâsebetler veya hayyizle kâimdir. Bunları çoğaltmak mümkündür. O halde, varlıkları düşünmeden. kanunları düşünmek ve hele, o kanunları varlığa menşe ve esas saymak. tamamen bir hokkabazlık ve diyalektikdir. Sebeplerin varlığa esas ve kâide olması da, bundan daha az garib değildir. Doğrusu, binbir hikmet ve incelikleri ihtiva eden şu âlemi, hiçbir ilmî kıymeti olmayan sebepler ve rastlantılarla îzâha kalkışmak, oldukça gülünç ve gülünç olduğu kadar da ilimlerin butlânını iddia gibi bir tenâkuz ve hezeyandır.
Müller'in denemeleri, sebeplerin yetersizliği ve tesadüflerin aczini îlân ederken, ilimler konuşmuş ve ilim hükmünü vermişdi. "Sovyetler Birliği Kimya Enstitüsü", Oparin başkanlığındaki 22 senelik çalışmasıyla, kimyevî kanunların ve kimyevî reaksiyonların varlığa ışık tutmakdan çok uzak bulunduğunu da yine ilimler ve ilim adamları söylüyordu.
Bugün yıllarca ilim mahfillerinde tecrübevî (pozitif) bir hakikat gibi tedris edilen "evolüsyon ve transformizm ", yeni ilmî buluşlar ve genetikle alâkalı gelişmeler karşısında, artık fantazi birer nazariye hâline gelerek tarihe malzeme olmadan başka hiçbir kıymet-i ilmiyeleri kalmamışdır. Ne acıdır ki, bu yetersiz ve mevsimlik vâhî meseleler hâlâtamamen muâllâkda olan, kültürsüz, mesnetsiz ve kaidesiz zavallı neslimizin ilhâdını netice vermektedir.
Bereket versin ki, diğer yanda buna muhâzî olarak, duygu ve düşüncelerimizdeki zedelenmeleri giderecek, kalbî ve rûhî yaralarımızı tedavi edecek bir kısım eserler de, piyasaya sürülmeye başlamışdır. Ve artık bugün, tabiat ve sebepleri. hakiki yüzleriyle aydınlığa kavuşduran kitapların, doğu ve batı dilleriyle yazılmış yüzlercesine hemen her yerde rastlamak mümkündür. Kendi dünyamızda yazılanları bir mizaç inhirâfı olarak yadırgasak bile, "Niçin Allah â İnanıyoruz" gibi kitabları. dünya efkârına arzeden yüze yakın batılı kalem, hiç olmazsa bu türlü müstağribleri düşündürmelidir!..
İlmî muhit ve atmosferin bu kadar aydınlığa kavuşmasından sonra. ilhâdın bir mizaç inhirâfı, bir inad ve peşin kararlılık ve biraz da çocuk ruhluluk olduğunu söylersek, mübâlâğa etmiş olmayız. Ne var ki gençliğimiz, henüz kendini idrâk edemediği, ruh dünyasıyla bütünleşemediği için; yukarıda işaret ettiğimiz, bir kısım müzelik ve tamâmen fantazi düşünceleri, ilmî gerçekler zannederek aldanmadan da bütün bütün kurtulmuş sayılmaz.
Bunun içindir ki, günümüzde artık doğruyu öğrenme ve öğretme seferberliği her türlü mükellefiyet ve vecibelerin üstünde bir ağırlık kazanmışdır. Bu yüce vazifenin görülmeyişi ise, toplumda telâfisi imkânsız uçurumlar meydana getirecekdir ve getirmiştir de. Belki de, yıllar yılı gerçek ızdırabımızın asıl sebebi de budur. Bizler kalb ve kafa izdivacına yükselmiş, kendi içinde derinleşmiş; öğretme aşkıyla yanıp tutuşan. muzdarib mürşidlerden mahrum bir kısım talihsizleriz. Ümid ederiz ki, gerçeğin öğreticileri, bu köklü ve beşerî vazifeyi yüklensinler ve bizi asırlık ızdırablarımızdan kurtarsınlar!
İşte o zaman nesiller. düşünce ve tasavvurda istikrâra kavuşacak, yanlış düşüncelere kapılmakdan, sarkaç gibi, sağa-sola gidip gelmeler ve sık sık yer değiştirmelerden kurtulacak. kısmen dahi olsa. ilhâddan korunmuş olacaklardır. Netice olarak diyebiliriz ki. düşüncede neslin ilhâdı. tamamen bilgisizlikden, terkib kabiliyetine sahib olamamadan, kalb ve ruh gıdasızlığından kaynaklanmaktadır. Zîrâ insan. çok iyi bildiğini -ve hele meziyetleri de varsa- sever: bilmediğine karşı ise. düşman kesilir: en azından alâkasız kalır.
Şimdi, başımızı kaldırıp, raflarda ve vitrinlerde sergilenen kitaplara ve o kitaplarla bize anlatılan fikirlere ve tanıtılan şahıslara bakalım. O zaman, sokakdaki çocuğun neden "apaçi" kıyafetine girdiğini; neden kendini "Zoro"ya benzettiğini ve nasıl "Don Juan" kesildiğini anlama imkânını bulacağız. Bahsettiğim şeyler, gerçeğe ışık tutan bir iki misâldir. Siz tahrib edici bu unsurların içtimâî ve iktisadî hüviyetde olanlarını da eklediğiniz zaman, iliklerinize kadar ürpereceğiniz daha bir sürü şeyle karşılaşabilirsiniz.
Dünden-bugüne insanımız, kendisine iyi olarak tanıttırılanı sevip arkasına düşdü. Tanıyıp bilmediklerine karşı da, hep yabancı ve alâkasız kaldı. Şimdi bizlere onun azgınlaşan ruhu karşısında, kendisine neler götürebileceğimizi düşünerek, bundan sonra olsun, onu boş bırakmamak ve aydınlık yolu göstermek düşüyor.
Neslin ilhâda sürüklenmesi ve inkârın yaygınlaşmasında ikinci mühim âmil de gençlik fıtratıdır. Onların sınırsız hürriyet arzuları, doyma bilmeyen iştihâları ve ankâ gönülleri bir muvâzenesizlik ifadesi olarak hep ilhâdı benimsemektedir. Bu serâzâd gönüller, "peşin bir dirhem lezzeti, ilerde batmanlarla elem ve ızdıraba tercih ettiklerinden'; acınacak âkıbetlerini hazırlama yolunda, şeytanın önlerine sürdüğü sûrî zevk ve lezzetlere pey çekmekde ve kendini ateşe atan kelebekler gibi, uçup uçup ilhâda düşmektedirler.
Bilgisizlik, kalb ve ruh gıdâsızlığı gibi hususlar arttıkça, madde ve cismâniyet. yüceltici duygulara galebe çalmakda ve Faust'un bir toyluk neticesi özünü Mefistoya kaptırdığı gibi. zavallı gençler de gönüllerini şeytana kaptırmaktadırlar. Evet, ruhlar ölü, kalbler fakir, akıllar alabildiğine hezeyan içinde. ilhâd mecbûrî istikamet demekdir. İnanç, mesuliyet duygusu, ısrarlı kalb. ruh terbiye ve tehzîbi ise, gençliğin diri lcalmasının en büyük te'minatıdır. Yoksa şeytanın. hevâ-i nefislerine musallat olduğu bir topluluk, hezeyandan hezeyana düşecek, durmadan mihrâb ve kıble değiştirecek ve her "nev-zuhûr" felsefeyi bir halaskâr olarak alkışlayacak ve bir dâye &127;4&127; sayıp kendini onun kucağına atacaktır.
Sabah kalktığında nihilizme alkış tutacak; öğlene doğru marksist-leninist sisteme selâm duracak; ikindiye doğru existansiyalizme pey çekecek ve belki de, akşam karanlığıyla beraber Hitler'e ait türküler söyleyecektir. Ama, hiç mi hiç, kendi ruh-köküne, ulu-millet ağacına, onun asırlık meyvelerine; kültür ve medeniyetine dönüp bakmayacaktır.
Tasavvur dünyası, bu denli bozulmuş bir neslin, hevâ ve hevesden kurtulması, zihin ve düşüncede istikâmete ermesi oldukça müşkül, belki de imkânsızdır.
Onun için, neslimize, bugüne kadar varlığımızı ona borçlu olduğumuz esaslardan müteşekkil, bir terminolojinin belletilmesi ve fikir hayatında sistemli ve müstakim düşünceye ulaştırılması şarttır. Yoksa, bu maymun iştihalılık ve:
“Bu hissizlikle, cemiyet, yaşar derlerse pek yanlış:
Bir millet göster. ölmüş ma'neviyâtryla sağ kalmış.”
M.A.
İlhâda diğer bir sâik de. herşeyin mübah görülmesi. "ibâhîlik" ve mevcud herşeyden istifâde edilmesi düşüncesidir. Dünya nimetlerinin bütününden kâm alma felsefesine dayanan bu anlayış, bilhassa günümüzde sistemleştirilerek bir felsefî mekteb haline getirilmiştir. Bize doğru gelirken, ilk defa "libido" ile sarsılan ve ırgalanan hayâ hissimiz. ).P. Sartre. A. Camus'la yerle bir edilmiş ve harâbeye döndürülmüştür.
İnsanı, insanlığından utandıran ve daha çok çöplüğe benzeyen bu "ruh sefâleti" felsefesi, "nesillere. insanın gerçek yanını aydınlığa kavuşturan" bir düşünce sistemi diye arz ve takdim edildi. Evvelâ, bütün Avrupa gençliği, daha sonra ise, taklitçi dünya, hipnoz edilmiş gibi bu akıma koştu. İnsanlık, onda, komünizmle güdükleşen benlik ağacının, yeniden serpilip gelişeceğini ve kendi kendine ereceğini zannediyordu. Heyhât! O, son bir kere daha aldatıldığının farkında değildi.
İşte, Yaratıcıyı kabuldeki, haramlar ve mubahlar inancı, böyle alabildiğine soysuzlaşmış ve yılışıklaşmış neslin, herşeyden kâm alma felsefesine ters geldiği için; o, kendini ilhâdın kucağına atmakda ve onda Hasan Sabbah'ın yalancı cennetlerini bulmağa çalışmaktadır.
Geleceğin basiretli sevk ve idarecilerinin, mürşid ve muallimlerinin, ilhadı durdurma adına nazar-ı itibâre alacakları mülâhazasıyla yukarıdaki hususları arzettik. Yoksa, ne serserilik ve hezeyanın sebepleri bunlardan ibaretdir; ne de buna karşı yapılması gerekli olan tahşidat söylenenlere münhasırdır.
Başlayan bu yeni dönemde. milletimizin kendi kendini feth ve keşfetmesi dileğiyle!..
.
İnançsız birine önce neyi ve nasıl anlatmalı?
İnançsız birine önce neyi ve nasıl anlatmalı?
Sorunun cevabına geçmeden önce bazı hususları belirtmek fâideli olacaktır.
Evvelâ inançsızlığın çeşitleri vardır: Şahsın husûsî kanaati, iman karşısındaki davranışları; inanılacak şeylerin bütününe inanıp inanmama gibi hâlleriyle çeşitlilik arzetmektedir.
İman esaslarına karşı alâkasızlıkdan inançsız olan birisi, o esasları kabul etmeyen bir diğerinden farklı olduğu gibi bu da, o erkânın bütününü reddeden ve yok kabul edenden tamamen farklıdır.
Daha değişik bir ifâde ile bu hususu şöyle bir tertibe tâbî tutmak da mümkündür;
1- İnanılması gerekli olan şeylerin varlığını düşünmeden, sırf bir alâkasızlık ve lâubâlîlikden doğan inançsızlıkdır ki ; büyük bir kısmı îtibariyle muhâkemesizlerin, budalaların veya hevâ ve hevesinin esiri zelil ruhların ve sefil akılların işidir. İnanç adına bunlara birşeyler anlatmak oldukça zor, belki de imkânsızdır. Bunların davranışlarına insiyâkilik hâkimdir. Kitlenin ağır baskısıyla hareket eder, onunla oturur, onunla kalkarlar.
2- İnanç esaslarını kabul etmeyenlerdir. Bunlar hangi sâikle bu duruma gelirlerse gelsinler, münkir ve mülhiddirler. Her toplum içinde en kabarık olan da hemen hemen bunlardır.
3- İnanılması gerekli olan şeyleri yok kabul edenlerdir ki; eski devirlerdeki emsâllerine nisbeten, günümüzde bunların sayıları da oldukça fazladır.
Bu son iki bölümde ele alınan inançsızı, ayrıca;
a) Herşeyi maddeye irca eden ve hiçbir metafizik hâdiseye inanmayanlar,
b) Bazı metafizik ve parapsikolojik hâdiseleri inananlar, diye ikiye ayırmak da mümkündür.
İnançsızlık, günümüzde, azgınlaşan insanoğlunun en bâriz vasfıdır. Ve asrımızda gençliğin, bunalım sebeplerinden birisidir.
İnançsızlık bütünüyle bir felâket ve bütünüyle anarşinin temel rüknü ve kaynağıdır. Diyebiliriz ki, insanlık en huzursuz demlerini, en îmansız olduğu devrelerde yaşadı."Rönesansın" serâzâd efendileriyle, Fransız İhtilâlinin serserileri, tabakât-ı beşer çapında ilk inançsızlığı temsil eden ve onu yaygınlaştıranlar oldular. Daha sonra ise, müjik bir tip, ona bir "din" deyip sahib çıktı. Ve onu, bugün dünyanın dörtbir bucağında tutuşturulan fitne ateşlerinin kibriti ve çırası hâline getirdi.
Artık bir serserilik ve çılgınlık felsefesi olduğu iyiden iyiye anlaşılan günümüzdeki ilhâdın; içtimâiyatçılardan, iktisâdiyatçılardan daha çok, psikiyatristlerin üzerine eğilmeleri gereken bir mevzû olduğu kanâatindeyiz. Evet, psikiyatri kitaplarındaki deli tipleriyle, günümüzdeki inançsız neslin durumu karşılaştırılınca, buna hak vermemek elden gelmez.
Ne var ki, bu ne benim mevzuumdur, ne de sorulan soruyla doğrudan doğruya münâsebeti vardır. Ancak, hem bunu arzederken, hem de inançsızlığı basit bir tertibe tâbi tutarken, inancın dereceleri ve farklılığı gibi, inançsızlığın da dereceleri ve çeşitleri olduğunu göstermeye çalıştık ki, her inançsıza, her söylenen sözün derman olamayacağına, farklı inkârların farklı şekillerde ele alınması lâzım geldiğine ve her münkirin durumuna göre irşâdın yapılması zaruretine dikkatleri çekmiş olalım.
Binâenaleyh, inançsızlık içindeki farklılıklar kadar, irşad, uyarma ve ıslahda da, az çok birbirinden ayrı usûllere başvurmada fâide vardır. İyi bir uyarı ve irşâdın yapılabilmesi için, muhâtabın, yukarıda işaret edilen bölümlerden hangisine girdiğini önceden tesbit etmek bir kısım uygunsuz beyân ve falsoları önlemiş olur. İşin bu kısmı bir hekim hazâkati içinde ele alındıktan sonra inançsıza neyin ve nasıl anlatılması lâzım geldiği de, bir ölçüde belirlenebilir. Mâmâfih, biz yine de gerekli gördüğümüz şu hususları sıralamak istiyoruz:
1- Muhâtabın inançsızlığının nasıl bir inançsızlık olduğu; bütüne mi yoksa bazı rükûnlara mı râcî bıılunduğu hususunun tesbiti lâzımdır ki, etrafında tahşîdat yapılması lâzım gelen mes'eleye, gereken ehemmiyet verilmiş olsun. Bu arada körükörüne saplantısı olan veya lâubâlî bulunan biriyle de, boşurıa uğraşılıp vakit kaybına sebebiyet verilmesin.
2- Muhâtabın kültür seviyesinin, içtimâî ufkunun bilinmesi ve anlayabileceği bir dille kendisiyle konuşulması çok mühim bir unsurdur.
Kültür seviyesi oldukça yüksek birisine, daha az ma'lûmatı olan birinin bir şeyler anlatmağa çalışması, umumiyet îtibariyle aksülamel (reaksiyon) le karşılanır. Bilhassa günümüzde, enâniyeti çok inkişâf etmiş kimselere ve hele biraz da birşeyler biliyorsa, lâf anlatmak kâbil değildir. Böylelerine, kendi seviyelerinde birinin ve doğrudan doğruya onları muhâtab alıyor hissini de vermeden anlatılması gerekli olan şeyleri anlatmalıdır ki, maksat hasıl olsun.
Muhâtabın anlayabileceği bir dil kullanma da çok mühimdir. Günümüzde, düşüncedeki sakatlıklar, dilimize aksede ede, onu öylesine yıkdı ki, aynı vatan sınırları içinde yaşayan nesillerin, aynı dili kullandıklarını iddia etmek âdeta imkânsızdır. Vâkıâ; matbuât ve TRT'nin birleştirici unsurlar olarak tek-dil ve tek-stil mevzuunda müsbet bazı şeyler yapabilecekleri düşünülebilir. Ancak, çeşitli ideolojilere gönlünü kaptırmış, farklı grupların kendilerine göre kitabları, kendilerine göre gazete ve mecmuaları bulunduğundan zavallı nesiller kendi içine kapalı hizipler olarak yaşamaktan kurtulamamaktadır. Ayrı ayrı terminolojiler ve ayrı ayrı metodolojiler, nesiller arasında aşılmaz uçurumlar meydana getirmektedir.
Bu îtibarla, kendisine birşeyler anlatılması düşünülen kimsenin, hangi sözlere ve anlatma usûlüne, ne kadar âşinâ olduğunun çok iyi tesbit edilmesi lâzımdır. Yoksa, birbirini tanımayan iki yabancının, şaşkınlık içinde geçen musâhabelerine benzeyecek ki, çok da fâideli olacağı kanaatinde değiliz. Maksat ve maksada ışık tutacak terminoloji ve düşüncenin fevkalâde berrak olmasına bilhassa dikkat edilmelidir.
3- Anlatacağımız şeylerin, önceden çok iyi bilinmesi, hatta takdim edeceğimiz hususlar hakkında vârit olabilecek suallere, iknâ edici mâhiyette cevapların hazırlanması şarttır. Aksine, küçük bir falso, ehemmiyetsiz bir yanlış herşeyi alt-üst edebilir.
Bu arada bizim bilgisizlik ve görgüsüzlüğümüzle solgun görünen yüce hakikatlar, muhâtabımızın nazarında küçülür, değersizleşir ve söner gider. Daha sonra başkalarıyla, bu türlü biraraya gelme ve musâhabeler için de farklı bir bakış meydana gelmesine sebep olur ki; kanaatimce karşı taraf bir daha da böyle bir pozisyona düşmemeye gayret edecektir.
Böyle bir duruma sebebiyet veren şahıs, ne kadar da hüsnü niyetli olursa olsun hatası büyük sayılır. Kimbilir günümüzde böyle yarım mürşidlerden ötürü, ilhadda şartlanan ne kadar genç vardır!.. Eskiler; "yarım molla din götürür, yarım hekim de can" derlerdi. Aslında, yarım mürşidin zararı, yarım hekimden çok daha büyüktür. Zîrâ hekimin bilgisizliği veya yanlışı, kısacık maddi hayatı tehdit etmesine mukabil, mürşidinki çok uzun ve ebedî hayatı bozup mahvına sebebiyet vermektedir.
4- Anlatmada, diyalektik ve ilzâm yoluna katiyyen girilmemelidir. Ferdde enaniyeti tahrikeden bu usûl, aynı zamanda neticesizdir. Gönülde inanç nurlarının yayılıp gelişmesi, o imanı yaratacak Zât'la sıkı münâsebet içinde olmağa bağlıdır. O'nun hoşnudluğu ve görüp gözetmesi hesaba katılmadan, iddiâlı münakaşalar ve ehl-i gaflet usûlû münâzaralar hasmı ilzâm etme ve susturmağa yarasa bile, te'siri olabileceği kat'iyyen iddiâ edilemez. Hele böyle bir münâkaşa ve münâzara zemininin açılacağı başdan biliniyor ve oraya hazırlıklı ve yüksek gerilimle geliniyorsa.. böyleleri münâzaracıdan daha ziyade birer hasım halinde kinle oturur ve öfke ile ayrılırlar. Kalkarken de, iknâ olmamış gönüllerinde, anlatılmak istenen şeylere cevaplar araştırma düşüncesiyle kalkarlar. Ötesi ise mâlûmdur artık.. Dostlarına müracaat edecek, kitab karıştıracak ve bin yola başvurup, kafasına sokmağa çalıştığımız şeylerin cevaplarını araştıracaktır. Bu ise, onları inançsızlıkda bir kademe daha ileri götürecektir ki; irşadcının, asıl yapmak istediği şeye zıd bir duruma sebebiyet verilmiş olacaktır.
5- Anlatmada, muhâtabın gönlüne seslenilmelidir. Her cümle samimiyet ve sevgiyle başlayıp, aynı şekilde sona ermelidir. Karşımızdakine veya düşüncelerine yönelik herhangi bir huşûnet, anlatacağımız şeylerin tesirini bütün bütün kıracağı gibi, muhâtabı da küstürecektir.
Mürşid, hastasını mutlaka iyi etme kararında olan müşfîk bir hekim gibi, ona eğilen, onu dinleyen ve onun ma'nevi ızdırablarını vicdanında yaşayan, gerçek bir havârî ve hakikat eridir. Ses ve söz, bu anlayış içinde mûsikîleşir ve tatlı bir zemzem ile karşıdakinin gönlüne akacak olursa, onu fethettiğimizden emin olabiliriz.
Hatta muhâtabımızın mimiklerine ve işmîzazlarına dikkat kesilerek, kendimizi sık sık akord etmek suretiyle, onu bıkdıran, usandıran şeyleri tekrarlamamış oluruz.
Burada; şu nokta, asla hatırdan çıkarılmamalıdır:
Muhâtabımız yanımızdan ayrılırken, samimiyet gamzeden davranışlarımızı, tebessüm eden bakışlarımızı ve vücûdumuzun her tarafından akıp dökülen ihlâs ve inanışımızı alıp götürecek ve hiçbir zaman unutmayacaktır. Bir de buna, ikinci bir defa karşılaşma arzusunun duyulduğunu ilâve edecek olursak, anlatılması gerekli olan şeylerin büyük bir kısmını anlatmış sayılırız.
6- Muhatabın yanlış düşünceleri, isâbetsiz beyanları, gururuna dokunacak şekilde tenkid edilmemelidir. Hele, başkalarının yanında onu küçük düşürecek şeylere aslâ tevessül edilmemelidir. Maksat, onun gönlüne birşeyler yerleştirmekse, icâbında bu uğurda bizim onurumuz çiğnenmeli ve bizim gururumuz kırılmalıdır. Kaldı ki, karşımızdakinin "demine-damarına" dokundurarak, ona bir şey kabul ettirmek de katiyyen mümkün değildir. Aksine, onu her örseleyiş, bizden ve düşüncemizden uzaklaştıracaktır.
7- Bazen böyle bir inançsızı, itikadı sağlam, içi aydın, davranışları düzgün arkadaşlarla tanıştırma, bin nasihattan daha tesirli olur. Ancak, böyle bir yol, her inançsız için değildir. Bu itibarla irşadcı az-çok tilmizini tanıyıp ona göre bir metod tatbik etmelidir.
8- Bunun aksi olarak. davranışlarında gayri ciddi; düşüncelerinde tutarsız: Yüce Yaratıcıya karşı teveccüh ve huzuru zayıf kimselerle de asla görüştürülmemelidir. Hele, mütedeyyin ve bilgili geçindiği halde ibâdet aşkından mahrum, duygu ve düşünceleri bulanık kimselerle tanışıp temasa geçmesine katiyyen mâni olunmalıdır.
9- Onu, yer yer dinleyip kendisine konuşma fırsatı verilmelidir. Onun da bir insan olduğu düşünülerek, aziz tutulup fikirlerine müsâmaha ile bakılmalıdır.
Bir ferdin inancındaki keskinliği, kendi içine dönük olduğu nisbette onu olgunlaştırır, faziletli kılar. Dışa ve hususiyle birşey bilmeyenlere karşı ise onu kaçırma ve nefret hissi vermeden başka birşeye yaramaz.
Vâkıa, bâtıl fikirleri dinlemek ruhda yara yapar ve sâfi düşünceleri ifsâd eder. Ancak, bu türlü ezâya katlanmakla bir gönül kazanılacaksa, dişimizi sıkıp sabretmeliyiz.
Yoksa ona hakk-ı fikir, hakk-ı beyân tanımadan, anlatmayı daima elde tutacak olursak, meclis soluklarımızla dolsa taşsa bile, muhâtabın kafasına birşey girmeyecekdir. Bu hususda sevimsizleşen nice kimseler vardır ki; dibi delik kovayla su çekiyor gibi, dünyalar dolusu gayretine rağmen bir ferde istikâmet dersi verememiştir.
Veyl olsun, başkalarını dinleme nezâketinden mahrum konuşma hastalarına!
10- Anlatılan şeylerde, anlatanın yalnız olmadığını, kadîmden bu yana pek çok kimsenin de aynı şekilde düşündüğünü ifâde etmek yararlı olur. Hatta günümüzde bir-iki inanmayana bedel, bir hayli mütefekkirin sağlam inançlı olduğunu mutlaka anlatmak lazımdır. Hem, kavl-i mücerred olarak değil, misâlleriyle anlatmak lâzımdır.
11- Bu çerçeve içinde, anlatmak istediğimiz şeylerin ilki hiç şüphe yok ki: "Kelime-i tevhid"in iki rüknü olmalıdır. Ancak daha evvelki müktesebâtıyla veya o anda verilen şeylerle, kalben inanç ve iz'âna erdiği hissedilirse, başka hususlara geçilebilir.
İnanç babında gönlü sağlama bağlanmadıktan sonra, inkârcının her zaman tenkidine cür'et gösterebileceği mes'elelerin anlatılmasından katiyyen sakınılmalıdır.
Netice olarak diyebiliriz ki, inançsız'ın durumunu tesbit ettikten sonra, zikredilen usûl çerçevesinde birinci derecede anlatılması gerekli olan şeyler iman esasları olmalıdır. Bunlarda, gönlün itminana kavuşduğunu hissettikten sonra, diğer meseleleri anlatabilme imkân ve fırsatı doğmuş olur. Aksine, günümüzde olduğu gibi, "ata et, ite ot" vermelere veya yemek verme usûlü bilmeyen garson gibi, ilk defa sofraya hoşafları sıralama nevinden hatalı takdimler olacaktır ki, biz böyle bir takdimi, ne kadar beğenirsek beğenelim karşı taraf üzerinde menfî tesiri büyük olacaktır.
Bu yazıyı, millî duygu ve düşünceye susamış ve inançsızlık girdabı içinde her hareket edişte ölüm deliğine doğru yaklaşan biçâre neslimizin kurtarılma. vazifesini yüklenmiş muazzez maârif ordusuna armağan ediyoruz.
Müjik: Kaba,köylü tipli, Kus köylüsü.
Hazâkat: İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak.
Kavl-i mücerred: Delilsiz söz.
.
İnsanın ne zaman ve nasıl öleceği önceden belirlendiğine göre, onu öldürenin suçu ne?
İnsanın ne zaman ve nasıl öleceği önceden belirlendiğine göre, onu öldürenin suçu ne?
Herşey gibi ölümün de zaman ve keyfiyeti, önceden tesbit edilmiştir. Yani kâinat için vârid ve vâki olan herşey, insan, insanın hayatı ve ölümü için de vârid ve vâkidir. Belli yollarla varlığa erme, yine belli esaslar içinde varlığı sürdürme ve belli zaman sonra da sahneden çekilme, her varlık için kaçınılmaz bir hakikatdır. Herşey, çok geniş ve umumî bir kader dairesi içinde ve kendisi için belirlenmiş bir çizgide doğar, gelişir; sonra da söner gider. Bu, ezelî, değişmez bir yol ve ebedlere kadar da devam edecek bir çark ve nizamdır. '
Zerrelerden sistemlere kadar, hayret verici bir düzen ve baş döndürücü bir âhenkle işleyen şu koca kâinatın bağrında ortaya çıkarılıp geliştirilen pozitif ilimler, o ilimlere âid sâbit prensibler ve âlem-şümûl kâidelerle, herşey için böyle bir ilk belirleme, bir ta'yin ve takdîr açıkça müşâhede edilmektedir. Böyle bir ilk plânlama olmadan, ne kâinatdaki nizam ve âhengi îzâh etmek, ne de onunla alâkalı, müsbet ilimlerden herhangi birini geliştirmek mümkün değildir. Kâinatın alabildiğine hendesî, alabildiğine riyâzı; yânî, tesbit ve takdirlere göre hareket etmesi sayesindedir ki; fizik laboratuarında belli prensiplere göre araştırma yapmak, anatomiyi belli kâideler içinde mütalâa etmek ve anlatmak ve yine sâbit bir kısım kâidelerle, fezânın derinliklerine açılmak kâbil olmuştur.
Âhenksiz bir kâinatda, plânsız programsız bir dünyada ve nizamsız işleyen bir tabiat mecmuasında, pozitif ilimlerden hiçbirini düşünmeye imkân yoktur. Aslında ilimler mevcut olan bir kısım kâide ve prensiplere adese olmuş, onları göstermiş ve onlara belli ad ve ünvanlar kazandırmışlardır.
Bu ifade ile, ilimleri ve keşifleri küçümsemek istemiyoruz; sadece,onların yer ve ağırlıklarına dikkati çekerek, çok daha mühim hususların nazara alınması lâzım geldiğini belirtiyoruz ki; o da, ilimlerden ve keşiflerden evvel kâinatın sinesinde bir kalb gibi atan nizam ve âhenkdir. Bu nizam ve âhengi, bir ilk belirleme ve kaderî bir proğramla bütün cihanlara esas yapan kudret ve mübecceldir!
Bugün, bütün varlıklar için hükümfermâ görünen bu kanunları, insan topluluklarına tatbik etmek isteyen içtimaiyatçılar bile var. Böyle koyu bir kadercilik, daha doğrusu aşırı cebriyecilik her zaman tenkid edilecek bir mevzû olsa bile, âlem - şümûl bir âhenk ve bu âhengin dayandığı ezelî proğramı itiraf bakımından, oldukça ma'nidardır.
Aslında inanç ve itikada müteallik her hakikat, kendi kendine var ve hârici destek ve itiraflara dayanma ihtiyacından da çok muallâ ve müberrâdır. Ne var ki, bakışları bu türlü hâriciliklerle bulanmış, kalbi bunlara ait beyanlarla yerinden oynamış talihsiz neslimize"Yerine dön!" çağrısında bulunurken, onu başdan çıkaranların tenâkuzlarına, işaret yoluyla dahi olsa-temas etmekde fâideolacağı, kanaatindeyiz. Ve, işte bunun için sözü uzattık ve sadet harici beyanlarda bulunduk. Yoksa, bütün kâinatın fevkalâde bir tenâsüb ve uyumluluk içinde işlemesi, atomlardan, galaksilere kadar herşeyin göz doldurucu bir nizam ve intizamla hareketi, bütün eşyayı kıskıvrak bağlayan bir tayin ve takdire, bir hâkimiyet ve cebre delâlet etmektedir. Kuruldu kurulalı bütün dünyalar, bu mutlak hâkimiyete boyun eğmiş, O'nun iradesine râm ve O'na inkiyad üzere, hâlden hâle dönerek, bugüne kadar devam edegelmiştir.
Ancak, insan ve benzeri, irâde ve hürriyete sahib varlıklar için, ilk yaratılış tamamen cebrî ve sâir varlıklarla aynı çizgide olsa bile, daha sonra irâdeliler, irâdeleri altına giren hususlarda, emsâllerinden bütün bütün ayrılırlar. Böyle bir farklılıkdan ötürü de"önceden belirleme"nin ma'nâsı, insan ve benzerleri için değişik bir hüviyet alır. Ve, esasen sorulan soru da, insanın bu farklı yönünü sezememiş olmadan ve onu da tıpkı diğer eşya gibi mütalâa etmekden doğmaktadır. Bu îtibarla, insan ve sâir varlıklar arasında mevcut böyle bir farkı kavrama, kısmen dahi olsa, meseleyi halledeceği kanaatindeyiz. Gerisi, ilm-i İlâhî'nin bütün eşyayı çepeçevre ihâta etmesini kabûllenmekten ibaretdir.
Evet, insanın bir hürriyet ve irâdesi, bir meyil ve seçme istidâdı vardır. Ve o hürriyet ve irâde, meyil ve seçmeye göre; iyi ve kötü, sevab ve günah insana nisbet edilir. İnsan irâde ve isteğinin, meydana gelen neticeler karşısında, ağırlığı ne olursa olsun; o irâde, Yüce Yaratıcı tarafından bir şart ve sebep olarak kabûl edilmişse, onu hayırlara ve şerlere çevirmesine göre suçlu veya suçsuz olması; irâde dediğimiz şeyin hayra veya şerre meyil göstermesine dayanmaktadır. Bu meylin neticesinde meydana gelen hâdise, insanoğlunun sırtına vurulmayacak kadar ağır da olsa, o bu temayülle ona çağrıda bulunduğu için, mes'ûliyet ve cürüm de ona aittir.. O mes'uliyet ve cürümü önceden tâyin ve takdîr eden, sonra da belirlediği zaman içinde onu yaratan zât, mes'ûliyet ve cürümden muâllâ ve müberrâdır.
Meselâ, O Yüce Zât, iklimlerin değişmesi gibi çok büyük bir hâdiseyi, bizim nefes alıp vermemize bağlamış olup da, dese ki; "Eğer dakikada, şu miktarın üsti,inde nefes alıp verirseniz, bulunduğunuz yerin coğrafî durumunu değiştiririm. " Bizler, tenâsüb-ü illiyet prensibi açısından nefes alıp-verme ile, iklimlerin değişmesi arasında bir münâsebet görmediğimiz için, yasak edilen şeyi işlesek; o da, va'dettiği gibi iklimleri değiştirse, takatımızın çok fevkinde dahi olsa bu işe, biz sebebiyet verdiğimiz için, suçlu da biz oluruz.
İşte bunun gibi, herkes elindeki cüz'î irâde ve ihtiyâriyle, sebebiyet verdiği şeylerin ıieticeleı-inden ötürü, ya suçlu sayılır ve muâheze görür veya vefâlı sayılır mükâfâta mazhar olur.
Binâenaleyh, ölüme sebebiyet veren de suçlu olur; ulu dergâhda afvedilmediği takdirde de mutlaka muâheze görür.
Şimdi, biraz da meselenin ikinci şıkkı üzerinde duralım. Yani, Yaratıcının, herşeyi çepeçevre içine alan ilmiyle, insan irâdesinin tevfik edilme keyfiyetini...
Allah'ın ilmine göre, bütün varlık ve varlık ötesi herşey, sebeb ve neticeleriyle içiçe ve yanyanadır. O noktada, öncesonra; sebeb-netice; illet-ma'lûl; evlat-baba, bahar-yaz bir vâhidin iki yüzü hâline gelir. Ve yine o ilme göre sonra,önce gibi; netice, sebep gibi; ma'lûl de illet gibi; bilinir ve hükmedilir.
Kimin, hangi istikâmetde nasıl bir temâyülü olacak ve kim âdî bir şart ve sebebden ibaret olan irâdesini, hangi yönde kullanacak, bütün bunlar, önceden bilindiği için; o sebeblere göre meydana gelecek neticeler takdîr ve tesbit etmek, insan irâdesini bağlamamakta ve zorlamamaktadır. Aksine, onun meyilleri hesaba katılarak hakkında takdirler yapıldığı için, irâdesi kabûl edilmekte ve destek görmektedir. Nitekim, bir büyük zât, hizmetçilerine: "Sizler öksürüğünüzü tuttuğunuz zaman, şahâne hediyeler elde edeceksiniz; sebebsiz öksürdüğünüz takdirde ise, hediyeleri kaybetmekle beraber, bir de itâb göreceksiniz" dese, onların irâdesini kabûl etmiş ve desteklemiş olur. Aynen öyle de, Yüce Yaratıcı kullarından birine: "Sen şu istikâmetde bir meyil gösterecek olursan, ben de, senin meyil gösterdiğin o şeyi yaratacağım. Ve, işte senin o temâyülüne göre de, şimdiden onu belirlemiş bulunuyorum."Ferman etse, O'nun irâdesine ehemmiyet atfetmiş ve kıymet vermiş olur.
Binaenaleyh, "ilk belirleme" de irâdeyi bağlama olmadığı gibi, insanı, rızâsı hilâfına herhangi bir işe zorlama da yoktur.
Ayrıca kader ve ilk belirleme Allah (C.C)'ın ilmî proğramlarından ibaretdir. Yânî, kimlerin hangi istikâmetlerde meyilleri olacak, onu bilmesi ve kendinin yapıp yaratacağı şeylerle, bir plân ve proğram hâline getirmesi demekdir. Bilmekse, hâricde olacak şeylerin, şöyle veya böyle olmasını gerekdirmez. Hâricde olup biten şeylerin, şöyle veya böyle olmasını, insanın temayüllerine göre, yaratıcının kudret ve irâdesi îcad eder. Bu itibarla varlığa erip meydana gelen şeyler, öyle bilindikleri için varolmuş değillerdir. Bilâkis, var oldukları şekillerle bilinmektedirler ki; ilk takdîr ve ta'yin de, işte budur. Kelâmcılar bunu, "ilim, ma'lûma tâbîdir"sözüyle ifâde ediyorlardı. Yânî, nasıl olacak öyle biliniyor; yoksa öyle bilindiği için meydana gelmiyor. Nasıl ki, bizim, ilmî tasarı ve plânlarımız pratikde, tasavvur ettiğimiz şeylerin vücûd bulmasını gerektirmez. Öyle de, Yüce Yaratıcının tasarı ve plânları sayabileceğimiz ilk belirlemeler de, hâricde, herhangi bir şeyin varolmasını mecbûrî kılmaz.
Hâsılı; Allah, olmuş, olacak herşeyi ihâta eden geniş ilmiyle; sebebleri neticeler gibi; neticeleri de sebebler gibi bilmektedir. Kimlerin iyi işler yapmaya niyet edeceklerini ve kimlerin kötü şeylere teşebbüsde bulunacaklarını ve bu teşebbüs ve niyetlere göre neler yaratacağını belirlemiş ve takdîr etmiştir. Zamanı gelince de, mükellefin meyil ve niyetlerine göre, takdîr buyurduğu şeyleri dilediği gibi yaratacaktır.
Onun için, bir insanın nasıl ve ne zaman öleceğinin ve bir başkasının da bu fiile sebebiyet vereceğinin önceden ta'yin edilmiş olması, mesûliyeti giderici değildir. Zîrâ takdir, onun hürriyet ve irâdesi hesaba katılarak yapılmıştır. Bu itibarla da, cürmü kendisine isnad edilecek ve ona göre de, muâhezeye tâbî tutulacakdır.
Kaderle alâkalı, bu derin meselenin, bilhassa kendi kaynaklarında, tekrar tekrar mütâlâa edilmesi şarttır. Bizim bildiğimiz şey, selefin sağlam prensibleri içinde meselenin avam anlayışına intikal ettirilmesinden ibarettir.
.
İrade-i Külliyenin yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğu Kur’an-ı Kerim’de Allah’a ait olduğu Kur’an-ı Kerimde beyan olmuştur. Bunun yanı sıra, cüz’i iradenin insana verildiği malumdur. Hal böyle olunca, günah işleyen bir kişi kendi iradesine uyarak mı güna
İrade-i Külliyenin yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğu Kur’an-ı Kerim’de Allah’a ait olduğu Kur’an-ı Kerimde beyan olmuştur. Bunun yanı sıra, cüz’i iradenin insana verildiği malumdur. Hal böyle olunca, günah işleyen bir kişi kendi iradesine uyarak mı günah işler, yoksa Cenab-ı Hakk’ın İrâde-i Külliyesi mi günah işletir?
Meselenin kısaca ifâdesi şudur: İnsanın elinde irâde vardır. Biz buna ister cüz'î irâde, ister meşiet-i beşeriye, isterse insanın kesb (kazanma) gücü diyelim. Cenab-ı Hakk'ın yaratmasına da, küllî irâde, halketme kuvveti yani kudret, irâde ve tekvinin tasarrufu diyelim. (Bunlar Allah'ın sıfatlarıdır). Mesele, Cenab-ı Hakk'a ait yönü ile ele alındığında, âdeta, Cenab-ı Hak zorluyor da, olacak şeyler öyle oluyor, şeklinde anlaşılır ve bu suretle de, işin içine cebir giriyor. Mesele, insana ait yönüyle ele alındığı zaman ise,insan kendi işlerini kendi yapıyor, şeklinde anlaşılıyor ki, o zaman da işin içine "herkes kendi fiilinin hâlıkı" düşüncesinden ibâret olan mu'tezilî düşünce giriyor.
Kâinatta olup biten herşeyi Allah yaratır. Bu soruda "küllî irade" diye geçen şey de işte budur. Hatta, "Vallâhü halakaküm vemâ ta'melûn: Sizi de, işinizi de, Allah yarattı.. " Yani sizin de, sizden sâdır olan ef'âlin de Hâlıkı yalnız Allah'tır.
Meselâ: Siz bir taksi-yapsanız, bir ev inşâ etseniz, bu işleri yaratan Allah'tır. Siz ve ef'âliniz Allah'a aitsiniz. Ama ortaya gelen bütün bu işlerde, size ait bir husus da vardır ki, o da kesb ve mübâşerettir. Bu ise âdî bir şart ve basit bir sebeptir. Tıpkı dünyaları aydınlatacak dev bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunmak gibi... Bu durumda"Sizin hiçbir şeyiniz, hiçbir müdâhaleniz yok" denemeyeceği gibi, işin tamamen size ait olduğu da söylenemez. İş tamamiyle Allah'a aittir. Fakat, Allah size ait bu işleri yaratırken, sizin cüzî müdâhalenizi de âdi şart olarak kabul buyurmuş ve yapacağı şeyleri onun üzerine bina etmiştir.
Meselâ: Şu câminin içindeki elektrik mekanizmasını, Allah kurmuş; işler ve çalışır hâle getirmiştir. Yeniden bunu tenvir etme işi, ameliyesi de Allah'a aittir. Elektron akımlarından bir ışık meydana getirme, câmiyi tenvir etme birer fiildir. Ve bunlar da"Nıır'un-Nur, Münevvir'un-nur, Musavvir'un-Nur" olan Hz. Allah'a (C.C) aittir. Ama bu câminin aydınlanması mevzuunda, sizin de bir mübâşeretiniz vardır; o da Allah'ın kurduğu bu mekanizmada, Allah'ın ayarladığı düğmeye sadece dokunmanızdır. Sizin irâde ve takatınızın çok fevkinde, o mekanizmanın, tenvir vazifesi yapması ise tamamen Allah'a aittir.
Bir nümûne daha arzedelim: Meselâ; hazırlanıp, işler, çalışır, yürür hâle getirilmiş bir makina düşünelim ki; sadece çalıştırmak için onun düğmesine dokunma vazifesi, size verilmiş. O makinayı harekete getirmek ise, onu kuran ve inşâ eden Zât'a mahsustur. Binaenaleyh, beşere ait bu küçük mübâşerete, "kesb" veya "Cüz l irâde" diyoruz. Allah'a ait olana ise "halk etme, yaratma" diyoruz. Ve böylece bir irâde inkısâmı karşımıza çıkıyor:
A) Küllî irâde,
B) Cüz'î İrâde. İrâde dediğimiz ki; murad etme, dileme demektir, bu tamamen Allah'a aittir. "Vemâ teşâûne illâ en yeşâ Allah = Allah'ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz.Bu husus, yanlış anlaşılmasın. Biz böyle düşünürken, kulun da "bir parmak dokundurma denecek kadar irâdesi vardır" diyerek, tamamen cebrî bir determinizm'den uzaklaşmış bulunuyoruz. İşi meydana getiren Allah'tır, derken de. mûtezile mezhebi ve rasyonalistler gibi düşünmediğimizi gösteriyoruz. Bu suretle de ne Ulûhiyetinde, ne de Rubûbiyetinde Allah'a eş ve ortak koşmamış oluyoruz. Allah (C.C) nasıl ki, Zâtında birdir; icrâatında da birdir.. işini başkasına yaptırtmaz. Allah (C.C) her şeyi kendisi yaratmıştır. Fakat, teklif, imtihan gibi bir takım sırlar ve hikmetler için, beşerin mübâşeretini de şart-ı âdî olarak kabul buyurmuştur.
Meseleyi daha fazla tenvir için, bir büyük zâtın bu mtevzûda îrad ettiği bir misâli sunmak istiyorum. Diyor ki: "Sen bir çocuğun isteğiyle, onu kucağına alsan; sonra sana dese ki; beni falan yere götür; sen de onu oraya götürsen; o da orada üşüyüp hastalansa.. sana: "Beni niye buraya getirdin" diye itirazda bulunabilir mi? tabii ki bulunamaz. Çünkü; kendisi istedi. Üstelik ona: "Sen istedin" diyerek iki de tokat vurursun. Şimdi bu hususta çocuğun iradesi inkâr edilebilir mi? Elbette edilemez. Zira; o talep etti ve istedi. Ama onu oraya götüren sensin... Hastalanmayı da, çocuk kendisi yapmadı. Belki ondan sadece bir talep sâdır oldu. Binâenaleyh, burada hastalığı verenle oraya götüren ve bu işi talep eden birbirinden ayrılmış olur. Biz kadere ve insanın irâdesine bu mânâ ve bu anlayışlabakarız. "
İşin doğrusunu herşeyi takdir eden bilir.
.
Kâlû-belâ ne demektir?
Bu sözler, Yaradanın yaratdıklarıyla; hususiyle insanla olan mukâvelesine ait bir kısım sözlerdir ki, bu mukâvelede: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorulur. Karşılığında da: "Evet, Rabbimizsin" cevabı alınır.
Bu meselenin iki yönü vardır: 1- Bu soru kime ve nasıl sorulmuştur? 2- Ne zaman sorulmuştur?
Birinci şık itibariyle, birkaç mülâhaza arzedilebilir.
1- İnsan henüz hiçbir şey değilken "var olma" emrini alması ve onun da bu emre, "evet"demesi ki; tekvînî mâhiyetde bir soru-cevab ve bir mukâvele sayılır.
2- İnsan atomlar âleminde, hattâ bu âlemin de ötesinde parçacıklardan ibâret iken, herşeyi bir kemâle doğru sevkedip terbiyeye tâbi tutan Rabbülâlemîn, bu parçacıklara insan olma şevkini duyurarak, o istikâmetde onlardan bir söz ve mîsâk almasıdır ki; bu da, her zerrenin kendi tâkatının çok üstünde, Kaf dağından ağır yükleri omuzlayarak, Rabbin "varetme" teklifine "evet" demesinden ibâret sayılabilir.
Bu iki şekilde cereyan eden "soru-cevap" veya "teklif ve kabûl" söz ve beyânla değil gibidir. Buna binâen, bir kısım tefsirciler bu mukâveleye istiâre-i temsîliye tarîkiyle yapılmış bir mukâvele nazariyle bakmışlardır. Yani, sanki öyle denilmiş, öyle cevab verilmiş ve öyle hukûkî kıymeti hâiz bir sözleşme kabûl edilmiş; yoksa, beyânla ve yazışma ile yapılmış bir akid değildir.
Aslında, binbir çeşit hitab ve binbir çeşit cevab sahibi Rabbin, "hitab ve cevab" indeksini (fihristini) nazara almadan böyle bir hükme varmak, tekellüfden sâlim olamaz. Yeri gelince ona da temas edeceğiz.
3. Bu türlü bir ikrar isteği ve şehâdetde bulunma sözleşmesi, insanın kendini duyması ve kendinin, kendinden başka birşey olmadığını anlamasından ibâret, bir nefis ma'rifeti, bir"Nefsini bilen Rabbini bilir" hakîkatını temsil; bir mâhiyet âyinesiiıi seyre koyulma ve bu yolla şuûruna akseden rengârenk hakîkatların petekleşmesine şâhid olma ve bu şehâdeti ilân etmekdir. Ne var ki, bu îcâb ve kabûl; Bu söz verip-söz alma, bu duyma ve duyurma, çok açık ve hemen sezilecek gibi de değildir. Belki, çok îkaz ve tenbihlerte duyulup hissedilebilecek şeylerdendir ki; irşâdın ehemmiyeti de, bu noktadan ileri gelmektedir.
İnsana emânet edilen nefis veya benlik "ego", Yaratıcı'nın yüce varlığını bilmek ve îtiraf etmek için ona verilmiştir. Zaten onun varlığının gâyesi de bu bilme ve îtirafdan ibarettir. Binâenaleyh, insan, varlığıyla O'nun varlığını, sıfatıyla O'nun sıfatlarını gösterdiği gibi, kusurlarıyla O'nun kemâlini, ihtiyaçlarıyla O'nun servet ve gınâsını, aczi ve fakrıyla O'nun iktidar ve ihsanlarını gösterir. Bu bir ilk mevhibe ve ilk ihsandır. Bu ilk ihsana terettüb eden idrâk ve irfan ise, her varlıkda onun varlığını; her ziyâda O'nun nurunu hissetiği yüce Yaratıcı'yı, ilân ve i'tiraftır. Bu ise "elestü" ve "belâ" mukâvelesi demekdir.
Bu sözleşme, kudret ve irâdenin yazdığı muhteşem kitabın mânâsını anlama ve hâdisat satırlarının sırlarını kavrama neticesinde, âdeta bir "icâb ve kabûl" gibidir.
4. Bu sözleşme ve sözleşme içindeki suâl-cevab, cismâniyâta göre düşünülmemeli ve yine ona göre değerlendirilmemelidir. Hak (C.C) bütün varlıklara, kendi mâhiyetlerine göre emirler verir ve yine mahlûkatdan yükselen sesleri, sadâları dinler.. anlar ve yerine göre onları is'âf eder, yerine getirir. Kelâmî ıstılahla ifade edecek olursak; insan gibi ayrı ayrı dil ve lehcelerle merâmını ifade eden varlıkların her dediğini anlayan Hz. Allah (C.C), aynı zamanda, öyle ayrı ayrı lisan ve lehcelerle, onlara emirler verir, hrkikatları anlatır; insan ve kâinatı şerheder; yarattıklarından sözler alır, mîsâklar yapar ve mukâvelelerde bulunur ki, lâfzî kelâm ve beyanla yapılan bunların hepsi "kelâm-ı lâfzi ' cümlesindendir. Bir de. bize göre kelâm ve beyân olduğu açık olmayan, hayvanlara olan ilhamdan meleklerin mazhar olduğu ilâhî hitab tarzına kadar, Hakk'ın bir çeşit konuşması vardır ki, o da,"Kelâm-ı nefsi" nin ayrı bir tezâhür ve tecellîsidir.
Allah'ın, bu çeşit konuşması, insanın kalbine gelen esintilerden, melekler âlemine kadar çok geniş bir dâirede cereyan ediyor olmasına rağmen, her dâirenin "alma-verme"keyfiyeti başka başka olduğu için, bu dâirelerden herhangi birine gelen mesajı, ondan yükselen söz ve ifadeyi, bir başka dâireye göre ne duymak, ne de tesbit etmek mümkün değildir.
Aslında bizlerin, herşeyi duyabileceğini iddia etmek de çok yanlış bir kanaattir. Zira, bugün artık anlamış bulunuyoruz ki, bizler, duyulma cinsinden olan şeylerin ancak, milyonda bir kaçını duyabilmekte; görülebilecek şeylerden de ancak, o kadarını görebilmekteyiz. Bu demektir ki, bizim duyduğumuz ve gördüğümüz âlem, duymadığımız ve görmediğimiz âlemlere nisbeten hiç hükmündedir.
Bu îtibarla, Cenab-ı Hakk'ın zerrelerle konuşması; sistemlere emirler vermesi; terkibler, tahliller yapması, çok yüce buudlarda cereyan edip durduğundan bizim küçük ölçücüklerimizle tesbit edilmesi mümkün olmayacaktır.
Allah (C.C) zerrelerle mukâvele yapacak, moleküllerle mukâvele yapacak, hücrelerle mukâvele yapacak; atomlar âleminde, anne karnında, çocukluk devresinde mukâvele yapacak, fakat biz bunları, kendi ölçülerimiz içinde açık seçik olarak hiçbir zaman tesbit edemeyeceğiz.
Hele bu görüşme, insan ruhu ve o ruhda bir mekanizma olan vicdanla olmuşsa...
İnsan ruhu, müstakil bir varlıkdır ve bu husus bugün artık münakaşa götürmeyecek şekilde vüzûha kavuşmuştur. Çeşitli dallarıyla, bütün ilim dünyasını saran parapsikoloji, günümüzde ruhu, mevcudiyetiyle, fonksiyonlarıyla; düşleriyle, temennileriyle; ümitleriyle, emelleriyle öylesine merak mevzûu hâline getirdi ki, ondan bahsedilmedik bir sosyete salonu ve ilmî mehâfil kalmadı... Tamamen ayrı ve müstakil bir mevzû teşkil eden ruhun üzerinde başka zaman durduğumuz için, şimdilik mevzûumuzla alâkalı kısmına temas edeceğiz.
Ruh, insan bedeninden evvel ve bir bakıma zamanüstü mâhiyete sahib bulunduğundan, mîsâkla alâkalı icâb ve kabûl onunla yapıldığı takdirde, anlama ve anlatma kıstaslarımız içinde onu kavramamız katiyyen mümkün olmayacaktır. Evet, o rüyalardaki diline ve duymasına benzer şekiIde konuşuyor, telepatide olduğu gibi, ses titreşimlerine ihtiyaç duymadan muhâbere te'min edip anlaşabiliyor ve hatta bu husus kendine has ağırlığıyla, Sovyetler Birliği'nde dahi -materyalist bir dünya olması itibariyle çok ma'nidârdır- alâka görüyorsa, ruhun kendine mahsus konuşması kabûl ediliyor demektir. Bu farklı konuşma, farklı bantlara alınacak; farklı kasetlerde korunacak ve yeri geldiğinde kendine has hitâbetle ortaya çıkacak; kendi dilini kullanarak konuşacak ve yine nev'i şahsına mahsus (orijinal) tedâileriyle (çağrışım) ortaya çıkacaktır.
Binâenaleyh, "elest" bezminde de ruhlar Rab'le mukâveleye çağrıldılar. Cismâniyet berzâhı arada olmadığı için, herşeyi ayan beyan gördüler ve "evet" diyerek böyle bir mukâveleye imza attılar. Ancak günümüzde çokca bulunduğu gibi bir kısım kimseler, ruh kitabının vicdan bölümünü hiç kurcalamadıkları için böyle bir imzaya ve mîsâka rastlamadılar. Rastlamalarına da imkân yoktu; çünkü o âleme ne bir bakışları, ne de araştırmaları olmamıştı. Aslında, Kant'ın; yaratıcıyı tarif istikametinde yazılan bütün kitabları arkaya atarak, Bergson'un, umum kâinata sırt çevirerek dinlemek istedikleri sessiz kitab da işte bu idi... Ruh dinlenilecek; ruhun ilhamlarına kulak verilecek; vicdanın dilini anlama laboratuarları tesis edilecek ve şuûra akseden indeksde hakikat'ın çehresi görülmeye çalışılacak...
Bu kitab başlı başına yüce hakikatın en yanılmaz şâhidi ve mukaveleye imza atan âkiddir ama, böyle bir dili öğrenme cehdinden mahrum olanlara bunu anlatmak çok da kolay olmayacaktır.
Şayet kafalar şartlanmışlıkdan arınabilseydi, insan, vicdanının bu ilk mîsâka "evet"dediğini duyacak ve görecekdi. Aslında âfâkî ve enfüsî tefekkür ve araştırmalardan maksad da budur: Zihin kendi saplantılarından kurtarılacak; mefkûreye hürriyet kazandırılacak ve serbest düşünce adesesiyle vicdandaki bu ince yazılar okunmağa çalışılacak... Bu yolla kalbin derinliklerine bakmağa kendini alıştırmış nice kimseler vardır ki, iç-müşâhede ve iç duygularıyla, elde ettikleri vâridatı, hiçbir kitabda görmeleri mümkün değildir. İlâhî kitabların remiz ve işaretleri dahi, ancak bu adese altında kendilerine has renklilikleriyle zuhur ederler. Bu ufku göremeyen ve kendini aşamayanlar ise, bundan hiçbir zaman, hiç bir şey anlayamayacaklardır.
Şimdi, gelelim meselenin ikinci yönüne. Acaba bu mukâvele ne zaman yapıldı? Hemen arzedeyim ki; bu mevzûda, âyet ve hadis olarak birşeyin gösterilmesi oldukça güçtür. Ancak bir kısım tefsirciler'in, bir kısım beyanlarından bahsetmek mümkündür.
Bu îcâb ve kabûl, spermin dölyatağına seyahâtı esnasında olmuşdur. Ceninin insan şeklini iktisab ettiği zaman olmuşdur. Veyahud, çocuğun rüşde erdiği, kendini bildiği zaman olmuştur... ilh.
Bütün mütâlâaların kendilerine göre müdâfaa yol ve usûlleri de vardır. Ne var ki, bunlardan birini diğerine tercih ettirecek; hatta bunlardan başka bir diğer hususu râcih kılacak ciddi bir sebep göstermek de bir hayli zordur.
Bu misâk ruhlar âleminde olabildiği gibi, ruhun kendi atomlarıyla münâsebete geçtiği başka bir âlemde de olabilir. Embriyolojik safhaların herhangi bir devresinde olduğu gibi, rüşde erileceği âna kadar geçen her hangi bir devrede de olabilir...
Düne, bugünle beraber seslenen ve dünü bugünle beraber duyan ve dinleyen Allah (C.C) bütün bu devrelerin hepsinde de, bu misâkı almış olabilir. Bizler, vicdanlarımızın derinliklerinden gelen böyle bir sesi duymakta ve kalbimizin bu bezme şehâdetine muttali bulunmaktayız.
Ne var ki, mide, açlığını kendine has diliyle anlattığı, vücud, elem ve acılarını kendi kelimeleriyle dile getirdiği gibi, vicdan da kendi dilini kullanarak, kendi terminolojisine sâdık kalarak sözleşmelerden bahisler açıyor, duyduğu acı ve ıstırablar için inliyor;verdiği sözde sâdık kalmak için çırpınıyor ve muttasıl bir dalgalanma hâlinde heyecanlarını sürdürüyor. Bir çocuk gibi, iniltileriyle dikkati çektiğinde, kendini mes'ud ve tâlihli sayıyor; hâ(ini anlatamadığı, derdine nigehbân bulamadığı zamanlarda da inkisar içinde kıvranıp duruyor.
En yüce hakikata pırıl pırıl bir ayna olan gönül, ne zengin bir kütübhâne, ne muhteşem bir kayıt defteri, ne âlî bir mahfazadır ama; ondan anlayan mütâlâacının nazarında!..
.
Kur’an olmuş ve olacak herşeyden bahsediyor diyorlar.
Kur’an olmuş ve olacak herşeyden bahsediyor diyorlar.
Bu doğru mudur? Doğru ise, günümüzdeki bir kısım fen ve tekniğe ait meseleleri de bunun içinde mütalaa edebilir miyiz ?
Yüce Yaratıcı'nın, insanoğlunun öğrenmesine müsaâde ettiği ve onun maddî-manevî terakkisine vesile kıldığı herşeyden icmâlen bahsetmesi doğrudur. Ancak, Allah'ın (C.C) müsâade etmediği ve insanoğlunun da dünya ve âhiret hayatına bir fâidesi dokunmayan şeylerden söz etmesi, hele tafsilde bulunması asla bahis mevzuu değildir. Zîrâ, böyle birşeyi kabullenmek, hikmet dolu bir kitaba abes isnâd etmek olur ki, o mukaddes beyân bu türlü fâidesizlik ve abesiyetden çok muâllâdır!...
Kur'ân'ın ele alıp tahlile tâbi tuttuğu şeylerde, ta'kib ettiği bir yol vardır ki, o yol bilinmediği zaman, tahlilci çok defa hayâl kırıklığına uğrayabilir. Yani, aradığını onda bulamayabilir.
Bir kere, Kur'ân'ın en birinci hedefi, bu kâinat meşherindeki kelime, satır, paragraf ve kitablarla, meşher sâhibini tanıttırmak, iman ve ibâdet yolunu açmak; ferdî ve içtimâî hayatı düzenlemek; dünya saâdetinin, âhiretde dahi devam ve temadîsini te'min ederek insanı mutlak saâdete ulaştırmaktır.
Bu îtibarla o, bu yüce hedefi tahakkuk ettirme yolunda herşeyden bahisler açar. Ele aldığı şeyleri, o istikâmetde vesîle olarak kullanır ve ehemmiyetine göre onlardan söz eder. İnsandan, O'nun ehemmiyeti kadar; yıldızlardan derecelerine göre ve elektrikden kâmeti nisbetinde...
Böyle yapmayıp da o, sadece yirminci asrın "tabu"su sayılan bir kısım medeniyet hârikalarından bahsetseydi, pekçok şeyin anlatılıp tanıtılma hakkı zâyî olacak ve bir kısım sâbit hakikatlar, gelecek keşifler ve bilhassa insan, ihmâle uğrayacakdı. Bu ise, Kur'ân'ın, ruh ve maksad-ı aslîsine bütün bütün zıd bir keyfiyetdir.
Beşer için inen ve beşerin yaratıcısıyla münâsebetini onun ebedî saâdetini hedef alan Kur'ân, hedeflediği mevzûun azameti, genişliği ve hayâtîliği nisbetinde çok yönlü ve rengârenkdir. O'nun, bütün bu yönleı&127;ine âyine olabilmek için, kütübhâneler dolusu kitablar yazılmış ve tefsirler meydana getirilmiştir.
Edebî dâhiler, O'nun büyüleyici ifâdesine ve belâgat üstünlüğüne hayranlık destanları koşarken, nazarlarını âfâk ve enfüsde gezdiren ilim adamları, onun aydınlatıcı tayfları altında, eşya ve hâdiselerin hakiki yüzlerini görebilme ve anlayabilme bahtiyarlığına ermişlerdir. Psikologlar, sosyologlar, kitleler ve insan ruhuna âit en muğlak problemleri, onunla çözüme kavuştururken, ahlâkçı ve terbiyeciler de onu, bitip tükenme bilmeyen, alabildiğine zengin ve rengin bir menbâ kabûl etmiş, nesillerin terbiyesinde hep O'na müracaatda bulunmuşlardır.
Bu geniş ve zengin muhtevânın özüne uygun takdimini mevzuun mütehassıslarının pürüzsüz ve duru beyânlarına havâle edip, okuyucuyu, bu istikâmetde yazılmış kitaplarla başbaşa bırakacağım. Yoksa, bir seneyi aşkın bir zaman içinde ancak bazı hakikatları anlatılabilen Kur'ân'ı,bütün yönleriyle soru cevab sütununda ifâde etmenin kâbil olmayacağını, herhalde değerli okuyucularımız da takdir ederler.
Ancak, Kur'ân'ın bir yönü var ki; "Kur'ân muhtevâsı" deyince, daha ziyâde gençlerimizin aklına gelen de odur, o da, Kur'ân'ın fen ve teknikle, daha doğrusu pozitif ilimlerle alâkalı olabilecek yönüdür. Suâlde kasdedilen hususun bu olması itibariyle, biz de daha ziyâde o husus üzerinde duracağız.
Vâkıa, bu sahayı da bâkir sayamayız. Bu mevzûda şimdiye kadar yüzlerce eser yazıldı ve bunlarla Kur'ânî hakikatların yüzlercesine ışık tutuldu. Ancak pekçoğu îtibariyle, devrin, fen ve kültürünün tesirinde kalınarak kaleme alınan bu eserler, ihtivâ ettikleri tekellüflü te'villerden ötürü okuyucu tarafından hep kuşkuyla karşılanmıştır. Hele, sübut bulmamış nazariyeleri birer ilmî gerçek zannederek, Kur'ân'ın hakikatlarını onlara uydurmaya çalışmalar, bütün bütün Kur'ân'ı tahrif ve küçük düşürücü, mâhiyetde olmuştur. Oysa ki, Kur'ân'ın o mes'elelere dâir beyânı gayet açık ve az bir gayretle hemen herkesin anlayabileceği stildedir. Öyle ki, O'nu getiren Melekle, dağdaki çoban -letâifin zevki bir tarafa- ondaki ilâhî maksadı anlamada çok da fark göstermezler.
Bu îtibarla, onu anlatmada objektif olmak, ilâhî beyânın sağlamlık ve berraklığına sâdık kalmak ve onu vak'aların arkasından koşturmaktan daha ziyâde, bir endâm aynası hüviyetiyle hâdiselerin karşısına koymak esas olmalıdır. Dil, esbâb-ı nüzûl ve kelime nüansları bilinerek tahlîle tâbî tutmak, ilmî ıstılahlara girmediğinden ötürü garipsense bile, yanlış olmayacaktır. Bundan dolayıdır ki, sahâbe (R.A) tâbiîn ve İbn-i Cerîr gibi ilk müfessirlerin anlayışlarının, sübut bulmuş ilmî gerçeklere çok uygun olmasına karşılık daha mütefelsif (4) ve daha derin gibi görünen sonrakilerde, ilmin rûhuna uymayan tekelleflü te'villere raslanılmaktadır. Bu da bize yaşadığı devrin te'sirinde kalmadan, Kur'ân'ı anlatan tefsircilerin, onun rûhuna daha yakın olduğunu göstermektedir.
Şimdi de, arzetmeye çalıştığım şeylere birer misâl ve sorulan soruya da bir cevap teşkil etmesi maksadıyla, bir iki nümune takdim etmek istiyorum:
1- Ezelden ebede kadar herşeyi gören ve bilen Yüce Yaratıcı, evvelâ umumi mânâda geleceğin bir ilim ve irfan ve bunun zarûrî neticesi olarak da bir îmân devresi olacağına dikkati çekiyor. "Biz onlara, âfâkda (birbaştan birbaşa tabiatın sînesinde) ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, O Kur'ân in gerçek olduğu onlara iyice tebeyyün etsin." (Fussilet/53). İlk devirlerden günümüze kadar, bütün tasavvuf erbabının `mevrid' bilip sık sık mürâcaât ettiği bu âyet, bilhassa ilim gözüyle ele alındığında, tek başına bir mûcize olduğu kabul edilecektir.
Makro-âlemden mikro-âleme kadar, insanın araştırma ve düşünme sahası içine giren ne kadar şey varsa, gelecekte aydınlanan mâhiyetleriyle Kur'ân'ı doğrulayacak ve Yaratanın varlığını ve birliğini gösterecektir. Şimdi vitrinlerde teşhir edilen bu mevzû ile alâkalı yüzlerce kitaba bakınca, ilâhî beyânın süratle tahakkuk etmeye doğru gittiğini görüyor ve daha şimdiden, gelecekte anlaşılabilecek, tabiata ait binlerce dilin onu 'tesbîh ettiğini duyuyor gibi oluyoruz.
Vâkıa, bugün dahi pekçok hâdiselerin diliyle "yedi gök arz ve bunların içinde bulunanlar, O pu tesbîh ederler. O'nu hamdederek tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz, onların tesbîhlerini anlamazsınız. " (İsrâ/44) hakikatinden anladığımız şeyler, küçümsenmeyecek kadardır. Evet, atomların çözülen dili, bize pek çok şey ifâde ettiği gibi nebulaların tarrakalarından da, bir hayli şey anlamış bulunuyoruz. Ne varki, henüz bu âlemşümûl tesbîhi duyacak ve anlayacak kimselerin sayısı pek az, onu dünyaya duyuracak Kur'ân cemaatı da pek cılız bulunmaktadır.
2- Kur'ân'ın anne karnında ceninin teşekkül ve gelişmesini anlatması da fevkalâde enteresandır: "Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten şübhede iseniz biz sizi, toprakdan, sonra nutfe (sperm) den, sonra alaka'dan (embriyo), sonra yaratılışı belirli belirsiz bir çiğnem et parçasından yaratdık ki, size açıkdan göstereceğimizi gösterelim. . . " (Hac/5) . Başka bir yerde ise, kademe kademe anne karnında geçirilen safhalara parmak basılır ve aydınlık getirilir: "Andolsun ki biz insanı, çamurdan meydana gelen bir öz ve süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperma) olarak sağlam bir karargâha koyduk. Sonra nutfeyi alaka (embriyo) ya çevirdik. Arkasından alaka yı bir çiğnem et yaptık. Onun arkasından da, bir çiğnem eti kemik yaptık ve kemiklere et (adale) giydirdik. Sonra da onu başka bir yaratık olarak inşâ ettik (yani belli bir devreden sonra diğer canlılardan ayırarak istidâdına göre bir şekil verdik)': (Müminun 12-13-14). Bir başka âyetde ise; yine anne karnındaki değişik bir noktanın aydınlatıldığını görüyoruz: "Sizi annelerinizin karnında, üç karanlık içinde hilkatden hilkate (nutfe, alaka, mudğa) intikal ettirerek yaratmaktadır... " (Zümer/6) Bilindiği gibi rahim, dışından içe doğru üç dokudan meydana gelir: Parametrium, Miometrium, Endometrium. Bu dokular, su, ısı ve ışık geçirmez zarları sarmıştır. Kur'ân bu dokulara (zulmet) diyor ve insanın bu üç-zulmet içinde yaratıldığını ifâde ediyor.
Şimdi, modern anatomiye rehberlik yapmış olan bu âyetlerdeki özlü ifâdelerle hekimlerimizi başbaşa bırakıp ayrı bir hususa intikal edelim.
3- Kur'ân, sütün meydana geliş keyfiyetini de süt gibi dupduru ve berrak olarak anlatmaktadır: "Hayvanlarda da sizin için ibretler vardır. Onların karınlarından fers (yarr hazmedilmiş gıdalar) ile kan arasından tertemiz, içenlere içimi kolay süt içiriyoruz. " (Nahl/66) Alınan gıda maddelerinin, evvelâ yarı hazmı ve sonra emilen maddelerin, süt guddelerinde ikinci bir ameliye ve tasfiyeyi, Kur'ân, kelimesi kelimesine nakletmektedir.
4- Bir diğer mucizevî beyânı da, herşeyin bir erkek, bir de dişi olmak üzere çift çift yaratılmış olmalarıdır. "Ne yücedir O ki, toprağın bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve daha bilemedikleri nice şeyleri hep çift yarattı." (Yasin/36) Canlılardaki erkeklik dişilik öteden beri biliniyordu; ama, otların, ağaçların "ve daha bilemedikleri nice şeyler" sözüyle atomlara, bulutlara kadar pozitif ve negatif çiftini ta'mim, oldukça düşündürücü ve hayret vericidir. Kur'ân daha başka âyetleriyle de herşeyin çift olması esası üzerinde ısrarla durmaktadır. Arzedilen nümûnenin kâfi geleceği kanaatiyle diğer bir âyete geçmek istiyorum.
5- Kur'ân, kâinatın hilkati mevzûunu da, yine kendine has üslûbla ele alır: "İnkâr edenler görmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi; biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. . " (Enbiva/30)
Bu anlatış o kadar berrakdır ki, ne dünkü Kant ve Laplas'ın, ne de modern çağın Asimow'larının faraziyeleriyle asla kirletilmemelidir.
İster hilkatin ilk maddesi esîr olsun, ister bütün kâinatlan dolduracak kadar kocaman bir sehabiye "kaos" olsun; ve, sonra ister hayata dâyelik yapan su, dünyadan yükselen gaz ve buharların, tekrar yağmur şeklinde geriye gelip denizleri teşkil ederek, canlılara müsâit vasat ve menşe olsun, ister başka şekilde meydana gelsin... Kâinatın, bir bütünün parçaları ve birbirine nümûne ve misâl tek hakikatin yaprakları olduğu anlatılıyor ve Kaliforniya çınarlarından insanlara kadar, vücudun dörtte üçünü teşkil eden suyun, hayatiyet ve ehemmiyetine parmak basılıyor.
6- Bütün kâinat içinde yıldızımız güneşin, ayrı bir ehemmiyeti vardır. Ve, Kur'ân, onun en mühim bir yanını dört kelimelik bir cümle içinde şöyle ifâde ediyor: "Güneş de kendi müstekarri (yani kendine tâyin edilen çizgide ve belli bir zaman içindeki muayyen istikâmet ve hareketi) içinde akrp gider. " (Yâsin/38)
Bu beyân, güneşin kendine tahsis edilen yörüngede akıp gittiğini anlattığı gibi, başka bir ağırlık merkezine doğru kayıp durduğunu da ifâde etmektedir. Aynı zamanda, vazîfesini bitirdikten sonra karar kılıp bir yerde duracağına da dikkat çekmektedir.
Kur'ân kelimelerinin zenginliğindendir ki, böyle dört sözcük ile pek çok hakikat ifâde edilir ve pek çok karanlık mesele vüzûha kavuşturulur. Böyle büyüleyici ve belîğane ifadelerinden bir tanesi de, mekân genişlemesiyle alâkalı olan âyetdir.
7- "Göğü kendi ellerimizle (kudret ve irâde) yaptık. Ve, Biz onu, devamlı genişletmekteyiz." (Zâriyat/47) Yine dört kelime, âlemşümûl bir meseleye dikkatimizi çekiyor. Siz, bu hususu, ister Huble'nin katsayısıyla îzâh edin; ister başka bir yolla; gök cisimleri arasındaki mesâfenin gittikçe arttığını anlatan âyet, kelimeleriyle, terkibiyle dupdurudur ve ne dediği de apaçıktır.
8- Bir diğer âyette ise, bu yaklaşma, uzaklaşma ve birbiri içinde dönüp durmadaki, îtibârî kanuna dikkat çekilmektedir. "Allah O'dıır ki, gökleri görebileceğiniz bir direk olmadan yükseltti.. " (Ra'd/2) Bir nizam içinde hareket eden sistemler, yıldızlar ve peykler, bir kâide ve direk üzerinde hareket etmektedirler ama, o direk bizim görebileceğimiz bir direk değildir. Bu direk cisimler arasındaki itme kanunudur (ani'1-merkez) . Hacc, 65'de ise, gök cisimlerinin yer üzerine düşme durumunda olduğunu, fakat Allah'ın müsâade etmediğini anlatıyor ki; bu da, cisimler arasındaki çekme kanunudur.
Bu mevzûda ister Newton'un "câzibe-i umumiye"si açısından, isterse modern astronomi çağının "hayyiziyle" ele alınsın anlatılan şey fevkalâde açık ve seçiktir.
9- Günümüzün aktüel meseleleri arasında mühim bir yer işgal eden, ay'a seyahat mevzuu da bir işâretle hissesini alıyor zannındayım. "Dolunay şeklini alan aya kasem ederim ki, siz mutlaka, tabakadan tabakaya binecek (yükselecek)siniz." (İnşikak/18-19). Daha önceleri tefsirciler "hâlden hâle, şekilden şekile uğrayarak değişiklikler göreceksiniz" tarzında uygun bir mânâ vermişler ise de biz aya kasem edildikten sonra, sibâk îtibariyle yukarıda gösterilen mânânın daha muvâfık olacağı kanaatindeyiz.
10- Küre-i arzın şekil değiştirmesiyle alâkalı beyân da fevkalâde câzibdir: "Bizim, yere gelip onu uçlarından eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Gâlib gelen onlar mı, yoksa biz mi? (Enbiya/44)."
Yerin uçlarının eksilmesi; yağmur, sel ve rüzgârlarla dağların aşınmasından daha ziyade, kutub bölgelerinin basıklaşmasından ibaret olsa gerektir.
11- Son bir misâl de ay ve güneş benzerliklerinden verelim: "Biz gece ve gündüzü iki âyet (alâmet) yaptık. Gecenin âyetini (ayı) sildik; gündüzün âyetini aydınlatıcı kıldık. " (İsra/ 12) .
İbn-i Abbas, gecenin âyeti ay, gündüzün âyeti de güneşdir, diyor. Bu îtibarla gecenin âyetini sildik" sözünden, bir zamanlar ayın da güneş gibi ışık veren bir peyk olduğunu, ısının bulunduğunu; daha sonra Yüce Yaratıcının, O'nun ışık ve ısısını söndürdüğünü anlatıyor ki; bir yönüyle ayın geçmişini dile getirirken, bir yönüyle de, diğer yıldızların kader ve âkıbetlerine işaret etmektedir.
İşaret edilen bu bir kaç nümune gibi, Kur'an'da daha pekçok âyetler vardır ki, hem insanı alâkadar eden her mevzuun -hiç olmazsa- icmâli Kur'ân'da bulunduğunu, hem de bu meselelere dair, İlâhî beyânın herkesin anlayacağı şekilde, fakat beşer için ifâdesi imkânsız mûcizevî olduğunu göstermektedir.
İlerde iktidarlı birisinin, Kur'ân'ın bu kabil âyetlerini, zikredilen ölçüler içinde tefsir edeceği ümidiyle, ben daha fazla tasdî etmek istemiyorum.
.
Kur’an-ı Kerim’de “Kime delalet murad edersem, delaletten ayrılmaz; kime hidayet murat edersem, delaletten ayrılmaz” deniliyor, hem de “İnsanoğluna akıl, fikir verdim, iradesini kendi elime bıraktım, ayrıca doğru yolu da eğri yolu da gösterdim. Hangi...
Kur’an-ı Kerim’de “Kime delalet murad edersem, delaletten ayrılmaz; kime hidayet murat edersem, delaletten ayrılmaz” deniliyor, hem de “İnsanoğluna akıl, fikir verdim, iradesini kendi elime bıraktım, ayrıca doğru yolu da eğri yolu da gösterdim. Hangisinden giderse gitsin” deniliyor. Bunlar nasıl telif edilir?
Bu soruda iki şık var: Birincisi Cenâb-ı Hak külli irâdesiyle nasıl diliyorsa, öyle mi oluyor; yoksa insan kendi iradesiyle mi yapıyor? Bu sorudaki âyet şöyledir: "Men yehdillâhu felâ mudille leh. Ve men yudlil felâ hâdiye leh: AIlah (C.C) bir kimseyi hidayete erdirirse kimseonu saptıramaz. O kimi de, dalâlete iterse, kimse onu hidayete getiremez. " Mânâ olarak, hidayet: Doğru yol, rüşd, Nebîlerin gittiği istikâmetli şehrahdır. Dalâlet ise, sapıkların yolu; doğru yolu kaybetme ve istikametten ayrılma demektir.
Dikkat edilirse, bunların her ikisi de birer iş, birer fiildir. Ve beşere ait yönü ile birer üf'ûle, birer fonksiyondur. Bu îtibarla, bunların her ikisini de Allah'a vermek iktizâ eder. Arzettiğimiz gibi, her fül Allah'a râcîdir. Ona râcî olmayan hiçbir iş gösterilemez. Dalâleti, Mudil isminin iktizâsıyla yaratan, hidâyeti, Hâdi isminin tecellisine bağlayan ancak Allah (C.C)'dir. Evet, ikisini veren de Haktır.
Ama, bu demek değildir ki; kulun hiçbir dahli, mübâşereti olmadan, Allah tarafından cebren dalâlete itiliyor veya hidâyete sevk ediliyor da, o da ya dâll (sapık) veya râşid (dürüst) bir insan oluyor.
Bu meseleyi kısaca şöyle anlamak da mümkündür. Hidâyete ermede veya dalâlete düşmede, bir ameliye ne kadarsa; meselâ: Bu iş on ton ağırlığında bir iş ise, bunun aşr-ı mi'şârını dahi insana vermek hatadır Hakiki mülk sahibi Allah'tır ve o iş mutlaka mülk sahibine verilmelidir.
Müşahhas bir misâl arzedeyim: Allah hidayet eder ve hidayetinin vesileleri vardır. Camiye gelmek, nasihat dinlemek, fikren tenevvür etmek, hidayetin birer yoludur. Kur'ân-ı Kerim'i dinlemek, mânâsını tedkik edip derinliklerine nüfuz etmek de hidâyet yollarındandır. Resûl-i Ekrem'in (S.A.V) Huzur-u Risâlet-Penâhilerine gitmek, rahle-i tedrisi önünde oturmak, onu can kulağı ile diniemek; keza, bir mürşidin rahle-i tedrisi önünde oturmak, onun cennetâsâ iklimine girmek, onun gönülden ifâde edilen sözlerine kulak vermek ve ondan gelen tecellîlere gönlünü ma'kes yapmak, hidâyet yollarından birer yoldur. İnsan bu yollarla, hidâyete mübâşeret eder. Evet, câmiye geliş küçük bir mübâşeret olsa da, Allah (C.C) camiye gelişi hidâyete vesile kılabilir. Hidâyet eden Allah'tır; fakat, bu hidâyete ermede Allah'ın kapısını, "kesb" ünvanıyla döven kuldur.
İnsan, demhâneye, meyhâneye, puthâneye gider; böylece "Mudill" isminin kapısının tokmağına dokunmuş ve "Beni saptır" demiş olur. Allah da murad buyurursa onu saptırır. Ama dilerse engel çıkarır, saptırmaz. Dikkat buyurulursa, insanın elinde o kadar cüz'i birşey vardır ki, bu ne o hidâyete ne de dalâlete hakiki sebep olacak mahiyette değildir.
Şöyle bir misâl arzedeyim: Siz, Kur'ân-ı Kerim'i ve vâz u nasihatı dinlediğiniz keza, ilmî bir eser okuduğunuz zaman, içiniz nûra gark olur. Halbuki bir başkası minarenin gölgesinde ezân-ı Muhammediyi duyarken, vâz u nasihati işitirken, hatta en içten münâcatlara kulak verirken rahatsız ve tedirgin olur da; "Bu çatlak sesler de ne?" diye ezanlar hakkında şikayette bulunur.
Demek oluyor ki; hidâyet eden de, dalâleti veren de Allah'tır (C.C). Ama bir kimse delâletin yoluna girdiyse, Allah (C.C) da, binde 999,9 ötesi kendisine ait işi yaratır; -tıpkı düğmeye dokunma gibi- sonra da insanı, dalâlete meyil ve arzusundan ötürü ya cezalandırır, veya afveder.
.
Kur’an’ın “Oku” diye başlamasında ne hikmet görüyorsunuz?
Kur’an’ın “Oku” diye başlamasında ne hikmet görüyorsunuz?
"İkrâ = Oku" İlâhi emri, O en şerefli varlığın zâtında tecellî ile beşere emanet edilen sonsuz kemâlata muhâtab ve mükellef olmak için bir vazife verme ve bir dâvettir.
Müşâhede edilecek, mânâ ve muhtevası anlaşılacak, anlaşıldıkça da, Hâlık'ın nizam ve kudretinin büyüklüğüne ihtişâm ve güzelliğine vukûf kazanılacak olan bu kâinat, Levh-i Mahfûz'un (1) bir tecellîsi ve yansımasıdır.
Allah, insan hâricindeki canlı ve cansız her varlığı "kalem" olarak vazifeli kılmış, böylece de, her varlık kendisine tevdî edilen, kendisinde tecelli eden vak'aları kaydetmiş ve kaydetmektedir.
Canlı ve cansız her varlık bir kitaptır. Bu îtibar iledir ki, "Gör, müşâhede eyle" suretinde değil de "Oku" şeklinde bir emir vâki' olmuştur. Zîrâ, kitap ancak okunur. Her biri birer kitap olan varlıklar ile dolu ve pınl pınl bu kâinat, elbette ve muhakkak ki, ilâhî bir kütüphânedir. İnsandan gayri bütün varlıklar sadece "yazmak" ile mükellef tutuldukları hâlde, insan, hem yazmak ama ve hele mutlaka "okumak" vazifesi ile şereflendirilmiştir.
İlim, kâinatta tecellî ede gelen nizâm ve değişik şekilde tecellî eden şeylerin birbiriyle olan münâsebetlerini idrakdan ve bu idrakların tasnîfi ve bir araya getirilmesinden ibaretdir. Kâinattaki bu nizam, nizamdaki ehemmiyetli hassasiyet ve muvâzene, kat'iyyen rastlantılara verilemez. Binâenaleyh, böyle, bir nizamın elbette bir kurucusu ve vaz'edicisi vardır hem de, varlığı herşeyden daha ayân bir kurucu.
Her nizam, ortaya konmadan önce tasavvur edilir. Tıpkı, kâğıda dökülüp çizilmeden önce bir mimarî plânın, mi'mar dimağında tasavvur edilmiş olacağı gibi... Beşerin kesâfetli yapısı ve düşüncesi, bu tasavvur ve var olmaya nasıl bir şekil verir, o bir tarafa; Kâinat çapındaki bu nizâm, Levh-i Mahfûz ise, Mukayyed nizâm da, Kur'ân-ı Kerim'dir ve Levh-i Mahfûz'un âyinesidir.
Buna göre insan okuyacaktır. Okudukça anlamaya çalışacak, zaman zaman yanlış anlayacak, hatalar yapacak; tecrübelere girişecek; hatâ-sevâb potasından geçirdiği ilim cevherini itimat ve güvenirliğe, emniyet ve sağlamlığa ulaştıracaktır. Bakmak başka, görmek başka; anlamak başka, anladığını kabullenip şuur ve gönlüne mâl etmek başka; bütün bunlardan sonra tatbik etmek başka ve tatbik ettiğini de gayra teslim ve tevdî etmek tamamen başkadır.
Evet, idrakla ilgili bütün bu başkalıklar dâima olup durmaktadır. Zîrâ, kâinatta birçok kanunlar vardır ve bunlar, kanun Vâzı'ı tarafından fevkalâde bir âhenk içinde cereyan ettirilmektedir. Bunların birkaçı şunlardan ibarettir:
1- Tek'den çok'a gidiş,
2- Çoklar arasında benzerler, farklılar ve zıtların bulunuşu,
3- Zıtlar arasında faâl bir denge ve âhenk,
4- Münâvebe (peşipeşine vazife devir teslimi),
5- Öğrenme, unutma ve yeniden öğrenme,
6- Cehd ve gayret,
7- Tahlil ve terkib, (çözülüp-sentezlenme)
8- İlham ve inkişaf, (içe doğma ve açıklığa kavuşma) . İnsan, bu kanunların bütününe tâbidir. Bu îtibar iledirki, elbette çok insan olacaktır ve insanlar arasında benzerler, farklılar ve zıtlar bulunacaktır. Kezâ; insanlar arasında benzer, farklı fikir, görüş, inanış, davranış ve hareketler de olacaktır. Ancak bütün bu fıtrî zıtlıklar durgun, boş değil, canlı ve faâl bir muvâzene içinde olacaktır.
Yine bu îtibar iledir ki, sadece imanı hedef alan bir gidişin ilmi kaybetmesi ve sadece ilmi hedef alan bir gidişin de imânı ihmâl ve kaybetmesi vukû bulacaktır.
Yine bu îtibar iledir ki, ilim ve cehil, ikrâr ve inkâr, fazilet ve redâet, &127;21 zulüm ve adâlet. muhabbet ve nefret, mücâdele ve barış içinde olma. gevşeklik ve atâlet muhtevâlı (31 bir tevekküle dayalı yaşayış temposu ve davranış tarzına mukâbil: her şeyi insanın yapabileceği inancına dayalı sabırsız bir sür'at, haşin bir "bozup-yapma, yıkıp-kurma" ihtirâs ve cinneti gibi esasların ve hâllerin peşipeşine gelmesi, münâvebesi de vukû bulacaktır.
Yine bu îtibar iledir ki; hattâ o Müstesnâ varlık, beşerin Medâr-ı iftihârının öğrettikleri dahi unutulabilecek; ama mutlakâ yeniden hatırlanıp yeniden öğrenilecektir. Kezâ; böyle bir cüz'lere ayrılma, bir tahlil, bir çeşitlenme, bir çoklaşma sonunda, elbette bunda da bir yeniden ele alma bir terkib cereyan edecek ve elbette bir ilhâm, bir zuhûr da olacaktır.
Bütün bunlar olmuştur, olmaktadır ve aralıksız olmaya devam edecektir. Hazret-i Mûsa'ya içtimâî ilimleri ve içtimâiyâtın sıhhatle devamını mümkün kılacak olan emirler "On emir", Hazret-i İsâ'ya beşerî münâsebetlerde yumuşaklık, şefkat, muhabbet ve müsâmahâ, sabr u tahammül; Hazret-i Peygamber'e (S.A.V) bütün bu hususlara ilâve olarak ilim, irâde, hikmet, muvâzene, te'lif, terkîb, özlü anlatma (icmâl) ve eksiksiz ifade (tekmîl) bahşedilmiş idi.
Bu îtibar iledir ki; müslüman olmak diğerlerinden bir bakıma daha külfetli, daha mes'ûliyetli, ama bir o kadar da lâtif ve yüksektir. Zirâ, içtimâî esaslar yanında, muhabbet ve müsâmahâ, hilm-ü şefkat; sabr-u tahammül yanında. ilim, irâde, hikmet, denge, te'lifci ve terkibci olmak gibi daha yüksek hususiyetıeri de gerektirmektedir.
Bundan ötürüdür ki; Fizik, Kimya, Astronomi, Biyoloji gibi ilimler sahasında yapılan keşifler, temin edilen terakkiyât, sonunda Levh-i Mahfûz'da tasavvur edilip, Kur'ân-ı Kerim'de kayda tâbî tutulan ve kâinatta yer yer ve peşipeşine tezâhür eden esaslardan bazılarının anlaşılmasına ve genişçe idrâk edilmesine hizmet ettiğinden dolayı, bütün ehl-i keşif ve himmeti tebrik ve takdir gerektir. Ancak, böyle bir hizmetin, kazanç ve muvaffakiyetine mukâbil, Hâlık ve Nâzım'ı inkâr, ilâhî ilhâm ve irşâdı red, insanı ilâhlaştırma, insan irâdesini mutlâk hâkim kılmak gibi bir kayba ve dalâlete düşmekten, insanlığı korumak da icâb edecektir.
Fizik ve Kimya laboratuvarlarında yapılan tecrübelere, öğrenilmiş kanunlara uyularak, fizik, kimya ve biyoloji vak'alarına yeni istikâmetler verilmezse, ibdâ ve ihtirâda (4) bulunmak muvaffakiyetine istinâden, gittikçe sabırsızlaşan, gittikçe hızlanan, gittikçe küstahlaşıp mes'ûliyetsizleşen, bir cüret ve keyfîlik üzere, insanı ve insan cemiyetini dahi, bütün bütün kaybetme ihtimâli var. Evet, değişik tecrübelere tâbi tutulma sath-ı mâilinde yuvarlanmakta olan bugünün beşer ölçülerine karşı, insanın bir "laboratuvar hayvanı", insan cemiyetinin de bir "laboratuvar" olmadığını lâyıkiyle hatırlamak lâzımdır.
Mevcut ilimleri donukluk ve durgunluktan, kuruluk ve abesiyetten kurtarmak; evvelâ ilimlere esas teşkil eden mes'elelerin lâyıkiyle anlaşılmasına yardım edecek; sâniyen insan irâde ve zihninin payına düşeni edâ, his ve kalbî sezişlerini, bir iç müşâhede ile müşâhede ettirmiş olacaktır.
O zaman işleyen aydın bir enfüs fasîh bir lisân kesilecek ve karşısına konulmuş kâinatı kelime - kelime, satır satır okuyacak, tıpkı bir kitap gibi. Zâten kâinatı bir kitaptan farklı görmek de âdeta imkânsızdır. Hele hele tekvînî emirlerde ilk yaratılan "kalem" olarak anlatılıp da, tenzîlî fermanda da ilk emir "oku" olursa...
Ne var ki, bu mesele, zannedildiği kadar kolay da değildir. Zâhirî ve bâtınî hassaların faâl ve vak'alar karşısında titiz oldukları nisbette bir duyuş, bir görüş olsa bile, bu hassalardan bir tanesindeki ârıza büyük ölçüde diğerlerini de tesirsiz kılar.
Onun için Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyân'da körlük, sağırlık ve dilsizlik beraber zikredilir. Zirâ tekvînî emirler gözle okunduğu gibi, tenzîlî emirlerin ilk ma'kes bulacakları esrarlı perde de kulaktır. Ve bu müşâhede ve duyuşa tercüman ise lisândır.
Binâenaleyh, âfâk ve enfüsü göremeyen, kulağına geleni de duymayacak, duysa da anlamayacaktır. Kezâ; kulağına çarpan ilâhî emirlerle uyanmamış bir gönül, Şeriât-ı Fıtriye ile abes olarak iştigalden kendini kurtaramayacaktır.
Demek ki "oku", bir bütünleşmenin ve bütünleştirmenin; bir müşâhede ve değerlendirmenin; bir görme ve onun yanında sezmenin, sonra da bu iç irfâna dili tercüman kılmanın ifâdesi oluyor ki, bizim için bir ilk emir olması, ne kadar mânidardır.
Ehemmiyetine binâen uzun anlatıldı ve yer yer sadet harici mevzûlar kurcalandı.Tekrâren mütalâası bizi ma'zur gösterir ve affettirir ümidini beslemekteyiz.
..
Neden herşey ölüme dayalıdır? Mesela; canlıların hayatı, bitkilerin ölümüne; insanların hayatı hayvanların ölümüne..
Neden herşey ölüme dayalıdır? Mesela; canlıların hayatı, bitkilerin ölümüne; insanların hayatı hayvanların ölümüne...
Eşyada tasarruf eden Zât'ın israf etmemesinden, en süflî şeylerden dahi en nâdide varlıkları îcad etme âdetinden; herşeye daimî yenilikler bahşetmesinden ve bütün varlıkları kamçılayıp tekâmüle sevketmesinden, bir baştan bir başa varlık âleminde her grubu bir tulû ta'kib etmektedir. Tıpkı, yer dilimlerinden gündüzün geceyi kovalayıp durması; ışık, yerini karanlığa terketmesi ve bu baş döndürücü nizamdan daima yeni, taze ve usandırmayan semerelerin alınması.. ve daha pek çok yüce maksadlar için, Güneş küre-i arz münâsebeti içinde, hayatı ölümün arkasına takdığı gibi...
Şimdi kısaca, bu hususlar üzerinde duralım; Ancak, herşeyden önce ölümü tanımak gerekmektedir.
Ölüm, tabiî bir sona eriş, bir inkiraz, bir kendi kendine tükeniş ve ebedî yok olma değildir. O, bir yer değiştirme, hâl değiştirme, buut değiştirme ve vazife külfetinden sıyrılarak rahata ve rahmete ermektir. Hatta bir bakıma, herşeyin kendi özüne ve hakikatına intikâl etmesinden ibâretdir.
Bu îtibarla ölüm, hayat kadar câzib; dostlara vuslat kadar sevindirici ve ölümsüzlüğe ermek kadar büyük bir nîmetdir.
Ölümün bu hakikatını göremeyen maddeciler, hep onu ürpertici olarak tasvir etmiş ve hakkında yanık yanık ağıtlar yakmışlardır. Dünden bugüne ölümün hakîkatını idrak edemeyen talihsizlerin durumları hemen hep aynı çizgide cereyan etmiştir.
Vâkıa ölüm, bir ayrılık olması îtibariyle. aklın nazarında ve insanın insanlığı üzerinde oldukça müessir bir hâdisedir. Böyle bir te'siri bütün bütün inkâr etmek kâbil olmadığı gibi, kalbin dilini bağlamak da mümkün değildir. Hele ince gönüllerde, hassas ruhlarda -geçici dahi olsa- onun meydana getireceği fırtınalar cidden çok müdhişdir. Böyleleri için "ba'su-ba'd el-mevt" akîdesi, herşeyini kaybeden dilenciye sultanlık bağışlanması ve îdam edilecek birinin ebedî hayata erme fermanını alması gibi, bütün üzüntüleri unutturacak ve onu fevkalâde sevindirecek büyük bir hâdisedir.
Bunun içindir ki, ölüm, onun hakîkatini idrak edenlerin nazarında, bir terhis, bir tebdîl-i mekân ve yüzde doksandokuz dostların ve sevdiklerin bulunduğu âleme bir seyahat olmasına mukâbil, hakikatını idrâk edemeyen ve sadece dış yüzündeki ürpertici durumu gören bir kısım talihsizler için ise o, bir cellâd, bir darağacı; dibsiz bir kuyu, karanlık bir koridordur...
Ölümü ikinci ve ebedi bir varoluşun başlangıcı sayanlar. sînelerinde onun tatlı tatlı esintilerini duydukça Cennet baharları gözlerinin önünde tüllenmeye başlar. Bu îtikadî zevk ve neş'eden mahrum inkârcı ise, onu hatırladığı her lâhza, vicdanında yaşattığı Cehenneme girer-çıkar ve ızdırap çeker. Çektiği acılar, sadece kendine ait olsa yine bir derece, kendiyle beraber, alâkadar olduğu ve lezzetlerinden lezzet alıp, acılarını ruhunda duyduğu ne kadar varlık varsa, onların elemlerini de gönlünde yaşar ve iki büklüm olur.
İnanan insanın nazarında herşeyin ölümü, hayat külfetinden dünyevî meşakkatlerden bir paydos olması ve onların misâlî hüviyetleri, ilmî mâhiyetleriyle başka âlemlerde varlıklarını sürdürmeleri cihetiyle de bir tekemmül, bir terakkî ve daha ulvî bir mâhiyet kazanmaktan ibâretdir.
Evet, ölüm, ebedi varolmayı sünbül vermesi ve insanı hayatın meşakkâtlerinden kurtarması îtibariyle büyük bir nîmet ve insana en kıymetli bir ilahî armağandır. Ne var ki, her kemâl ve terakkî; dolayısıyla her lütûf ve mazhariyet, bir kısım imbiklerden geçmeye ve bir kısım potalarda şekillenmeye vâbeste olduğu gibi, bütün varlıklar da, böyle daimî bir erime arınma yoluyla daha üst seviyelere tırmanmaktadırlar. Meselâ: Altın ma'deni ve demir cevheri, ancak, eridikten ve bir bakıma ölüp yok olduktan sonra, öz ve hakîkatlarıyla görünme seviyesine ulaşmış olurlar. Yoksa, böyle bir ameliyeye tâbîı tutulmadıkları takdirde, kendi hakîkatlarına zıd bir suretde, taş ve toprak hüviyetinde devam edip giderler.
Altın ve demire, diğer şeyleri de kıyas ettiğimiz zaman, anlarız ki; herşeyin bir noktada gurub edip gitmesi, eriyip tükenmesi, zâhiren yokolma gibi görünse bile, hakîkatde daha yüce bir hâle intikal etmekden başka birşey değildir.
Havanın zerrelerinden, suyun atomlarına; otların, ağaçların moleküllerinden, canlıların hücrelerine kadar herşey, fevkalâde bir şevk ve alabildiğine bir zevk içinde ölüme giderken, haddizâtında kendisi için mukadder kemâle koşmaktadır. Hidrojen ve oksijen terkibe girince husüsi mâhiyetleri îtibariyle ölürler; fakat, bütün varlıklar için, en hayatî bir unsur olma yolunda ayrı bir dirilişe ererler.
Bundan dolayıdır ki, biz ölümle kayboluşa; yer değiştirme, hâl değiştirme diyoruz, ama katiyyen inkıraz ve tükenme demiyoruz. Nasıl diyebiliriz ki; partiküllerden en büyük mürekkeblere kadar, kâinatın sinesindeki bütün çalkalanmalar, hâlden hâle intikâller, erimeler, dağılmalar hep en iyiyi, en güzeli ve en tazeyi netice verip durmaktadır. Buna dense dense, varlıkların seyahat ve tenezzühü denir; ama kat'iyyen ve asla yokluğa gitmeleri denemez!..
Diğer bir zâviyeden ölüm, mülk sahibinin nazarında, vazîfe devir ve tesliminden ibâretdir. Her varlık, kendine has çizgide, kendini varlığa erdiren zâtın huzurunda bir resmi geçit vazifesiyle mükellefdir. Merâsim bitip, istenilen resim ve sûretler tesbit edildikten sonra, onun gitmesi; yerine başkalarının gelmesi, sahneyi monotonluktan kurtarma ve en ceyyid, en yeni şeylerle hep ona canlılık kazandırmanın gereğidir. Böylece, varlıklar, figürler gibi sahneye çıkar, kendine ait rolü oynar, söyleyeceği sözü söyler ve sonra perdenin arkasına çekilir. Tâ başkaları da kendilerine ait oyunu oynama ve soluklarını duyurma imkânını bulsunlar. "Gelen gider, konan göçer" fakat, bu gelip gitmelerde yenilikler, canlılıklar ve câzibeler meydana gelir.
Bir başka cebheden de; ölümün sessiz nasihatında, hiçbir varlığın kendi kendine ve bizzat kâim olmadığını; herşeyin yanıp-sönen ışıklar gibi, sönmeyen ebedî bir güneşe delâlet ettiğini göstermek suretiyle, fenâ ve zevâlin öldürücü pençeleri altında, inleyen kırık gönüllere, oturaklaşma, huzura erme yolunu iş'âr etme vardır. Yânî, gönlümüzü kaptırdığımız şeylerin, arkalarına bakmadan çekip gitmeleri, bizde bâki bir sevgili arama hissini uyarır. Böyle bir hissin uyanması ise, duygular dünyamızda ebediyete ermenin ilk merhalesidir. İşte ölüm, bu ilk merhaleye insanı alıp yükselten sırlı bir asansör hükmündedir.
Bundan ötürü, fenâ ve zevâle, kesip biçen bir kılıç nazarıyla bakmakdan daha çok, tımar eden, aşılayan bir el ve neşter nazarıyla bakmak daha muvâfıkdır. Hatta, bir bakıma, fenâ ve zevâli. zâtî görmek de sakat ve hatalı bir anlayıştır. Zîrâ, mutlak yokluk katiyyen bahis mevzû değildir. Bilâkis herşey, bizim dar müşâhede buutlarımıza göre kaybolur, misâlî ve ilmî hüviyetiyle, hâfızalarımızdan Levh-i Mahfuz'a ve nihayet bütün eşyayı kuşatan geniş daire-i ilme kadar, değişik buutlarda ve buutlar ötesi âlemlerde, farklı mâhiyetlerle varlıklarını sürdürürler. Âdeta herşey, bir tohum hâlinde çürür, bir çiçek hâlinde pörsür gider; fakat, ruhu ve özü, binlerce başak ve tomurcukda devamlılığa erer. Şimdi, değişik bir zâviyeden tekrar suâle dönelim. Herşey, ölüme değil de, hayata dayansaydı, yânî, hiçbir şey fenâ ve zevâl bulmasaydı; varlık, varolma içinde dalgalanıp dursaydı da, eşya ve hâdiseler tek taraflı işleseydi ne olurdu?
Evvelâ, geçen hususlar, ölümün bir rahmet ve hikmet eseri olduğuna kanaat vermekle beraber, diyebiliriz ki; ölümün rahmete dayanmasına mukabil, âlem-şümûl ölümsüzlük, öylesine bir abesiyet ve öyle korkunç bir felâketdir ki; eğer olduğu gibi tasvir etme imkânı olsaydı, insanlar ölüme değil de, ona ağlayacak ve ona âh u vâh edeceklerdi!..
Bir kere düşünün! Hiçbir şey yok olmadığı takdirde, daha ilk asırlarda, değil insanların yaşaması, bir sinek bile yaşama vasat ve imkânını bulamayacaktı. Canlılardan sadece karıncalar, otlardan sarmaşıklar, yeryüzünü hâkimiyetleri altında bulundurup; sonra da, hiçbir sarmaşık, çürümeseydi ve hiçbir karınca da ölmeseydi, bir asırda yeryüzünü saran sarmaşık ve karınca kalınlığı yüzlerce metreye ulaşırdı. Böylesine sevimsiz, korkunç bir tabloyu düşündükçe ölümün rahmet olduğunu, çürümenin hikmet olduğunu görmemek kabil mi?
Hele şimdi, müşâhede ettiğimiz kâinatın o akıllara durgunluk veren güzelliklerinden, kaçta kaçını karınca ve sarmaşık yumağının monoton çehresinde görebilirdik?.. En antika ve çarpıcı sanat eserlerinin teşhiri için açılan yeryüzü sergisinde bunlar mı gösterilecek!.. Her tarafta, güzelliklerin akislerini görüp durduğumuz muhteşem sanatkârın hangi güzelliğini bu karanlık simâda görecektik!.. Bu sevimsiz çehrede, değil kâinatın kuruluşuna vesîle âlî temâşâların bulunması, eğer yaşamaları kabil olsaydı, en sefil mahlûklar bile bu mezbelelikten kaçacaklardı..
Diğer taraftan da, bu koca kâinatın idaresinde öyle fevkalâde bir hikmet var ki, zerre mikdar israf ve abesiyet göze çarpmamaktadır. En süflî ve pes şeylerden, en kıymetli şeyleri meydana getiren Mutlak hikmet Sâhibi, elbetteki, hiçbirşeyi isrâf etmeyecek ve en değersiz enkâz ve kalıntıları daha başka yerlerde kullanacak ve yeni yeni âlemler icad edecektir.Hele, ruhunu ve özünü nezdine aldığı canlıların, hususiyle insanın, o ruh ve öze hizmet eden zerrelerini muhakkak ki, en iyi şekilde kullanacak ve taze taze ceyyid mahlûklar meydana getirecekdir. Yoksa, önce değer verip varlığa mazhar ettiği bu nâzenin mahlûkları, enkâz hâlinde terk etmek suretiyle, âlemşümûl hikmetine aykırı icraatda bulunmuş olacaktı ki; Şân-ı Ulûhiyet bundan muallâ ve müberrâdır.
Netice olarak diyebiliriz ki; bütün eşya, tertib, tanzim, sevk ve idâre edilmesi îtibariyle, selîm akıllara, zevkden anlayan gönüllere, şâirane ilhamlar bahşedecek kadar yerli yerinde ve mükemmeldir. Zerrelerin hareket ve çözülmelerinden, otların, ağaçların hâlden hâle geçmelerine; ımakların fenâ bulma istikâmetinde denizlere koşmalarından, denizlerin,kendi aleyhlerine buharlaşıp bulutlara yükselmelerine kadar; hatta, oradan da başaşağı, yeniden zemîne inerek toprağın bağrında eriyip gitmelerine kadar, herşey ciddî bir şevk içinde,.bir keyfiyetden daha âlî diğer bir keyfiyete doğru koştuğu müşahede edilmektedir.
Ne âlemdir bu âlem aklı, fikri bî-karar eyler,
Hep i'câzât-ı kudret pîş-i çeşmimde güzâr eyler,
Semâvî handelerdir gökyüzünden Hak nisâr eyler,
Serâser nurlardan renklerle istitâr eyler,
Çemendir, bahrdır, kühsârdır, subh-ı rebîdir,
Bu yerlerde doğan bir şâir olmak pek tabiîdir.(*)
A. Hâmid.
(*) Bu âlem öyle bir âlemdir ki; insanın aklını fikrini kararsız kılar. Kudretin bütün mucizeleri gözümün önünden gelir geçer. Gökyüzünden Hakk'ın saçıp dağıttıkları, semâvî tebessümlerdir. Başdanbaşa nurlardan renklerle perdeler. Çimendir, denizdir, dağlıkdır, bahar sabahıdır. Bu yerlerde doğanın şâir olması pek tabiidir.
.
Niyet insanı kurtarabilir mi?
Niyet insanı kurtarabilir mi?
Neticede bir iş ve amele götüren niyet insanı kurtarabilir. Aksine, azim ve gayrete inkılâb etmeyen bir niyet ise asla...
Niyet, bir kasd ve teveccüh, bir azim ve şuur demektir. Niyet sâyesinde insan, nereye yöneldiğini, ne istediğini bilir ve yine onun sayesinde bir bulma ve elde etme şuuruna ulaşır.
İnsanın, bütün fiillerinin esası niyet olduğu gibi, eğilimlerine göre, "benim" deyip sahip çıkacağı işlerin vesilesi de yine niyettir. Kezâ; irâdenin en sarsılmaz kâidesi ve insandaki inşâ gücünün en metin temeli de niyetdir. Hatta, diyebiliriz ki; kâinatda ve insan nefsinde herşey, hem başlangıç itibariyle, hem de devam itibaı-iyle niyete bağlıdır. Ona dayandırmadan ne bir şeye varlık kazandırabilmek, ne de daha sonra onu devam ettirebilmek mümkün değildir.
Herşey, evvelâ zihinde bir tasarı olarak belirir. İkinci bir teveccühle plânlaşdırılır. Daha sonra da azim ve kararlılıkla tahakkuk ettirilir. Bu ilk tasarı ve plân olmadan, herhangi bir işe başlamak neticesiz olacağı gibi, irâde ve azim görmeyen her tasarı ve plân da akîm ve neticesiz kalacaktır.
Niyetteki bu güç ve müesseriyete delâlet edecek pekçok şey vardır. Ne var ki, çokları, yaşadıkları hayatın şuurunda olmadıkları için, bu güç ve müessiriyetden de haberleri yoktur.
Niyet, insanın iyiliklerine ve kötülüklerine bakan yönüyle de oldukça ehemmiyet arzetmektedir. Bu noktada o, ya bin - şifâ va'diyle gelen bir iksir veya bütün iş ve davranışların semere ve neticelerini alıp götüren bir tufan ve bir kasırgadır. Nice küçük işler vardır ki; niyet sâyesinde büyür; bir dane iken bin başak, bir damla iken derya olur. Ve nice dağ cesâmetinde himmet ve gayretler de vardır ki, kötü niyet yüzünden semeresiz ve güdük kalmışlardır.
Kulluk şuur ve idrâkiyle yatıp kalkmalar, yerlere kapanmalar; aç susuz durmalar ve meşru' bir kısım arzu ve isteklerden uzaklaşmalar, insanın başını en yüce âlemlere ulaştırır ve onu sultan kılar. Oysa ki, aynı hareketler ve daha binlercesi, bu idrâktan uzak yerine getirildiği zaman, ızdırap çekme ve yorulmadan başka birşeye yaramaz. Demek ki, yaradanı hoşnud etmek yolunda insan, hem işlediği şeyler, hem de terk ettiği şeylerle yükseliyor ve "ahsen-i ı`akvîm "e n1 mazhar oluyor. O'nun hoşnudluğu dışında ise, bin amel ve gayret hiçbir işe yaramıyor...
Niyet, öyle bir mâyedir ki, "yok" onunla "var" olup bir cilve gösterir; var gibi görünen şeyler de yine ondaki bozukluktan ötürü ölür ve te'sirsiz kalır.
Gazâda, kanlı elbiseleri boynunda, ölüp gayyaya yuvarlananlar az olmadığı gibi, dupduru niyeti sayesinde, yumuşak döşeklerde ölüp cennetlere gidenler de az değildir. Şerirlerle yaka-paça boğuşup yarınları aydınlatmak isteyen merdlerin, sâf niyetlerinin yanıbaşında; bu kavgayı şahsî çıkarları ve hasis menfaatleri için verenler de küçümsenmeyecek bir yeküne sahibdirler. Birinciler, arşiyeler çizerek yukarılara doğru yükselirken; ikinciler de başaşağı yıkılıp “Tamu”ya gideceklerdir.
Niyet, bu mahdut ve muvakkat dünya hayatında, sınırsızlığa kapı ve pencere açan esrarlı bir anahtar ve belli bir ömürde ebedî saâdet veya şekâvet va'deden müthiş bir dildir. Bu âleti güzel kullanan vazifeşinaslar, hayatlarında ölü ve muzlim bir nokta bırakmayacak şekilde, dünyalarına nur serpip ebedî aydınlık ve huzura erebilirler. Zîrâ, günlük, haftalık, aylık vazîfeler, samimiyetle edâ edildikçe, o vazîfelere terettüb eden fazîlet ve sevâb, sadece vazifenin edâ edildiği zamana münhasır kalmayacak; bilakis, bütün bir hayatın sâniye ve dakikalarını içine alacak şekilde te'sir ve şümûl gösterecektir.
Cihâda hâzır bir asker, fiilen cihâdda bulunmadığı zamanlarda dahî, mücahidlerin hissesine düşen sevâbı alacak. Kışlada nöbet saatinin gelmesini bekleyen bir er de, nöbet bekliyor gibi, aylar ve aylar, kendini ibadete vermiş birinin ibâdetine terettüb eden hasenâtı elde edecekdir.
İşte bu sırdandır ki, inanan insan, muvakkat bir hayatta ebedi saadet ve ölümsüzlüğe erdiği gibi; inkâr eden de ebedî şekâvet ve talihsizliğe namzed olacakdır. Yoksa zâhiri adâletin iktizâsına göre, herkes kendi ibâdet ve fazîleti kadar veya rezâlet ve denâeti mikdarınca lütûf ve ihsâna; kahır ve azâba dûçâr olması uygun düşerdi ki; o da, iyilerin cennetlerde kalacakları sürenin, iyi insan olarak yaşadıkları süre kadar, kötülerin de cehennemde kalacakları süre kötülükleri kadar olabilecekti. Halbuki, ebediyet hem kötüler için, hem de iyiler için kazanılmış en son durumdur ve ötesinde hiçbir şey düşünmek de mümkün değildir.
İşte böyle, hem bitmeyen bir saâdet, hem de tükenip yok olmayan bir azâb ve şekâvet, sadece insanın niyetinde aranmalıdır. Ebedî iman ve istikâmet düşüncesi, ebedî saâdete vesile olacağı gibi, ebedî küfran ve inhiraf düşüncesi de, ebedî talihsizliği netice verecektir.
Son dakikalarında kalbi, kulluk şuûruyla dolu bir insan, binlerce yıl ömrü olsa, düşünce dünyası istikâmetinde sarfedeceği için, o niyet ve kararlılıkda bulunduğundan ötürü, niyeti aynen amel kabul edilerek, ona göre muâmeleye tâbî tutulur. "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır"(h) . Öyle de, son dakikalarını yaşayan bir inkârcı, o ilhad ve küfür düşünceleri içinde, geleceğin binlerce yüzbinlerce yılını karartma niyetinde olduğu için, niyetine göre cezaya çarptırılacaktır.
Demek oluyor ki, bu mevzûda esas olan şey, onların yaşadıkları mahdud ve sınırlı hayatın vesileliğinden daha ziyade -aslında o mahdut hayat da niyetin tezahüründen ibaretdir- onların niyetleridir. Ebedî saâdete iman ve onu kazanma -milyonlarca seneye vâbeste olsa dahi- mü'min ferde ebedi cenneti kazandırıyor; aksi de, kâfire cehennemi.
İnkârcı,isteyerek ve dileyerek içinde yaşattığı küfrün cezasını çekeceği gibi, bütün küfür ve taşkınlıklara sebebiyet veren şeytan dahî, bağrında barındırdığı devamlı inkâr düşüncesinin cezasını, hem de bitmeyen bir azab olarak çekecektir.
Aslında, yaratılışına terettüb eden şeyler itibariyle, şeytanın gördüğü bir hayli iş ve hizmetler de vardır. İnsanın bir kısım istidat ve kabiliyetlerini inkişaf ettirilmesinde, beşerin fıtratında bulunan pek çok müsbet ma'denin tasfiye görüp açığa çıkmasında; hatta, kalb ve ruhun uyanık ve tetkikde bulunmasında inkâr edilmeyecek kadar tesiri görülür şeytanın...
Evet o, fertlere ve cemaatlere musallat olur. Onların gönüllerine zehirli tohumlar saçarak, o gönülleri kötülüğün ve karanlığın yetiştirildiği tarlalar haline getirmeğe çalışır. Onun bu ifsad ve saptırma gayretlerine karşılık, bünyedeki ma'nevi duygular alârma geçer, tıpkı, antibiyotiğe karşı vücudun teyakkuza geçmesi gibi... Bu ise insan letâifinin gelişmesini, kuvvetlenmesini, hatta, bu en can alıcı hasım karşısında sık sık Yaradana sığınmasını netice verir ki, bu da insanın kalbî ve ruhî hayatı adına, pek az bir zarar ihtimâline karşılık, pekçok şey kazanması demekdir. Böyle mânevî bir te'sirle insanoğlunda mücâdele azminin kamçılanması ve onun dikkate ve teyakkuza sevkedilmesi, nice saf madenlerin som altın ve nice evliyâ ve asfiyânın, büyük mücâhidler ve kahraman gâziler olarak ortaya çıkmalarına vesîle olmuştur.
Ne var ki, şeytanın, bu güzîde insanları, mücâhede ve mücâdeleye sevk edip, onlara pâyeler kazandırmasına mukâbil, kendisi için hiçbir mükâfat bahis mevzûu değildir. Çünkü o, yaptığı bu şeyleri, hak dostları yücelsin diye yapmıyor; bilâkis, onları günahlara sokmak ve yıkmak için yapıyor...
Demek oluyor ki, şeytanın hem niyeti bozuk, hem de ameli. O başkalarına kazandırdığı yüceliklerle değil; kendi pestliğine, niyet ve davranışlarının fena olmasına göre muâmeleye tâbi tutulacaktır.
Şeytanın, niyeti bozuk ve davranışları da fenâdır. Bir kere,.isyânı şuurluca ve saptırması bilerekdir. "Ben sana secde ile emretmişken, seni, secde etmekten alıkoyan neydi? O (İblis) dedi: - Ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.Allah (C.C) buyurdu: - İn oradan (cennetden) sana orada kibirlenmek gerekmez, çık.Çünkü sen, hor ve bayağı kimselerdensin. İblis: - Bana ba'solunacak güne kadar mühlet ver, dedi. Allah da: - Sen mühlet verilenlerdensin, buyurdu."(Arâf, 12-16) Bu ilk isyan ve baş kaldırma, şuurluca bir cedel ve sonra da küfür yolunu seçmektir. İnsanlığı baştan çıkaracağına dâir olan yeminleri ise, beşerin bitip tükenme bilmeyen dramının esâsıdır.
Şeytanın, bu kararlılık ve niyetinden ötürüdür ki; onun düşmanlığı sâyesinde uyanan bir kısım duygular, sâhibi için faziletlere götürücü olsa bile, şeytan, o gayretinden ötürü asla mükâfat alamayacaktır.
Netice olarak diyebiliriz ki, niyet mü'minin hayatında herşeydir. Ferdin ölü davranışlarına canlılık kazandıran o olduğu gibi, onun bütün bir ömrünü "binveren" bir tarla haline getiren de odur. Sınırlı bir dünya hayatında, ebedî saadete bakan bütün kapı ve pencereleri açan o olduğu gibi, ebedî talihsizliği ve ebedî hüsrânı hazırlayan da odur.
"Ameller niyetlere göredir. " Muâmele de amele göre cereyan edecektir.
.
Peygamberimizin (sav) çok kadınla evlenmesini kınıyorlar. Bu hususta bizleri aydınlatır mısınız?
Peygamberimizin (sav) çok kadınla evlenmesini kınıyorlar. Bu hususta bizleri aydınlatır mısınız?
Hemen arzedeyim ki, bu hususta ileri-geri söz söyleyenler, hiçbir şey okumamış ve düşünmemiş kimselerdir. Eğer, "Megâzi ' ve "Siyer"e azıcık bakmak zahmetine katlansalardı, kendilerini küçük düşürecek böyle bir soruyu sormayacaklardı.
Bu soruyu şimdiye kadar, beş altı yerde benden sordular; ben de her def'asında eksik-tamam bazı şeyler anlatmağa çalıştım. Bu defa da onlardan hatırımda kalanları tekrar edeceğim.
Peygamberler Sultanı Zât-ı Risâlet-penâhın izdivaçlarında, değişik yönler vardır: Zât-ı Ahmediye'ye (S.A.V) taâlluk eden hususlar, umumî olarak izdivaçlannda gözetilmiş olabilecek hedef ve maksatlar; bir kısım zarûretler ve nihayet zevcâtın hususi durumlarının gereğini yerine getirme gibi keyfiyetler... Şimdi sırasıyla bu hususları teker teker tahlil edelim.
Mevzûu ilk önce, o pâk şahsiyete bakan yönüyle ele alalım. Her şeyden evvel bilinmelidir ki, O mübebbcel Zât, yirmibeş yaşına kadar hiç evlenmedi. O sıcak memleketin hususi durumu da nazar-ı itibara alınacak olursa, bu kadar zaman iffetiyle yaşaması ve bunun da, dün ve bugün böylece kabul ve teslim edilmesi, O'nda iffetin esas olduğunu ve müthiş bir irade ve nefis hâkimiyeti bulunduğunu gösterir. Eğer bu hususta, küçük bir inhiraf bulunsaydı, dünkü ve bugünkü düşmanları, bunu cihâna ilân etmekden bir an bile geri kalmayacaklardı. Halbuki eski ve yeni bütün hasımları, O'na hiç olmayacak şeyleri isnad ettikleri hâlde, bu istikamette birşey söyleme cüretini gösterememişlerdir.
Peygamberimiz (S.A.V) ilk izdivaçlarını, yirmibeş yaşlarında iken yaptılar. Bu izdivaç Allah ve Resûlü katında çok yüce ve müstesnâ; fakat başından iki defa evlenme geçmiş kırk yaşındaki bir kadınla olmuştu. Bu mutlu yuva tam yirmiüç sene devam etmiş ve peygamberliğin sekizinci senesi, kapanan bir perde gibi arkada acı bir hasret bırakarak sona ermişdi. Bu defa Efendimiz (S.A.V) yirmibeş yaşına kadar olduğu gibi, yine yapayalnız kalmıştı. Evet, aile, çoluk-çocuk her şeyiyle yirmiüç senelik bu mesûd hayattan sonra, yeniden dört-beş sene bekâr olarak yaşamışlardı ki; yaşları da elli üçe ulaşmış bulunuyordu.
İşte, bütün izdivaçları da böyle izdivaca alâkanın azaldığı bu yaştan sonra başlar ve devam eder ki; sıcak bir memlekette ellibeş yaşından soıira yapılan izdivacda, beşerîlik ve şehevîlik görmek, ne insafla ne de iz'anla kat'iyyen telif edilemez.
Burada akla gelen diğer bir mesele de, Peygamberlik müessesesiyle çok evlenmenin te'lifi keyfiyetidir. Buna da bir iki cümle ile temas etmek istiyorum.
l. Evvelâ, bilinmelidir ki, bunu serrişte edenler, ya hiçbir din ve prensip kabul etmeyenlerdir ki, onların böyle bir şeyi kınamaya aslâ ve kat'â hakları yoktur; zîrâ onlar, bütün prensiplere karşı râfizîdirler. Hiçbir kânun ve kayda tâbi olmaksızın, pek-çok kadınla münasebet kurar; hatta mahremleriyle dahi nikâhı tecviz ederler. Yahut bunlar, Hıristiyan ve Yahudi gibi ehl-i kitap olanlardır. Onların hücumu da, insafsızca, garazlı ve teemmül edilmeden yapılmış, hattâ kendi namlarına üzülecek bir keyfiyetdir. Çünkü, İncil ve İncil ehlinin kabul ve tesüm ettiği; Tevrat ve Tevrat ehlinin, kendi peygamberleri bilip uydukları, nice Enbiyâyı İzâm vardır ki; bunlar daha çok kadınla evlenmiş ve başlarından daha çok nikâh geçmiştir. Bir Süleyman ve Davud Peygamberleri düşününce, her iki cemaatin de nasıl haksız ve tecâvüz içinde bulundukları açıkça ortaya çıkar. Binâenaleyh, çok kadınla izdivacı, Peygamberimiz (S.A.V) başlatmadığı gibi; aynı zamanda çok izdivâç, nübüvvetin ruhuna da zıd değildir. Kaldı ki; daha sonra anlatmağa çalışacağım hususlarda görüleceği gibi "teaddüd-ü zevcât"ın peygamberlik vazifesi nokta-i nazarından, tasavvurlar fevkinde fâideleri vardır.
Evet, çok kadınla izdivâç, bilhassa ahkâmla gelen Enbiyâ için bir bakıma zarûrîdir. Zîrâ, dinin, aile mahremiyeti içinde cereyan eden pek çok yönleri vardır ki, ona ancak bir insanın nikâhlısı muttali olabilir. Binâenaleyh, dinin bu yönlerini anlatmak için herhangi bir istiâre ve kinâyeye başvurmadan -ki çok defa bu türlü anlatma tarzı anlamayı bulandırır ve istinbatı zorlaştırır- herşeyi alabildiğine vuzûh içinde anlatacak, mürşidelere ihtiyaç vardır.
İşte, herşeyden evvel, nübüvvet hânesinde olan bu temiz ve pâkize zevcât, kadınlık âlemine karşı irşâd ve tebliğ vazifesinin sorumluları ve nakilcileri bulunmaları itibariyle, peygamber için de, peygamberlik için de; kadınlık âlemi için de gerekli, hattâ elzem olur.
2. Diğer bir husus da, umumî mânâda Efendimiz'in zevceleriyle alâkalı oluyor ki, o da:
a. Zevceler arasında, yaşlı, orta yaşlı ve gençler bulunması itibariyle, bu devre ve dönemlerin hepsine ait çeşitli ahkâm vaz'ediliyor. Ve bizzat peygamber (S.A.V) hânesi içinde bulunan bu pâkize zevceler sayesinde tatbik imkânı buluyordu.
b. Zevcelerin herbirerleri, çeşitli oymaklardan olması sebebiyle, evvelâ o kabileler arasında; sonra da muazzez şahsiyetiyle akrabalık tesis buyurduğu bütün cemâatler içinde, köklü bir sevgi ve alâkaya yol açılıyordu.Her kabile ve oymak, O'nu, kendinden biliyor, din hissinin yanında, cibillî bir bağlılıkla O'na karşı derin bir alâka hissediyordu.
c. Her kabileden aldığı kadın, O'nun hayatında ve irtihalinden sonra, kendi cemâatı arasında çok ciddi dînî hizmete vesîle olabiliyor; uzak yakın bütün akrabalarına, zâhir ve bâtın-ı Ahmediye (S.A.V) hususunda tercümanlık yapıyordu. Bu sayede O'nun kabilesi de, kadın ve erkeğiyle, Kur'ân'ı, tefsîri, hadîsi ondan öğreniyor ve dinin ruhuna vâkıf olabiliyordu.
ç. Bu izdivaçlar vâsıtasıyla, Nebiyy-i Ekmel, âdetâ bütün Ceziret-ül Arabla yakınlık te'sis etmiş gibi, her hânenin, teklifsiz misafiri hâline gelmişti. Herkes bu karâbet vasıtasıyla o mehâbet âbidesine yaklaşabiliyor ve dînî umûru öğrenme fırsatını buluyordu. Aynı zamanda bu ayrı ayrı aşîretlerin herbiri, bir çeşit, kendini ona yakın sayıyor ve bununla iftihar ediyordu. Mahzum Oğulları, Ümmü Seleme (r.) vasıtasıyla; Emevîler, Ümm-ü Habîbe (r.) vasıtasıyla; Hâşimîler, Zeynep bint-i Cahş (r.) vasıtasıyla kendilerini ona yakın kabul edip, bahtiyar sayıyorlardı...
3. Buraya kadar olanlar umumî mânâda ve bazı yönleriyle de, diğer peygamberlere şâmil olacak şekilde idi. Şimdi bir de,hususî mânâda ve teker teker her zevcenin serencâmesi içinde, meseleyi ele alalım:
Evet, burada dahi göreceğiz ki; mantık, vahiy ile müeyyed O Zât'ı hayat-ı seniyyesi karşısında toprak kadar aşağı kalıyor; ta'bir-i diğerle beşer düşüncesi Fetânet-i Â'zam önünde rükûa varıp iki-büklüm oluyor.
I. İlk zevceleri - seyyidetinâ - Hz. Hatîce'dir. (r.) Kendinden onbeş yaş daha büyük olan bu nâdîde kadınla izdivaçları, her evlilik için en büyük örnek mâhiyetindedir. O, bütün bir hayat boyu, derin bir vefâ ve sadakatla eşlerine bağlı kaldıkları gibi, zevcelerinin vefatından sonra dahi O'nu hiçbir zaman unutmamış, hatta her vesîle ve fırsatta O'ndan bahisler açmıştır.
Hz. Hatîce'den sonra Peygamberimiz (S.A.V) dört-beş sene evlenmediler. Başlarında birçok yetim bulunmasına rağmen, onların meûnetine katlanıp , bir bakıma hem annelik, hem de babalık vazifesini yürüttüler. Muhâl-farz, evvel ve âhir kadınlara karşı küçük bir za'fı olsaydı, böyle mi hareket ederlerdi?..
II. Sıra itibariyle olmasa bile ikinci zevceleri, Aişe-i Sıddîka'dır. En yakın arkadaşının kızı. Acı, tatlı bütün bir hayatı beraber yaşayan bu büyük insana karşı, Nebî'nin en mu'tenâ ikramı... Umum neseblerin sona erdiği günde, sona ermeyen karâbetiyle onun yanında bulunma şerefi ancak bu sayede olacaktır. Evet, Aişe-i Sıddîka ile, Hazreti Ebubekir, maddî-mânevî hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde kurb-u Nebevîye mazhar olmuşlardı.
Ayrıca, Hz. Âişe gibi çok zekî bir nâdire-i fıtrat, da'vâyı nübüvvete tam vâris olabilecek yaradılışta idi. İzdivaçtan sonraki hayatı ve daha sonraki hizmetleriyle katiyyen sübut bulmuştur ki; O muallâ varlık, ancak Nebî zevcesi olabilirdi. Zira O, yerinde en büyük hadisci, en mükemmel tefsirci ve en nâdide fıkıhcı olarak kendini gösteriyor, zâhir ve bâtın-ı N.ühammedi (S.A.V) emsâlsiz kavrayışıyla, bihakkın temsil ediyordu.
Bunun içindir ki; Efendimize rüyasında, onunla izdivaç yapacağı iş'âr ediliyor ve henüz gözlerine başka hayâl girmeden peygamber hânesine kadem basıyordu...
Bu sayede O, Hz. Ebubekir (r.) için vesîle-i şeref olacak ve kadınlık âlemi içinde, bütün istîdat ve kâbiliyetlerini inkişaf ettirerek, Efendimizin en başta talebelerinden biri olma hüviyetiyle, büyük mürşide ve mübelliğe olmaya hazırlanacaktı. İşte böylece, O da hem bir zevce, hem de bir talebe olarak saadet hânesine intisab etmiş bulunuyordu.
III. Yine izdivaç sırasına göre olmamakla beraber üçüncü zevceleri, Ümmü Seleme'dir (r.). Mahzum Oymağı'ndan ve ilk müslümanlardan olan Ümmü Seleme, Mekke'de tazyik görmüş; ilk olarak Habeşistan'a, ikinci defa da Medine'ye hicret etmiş ve o günkü şartlara göre ilk safdakiler arasında yer almıştı.
Kendisiyle beraber bu uzun ve meşakkatli yolculuklara katlanan bir de kocası vardı. Ve, Ümmü Seleme'nin nazarında eşi, menendi olmayan bir insandı. Bütün çile devrini beraber yaşadığı, bu eşsiz hayat arkadaşı Ebu Seleme'yi Medine'de kaybedince çocuklarıyla baş başa kaldı. Yurdundan, yuvasından uzak, bir sürü yetimle, hayat külfetini yüklenmiş bu kadına, ilk şefkat elini, Ebubekir ve Ömer (r.a) uzatırlar; fakat o bu talepleri reddetti;zîrâ O'nun gözünde Ebu Seleme'nin yerini dolduracak insan yoktu.
Nihayet, izdivaç teklifiyle Allah Resûlü (S.A.V) O'na el uzattı. Bu izdivaç da gayet tabiiydi, zira İslâm ve iman uğrunda hiçbir fedâkârlıktan dûr olmayan bu muallâ kadın, arabın en soylu oymağı içinde uzun zaman yaşadıktan sonra yapayalnız kalmıştı ve dilenciliğe terk edilemezdi. Hele ihlâs, samimiyet ve İslâm için katlandığı şeyler düşünülünce, ona muhakkak ki el uzatılmalıydı... Ve, işte Kâinat'ın Fahri, onu nikâhı altına alırken bu inâyet elini uzatmıştı. Evet, gençliğinden beri yaptığı; kimsesizleri görüp gözetme ve yetimlere el uzatma iş ve vazifesini, o günkü şartların iktizasına göre bu şekilde yerine getiriyordu.
Ümmü Seleme de Hz. Aişe gibi dirâyet ve fetâneti olan bir kadındı. Bir mürşide ve mübelliğe olma isti'dâdındaydı. Onun için bir taraftan şefkat eli O'nu, himâyeye alırken diğer taraftan da, bilhassa kadınlık âleminin medyûn-u şükran olabileceği bir talebe daha ilim ve irşad medresesine kabul ediliyordu.
Yoksa, altmış yaşına yaklaşmış Fahr-i Kâinat Efendimizin, bir sürü çocuğu olan, bir dul kadınla evlenmesini ve evlenip bir sürü külfet altına girmesini,başka hiçbir şeyle îzah edemeyiz. Hele şehevîlik ve kadınlara düşkünlükle aslâ ve kat'â!. ..
IV. Bir diğer zevceleri de Remle bint-i Ebi Süfyan'dır (Ümmü Habîbe). Peygamber (S.A.v) ve peygamberlik karşısında bir müddet küfrü temsil eden birinin kızı... Bu da ilk müslüman olanlardan ve birinci safda yerini alanlardandı. Çile devrinde Habeşistan'a hicreti, orada kocasının önce tenassur etmesini, sonra da vefâtını görmüş mûzdarip bir kadın...
O gün Sahâbi, sayı itibariyle az; mal yönünden fakirdi. Her hangi birine bakacak, medar-ı maîşetini temin edecek durumları yoktu. Buna göre, Ümmü Habîbe ne yapacaktı? Ya tenassur edip, Hıristiyanların yardımına mazhar olacak; ya küfür yuvası olan baba evine dönecek veya kapı kapı dolaşıp dilenecekti. Bu en dindar, en soylu, aile itibariyle en zengin kadının bunlardan hiçbirini yapması mümkün değildi. Birtek şey kalıyordu; o da Efendimizin müdâhalesi ve muâlecesi...
İşte, Ümmü-Habîbe ile izdivaçda da bu yapılıyordu. Dini için her türlü fedakârlığa katlanmış bu kadın, yurdundan yuvasından uzak; zenciler arasında; kocasının irtidat ve vefâtı kendisini dilgîr ettiği günlerde; Necâşinin huzuruna çağırıp, Peygamberimizle nikâhının kıyılması gibi en tabiî birşey yapılıyordu. Bunu değil kınamak "Rahmeten li'I-âlemîn" olmanın gerektirdiği bir hususun ifâsı sayarak alkışlamak lâzımdır.
Kaldı ki; bu büyük kadının da, emsâli gibi kadın-erkek müslümanların irfan hayatına getireceği çok şey vardı. O da bu suretle hem bir zevce hem de bir talebe olarak, o saadethâneye intisab ediyordu.
Aynı zamanda bu evlilik sayesinde, Ebu-Süfyan ailesi de, Hâne-i Nübüvvete teklifsiz girip çıkma imkânını elde ediyor ve değişik bir bakış kazanarak yumuşamış oluyordu.. Hem değil sadece Ebu Süfyan ailesi, belki bütün Emevîlerde tesir icrâ edebilecek bir hâdise olma karakterinde. Hatta denebilir ki; alabildiğine sert ve bağnaz olan bu aile, Ü. Habîbe'nin nikâhı sayesinde oldukça yumuşadı ve her türlü hayrı kabul etmeye hazır hâle geldi.
VI. Saâdet-hânesine girenlerden biri de Zeyneb bint-i Cahş (r.)'dır. Alabildiğine asîl ve o kadar da ince, iç derinliğine sâhip Hz. Zeyneb Sultân-ı Enbiyânın yakın akrabası ve yanıbaşında büyüyen, gelişen bir kadındı. Efendimiz (S.A.V) Zeyd (r.) için O'nu talep ettiği zaman, ailesi biraz çekimser kalmış ve bu arada Efendimize verme temâyülünü göstermişlerdi. Sonunda Peygamberimizin (S.A.V) ısrarıyla Zeyd b. Hârise'ye vermeye râzı olmuşlardı.
Zeyd, bir zamanlar hürriyetini yitirmiş; esirler arasında girmiş ve sonra Kâinatın Efendisi tarafından hürriyetine kavuşturulmuş bir âzâtlı idi. Peygamber Efendimiz (S.A.V) bu izdivaçdaki ısrârıyla, insanlar arasındaki müsâvâtı tesis, tahkîm ve tersîn etmek istiyor ve bu çetin işe de, yine yakınlanyla başlıyordu. Ne var ki, Zeyneb gibi çok yüce fıtratlı bir kadın, emre imtisâlden ibâret olan bir evliliği, uzun sürdüremeyecek gibiydi. Bu evlilik, Zeyd için de bir şey getirmemiş ve sadece bir ızdırab ve hasret olmuştu.
Nihayet boşama hâdisesi oldu; fakat Efendimiz Zeyd'i vaz geçirmeye ve evliliğin devam ettirilmesine çalışıyordu. Tam o esnâda, Cibrîl (A.S) geldi ve semâvi fermanla, Zeyneb'in Efendimizle izdivaç etmesi emrini getirdi. Efendimizin ma'ruz kaldığı imtihan oldukça ağırdı, zira, o güne kadar, kimsenin cesaret edemediği birşey yapılıyor ve yerleşmiş, kök salmış âdetlere karşı, ilân-ı harb ediliyordu. Bu çok çetin bir mücâdeleydi. Ancak Allah emrettiği için yapılabilirdi. Ve işte Efendimiz, derin bir kulluk şuûruyla, nezih şahsiyetine karşı çok ağır gelen bu işi yaptı. Hz. Âişe'nin dediği gibi, muhâl-farz, peygamberimizin, Vahy-i Münzel'den bir şeyi ketmetmesi câiz olsaydı Zeyneb'le izdivâcını emreden âyetleri ketmederdi. Evet, Zât-ı Risâlet Penâhiye o kadar ağır gelmişti...
İlâhi hikmet ise, bu temiz ve yüce varlığı, Peygamber hânesine sokmak, ilim ve irfan yönüyle hazırlamak, irşad ve tebliğle vazifeli kılmak istiyordu. Nihayet, öyle de oldu. Ve daha sonraki nezih hayatı boyunca, Peygamber zevceliğinin iktizâ ettiği inceliklere riâyet etti.
Ayrıca, câhiliye devrinde, evlâtlıklara evlât deniyor ve onların eşleri de aynen evlâdın eşi gibi kabul ediliyordu. Câhiliyyeye ait bu âdet, kaldırılmak murad buyurulunca, yine tatbikata Efendimizle başlanıldı. Herhangi bir kimseye "evlâdım" demekle, evlâdınız olamayacağı gibi, "evlâdım" dediğinizin zevcesi de gelininiz olamaz.
Zeyneb'le izdivaç hususunda söylenecek daha çok şey olmakla beraber, sual-cevap mevzuunun istiâb haddini aşacağı için, şimdilik tek başına tahlîl edileceği âna havale ediyor ve kısa kesiyorum.
VI. Saâdet hânesiyle şerefyâb olanlardan biri de, Cüveyriye bint'ül-Hâris'dir. Gayr-i müslim olan kabîlesine karşı harb edilmiş ve kadın erkek esârete dûçar olmuşlardı. Hissiyatı alt üst olmuş, gururu kırılmış bu saray mensubu kadın, huzûr-u risâlete getirildiğinde, kin ve nefretle doluydu.
İşte o zaman Fetânet-i Âzam, yağdan kıl çekme kolaylığı içinde meseleyi bir hamlede hâlletti.
Hz. Cüveyriye (r.) ile nikâh akdedince Cüveyriye, mü'minlerin anası mevküne yükseldi ve sahâbînin bakışında bîr ihtirâm âbidesi hâline geldi. Hele Ashâb-ı Resulullâh'ın "Peygamberin akrabaları esir edilmez" deyip, ellerindeki esirleri bırakınca, hem Cüveyriye (r.) hem de aşîretin gönlü fethediliverdi.
Görülüyor ki, Peygamberimiz altmış yaşları dolaylarında, yaptıkları bu izdivaçta dahi pek çok meseleyi bir çırpıda hâllediyor; kızıl kıyamet hâdiselerin içinde, sulh ve sükûn meltemleri estiriyordu.
VII. Talihliler arasına karışanlardan birisi de, Safiyye bint-i Huyey'dir. (r.a.) Hayber emirlerinden birinin kızı. Meşhur, Hayber Vak'ası'nda, babası, kardeşi ve kocası öldürülmüş, kavim kabilesi de esir edilmişti. Safiyye (r.) büyük bir öfke ve intikâm hırsıyla yanıp tutuşuyordu. Nikâh akdedilip, mü'minlerin hürmet duyacağı, Efendimize zevce olma muâllâ mevküne yükselince, Ashab'ın (r.) "anam-anam" ta'zimleri ve Efendimizin eritici ve tüketici yüceliği karşısında, Safiyye de (r.) olup biten herşeyi unuttu ve Peygamberimize zevce olmakla iftihar etmeye başladı.
Ayrıca, Hz. Safiyye vasıtasıyla pek çok Yahudinin, Efendimizi yakından görüp tanıma ve yumuşama imkânı da doğuyordu. Bir şeyle her şey yapan ve bir fülinde binler hikmet bulunan Hazreti Allah, (C.C) bütün izdivaçlarda olduğu gibi, bunda da pek çok hayır ve bereket yaratmıştı.
Bundan başka, düşmanlarının iç âlemine muttalî olma bakımından, ümmetine bir ders vermiş olabileceğini zikretmek de muvafık olur zannederim. Hele hele yahudilere karşı. Hazreti Safiyye ve emsâli ayrı milletlerden olan kadınların, o milletlerin iç durumlarına nüfûz bakımından büyük ehemmiyeti vardır; elverir ki insan onların hâin olanlarıyla kendi sırlarını düşmanlara kaptırmasın.
VIII. Bu bahtiyarlardan biri de Sevde'dir. İlk safta yerini alanlardan; kocasıyla Habeşistan'a hicret edenlerden ve Ümmü-Habibe'nin kaderine benzer şekilde, kocasının vefatıyla ortada kalanlardan.
Efendimiz, bu kalbi kırığın da, yarasını sardı; O'nu perişan olmadan kurtardı ve O'na enîs oldu. Zaten sadece Efendimizin nikâhı altında bulunmayı düşünen bu büyük kadının, dünya adına istediği başka hiçbirşey de yoktu.
İşte bütün izdivaçlarında, bu türlü hikmet ve maslahatlar bulunan Peygamber Efendimiz (S.A.V) hiç mi hiç nefsânî duygularıyla bu işin içine girmemiştir. Ya Râşid Halifelerin ilk ikisine karşı olduğu gibi, vezirleriyle bir karâbet te'sisi ve zevcesi olacak kadındaki istidat ve kabiliyet veya teker teker, diğerlerinde gördüğümüz gibi, başka hikmet ve maslahatlarla evlenmiş ve büyük yük ve meûnetlerin altına girmiştir.
Bunlardan başka, bu kadar kadının, mesken, nafaka, elbise gibi ihtiyaçlarını, en âdil şekilde temin etmesi ve onlara karşı muâmelesinde kılı kırk yararcasına, adâlet ve hakkâniyete riâyette bulunması; aralarında meydana gelmesi muhtemel huzursuzlukları peşinen önlemesi, vârid olan geçimsizlikleri yağdan kıl çekme rahatlığı içinde hâlletmesi, Bernard Shaw'ın ifadesiyle "En büyük problemleri kahve içme kolaylığı içinde hâlleden" O müstesnâ Zât'ın peygamberliğine delâlet eder...
Bir kadın ve bir iki çocuğun dahi, idaresinin ne kadar müşkül olduğunu gören ve bilen bizler; daha evvel başka yuvalar kurmuş; başka âile yapılarına şâhid olmuş; girdiği yuvalarda farklı mîzaclar kazanmış pek çok kadını, bir şür âhengi ve ritmi içinde idare eden, o muâllâ ve mübeccel varlık karşısında iki büklüm oluyoruz.
Bir husus kaldı ki, o da, zevcelerin adedinin, ümmetine meşru kılınan adedin üstünde olma keyfiyetidir. Bu, bir hususî teşrî'dir. Evet, bildiğimiz ve bilemediğimiz pek çok maslahat ve hikmetleri hâvi bir hususî kanundur. Bir müddet bu mevzuda mutlak izin verilmiş; belli bir müddet sonra ise sınır konmuş ve evlenmesi yasak edilmiştir.
Suâlin ehemmiyetine binaen, mevzuu uzatma lüzumunu duydum; ma'zur görüleceğini umarım.
.
Sperm bankalarından bahsediliyor; ne dersiniz?
Sperm bankalarından bahsediliyor; ne dersiniz?
Bu bankalar, "sun'î ilkâhı" (aşılama) insanlara da tatbik etme maksadıyla kurulmuş müesseselerdir. Hayvanları aşılama, epey zamandan beri bilinen bir husustu. Ancak, sperm bankaları vasıtasıyla, aynı usûlün insanları da içine alacak şekilde, çok geniş bir sahada tatbiki fikri oldukça yenidir.
Hayvanlar için, bir ıslah etme ve soylulaştırma hareketi olarak üzerinde durulması bahis mevzûu olsa bile, aynı şeyi insanlar için düşünmek, insanlık mânâsına karşı bir saygısızlık olduğunda şüphe yoktur.
Sperm, eskilerin "hüveyne" (küçük canlı) dedikleri, nebâtat âlemine nisbeten tohum, dâne mesâbesinde ve her hangi bir canlının fihristi, proğram sandukçası ve ilk habbesidir.
Tohum, toprağın bağnnda döllenip gelişir. Hüveyne de, anne karnında, dölyatağında... Her ikisi de kendi âlemlerine ait ilk nüve ve ilk hücre olup, omuzlarında yükseltecekleri varlığın geleceğine dair mânâ ve hususiyetler taşırlar.
Bu îtibarla, nebâtat âleminde tohum, canlılarda sperm, nev'in, "tür" ve neslin devamını tefekkül eden çok mühim unsurlardır. Soy-ağacı buna dayanarak gelişir. Evsâf ve karakterler bununla geleceğe intikâl eder.
Hayvanat âleminde, sırf cinsinin muhâfaza veya mükemmelleştirilmesi açısından ehemmiyet arzeden bu husus, insanlar için aynı zamanda hukûkî bir kısım prensiplere de esas teşkil etmektedir.
Bundan başka, "şeriat-ı fıtriye" (kâinatda câri ilâhî kanunlar) itibariyle de, üzerinde durulması gerekli bir mevzûu olduğu düşüncesindeyiz.
Sperm bankalarının iç yüzü ve hedefi, tıpkı ağaçlarda ve yakın tarihde de, hayvanlarda tatbik edilegeldiği gibi, insanlara da "suni ilkâh"ın yapılması teklifinden başka birşey değildir. Böyle bir muâlece'nin, ilk iki türü için münâkaşa edilmezliğini kabûl etsek bile, miras, izdivaç, mahremiyet gibi mevzûlardan ötürü, insan için oldukça farklı bir durum arzetmektedir. Ve onun içindir ki, döllenme ve tenâsül keyfiyetlerinin kayd altına alınması, ilk insanla beraber varolmuş; su-i istimâl edildiği devirlerin dışında da, insanla beraber devam edegelmiştir.
Böyle bir kayd altına alma, ister insanoğlunun tahdid edilmemiş hayvânî hislerinden, isterse beşerî garîzelerinden ötürü olsun, ictimâî-tarih ve dinî kitablar bunun böyle olmasında ittifak hâlindedirler.
Bu itibarladır ki, ilk kadın ve erkeğin bir araya gelişinin, bu bağlayıcı ilâhi prensiplerle kayd altına alınmış olduğu inancındayız. Hukukun tekevvün ettiği devirden bu yana da o, beş temel esasdan (usûl-i hamse) biri olan "neslin korunması" aslıyla sağlamlık ve tam bir hukukîlik kazanmıştır.
Bu esas bize şunu anlatıyor: İnsan için, tohumun ve tohum atılacak yerin (dölyatağı) ilk bir kayd ve mukâvele ile birbirine bağlanması şartdır. Başka bir ifâde ile tohumla, tohum atılan yerin, daha önceden bir vâhid hâline gelmesi ve ayrı ayrı görünen erkek ve dişi hakikatının îtibârî olarak bütünleşmesi demektir ki, aile vâhidinin üçüncü yüzü olan evlâd, bu sayede bütüne nisbeti temin edilebilsin. Din, bu vahdeti nikâha bağlamış ve onu aile üçlüsünün en sağlam esası saymıştır.
Nikâhsız biraraya gelmeler ise, din nazarında sifah (zina), ahlâkî şüyûîlik ve aile üçlüsünü bozarak nisbetsizlik hâsıl etmekdir. Böyle bir nisbetsizlikde, babaya zâni, anneye zâniye çocuğa da nesebsiz denir.
Bu îtibarladır ki, bütünüyle semâvî dinler, nikâh üzerinde hassasiyetle durmuş ve onu insanlığın lâzımı saymışlardır. Buna mukâbil, zînâ ve sifâh ise, azgınlaşmış beşer ruhunun, tecâvüzleri ve hezeyanları içinde mütâlâa edilmiş ve insanın hayvanlaşmasına verilmiştir.
Şimdi, geriye dönelim. Tohum'un ve dölyatağının birbirine bağlı olması esasına göre ele alınan ve kime ait olduğu bilinmeyen bir "hüveyne" ile yapıldığında, bunda meşrûiyet kalır mı?
Aslında, böyle bir döllenme ile, gayr-i meşrû bir yoldan edinilen evlâd arasında hiçbir fark yoktur. Her iki şekilde de tohumlanan yer arasında herhangi bir mukâvele bahis mevzûu olmadığı için, nisbet kesilmekde ve neseb ağacı baltalanmaktadır.
Böyle bir durumda ise, miras, izdivaç, mahremiyet gibi, halli imkânsız bir kısım hukûkî meseleler karşımıza çıkacaktır ki, bundan da sun'î ilkâh mevzûunun, öyle pek de savsaklanacak bir husus olmadığı anlaşılacaktır.
Bundan başka, psiko-sosyolojik açıdan, aile psikolojisi açısından oldukça rizikli bir mesele gibi gözükmektedir:Evlâdının kendi tohumuyla meydana gelmediğini bilen bir baba, bağrında büyüttüğü o günahsız yavruya karşı, içindeki yabancılığı silemeyecek ve daima ürkek bir hisle onu karşılayacaktır. Böyle bir pozisyonda annenin nasıl bir bakışa sahip olacağı da, oldukça düşündürücüdür.
Soy-ağaçlarının devamını, kendisine tevdi edecekleri yavru, babanın emanet babalığını ve kendi sırtında taşıdığı âriye evlatlık gömleğini, her hissedişde iki büklüm olacak ve yerin dibine girecektir. Hissedişinde diyorum; zirâ, böyle bir mesele daima duyulma ihtimâlini taşıdığı gibi, belli pozisyonlarda, babanın bakış ve tavırlarından da anlaşılabilecektir.
Burada şöyle bir îtiraz vârid olabilir: Bizim maksadımız, bir kadına, kendi nikâhlısı olan erkekden alınan spermin telkihine dairdir. Acaba bu da câiz değil midir?
Bu şekilde tavzih edilmiş bir soruya da, hemen bir çırpıda "evet" demeyi, aceleden verilmiş bir fetva sayacağız. Zîrâ suâl, her ne kadar vüzûhundan ötürü "evet" dedirtecek mâhiyette ise de, altındaki sû-i niyet ve demagoji, bizi daha ihtiyatlı olmağa sevketmektedir.
Neden acaba, tabiî ve fıtrî yol varken, böyle gayr-i tabiî bir yol intihâb ediliyor. Bütün eşyada câri ahkâma tevfîk-i hareket ederek, ilâhî hikmete râm olmak daha uygun olmaz mı? İnsan için fıtratın kanunlarına uymak bir esas olduğuna göre, sun'î ilkâh gayr-i fıtrî bir yol ve buna hizmet eden müesseseler de zımnî zina müesseseleri sayılmaz mı?..
Bundan başka, şöyle bir îtiraz da vârid olabilir: Sizin bu dediğiniz baba telkîhe, anne de telekkuha (aşılanma) muktedir oldukları zaman doğrudur. Ve böyle bir durumda, tabiî ve fıtrî yolun tercih edilmesi esasdır. Ne var ki, her zaman baba telkîhe kabil olamayabilir.
Biz de. o zaman böyle bir aşılama kimin tohumuyla yapılacaktır, sorusunu sormak isteriz. Şayet baba, erkeklik yönüyle zaîf ve yetersizse ve ondan ayrılan spermler, kendilerinden beklenen fonksiyonu eda edemiyorlarsa, böyle bir babadan alınan hüveynenin ilkâh edilmeyeceği muhakkakdır... O zaman yine yabancı mâî ve zamnî sifah...
Eğer, böyle "sun'î ilkâh"a sevkeden rahim yolları tıkanıklığı, rahim yetersizliği ve rahim ârızaları ise, o takdirde de hekim müdâhalesine ihtiyaç vardır. Meşrû dairedeki böyle bir müdâhale, dölyatağı ve yollarına "karâr-ı mekîn" hüviyetini kazandırırsa, yine en tabiî ve fitrî yolla erkeğin muâlecesi esasdır. Ve, şayet rahim kendinden beklenileni edâ edemeyecekse, ilkâhın da hiçbir mânâsı olmayacaktır.
O hâlde, meseleyi basite ircâ edip "tohum kocasından ise câizdir; yoksa değildir.."şeklinde fetva, doğru ise de eksik ve su-i istimâl edilmeye müsâiddir.
Öyle zannediyorum ki; bu meseleyi ilk plânda ileri sürenler de, böyle bir sû-istimâl kapısını açmağa vesîle ittihaz edecekleri, bir fetvâ koparma maksadına mâtuf bu istifhâmı i'mâl ediyorlar. Yoksa, o bankalar var; meşrû'u ve gayr-i meşrûu itibarî sayanlar için de, kapıları sonuna kadar açıktır.
Bundan başka "şerîat-ı fıtriye" zâviyesinden de mesele her zaman tenkid edilebilir. Ancak çok su götürür böyle bir hususa, derinlemesine temas etmede ne bir fâide var, ne de benim sahamdır. Onu, ilerdeki mütahassıs hekimlere ve hayvanata ait yönüyle de veterinerlere ve zoologlara havâle etmek en eslem yoldur.
Şu kadar var ki, böyle bir usûlün eşyânın tabiatına zıt olduğundan da katiyyen şüphe yoktur. Çünkü her canlı, kendi cins ve nevini devam ettirmek için tenâsüle zorlanmaktadır. Gördürülen bu esrarlı hizmette de, kendilerine avans mâhiyetinde cüz'i bir ücret, geçici bir lezzet verilmektedir. Bunu, varlığın sînesine derceden eşyanın Sahibi de değiştirmek istememektedir.
Binâenaleyh, hiç kimsenin, fıtrata ait bu kanunu değiştirmeye ve kaldırmağa hakkı yoktur. Böyle bir teşebbüs, hilkat ve fıtratı değiştirmeğe teşebbüstür.
Bu ise temelden merdut ve şeytânî bir yoldur. Ve hele, insanı sâir canlılar içinde mütâlâa etme gibi, insanlık mânâsına karşı küçük düşürücü bir yanı var ki; insan olan herkes, böyle bir teşebbüsü protesto etmelidir.
Ne var ki, günümüzün insanı, henüz tabiî ilimlerin elifbe'sinde emeklediği için, onu eşya ve hâdiseler hakkındaki hezeyanlardan kurtarmak çok da kolay olmayacaktır.
Bu ve benzer mes'elelerde, Galile'nin, rasat ve tesbitleri ile, Darwin'in, bilhassa zooloji sahasında tertib ve tensikleriyle, insanın ahsen-i takvim üzere yaratılması arasında sun'î zıtlıklar ortaya atılarak ilimle din çatıştırılmak istenmektedir.
Her sahada olduğu gibi ilimlerde de tıkanmaların açılacağını beklediğimiz şu günlerde uyur-gezerlerimizin gerçekleri görmeleri dileğiyle!..
.
Şüphe nedir ve bir kısım kimselerin endişe ettiği kadar korkulacak bir şey midir?
Şüphe nedir ve bir kısım kimselerin endişe ettiği kadar korkulacak bir şey midir?
Şüphe, insanı sinsi sinsi kemiren ve yavaş yavaş ölüme götüren korkunç bir hastalıkdır. İnsan; bir kere inanç, düşünce ve tasavvurlarıyla kendini bu hastalığa kaptırdı mı, artık hayatî bütün fonksiyonlarıyla, rûhî bütün melekeleriyle felç olmuş demekdir.
Şüphe ve şüpheciliğin iki esasa dayandırılması mümkündür:
1- İrâdî olarak benimsenen, eskilerin reybîlik ve hisbânîlik dedikleri şüphecilik;
2- İç idrak ve dış müşâhede muvâzenesizliğinden; niyet ve nazar inhirâfından; bilgide, terkib kabiliyetine sahip bulunamayışından doğan diğer bir şüphecilik...
İkinci şık şüphecilik, hemen hemen her yerde üzerinde durduğumuz bir mevzûdur ve kanâatimce izâlesi de mümkündür. Birinci şık şüphecilik ise; o, bir mizâc inhirafı, bir cinnet ve bir marazdır. Bu kabil şüpheciler için Spinoza: "Hakîkî reybî (şüpheci)nin vazifesi susup oturmakdır. " demişdi. Keşke bu nasihatı dinlemiş olsalardı. Hiç olmazsa zararları başkalarına dokunmaz; nefislerine münhasır kalırdı.
Vâkıa şüphenin, bir de ilmî maksad ile şartlandırılmış ve muvakkat olanı vardır ki, o türlü şübheye kimsenin diveceği birşey yoktur. Ne var ki, bizim burada hastalık dediğimiz şüphe, Dr. Paul Sollier'in de ifade ettiği gibi "Hâlli imkânsız ve çözülmeyecek gibi olan şüphedir. " Böyle bir şüphe, sürekli olarak şuurumuzu baskı altına alır ve devam eder. Sonra bütün ahvâl-i rûhiyemizi ve bütün zihnî faaliyetlerimizi felce uğratır. Bu hâle gelmiş bir insan rûhu, binbir tereddüdün odak noktası olduğu gibi, binbir kararsızlığın, iç-içe kesişip durduğu karmaşık ve içinden çıkılmaz yollara benzer.
Şüphelerini aşamamış ve onlara söz dinletememiş bir insan için; bedenî iktidarsızlık, zihnî ve ahlâkî teşevvüş ve inhiraflar önüne geçilmez cebrî hâdiselerdendir.
Şüphe insanın tavırlarında katılık, ruhunda sıkıntı ve beceriksizlik hâsıl eder. Binaenaleyh şüpheci kimseler, bedene mütevakkıf işlerde hep kaçmak arzusu; yorgunluk getiren şeylere karşı da nefret izhar ederler. Hiçbir iş görmeden yorulmuş bu türlü tiplere, psikiyatrinin koyacağı teşhisler ne kadar iddialı olursa olsun, bunlar hakkında, iç yetmezliğin fonksiyonunu inkâr etmek kabil olmayacaktır.
Şüphenin zihin üzerindeki tesirine gelince, bu maraza mübtelâ olanlar devamlı ve ciddî zihnî faaliyet gösteremezler. Azçok dimağı uzun süre şübhe dalgalarıyla sarsılmış bir insanın. sâlim düşünebilmesi bir hayli müşküldür. Böylelerin en bâriz yanları, dikkatlerinin za'fa maruz kalması, zihinlerinin cevvâliyetini kaybetmesi ve hafızalarının dumura uğraması gibi hâllerdir. Artık, bu tipler için, herşey gitgide gayri mümkün bir şekle girer ve önlerine "olmazlardan" aşılmayan tepeler dikilir. Onların önünde birtek açık kapı ve yürünebilir bir tek yol vardır; o da başkalarını tenkid yolu. Bununla yaşar ve bununla varlıklarını sürdürürler.
Bir de şüphenin, ahlâkı baskı altında tutması bahis mevzûudur ki, bana göre en tehlikelisi de budur. Arzu ve isteklerin; ihtiras ve temâyüllerin; hülâsa şahsiyetin en bâtınî ve samimî esasını teşkil eden şeylerin ma'ruz kaldıkları sarsıntılar ve zıd dalgalanmalar, şübheli insanların zihinlerinde meydana getirdikleri neticelerin bir aynını da ahlâkî sahada meydana getirirler.
İş hayatlarındaki beceriksizlik, sıkıntı ve harekete geçirici fakültelerinde (vaso moteurs) teşevvüşler hâsıl olan kimselerde, ürkeklik, merdümgirizlik gibi şeyler baş gösterir. Böyleleri, eğlence ve zevk u safaya tâlib oldukları hâlde, herkesden kaçmak ve uzlet hayatı yaşamak isterler. Bu itibarla da bir türlü hüzün ve kederden kurtulamazlar. Bunlar hür düşünceden mahrum, ma'nevi mukavemet itibariyle de alabildiğine zayıftırlar.
Hele, ileri safhadaki büyük şüphecilerde, ba'zen hiçbir şeyden müteessir olmama gibi bir sertlik, katılık ve cansızlık hükmettiği gibi, ba'zen de, tamamen yıkılmış ma'nevî şahsiyetleri itibariyle, toplum insanı olma vasfını bütün bütün kaybederler.
Şüphe, ictimâî neticeleri itibariyle de çok tehlikeli bir hastalıktır. Çevresinden ve çevresinde olup biten şeylerden şüpheye düşmüş bir kimse, göz göre göre kendisini bin bir endişe içine atar, hem kendini hem de çevresini rahatsız eder. Ve hele, mütereddid ve şübhelere mübtelâ olanların, mes'ûliyet endişesiyle, hareket etmenin gerekli olduğu yerde geri çekilmeleri veyahut hareket vaktini kaçırma gibi durumları o kadar tehlikelidir ki; bazen bir cemaatin bütün bütün mahvolmasına sebebiyet verebilir. Bilhassa ehemmiyetli ve büyük işlerde, siyaset ve harblerde, başı tutanların tereddüd ve şüpheleri milletleri ve orduları batırmaya yeter ve artar.
Aslında, kendinden şüphe edenin başkaları için bir istinatgâh olması da düşünülemez, zîrâ, kendinden şübhe edenin, nasıl hareket edeceği belli olmadığından, arkasında bir kaç defa yanılmaya maruz kalmış yığıniar, O'nun, en mâsum ve ma'kûl davranışlarını da hep kuşkuyla karşılarlar.
Ma'mâfih, şübhecilerin büyük bir kısmının "olduğu gibi" kalma meylinde olmalarına karşılık, az bir kısmının da, ileri gitme, hamle yapma gayretleri küçümsenmeyecek nisbettedir.
Hâsılı, şüphecilerin ne düşüncelerinde, ne de iş ve davranışlarında i'tidâl ve muvâzene yoktur. Onlar içinde, mevkilerini, mesleklerini, me'muriyetlerini mes'uliyet korkusuyla terk eden o kadar çok kimse vardır ki -maâzallah- böyleleri kritik bir dönemde bir millet ve bir devleti felç edebilir. Bunların atılganlıkları bir mâcera olduğu gibi, vehim uzantısı tedbirleri de bir sönüp gitme ve donukluktur. Bazılarına göre bu hâl bir iradesizlikden kaynaklanıyor gibi görünse bile aslında hiç de öyle değildir. Aslında bu hâl isâbetli ve seri karar verememeden, hayatla alâkalı umum ahvâl ve hâdiselerin bize ifâde ettiği çeşitli çözüm yollarından birini tercih edememekden kaynaklanmaktadır.
Tereddüd ve tercih edememe keyfiyetiyle şüpheci, atılgandan daha zararlı ve daha tehlikelidir. Hareket edenin yönlendirilmesi ve davranışlarının kanalize edilmesi gibi bir problem olsa bile, hiç olmazsa o, hareket etmektedir. Şüpheciye gelince, onun hareketi durma, durması da hareket gibi bir garâbet arzettiğinden, ne hamlesine ne de geriye çekilmesine bel bağlanamaz...
Hele, atılganlığındaki çılgınlığı cesaret, vehim ve korkaklığını da ihtiyat ve tedbir sayıyorsa, artık o, bu marazî ruh hâleti ile, hem kendini, hem de beraberindekileri mahvedecek bir ifrit hâlini almıştır.
Tehlike ânında cebheyi terk eden nice idâreci veya kumandan vardır ki; bütün bir milleti böyle bir reybîliğe kurban etmişlerdir. Açdıkları gediklerde, sadece kendileri helâk olsalardı "dayansın ehl-i kubûr" demekle iktifâ edilebilirdi. Ama, ne acı ki; böyle birkaç şüpheci sergerdan, maiyetlerindeki bir sürü zavallının felâketine sebebiyet vermişlerdir.
Modern reybîlerden. milleti temsil makamında, küfrünü izhâr edecek kadar mertler bulunduğu gibi, mâhiyetini setredebilen ve pek çok felâketlere sebebiyet vermiş nâmert şüpheciler de vardır:
"Ben ki hepsinden iştibâh ederim.
Kime sorsan diyor ki yok haberim.
Kimbilir belki hepsi vehmiyyât.
Belki aldanmak ihtiyâc-ı hayat.
Kimbilir de belki hepsi doğru da ben
Bîhaber kendi sehvî hissimden
Varı yok bilmek istedim, yoku var
İştibâh işte töhmetim, ne zarar...
Kimbilir belki aslımız toprak
Bunu bir muzdarib çamur yapmak
Hangi hâin tesadüfün işi bu
Bunu bir Hâlık irtikab etmez
Halk eden mahveder harab etmez."
Zavallı Fikret!.. Küfründeki aşırılığın, günümüzün reybîlerine göre çok geri kaldığını görseydi, kimbilir ne kadar hayıflanacak ve ne kadar öfkelenecekti?..
Ama, yine de o şüpheci, bedbîn ve karamsar düşünceleriyle, tenâsüh görmüş, sanki günümüzün şüphecilerinin içinde yaşıyor gibi...
Burada reybîliğin çeşitlerini, delilleriyle red ve cerhetme durumunda olmadığımızdan onu felsefe kitablarındaki tenkidleriyle başbaşa bırakarak biı-tek hususu belirtmede fayda mülâhaza ediyoruz. O da, her teşebbüsün başında, aksine ihtimâl vermeyecek şekilde bir iman ve o imandan kaynaklanan bir irade ve sönmeyen bir azme ihtiyaç olduğu keyfiyetidir. Bunların birinde şüphe ve tereddüd, diğerlerinin de te'sirini kırar ve akîm bırakır.
Mükâfat ve ceza gününe kat'i inanç, fert için de cemaat için de tekâmülde ilk şart ve en ehemmiyetli unsurdur. Bu inanç istikâmetinde, teklif edilen yolu yaşamaya gelince o, en akıllıca bir davranış ve en ehemmiyetli bir hamledir. Bir insanın, kanaat, tasavvur ve davranışlarındaki zikzaklar ise bir başarısızlık âmili ve bir felakettir.
Mâmâfih, şüpheye düşen birisi için, şu hususlar üzerinde durulmasında fayda vardır:
1- Böyle birisi mutlaka, bir mârifet ehline gitmeli ve götürülmelidir. Böyle bir müdâhele sâyesinde, şüphenin marazî olup olmadığı. derinliği ve hangi hususlara dâir olduğu ortaya çıkacakdır ki. bu da tedâviyi kolaylaştırma ve şüpheyi gidermede önemli olsa gerekdir.
2- Şüphe. inanç mevzûlarıyla alâkalı ise, o sahada; ibâdetle ilgili ise. o hususda; düşünce sistemimize dâirse, o yönde genişçe tahşîdat yapılmalı; şüpheye sürükleyen sebebler nazara alınarak deliller getirilmeli ve tereddütler birer birer giderilmelidir.
3- Ayrıca. şüpheye düşen kimse; düşünce ufku aydın. kalbî ve ruhî hayatı olan kimselerle sık sık görüştürülmeli, onların hayat-bahş olan sohbetlerinden istifâde ettirilmelidir.
4- Böyleleri için bazan îmanca derin, ibâdetçe zengin ve düşüncede istikâmete ermiş kimselerin umumi manzarası da oldukça faydalıdır. Yurt içinde ve yurt dışında, düşüncemizin şuurluca ve yürekden temsilcileriyle bu türlü hastaların görüştürülmesi, çok defa bin nasihatdan daha tesirli olabilir.
5- Bundan başka, şüpheci, mâzînin zengin ve rengin atlasında sık sık gezdirilmeli; tarih ve siyerin çağıltılarıyla yüzü, bencilliğin karanlık izbelerinden, kehkeşânların kol gezdiği şanlı geçmişimize çevrilmelidir. Bu yolla geçmişin aydın yüzünü ve gür soluklarını duyan hemen herkesin, ruhunu saran.bulanık düşüncelerden kurtulduğu ve az-çok gönülde dirilişe yöneldiği çokca görülen vak'alardandır.
6- Şüphe bir hastalık hâlini almış ve etrafa da yayılma istîdâdında ise, hastanın bir hekim müşâhedesinde tecrîde tâbi tutulması ve hezeyanlarının toplum içinde yayılmasına meydan verilmemesi gerekir.
Reybîlîk ve hisbânilik: Şüphecilik.
Merdümgiriz: İnsanlardan kaçan, sıkılan.
Tenâsül: Türemek, nesil yetiştirmek, üremek.
.
Tenasüh nedir ve müslümanlık inançlarına göre doğru mudur?
Tenasüh nedir ve müslümanlık inançlarına göre doğru mudur?
Nesih kökünden gelir ve ruhların bedenden bedene göç etmesi mânâsınadır. Fransızlar, "metempsycose" derler. Bu anlayışa kâil olanlara göre, cesedler ruhların kalıpları gibidir; ervah kışla mâhiyetindeki bu kalıplar içine girer, yaşar ve şenlendirirler. Girdikleri cesetler çözülünce de, daha başkalarına ve derken bir devr-i dâim içinde, bu beden değiştirmeler sürer gider.
En ibtidâî cemaatlar arasında dahi, tenâsüh akîdesine rastlamak mümkündür. Ancak, inanç, millî kültür ve muhit farklılığı itibariyle, o da farklı görünümlerde olmuştur. Bir Mısır tenâsüh anlayışıyla, Ganj'ın ebediyetle büyülenmiş insanının tenâsüh anlayışı arasında ciddi farklılıklar vardır. Hele Atinalı filozofların zengin ve rengin ifâdelerinde, bambaşka bir hüviyet kazanır.
Tenâsüh, çeşitli metapsişik tecrübelerin yaygınlaştırıldığı günümüzde de bir hayli meşhurdur. Ancak o, bugün, ruhların muhâceretini bir inanç sistemi hâline getiren mezheb gibidir. Hususiyle sosyete mahfillerinde maddenin yetersizliğine
bir reaksiyon olarak, bu türlü hâdiselere o kadar ciddî bir alâka vardır ki; nerede bir-kaç kişi biraraya gelirse hep, ruhların temessülünden, rehberliklerinden; anti-fizik'in fizik'e ve onun kanunlarına te'sirinden; hatta bir kısım ruhların îkaz ve irşadlarından veyahut aksine, baştan çıkarma ve saptırmalarından bahisler açılır ve sözedilir.
Sadedinde bulunduğumuz soru-cevap mevzûu, ne bütün bir tenâsüh tarihine, ne de günümüzün metapsişik ve parapsişik vakalarını anlatmaya akdarmaya yetmeyeceğinden, soruda mevzû edilen tenâsühün menşelerine işaret ederek asıl meseleye geçmek istiyorum.
Bir kısım çevreler, tenâsüh akidesinin çok köklü ve kadîm olduğu kanaatindedirler. Hatta, bunun için bir sürü tarihî üstûreye baş vurulmakta, Herodot'un naklettiği -çoğu yalan- hikayelere birer hakikat nazarıyla bakılmakta ve hatta, "Ovide'in" eserlerindeki rengin ve zengin masallar bu işe mesned yapılmağa çalışılmaktadır. Bu arada, bir kısım kimseler bu "ruhlar seyr-ü seferi"nin sadece insanlar arasında cereyan etmekle kalmayıp, hayvanlara, hatta otlara kadar uzayıp gittiğini iddia etmektedirler. "Camkitinüma" Şârihinin beyânına göre: Tenâsühcüler, ruhların bütün bir varlık âlemini içine alacak şekilde muhâceret mecbûriyetinde olduğu kanâatindedirler. Bir alay ruh, insanların bedenlerinden hayvanlara, onlardan nebat âlemine, cansızlara ve ma'denlere.. böyle karalardan denizlere, denizlerden karalara bitip tükenme bilmeyen cebrî bir sevkiyât ile devam eder durur. Rûhun bir insan bedeninden diğer insan bedenine intikâline "nesh", kendine münasib bir hayvan bedenine geçmesine "mesh", ot ve ağaçlara girmesine "resh", ma'denlere hülûluna ise "fesh" derler.
Bu anlayışda Âlem-şümûl bir ruh telâkkisinin kabûl edilmesinin te'siri var mıdır? Hülûl ve ittihadla alâkası ne kadardır? Mevzûu dağıtmadan hemen arzedeyim ki; inhiraf etmiş bu iki düşüncenin tenâsühe menşe olduğunu kabul etmemek oldukça güçtür. Hatta Taylor, tenâsüh anlayışının, ruh'un müstakillen bekâsıyla çok alâkadar bulunduğunu söyler. Bu anlayışa göre uzun asırlar, evlâd ve torunların atalarına benzemesini de tenâsühle izâh'a kalkışmışlardı ki, bugün pek âlâ verâset kanunuyla izâh edilebilmektedir.
Tenâsühün, evvelâ Nil havzasında geliştiği söylenir ki, mumyaların sevimsiz çehrelerinde, ehramların esrarengiz bina edilişlerinde, hemeıi hemen bu sezilmektedir. Mısır'dan Hindistan'a ve oradaıi cja Yunanistan'a götürülen bu düşünce, bir tarafda filozöfların sehhâr beyanları, beri tarafta da, Ganj ve Send havzasının sonsuzluk fikriyle büyülenmiş insanın nağmeleri arasında, ebediyet isteyen insan gönli'tnün ümit ve tesellisi haline getirilmiştir. Kabbalistler &127;4&127; tarafından yahudîliğe ve yahudi ma'rifetiyle de az dahi olsa Hıristiyanlığa ve en nihayet Kelâmcılar'ın bütün reddedici gayretlerine rağmen bir kısım mutasavvifeye de bulaştınlmış oluyordu. Ve bu arada, her iddiacı ortaya attığı şeyi isbat etmek için, bir kısım deliller de getiriyordu. Meselâ: Kabbalistler Tevrat'taki Niobe'nin mermer olmasını ve Hz. Lût'un zevcesinin tozdan bir heykel hâline gelmesini, daha sonrakilerin ise, yahudilerin bir kısmının maymuna ve bir kısmının da hınzıra dönüşmesini zikrettikleri gibi.. bir kısım kimseler de hayvanlardaki sevk-i ilâhîyi ve nebât âlemindeki baş döndürücü nizam ve âhengi, ağaçlaşmış veya hayvanlaşmış birer insan ruhu ile idare edildiklerini kabûllenecek kadar, işi ileriye götürüyor ve herşeye bir ruh kesip biçiyordu.
Aslında, aceleden verilmiş böyle bir hükmün, değil cansızlar ve nebat âlemine ta'mimi, insanlık âlemi için bahis mevzû edilişi dahi, o kadar tekellüflüdür ki, az bir düşünce ile öyle olmayacağı hemen anlaşılır.
Cansızlar ve nebatlar için bir program ve kaderîliğin bahis-mevzûu olduğunda şübhe yoktur. Ancak onlardaki nizam ve ölçüyü, onların içinde eskiden yaşamış tecrübeli ruhlarda aramak oldukça gülünç ve o kadar da mesnedsizdir. Vâkıa ağaç ve otların birer hayât-i nebâtiyeleri vardır, fakat bu hiç bir zaman alçalmış bir insan ruhu olmadığı gibi, yükselmeye hazırlanan ve insan olmaya namzet bulunan bir ruh da değildir.
Bu kadar umumî araştırmalara rağmen, hiç bir nebattan, kendisini idare eden tecrübeli bir insan rûhu'nun mevcudiyetine dair bir mesaj alınamadığı gibi, şu anda insanlık devresini sürdürdüğü kabûl edilen, hiçbir ruhdan da, O'nun nebatî ve hayvanî hayatına dair bir hâtıranın tesbit edildiği gösterilememiştir. Halbuki, bu husustaki iddialar arasında, eski ma'lûmat ve müktesebâtın intikâli de, mühim bir esas olarak üzerinde durulan meselelerdendir. Ne var ki, şu âna kadar bir iki akıl hastasının hezeyanından başka ve bir iki sansasyonel haberden gayri birşey de bilmemekteyiz.
Tevrat'ta mevzû edilen Niobe'nin mermer ve Hz. Lût'un zevcesi Etidhe'nin tozdan bir heykel hâline gelmesi, hiçbir zaman tenâsühe delil sayılmaz. Müsâmahalı davranıp böyle bir şeyi kabûl etsek bile, ruh kabzedilmiş, cesed ve mâruz kaldığı belânın keyfiyetine göre, ya yakıcı bir atmosferle toz toprak olmuş veya lâvlar altında kalan cansız cesetler gibi taşlaşmış demektir. Nitekim, dünyanın her yöresinde karşılaşılan bu kabil fosiller sayılmayacak kadar çoktur. Pompei'nin, Vezüv'ün püskürttüğü lâvlarla bir kül yığını hâline gelmesinden asırlarca sonra yapılan kazılar, karşımıza bir sürü mermerleşmiş Niobe çıkardı. Bugün sayfa sayfa bu enkaz yığınlarını çevirip dururken, ibretle seyrettiğimiz nâpak alınlarda utanç ve hacâlet dolu bir hayatın, insanı, kudurtmuşluğu hissedilmekte ve ilâhî gazâbın eserleri görülmektedir. ibret alınsın diye istikbâlin koruyucu sinesine teslim edilen bu etnoğrafik materyali tenâsühle tefsir etmek, hiçbir mesnede dayanmadan ortaya atılmış bir iddia ve işi hafife almaktan ibarettir.
Tenâsüh, vefat eden insanların ruhlarının başka cesetlere girip seyr-ü seyahatından ibaret ise, burada hangi ruh hangi cesede girmiştir. Belki pek çoğu itibariyle mücrim bir topluluğun ruhları kabzedilmiş, arkadan gelenlere bir ders ve ibret olsun diye, cesetleri de taş haline getirilmiştir.
Mısır'da, Yunan'da ve Ganj havzasında tenâsüh akidesi su-i istimal edilmiş bir âhiret inancına ve rûhun bekası arzusuna dayalı olarak gelişmiştir. Ne "Ahen-Aten"in Mısır'ında, ne de "Pythagore'un "Yunanistan"ında tahriflerin doğurduğu tenâsüh'ü kimse bilmiyordu. Aten'e göre, insanın yerdeki hayatının sona ermesiyle, semavî bir hayat başlar. Buna göre insan ölür ölmez rûhu yükseklerdeki "mahkeme-i kübra "ya varmak üzere yola çıkar ve yüksele yüksele Osiris'in huzuruna ulaşır. Huzura ulaşan her ruh, şu şekilde hesap verir: "Huzuruna günahsız geldim, ve hayatımda rabbanîleri hoşnud edecek herşeyi yaptım. Kan dökmedim, hırsızlık etmedim, fesat çıkarmadım ve huysuzluk yapmadım. Zinâ irtikabında bulunmadım..." Bunları söyleyen Osiris'in cemâatına katılır. Söylemeyen ve terazisi ağır basmayan, cehenneme atılır ve orada zebânîler tarafından parça parça edilir.
Yine, Aten dinine ait imanî hakikatları aksettiren kitabelerde şu saf ve dupduru inanışı görüyoruz: "Senin yaptıkların pek çok ve çoğunu da gözümüzgörmez. Ey biricik ilâh ki, senin kuvvetine kimse mâlik değildir. Sen bu arzı istediğin gibi yarattın ve sen yalnızdrn. İnsanlar ve büyükküçük yer yüzünde ayaklarıyla yürüyen bütün hayvanlar ve yükseklerde kanatlarıyla uçan bütün kuşlar, hepsine lâyık olduğu yeri sen seçersin ve bütün ihtiyaçlarıı&127;ı da sen görürsün... Bütün güzellikler senin sayende şekil alır ve bütüı&127; gözler bunlardan seni görür. Sen benim kalbimdesin..." (A. HİSTORY OF EGYPT, 371-376 Prof. Breasted, Ter: Ö.R. Doğrul) Hiçbir şey ilâve etmeden kaydettiğim şu mülâhazalar, takriben bundan dörtbin sene evvel Mısır'da birer büyük hakikat olarak kabul edilen şeylerdi.
Yunanda da, haşir ve bekâ-i ruh akîdesi oldukça sağlamdı. Büyük filozof Pythagore, cesedden ayrılan ruh'un kendine mahsus bir hayatı olacağını ve esasen ruh, arza inmezden evvel bu hayata mazhar bulunduğunu ve yeryüzüne bir kısım mükellefiyetlerle geldiğini ve burada yapacağı fenalıklara karşı cehenneme atılacağını ve zebânîler tarafından parçalanacağını; bunun aksine iyilikler yaptığı zaman da yüksek mertebeler ve mesûd bir hayata mazhar olacağını ifade etmektedir ki, aktarmalarla karıştırılan bir kısım aksaklıkların olabileceğini peşinen kabul edip, sonra anlatılanlara bakacak olursak, doğruya çok yakın bir haşir akidesinin rengin bir edâ ile ele alınmış olduğunu görürüz. Eflâtun'un "Cumhuriyet" kitabındaki beyanatı da bundan farksızdır. Eflâtun'a göre "Bedenden ayrılan ruh, cismanî hayah büsbütün unutur ve yalnız hakikatın tefekkürüyle meşgul kalır. Bu hâliyle o, kendine münasib bir âleme, hikmet ve ebediyetle doygun lâhûtî bir âleme yükselerek, orada noksanlıklardan, hafalardan, korkulardan hatta maddî hayatta onu kıvrandıran muhabbetlerden, aşklardan.. hâsılı, beşer tabiatının gereği gibi bütün fenalıklardan âzâde olarak yüksek bir saadete ve rabbânîlerle içli-dışlı birhayata nâil olur. "
Aslında düşünce sistemleri böyle olan milletlerin, akîdelerinde tenâsühvâri şeyler göze çarpacak olursa, artık bunun tahrif mahsûlü olmasından şübhe etmemek gerekdir.
Semavî bir din olan hıristiyanlık, bu tahrifle, nasıl Hz. Mesih'i Ulûhiyet tahtına oturtmağa kalktı ki; eğer Kur'ân'ın ışık tutucu, vuzûh getirici beyanı olmasaydı, Hıristiyanlığa bakışın bir Atenizm ve bir Brahmanizm'den farkı kalmayacaktı. Öyle de, eski Mısır dinleri, Hind dinleri ve Grek dinleri geçirdikleri istihâlelerden sonra tanınmaz birer hâl aldılar ki, tenâsüh akîdesi de bu tahriflerle yol bulup bu din ve bu mezheplerin içine girmiş sayılabilir.
Mısır'da kök salan tenâsüh akîdesi, bir baştan bir başa bütün Nil havzasında türkülere ve destanlara mevzû olduktan sonra, Yunan filozoflarının velûd dimağlarıyla daha rengin, daha hayâli kisvelere bürünerek masallara girdi ve topyekün yeryüzünün ustûresi hâline geldi.
Bu anlayışın esiri Hindli, maddeyi Brahman'ın son tecellisi saymakta ve ruh ile cesedin birleşmesini bir düşüş ve bir şer telâkki etmektedir. Buna mukâbil ölümü beşerî kusurlardan tecerrüd; vecd ve istiğrâk'a yükselmelere vesîle ve gerçeğe visâl saymaktadır. Hinduizmin en mühim kitabı olan "Vedanta"da ruh, Brahman'ın bir cüz'ü, bir şeraresi tasavvur edilmekte ve bunun kalıptan kalıba intikâl ederek, aslına avdet edeceği âna kadar, ızdırabdan kurtulamayacağı anlatılmaktadır. Ruh, maksadı olan "Marifef-i Mukaddese''yi benlikden ve ona aid bütün kötülüklerden sıyrılarak, bir nehrin denize koşması gibi, Mâbud-û Mutlak olan AIlah'a koşmakla elde eder. Vuslat olunca da, Budizmin Nirvana'sı gibi mutlak sükûn ve huzur hâsıl olur. Ne var ki, Budizmle bir durgunlaşma ve hareketsizlik hüküm-ferma olmasına karşılık, Brahmanizm'de aktif bir rûh vardır.
Tenâsüh akidesi daha sonraları yahudiler tarafından da benimsenmiştir. Hayata çok harîs, ruhun bekâsına çok meftûn yahudinin, haşir akidesini ortadan kaldırdıktan sonra, tenâsüh akidesini kabûllenmesi kadar normal bir şey olamaz. Daha sonraları ise, kabbalistler tarafından İskenderiye kilisesi gibi bir kısım manastırlara sokulan tenâsüh düşüncesi, Gulât-ı Şia tarafından ehl-i İslâm arasına az dahi olsa girebilmiştir. Tenâsühe kâil olan eski - yeni bütün milletlerde, ortak bir düşünce göze çarpmaktadır. O da; hulûl ve ittihad. Atenizmde Ahen-Aten, Brahmanizmde Brahman, yahudilikte Uzeyr (A.S), Hıristiyanlık'da Hz. Mesih (A.S) ve Gulât-ı Şiâ'da iseHz.Ali(r.) hep aynı şey olarak kabûl edilmek suretiyle, âlem-şümûl bir hata işlenmiş ve aynı inhiraf çizgisinde birleşilmiştir. Bunun dışında, bir kısım mutasavvifenin beyanlarında tenâsühü iş'âr eden sözler ise, ya garazlı kimselerin karıştırmaları veya te'vile tâbi tutulması gerekli olan remizlerdendir. Ehl-i Sünnet ulemâsı; hadîscisinden fıkıhcısına, ondan tefsir ve kelâmcısına kadar, bu anlayışın, İslâm'ın rûhuna aykırı olduğunda ittifak hâlindedirler. Her ferdin kendi kaderiyle yaşaması, kendi kaderiyle ölmesi ve kendi serencâmesiyle haşrolması; sonra imtihan hakikatının muayyen ferde bakması, muayyen muhâtabın kendi sevâb veya günahıyla aynı muayyeniyet içinde hesaba çekilmesi gibi hususlardan ötürü, tenâsüh akîdesini merdud görmüşlerdir.
Bu meseleyi vâzıhan intikal ettirebilmek için, gelecek hususların serdedilmesinde fâide mülâhaza ediyoruz! Evet, aşağıda anlatılan şeyler muvâcehesinde, tenâsüh akîdesini kabûl etmek mümkün değildir:
1- Haşir akidesi açısından, her ferdin hesabı, kendi hayatının girinti ve çıkıntılarına göre olacaktır. Buna göre, binlerce cesede girmiş-çıkmış bir ruh, hangi şahsiyetiyle haşrolacak ve hangi durumuna göre ceza veya mükâfat görecektir.
2- Bu dünya imtihan için açılmıştır. İmtihan da gaybe iman esası üzerine cereyan etmektedir. Yaptığı kötülüklerin cezasını aşağı bir mahlûk suretinde yaşıyan bir ruh, ikinci bir cesede girme fırsatını bulunca, hem mesele gaybîlikten çıkacak, hem de görüp tattığı ızdırablardan ötürü, sürekli beden değiştirme işini sona erdirebileceği bir yola girecektir ki, bu da tenâsüh düşüncesinin kendi kendini nakzetmesi, kendi kendini yıkması demektir.
3- Her ferdin mutlak saadete namzed olabilmesi için böyle çok ızdırablı bir ruhlar muhâceretine lüzum görüldüğü takdirde, Allah'ın zalimlere ceza, iyi kimselere de, mükâfat va'di abes olacaktır. Bu ise Zât-ı Ulûhiyet hakkında muhâldir, bâtıldır.
4- Kur'ân ve sâir semavî kitaplar'ın, günahların afvedileceğine dair olan beyanları, afvedilebilmek için ruhların ıstırablı ve uzun seyahatlarını fuzûlî ve mânâsız göstermektedir. rahmeti Sonsuz olana şâyeste olan da budur. Buda, bir sükûnet ve bir atâlet olan "Nirvana "sını bu meşakkatli yolculuktan daha huzur verici bulmuş olacak ki, Brahmanizm muzdariblerini daha huzurlu bulduğu bu ufka davet etmektedir.
Bizde ise, afvedilmeyecek günah yoktur. Ve Allah (C.Cj tevbe eden herkesin günahını bağışlayacağını va'detmektedir. Bu hususda günahının azlığına çokluğuna bakılmadığı gibi, son dakikalara kadar ferdin günah içinde bulunmasına da bakılmayacaktır. Bütün hayatı isyanla geçmiş bir mücrim, bir tek saatlik nezih hayatıyla, Allah'ın rahmetine mazhar olabilir...
5- Kezâ tenâsüh devr-i dâiın yücelebilmek için, uzun ve yorucu seyahat, Cenab-ı Hakk'ın hususi iltifat ve rahmetine zıddır. Zira, o istediği zaman erâcif içinde aldığı en pesbayağı şeyleri dahi som altın hâline getirir ve en kıymetli yapar. Bu da onun, hususî atâyâsı husûsi ihsânıdır.
6- Peygamberlere uyan kimseler arasında; ilk hayatları itibariyle çok şerli kimseler de bulunuyordu. Bu insanlar, uzun, kirli bir geçmişden sonra, velîleri çok geride bırakacak kadar muallâ bir mevkiye yükselmeleri o kadar vâkidir ki, aksine fikir beyan etmek âdetâ imkânsızdır. Böyle, bir hamlede ve bir nefhada olgunluğun zirvesine yükselmek, Allah'ın lûtfunu ifade ettiği gibi terakkî için umûmi bir muhâceretin yersizliğine de parmak basmaktadır.
7- Her cesed için ayrı bir ruh kabûl etmek, Kudreti Sonsuz olan Allah'ın sonsuz yaratıcılığına imanın ifadesidir. Bunun yerine bir tabur ruh'u bütün cesetlere sokup çıkarmak, Kudreti Sonsuza âcizlik isnadını işmâm eder. Bu noktada dahi tenâsüh akîdesinin akla mülâyim gelmediği açık ve vâzıhdır.
8- Bundan başka yeryüzünde yaşayan dört milyar insanın hiç olmazsa bir kaç milyonunda, başka ceseddeki sergüzeşt-i hayatlarına dair bir kısım emâreler bulunmalı değil miydi? Hiç olmazsa, bazı kimselerde, bir kaç kere dünyaya gelip gitmiş olmadan birikmiş umumî bir kültür olamaz mıydı? Bunun dünya nüfusuna göre binde bir olması dahi, ne büyük rakamlara ulaşacağı düşünülecek olursa, her yerde böyle bir kaç insanla karşılaşma zarureti, kendiliğinden ortaya çıkmaz mı? Halbuki nerede!?.
9- Bir de, toplumun hemen her kesiminde eski bir ruh taşıyan her ferd, 3-4 yaşına girer girmez, bütün eski müktesebâtiyle görünmesi gerekmez miydi? Bu hususda şimdiye kadar kaydedilmiş tek vak'a gösterilebilir mi? Bazı dâhi ve ilhâma mazhar kimselerde bir kısım hârikalar görülse bile bu, hazır bir malûmâtın kullanılmasından daha çok,ya semâvî desteklenme veya yüce fetânetin eşya ve hâdiseleri kavramasından ibarettir.
Şimdiye kadar bir-iki akıl hastasının hezeyâniyle yine bir-iki gazetenin neşrettiği sansasyonel haberden başka, herhangi bir cesedin başkasına aid bir ruhla yaşadığını gösterir, müdellel bir şeyden bahsetmek mümkün değildir.
10- Sâir canlılarda insanî fonksiyonları gösterir, herhangi bir emâre keşfedilmemiştir. Halbuki, daha evvelki cesedde kazanılmış bir kısım hususiyetleri taşıyan ruh, ne denli aşağı bir hayat yaşarsa yaşasın, fıtratın sınırlarını zorlayacak bir kısım infiâlleri olacaktı. Botanik çalışmaları çok ilerlemiş olmasına rağmen, bugüne kadar tenâsühü işmam eder herhangi bir garabete rastlanmamıştır.
Netice olarak diyebiliriz ki, tenâsüh akîdesi, eski toplumlar arasında bir inanç inhirâfı olarak yaşadığı gibi, günümüzün insanında da, habis ruhların aldatmacalığından ve şeytanların, bazı bünyelere girip hâkim olmasından öteye herhangi bir hakikatı yoktur. Evet, En Doğru Sözlü'nün beyânıyla, şeytanın kan damarları içinde dolaştığını, kalb ve kafayı te'sir altına aldığını öğreniyor, tenâsüh denen hezeyanın iç yüzüne biraz daha muttali olabiliyoruz.
Zaten hiçbir tecrübeye dayanmayan ve aklî mesnedi bulunmayan ve hele vahye müstenid olmayan böyle bir hurâfeye, yaratılış itibariyle çok şerefli olan insanın inanması asla düşünülemez. İşin doğrusunu O bilir.
.
Ülfet nedir ve menfi tesirleri nelerden ibarettir?
Ülfet nedir ve menfi tesirleri nelerden ibarettir?
Ülfet; alışıklık, dostluk, muhabbet karşılığı bir kelimedir. Burada kasdedilen ma'nâ ise, az çok bunlarla alâkası bulunmakla beraber, daha geniş ve daha şümûllüdür.
İnsanın eşyâ ve hâdiselerle münâsebeti, böyle bir münasebetten hâsıl olan ma'nâlar ve bu ma'nâların vicdan derûnunda bırakacağı akisler, esintiler ve daha sonra insanın davranışlarında beliren farklılıklar.. bir düzine vak'alardır ki, birbirini netice veren bütün bu şeinlerle, ruh canlı, dinamik ve duyarlı kalır.
Evet, varlığın güzellik ve câzibesine karşı insanın duyacağı hayranlık, kezâ bir saat gibi işleyen umumi nizama karşı onun içinde uyanan merak ve tecessüs, keşfettiği her yeni şeyle vâsıl olduğu irfan ve daha derinlere inme arzusu; nihayet bu bilgi parçacıklarını biraraya getirerek derli toplu düşünmeye ulaşması, onu her hâdise karşısında duyarlılığa, zihnî cevvâliyete, rûhî faâliyete ve daima uyanık bulunmaya sevkeder.
Aksine, etrafındaki binbir güzellik cümbüşünü duyup görmemesi ve birbiriyle uyum içinde olan kombinezonlar karşısında hissiz ve alâkasız kalması; gördüğü şeylerin sebeb ve hikmetlerine inememesi; gördüğü şeyleri görüp geçmesi; ruhunda bir türlü irfana erememesi, onun duygusuzluğunun, rûhî ölgünlüğünün ve gözleri kapalı yaşamasının ifâdesidir ki; böylelerine, ne kâinatın esrarlı kitabı, ne de hergün gözleri önünde enfüsün yaprak yaprak açılması hiçbir şey anlatamayacaktır. "Üzerine uğrayıp geçtikleri nice mucize (ve hârikalar) vardır ki, ondan yüz çevirip durmuşlardır. "(k)Yararlanamamışlardır olup bitenlerden; ibret alamamışlardır doğup batanlardan!..
Etrafında olup bitenleri sezen bir insanın, varlığa karşı duyduğu hayranlık ve tecessüs, onun için, önü sonu olmayan nâmütenahî denizlere açılma gibidir. Bu seyahatin her merhalesinde kendisine esrarlı sarayların altın anahtarları verilir. Dupduru gönlüyle, kanatlanan duygularıyla, terkibci zihniyle, ilham esintilerine hazır ruhuyla teveccüh edip yürüdükçe ve emip hazmettiği şeyleri vicdanına duyurdukça "her taraf bağ-ı irem" olan düşünce dünyasında cennet bağları serpilip gelişmeye başlar.
Bu rûh ve bu anlayışa eremeyenler ise, etraflarını çepeçevre saran alışkanlıklar çeperinden bir türlü dışarıya çıkamadıkları için, eşya ve hâdiselerin monotonluğundan şikâyet eder dururlar. Bunların nazarında herşey kaos, herşey karanlık ve mânâsızdır."Her mûcizeyi de görseler yine ona inanmazlar". Dimağlarında zincir, ruhlarında bukağı ve "kalblerine mühür vurulmuştur, anlamazlar" Böylelerinden hiçbir hayır ve semere beklenemez, bunlardan bir şeyler ümid etmek beyhûdedir.
Bir de bilip duyduktan, görüp anladıktan veya öyle olduğunu zannettikden sonra, alışkanlığa dönüp gömülme vardır ki; her hâlde suâlle öğrenilmek istenen de budur. Yânî, bir parça görüp bildikten, az buçuk inanıp irfana erdikten sonra, değişen dünyâlar, yenileşen güzellikler; derinleşmeyi, buûtlaşmayı gerektirdiği hâlde alâka ve duyarlılığını yitirip hiçbir şeyden ders almama vardır ki, maâzallâh, bu hâl insan için bir sukut ve duygularının ölümü demektir.
Böyle bir duruma dûçar olan, eğer tez elden gözünün çapaklarını silip, eşyadaki hikmet inceliklerini anlamaya koşmaz ve koşdurulmazsa; kulağını açıp mele-i a'lâ'dan gelen ilâhî mesajları dinleyip anlamaya koyulmazsa, içden içe yanıp karbonlaşması ve devrilip gitmesi mukadderdir.
Bunun içindir ki, kâinatın Nâzımı Yüce Yaratıcı, dâima değişik ses ve soluklarla ders ve îkazlarda bulunup, hep yeni yeni, açık dilli ve açık mûcizeli sâfî mürşidler göndererek, ezelî nutkunu tekrar ettirip gönüllere fer, bakışlara da aydınlık getirmiştir. Ve, yine onun içindir ki, insanların alışkanlık peydâ ettikleri şeylere karşı, daima onların vicdanlarını uyarmış ve aklın eline verdiği tabloların tekrar tekrar gözden geçirilmesini istemiştir.
Evet, O kitabında, insanoğlunun yaratılıp yeryüzüne yayılması; bir hayat arkadaşıyla huzur ve itmi'nana kavuşması; göklerin ve yerin hilkatindeki azamet ve ihtişâmı; dillerin; lehçelerin ihtilâfı gibi düşünmeyi gerektiren hususları, gece ve gündüz deverânının getirdiklerini, şimşek ve yağmurla gelen rahmet gibi şeyleri, değişik ifâdelerle o kadar çok zikretmiştir ki, düşünen, bilen, duyan ve aklını kullananlar için, hiçbir alışkanlık ve ülfete mahâl bırakmamıştır. "O'nun âyetlerinden (kudretinin mucizelerinden) biri de, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz yeryüzüııe yayılan insanlar oluverdiniz. O'nun âyetlerinden biri de, kendileriyle kaynaşıp itmi'nana ermeniz için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdrr. Şüphesizbunda düşünen bir toplum, için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de geceleyin uyumanız ve gündüzleri O'nunlütfundan rızık ve nasibinizi aramanızdır. Şüphesiz bunda işiten bir toplum için ibretler vardır. O'nun âyetlerinden biri de, size korku ve ümit dolu şimşeği göstermesi, gökdensu indirip öldükten sonra onunla yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir kavim için ibretler vardır. "(Rürı,, 20-24) Semavî beyâıı, daha yüzlerce îkaz ve irşadlarıyla, yanından geçip yüzünü göremediğimiz, binlerce hârika ve mucizeye dikkatimizi çekerek, ülfeti dağıtmaktadır. Ama yine de herbiri bir bülbül gibi şakıyan hâdiseleri görüp hissedemezler. "O mâhiler ki, deryada yaşar, deryayı bilmezler.'
Bundan başka bir de, düşünce ve tasavvurdaki ülfetin, insanın davranışlarına,ibadetlerine aksetmesi vardır ki,ferdin aşk, vecd ve heyecânının ölümü demektir. Bu duruma düşen fertte, ibadet aşkı, mesuliyet duygusu" mâsiyetten nefret, günahlarına ağlama gibi şeyler bütün bütün zâil olur gider. Bundan böyle onu, eski hâline ircâ da, oldukça zordur. Çok temiz soluklar, dupduru hatırlatmalar gerektir ki, o, yeniden kendini bulsun; etrafını görsün ve gönlüne inip çıkana nigehbân olsun.
İnsanoğlunda, yepyeni bir rûh mayalamak için, gelen her yeni nefes, ona bu mânâyı fısıldamışdır. Evet, insanlık için eskime ve kadavralaşma mukadderdir; ama, kendini yenilemek de imkânsız değildir. Elverir ki katılaşmasına karşı ruhuna neşter çalan ele saygılı olunsun. "Hâlâ insanlar için vakit gelmedi mi ki, kalbleri Allah'ın (C.C) zikrine ve inen hakikata saygrlı olup da, bundan önce kendilerine kitab verilmiş, sonra üzerlerindenuzun bir zaman geçmesiyle kalbleri katılaşmış ve çoğu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar. "(Hadîd, 16)
Hülâsa olarak diyebiliriz ki, ülfet, insanoğluna musallat büyük bir musîbettir. Ve çokları da, bu musibete giriftâr olmaktadır. Bu duruma düşen kimse, etrafında olup biten şeylere karşı gâfil; kâinat kitabındaki güzelliklere karşı kör ve hâdiselerin hak söyleyen dillerine karşı sağırdır. Bu îtibarla da, inancında sığ ve yetersiz, ibadetinde aşksız ve vecdsiz, beşerî muamelelerinde de muhasebesiz ve haksızdır. Onun bu durumdan kurtarılması, kuvvetli bir inâyet elinin uzanmasına; kulağını işitir, gözünü görür kılmasına vâbestedir.
Bunun için de ülfete düşenlere, âfâkî ve enfüsî sağlam bir tefekkür; ölüm ve âhirete ait levhaların düşündürülmesi; çeşitli hizmet müesseselerinin gezdirilip gösterilmesi; dînî ve içtimâî bir kısım vazîfelere zorlanması... ayrıca böylelerine mâzînin altın sayfaları sık sık mütâlâa ettirilerek şanlı geçmişlerimizin nazara verilmesi; düşünce ufku aydın, vecd ve heyecan insanlarıyla karşılaştırılmaları gibi sebeblerle kendilerini yenilemelerine zemin hazırlanmalıdır.
Kısaca arzedilen bu altı husus gibi, yapılacak ve söylenecek başka hususlar da olabilir; ancak biz, bir fikir verebildiğimiz kanaatıyla bu kadarını kâfî görüyoruz.
Kalbler'ın anahtarı elinde olanın, ülfetimizi gidermesi dileğiyle. .
.
Vahdet-i vücud nedir ve itikadımızla telif edilebilir mi?
Vahdet-i vücud nedir ve itikadımızla telif edilebilir mi?
Vücûd birliği sözcüğüyle ifade edeceğimiz "vahdet-i vücûd", daha ziyade tasavvufçular arasında bahis mevzuu olan bir meseledir.
"Vahdet-i vücûd ", çoklarına göre bir zevk ve hâl meselesi olmasına rağmen, bir kısım kimseler ona felsefî bir kisve giydirerek farklı anlamak istemişlerdir. Diğer bir kısmı ise, onunla, vahdet-i mevcûd, "monizm" arasında fark görmemişlerdir.
Müslümanların düşünce tarihinde oldukça mühim bir yer işgal eden "vahdet-i vücûd", anlayışı da, her meselede olduğu gibi ifrat ve tefritler içinde devam edegelmiştir. Aslında tamamen, Allah'ın zâtıyla alâkalı bu düşünce sistemi, yerinde, ifâde ve kelime yetersizliğinden; yerinde, onu şu görülen âleme tatbikden doğan eksikliklerden; yerinde de, felsefî bir hüviyeti olan "panteizmle" arasındaki benzerlikten, hem şimdiye kadar çok farklı anlaşılmış, hem de değişik telâkkilere sebebiyet vermiş, çok münâkaşa götürür mevzulardandır.
Bu ekole mensub olanlarca, tevhid'in üç mertebesi vardır: 1- Tevhîd-i ef'âl (Kâinatta meydana gelen her işin fâili Allah'dır, akidesi): Bu anlayışa göre, hangi sebeble, ne zaman bir iş meydana gelirse gelsin, onun için başka sebep aramaya lüzum yoktur. O. doğrudan doğruya Allah'ın fülidir. Burada kelâm ilminin mevzû edindiği şeylerden olan "kesb" ve "halk" hususlarına intikal ederek, meseleyi dağıtmakda fâide mülâhaza etmiyoruz. Aslında o husus kaderle alâkalı sorular arasında ele alınmıştı..
Bu görüşde olanların tevhîd-i ef'âli te'yîd eder delilleri de vardır. Ezcümle: "Allah, sizi de, yaptığınız şeyleri de yarattr." (Saffat/96) kezâ, "Hepsi Allah'dandır" (Nısâ/781 vs. gibi âyetler zikredilebilir.
2- Tevhîd-i sıfât (Bütün kudretlerin, iradelerin, ilimlerin Allah'a aid olduğuna itikad etme) : Buna göre bütün câzibeler, dâfialar ve her türlü kuvâ, meleke ondan bir mânâ, bir hal ve O'na mahsus bir iştir.
3- Tevhîd-i Zât: Vücud, yalnız bir zâtdan ibaretdir. O'nun dışında, görünen şeylere gelince, muhtelif mertebelerde onun zuhur ve tecellisinden başka birşey değildir.
Tevhîd'in mertebeleri olarak anlatılan bu hususların bütünü üzerinde münâkaşa yapılabilir; zuhur ve tecellî nüanslarına kadar kritiğe tâbî tutulabilir. Ne var ki, bizim mevzGmuz bunlardan, tevhîdin üçüncü mertebesi olarak ele alınan Tevhîd-i Zât'la alâkalı olduğu için, sadece onun üzerinde durmak istiyoruz.
Bu türlü tevhîd anlayışının zevk ve hâle inhisar ettirilmesi durumunda. kimsenin diyeceği birşey olmamış ve üzerinde münâkaşa da yapılmamıştır.
Aslında. bütün eşya ve hâdiseler. Allah'a. O'nun isimlerine dayandırılmadığı takdirde izah edilemeyeceği, ehlince sâbit bir hakikatdır. Böyle bir anlayışda da az-çok aynı mânâda bir tevhîd düşüncesi sezilir ki. tasavvufçuların düşünce tarzlarına oldukça yakındır.
Zaten, Sa'düddîn Teftâzânî'de "Şerh'ül-Makâsıd"ında, vahdet-i vücûda tarafdar olanları iki sınıfa ayırarak, bunlardan bir zümrenin, ehl-i sünnet'in düşünce sistemi içinde olduğunu söyler ki, biraz evvel arzedildiği üzere, böylelerin durumu hiçbir zaman münâkaşa mevzuu olmamıştır.
İmam Teftâzânî'ye göre, vahdet-i vücûdcular iki zümredir: Sofîyye ve mütasavvife. Sofîyye, mevcud gibi vücûdda da çokluğu kabûl eder; ancak hakikat yolcusu Allah'a ulaşınca, kendini irfan denizine gömülmüş görerek, zâtını Allah'ın zâtında, sıfatlannı Allah'ın sıfatlarında, fânî ve yok olmuş bilir ki, böyle bir sâlik'in nazarında, Allah'dan gayri herşey kaybolur ve Hak yolcusu, varlığını, Hak tecellîlerinin bir noktada mihraklaşmasından (odaklaşma) ibaret sayar ki, işte tasavvuf erbâbının"fenâ fi-l-tevhîd'dedikleri hâlet de budur. Çok defa, bu mertebedeki, ahvâl iyi tasavvur edilemeyişinden"hulûl''ve"ittihat"&127;41 ifâde eden sözler de sarfedilmiş olur.
Sofîlerden bir zümrenin nazarında böyle bir tevhîd, makâm-ı cem'in gereğidir. Tabii bu da, herşeyden evvel bir irfan, sonra da bir zevk meselesidir. Bu makamda insanın, eşyaya hakiki varlık vermesi, müşâhede ve duyuşa zıddır. Bu îtibarla da, o hâlet içinde sebepleri kabullenmek şirk hissini verir. Aksine bu idrak ve hâlâta ulaşmadan esbâbı inkâr, riyâkârlık ve mücerred bir iddiadır. Buna binaen cem'in ne demek olduğunu bilemeyen, irfansız; farkdan habersiz olan da kulluk esrârından habersiz addedilmiştir. Olgun insan ise fark ve cem'i yerine göre kabûl edendir.
İkinci zümre, açıkdan açığa vahdet-i vücûda taraftar olanlardır. Bunlara göre vücûd birdir; O da sırf Cenâb-ı Hakk'ın vücûdundan ibaretdir. Âlemde görülen çokluk ise, sadece bir hayâl ve serabdır.
Görüldüğü üzere, Sofîyyede, "Vahdet-i Vücûd" telakkisi bir zevk, bir hâl işi olmasına mukâbil, sonradan gelen mutasavvifede. hakîki bir kanaat ve felsefe olduğu hissini veriyor. Vâkıa kelâmcılardan da bu kanaata sahip olanlar ve hâtta Celâlüddin Devvânî gibi şiddetle müdafaa edenler de az değildir. Ne var ki, dünden bugüne Ehl-i Sünnet ulemâsı. eşyanın hakikatının mevcud ve sâbit olduğu mevzûunda ittifak hâlindedirler.
Şeyhülislâm M. Sabri Efendi "Mevkif'ul-akl" isimli kitabında. vahdet-i vücûd nazariyesinin arkasında Vücûd-u Hak. zâtının aynı olduğu düşüncesini göstermektedir. Bu ise vâkıf olanlarca bilindiği gibi, Kelâm ulemasına göre, Vücûd. mâhiyet üzere zâiddir. Ol Bu vâcibde de böyledir, mümkinde de... İmam Eş'arî ise, tam aksine, vücubda da, mümkinde de Vücûd'u. mâhiyetin aynı saymıştır. Filozoflar ise, vücûbda, Eş'arî ile aynı düşünceyi paylaşmasına karşılık, mümkinde, kelâm ulemâsının nokta-i nazarını benimser. Son iki ekol: vücudu, Zât-ı Bârî'nin aynı ve O'nun vücûdundan ibaret saydıklarından, eşyaya itibarî ve izâfî birer vücûd vererek herşeyi Allah'ın zâtından ibâret görmüşlerdir.
Aslında vücûd gibi, sâir, ilâhî sıfatların da, Zât'ının aynı veya gayri olması hususu öteden beri münâkaşa edile gelen mevzûlardandır. Ancak, pekçok ulemanın da içinde bulunduğu bir cemaat hakkında, vücûd-u Bâri'yi Zâtı'ın aynı sayma düşüncesinde, Vahdet-i Vücûd'a, hatta Vahdet-i Mevcûd'a (monizm) gidileceğini çıkarmak, bu büyük zâtları dalâlet yolunda görmeyi netice verir ki; böyle bir düşünce, mânevî mesûliyeti, altından kalkılamayacak büyük olsa gerektir.
Vâkıa Celâlüddîn Devvâni "Risâlet-ül Zevrâ'' üzerine olan beyanlarıyla, Hakk'ın varlığının Zâtı'nın aynı olduğunu ve Zât-ı Hakk'dan başka hakiki mevcud bulunmadığını ve buna göre, vücûd, vücûd olması itibariyle, Hakk'ın vücûdundan ibaret bulunduğunu ifâde ediyor ki, bu da Allah'dan gayri bütün mevcûdâtın vücûdunun, hakîkî olmayıp, itibârî ve mecâzı olduğunu anlatmaktan başka birşey değildir. Devvânî, aynı eserde bir kademe daha ileri giderek: Âlemin, Allah'dan başka bir takım müstakil varlıklar olarak mülâhazasının, hem vücûd îtibariyle, hem de zuhur îtibariyle imkânsız olduğunu ifâde eder. "Vi.icûd îtibariyle âlemin varolması düşünülemez. Zîrâ, Cenâb-ı Hakk'dan başka herhangi bir şeyin bizzat mevcud olması imkânsızdır. Zuhur itibariyle de mi.imkinâtın hakîkî varolması düşünülemez. Çünkü, bir şeyin zuhûru. ancak Hak'dan ibaret olan Vücûd'a irtibatla meydana gelir. Buna göre Hakk in vücûdundan başka müstakil hakîkatlar düşünülürse, o vücûdla alâkalı mülâhaza edilmesi lâzım gelirki, mevcudiyetine hükmedebilsin. demek ki. vehim ve hayâl olarak itîbar ettiğimiz hüviyetleri ve zâtları asla mevcud saymamak gerekdir" der.
Muhyiddin İbn-i Arabî bir derece daha ileri giderek. bir tezâhür ve yansımadan ibaret saydığı âlemin şu görülen hâli. aslâ mevcud ve hele devamlılık içinde bir mevcud olmadığını ısrarla ifâde etmektedir. Allah (C.C) daimi tecellî etmekte, âlem de yenilenip durmaktadır. Bu tecellîler birbirini takip etmekte ve âlem her ân bu tecellîlerle varlık ve yokluk arasında gelip-gitmektedir. Tecellîler o kadar serî ve kesilmeksizin cereyan etmektedir ki; devâm edegelen varlık silsilesinde herhangi bir kopukluk da hissedilmemektedir.
Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Hazretleri de rengin ve zengin ifâdeleriyle, bu kanâate iştirâk eder: "Ey rûhumuzun rûhu, biz kim oluyoruz da, kendimize varlık biçip ortaya çıkalım. Biz bir alay hiçden ibaretiz. Bizim varlığımız da bir hiçdir. Sen ise, bir Vücûd-u Mutlaksın ki, herşeyin ortaya çıkacağı bir aynada, fânîleri gösteriyorsun. Bizler birer arslanlarız, fakat hakîkî değil, sancak üzerine nakşedilmiş ve esen rüzgârla hareket eden arslanlar. Sancak üzerindeki bu arslanların hareketleri hissedilir de, bunları hareket ettiren rüzgâr görünmez. -O görünmeyen eksik olmasın!- Bizlerin varlığı senin ihsanın, senin icâdındır. Yokluğa varlık lezzetini tattırıp, onu ezelde kendine âşık etmişsin." Kâinattaki bütün çalkalanma ve dalgalanmaları, Hakk'ın tecellisinden ibaret sayan bu düşünce. Hak'dan başka hiçbir şeye vücûd vermemektedir. Onun. bu âleme var nazarıyla bakması, mazhariyet alâkasından ötürü ve mecâzîdir.
Ne var ki. Hakk'ın tecellisinden ibaret olan varlıklarda, bir de değişiklik ve çokluk göze çarpmaktadır. Bu, âyinelerin istidâdına bağlı bir değişiklik ve çokluktur ki. Vücûd'un birliğine zarar vermez.
Cüneyd-i Bağdadî de bu hakikatı, "Suyun rengi tasın rengidir. " sözüyle ifâde eder. Binâenaleyh, hakiki vücûd birdir. Tıpkı bir nur gibi... Bütün varlık bu nûrun aksi ve mevcelenmesinden ibâretdir. Nasıl ki. muhtelif habbeciklerden meydana gelen yağmur, dolu. şimşek ve gökgürültüsü ayrı ayrı görüntüler arzediyor olmalarına rağmen, tek hakîkatın değişik ahvâlinden ibaretdir. Öyle de bir sel gibi akıp giden ve ayrı ayrı tezâhürleri olan eşya ve hâdiseler de, bir hakîkatın cilvelerinden ibarettir.
Görüldüğü üzere "Vahdet-i Vücûd" mevzuunu felsefi hüviyette ele alan mutasavvife, ilk sofîlerin vahdet-i şuhûd'a götüren, oldukça duru tevhîd akîdelerine mukabil, hulûl ve ittihâdı işmâm eder sözlerden kurtulamamışlardır. Aslında, meseleyi bir ilim ve felsefe mevzuu olarak kabul ettikten sonra böyle bir durumdan kurtulmaları da düşünülemez. Kaldı ki, bunun ötesinde, âyet ve hadîslerle de bir kısım tahşidâtın yapıldığı görülür.Bir kaçını arz edelim:
1) "Siz onları (kâfirleri) öldürmediniz; fakat Allah öldürdü. Attığını da (taş toprak ve silâh) sen atmadın, ancak Allah attı. "(Enfâl/16)
2) "Gerçekten sana biat edenler (Hudeybiye günü) ancak Allah'a biat etmiş olurlar. "(Fetih/10)
3) “Kasem olsun ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf; 16)
Aynı istikametde delil olarak gösterilen Hadîs-i Şerifler de vardır. Ezcümle; İmam Müslim'in rivayet ettiği: "- Ey insanoğlu! Hasta oldum beni dolaşmadın? Kul: -Yarabbi, Sen Rabbülâleminsin. seni nasıl dolaşırım. Cenâb-ı Hak: -Bilmiyor musun. falan kulum hasta oldu onu ziyâret etmedin, eğer onu ziyaret etseydin, beni onun yanında bulurdun...'' Kezâ, yine aynı kaynakta: "Kulum nâfileler ile bana yaklaşır. böylece ben de onu severim ve sevdiğim vakitte de. onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum..."
Delil olarak getirilen bu kabil şeyleri çoğaltmak mümkündür. Ancak, çoğaltmanın herhangi bir değişiklik meydana getirmeyeceği mülâhazasıyla kısa kesiyoruz.
Başta, misâl olarak bir ikisini arzettiğim, tasavvuf büyüklerinin de, bu istikametde ifâde ettikleri şeyler küçümsenmeyecek kadar çokdur. Ne var ki sorulara cevap sadedinde, bütün bir "Vahdet-i Vücûd" tarihini ele almaya imkân olmadığı gibi gerek de yoktur. Biz burada sadece bir iki misâle temasla iktifa edeceğiz:
Evvelâ, Kur'ân-ı Kerim'den ilk iki âyeti, muhkemât'a hamlederek, Kelâm-ı İlâhî'de herhangi bir zıdlığa meydan vermeden, ma'kûl bir tefsire gitmek en isâbetli yoldur ki, şimdiye kadar büyük tefsirciler de hep böyle yapmışlardır. '
Bu te'vîl, ister fülin -kimden sâdır olursa olsun- Allah'a aid olduğunu ifâde etsin, ister bir mu'cize mânâsını ifâde etsin, ister en şerefli kulunun fülini, -onun şerefliliğini göstermek için- Zât-ı Ulûhiyetine izâfe etsin, isterse güçlülük, isâbet ve te'yid mânâlarını kastetsin, çok fark etmez...
Aslında, delil olarak getirilen bu âyetlerde, Vahdet-i Vücûddan daha ziyâde, eşyanın hakikatının te'yid edildiği görülmektedir. Zîrâ, kâfir-mü'min aynlığından, kâtil, maktûl aynlığından; muhâtab ve üçüncü şahıs ayrılığından bahsediyor ki; bundan, vücûd birliği çıkarmak ancak çok tekellüflü te'villerle mümkün olabilecektir. Hele, şahdamarından daha yakın olmayı ifâde eden âyetten, mezkur istikametde bir hüküm çıkarmak, kat'iyyen mümkün değildir.
Hadis-i Şeriflerde ise, Vücud birliği şöyle dursun, apaçık çoklukdan bahsedilmektedir. Kulun kurbiyet kazanacağı âna kadar, bir ikinci varlık olduğunu kabul ectip de, belli bir zaman sonra birlikden bahsetmek, mutasavvifenin dahi kabul edemeyeceği bir hülûl ve ittihad akîdesidir.
Hatta bu mevzûda ehlûllah'ın vahdet-i vücudu te'yid ediyor gibi görünen sözlerinde dahî, hep maksadlarının aksine, ikilik hissedilmektedir;
"Gâh güneş, gâh deniz olursun; gâh Kafdağı, gâh Ankâ olursun; sen zâtında ne o, ne de bu olursun. Ey aklın tasavvurundan müberrâ olan Zât! Sen sonsuz olduğun hâlde, bu kadar suretlerle tecelli ettiğinden dolayı hakkında hem tevhîd eden. hem de teşbîh eden hayretdedir" (Mevlânâ) Hiçbir te'vîl ve tefsire tâbi tutmadan, ikilik üzere seyredildiği apaçık meydandadır.
Kaldı ki, mutasavvife kendisi de bizzat çokluk semtinde görünmektedir. Muhteşem ifâdele.rin gölgesinde, başkaları Vahdet-i Vücûd'a delil arayadursun, nazariye tarafdarları, nefis öldürme, benliği imhâ etme... gibi, çokluk ifâde eden şeylerden bir türlü sıyrılamamışlardır.
Vahdetden hareket edenlerin, noksanlıklardan kurtulmak ve kemâlâta ermek için o kadar meşakkatlere katlanmalarına ne gerek var!... Hele, bu büyük zâtların Allah'a kulluk mevzuunda gösterdikleri hassâsiyet, kat'iyen felsefî "Vahdet-i Vücûd" anlayışını cerh etmektedir:
Bir kere, kendini mükellef kabul eden Vahdet-i Vücûdcu. âmir, me'mur ayrılığını da kabul etmiş demekdir. Me'muriyeti kabulle beraber, vücud birliğinden bahsetmek bir tenâkuzdur. Mükellefiyeti inkâr eden bir kısım zındıklar, istisnâ edilecek olursa, Allah karşısında me'muriyeti inkâra, şimdiye kadar hiçbir mü'min cesaret edememişdir. Öyle ise, sofiyyenin vahdet-i şuhûda bakan ve ona giden "Vahdet-i Vücûd" anlayışları, bir hâle mağlûbiyet, bir istiğrak ve gönülde duyulan şeyleri ifâdede bir kelime yetmezliği hali olmasına mukâbil, mutasavvifenin vahdet-i vücûd anlayışları, bu iç-idrak ve müşâhede de bir felsefe yapmak ve hatta bu istikametde, batıda yapılmış bir felsefenin malzemesini kullanmak tarzında bir televvündür.
Başkalarının iddiâ ettiği gibi, İslâm büyükleri, "neoplatonizm" tesirinde, bir “panteizm” felsefesi yapmak istedikleri şeklinde katiyyen anlaşılmamalıdır. Belki bu büyük zevât, iç-müşâhede ve duyuşlarını dile getirmek istediklerinde, âriye olarak "neoplatonizm "den aldıkları bir kısım kelimeleri kullanmada beis görmemişlerdir. Yoksa Zât-ı Ulûhiyet anlayışı açısından. iki zümre arasında dağlar kadar fark mevcutdur.
Herşeye rağmen Kur'ân'ın târif ettiği şekilde, bir dünya ve ukbâ muvâzenesine sâhib bir cemaatın, aşağıda arzedeceğim hususlar muvâcehesinde, mutasavvifeye isnâd edildiği şekilde bir Vahdet-i Vücûd anlayışına kail olmaları asla düşünülemez:
1- Bütün kâinata yayılmış, her yerde ve herşey sayılan bir ilâh akidesi, en uygunsuz, en münasebetsiz şeyleri dahi "Al)ah" kabul etmeyi netice verir ki; akıl ve nakil böyle bir münasebetsizliği şiddetle reddeder.
2- Kur'ân-ı Kerim, yer yer kâinattan, Allah'ın varlığına ve birliğine istidlâl eder, bu ise "eşyâ" hakikatının sâbit olduğunu gösterir.
3- Kur'ân-ı Kerim'de, mükerrer âyetler, kâinatın helâk olacağı üzerinde durmakda ve helâki müteâkib yeni dünyaların müjdesini vermektedir. Helâk; mevcud olan bir şeyin, yokolması demekdir. Başdan sâbit ve mevcud olmayan bir şeyin helâk olacağından bahsetmek abesdir. Kur'ân ise, abes şeylerden bahsetmekden çok yüce ve müberrâdır.
4- Bütün peygamberler (s.) istisnâsız, büyük, küçük herşeyin sonradan yaratıldığı dersini vermekde ve hâlık ile mahlûk arasındaki münâsebetin bir yaratıcı ve yaratılan münâsebeti olduğunu ısrarla telkin etmektedirler. Mutasavvifeye isnâd edildiği şekliyle "Vahdet-i Vücûd" düşüncesinde ise, hem peygamberlerin, hem de onların ellerindeki vahiy hakikatlarının tekzîb edilmesi bahis mevzuu olur ki, bu da dünyânın en doğru insanlarına, en şenî' bir tecâvüz ve isnâd sayılır.
5- "Vahdet-i Vücûd"a mesned olarak îrâd edilen delillerin hemen hepsinde. da'vaya delâletden daha ziyâde ikilik hissi müşâhede edilmektedir.
6 - Kur'ân-ı Kerîm'in büyük bir kısmı, itâat edenlere mükâfat, isyân edenlere de cezâ va'd ve tehdidini ifâde etmektedir. "Vahdet-i Vücûd " anlayışı içinde bu âyetlerden birşey çıkarmak imkân hâricidir. Zîrâ, "Ii`âat eden kim? Nimeı nerede? Suçlu kim? Azab nedir?" Sualleri buna göre hiçbir zaman cevab bulamayacakdır.
7- Bütün eşya O'ndan ibâret ve bir sel gibi akıp giden hâdiseler, O'nun bir çeşit tezâhürü kabul kabul edildiği takdirde, şirki ve müşriki, putu ve putperesti kınamak haksızlık olacakdır. Zîrâ, mâdem her tekevvün O'nun tezâhürüdür, bahsedilen şeyleri de O'ndan ayrı görmek düşünülmemelidir. Halbuki, tevhid akidesini tesbit eden Kur'ân ve sünnet, aynı zamanda putun ve putperestliğin de en büyük hasmıdırlar.
8- "Vahdet-i Vücûd "un, ikinci zümreye göre îzâh edilmesi halinde, maddenin kadîm olduğu hükmü hissedilmektedir. Bu ise, bil'icmâ küfürdür. Ve... ehlullah böyle bir küfrü irtikâbdan kat'iyyen müberrâdır.
Bütün bunlardan sonra, mutasavvifeye isnâd edilen Vahdet-i Vücûd mesleğiyle, felsefî Vahdet-i Vücûd mesleği arasında, daima açık farklar da göze çarpa gelmiştir.
Felsefî Vahdet-i Vücûd (Panteizm) zâhiren mutasavvifenin Vahdet-i Vücûd anlayışıyla alâkalı görülse bile, felsefî - nazarî olarak- Allah ile âlemi; bir şeyden ibaret görmektedir ki, bu da şu iki ana bölümde hülâsa edilebilir:
1- Yalnız Allah, hakîki bir varlıkdır; âlem bir kısım tezâhürâtın (manifestations), yahut meydana gelmeler, sâdır olmaların (emanations), heyet-i mecmuasından başka birşey değildir ki, "Spinoza"nın mezhebi budur.
2- Yalnız âlem hakîkidir. Allah mevcud olan şeylerin mecmuundan ibâretdir ki, bu da ya tabiî vücûdiyecilik (pantheisme naturaliste) veyahud maddî vücûdicilik (pantheisme naturalist) mezhebidir. Hegel ve tarafdarları da buna zahib olmuşlardır.
Buna binâen diyebiliriz ki:
İslâm mutasavvifesi, Vâcib'ül-Vücûd'da, fânî olmalarının ifâdesi olarak, kâinatı inkâr etmelerine mukâbil, berikiler, Hâlık-ı kâinatı sarıp sarmalayıp "hâşâ!" bir tarafa koyma gayreti içindedirler.
Mutasavvifenin, Vahdet-i Vücûd düşüncesi, zımnen Vahdet-i şuhûdu ifâde etmesine karşılık, berikilerin "Vahdet-iVücûdu" Vahdet-i Mevcûdu, (monizm) işmâm etınektedir.
Birinciler, hâl, müşâhede ve istiğrak gibi, ahvâli ifadede, kelime yetersizliğiyle o türlü müteşâbihâta girmelerine bedel; diğerleri, ilim yapma, felsefe yapma adına böyle bir yola sülûk etmişlerdir.
Birinciler, Allah (C.C) ile başlayıp, o noktadan eşya ve hâdiseleri değerlendirmelerine mukabil, ikinciler Cenab-ı Hakk'ı eşyaya tâbi kılarak meseleyi tedkike koyulmuşlardır.
Birincilerde İlâhî bir zevk, ikincilerde ise sadece nazarîlik...
Birinciler, kendilerini hakîr görme esası üzere yürümede, ikinciler ise, Vâcib'ül-Vücûda benzeme felsefesini yapma gibi farklılıklar göstermektedirler.
.
Asrın Getirdiği Tereddütler Fethullah Gülen Hocaefendi'nin vaaz kürsülerinde sorulan sorulara verdiği irticalî cevapların derlenmesiyle kitaplaştı.
TAKDİM
20. Asır ilim ve teknik asır olmanın yanında İslam'ın da inkişaf ettiği, bilhassa tahsilli zümreler arasında Şuurlu bir şekilde yaşanmaya başlandığı bir asır olmuştur.
Umumi manada da insanların dinden uzaklaşıp kiliselerin cemaatsizlikten kapandığı bir zamanda, onların zıddına İslamın şahlanışı, iç ve dışdaki İslâm düşmanlarını endişeye düşürmüş, bunu engelleyebilmek için müslüman gençliğin imanını zedeleyecek, kalb ve kafalarına vesvese verecek sorular üretip yaymaya başlamışlardır.
Başlatılan bu kampanyanın zararını önlemek için, ortaya atılan meselelerin doyurucu bir Sek!lde halledilmesi gerektiğine inanan değerli müellifimiz bu kıymetli eserinde,gençlerin içine atılan, zihinlerine takılan bütün istifhamları ikna edici bir şekilde izah etmiştir.
Elimizdeki kitabın 2. cildinde Cenab-ı Hakk'ın zatıyla a/âkalı sualler, vahdet-i vücud ve kaderle alakalı meseleler, Peygamberimizin çok evlenmesinin hikmetleri, kölelik ve tenasüh gibi birçok mühim mevzular halledilmişti.
2. Cildi olan bu kitabda da bizim için hayatî diyebileceğimiz nice meseleler vuzuha kavuşmuş bulunuyor. Bunlardan ezcümle:
Zaman ihtiyarladıkça Kur'an'ın gençleşmesi; ilim ve teknikle alâkalı âyetlerin, zamanla ilimlerin inkişafı sayesinde nasıl daha iyi anlaşıldığı misalleriyle izah edilerek;
Kur'an-ı Kerim'in Efendimizin kelamı olamayacağı; belâgat ve fesahat cihetiyle Kur'an ve hadisler mukayese edilerek, ilim ve teknikle alâkalı âyetlerde haber verilen hususların 14 asır evvel bilinmesinin imkansız oluşu ve Kur'an'ın istikbale matuf verdiği haberlerin de bir insan tarafından bilinemeyeceği yine misalleriyle arzedilerek;
Peygamberlerin sayısı, Dünyanın her yerine Peygamber gelmiş olduğu, şeytanın küfürde ısrarının sebebi, AIDS'in dabbet'ül-arz'la alâkasının olup olmadığı, (bu bahisde, zuhur eden hadiselerle âyet ve hadisler arasında irtibat kurarken çok dikkatli, çok müteyakkız bulunulması, aksi takdirde İslâm aleyhinde yeni yeni tenkid kapıları açılabileceği hususu da güzel bir şekilde dile getirilmiş bulunuyor.), yine en çok serrişte edilen meselelerden; ecnebi diyarında doğduğundan kâfir olanların durumu, akaid ilmi açısından ele alınmış ariz, amik izah edilmiş,
İslâmi sömürücü görenlere karşı tarihde ve günümüzde hakiki sömürücülerin kimler ve hangi devletler olduğu vs. daha nice mühim meseleler aydınlatılmış durumda.
Burada şu kanaatimizi ifade etmek istiyoruz:
İmanımızın selâmetini ve İslâm'a hizmeti arzulayan müslümanlar olarak bu kitaplarda ele alınan meselelerden müstağni olamayız.
Evvela, bu istifham!ar kulağımıza gelmiş, kâlb ve kafamızda küçük dahi olsa bazı tereddütler meydana getirmişse; bu tereddütleri izaleye, imanımız üzerine konan tozları temizlemeye muhtacız.
Saniyen, bu cihetle ihtiyacımız yoksa, yarın değilse bile öbür gün bu mevzular karsımıza çıktığında muhatablarımızı ikna edip onların imanlarını tereddüt ve vesveselerden kurtarabilmek için yine bu kitabları mütalâaya, ele alınan meseleleri hazmetmeye ihtiyacımız var.
Rabbimizden milletimize faydalı olması ve 3. cildin 2.'yi takib etmesi niyaziyle...
T.Ö. V. Yayınevi
.
"Zaman ihtiyarladıkça Kur'ân gençleşiyor" deniliyor, izah eder misiniz?.
"Zaman ihtiyarladıkça Kur'ân gençleşiyor" deniliyor, izah eder misiniz?.
Kur'ân-ı Kerim ezelden gelmiş, ebede kadar da devam edecektir. Hâl-i hazır, geçmiş ve gelecek zamanı bütünüyle, tâbiri caizse son noktasına kadar bilen Hz. Allah'ın ilminden gelmiş Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın, günümüze ve günümüzden sonraki devrelere ait meseleleri insanlığın durumunu ve onun kazanacağı halleri parlak olarak anlatması Kur'ân'ın mu'cizesidir ve Kur'ân'a şayeste bir keyfiyettir. Evet, Kur'ân.l4 asır evvel nâzil olmuştur ama, O, Mele-i Alâdan, herşeye hakim bir noktadan, dünü, bugünü, yarını kabza-i kudretinde tesbih taneleri gibi çeviren, sistemleri idare eden, kalbimizin atışlarını dahi bilen Allah'ın ezelî ve ebedî ilminden gelmiştir.
Evet, zamanın ihtiyarlaması ile Kur'ân gençleşiyor. Nasıl ki, insan yaşlandıkça beynine doğru giden bir kısım damarlar açılıyor, genişliyor belki hafızasında zaaf hâsıl oluyor. Fakat terkib kabiliyetinde inkişaf meydana geliyor, daha sâlim, daha oturaklı düşünüyor ve daha isabetli karar veriyor. İşte fert böyle olduğu gibi cemaatlar de böyle, zaman da böyledir. Yani zaman ihtiyarladıkça sanki zamanı besleyen bir kısım kanallar ve damarlar açılıp genişliyor ve zamanın içinde ona esas değer kazandıran insanların sa'yi, cehdi ve gayreti ile kâinattaki sırlı şeyleri gözlerimiz önüne seren ilimler ortaya çıkıyor. Bu halde, sanki Fizik zamanın damarları içinde gelişen, inkişaf eden ve onu besleyen; daha doğrusu onu aksettiren bir ilim olarak karşımıza çıkıyor. Kimya, Astronomi, Astrofizik, Tıp ve sair ilimler de böyle... Yani her fen zamanın içinde ve zamanın seyri ile kâinata ait bir kısım esrarı alıyor ve onu teşhir ediyor. Dolayısıyla zaman kıyâmete doğru giderken, biz dünyamızı daha olgunlaşmış ve daha kâmil bir halde görüyoruz. İlimler âdeta, dünyamızın şakaklarında ak tüyler gibi kemâl emaresi olarak belirmiş ve ahir zamanda ölüm kendisine yaklaştıkça o daha da kâmil görünüyor.
İşte bu hâl Kur'ân'ın anlaşılmasına yardım ediyor;ve bir gün gelecek Avrupa'da en âli mahfillerde, ilimlerin sırlı hakikatları casus gibi araştırması neticesinde Kur'ân'ın anlaşılması ile rükûa giden insanlar olacak ve insanlık, "Allah im ne büyüksün" diyecekdir. Evet, teleskoplarla ışık hızıyla trilyon sene öteleri gördüklerinde, Paskal gibi, hıçkıra hıçkıra ağlayacak ve "Allah'ım ne büyüksün" diyecekler.
Kur'ân-ı Kerim 14 asır evvel en ârızasız bir toplumun içtimâî kanununu vaz' etmiş, fakat biz bunu henüz anlıyamamışız, anlayamadığımız için de, kapitalizm, kominizm, faşizm, liberalizm karşısında Kur'ân'ın bu içtimâi yönünü aksettiren meseleleri gerektiği gibi anlatamamışız. Sadece, içtimâî noktaları değil, beşerin hayatına taallûk eden diğer bütün noktaları da anlayamamışız... Şimdi bütün bunları izah edip asrın hastalıklarına karşı çare haline getirme, bir reçete gibi arz etme bize düşüyor. Biz Allah'ın izniyle bunu yaptığımızda, Kur'ân-ı Kerim'in nasıl derin bir menbadan geldiği, dış görünüş itibariyle derinliği sezilememesine rağmen içinde binbir ilmî gerçeğin sergilendiği görülecektir. Biz bugün daha iktisadî meselelerimizi halledememişiz! Dün bir sistem ortaya konuyor, ertesi gün o sistem başımıza bin gaile açınca, bu sefer "bu memleket şu sistemle yükselir" diyor; ancak onun uygulanması sonucunda da bir sürü banker ve bunun karşısında birçok mağdur, sefil ve perişan insanlarla karşılaşıyoruz. Bütün bunlar durmadan değişip gidiyor ve bizler de sistemlerin elinde oyuncak olup gidiyoruz. Kur'ân-ı Kerimin yeniden ele alındığında ve zaman ihtiyarladıkça gelişen ilimler sayesinde ondan çok cedîd ve ceyyid şeyler anlaşılacak ve o yeni nazil olmuş gibi kendisini gösterecektir. Henüz Kur'ân hakkında çok derin araştırmalar yapılmadığı günümüzde bile minik kafalarımızla ve hiçbir hakikat içerisine girmeyecek kadar dar gönüllerimizle, bazan Kur'ân'dan öyle şeyler anlıyoruz ki;` bunu beşer söyleyemez;' demek mecburiyetinde kalıyoruz.
Evet, fennin çeşitli dallarına ait hakikatları Kur'ân birer cümleyle ifade etmiş ve gözlerimiz önüne sermiştir. Bu zâviyeden hangi sahada araştırma yapılırsa yapılsın, elde edilecek ilmî neticeler ile Kur'ân ayetleri arasında muvâfakat bulunacak ve heryerde Kur'ân'ın bayrağının dalgalandığı görülecektir. Buraya kadar söylediğimiz sözler birer iddia değil, ilmî tecrübe ve denemelerle ortaya konarak isbatlanmış şeylerdir.
Bir iki misal ile buna ışık tutmaya çalışalım:
"Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’â açar. Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmıyanların üstüne işte böyle pislik (sıkıntı ve musibet) çökertir. " (En'am-125)
Bu ayet bir tabiat kanununa işaret etmektedir. Şöyle ki burada "Sema" kelimesi kullanılıyor' Yessa'adu" fii-linin aslı "sa âdu yessa âdu" yükselme, yukarı doğru çıkma demek, bu tefe'ül babına konulup denilerek, tekellüfün hakim olduğu,yani yukarılara doğru çıkarken bir zorlamanın esas olduğu hakikatına işaret edilmektedir. Yessaâdu fiili okunurken bile, okuyanın nefesini kesmektedir. İşte bunlarla Kur'ân şu gerçeği dile getiriyor: İnsan yükseğe çıktıkça basınç düşer ve nefes alması zorlaşır. Zira her yüz metre yükseldikçe hava basıncı bir derece düşmektedir. 20.000 metreyi geçince özel cihazlar (oksijen maskeleri) olmadıkça insan nefes alamaz ve ölür.
Başka bir misal:
"Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık. (Yoksa) siz suyu depo edemezdiniz. " (Hicr-22)
Bu âyet de henüz 20. yüzyılda anlaşılan ilmî gerçeği Kur'ân'ın 14 asır önce söylediğinin bir göstergesidir. Şöyle ki; Rüzgârlar su buharından meydana gelen bulutları birbirine çarpıştırır. Bu çarpışmada bulutlarda pozitif-negatif elektron geçişmesi olur, şimşek meydana gelir. Rüzgârlar bulutlan sıkıştırarak yere yağmuru aşılar. Aynı zamanda rüzgârlar, bitkiler üzerinden eserken erkek tohumları dişi tohumların üzerine kondurmak suretiyle onları aşılar. Bitkilerde döllenmeye yardım eder.
Yine bu âyet, gökten inen yağmur sularının yerin dibinde depo edildiğini, oradan çeşmeler ve kuyular açmak suretiyle çıkarılarak canlıların sulanabileceğini anlatmaktadır ki Kur'ân 14 asır önce bu tabiat kanununa işaret ederek mucize olduğunu göstermektedir.
Bir başka âyet; "ve min külli şey'in halaknâ zevceyn" "Her şeyden iki çift (erkek, dişi) yarattık" (Zâriyat-49) Arapça'da, "umum" bütün mânâsına gelen "kül" kelimesi marifeye (bilinen) muzaaf olursa umum eczayı ifade eder. Yani bütünün parçalarını içine alır. Nekreye (bilinmeyen) muzaaf olursa umum efrâdı ifade eder. Ne kadar ferd varsa hepsini ihtiva eder. "Ve min külli şey'in halaknâ zevceyn "derken buradaki "Şey 'kelimesi nekredir.
"Herşeyi çift yarattık" demektir. Allah'a bile "şey" denir. Fakat sözü söyleyen Allah olduğundan O, bunun dışındadır. O'nun dışında olan herşey çift olarak yaratılmıştır.
İnsanlar nasıl çiftse, sair canlılarda öyle çifttir. Nebâtat ta çift olup onlar arasında da erkeklik dişilik vardır. Âyetteki "Zevceyn" kelimesi erkek ve dişiyi belirtir. Hatta herşeyin asıl maddesi olan atomlar bile çifttir. Onların da bir kısmı artı, bir kısmı eksi yüklüdür. Ayrıca herşeyde câzibe ve dâfia olmak yönüyle de bu ikilik değişik bir şekilde tezahür etmektedir. Eşyadaki bu hususiyet ortadan kalktığı takdirde mevcudatın kendi kendilerini devam ettirmeleri de düşünülemez.
Yâsin sûresindeki âyet bu hakikatı daha mufassal olarak şöyle anlatıyor:
"O Allah'ı tesbîh ü takdis ederiz ki; yerin bitirdiklerinden, nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır. " (Yasin-36)
Görüldüğü gibi o günün insanının müşahedesine arzedilen tablonun dışında o devre göre bilinmeyen bir kısım şeylerden bahsediliyor. Ve diyor ki;"daha sizin bilmediğiniz şeyleri de çift yarattı''.
Başka bir âyet ve başka bir mevzu:
"Semâyı azametle biz kurduk ve ona durmadan vüs'at veriyor ve genişletiyoruz. " (Zâriyat-47)
Arapçada fiil cümleleri teceddüt, isim cümleleri sebat ve süreklilik ifade eder. "Ve innâ Ie mûsiûn,' bir isim cümlesidir ve mânâ itibariyle üç zamandan birine inhisar etmeyip süreklilik ifade eder. Yani, "Eskiden genişlettik, bıraktık ", "Şu anda genişletiyoruz ","İleride genişleteceğiz" gibi mânâlara değil de "Devamlı ve sürekli olarak durmadan genişletiyoruz" mânâsına geliyor.
En yakındaki beş veya altı galaksi müstesna,bütün galaksilerin bizden uzaklıkları ile mütenasip hızlarla uzaklaştıklarını 1922'de Astronom Hubble bildirilmişti. Ona göre bir milyon ışık senesi bizden uzak olan bir sehâbiye (Galaksi elemanı, yıldız ) bizden senede yüzaltmışsekiz kilometrelik bir hızla uzaklaşıyor; iki milyon ışık senesi uzaklıkta olan iki misli, üç milyon ışık senesi uzaklıkta olan da üç misli hıza ulaşmakta. Bu da Belçika'lı matematik alimi, râhip Lemaitre'nin iddia ettiği gibi kâinat'ın,genişleme (expansion) halinde olduğuna delâlet eder.
İlim mahfillerinde ağırlığını devam ettiren "Mekân genişlemesi" 1400 sene evvel Kur'ân-ı Kerim'de zikrediliyordu.
Bütün ilim dünyası, ilim âlemi, bir ümminin göıüyle görülen bu hakikât karşısında Kur'ân'a "senin taleben oldum" devip hayret secdesine kapanması gerekirken, maalesef ortada görülen yalnız onların nankörlükleridir.
Bir diğer ayetde ise :
"Gökleri ve yer'i hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor Güneş'i ve Ay'ı buyruğu altına aldı"(Zümer-5) buyuruluyor.
Dünya, kutuplardan biraz basık bir küre şeklindedir.
Arapçada tekvîr kelimesi, bir yuvarlak etrafına sarık sarma, bir yuvarlak etrafında dönme mânâsına gelir. Buna göre ayet; "Geceyi gündüze gündüzü` geceye sarıyor. " demektir. Böylece yükevviru kelimesiyle Küre-i Arz'ın küreviyetine apaçık parmak basmaktadır. Diğer taraftan Naziat Sûresinin 30. âyetinde bu mesele kelimenin kökü itibariyle daha açık, anlatılmaktadır; "Uel ârda ba'de zâlike dehâhâ" "Gökleri nizâma, intizâma koyduktan sonra Yer'i de Allah, deve kuşu yumurtası haline getirdi. " (Nâztât-30)
Demek oluyor ki; dünyamız kutuplardan basık bir küre, bir deve kuşu yumurtası şeklindedir. Te'vil ve tefsire girmeden çok sarih bir şekilde Kur'ân'ın bu hakikatını da hâfızada tutmada yarar var.
Bu hususlarda Kur'ân'ın işaret etmiş olduğu çok âyet-i kerimeleri sıralamak mümkün. Fakat bu kadarı ile iktifa ediyoruz.
Ayrıca; Kur'ân terbiyeye ait bir kısım esaslar da vaz'etmiştir. Ama terbiye-i Kur'ân bırakılarak, denenen bütün terbiye sistemleri, psikoloji ve sosyolojinin uygulanan bütün kanunları karşımıza bir sürü problemli genç, sergerdan ve çakır keyif tipler çıkarmıştır. Bu böyle devam ettiği müddetçe beşer bunalımdan bunalıma sürüklenecektir. Ama insanlık Kur'ân'la tanıştığı zaman, onu anlayacak, idrak edecek, O'na teslim olacak; gönülleri huzura kavuşturma, kalbleri düzene koyma, kafaları zapt-ü rabt altına alma da yine Kur'ân'ın emirleri ile tahakkuk edecektir.
İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, zaman ihtiyarlarken daha doğrusu kâmilleşirken, bizim "ahirzaman" dediğimiz zamanın şu devresinde, Kur'ân'ın hakikatları-inşaallah-araştırıcılar tarafından gökteki yıldızlardan daha parlak, daha derin, daha yapıcı ve beşerin gönlünü ikna edici mahiyette ortaya konulacak ve Kur'ân'ın gençliği bir kere daha apaçık görülecektir. Belki insanın iradesi elinden alınmayacak ama, akla çok kapılar açılacak ve çok kimseler Lâ ilâhe illallah Muhammeden Resûlüllâh diyecektir.
.
Kur'ân, Peygamberimizin (sav) beyânı olamaz mı? Değilse nasıl isbât edilir?
Kur'ân, Peygamberimizin (sav) beyânı olamaz mı? Değilse nasıl isbât edilir?
Bu mevzuda şimdiye kadar, hiçbir tereddüde, hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak şekilde, pekçok şey söylenmiş ve pekçok şey yazılmıştır. Biz, sual-cevap sütununun müsaadesi ölçüsünde ve hülâsa mahiyetinde birkaç ana başlığı zikretmekle yetineceğiz.
Kur'ân-ı Kerim'in, Efendimiz veya başka biri tarafından tertib edildiği iddiası birkaç gözü dönmüş cahiliye insanıyla, günümüzün, Kur'ân düşmanı müsteşrikleri tarafından sık sık ortaya atılan bir mevzudur ve bununla bilgisiz, görgüsüz kimselerin zihinlerinin bulandırılması hedeflenmektedir. Kanaatimce, dünün müşrikleri gibi, bugünün müşrikleri de, bu mevzuda düşünmeden garazlı davranıyor ve garazlı konuşuyorlar. Zira Kur'ân, kim tarafından olursa olsun, insafla ele alındığı zaman bir beşere mal edilemeyecek kadar muallâ ve ilâhî olduğu anlaşılacaktır.
Şimdi bu ciddî mevzuun derinlemesine tahlilini dev adamların devâsâ kitaplarına havale edip sadece birkaç ana başlığı hatırlatacağız:
1 . Bir kere Kur'ân'ın üslubuyla hadislerin üslubu birbirlerinden o kadar farklıdır ki; Arablar, Efendimizin Kur' ân dışı beyanlarını, kendi muhavere ve konuşma tarzlarına uygun buluyorlardı ama, Kur'ân karşısında hayret ve hayranlıktan kendilerini alamıyorlardı.
2. Hadisleri okurken, arkasında düşünen, konuşan, Allah haşyetiyle iki büklüm olan bir insan imajı sezilir. Oysa ki, Kur'ân'ın sesinde yüksek bir celâdet, heybetli bir edâ ve cebbar bir şive hissedilir. Bir insan beyanında, birbirinden öyle çok farklı iki üslubu birden tasavvur etmek ne makuldür ne de mümkün.
3. Mektep-medrese görmemiş ümmî bir insanın -O ümmîye ruhlar feda olsun- eksiksiz, kusursuz; ferdî, ailevî, içtimâî, iktisâdî ve hukukî bir sistem getirip vaz' etmesi, herşeyden evvel düşünce ve aklın bedâhetine terstir. Hele bu sistem, asırlar boyu, dost-düşman bir sürü millet tarafından tatbik edilecek kadar harika ve bugüne kadar tazeliğini korumuşsa.
4. Kur'ân'da varlık, hayat ve bunlarla alâkalı ibadet , hukuk ve iktisad gibi mevzular birbiriyle öyle dengeli ve yerli yerince ele alınmıştır ki; bunları görmemezlikten gelerek onu beşer kelâmı farzetmek, bir bakıma onun mübelliğini beşer kabul etmemek demektir. Zira, yukarıdaki meselelerin bir teki bile, süreklilik ve zaman üstü olma gibi, hususiyetleriyle en büyük dâhilerin dahi altından kalkamayacağı ağır meselelerdir. Böyle, yüzlerce meselesinden herbiri, birkaç dâhinin üstesinden gelemeyeceği zengin muhtevalı bir kitabı, mektep-medrese görmemiş bir ümmîye isnad etmek mücerred bir iddiadır.
5. Kur'ân, geçmişe-geleceğe dair verdiği haberler itibariyle de hârikadır ve katiyyen beşer kelâmı olamaz. Bugün, yeni yeni keşiflerle ortaya çıkarılan, geçmiş kavimlerin yaşayış tarzları, iyi veya kötü akıbetleri kelimesi kelimesine asırlârca evvel Kur'ân-ı Kerim'in haber verdiği gibi çıkmıştır. İşte, Hz. Sâlih, Hz. Lüt ve Hz. Musa gibi peygamberler, işte onların kavimleri ve işte herbiri başlı başına birer ibret meşheri olan meskenleri..!
Kur'ân'ın, geçmişe dair verdiği haberlerin katiyyet ve doğruluğu kadar, geleceğe aid ihbarâtı da o ölçüde önemli ve başlı başına bir mucizedir. Mesela: senelerce evvel Mekke'nin fethedileceğini ve Kâbe'ye emniyet içinde girileceğini "Allah dilediğinde, güven içinde başlarınızı traş ederek ve saçlarınızı kısaltarak korkmadan Mescid-i Haram’â gireceksiniz" (Fetih suresi/27) ayetiyle haber verdiği gibi, İslâm'ın bütün bâtıl sistemlere galebe çalacağını da "O, Resûlünü, hidayet ve hak dinle gönderdi ki bütün dinlere galebe çalsın. Şâhid olarak.Allah yeter" (Fetsh/28) beyanıyla ilân etti. Kezâ, o gün Roma'lılar karşısında savaş galibi görünen Sâsânilerin yenileceğini ve aynı zamanda, Bedir gâlibiyetiyle müslümanların da sevineceğini "Rum yenildi (bölgenize) en yakın bir yerde. Onlar bu mağlubiyetden sonra (yeniden) galebe çalacaklar. Birkaç yıl içinde. Bundan önce de sonra da iş Allah'a aiddir. O gün mü'minler de sevinirler." (Rum/2-4) müjdesiyle duyurmuşdu; vakti gelince
Kur'ân'ın haber verdiği gibi çıktı. Bunun gibi, "Ey Resûl, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni (insanlardan gelen kötülüklerden) koruyacaktır" (Maide/67) ayetiyle de, en yakınındaki amcasından, düşman millet ve düşman devletlere kadar çevresi düşmanlıklarla sarılı olduğu halde, hayatını emniyet içinde geçireceği va'dolunmuşdu ve öyle de oldu.
Değişik ilim dallarının inkişâfıyla, âfâk ve enfüsün yâni insan mâhiyeti ve mekânların didik didik edileceğini, ilmî buluş ve tesbitlerin, yeni yeni keşiflerin insanoğlunu inanmaya zorlayacağını "Biz onlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde mucizelerimizi göstereceğiz ki, o (Kur'ân ve Kur'ân'ın getirdikleri)nin gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin herşeye şâhid olması yetmez mi?" (Fussilet/53) mucizevî beyanıyla ifâde etmişti ki, günümüzde süratle o noktaya doğru gidilmektedir.
Ayrıca, Kur'ân, nazil olduğu günden bu yana "Deki: And olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek için toplansalar, yine O'nun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka verseler de." (İsra/88) deyip, hasımlarının damarlarına dokundurduğu halde, bir-iki küçük hezeyanın dışında, kimsenin ona nazire yapmaya teşebbüs etmemesi ve edememesi, onun verdiği haberi doğrulamakda ve mucize olduğunu ilan etmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'in nâzil olduğu ilk yıllarda, müslümanlar az, zayıf, iktidarsız ve geleceğe aid hiçbir düşünceleri yoktu. Ne bir devlet, ne dünya hakimiyeti ne de yeryüzündeki sistemleri altüst edecek dinamikleri hâvi yeni dinin güç kaynağı adına hiçbirşey bilmiyorlardı. Oysa ki, Kur'ân "Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara va'deti ki; onlardan öncekilerini nasıl hükümrân kıldıysa, onları da yeıyüzünde hükümran kılacak ve kendi!eri için seçip beğendiği dinlerini sağlama bağlayacak ve korkularının ardından da onları güvene erdirecektir." (Nur/55) ayetiyle onlara, bu yüksek hedefleri gösteriyor ve cihanın hakimi olacakları müjdesini veriyordu.
Daha bunlar gibi, müslümanlığın ve müslümanların geleceği, zafer ve hezimetleri, terakkî ve tedennîleriyle alâkalı pekçok ayetler varki, hepsini burada zikretmemiz mümkün değil.
Kur'ân-ı Kerim'in gelecekle alâkalı verdiği haberlerin büyük bir bölümünü, değişik ilim dallarının varacakları nihâi hudutlarla ilgili olan ayetler teşkil eder. İlmî tesbitlerle alâkalı, kısa fezlekeler halinde, Kur'ân'ın verdiği haberler o kadar hârika ve o kadar erişilmezdir ki, onun bu mevzudaki beyanlarını kulak ardı etmek mümkün olmayacağı gibi, bu mevzudaki beyanlarıyla ona beşer kelâmı demek de mümkün değildir.
Yüzlerce âyetin sarâhat, delâlet ve işaret yoluyla ifâde ettikleri harikalara dair pekçok eser yazıldığından, bu meselenin tafsilâtını o eserlere havale ederek, misâl teşkil edecek birkaç ayetin işaret ve delâlet ettikleri hususları kaydedip geçeceğiz.
1. Kâinatın Yaratılışı
Kâinatın yaratılışıyla alâkalı olarak "İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik bir durumdayken, onları birbirinden ayırdığımızı, sonra da bütün canlıları sudan yarattığımızı görüp düşünmüyorlar mı? Halâ imân etmeyecekler mi?" (Enbiya/30) ayetinin anlattığı yüksek hakikat, teferruatına dair farklı mütalâalar ileri sürülse bile ilk hilkatla alâkalı değişmeyen en sabit bir prensiptir. Ayette anlatılan, bitişik olma ve ayrılma, ister gazlardan müteşekkil kitlenin, nebulolara ayrılması, ister güneş sistemi gibi sistemlere bölünüp şekillenmesi ve manzumelerin ortaya çıkması, isterse bir sehâbiye ve bir dumanın bölünüp, parçalanıp, zabt-ü rabt altına alınması şeklinde olsun netîce değişmez. Âyet, kullandığı malzeme ve seçtiği üslup itibariyle, ilmî araştırmalar için hep bir ışık kaynağı olmuş, bütün faraziye ve nazariyelerin eskiyip atılmasına karşılık o, tazeliğini korumuş, bugünlere gelmiş ulaşmış ve yarınlara hakim olmaya da namzed görünmektedir.
2. Astronomi
Kur'ân-ı Kerim'de astronomiye esas teşkil edecek o kadar çok âyet vardır ki, bunların biraraya getirilerek teker teker tahlil edilmeleri, cildler ister. Biz bir-iki âyetin işaretiyle iktifâ edeceğiz. "Allah o zattır ki, gökleri, görebildiğiniz bir direk olmaksızın yükseltti; sonra da iradesini (tekvin) arşına yöneltti. Artık hepsi belli bir süreyle kayıtlı olarak akıp gitmektedir." (Ra'd/2) Âyet, göklerin yükseltilmesini, genişleyip büyümesini hatırlattığı gibi, herşeyin nizam içinde baş başa, omuz omuza olmasını da (bilebileceğimiz cinsten bir direk olmaksızın) sözüyle ifade etmektedir. Evet, kubbe-ı âsumânı tutup, dağılmasına meydan vermeyen, görebileceğimiz cinsten bir direk yok ama, yine de bütün bütün direksiz değil. Zira, kütlelerin dağılmaması ve gelip birbirine çarpmaması için, görülsün görülmesin mevcut nizama esas teşkil edebilecek kanun, kaide, prensip mânâsında böyle bir direğin vücudu zarurîdir.
Kur'ân bu ifadesiyle bizlere, kültürlerarası ile'1-merkez (merkez çek) an'il-merkez (merkez kaç) prensibini düşündürmektedir ki, bunun, Newton'un çekim kanununa veya Einstein'in (hayyiz)'ine* uyup uymaması birşey ifade etmez.
Hele âyetin, Güneş ve Ay'ın akıp gittiğini ifade etmesi çok enteresandır ve üzerinde durulmaya değer. Rahmân suresindeki "Güneş ve Ay'ın hareketleri. tamamen bir hesaba bağlıdır" (Rahman/5), Enbiya suresindeki "Geceyi, gündüzü, Güneşi, Ay'ı yaratan O'dur. Bunların herbiri bir yörüngede yüzmektedirler" (Enbsya/33), Yâsin suresindeki "Güneş kendine mahsus yörüngede akıp gitmektedir" dedikten sonra "Bunların herbiri belli bir yörüngede döner dururlar"(Yasin/38-40) diyerek,Güneş, Ay ve sair gezegenlerin bir nizama göre yaratıldıklarını, bir âhengi temsil ettiklerini ve riyazî bir gerçeğe dayalı bulunduklarını apaçık dile getirmektedir.
Yerin Yuvarlaklığı
"Geceyi gündüzün üstüne, gündüzü de gecenin üstüne doluyor" (Zümer/5) ayeti, kullandığı malzeme itibariyle, gece ve gündüzün birbirini takib etmesini, sarığın başa sarılması gibi, ışık ve karanlığın,Yerküre'nin başına "sarık gibi dolanması" sözüyle anlatıyor. Bir diğer âyette ise "Arkasından da yeryüzünü mücessem kat-ı nâkıs (yâni yerküreyi elips şeklinde), söbüleştirdi" (Naziat/30) diyerek müşahidlere peygamberlik buudunda varılmış en nihâi noktayı göstermektedir.
Mekân genişlemesi hususunda:
"Semâyı biz kendi elimizle kurduk ve sürekli genişletmekteyiz" (Zariyat/47) Bu genişleme ister Einsteine'nin anladığı mânâda, ister Edwin Hubble'in Güneş sisteminin dahil olduğu galaksiden, nebulozların uzaklaşması şeklinde olsun fark etmez. Önemli olan Kur'ân'ın, ana teme parmak basıp, tecrübî ilimlerin çok önünde zirveleri tutup onlara ışık neşretmesidir.
3. Meteoroloji
Hava akımları, bulutların kesâfet kazanması, havanın elektriklenmesi, şimşeklerin çakması ve yıldırımların meydana gelmesi Kur'ân-ı Kerim'de, yer yer ilâhî nimetleri hatırlatma ve yer yer de insanları tehdid etme sadedinde çokça zikredilen hususlardan biri. Meselâ "Baksana, Allah bulutları sürüyor, sonra toparlayıp birleştiriyor, sonra da üstüste yığıyor.. Bir de bakıyorsun bunun arkasından yağmur ortaya çıkıyor. Doluyu da yukarıda dağlar gibi olanlardan indiriyor; onunla dilediğini vuruyor, dilediğinden de onu öteye çeviriyor" (Nur/43) Heryerde olduğu gibi, burada da Kur'ân yağmur vak'asının nihâî durumunu ihtâr ederek, fezâyı velveleye veren, bulut, yağmur, şimşek ve yıldırımlar gibi ürperten, haşyet veren hadiselerin arkasındaki in'amperver eli göstermek ve ruhları ona karşı uyanık olmaya çağırmakta aynı anda, belli disiplinlere bağlı olarak yağmur ve dolunun meydana geliş keyfiyetlerini ve sonra da yeryüzüne inmelerini öyle garib bir biçimde anlatmaktadır ki; böyle bir anlatış tarzından hemen herkes bugün bilinene ters düşmeyecek şekilde yağmur ve dolunun meydana geliş keyfiyetlerini anlar ve Kur'ân'ın beyanına hayranlık duyar. Kur'ân, iki ayrı çeşit elektriğin birbirini çekmesi, aynı cinsten elektrik yükünün birbirini itmesi , rüzgârların devreye girerek birbirini iten bu bulutları birleştirmesi; yerden yukarıya yükselen pozitif yüklü akımların fezadaki mevcut elektrikle birleşmesi neticesinde elektriklenmenin meydana gelmesi ve bu noktada buharın su damlaları halinde yere inmesi gibi teferruâtla meşgul olmaz. O ana vak'a ve asıl tem üzerinde durur; teferruata ait diğer meselelerin izah ve isimlendirilmelerini zamanın tefsirine bırakır.
Hicr suresindeki "Aşılayıcı rüzgârları gönderip onunla gökyüzünden su indirip size takdim ettik (yoksa) siz o suyu depo edemezdiniz" (Hacr/22) ayeti, bu hususa ayrı bir buud ilâve ederek ağaçların ve çiçeklerin aşılanmasında rüzgârların fonksiyonuna dikkati çektiği gibi onların bilhassa, bulutları aşılama vazifesini de ihtar etmektedir. Oysa ki, Kur'ân nâzil olduğu zaman, ne otun, ağacın, çiçeğin ne de bulutların aşılanma ihtiyaçları bilinmediği gibi, rüzgârların çelik-çavak bu önemli vazifeyi gördüklerinden de hiç kimse haberdar değildi...
4. Fizik
Varlığın ana unsuru madde ve onun çift ve tek olma gibi hususiyetleri de Kur'ân-ı Kerim'in ele alıp anlattığı mevzulardandır.
Meselâ, Zâriyat suresinde "iyice düşünesiniz diye biz herşeyi çift olarak yarattık" (Zariyat/49) herşeyin çift olarak yaratıldığı ve Kur'ân'ın kullandığı malzeme itibariyle, bunun önemli bir esas ve âlem-şümul bir prensip olduğu anlaşılmakta. Şuarâ suresindeki ayette ise" Yeryüzüne bakmıyorlar mı? Biz onda nice içaçıcı çiftler yaratıp yetiştirdik" (şuara/7)denilerek, her sene gözümüzün önünde haşr-ü neşr olan yüzbinlerce çifte dikkat çekilmekte ve Allâh'ın nimetleri hatırlatılmakta. Yâsin suresindeki ayet ise, daha şümullü ve daha enteresan. "Ne yücedir o Allah’ki toprağın bitirdiklerinden, (onların) kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden hep çiftler yaratmıştır" (Yasin/36) şeklindeki beyanıyla, bugün bilip tesbit edebildiğimiz çift yaratıkların yanında, henüz bilemediğimiz birçok çiftlerin varlığı da, ihtar edilmektedir.
Evet, Allah, insanlardaki erkeklik ve dişilikten, otların, ağaçların çift olma esasına; atomlar, atomlardaki elektron ve çekirdek ikiliğinden, madde -anti madde zıd eşliliğine kadar, canlı-cansız, yerde-gökte değişik keyfiyet ve buudda ne kadar çift varsa, umum nimetlerini tâdâd sadedinde, kendinden başka herşeyin çift olduğunu zikredip bizleri düşünmeye davet ediyor.
Sırf birer misal teşkil etsin diye, yukarıda zikrettiğimiz âyetlerden başka, pekçok ilâhî beyan var ki, herbirisi başlı başına birer mucize olması itibariyle, hem Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğuna hem de Peygamberimizin O'nun elçisi bulunduğuna apaçık delâlet etmektedir.
Evet, Kur'ân yeryüzünde hayatın ortaya çıkışından, bitkilerin aşılanma ve üremelerine, hayvan topluluklarının yaratılmasından hayatlarını onlarla devam ettirdikleri bir kısım sırlı düsturlara, bal arısı ve karıncanın esrarlı dünyalarından kuşların uçuş keyfiyetine, hayvan sütünün hasıl olma yollarından insanın anne karnında geçirdiği safhalara kadar pekçok mevzuda, kendine has ifade tarzıyla, öyle veciz, öyle muhtevâlı, öyle hâkim bir üslupla ele aldığı şeyleri takib etmektedir ki; bizim yorumlarımız bir yana, ne zaman onlara müracaat edilse hep taze, genç ve ilimlerin varabilecekleri en son hedefleri tutmuş oldukları görülecektir.
Şimdi, bir kitap, binlerce insanın, bilmem kaç asırlık çalışmaları neticesinde varabildikleri noktaların dahi ötesine parmak basıyor, mevzua hakim bir üslupla o mevzuun hülâsasını veriyorsa, o kitabı, değil ondört asır evvelki bir insana, günümüzün mütefennin yüzlerce, binlerce dâhisinin mesâisine vermek dahi mümkün değildir. Hele o kitap, Kur'ân gibi muhtevası zengin, ifadeleri çarpıcı, üslubu âli, şivesi de ilâhi olursa...
Şimdi dönüp muhatabımıza soralım, ümmîliği mucize o Zât, mektebin, medresenin, kitabın bilinmediği o cahilî vasatta, canlılarda sütün meydana geliş keyfiyetini kimden öğrendi? Rüzgârların aşılayıcı olduğunu, nebatât ve bulutları telkih ettiğini, yağmur ve dolunun meydana gelme noktalarını nasıl bilebildi? Yerkürenin elipsî olduğunu O'na kim ta'lim etti? Mekân genişlemesini hangi rasathanede ve hangi dev teleskoplarla tesbit edebildi? Atmosferin yapı taşlarını ve yukarılara doğru çıktıkça oksijenin azlığını hangi laboratuvarda öğrendi? Hangi röntgen şualarıyla cenînin anne karnında geçirdiği safhaları aynı aynıya tesbit etti? Sonra da bütün bu bilgilerin teferruâtına vâkıf, mütehassıs bir ilim adamı edasıyla, tereddüdsüz, fütursuz ve kendinden gayet emin bir tarzda muhatablarına anlattı?..
5. Kur'ân-ı Kerim, Efendimizin vazife, mes'uliyet ve selâhiyetlerini anlatıp O'na yol gösterdiği gibi, yer yer de seviyesine uygun olarak O'na itâbda bulunmakta ve ikaz edip ırgalamaktadır. Meselâ: Bir defa münafıklara, izin vermemesi gerekirken izin verdiğinden dolayı "Allah seni affetsin, doğru söyleyenler sana iyice belli olup ve yalan söyleyenleri bilmezden önce niçin onlara izin verdin?" (Tevbe/43) şeklinde tenbihde bulunduğu gibi, Bedir esirleri hakkındaki tatbikatından dolayı da "Yeryüzünde tam yerleşip istikrar kazanıncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, Allah ise (sizin için) ahireti istiyor. Allah daima üstün ve hikmet sahibidir... (Enfâl/67) "Eğer Allah'tan (affınıza dair) bir yazı ve takdir geçmemiş olsaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azab dokunurdu." (Enfal/68) mahiyetinde itabda bulunmuştu. Bir keresinde, Allah'ın dilemesine havale etmeden, "yarın bu işi yaparım" dediği için "Hiçbir şey için bunu yarın yapacağım deme. Ancak Allah dilerse(de). Unuttuğun zaman Rabbini an ve "Umarım Rabbim beni bundan daha doğru bir bilgiye ulaştırır de" (Kehf/23-24) emir ve tenbihinde bulunmuş, bir başka sefer "insanlardan korkup çekiniyordun; oysa asıl çekinmeye lâyık olan Allah idi" (Ahzsb/37) itab işmâm eder mahiyette sadece AIlah'tan korkulması lâzım geldiğini ihtar etmişti. Zevcelerini bir meseledeki tavırlarına karşı bal şerbeti içmemeye yemin edince "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını arıyarak Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram kılıyorsun? Allah çok gafûr ve rahimdir" (Tahrim/1) diyerek sertçe ikaz ediyordu.
Daha bunlar gibi, pekçok âyetle, bir taraftan O'nun vazife, mes'uliyet ve selâhiyetlerinin sınırları belirlenirken, diğer taraftan az dahi olsa bu sınırlara riâyet edilmediği, vazife ve mes'uliyetin mukarrabine göre yerine getirilmediği zamanlarda O'na itab edilmiş, tenbihde bulunulmuş ve yeryer sertçe uyarmalar yapılmıştır.
Şimdi hiç akıl kabul edermi ki, bir insan bir kitap telif etsin, sonra da o kitabın muhtelif yerlerine kendi hakkında, itab, kınama, ikaz ve ihtar ifade eden âyetler yerleştirsin. Hâşâ!... O kitap Allah kitabı, O zât da O'nun şerefli mübelliğidir...
6. Kur'ân-ı Kerim, bir belâğat harikasıdır ve bu sahada eşi menendi yoktur. Bu itibarla da onu bir beşere maletmek mümkün değildir.
Efendimiz (sav) Peygamberlikle ortaya çıktığı zaman, kitleleri arkasından sürükleyen bir sürü şâir, edib ve söz üstâdı vardı. Bunlar pekçoğu itibariyle de O'na muârız idiler. Yeryer kafa kafaya verip düşünüyor; Kur'ân'ı bir kalıba yerleştirmek, birşeye benzetmek ve ne olursa olsun mutlaka hakkından gelmek istiyorlardı. Hatta, zaman zaman hristiyan ve yahudi âlimleriyle de görüşüyor, onların düşüncelerini alıyorlardı . Ne pahasına olursa olsun Kur'ân çağlayanını durdurmak ve kurutmak için akıllarına gelen herşeyi yapma kararındaydılar. Bütün bu engellere ve engellemelere, akla hayâle gelmedik karşı koymalara aldırmadan yoluna devam eden Hz. Muhammed (sav), bilumum inkârlara, ilhadlara karşı sadece ve sadece Kur'ân'la muâraza ediyor ve mücadelesini de zaferle noktalıyordu. Hem de bunca hasıma rağmen.
Evet, o gün, hristiyan ve yahudi ulemasıyla beraber, belâğatın dev temsilcileri, tek cebhe olup etrafı velveleye verdikleri bir dönemde, Kur'ân o üstün ifade gücü, o büyüleyici beyanı, o başdöndürücü üslûbu, o insanın içini ürperten ledünniliği ve ruhâniliğiyle muhatablarının gönlüne girdi; arşı, ferşi çınlatacak bir ses, bir soluk oldu yükseldi.. bir mübâriz gibi hasımlarını muârazaya çağırdı, tehdit etti, meydan okudu "siz de Kur'ân'a benzer bir kitap, hiç olmazsa onun bir suresine denk birşey, daha da olmazsa aynıağırlıkta bir âyet ortaya koyun; yoksa savulun gidin!.." dediği ve o günden bugüne de"Eğer kulumuz Muhammed'e (sav) indirdiğimizden şüphe içindeyseniz, haydi onun gibi bir sûre getiriniz ve eğer doğru iseniz; Allah'tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırınız." (Bakara/23) "De ki: and olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân’ın bir benzerini getirmek için toplansalar, yine onun benzerini getiremezler.
Birbirlerine arka çıkıp yardım etseler de" (İsra/88) "Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyle ise siz de onun benzeri on uydurulmuş (dahi olsa) sure getiriniz. (Hatta) eğer doğru iseniz, Allah'dan başka çağırabildiklerinizi de çağırınız" (Hıld/13) ayetleriyle aynı şeyleri tekrar edip durduğu halde, bir-iki hezeyanın dışında, Kur'ân'ın bu meydan okuyuşuna cevab verilmemesi, onun. kaynağının beşerî olmadığını gösterir. Zira, tarih şahitdir ki, Kur'ân'ın muârızları O'na ve O'nun mübelliğine her türlü kötülük yapmayı denedikleri halde, Kur'ân'a nazire yapmayı akıllarından bile geçirmediler. Böyle birşeye güçleri yetseydi, nazire ile Kur'ân'ın sesini kesecek, tehlikelerle dolu muharebe yoluna girmeyeceklerdi.
Evet, o koca belâğat üstadları, şeref, haysiyet hatta ırz, namus gibi en değerli şeylerini tehlikeye atıp muharebe yolunu seçmeleri, Kur'ân'a nazire yapılamamasının en açık delîlidir. Eğer nazire yapmak mümkün olsaydı, münazara yolunu muharebe yoluna tercîh edecek ve geleceklerini katiyyen tehlikeye atmayacaklardı.
Arab şâir ve nâşirlerinin, Kur'ân'ın benzerini getirememeleri tahakkuk edince, ona hristiyan ve yahudiler arasında menşe' aramak beyhude ve bir çaresizlik ifadesidir. Hem, hristiyan ve yahudiler bu muhteva ve bu ifade zenginliğinde bir kitap hazırlayıp ortaya koymaya güçleri yetseydi, ne diye onu başkasına nisbet edeceklerdi. "Biz yaptık" der ve onunla övünürlerdi...
Kaldı ki, dünden bugüne, dikkatsiz veya garazlı bir iki müsteşrik ve müşrike bedel, bir sürü ilim adamı, araştırmacı ve mütefekkir Kur'ân'ın muhteva zenginliği, ifade gücü karşısında hayranlıklarını gizleyememiş ve onu alkışlamışlardır.
Charles Milles; Kur'ân'ın üslubundaki zenginlik itibariyle tanzîr ve tercüme edilmeyecek kadar yüksek bir edâya sahib olduğunu... Victor İmberdes; Kur'an'ın, bütün hukuk esaslarına kaynak olabilecek zengin bir muhtevaya sahib bulunduğunu... Ernest Renan; Kur'ân'ın dînî bir inkılâb kadar edebî bir inkılâb da yaptığını... Gustave Le Bon; Kur'ân'la gelen İslâm'ın en saf, en hâlis bir tevhid anlayışını dünyaya tebliğ ettiğini... CI. Huart; Kur'ân'ın Allah kelâmı olup, vahiy yoluyla Hz. Muhammed'e (sav) tebliğ edildiğini... H. Holman; Hz.Muhammed (sav)'in Allah'ın son peygamberi, İslâmiyetin de vahyedilmiş dinlerin en sonuncusu bulunduğunu... Emile Dermenyhem; Kur'an'ın, Peygamber (A.S.)'in birinci mucizesi olduğunu, edebî güzelliği itibariyle de erişilmez bir muamma olduğunu... Arthur Bellegri; Hz. Muhammed'in (sav) tebliğ ettiği Kur'ân'ın bizzat Allah'ın eseü olduğunu.,. Jean Paul Roux; Peygamberimizin en güçlü mucizesinin melek vasıtasıyla gönderilen Kur'ân-ı Kerim olduğunu... Raymond Charles; Kur'ân'ın, hükmü hâlâ devam eden ve Allah'ın bir elçi vasıtasıyla müminlere tebliğ ettiği beyanların en canlısı olduğunu... Dr. Maurice; Kur'an'ın her türlü tenkîdin fevkinde bir mucize, bir harika olduğunu hatta daha da ileri giderek, edebiyatla ilgilenenler için Kur'ân'ın bir edebî kaynak, lisan mütehassısları için lâfızlar hazinesi ve şairler için bir ilham menbaı bulunduğunu... Manuel King; Kur'ân'ın, peygamberimizin peygamberliği süresince Allah'dan aldığı emirlerin mecmuu bulunduğunu... Mr. Rodwell; İnsanın Kur'ân'ı okudukça hayretler içinde kaldığını ifâde eder ve onu takdirlerle alkışlarlar.
Sadece birer cümleciklerini alıp naklettiğimiz bu seçkin ilim adamı ve mütefekkirler gibi, daha yüzlerce düşünür ve araştırmacı bilgilerinin vüs'ati nisbetinde, aynı hakikatlara parmak basmış ve Kur'ân karşısında takdirle iki büklüm olmuşlardır.
Binlerce mütehassıs ve üstad kalemlerden çıkmış çok ciddi eserlerin yanında, Kur'ân hakkında söz söylemek bize düşmezdi ama, başta sâhib-i Kur'ân'ın, sonra da kalem erbâbıbın bağışlayacağı mülâhazasıyla, yaptıkları hizmete iştirak arzusuyla bu cür'ette bulunduk.
.
Dünyaya gelen peygamberlerin sayısı ne kadardır? Hepsi erkek midir? Niçin?
Dünyaya gelen peygamberlerin sayısı ne kadardır? Hepsi erkek midir? Niçin?
Dünyanın her yerine peygamber gönderilmiştir. Peygamberlerin sayısını bilemiyoruz. Yalnız hadis kitaplarında, bir rivâyette 124 bin, diğer bir rivâyette de 224 bin peygamber gönderildiği bildirilmektedir. Hadis usulü açısından bu rivâyetlerin hepsi tenkid edilebilir. Ancak, ister 124 bin, ister 224 bin olsun, sayı mühim değildir. Mi'ıhim olan husus şudur: Allah, hiç bir devri boş bırakmamış hemen her devirde peygamber göndermiştir.
Peygamberler bir bölgeye ve belli topluluklara değil, dünyanın çeşitli ülkelerine, ayrı ayrı mıntıkalara gönderilmişlerdir. Nass-ı kat'i ile: "Hiç bir millet yoktur ki, içlerinde, onları eğri yolun encamından sakındıran bir nebi zuhur etmiş olmasın." (Fatır-24) buyurulmaktadır. Kur'ân'ın bu kat'i nassı gösteriyor ki, yeryüzünde hemen her topluluk içinde peygamber zuhur etmiştir. Bunun böyle olması kat'idir.
Başka bir ayette, Allah şöyle ferman etmiştir:
"Peygamber göndermedikçe (hiçbir millete) azab edecek değiliz. "(İsra-15)Yani Allah'ın peygamber göndermedikten sonra, bir cemaati hesaba, sigâya çekmesi ve azab etmesi, O'nun rahmetinin şümûlüne muvâfık değildir. Zira O:
"Kim zerre kadar hayır yaparsa onu görecek, kim de zerre kadar şer yaparsa onu görecektir. " (Zilzal-7,8) kat'i fermaniyle, hayrın, şerrin karşılıksız bırakılmayacağını ifâde etmektedir. Oysaki, kendilerine peygamber gönderilmemiş kimseler, hayrı şerri bilmediklerine göre, azab olacakları da söylenemez. Binâenaleyh; Allah, hayrın-şerrin hesabını soracağına göre, demek ki, herkese peygamber gönderilmiştir. Herkese Peygamber gönderen Allah (C.C), bu hükmü:
"Hiç bir millet yoktur ki, içlerinde onları eğri yolun encamından sakındıran bir Nebi gönderilmiş olmasın." (Fâtır-24) şeklinde ifade etmiştir.
Şu birbirine bağlı mantık silsilesi içindeki, üç kanuna dikkati çektikten sonra, şimdi esas meseleyi arzetmeye çalışayım: Yeryüzünün hemen her tarafına Allah, muhtelif devirlerde, ayrı ayrı Peygamberler göndermiştir. Bu Peygamberler, bir kısım kimselerin zannettikleri gibi, sadece ArabYarımadası'nda da zuhur etmemiştir. Hiçbir delile dayanmadan, bütün Peygamberlerin Arab Yarımadasında zuhur ettiğini iddia etmek, Kur'ân'in naslarına aykırıdır. Aslında biz, ne Arab Yarımadası'nda zuhur eden Peygamberlerin bütününü, ne de dünyanın başka yerlerinde zuhur eden Peygamberleri bilmiyoruz. İster Peygamberlerin sayısı 224 bin, ister 124 bin olsun, biz bunların içinde ancak, üçü şüpheli olmak kaydıyla, 28 tanesini bilebiliyoruz.
Evet, Kur'ân-ı Kerim'in bildirmesiyle, Hz. Adem'den Efendimize (savI kadar ancak 28 tanesini bildiğimizi söyleyebiliriz. Bunların da, nerelerde zuhur ettiklerini göstermek mümkün değildir. Hz. Adem'in türbesinin Cidde'de olduğu kanaatı kavidir. Ancak bunların hiçbiri de sıhhatli değildir. Hz. Havva ile Hz. Adem'in Cidde'de buluştuklarına dâir rivâyetler de kuvvetli değildir. Binâenâleyh, biz, daha başta, Hz. Adem'in nerede peygamberlik yaptığını bilmiyoruz. Birazcık Hz. İbrahim'i bildiğimizi söyleyebiliriz. Evet, Bâbil ve Anadolu dolaylarında dolaşmış, Suriye'ye gitmiştir. Lût Peygamberin de, Sodom, Gomora ve Lût Gölü çevresinde vazife yaptığını zannediyoruz. Medyen'de bulunan Hz. Şuayb'ı, Mısır'da neşet eden Hz. Musa'yı tanıdığımızı söyleyebiliriz. Hz.Yahya ve Zekeriyâ'nın da Akdeniz memleketlerinde bulunduklarını kabul edebiliriz. Muhtemelen Anadolu'ya da geçmiş olabilirler... Meselâ Efes'in Hz.İsâ ve Hz. Mervem'le alâkası,bu mevzuda fikir verebilir, ama, bunların hiçbiri müdellel ve kat'i değildir.
Bu yirmisekiz Nebi'nin dışındaki peygamberlerin pek çoğunun, nerede neş'et ettiğini ise hiç bilemiyoruz. Bundan anlaşılıyor ki, bizim bu mevzuda bir hükme varabilmemiz kat'iyyen mümkün değildir. Hele bir de bu dinlerin aslı kaybolmuş, peygamberliğin izi, âsârı kalmamış ise... Bu itibarla, peygamber gelmiş midir, gelmemiş midir? Herhangi bir hükme varmamız tamamen imkânsızdır.
Meselâ; hristiyanlık ele alınacak olursa; ilk hristiyanlık anlayışına ters olarak, İznik toplantısında meseleye ayrı bir veche verildi. Tevhid anlayışı bütün bütün terkedilerek, onun yerine "ekânim-i selase" anlayışı yerleştirildi ve hristiyanlık kendi mensubları tarafından en büyük ihanete uğradı. Evet, onun, gökten inmiş kitabı, doğrudan doğruya Hz. İsa'nın arkasından gelenler tarafından tahrif edildi.. İlâhi iken, beşerileştirildi. Tevhidle gelmişken teslise alet edildi: Kimisi Peygamberlerine Allah'ın oğlu dedi ve o mübareklerden mübarek Zatın mübarek annesine de -hâşâ ve kellâûlûhiyet gerçeğinin bir parçası nazarıyla baktı. Kimisi de, Allah'ı cisimlerle birleştirdi. Cisimlere hulûl ettirdi ve sapıklığın en ürperticilerini irtikâb etti. İşte şu vesenîleştirilmiş hristiyanlık akîdesi ile, Yunanlıların Zeus ve Afrodit anlayışı arasında esas itibariyle hiçbir fark yoktur. Kitaplarını tahrif edenler de, tıpkı Yunanlılar gibi, büyüklerini ilâh kabul etti ve şirke girdiler.
İnsanlık tarihindeki bütün inhiraflar hep böyle başlamış, sonra da bu yanlışlıklar, bu tahrifler sürüp gitmiştir. Şayet Kur'â.n-ı Kerim, Hz. İsâ'nın, Allah'ın Peygamberi olduğunu, Hz. Meryem'in de çok azîze bir kadın bulunduğunu söylemeseydi; biz, Hz. Mesih'e de Hz. Meryem'e de, Zeus ve Afrodit'e baktığımız gibi bakacaktık...
Demek ki, pek çok dinler var ki, insanlar tarafından tahrib edildiğinde bunların ilâhîlik yanı da tamamen silinip gitmiştir. Onun için bugün; şu ülkeye, şu mıntıkaya, şu topluluğa bir Peygamber gitmiş midir, gitmemiş midir; kât'i hüküm vermek oldukça zordur. Kimbilir, (kât'î bir şey söylenemez ama) belki de, Konfüçyüs Nübüvvetten hissedârdı. Dinler tarihinin bu mevzudaki beyanı tatmin edici değildir. Hakkında yazılıp çizilenler de, derleme-toplama malumâttan ibârettir. Ama biz, tarihte bir Konfüçyüs, bir Buda'nın varolduklarını ve bunların birer dinlerinin bulunduğunu ve bu dinlerin çok kalabalık cemaatler içinde hüküm-fermâ olduklarını.. şu andaki hüviyetleriyle, ilâhî, fıtrî, tabii olmadıklarını, içlerinde yanlışlıkların,tahriflerin mevcutolduğunu; biliyor bundan dolayı da, sığıra tapma, kendini yakma, altı ay bir şey yemeden girip mağarada yatma gibi acaiblikleriyle bunları din olarak kabul edemiyoruz. Belki, bunlar da, birer hak kaynağa bağlı idiler; ama, daha sonra hristiyanlığın bozulduğu gibi bozuldular.
Eğer müslümanlar, dinlerinin kaynaklarını hassasiyetle korumamış olsalardı, aynı akibet müslümanlığın da başına getirilmek istenecekti. Aslında, dünden-bugüne böyle bir gayretin yokolduğu da söylenemez. Bir taraftan kasıtlı kimseler, diğer tarafdan da gâfil müslümanlar, yakıştırma te'villeriyle aynı şeyleri yapmak istemektedirler. Meselâ; bir kişinin içki içerken, zinâ irtikâb ederken yine de, kendini bütünüyle müslümanlığı yaşıyor gibi görmesi, amelî sahada böyle bir tahribin ifâdesidir. Hırsızlığı, kumarı, fâizi de buna kıyâs edebiliriz.
Konfüçyüs'e "peygamber"diyemeyiz, çünkü peygamber olmayanâ “peygamberdir” demek küfür olduğu gibi, peygamber olana da değildir demek yine küfürdür. Konfüçyüs ve ülkesi için düşündüğümüz aynı şeyler, Avrupa için de, bahis mevzuudur. Ama, kât'i birşey söyleyemeyiz. Zirâ, birşey bilemiyoruz.
Sokrates için söylentiler vardır; ama, Sokrates'in hayatı da bize tam intikâl etmemiştir. Yahudiliğin te'sirinde bir feylesof mudur, başka bir fikir adamı mıdır? Tam birşey bilemiyoruz. Bazı düşünürler, O'nun yahudilik te'sirinde bir feylesof olduğuna hükmederler. Ancak tarihî vesikâlar, Sokrates'in böyle olduğu mevzuunda, herhangi bir kanaat serdetmemektedirler. Eflâtun'un, kendisinden naklettiği şeylere bakılırsa, Sokrates diyor ki: "Benim gözüme bazı şeyler görünüyordu. -Hallüsünasyon olabilir- Bana insanlığın irşadı için birşeyler telkin ediyorlardı. Çocukluğumdan beri, bütün insanlara, Allah fikrini telkin etmek, onları Allah'a tevcih etmek için vazifeli bir insan olacağımı biliyordum..." Binâenâleyh, Sokrates'in söylediklerinde şayet bir hakikat payı olsaydı; fikre, felsefeye daha yakın ve daha uyumlu, Avrupa topluluğu için zuhur etmiş bir peygamber olduğu söylenebilirdi. Dikkat buyurun "Sokrates peygamberdir, " demiyorum. Çünkü değilse küfre girerim. Ama bir ihtimâl ile sadece "olabilir" diyoruz...
Hadisin beyanına göre 124 bin veya 224 bin Peygamber gelmiş. Biz bunların nerede zuhur ettiğini bilemiyoruz; ancak 4 tanesinin yerini bilebiliyoruz. Muhbir-i Sadık Hz. Muhammed (sav) her yerde bunların zuhur edebileceğini söylüyor. O'nun bu irşadına binaen size, dünyanın çeşitli yerlerinde, adını sayısını bilemediğimiz bu peygamberlerin zuhur ettiğine dair bir kısım emareler arz edeceğim:
Bunlardan birisini bugün Riyad Üniversitesinde matematik profesörü, Kerkük Türklerinden Adil Bey'den nakledeceğim. Hoca diyor ki: "Amerikada doktoramı yaptığım sırada, yer yer Amerika yerlileri ve zencilerle görüştüğüm oluyordu. Bu kabileler arasında bazen öyle dînî prensiblerle karşı karşıya kaldım ki, bu prensibler aynen bizdeki ulûhiyet akidesine uyuyordu. Meselâ: “Allah’ın eşi ortağı yoktur. Çünkü iki ilâh olsa idare karışır..." diyorlardı ki, bu, hemen hemen "Eğer yerde, gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de, yer de gök de) bozulup gitmişti." (Enbiya-22) ayetinin mânâsını ifâde ediyordu. Eğer bu hakikatı zencilere bir peygamber fısıldamasaydı, bunu kendi kendilerine bilmeleri mümkün değildi. Yine bu zenciler "Allah doğmaz, doğurmaz. " diyorlardı ki; bu da ancak aydınlanmış bir zihnin ifâdesi olabilirdi. Çünkü doğmak, doğurmak beşere ait bir hassadır ve ihtiyaçtan ileri gelir. Allah böyle şeylerden müstağnidir. Eğer bir peygamber onların kulaklarına bu meseleyi üflemeseydi bunu nereden bileceklerdi? Binâenâleyh, hâlâ ateş dansları, yaşlıların kesilip yenmesi ve daha değişik telâkkileriyle bu ibtidâi cemaatlerde, böylesine derin, köklü ve ancak mütekâmil milletlerde rastlayabileceğimiz bir uldhiyet akidesinin bulunması mümkün değildir. Olsa olsa bu onlara, dıştan bir Nebi diliyle üflenmiş, telkin edilmiş bir hakikat olabilir.
Asrımızın fikir adamlarından profesör Mustafa Mahmud, -Trablusgarblı olsa gerek- ateizmden dönmüş bu insan, daha evvel, günümüzün modası olarak materyalizmin hayranı iken, Kur'ân-ı Kerim'i tetkik edip, İslâmiyet'i inceledikten sonra, 180 derece bir dönüşle, küfürden uzaklaşmış ve füze hızı ile mescide ulaşmış birisi... Dr. Mustafa bir seyahatinden bahsederken, diyor ki: Afrika'da, Niyam-Niyam ve Mav-Mav kabileleriyle karşılaştım. Neye inandıklarını sordum. Dediler ki; "Biz öyle bir Mabud'a inanıyoruz ki, gökte durur, yerdekileri idâre eder." Allah gerçi gökte durmaz ama, öteden beri "O Rahman, Arş'a istiva etmiş (oturmuş)tir. (Tâhâ-5) âyet-i kerimesiyle ifâde edildiği gibi, ilâhi emir ve hükümler gökten gelir. Onun için nazarlar ve eller göklere doğru kaldırılır..-Ve gördüm ki, İhlâs suresinin manasını söylüyorlar: "Allah, herşey kendisine dayanan ve kendisi hiç bir şeye dayanmayan bir varlıktır. O bir ana ve babadan doğmamıştır. O'nun eşi benzeri yoktur..." Başka bir kabileye gittim. Hâlâ, yaşlı ve hastaları kesip-yiyor olmalarına rağmen, bu vâhşiler, Allah'a tıpkı bizler gibi inanıyorlardı. Kur'ân'ın anlattığına yakın bir tevhid anlayışları vardı. Şayet bu hususlar onların kulaklarına bir Nebi tarafından fısıldanmış olmasaydı, bunları bilmeleri düşünülemezdi. Evet bu gerçekleri onlara Nebiler fısıldadı. Sonra da âbâ emced, bu asra kadar gelip ulaşdı...
Evet, ister Kur'ân-ı Kerim, ister realite, isterse tarih? gerçekler bizlere sayısını tam bilmesek bile, dünyanın hemen her yanına pek çok peygamberin gelmiş olduğunu göstermektedir.
Bu arada kadından peygamberler gelip-gelmeyeceğini arzetmekte de yarar var. Ehl-i sünnet vel-cemaatten, ulemâ, fukahâ ve cumhur-u muhaddisin derler ki, kadından peygamber gelmemiştir. Şazz olarak rivayet edilen, Hz. Meryem ve Hz. Asiye'nin peygamberliği meselesi ise, kuvvetli değildir. Neticede de şu hükme varırlar. Kadınlardan peygamber geldiğine dâir kat'î bir hüküm yoktur. Esâs itibariyle kadından bir peygamberin gelip-gelmeyişi de bir eksiklik değildir. Cenâb ı Hak bütün eşyayı yaratırken zâid (+) nâkıs (-) esası üzerine yaratıyor. Müsâvi şeyler arasında birbirini itme vardır. Madde parça ve parçacıkları dahi eğer sırlı bir izolasyona tâbi tutulmasalardı, aynı yükleri taşıyanlar birbirlerini iterlerdi ve çekirdek de dağılıverirdi. Esâsen patlama işi de, bundan ileri gelmektedir. Bunlar öyle bir hesapla yapılmıştır ki, kimi zâid, kimi nâkıs bu zıtlar, en küçük âlem olan atomlardan tutun da, ta nebulozlara kadar hepsinde aynı kanun cereyan etmektedir. Atomların teşkil ettiği insan ise, mikro âlem ile makro âlem arasında muvâzene kuracak yapıdadır ve normo âlemin efendisidir.Ve insanda da, aynı kanunlar hükümfermâdır. Yani insanda da, aıtı ve eksi olacak ki, birbirini celbetsin. Birinin şefkâti, zaafı; öbürünün gücü, kuvveti bunları bir araya getirsin ve böylece atomdaki, nebulozlardaki vahdet gibi bunların aralarında bir âile vahdeti teşekkül etsin.
Kadını, sun'î olarak erkek seviyesine getirmek ve erkekleştirmek, artık günümüzde, herkesin gülüp geçtiği ve zaman zaman da içini çekip üzüldüğü mevzulardan biri olmuştur. Günümüzde kadın kadınlıkdan çıkarılıp bütün bütün erkekleştirilince, bu sefer kadın erkeğe karşı diş göstermeye başlamış, âilede reis kalmayınca da, âilenin huzuru kaçmış, derken çocuklar ana okullarına, kreşlere bırakılmış, anne-baba da kendilerine yeni muhitler aramaya başlamışlardır.
Allah'ın kadın mevzuundaki bu umumî kanunu, bir kadının peygamber olup, olmama meselesinde de üzerinde durulmaya değer önemli bir husustur.
Ayrıca kadın çocuk doğuruyor. Bu çocuğu erkek dahi doğursaydı her halde erkekten peygamber gelmemesi lâzımdı. Çünkü, nübüvvet vazifesini ayda 15 gün hayızdan dolayı yapamayacak, imâmete geçemeyecek, orucunu tutamayacaktı. Tabii bir de lohusalık durumu var... ve hele hâmile olunca, işleri yürütmesi bütün bütün zorlaşacaktı. Zira çocuğu karnında veya kucağında taşırken, sevk'ül-ceyş yapacak; insanları idare edecek; strateji tesbitinde bulunacak ve fizikî durumunun gereği, bütün boşluklara rağmen, en önde bulunması gerekli olan bir insan kadar çelik-çavak hareket edecek... Bütün bunlar, kadının peygamberliğini imkânsız kılan şeylerdir. Evet, bunların kadınlar tarafından, kadınlara has arızalarla birlikte yürütülmesinin imkânı yoktur. Efendiler efendisi de, (sav) bu hususa dikkati çekmiş ve onları: "Yani dine aid meseleleri tam yerine getirmeyen ve bazı şeyleri idrak edemeyenler" diye anlatmıştır. Evet, dediğimiz gibi, neredeyse, ayın yarısı arızalı... Keza, çocuk yüzünden ibâdetleri kusurlu, ve noksan sonra da peygamberlik..! Halbuki Peygamber, Muktedâbih, rehber ve kusursuz bir önderdir. Çünkü herkes onun vaziyetine bakıp durumunu ayarlayacaktır. Herkes kadınlığa aid keyfiyetleri de, Peygamberin saadet hanesindeki kadınlardan öğrenecektir.
.
Allah'ın bizim ibadetimize ihtiyacı olmadığına göre, biz ibadetlerimizi neden kendi keyif ve isteğimize göre yapmıyoruz?
Allah'ın bizim ibadetimize ihtiyacı olmadığına göre, biz ibadetlerimizi neden kendi keyif ve isteğimize göre yapmıyoruz?
İbadet duygusu insanda Cenab-ı Hakk'ı bilmeye terettüp eden bir keyfiyettir. Yani insan, bir tarafta bu muhteşem kâinatı yaratan Zat'a delâlet edecek tablolar, levhâlar.. meselâ nizam ve intizâm levhâları görür. Sonra bu fevkalâde nizamı kuran, nizam sahibi nâzıma intikâl eder. İşte böyle, dikkat ve ibretle kâinata bakabilen hiçbir şeyi gayesiz, nizamsız göremez ve dolayısıyla kendisinin de bu nizama göre hareket etmesi lâzım geldiğini anlar.
Kezâ; varlığa güzellik ve estetik yönünden baksa, onu öylesine güzel, o kadar harika bulur ki, âdeta daha güzelini tasavvur etmek imkânsızdır. İnsanın çehresinden zeminin yüzüne, ondan semanın yıldızlarla yaldızlanmış simasına kadar öyle büyüleyici bir güzellik, öyle başdöndürücü bir edâ ve insanı çıldırtan öyle tatlı bir şive vardır ki, bu çizgiler, bu renk ve bu âhengi görüpte, bu muhteşem ve sihirli meşheri sergileyen Zat'ı görüp bilmemek mümkün değildir...
İster âfâkî, ister enfüsî tetkik ve tefekkür, insana, içini okşayan öyle şirin ilhamlar kazandırır, öyle coşturur ve öyle tablodan tabloya koşdurur ki, sevinç ve heyecandan bir çocuk gibi çığlık atıp zıplamak gelir insanın içinden... En güzel iş ve icraat üzerinde en güzel isimlerin ışıkdan kelebekler gibi konup kalkdığını gördükçe, bizleri bütün insanî duygularımızla alıp içinde eriten bu güzelliklerin kaynağı, güzel sıfatları takdirlerle alkışlar; hayret, hayranlık ve edeple onların Sahib-i Zîşanı karşısında kendimizden geçeriz.
Bir başka zaviyeden kâinatta herşey, âdeta bir başka yerde hazırlanmış ve insanın istifadesine arz edilmiş gibidir. Kimisi konserve, kimisi meyve şeklinde takdim edilen bu nimetlerle, yeryüzü âdetâ geniş bir nimet sofrası; bağlar, bahçeler de birer tablacı haline gelirler. İnsan önüne konan bu nimet sofrasındaki nimetlere elini uzattıkça, gerçek nimet sahibini duyuyor, hissediyor gibi olur. Ve kendini bir başka zevk, haz, hayret ve hayranlık buudunda bulur. Evet, şuurlu farzedildiği takdirde bir yavru, ağzını, rahmet muslukları olan annesinin memelerine yapıştırdığı zaman, kendisi için hazırlanmış çok nâfi bir gıdanın, bir başka âlemden onun imdadına koştuğunu duyar ve hadiselerin ötesinde fevkalâde nimet veren, fevkalâde ikramda bulunan birisini hisseder. O'nu düşünür, O'nun nimetleri karşısında, iki büklüm olur.
Evet, her nimet her ihsân bir tarafdan o nimet ve ihsan sahibine delalet eder, diğer taraftan da bizleri, O'nun karşısında saygılı olmaya zorlar. Nerede bir nimet , bir güzellik, bir nizam ve intizam tablosu varsa, orada, o ni'met, o güzellik, o in'am, o ihsan tablolarına karşı takdir, hayranlık ve kulluk tablosu da olmalıdır. Yani Allah (C.C)'ın kendisine bildirmesine karşı hemen ubudiyyetle mukabele edilmelidir. Bu noktadan hareket ederek, Mu'tezile ve bir ölçüde Mâturîdiler -ki, itikatda bizim de bağlı bulunduğumuz mezheptir-, derler ki: Hiç bir Nebi gelmese ve hiçbir mürşid insanları irşad etmeseydi, kâinatın yüzüne serpiştirilen hakikatlara bakarak, insan Allah'ı bilme ve ona göre tavır alma mecburiyetindeydi. Mâturîdilerin noktayı nazarına bir hayli misâl bulmak mümkündür. Meselâ Efendimizin (sav) çevresindeki bazı kimseler, putlarla dolu olan Kâbe'nin hariminde neş'et etmiş, kendilerine Allah'a giden yolu gösteren kimseyi görmemişlerdi. Başta Efendimiz olmak üzere, tevhid adına kendilerine bir şey telkin edilmemişti. Fakat Bedevüıin dediği gibi: "Bir yerde bir hayvan tersi oradan hayvan geçtiğini, bir yerde izler ise orada birisinin yürümüş olduğunu gösterir. Bakın şu burç burç olan semâ ve onun âhengine ve vâdi vâdi yeryüzüne, bütün bunlar, herşeyi bilen ve her şeyden haberdâr olan Allah'a delalet etmez mi?" Bedevi söylüyor bunu. Çölden, kumdan başka bir şey bilmeyen birisi böyle düşünürse, diğerlerini hesap etmek lazım... Efendimiz insanlığı kurtarıp yükseltecek çok geniş bir idrakle gelmişti. Tabir caizse insan üstü bir insandı. O, ısmarlama anlayış ve idrakiyle kâinatın gerçek ma'nasını kavramış ve kendisine henüz peygamberlik gelmeden kâinat kitabında Hakk'ı sezmiş; aramaya başlamış ve Gâr-ı Hira'ya çekilerek; kendini ibadete vermişti... Ayşe vâlidemiz Buhari'nin başındaki bir Hadis-i Şerifte, Hatice validemizden naklen kendisini ibadete verdiğini ve ancak azığını tedarik etmek maksadıyla ara-sıra evine döndüğünü söylüyor ki, bunlar, idrakla, insanın bazı şeyleri keşfedeceğini ve keşfettikten sonra da Cenab-ı Hakk'a belli ölçüde kulluk yapılabileceğini ifade etmektedir. Bu mevzuda, Zeyd bin Amr'ın vefatı esnasındaki düşünce ve sözleri de üzerinde durulmaya değer mahiyettedir. Zeyd, Hz. Ömer'in amcası oluyordu. Vefatı sırasında, bütün aile efradını etrafına topladı ve gelecek peygamberle alâkalı bildiği şeyleri onlara anlattı. Bu zat, Efendimiz'in (sav) peygamberliğine yetişememişti. Yani atını sürmüş, sahile yanaşmış, fakat İslâm vapuruna yetişememişti... Ama, bütün ruhuyla Efendimiz'in (sav)atmosferini, O'nun gerçek mânâ ve mahiyetini, hakikât-ı Ahmediye'yi sezmiş, iliklerine kadar doymuş; ancak, duyduğu hissettiği bu şeylere ad koyamamıştı. Diyor ki: "Allah'ın ufukda bir nuru var. Zuhur edeceğine inanıyorum. O'nun âsârını başımızın üzerinde görüyor gibi oluyorum. " Sonra, Cenab-ı Hakk'a teveccüh ediyor: "Ey Yüce Yaratıcı, ben seni tam bilemedim; bilseydim yüzümü yere koyacak bir daha da kaldırmayacaktım" mealinde hislerini ifade ediyor. Görüldüğü gibi, tertemiz, dupduru bir vicdan, şayet putperestlikle telvis edilmemiş ve şartlanmamışsa; kâinata, nizama, âhenge baktığı zaman, bu umumi armoni içinde o da kendine çeki-düzen verip ubûdiyet tavrı takınacak ve Allah'a kulluk yapacaktır.
Demek Allah'ı bilme ve tanımanın yanında, hemen AIlah'a kulluk başlıyor... Evet, mâdem bu binbir nimetle bizi perverde eden Allah var. Öyle ise kulluk da var. İşte Allah (C.C), insan vicdanında mekni olan bu kulluk düşüncesini formüle ediyor. Yani "Yüzümü yere koyacağım, kıyamete kadar başımı kaldırmayacağım.. azametin karşısında iki büklüm duracağım.. " ve Recaizade Ekrem'in "Nerede Allah'ım dizlerin, başımı koyayım.. " Bir başkasının: "Nerede o mübarek elin ki başımın üstünde olduğunu hissediyorum." Bunlar ve bunlar gibi ilâhî aşk, ilâhi heyecanla, insanın ne diyeceğini bilemediği esnada, vahy-i semavî gerçek kulluk düşüncesi, kulluk şekli ve kulluk anlayışıyla gelip, bizlerde düşünce sürçmelerine meydan vermeyecek aşk ve heyecanımızı Yaratıcının emirlerine göre imâle edecektir. Yani, Allah O'na: "Ben Allah'ım, sen de benim kulumsun. Nimetlerimle beni tanıdın. Ben de sana kulluğun adabını öğreteceğim. Benim huzuruma şöyle girilir. Evvelâ abdest alınır, ondan sonra içeriye girildiği zaman da nefsi boğazlama mânasına "Büyük sensin Allah’ım, senden gayri her şey küçüktür" denir.. kulluk şuuru içinde elpençe-divan durulur ve sonra, benim huzurumda derinleşilebildiği kadar derinleşilir. Miracının gölgesinde, dereceye göre, ruhen Nebiler Sultanının yükseldiği yerlere yükselme arzusu uyanır, yükseldikçe şükran hissiyle rükua gidilir, rükûda eğildikçe yeni bir buuda ulaşılır, derken, secdeye varılır; oradaki mahviyet ve tevazuu ölçüsünde ayrı bir derinliğe erilir. Kalkılır, bir soluk alınır, sonra yeni bir arayışla tekrar ikinci secdeye gidilir ve daha sonra "Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde ânıdır. Secde ettiğiniz zaman Allah'a çok dua ediniz" buyruğu vicdanlarda duyulur."Ve tekallubeke fissâcidîn" (şuara-219) "Secde edenler arasında dolaşmanı da görüyor" sırrıyle, secde edenler arasında kıvrım kıvrım eğilip bükülmeler ve hakiki namaz içinde, kabiliyetlere göre, namazın aslı sayılan miraca muvaffak olunur.
İşte, ibadet,"Allah'a iman ve Zât-ı Ulûhiyet hakkındaki marifet ve buğu buğu bu marifetten yükselen muhabbet ve hayretle yapılması gerekli olan şeylerin, Cenab-ı Hakk'ın iş'ar ve irşadıyla yine O'nun emirlerine göre kanalize ve formüle edilmesi " demektir.
Bunlarla meselenin bir yönünü arzetmiş oluyorum. Yani, Rabbimizi bilip tanıma karşısında şaşkınca ve uygunsuz işler yapmamak için, O'nun âyât-ı beyyinâtının rehberliği ve Efendimizin neşrettiği ışıklar altında, matluba uygun kulluk yapıyor ve yaratıcının hoşnutluğunu araştırıyoruz.
İkinci meseleye gelince, insan; ticarî, ilmî, fennî, ziraî, ve sınaî işlerinde daima bir rehbere ve ondan bazı şeyler öğrenmeye muhtaçtır. Meselâ; diyelim ki, her birerlerinizin bir işi var. Kiminizin bir fabrikası var ve mensucatçılık yapıyor; kiminiz plâstikle meşgul oluyor, kiminiz de tuhafiyecilikle... Birisi, bizim menfaat ve faydamızı, yaptığımız şeylerde aldanmamamızı, ticari prensipleri iyi bilerek, iyi iş yapmamızı temin için bizleri, alıp önüne oturtuyor ve diyor ki: "Siz bu işi mutlaka yapacaksınız. Çünkü, bunu yapmanız hem bir zaruret hem de bir ihtiyaçtır. Ancak, bu işi en iyi şekilde, en semereli biçimde yapmanız için, insan unsurunu, güç unsurunu çok iyi kullanmanız şu tasarruf tedbirlerini almanız ve daha... şunu şunu yapmanız lazımdır..
Şimdi, bizde zerre kadar insaf varsa, onun yaptığı bu ikaz ve irşad karşılığında hiçbir talepde bulunmayan bu ihlaslı, bu hayırhah insanı dinler, onun fizibilite raporlarına önem verir ve tekliflerine göre bir düzenlemeye gideriz. Aynen bunun gibi; Rabbinize karşı olan ibadet-ü taatı, kendi arzumuza ve şaşkınlık içinde yapacağımız herhangi bir keyfiyete göre değil de, belki herbirisiyle bizleri ayrı bir sema yolculuğuna hazırlayan, herbirisinde ayrı bir mirac ruhu bulunan O'nun formüle ettiği ibadet kalıpları içinde yerine getirdiğimiz zaman, yaptığımız şeyler "yedi-veren" başaklar gibi bereketlenecektir. Bilemiyoruz; belki de,"Allahu ekber" dediğimiz zaman rahmet âlemlerinin düğmesine dokunmuş oluyor ve ruhumuz bunlarla ilhamlara açılıyordur. Belki, Fâtiha-i Şerif'i okuduğumuz zaman sırlı bir anahtarla, şifreli bir kilidi açıyoruzdur. Ve daha namazın diğer rükünleriyle; hatta diğer ibadet şekilleriyle kimbilir ne sırlı kapıları açmaya muvaffak oluyoruzdur. Evet, secdeye vardığımızda bütün yolların dümdüz olup, bütün kapıların açıldığını söyleyebiliriz. Dualarımızın ona yükselip, soluklarımızın nezd-i uluhiyyette duyulduğunu ve melaike-i kiram'ın etrafımızı aldığını ifade edebiliriz. Bütün bunların olmadığını kim iddia edebelir ki... Kaldı ki Muhbir-i Sadık'ın bunları destekleyen nurlu beyanları da var... Öyleyse en makul ibâdet keyfiyeti, Rabbimizin bize tarif buyurduğu keyfiyettir. Zira, şu insan makinesini yapan Allah (C.C), bu makinanın en semereli şekilde çalışmasını, dünya ve ukbâ adına en verimli olmasını da yine kendisi bilir. Makina ve fabrikayı yapan zat, onun bir tarafına şayet bir katalog sıkıştırmışsa, onu, ona göre idare etmek en akıllıca idare şeklidir. İşte bu itibarladır ki, şu-bu şekilde değil; Efendimiz (sav)'in tâlim dairesi içinde ve Allah'ın emirlerine uygun şekilde kulluk yapmak en akıllıca kulluk şeklidir. Bunu Allah, Ümmet-i Muhammed'e ihsan etmiş.. Ümmet-i Muhammed içinde de bihakkın, kulluk şuurunda olanlara ve bilhassa, değişik devirlerde, dini ihya hareketleri içinde vazife alanlara lutfetmiş ve gözlerini hakikata açmıştır. Buna, sadece"hâzâmin fadli rabbî "veya "min fadli rabbenâ "deriz. Evet bu, Rabbimizin bize sırf bir ihsanıdır. Rabbim lütfuyla, bunu bizlere verdiği, bağışladığı gibi, yine lütfuyla devam ve temâdîsini temin buyursun. Bizi-Efendimiz'in (sav) duasıyla arzedeyim göz açıp kapayıncaya kadar, hatta daha az bir süre içinde nefsimizle başbaşa bırakmasın!..
.
Şeytan Cehenneme gideceğini bildiği halde niçin küfürde ısrar ediyor?
Şeytan Cehenneme gideceğini bildiği halde niçin küfürde ısrar ediyor?
Şeytan, kelime ma'nası itibariyle, Hakk'ın dergâhından kovulmuş, rahmetten uzaklaştırılmış; elindeki bütün kozları aleyhine çevirmiş, kazanç kuşağında kaybeden demektir. O, bulunduğu bu durum itibariyle hakkı duyup anlayamayacak mesâfelere kayıp gitmiş bir fâsid daire kurbanıdır. Bir hususa dikkatinizi rica edeceğim. Fâsid daire (kısır döngü) sözcüğünü hekimlikteki mânâsından biraz farklı kullanıyorum. Hekimlikte fâsid daire, meselâ; sinir gazı tevlit etti, gaz siniri, sinir gazı, gaz siniri... Fâsid bir halka teşekkül eder ve sürer gider. Şeytan evvelâ gurur ve kibirle vurulmuştur. Meselâ: "Ben ondan daha hayırlıyım" demiş ve ilk şeytânî düşünce, ilk diyalektik olarak fâsid dairenin ilk turunu yapmış, öldürücü girdaba ilk adımını atmış bütün istiğfâr menfezlerini mazeret çamuruyla sıvamış ve "ben ondan daha hayırlıyım"demiştir. Bunda evvela, bir iç beğenme sonra da dışa taşmış bir kibir vardır. Ve bu hareketle fâsid dairenin ilk halkası meydana gelmiş olur.
Şeytan günah işlediği zaman, Hz. Adem de hata etmiş ve o memnu meyveye elini uzatmıştı. Fakat Hz. Adem meseleyi anlayınca, hemen dize gelmiş: "Rabbim nefsimize zulmettik. Eğer mağfiret etmezsen, bütün bütün kaybedenlerden olacağız." (Araf- 23) demiştir. Af araya girince Adem hakkında fâsit daire teşekkül etmemiş ve Adem Nebi kurtulmuştu. Şeytansa, Şeytânî mazeretlerle nefsini müdafaa etti. Hakkında yapılan ikâzât karşısında kusurunu itirafdan kaçındı ve "Ben ondan hayırlıyım" diyerek helak oldu. Daha sonra da insanoğlunun baş düşmanı kesildi. Bakın, nasıl görülüyor. "Senin uluhiyetine yemin ediyorum ki. onların hepsini baştan çıkaracağım" (Sâd-82) Başka bir Ayet-i Kerime'de: "Sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından geleceğim ve onların çoğunu, şükürsüz bulacaksın. Nep nankör yaşayacaklar. Senin nimetlerini yiyecek, başkalarına kulluk yapacaklar. Ni'metlerin içinde yüzecek seni bilmeyecekler..." (Araf-17) diyor. Kur'ân-ı Kerim daha pek çok yerlerde şeytanın bu mevzuudaki mübarezesini, insan oğluna karşı düşmanlığını ve Rabbine karşı da isyanını anlatır. Şimdi onun bu isyanı, Allah tarafından kovulmayı netice verdi. O, "ben ondan hayırlıyım" deyince, Cenab-ı Hak da ona karşı: "İnin aşağıya hepiniz" hizlanına uğrattı. Bir taraftan kabahatinden büyük mazeretleri, diğer taraftan da yeminli, kasemli insanoğluna düşmanlığı, onu, Rabbin yapıcı, yumuşatıcı, yükseltici Rahmet atmosferinden bütün bütün uzaklaştırdı. Daha sonra tamamen şeytânî mantığa teslim oldu ve "İzzetine and olsun onların hepsini baştan çıkaracağım" diye homurdandı ve yol olarak aldatıcılığı seçti. Aldattıkça uzaklaştı; uzaklaştıkça hıncı arttı; derken fesatla, nankörlükle bütünleşmiş ikinci bir fıtrat kazandı. Her uzaklaştıkça iyice azıtıyor, kovuldukça kinini, nefretini, gayzını, kibrini ve ucbünü ifâde edip duruyordu. Allah'a karşı cedele kalkışıyor, diyalektik yapıyor ve böylece Allah'ın rahmetinden uzaklaşması onu isyana, isyan da uzaklaşmaya sevkediyordu. Ve Şeytan, kendi fâsit dairesinin kurbanı olarak "hatm"e maruz kaldı; yani kalbi mühürlendi. Bunun mânâsı şu demekti; içinde fenâlık düşüncesinden başka bir şey kalmadı ve iyiliğe ait bütün fakülteler, bütün ışık kaynakları da sönüp gitti.
Bunu anlayabilmemiz için bir misâl arzedeyim: İnsan çok mükerrem bir varlıktır; kendisine bahşedilen dinamikleri değerlendirdiği takdirde melekleşebilir. Şimdi, gayet şefkatli, namazında, niyazında, orucunda, haccında, zekâtında ve insanlarla münasebetlerinde fevkalâde mükemmel bir insan düşünün. Ama, bu mükemmel insanın bir yerde ırzına dokunulmuş, namusuyla uğraşılmış, hassasiyeti rencide edilmiş ve bir insan olarak aslâ kâle alınmamış; derken sinir sistemi üzerine kocaman dağlar gibi yükler yüklenmiş hatta bir aralık, öyle bir hale gelmiş ki, adam dayanamamış patlayıvermiş. O esnada onun kafasında artık, ne hilim, ne silim, ne af, ne de müsamaha kalır. Atmosferi bütünüyle kin ve nefret şahaplarıyla dolmuş bu adamı, o anda formüle etseniz cehennemden fışkıran kıvılcımlar gibi sadece kin ve öfke görürsünüz. O dakikada ona nasihat etseniz dahi, hiçbir şey anlatamazsınız...
Herkes kendi şahsi hayatında buna benzer şeyler görmüş ve yaşamıştır. İşte Şeytan, hayatının her saniyesinde, her âşiresinde, her sâlisesinde, böyle kinlerin nefretlerin, gayızların, içinde kol gezip durduğu bir varlıktır. Bütün hayatı boyunca ve yaşadığı sürece kötülükten başka bir şey düşünmemektedir. O kadar gerilim içindedir ki, tabii faideli bir gerilim değil, şeytânî bir gerilim... Bu haliyle o sadece şeytanlık düşünmektedir. İçi tamamen fenalıklarla dolu olduğundan dolayı da hiçbir iyilik düşünmeye fırsat bulamamaktadır. Bu itibarladır ki o, bir yönüyle Allah'ı biliyor gibi olsa da, öfkeli mü'minin Allah'ı bildiği halde öfkelenmesi esnasında hilmi silmi unuttuğu gibi, o da, Allah'ı biliyor olduğu halde, Allah'ı hatırlayamıyor ve imân edemiyor. Çünkü içindeki şeyler buna mânidir. Böyle fâsit dairelerin kurbanı Şeytan gibi aynı şeylere kurban olmuş pek çok insan da vardır. Onlar da böyle fena duygu ve tutkuların kurbanı olmuş ego ve nefis putuna taabbüd etmektedirler. Bu mevzuda, kimsenin te'minat altında olduğu da söylenemez. Hatta bizlerin de mü'minler olarak tek teminatımız Allah'a (C.C) güven ve itimadımızdır. O'na tevekkül ediyor ve O'na dayanıyoruz. Rabbim şeytanî yollarda sülûk etmekden bizi muhafaza buyursun.
.
Kıyamet alâmeti olarak anlatılan Dabbetül-Arz’ın AIDS hastalığı ile alakası var mıdır, izah eder misiniz?
Kıyamet alâmeti olarak anlatılan Dabbetül-Arz’ın AIDS hastalığı ile alakası var mıdır, izah eder misiniz?
AIDS (Acquired Immun Deficiency Syndrome: Kazanılmış Immun Yetmezlik Sendromu) Virüslerin sebep olduğu bir enfeksiyon olup hızla yayıldığı ve öldürücü olduğu için "asrın hastalığı" olarak isimlendirilmektedir. Yakalanan kisi sayısr 10 ayda iki katına çıkmakla birlikte AIDS'i ilk tarif eden ilim adamlarından olan Dr. M. Gottlieb'in tabiri ile "tedavi kelimesi henüz lügatte yoktur. "
AİDS ilk olarak 1981 yılında farkedildi ve gösterilen alâka sonraki yıllarda giderek büyüdü. Tıp camiası ne olduğunu, nasıl bulaştığını, nasıl seyrettiğini, tedavisini ortaya koymak için seferber olurken, halk arasında da büyük bir panik meydana geldi.
1980'li yıllara kadar böyle bir hastalık bilinmezken AIDS'in aniden ortaya çıkışı hakkında bazı ilim adamları, gelişmiş ülkelerde virüslerle yapılan araştırmalarda, bazı virüslerin yapısının değiştirildiği ve bu virüslerin iyi muhafaza edilemeyerek insanları enfekte etmesi ile AIDS'in yaygınlık kazandığı iddiasında bulunmaktadırlar.
Başlıca bulaşma yolu eşcinsel ilişkidir ve kurbanların yaklaşık %72'si eşcinsel erkeklerdir. Kan ve kan ürünlerinin verilmesi ile bulaşabileceği gibi virüsü taşıyan hamile anneden çocuğuna geçebilir. Hastaların yaklaşık %17'si uyuşturucu müptelalarıdır.
Virüslerle her enfekte oranda AIDS gelişmez. Bu kişilerde ya belirti yoktur veya hafif şikayetler vardır, fakat virüsü taşırlar ve yukarıda bahsedilen yollarla başkalarına AIDS'i bulaştırabilirler,
AIDS amilleri, bağışıklık sisteminin işleyişini bozduğu için bulaşıcı hastalıklara direnci azalır ve Pneumocystis Carinü pnomonisi, Condida albicans, Herpes .Simpiex enfeksiyonları gibi fırsatçı enfeksiyonlar, Kapesi sarkomu baş gösterir ve hasta kısa sürede ölüme gider.
Bu mesele günün meselelerinden ve aktüel mevzulardan biri olması itibariyle, bir seneden beri belki bir kaç defa soruldu; ben de her defasında birşeyler demeye çalıştım. Şimdi bir kere daha sormuş oluyorlar. Ben de bu arzuya hürmeten bir kere daha arzedeceğim.
Dabbetül-arz tabiri hem Kur'ân-ı Kerim'de hem de hadis-i şeriflerde var. Dabbe kelimesi, yerde debelenen, ayakları üzerine yürüyen, canlı demektir. Meselâ, Allah, yeryüzünde debelenip duran, yürüyen, ayakları üzerine emekleyen değişik varlıkları bir çırpıda anlatırken buyuruyor ki: "Allah her canlıyı sudan yarattı: Onlardan kimi karnı üzerinde (sürünerek) yürür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi de dört (ayak) üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır..." (Nur45) Bunlar, şu ana kadar sizin bildikleriniz. Evet mikroorganizmalardan en büyük varlıklara kadar, eskilerin dinazorları, daha sonraların mamutları, filleri ve gergedanları; bütün bu varlıkların hepsi, bu umûmî hükmün altına girer. Ama, bir de sizin bilmediğiniz şeyler vardır ki, Allah murat buyurduğu zaman, ilerde, değişik değişik türleriyle onlar da yaratılacaktır. Mikroorganizma türüyle Aids de onlardan olabilir. Atmosfere, iklime göre değişik,çeşit çeşit varlıklar olabilir. Hatta bunlar canlı varlık olmayıp başka tür varlıklar da olabilir...
Kur'ân-ı Kerim'de, başka bir yerde, dâbbe; Allah'ın rızıklandırdığı dâbbeler sadedinde "Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki rızkı Allah'a aid olmasın." (Hûd-6) "Nice canlı (dâbbe) var ki rızkını taşıyamaz, onları da sizi de Allah besler. "( Ankebut-60 ) Evet, nice dâbbeler vardır ki, sizin de onların da rızkını Allah tekeffül ve taahhüd buyurmuştur. Besleyen, büyüten ve çoğaltan yalnız O'dur.
Mevzumuzla alakalı dâbbe ise, Neml suresinde geçer. "O söz, başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir Dabbe (canlı) çıkarırız; o, onlara insanların, ayetlerimize içtenlikle inanmadıklarını söyler" (Nemf-82) yani, işiniz bitti artık yeryüzünde teşhir vazifesini gördünüz, yeryüzü de, meşher olma vazifesini bitirdi. Bu meşherin açılmasından maksat şu idi: Allah burada, bilinip tanınmasını ve bunun ilan edilmesini istiyordu. Şu anda artık bilinmediğine ve yeryüzünde Allah diyenlerin sayısı hergün biraz daha azaldığına göre, öyleyse, Allah sizin hakkınızda yok olma hükmünü verdi. İşte bu hükmün verilmesi için de biz, yerden konuşan bir dâbbe çıkarıverdik. O dâbbe ister kâliyle, ister mikrofonla, isterse hâl diliyle olsun konuşan bir dâbbedir ve artık bundan böyle, insanların iman etmeyeceklerini ilân edecektir. Yani dâbbenin çıkması, mevcut îmanî durum ve iman kadrosunun duraklaması, bir ölçüde geriye gitmesi zayıflaması, hatta bitmesi ve tükenmesi demektir. Zaten bu ayetin arkasında da hemen haşr-ü neşirle alâkalı ayetler geliyor ki; bundan da, bunun önemli bir kıyamet alâmeti olduğu anlaşılıyor.
Dâbbetül-arz, zuhur edecek 10 kıyamet alâmetinden bir tanesi ve ihtimal ki aynı zamanda sonuncularından birisidir. Öyle bir sonuncu ki, ayetin siyak ve sibakından anlaşıldığına göre, bu hayvanın zuhuruyla aıtık yeryüzünde iman mevcelenmesi, çağlaması duracak ve İslâm'a ait herşey, süratle kuruma ve tükenmeye doğru gidecek. İnanmışları, arkadan başka inananlar takip etmeyecek, inanmış olanlar da bundan böyle inançları adına yakîn hasıl edemiyecekler. Demek ki, fen ve felsefe çok ileriye gidecek; teknik ve teknolojide başdöndürücü muvaffakiyetler olacak; insanlar yaratma (!) sevdasına kapılacaklar.. tüplerde, tüp bebekler yapacaklar ve robot adamlar yapılacak; dünyanın idaresi de onlara bırakılacak... Her yanı, “yarattım” diyen sergerdanlar saracak ve katiyyen Allah hakkında yakîne yanaşmayacaklar. İşte ayetin siyak ve sibakından anlaşılan şeyler. . .
Dabbetü'l-arz Efendimiz (sav)'in mübarek hadislerinde de, Kur'ân-ı Kerim'in anlattığı şekle uygun olarak ele alınmakda ve yapacağı şeylere temas edilmektedir."Dabbe çıkacak, yeryüzünde dolaşacak ve hemen her tarafta görülecek" gibi hususlarıyla...
Dabbet'ü arz'ın Aids ile alâkası olup olmadığına gelince, evvelâ, şunu arzetmek istiyorum. Bir kısım arkadaşlarımız -muhakkak ki hüsnü niyetlidirler- günümüzde zuhur eden bir kısım hadiselerle, âyetler ve hadisler arasında bir mutâbakat aramak suretiyle,Kur'ân ve Efendimiz'in beyanlarının takviyesini düşünmektedirler. Bir yönüyle bu türlü gayretler, gelişen fünun-u müsbete, pozitivizm ve rasyonalizm cereyanları karşısında -doğru veya yanlış- Kur'ân ve Sünnete ait meseleleri, ilmî ve tecrübî neticelerle, tevfîk etmek, desteklemek; bu yolla ilim ve tecrübe insanına birşeyler anlatmak maksadıyla yapılmaktadır. Ve kanaat-i acizânemce, gelecekte tenkid edilebilme durumu mahfuz olmakla beraber, şimdilik bütün bütün zararlı olduğunu söylemek de acelecilik olsa gerek... Vakıa, Kur'ân'ın ve Sünnetin nurlu beyanları, ilimlerin koltuk değneğine ihtiyaç olmadan da, insan vicdanı tarafından sezilecek kadar parlak ve yanıltmaz olduğundan, her zaman hüsnü kabul görecek mahiyettedir. Bundan da öte, beyan edilecek her delil, Kur'ân ve Sünneti, ilimlerle uzlaştırma, anlaştırma, tevfik etme istikametinde gösterilen her gayrete, bizim, kendi zavallı akıllarımızı saran tozu toprağı süpürme maksadıyla müracaat ediliyorsa, buna bir şey demiyeceğim; kimse de dememelidir. Yok, bu deliller, bu sözler, bu beyan ve bu gayretler, Kur'ân ve Sünnet hakikatını omuzlayıp taşımak içinse, bence o omuzlar bu yüce hakikatları taşıyamıyacak kadar cılız ve çelimsizdirler. Binaenaleyh, hal-i hazırdaki durumları itibariyle dahi ümit ve itimad va'detmeyen bu şeylere nasıl bel bağlanabilir? Yarın bir başka ilmî fırtına tarafından sürüklenip bir tarafa itilmiyeceklerine kim teminât verebilir? Ve böyle vâhî emirlere Kur'ân ve Resulullah'ın beyanlarını bina etmek, hatta Kitab ve Sünneti ilme vize ettirmeye kalkmak, müdafaasını üzerimize aldığımız hakikatlara karşı saygısızlık olmaz mı..?
Şimdi de, Aids ile Dâbbetül-arz'ın alâkası üzerinde duralım: Bildiğiniz gibi bu mesele, asrın dışa vurmuş çirkinliklerinden sadece bir tanesi... Düşüncem icabı, bâtılı tasvir etmek istemem. Hele (Aids) gibi, söylerken dahi, utanıp kulaklarımıza kadar kızardığımız bir mevzuda...
Şimdi sâfi zihinleri bulandırmayacak şekilde arzetmeye çalışayım. Evvela, "Aids Dabbet-ül arz cüz'iyatının bir parçasıdır" denmesi doğru olsa da,"(Aids), dabbedir"demek doğru değildir. Zira, onu ayete biricik te'vil yapmak, yıkılıp gittiği zaman, ayetin ruhunu zedeleyecektir. Bugüne kadar çok hastalıklar çıktı ve insanlığı kastı kavurdu, sonra da çekip gitti. "Allah devâsını indirmediği bir hastalık indirmemiştir." Ebu Davud'un Ümmü Seleme validemizden rivayet buyurduğu bu hadisde,"her hastalık karşısında, Allah'ın bir de ilaç indirdiği anlatılmaktadır ve dermanı bulunmayan dert yoktur, sadece: Ölümün dermanı bulunmamaktadır; Efendimizin bir diğer ifadesinde; “bir de ihtiyarlığın dermanı yoktur.” denilmektedir . Herkes behemehal ihtiyarlıyacak ve ölecektir. Evet ihtiyarlık ve ölümün çaresi yoktur, ama bunun dışında her derde derman olabilir. . .
Şimdi bununla onun tevfikini yapmaya çalışalım:
Bir kere. Aids dediğimiz bu hastalık, dünyanın bazı yerlerinde görüldü ama -çok şükür- Türkiye'de çok fazla görüldüğü söylenemez. Bunu da kafalarımızdan atıp da, ruhlarımızdan söküp atamadığımız, İslâm'ın yüksek ahlâk ve disiplinlerine borçluyuz. (Aids) bir zamanların verem ve vebasının, şimdilerin kanserinin ulaştığı noktaya henüz ulaşmamıştır. Dün o hastalıklara, bugün de kansere Dâbbet-ül arz denebilirdi ve denmelidir de. Ama "Dabbet-ül arz" küllî hakikatının bir cüz'ü olarak, geçmişin o dehşetli heyulaları verem ve veba, Allah'ın yarattığı ilaçlara yenildi ve "Dabbet-ül arz" defterinden silindiler. Kanser son tabyelerini kullanıyor; darısı (Aids)in başına.. Veba eskilerin korkulu rüyasıydı. Düşünün ki, tek bir tablo olarak, Amvas'da, Ashab-ı Kiram arasında otuz bine yakın insanı alıp götürmesi ne müthiş hadise..! Bazı ihmâle uğramış ülkeler müstesnâ, günümüzde artık bu türlü hastalıklara rastlanmıyor. Eğer veba, önü alınmadan evvel böyle ayet ve hadislerle, günümüzde yorumlandığı gibi yorumlansaydı, Dâbbetülarz'a veba virüsü demek uygun düşecekti. Zira hem çok yaygın, hem de çok korkunçdu.
Keza, bugün insanların çoğunda kanser var. Bu mevzuda uzmanlar diyorlar ki; bir insanda beliren kanser hücrelerinin, ancak çok zaman sonra önü alınmaz bir tehlike olduğu sezilebilmektedir. Bugün, dünya çapında yapılan istatistiklere göre, kanserli nisbetinin, insanın içinde ürperti hasıl edecek seviyede olduğu söylenmektedir. Ve henüz ciddi bir tedavi sisteminin tatbik edildiği de söylenemez. Söylenemez ama, uğraşıyorlar, Allah'ın izni ve inâyetiyle önleyecek gibi görünüyorlar. Şimdi eğer bir şeye Dâbbetül-arz nazarıyla bakılacaksa, bence kanser de bu mevzuda hatırı sayılan namzetlerden biridir. Hatta, kanser ve (Aids) bugüne göre, nisbetlendirilse, Aids'in" kanserin yüzde birine ulaşmadığı görülür. Evet, mesele kemmiyet planında ele alınacak olursa, bugünkü durumu itibariyle Aids'in çok önünde korkunç hastalıklar var: Dermanı olmadığından dolayı, keyfiyet planında düşünülüyorsa; yarın, buna da derman bulunduğu takdirde acaba, hadise karşı itimadı sarsmış olmayız mı?.. Müsaadenizle bir hadisle alâkalı, küçük bir mütâlaa ile buna ışık tutmağa çalışacağım:
Bir çoğunuz duymuşsunuzdur; bir kısım kimseler, önünü arkasını düşünmeden ve ilim adına bir şeyler yapıyorum diye hadisleri ve âyetleri aceleden te'vil ederek, Efendimiz (sav)'in: "Cüzzamdan aslandan kaçar gibi kaçınız" mealindeki hadisine, sözde ilmî ve Efendimiz'in gaybe aşinâ olduğuna delalet eder bir yorum getirmek için, diyorlar ki: "Biliyor musunuz, neden peygamberimiz, arslandan kaçma teşbihiyle anlattı ? Çünkü, cüzzamın mikrobu, tıpkı aslana benziyor da ondan..." Şimdi bu, o kadar aceleden söylenmiş bir sözdür ki, ilerde bu mikrobun, mikroskobun altında hiç de arslana benzemediği oıtaya çıkınca, dine yararlı mı, zararlı mı olacağı hesab edilmemiştir. Zira, izah hadise dayandırılarak yapıldığından, sanki hadis böyle demiş gibi anlaşılmaktadır. Dolayısıyla izâhın yanlışlığı mikroskop altında ortaya çıkınca -hâşâ- bu hilâf-ı vâki beyan, Efendimiz'den şerefsudur olmuş gibi kabul edilecek ve dolayısıyla hadis darbelenecektir.
Bu itibarladır ki, işin aslını iyi öğrenmeden böyle şeyler söylemek çok yanlış ve zararlı olmaktadır. Değil bunlar gibi vâhî teviller; islâmî meseleler, pozitif usullerle en sağlam yorumlara tabî tutulduğunda dahi, eskilerin ifâdesiyle "fihi nazar" deyip mülâhaza dairesini açık bırakmak, başka ihtimâlleri gözardı etmemek ve ifâdelerin müsaadesi ölçüsünde alternatif yorumlara da yer vermek mecburiyetindeyiz. Kaldı ki bugün, pozitivizmin ayaklan yerden kesilmiştir. Ve ona artık şüphe ve tereddüt içinde bakılmaktadır. Bugün Batı'da ilim adına en yaygın düşünce, her şeyin bir ölçüde yanlışlığını kabul etmek çizgisinden hareketle, ilim adına bu yanlışları bıraka bıraka ilerde yanlışsız ilime ulaşma düşüncesidir. Bu düşünce de, diğer düşünce sistemleri gibi tenkid edilebilir. Ne var ki, pozitivizm ve rasyonalizmin saltanatlarının sarsıldığını ifade bakımından oldukça önemlidir.
Binaenaleyh, bugün en sağlam gibi görülen, tecrübî ilimlerde dahi bu kadar kuşku, bu kadar tereddüt bahis mevzuu olursa; o kadar dahi güç Ye ağırlığı olmayan nazariyelerle, âyâtü beyyinatı ve hadis-i şerifleri bu nazariyelere göre te'vil etmek;`ayete ve sünnete kuvvet kazandırıyoruz" derken, onlara karşı bir cinayet mânâsınadır. Günümüzde bu mevzuda bir kitap enflasyonu var. Evet kısa zamanda çok kitap yazıldı; ama fazla değil, bir kaç sene sonra, bunların hepsini alıp okuyacak nesiller, bunlara gülecek ve bizler gibi yazıp anlatanların talihsizliğine vereceklerdir... Ama meseleyi değişik ihtimaller içinde ve daha geniş perspektifli ele alarak, şu da, şu da olur diyenler, yazıp söyledikleri şeylerin üzerinden 100 sene dahi geçse, yine de taze ve orjinal bulunacaklardır.
Evet, bu anlayışla yazılan eserlerin üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen hâlâ tatlı, hâlâ cedid, hâlâ ceyyit, hâlâ, taze, hâlâ duru, hâlâ tertemiz olarak bulunuyorlar.
Meselâ, önce delil dediğimiz nesnelerin doğruluğunu kabul ediyor; sonra, netice ve müddeayı bunlara dayıyoruz. Oysa yukardan aşağıya doğru tedellî usulüyle gelmek de mümkün. Mesela: Allah var ve bu deliller de O'nu gösteriyor, Resulullah Hatem'ül enbiyadır; şunlar da ona delalet ediyor. Ayağımın altında şu küçük karıncalar, şu mikroskobik organizma size anlatmak istediğim hakikatlara işaret ediyorlar. . . şeklinde olmalı. Bu bakış başka; “delil” diye ele aldığımız bu zayıf, bu cılız şeylere tutuna tutuna, göklerin ve yerin yaratıcısı, O, "Lehd makâlî düssemâvâti vel-ard" olan Zat'ı anlatmak başkadır. İşte, zannımca Aids'de de, böyle bir bakış zaviyesi hatası yapıldı. Bunu imanlı ve insaflı kimseler yaptıkları için; yaptıkları işin sevabını da kazandılar. Ancak, yarınki imansız ve insafsızlar, bu tahlîl ve te'villeri, serrişte ettikleri zaman, bu iman ve Kur'ân kahramanları çok utanacak ve yanlış yorumlarının hacaletiyle iki büklüm olacaklardır.
Bu itibarladır ki, hadisler ve Kur'ân'ın ayetleri bahis mevzuu olduğu yerlerde, her mümin, çok dikkatli konuşmalı, dikkatli düşünmeli ve onlarla âlâkalı hususlarda dikkatli olmalıdır.
Eğer bu mevzuu hüsn-ü niyetle ele alan kardeşlerimiz deselerdi ki; Aids'de Dâbbet-ül-arz nev'inden bir ferd olabilir- İnşaallah maksat ve niyetleri de budur-Ben bunu öper başıma kordum. Evet Aids, Dabbet-ül arz hakikatının bir parçası olabilir ve ona ait bir vazifeyi de görebilir. Hâlâ tahribatını bütün şiddetiyle devam ettiren kanser de o Dabbet-ül arz nevinin bir ferdi olup ona ait bir kısım küçük vazifeleri görebilir. Ancak, bütün bunlar, insanların artık sağlam inanmıyacağına bir dil, bir tercüman olduğu ifade edilen, teknoloji ve ilmin su-i istimalinden meydana geleceği sezilen, kendine has mânasıyla "Dabbet-ül arz" herşeyden başka hatta kendi cüzlerinden de başka, nevi şahsına mahsus, garabetinden zor sezilen bir harikadır ve onun çıkması da islâmî değerlerin sonu demektir. Oysa ki biz hâlâ, Buhari ve Müslim'de zikredilen bir hadis-i şerife dayanarak diyoruz ki: Müslümanlar ergeç birgün mutlaka dünyaya hakim olacaklar. Şimdi eğer Dâbbetül-arz çıkmışsa; bu bizim ümidimize indirilmiş büyük darbedir. Çünkü Dâbbet-ül-arz, diyor ki; bundan sonra yakîn, bundan sonra iman yok; bundan sonra sükut, bundan sonra gerileme var. Oysa ki biz, İslâm'ın, afâk-ı âlemde şehbâl açacağına ve dünya muvazenesinde yeniden ağırlık kazanacağına inanıyoruz. Bugün burada gördüğümüz insanlar gibi, dünyanın dört bir bucağında da müslümanlar, soluk soluğa Hz. Muhammed (sav)'ı arayacak ve O'nunla bir kere daha buluşacaklardır. Dabbetül-arzın canı cehenneme! Biz onu daha sonraları bekliyoruz ve inancımıza göre o,kâfirlerin başına Kıyametin kopacağı ana yakın zuhur edecektir. Aksine bir düşünce ise hem akidemize ters, hem de ümidimize indirilmiş bir darbeden başka birşey değildir.
Hem, Dabbet-ül-arz olmaya namzet, sıra bekleyen, muhakkak ve mutasavver daha bir sürü yaratık var. Meselâ, onlardan bir tanesi şimdi de kurgu bilim yazarlarını meşgul eden ve ilerde insanlığın kaderine hakim olacağından bahsedilen robotlar... Kur'ân işaret ediyor ki: Yeryüzünde şu tür, şu tür canlıların dışında Allah'ın yaratacağı bazı şeyler var ki siz onları bilmiyorsunuz. Yani ne laf dinlerler, ne merhametten anlarlar. Ne ağlamaları, sızlamaları dinler ne de ayaklarına kapanmakla merhametlerini celbedebilirsiniz...
Hatta böyle birşey, şimdiden o kadar endişe salmaktadır ki, bu teknolojiyle meşgul olanlar bile, bir gün bunlar programlanıp, ayarlanıp fezaya salındıktan sonra etrafı yakıp yıkacaklarından; sulh istense dahi sulha yanaşmıyacaklarından; yeryüzünde tam bir fesat unsuru olarak herşeyin altını üstüne getireceklerinden bahsediyorlar ki: Dâbbe hakikatının bir cüz'üne ciddi bir namzet gibi görünmekte...
Ancak bu kadarı dahi, aceleden verilmiş bir karar olacağından, daha dikkatli konuşmak icabedecektir. Öyleyse tekniğin tankından; geleceğin robot adamlarına kadar; bugünün küçük virüslerinden, bilmem daha sonraların hangi azgın ve salgın hastalıklarına ve küçük yaratıklara kadar; ondan da, Ahir zamanda, eşi görülmedik büyük, katliâmlarla hortlayacak ve milyonların ölümünü netice verecek, henüz adı konmamış hastalık amillerine kadar hepsi; önce ruhun, sonra bedenin ölümünün dili olan “Dabbet-ül arz”ın birer temsilcisi olabilir. Bence, meseleye böyle bakmakla, bir ölçüde, Kur'ân'ın ayâtü beyyinatına ve Sünnete karşı saygı korunduğu gibi, diğer yandan da metinlerin lâhûti buudları açık tutulmuş olacaktır.
Şunu kemal-i samimiyetle ifâde edeyim ki, yukarda bahsedilen yorumcu arkadaşların saffet ve samimiyetleri yanında, kendime bir dirhemlik beyân hakkını dahi lâyık görmediğim o muhlis kardeşlerim, çok ihlâslı olmalarına rağmen, ihlâsın sadece bir rükün teşkil ettiği çok yönlü bir mesele de yanlış iş yapıyorlar. İhlas ayrı mesele; Sünnete, Kitaba saygılı olma ve onların ruhuna sadakat içinde bulunma ayrı bir meseledir.
.
Ecnebi memleketlerinde doğanların durumları ötede nasıl olacaktır?
Ecnebi memleketlerinde doğanların durumları ötede nasıl olacaktır?
Bu soru öteden beri sorula gelen mes'elelerden biridir ve zannımca, diyalektik yapılmak istenmektedir. Yani "biz Allah'a ve O'nun Peygamberine inandığımızdan dolayı Cennet'e gireceğiz; ama İslâm dünyasına çok uzak memleketlerde, meselâ, Paris'de, Londra'da, Moskova'da doğan kimseler bizim sahip bulunduğumuz imkânlara sahip olamadıklarından; erdiğimiz nura eremiyecekler ve dolayısiyle bütünüyle Cehennem'e girecekler?"sorusunda iki husus var: Merhamet-i İlahi den daha fazla merhamet gösterme. İslâm'a karşı sinsice bir tenkid...
Evvelâ, soruda belirtildiği ve çoklar tarafından zannedildiği gibi"bize uzak diyarlarda bulunan kimseler, Cehennem'e girecekler"şeklinde umumî bir hüküm yok. Şöyle bir hüküm var: Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in davasını duymuş, davetini işitmiş, O'nun neşrettiği nura şahid olmuş kimseler, inatlarından bu işi kabul etmiyor ve kulaklarını kapıyorlarsa, evet bunlar Cehennem'e gireceklerdir. Burada Allah'ın merhametinden daha fazla merhamet ileri sürerek. başka türlü iddialarda bulunmak ukalâlıkdan başka birşey değildir. Evet, Cehennem'e gireceklerdir. Hem de sadece yabancı ülkelerde olanlar değil. bizim memleketimizde de, Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in davasını işitip O'na, icabet etmeyenler, getirdiği esaslarda O'na başkaldırıp arkasından gitmeyenler; onlar da, cehennem'e girecek ve ebedî hüsrana uğrayanlardan olacaklardır.
Rabb'in sonsuz rahmetinden ümid ediyoruz ki, bizleri O'nun davetine icabet eden, arkasından koşan; herkesin O'nu terkettiği dönemde O'na sahip çıkan kimselerden, eylesin!..
Bu mevzu,öteden beri Kur'ân ve Sünnetin meselelerini, akıl, mantık, muhakeme, saf düşünce ve felsefe yoluyla isbat, teyid ve takviyeye çalışan kelamcılar tarafından da ele alınmış ve enine boyuna tahlîl edilmiş bir mevzudur. Evet, acaba, O'na icabet etmeyenler gibi, icabet etme fırsatını bulamayanlar da ehl-i Cehennem midir?Yoksa bu ikisi arasında bir fark var mıdır?
Günümüzün pek çok önemli meselelerinin yanında, şimdilik bu kâbil sorular üzerinde durulmalı mı, durulmamalı mı? Bu türlü soruların cevabını bulmak, uhrevî hayatımız adına bize ne kazandınr? Pratik hayatımız adına va'dettiği şeyler nelerdir? Dev mezheb imamlarının, bu kadar titizlikle üzerinde durdukları bu mesele o kadar önemli ve hayatî bir mesele miydi ki onu, halletmek için bu kadar mesaî sarfettiler?...
Şimdi, bunlar ve bunlar gibi bir sürü soruyu da beraberinde getiren bu meseleyi önce, akaid imamlarının mütalaa ve görüşlerinin hülasası içinde takdim etmeye çalışalım:
Akîde de, iki önemli Ehl-i Sünnet akımından Eş'arîler derler ki: Cenab-ı Hakk'ın adını duymayan, O'na dair hiç bir tebliğe şahit olmayan kimse, nerede, nasıl yaşarsa yaşasın, ehl-i fetret, dolayısıyle de ehl-i necattır. Sizler, Ümmet-i Muhammed olarak Efendimiz'e ait mesajları alıp, dünyanın karanlık iklimlerine götürmemiş iseniz, Eş'âri'ye göre o karanlıkdaki kimseler ehl-i necatdırlar ve kurtulmuşlardır. Cenab-ı Hak, belli bir ölçüde onları mükâfâtlandıracak ve Cennet'ten istifâde ettirecekdir...
Maturidîlere gelince ki; bir noktada Mutezile'nin düşüncesi de aynıdır. Derler ki; "bir insan, aklıyla Yaratıcısını bulursa, adını ünvanını bilsin bilmesin kurtulur. Ama aklıyla mücerred olsun Yaratıcıyı bulamamışsa o kurtulamaz."Aslında bu iki görüş aynı olmasa bile, birbirinden çok uzak da sayılmaz. Maturidi'ye göre bir insan nerede olursa olsun; dağda, bayırda, çölde şurada veya burada, güneşlerin doğup batmasından ayların tulû ve gurubuna, yıldızların parıldamasından, zeminin nizam-ı intizam içindeki binbir güzelliklerine, dağların mehip duruşlarından, tepelerin ünsiyetli esintilerine; koruların gürül gürül inleyen ikliminden otların-ağaçların ince ince salınmalarına, çiçeklerin cilve çakıp tebessüm etmelerine kadar herşey O'ndan sırlı birer mesaj ve O Sultanlar Sultanını anlatan beliğ birer lisandır. İşte, aklı başında bir insan göz kamaştıran bu tablolar ve yürekleri hoplatan bu ses ve renk cümbüşü karşısında, herşeyin arkasındaki o gizli eli sezecek ve mutlaka bir Yaratıcı'nın olduğuna inanacaktır. O Yaratıcı'nın ad ve ünvanlarını, O'nun kitap ve elçilerini bilmese de böyle birisi ehl-i necattır.
İşte bu itibarladır ki, başka memleketlerde yaşıyan insanlar hakkında hemen ulu orta, "inanmadı,öyle ise Cehennem'e gidecektir" demiyoruz, diyemeyiz de. Zirâ, mezheb imamlarının bu şekildeki nokta-i nazarı en azından sükut etmemizi gerektirmektedir...
İmam Eşarî hazretleri elde ettiği hükmü,"Biz Peygamber göndermedikçe (hiçbir millete) azab edecek değiliz." (İsra-15) gibi ayetlerden istinbat ediyordu. Evet, Allah Kur'ân'da "Peygamber göndermeden azab etmeyeceğiz" diyordu. Öyle ise; Peygamber görmemiş duymamış kimselere azap edilmese gerek.
Maturidî hazretlerine göre akıl,"hüsün-kubûh"mevzuunda da üzerinde durulduğu gibi,önemli bir unsurdur ve bir ölçüde iyiyi kötüden ayırdedecek kapasitededir. İnsan,aklıyla bir kısım şeyleri birbirinden tefrik edebilir. Bu güzel, bu da çirkin diyebilir. Vakıa aklın, herşeyi sezip bilebileceğini iddia da yanlıştır... Onun içindir ki, Allah iyileri emretmiş, kötüleri de yasaklamış ve bu önemli işi her zaman yanılabilirliği müsellem olan akla havale etmemiştir. Vahy ile bunları tanzim etmiş. aydınlatmış; peygamberleriyle vüzuha kavuşturmuş ve bir nokta muzlim bırakmamıştır. Maturidilere göre akıl, zinanın çirkinliğini. sezebilir. Çünkü onda nesebin zay'i olup karışması bahis mevzuu. Kimin malı kimin evlâdına kalacak? Şayet bir kadın iffetini koruyamıyorsa ve çocuklarının nesebi şüpheliyse, evet o zaman kimin malı kime kalacak? Öyleyse zinanın aklen çirkin olduğu söylenebilir. Hırsızlığın da aklen çirkin olduğu sezilebilir. Çünkü, başkasının kan-ter elde ettiği şeyler onun elinden almak çirkindir. Aklen içkinin çirkinliği de sezilebilir. Çünkü insanın aklını izale ediyor. Nesiller üzerinde menfi te'siri sürüp gidiyor ve bir kısım hastalıklara da sebep oluyor... Daha bunlar gibi bir kısım şeylerin bir ölçüde akliliği her zaman söylenebilir...
İyi ve güzel şeyler hakkında da aynı durum bahis mevzuudur. Meselâ; adalet, başkalarına iyilikte bulunma güzel şeylerdir ve bunlar aklen sezilebilir. Kur'ân ve Sünnet ise bu mevzuda emirler vermiş, aydınlatmış ve bizi yanlış anlamadan kurtarmışlardır.
Bunun gibi Allah'a iman da güzel bir şeydir. Çünkü insan o sayede itminana ulaşır. Daha hayatta iken başı cennetlere erer ve ötelere ait güzellikleri burada yaşar. Aynı zamanda, imana ulaştıran yol da,akıl ve muhakeme ile sezilecek mahiyettedir. Nitekim çöldeki bir bedevi bile bunu hissetmiştir. Huzur-u Risaletpanâhi ye gelmiş ve nasıl bir yolla Yüce Yaratıcı'ya ulaştığı sorulunca: "Bir yerde bir deve tersi, oradan bir devenin geçtiğine, ayak izleri de orada yüründüğüne delâlet eder. Şu sema burç burç ahenk içinde, bu yer, vâdi vâdi güzellikleriyle, bir Alîm ve Habîr olan Allah'a delâlet etmez mi?" diyor. Demek ki bir deve çobanı dâhi aklıyla; her şeyi kabzay-ı tasarrufunda tutan, herşeyi ilimle idare eden ve her şeyden haberdar olan bir Zât'ın varlığına intikâl edebiliyor. Öyleyse imanda, aklîliği bütün bütün kulakardı da edemeyiz.
İşte bu noktadan hareketle, Maturidi; "insan,aklıyla Yaratıcıyı sezebilir" demiştir. Nitekim cahiliye döneminde ve fetret devrinde bu mesele, çok kimse tarafından hissedilmiştir. Mesela, bunlardan Varaka bin Nevfel ki, büyük Kadın Hatice-i Kübrâ Validemizin amcazâdesidir. Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam ilk vahiy gelince, Cebrail'i, Arz ve Sema arasında, bütün buudlarıyla kanatlarıyla görmüş, irkilmiş, ürpermiş ve koşa koşa evine gelmiş ve durumu Hatice Validemize hikaye etmişti. O da Peygamberimizi (sav) alıp Varaka'ya götürmüştü. İşte bu zat, daha Efendimiz'e (sav) peygamberlik gelmeden, Yüce Yaratıcı'nın varlığını sezmiş, putların hiçbir şey yaratamıyacağını hissetmiş ve aklıyla Allah'ın var olduğuna inanmıştı... Bunlardan bir diğeri de Zeyd idi. Hz. Ömer. Efendimizin amcası... Yer yer putlara sırtını döner ve şöyle derdi: "Bunlara ibadet edilmez, bunların hepsi bâtıldır, bir Yaratıcı var ama, ben bilemiyorum kimdir?... " Vefat ederken de Hz. Ömer ve oğlu Hz. Said de dahil, aile fertlerini topladı ve şöyle dedi: "Ben Allah in bir dini olduğuna inanıyorum ki, onun gölgesi, emâreleri başınızın üzerindedir. " Efendimiz, Peygamberliğini henüz ilân etmiş veya etmemiş; işte o dönemlerde "Ben o dinin gölgesinin başınızın üzerinde olduğunu hissediyorum. O din zuhur ettiği zaman, vakit fevtetmeden hemen dehalet ediniz"diyor, bir çok şeyi aklı ve ferasetiyle anlamış olduğunu gösteriyordu ki, bu da,"insanların elleriyle yapılan bu şeyler asla ilâh olamazlar" demekti. Dolayısıyle, insan eliyle dikilen bu put ve heykellerin hiçbiri, insanların ihtiyaçlarını karşılayamaz. Zira, aslında onlar insanlara muhtaç. Kendileri muhtaç olunca, başkalarının ihtiyaçlarına nasıl cevap verecekler ki?
Binaenaleyh böyle basit bir düşünce ile dahi, hemen herkes, gökleri ve yeri elinde tutan bir Zat'ı idrak edebilir. Zeyd ve Varaka, yakınlarının vicdanlarında birer çığlık olarak kalakalsınlar, zaman ve mekânın Efendisi ilk talili dostlarını, hakikata erken uyanmış bu halkadan seçip, muhakeme ve aklın dizginlerini vahyin eline vererek sonsuzluğa yelken açıp yürüyecektir...
Şimdi yeniden dönüp soruyu tekrar edelim: İslâm diyarının dışında doğan kimseler hemen Cehennem'e mi gidecekler? Evet, Efendimiz Sallallahu aleyhi ve Sellem'i, Kur'ân'ı duymuş ve Peygamberimizin peygamberliğine şahid olmuş, ama araştırma lüzumunu duymamış ve araştırmamış olanlar Cehennem'e girecekler. Fakat bu kadarcık olsun herhangi bir imkâna sahip olamamış, karanlıkta yetişmiş, karanlıkta kalmış, hep karanlık soluklamış, karanlık içinde yatmış-kalkmış kimselere gelince, ümit ederiz ki, Cenab-ı Hakk'ın merhametinden istifâde ederek muaheze görmesinler. . .
Müsaadenizle bizi alâkadar etmesi bakımından meselenin bir başka buudunu arzetmek istiyorum. İlk müslümanlar, müslümanlığı tam temsil edip, Efendimiz'e (sav) ait mesajları dünyanın dörtbir yanına götürüyor ve ma'şeri vicdanı uyarıyorlardı. Bugün, onların menkibelerinin gölgelerinde dahi, öyle büyük, öyle derin bir ruh haleti sezilmektedir ki, insan onların hakikatlarını düşününce, götürdükleri mesajlara insanlığın lakayt kalamıyacağını hemen anlar. Bu, alabildiğine pervasız, alabildiğine fütursuz,: gözünü budaktan esirgemeyen insanlar, çok kısa zamanda, dünyanın dört bir yanında öyle bir velvele meydana getirdiler ki, âdeta seslerini duymadık hiçbir yer kalmadı. Ve İslâm nuru en karanlık, en muzlim noktaları dahi aydınlattı. Evet, onlar çok hızlı, çok hareketli ve çok üst seviyede İslâm'ı temsil etti ve Kur'ân'ın mesajlarını, Sebt boğazından Aral gölüne, Anadolu kıyılarından Çin seddine kadar ulaştırdılar. Evet Hz. Osman döneminde müslümanlık buralara kadar gelip ulaşmış, Hz. Muaviye döneminde Ukbe İbn-i Nafî'ler vasıtasıyla Herkül burcuna gidip dayanmıştı. Bütün Berberîler, bugünkü Fas, Tunus, Cezayir topyekün Mağrip memleketleri İslâm'ın vesâyâsı altına girmiş ve artık emri ondan alıyordu. Başlangıç itibariyle hesap edilecek olursa henüz 30 sene olmamıştı. Bu 30 sene içinde dünyanın dört bir yanında şem'alar, meş'aleler yaktı ve dünyaları aydınlattılar. Girdikleri yerlerde bihakkın İslâm'ı temsil etti, herkes tarafından sevilip sayıldı ve benimsendiler. Hem öylesine benimsendiler ki, artık Hristiyan ve Yahudiler onları kendi dindaşlarına tercih ediyorlardı. Hz. Ömer Mescid-i Aksa'ya giderken, Ebû Ubeyde Şam'a girerken sevgiyle karşılanıyordu. Hatta bir aralık müslümanların Şam'dan çekilmeleri bahis mevzuu olunca, Hristiyanlar, rahip ve ruhbanlarıyla kiliselere dolup müslüman vesayasının devamı için dui ettiler. Ve müslümanlara; "Gittiğiniz gibi inşaallah yine gelirsiniz. Cizye verir ve himayenizde oluruz" dediler. İlk müslümanların böyle şirin görünmesinden gürül gürül müslümanlığa akın oluyordu. Aslında her birisi birer Ömer, o mübarek topluluğu görenlerin, Müslüman olmaması da düşünülemezdi ya!... Gece, Hak huzurunda ibadet-ü taat ve âh-u enînlerle yürekler yakan, gündüz at üstünde elinde kılıç kahramanlardan, kahraman ve o "ruhbanun filleyli ve fuısanun finnehar " olan yiğitler, öyle gönüllere girmiş, herkes üzerinde öyle bir intiba bırakmışlardı ki, çok yakın bir gelecekte bütün cihan kapılarının onlara açılacağına muhakkak nazarıyla bakılıyordu.
Şimdilerde bizler, birer ada ve adacığa söz geçiremememize, elde ettiğimiz yerlerde dahi asayişi te'min edemememize karşılık, onların emniyet, kiyâset, dirâyet ve diyanetleri karşısında, onlara, kalelerin kapıları ardına kadar açılıyor ve fahri hemşehrilikler, sembolik anahtarlar değil; hakiki reislik ve gerçek anahtarlar veriliyordu.
Bugünkü Suriye ve Filistin, müslümanların eline geçince, orada bulunan ordu kumandanları Mescid-i Aksa'nın anahtarlarını istemişlerdi. Vazifeli papaz: "Mescid-i Aksa'nın anahtarlarını alacak zatın şemailini biliyoruz ve bu anahtarları O'ndan başkasına vermemiz mümkün değildir." diyordu. Onlar aralarında konuşa dursunlar, Hz. Ömer çoktan yola çıkmış geliyordu bile... Ve kimsenin nasıl geldiğinden de haberi yoktu. Ama o, papazın bildiği gibi geliyordu. Hazineden bir deve almış onunla yola revan olmuştu. Taksi yok, araba,yoktu ama, bir tane at olabilirdi. Ne var ki, o at da yoktu. Hizmetçisiyle beraber bir deveye münavebeten binerek geliyordu. Yaklaştıklarında kumandanlar, dua ettiler; inşaallah, Ürdün nehrini geçerken binme sırası Hz. Ömer'e gelir. Zira, bu Bizans halkı, kendi saraylarında ihtişâm ve debdebeden başka birşey görmediği için, başımızdaki halifeyi böyle görürlerse; yani, paçalarını sıvamış, hizmetçisi devenin üzerinde ve kendi deveyi yediyor görürlerse ayıp olur. Haddi zatında ayıp olan şey, adaletsizlik ve hakkaniyetsizlikti; Hz. Ömer de bunu irtikab etmemeye çalışıyordu. Onlar dua ede dursunlar, Allah (cc) en hayırlı olanı tahakkuk ettirmişdi bile. Tam nehri geçecekleri zaman, devenin yularından tutma sırası Hz. Ömer'e gelmişti. O, deveden indi yerine köle bindi ve Hz. Ömer devenin yularından tuttu ırmağı öyle geçtiler!.. Devenin üstünde oraya gelinceye kadar, elbiseleri, semere sürtüne sürtüne yırtılmıştı. Oraya gelinceye kadar kimbilir kaç defa eline bir iğne, bir iplik aldı ve bir kenara oturdu, elbisesini yamadı... Üzerindeki elbisede o gün, 14 tane yama vardı. Estağfirullah! ona yama dememek, ona şeref işareti demek lazım... Bu durumu gören papaz: "Tamam, bizim kitaplarımızda yazılı olan bu zattır" diye bağırdı. Meğer büyüklerinin istihraçlarına göre seyahat boyu Hz. Ömer'in yaptığı şeylerin hepsi biliniyormuş. Onun için Hz. Ömer'i tanıma fırsatı bulan papaz: "Biz anahtarları ancak buna veririz" dedi.
Anahtarların ona verilmesi, Mescid-i Aksa'nın müslümanlara teslim edilmesi gürül gürül müslümanlığa iltihaklara vesile oldu.
Ben size, Hz. Ömer gibi İslâm'ın şerefi bir kâmetle alakalı vak'aları sıralayıp, his dünyanızı tehyiç etmeyi düşünmedim. Maksadım, dün olduğu gibi, acaba bugün de İslâm, kendi ulviyetine uygun temsil edilebiliyor mu? Onlar 20-25 sene içinde büyük ölçüde Afrika'yı, Taşkent'leri, Semerkantları, Buharaları... Buharileri, Müslimleri, Tirmizileri, İbni Sinaları, Fârâbileri, Birûnîleri yetiştiren mübarek bir dünyayı bir solukta, bir hamlede, bir nefhada elde etmiş; Kafkasya, Azerbeycan, Irak ve İran üzerinde hakimiyet kurmuşlardı. Evet bir hamlede dünyanın dört bir bucağında "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah" hakikatını temsil etmiş ve İslâm mesajını herkese duyurmuşlardı.
Bugün o uzak ülkeleri bırakın, biz doğru dürüst kendi dünyamıza dahi birşey anlattığımızı söyleyemeyiz. Bizi dinleyen bir cemaat içinde bulunuyor, onları inandırmağa çalışıyoruz. Ama, bir türlü inanmıyorlar. Söylediğimiz sözler, buzdan duvarlara aksediyor gibi, soğuk soğuk gelip yüzümüze çarpıyor. Sözde anlatıyoruz ama, bir türlü ruhlarına giremiyoruz. Bunları, Rabbimizin sonsuz lütuflarına karşı küfran-ı nimet sadedinde arz etmiyorum; edemem de. İlk devrin insanlarıyla bizleri mukayese ederken, Ashab-ı Kiram'la, aramızdaki mesafeye dikkatlerinizi çekmek maksadıyla takdîm ediyorum.
Üveykler gibi kanatlanmış, küheylanlar gibi şahlanmış ve omuzladıkları ilâhî mesajı herkese, her yere duyurmak için dört-bir yana dağılmışlardı, İran'a, Turan'a ve bütün bir dünyaya... Ukbe bin Nâfi'ye de Afrika'nın fethi düşmüştü. Üstüste muvaffakiyetleriyle, müslümanların yüzünün akı haline gelen Ukbe, çekemeyenler tarafından gammazlanmış, devrin Emiri tahrik edilmiş ve koluna bir zincir vurularak, İslâm'ı duyurma hareketinden alıkonmuştu., bileklerinde zincir, beş senelik hicran döneminde en büyük hasreti, İslâm'ı anlatmadan alıkonması olmuştu. "Bir baştan bir başa Afrika'da müslümanlığı neşretmek istiyorum, buna manî oldular ve işte buna üzülüyorum" diyordu. Birgün, İslam'a çok büyük zararlarının yanında, Ukbe'nin kolundaki zinciri de çözüp, onu yeniden Afrika'ya Vali tayin etmek suretiyle, en büyük iyiliği yapmış olan Yezid, seyyiatına denk bir hayır yapıp Ukbe'yi salıvermekle, tıkanan İslâm fütuhatı ve İslâmlaştırma hareketini yeniden başlattı; Ukbe de varıp bir solukta son noktaya ulaştı. Atını okyanusa sürüyor, denizin içine kadar giriyor ve "Allah im, diyor: "Bu zulmet denizi önüme çıkmasaydı, senin yüce adını denizler aşırı dünyalara da götürecektim!..." Dünyayı öyle biliyor. İhtimal ki, ona yeni bir dünyadan, Amerika'dan bahsedilseydi,"oraya nasıl gidilir" diye onu da düşünecekti...
Evet, bu insanların yaşadığı dönemde, müslümanlık duyuruluyor ve herkese anlatılıyordu. Duyuramadıkları yerler adına da ızdıraplar çekiliyordu. Bize gelince, ne onu kendi değerleri ölçüsünde temsil edebildik, ne de yıldırım hızıyla dünyanın dört bir yanına götürebildik. Evet, onlar gibi, bu işi varlığımızın gayesi olarak bilemedik. Onun için şahsî işlerimizi terkedemedik. Onun için bir kerecik olsun evlerimizin yolunu unutmadık. Bu işe"birinci iştir" deyip diğer işlerimize, sırasıyla;` ikinci üçüncü dördüncü..."diyemedik. Vakıa, biz de diyâr-ı küfre gittik; gittik ama, mark getirmeye, dolar getirmeye, şilin getirmeye, frank getirmeye gittik. Allah'ın yüce adını götürmeye gitmedik. Binaenaleyh, onlara yüce hakikatları duyuramadık. Bugün onlar bizim gayretsizliğimizden, bizim aczimizden, bizim beceriksizliğimizden, dalalet, küfür ve küfranlarını yaşıyorlarsa, her halde bir soru onlara, bir soru da bize sorulacaktır.
Dün bir arkadaşımızın marifetiyle oralarda verilen bir konferansı seyretme imkânına sahip oldum. Konferans almanca veriliyordu ve ben hiç bir kelime anlayamıyordum. Fakat, tablo ve manzara bana çok şey ifade ediyordu. Çok kısa zaman, önce Berlin'de bir mezarın başında ayaklarımın bağı çözülmüş ve: "Kurban olayım Allah’ım, senin mübarek namını buralara ve buradakilere duyuramadık" deyip inlemiştim. Şimdi, bu kasedi seyrederken, kendi kendime Neler hissettim neler: "Hollanda'da bir kilisede, bir müslüman genç konferans veriyor ve kilisenin papazı da oturmuş onu dinliyor. Müslüman olmuş, başı kapalı Hollandalı kadınlar ve iştiyakla İslâm'ı öğrenmek isteyen daha başka kadınlar.. sorular soruluyor, cevaplar veriliyor..." Şimdi, burada onları dile getirmekten aciz bulunuyorum. Ancak, bütün bunlar birer cılız ses ve deneme mahiyetinde amatörce şeylerden ibaret.. Bu türlü gayretler, hizmet yolunda bulunmak sayılsa da, hizmetin kendisi olmadığı muhakkak.
Biz, bugün henüz bu büyük sarayın sofasında dolaşıp durmaktayız. Çok büyük şeyler yaptığımız söylenemez. Ve işte bundan dolayı da çok kimseler hâlâ dalâletlerini yaşamaktadırlar. Zaman zaman oralara din, diyanet adına gittiğimiz de oldu; ama, kısır çekişmelerden kendimizi kurtaramadık. Ve hâlâ kat'iyyen, bir Hz. Ömer seviyesinde, Ukbe bin Nafî seviyesinde, Ebu Ubeyde seviyesinde, Ahnef bin Kays seviyesinde, Mugire bin Şu'be seviyesinde, Ka'ka'a seviyesinde bu meseleyi temsil edemedik. Kimbilir onların celâdeti, civanmertliği, insanlığı, inancı, azmi ve kararlılığı karşısında hasımlarının yüreği kaç defa hopluyordu ve onları gören gözler kaç defa iman etmeye karar verdiler?.. Onların bu mevzudaki gayretlerine, çok azı müstesna, bugün bağrında müslümanları barındıran ülkelerin, o ilk kudsîler tarafından fethedilmesi şahit olarak yeter!..
İşte meseleyi bu zaviyeden ele alınca, o zaman Paris'de, Londra'da, Newyork'da yaşıyanlara biraz daha müsamahalı bakacak; hatta belki dizinizi dövecek ve elinizi vicdanınıza götürerek; "Bizlere yazıklar olsun, diyemedik; duyuramadık ve karanlıkları yararak bunları akgünlere çıkaramadık" diyeceksiniz.
Burada meşhur vaizlerimizden Nursaçan Hoca'nın hikaye ettiği yaşanmış bir vak'ayı aklımda kalanlarıyla nakletmek istiyorum: Bizim işçilerden birisi, Avrupa'da bir evde misafir olarak kalıyor. Beraber oturuyor, beraber kalkıyor, belki beraber yiyor ve beraber içiyorlar. Sonra o işine gidiyor, onlar da kendi işlerine.. ama; müslüman, dînî duygu ve dînî düşüncelerini yaşama ve anlatmada kusur etmiyor. Gel zaman, git zaman hane sahibi müslüman oluyor ve tıpkı Amir İbni Tüfeyl gibi, o, müslüman olunca, hanımı "Efendi şimdiye kadar hep beraberdik yine beraber olalım. Sırat'ta beraber, Cennette beraber. Şayet, müslümanlık insanı ötelere ulaştıran bir şey ise, sen gideceksin de ben niye kalacağım" diyor ve "Lâ ilâhe illallah"cümlesiyle o da kanatlanıyor. Derken, cıvıl cıvıl çocuklar ve bütün aile fertleri tekmil müslüman oluyorlar. İslâmiyetle tanışdıktan sonra, evleri birden bire cennet köşelerinden bir köşe haline geliyor. Aradan bir zaman geçtikten sonra, birgün ev sahibi, mürşidine, hepimizi şaşırtacak şu sözleri söylüyor: "Vallahi bazen sevinç ve inşirahımdan seni bağrıma basıp her tarafından öpesim geliyor. Fakat, bazen de öyle öfkeleniyorum ki, yakandan tutup hırpalamak, tokatlamak, dövmek geliyor içimden. Zira, sen bizim evimize geldin, şeref misafiri oldun, seni Efendimiz (sav) takip etti. Evet, sen gelince Hz. muhammed Sallallahü Aleyhi Vesellem de geldi, Kur'ân da geldi, Allah'a iman da geldi. Ve sayende evimiz bir cennet köşesi oldu. Ama benim bir babam vardı. Saf, temiz bir insandı. Sen gelmeden az önce hristiyan olarak vefat etmişti. Niye daha önce gelip de ona da anlatmadın?" Bence bu feryad, bu çığlık, bu sarsma ve ırgalama, bütün hristiyan ve yahudi dünyasının, müslümanlığa karşı, bir siteminin ifadesidir. Biz gidemedik. İslâm'ı götüremedik. Hatta, bulunduğumuz yerlerde dahi dun-himmet olarak davrandık; onu çevremize götüremedik. İslâm'ı yaşayamadık, anlatamadık ve onu muhtaç gönüllere duyuramadık.
Müsaadenizle bir başka hususa da temas etmek istiyorum! Bizi müslümanlıktan uzaklaştıranlar, -onların ifadesiyle arz edeyim- bu millete sürekli Batı uygarlığı seviyesinde bir hayat tarzı vadettiler. Aradan bir asra yakın, hatta bir yönüyle 150 sene gibi bir zaman geçmiş olmasına rağmen, hâlâ Batı kapısında dilencilik yapıyoruz. Değişen hiç bir şey yok. Bir çuvaldız boyu yol alındığı dahi söylenemez. O gün bugün de Batı bizleri hep kapıkulu ve halâiki gibi gördü. Üç-beş kuruş için yurdunu yuvasını terk eden kapıkulları... Şimdi ben size bir şey soracağım: "Hristiyan ve yahudiler müslüman olmuyor ve elimizdeki bu güzel prensipleri kabul etmiyorlar. Bunun neden böyle olduğunu hiç düşündünüz mü? Sebep gayet basit; birisi böyle güzel prensiplerle size gelse ve mesajların en güzelini getirse, hatta göklerin kapılarını açsa, cennetlere giden yolu gösterse; ama bu zât sizin kapıkulunuz olsa, sizin hizmetlerinizi görse, küçük gördüğünüz işlerde çalışsa siz bunun dinine girmeyi düşünür müsünüz?.. Herhalde, kapıkulunuzun arkasından gitmeyecek hizmetçinize tâbi ve dilencinize dilence olmayacaksınız!.."
Bugün âlem-i İslâm denen bu dünya, beklendiği şekilde derlenip toparlanamamış; kendine gelememiş; İslâm'ı, hayatıyla gösterememiş,temsil edememiş ve hâlâ Batı kapısında dilencilik yapmaktadır. Sen, dünkü, kapıkullarının karşısında böyle elli defa nakavt olur, elli defa onların eşiklerine yüz sürer ve onların karşısında tir tir titrersen, Batılının seni dinlemesi, mesajlarına kulak vermesi katiyyen düşünülemez. Binaenaleyh, tıpkı seleflerimiz gîbi izzetli ve şahsiyetli insanlar olarak çok üst seviyede İslâm'ı temsil edip ve onun temsilcileri hüviyetiyle, Batı kapılarına dayandığımız zaman, bizi dinleyecek ve kabul edeceklerdir."Dilencilerinin dinini kabul etmek istemiyor, kapılarında amele ve işçi olarak çalıştırdıkları kimselere kulak vermek istemiyorlarsa bir bakıma haklıdırlar;' diyemiyeceğim ama, kendilerini mazur görebilir ve ihtimal ki, ötede, bir soru onlara sorulduğu takdirde, bir soru da ,İslâm'ı temsil ediyor gibi görünüp de, yüzüne gözüne bulaştıranlara sorulacaktır.
Bence, mesele evvelâ bu zaviyeden ele alınmalı, bize ve onlara ait mesuliyetler müşterek olarak mütalaa edilmeli, hükümler de adalet ve istikamet dairesi içinde verilmelidir. Yoksa bir kısım muvazenesiz kimselerin, dış ülkelerde yaşayan herkesi Cehennem'e doldurup, kapısına bekçi gibi dikilmesi gibi bir anlayıştan biz fersah fersah uzağız. Keza, müslümanlık adına ortaya çıkıp ve yarım yamalak mesajlarını sunar sunmaz, alemin koşup onları takip edeceklerini bekleme hayalperestliklerinden de fersah fersah uzak bulunuyoruz.
Ama inanıyoruz ki, bir gün dünya muvazenesinde bir değişiklik olacak. Orta kuşağın inci mercan dünyası, Türkiye, Mısır, Türkistan gibi ülkeler derlenip toparlanacak. Bu mübarek dünya, şahsiyetli ve yaşatma zevkiyle yaşama arzularından sıyrılabilmiş; tertemiz ve hasbî ruhlar sayesinde yeniden dünya muvazenesindeki yerini alacak... İşte o zaman cihanın doğusu da, batısı da bizi dinleyecektir.
Bu olmayacak diye bir şey yok. Olacaktır, hatta olmaya başlamıştır da. Bugün Batının fikir adamları, müslümanlığın çarpıcılığı, tazeliği karşısında büyülenmiş gibidir. Ve bu bakış çok ciddi değişikliklere sebeb olacak gibi görünmektedir. Çok yakın bir gelecekte, içtimaî coğrafyada ciddi değişikliklerin olacağını uzak görmemek lazım. Evet dünya haritasında bir kısım değişiklikler olacaktır. Ancak, bunu, şahsiyetli, özüyle bütünleşmiş insanlar yapacaktır; kendi işinin altında kalıp ezilmiş, bu türlü meseleleri, bulacağı boş vakitlere bırakmış, tutarsız, yetersiz insanlar değil...
Bir başka zaman arzettiğim gibi, başlarını mezardan kaldırıp, mezar taşlarının arasından size bakanlar, “işte bunlar onlardır” dedikleri zaman, sizin işiniz tamam, dünyanın da işi bitmiştir. Evet işte o zaman dünya ile hesaplaşabilirsiniz.
.
Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sualine “Evet Rabbimizsin”ile cevap verildiğine aklî delil var mıdır?
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sualine "Evet Rabbimizsin" ile cevap verildiğine aklî delil var mıdır?
Bazı meseleler vardır ki, bunları aklen izâh etmek çok zordur. Ancak bu gibi şeylerin imkânı anlatılabilir. Aslında, Allah (C.C) böyle birşeyden bahsediyorsa, artık meselenin itiraz edilecek tarafı kalmaz.
Bu soruyu iki cihetten ele alabiliriz:
1- Böyle birşey vâki olmuş mudur? Olmuşsa, bunun isbatı nasıl yapılır?
2- Mümin ferd bu işten haberdar olmuş mudur? Evvelâ, Cenab-ı Hakkın, bir âlemde, ruhlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Onların da: "Evet, Rabbimizsin. " demesi, kati midir? suali varid oluyor. Bu mevzu Kur'an-ı Kerim'de iki âyette ele alınmıştır. Birisinde: "Rabbin, Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhit tutarak `Ben sizin Rabbiniz değil miyim ' (demişti) (A'râf -172) denilmekte ve böyle bir sözün alındığından bahsedilmektedir. Eski ve yeni bütün tefsirciler bu söz alınma meselesinin zaman hakkında ihtilaf içindedirler.
Bir kısmı"zerrât âleminde daha atomlar halindeyken, ileride terkib hâline gelecek bu zerrelerden, ruhları ile beraber söz alınmıştır"demektedir. Bazı tefsirciler ise; “bu,çocuğun anne karnına düştüğü zaman alınmış bir sözdür” derler. Bir Hadis-i Şerifin de te'yidine dayanarak, bazı mudakkik müfessirler de derler ki, “hayat nefh edildiği anda o insandan alınmış bir sözdür.”
Esas itibariyle Cenab-ı Hakk'ın varlıklarla konuşması çeşit çeşit ve değişiktir. Biz burada, belli bir şekil, belli bir sitilde konuşuyoruz. Ama, bundan başka bizim iç ve dış duygularımız, zâhir ve bâtınımız, kafa ve ruhumuz, nefsî ve lafzî konuşma tarzlarımız var... Zaman zaman bu dilleri de kullanır ve onlardan anlayanlara birşeyler anlatırız.
Kalbin kendine göre bir konuşması vardır ki, kaib konuşur ama bu konuşma duyulmaz. Bize deseler: "Kendi içinizden ne konuştunuz öyle?" Biz de: "Şunu, şunu dedik" diye anlatırız. Kelimeleri de sırayla diziveririz. Bu nefsî bir konuşmadır.
Bazen olur ki, rüyâlarımızda birşeyler konuşuruz. Başkalarından da birşeyler duyarız. Ama yanımızda bulunan hiç kimse bunu duymamıştır. Sonra da kalkar, kelimesi, kelimesine, konuştuğumuz ve duyduğumuz şeyleri başkalarına naklederiz. Bu da değişik sitilde bir konuşma şeklidir.
Bazı kimseler uyanıkken dahi, misâl âleminden nazarlarına arz edilen misâlî levhaları görür ve misâlî şahıslarla konuşurlar. Belki çok maddeciler bunlara inanmaz ve "halüsinasyon " derler, varsın desinler... Resul-ü Ekrem'in (sav) mazhariyetlerinden bir tanesi de bu idi: Âlem-i misâle, âlem-i berzaha ait misâlî levhalar, O'nun (sav) kudsî nazarına arz edilir, O'da gördüğünü, duyduğunu, anladığını başkalarına naklederdi. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir. Vahiy ise,başka bir konuşma tarzıdır. Hz. Peygamber'e(sav), vahiy geliyordu. Efendimiz (sav) de şuuru açık olarak duyuyor ve hissediyordu; ama, buudlar âdeta başkaydı. Efendimizin (sav) dışında kimse birşey duymuyor ve anlamıyordu. Eğer bu maddî kulağa gelecek birşey idiyse yakınında bulunan kimselerin de duyması gerekirdi. Oysa ki, bazan zevcelerinden bir tanesinin dizine başını koyup yatarken, bazan bir sahabinin göğsüne başını dayayıp otururken, mübarek dizini birinin dizine koyduğu halde vahiy gelirdi de, O, (sav) duyardı ama, öbürleri ne birşey duyar, ne de hissederlerdi. Resul-ü Ekrem (sav), vahyi, harfiyyen beller ve onlara anlatırdı: Bu da başka bir ses, başka bir konuşma tarzı.
Velinin kalbine ilham geliyor: âdeta onun içine fısıldanıyor. Bu da değişik sitilde bir konuşma. Morsla konuşma gibi birşey... Morsda nasıl "di..di..dit; dâ..dâ..dit" = - ..., ---., denir; operatör hemen maksadı anlar. Öyle de bir kısım şeyler velinin kalbine dikte edilir, Veli de onlardan bir kısım mânâlar çıkarır. Meselâ: veli: "Şu anda falan oğlu falan kapının önüne geldi." der, açarlar kapıyı bakarlar o adam karşılarında... Bu da ayrı bir konuşmadır.
Bir de telepati var... Şimdinin ilim adamları, bir gün o yolla muhabereleşmeyi hesaplıyorlar. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir. Kalbin kalbe teveccühü, insanların birbiriyle içten muhabereleşmesi. Bu da bir başka beyan.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah (C.C) "lâ yuâd velâ yuhsâ" (sayısız, pekçok) konuşma sitilleri yaratmış.
Şimdi gelelim meselemize. Allah (C.C) bize "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" buyurdu; ama,bunu hangi konuşma sitilinde söyledi, bilemiyoruz. Şayet, velinin kalbine dikte edilen mors alfabesi gibi bir tarzla bildirmişse; bunu, herhalde kulaklarımızla duyacağımız bir sesle beklememiz doğru olmaz. Bu bir ilham ise, vahiy değildir. Vahiy ise, ilham değildir. Ruha bir konuşma ise, cesede bir konuşma değildir. Cesede bir hitap ise ruha hitap nevinden değildir...
Şu nokta çok önemlidir, insanlar, misâl âleminde, berzah âleminde veya ervah âleminde gördükleri duydukları şeyleri, bu âlemin mikyasları ile değerlendirdikleri takdirde yanılırlar. Muhbir-i Sâdık (sav) bize diyor ki: "Kabirde Münker-Nekir gelir, size soru sorar" Acaba adamın neyine soru soracaklar? İster cesedine sorsunlar, ister ruhuna; netice değişmez; Ama, ölü duysa bile onun yanında bulunan kimseler bunu duymazlar. Hatta bir teyp koyup, mikrofonunu da kabrin içine sokuverseler, yine bir ses tesbit edemezler. Çünkü, artık mükâleme başka buudlarda oluyor; sizin buudlarınızda değil. Hani Einstein'in ve daha başkalarının ortaya attığı dördüncü, beşinci buud var ya,işte bunun gibi, mekân değişikliğine göre mesele değişecek, başka bir hüviyetle karşınıza çıkacaktır.
Binaenaleyh, bu elestû bi-Rabbikum 'Allah'ın(C.C) ruhla olan, ruha mahsus bir mukâlemesidir. Bunun tesirini ben duyayım hıfz edeyim şeklinde beklememek lâzımdır. Belki vicdandan bir his şeklinde aksedeceğini intizar etmek gerekdir. Biz vicdanla ve ona gelen ilhamlarla bunu hissedebiliriz.
Bir keresinde bu meselenin izâhını yaparken, birisi dedi ki: "Ben bunu duymadım." Ben de "Duydum" dedim. "Sen duymamışsan başının çaresine bak! Çünkü, ben duyduğumu çok iyi hatırlıyorum." Ne ile duyduğum sorulacak olursa, içimdeki ebed arzusuyla, mütenâhi olduğum halde nâmütenâhi arzularımla duydum bu sesi. Evet esasen ben Allah'ı da bilemem; çünkü sınırlıyım. Sınırsızı nasıl idrâk edeyim. İşte sınırsıza karşı içimdeki bu hâhişkârlık ve arzu ile duyduğumu anlıyorum. Şu sınırlı âlemde benim gibi bir böcek, sınırlı aleminde, sınırlı hayatını yaşayıp ölmesi gerekirken ve onun düşünce sahasına giren şeyler de böyle sınırlı şeylerden ibaret olması gerekirken,ben sınırsızlık içinde nâmütenâhiyi düşünüyorum. İçimde ebed arzusu var; Cennet ve Cemâlullah arzusunu taşıyorum. Bütün dünya benim olsa, gamım gitmiyor. İçimde bu hâl var da, bundan dolayı ben "onu duydum" diyorum.
Vicdan dediğimiz şey ne ise, kendisine ait fakülteleriyle, bölümleriyle daima Allah'ı terennüm eder ve hiç yalan söylemez. Ona arzu ettiği, taleb ettiği şeyi verdiğiniz zaman, onu huzura kavuşturmuş olursunuz. Onun için Lâtife-i Rabbâniye olan kalbin ancak, vicdanın bu huzuru ile huzura kavuşacağına işareten Kur'an-ı Kerim "Dikkat edin, kalbler, ancak Allah’ı anış ve onu duyuşla mutmain olur, oturaklaşır ve huzura kavuşur. " (Ra'd -28) buyuruyor.
Bir diğer husus da şudur. Bergson gibi bir kısım feylesoflar bütün aklî, naklî delilleri bir tarafa bırakarak, Allah'ın varlığında sadece vicdanlarını delil olarak kullanmışlardır. Bir noktada Kant, "Ben, Allah’ı azametine uygun anlıyabilmek için bütün malumatımı arkaya attım!" diyor. Bergson sadece "sezgi" siyle bu istikamette gidiyor; tek delil de vicdanı... Vicdan, Allah'ı inkârdan muzdaribtir. Vicdan Allah'a imanla huzura kavuşur. İnsan vicdanının sesini derinden derine dinlediği zaman ezelî ve ebedî bir Mabud arzusunu onun içinde duyacaktır. İşte bu hava, bu edâ, insanın vicdanında sessiz kelimelerle ifadesini bulan ve Allahu Tealâ’nın: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabına verilen "Evet Rabbimizsin" cevabıdır ki; dikkat etse herkes, ruhun derinliklerinden kopup yükselen bu sesi duyabilir. Yoksa bu kafada, cesedde aranırsa tenakuza düşülmüş olur. O, herkesin vicdanında vardır, meknîdir. Ancak, isbatı, kendi sahasında yapılabilir bir hususdur. Ehl-i tahkik, ehl-i şuhud, asfiyâ, evliya ve Enbiya, bunu açık ve seçik, görmüş ve göstermişlerdir.
Ama, aklî isbatına gelince, tabii, bazı meselelere aklî dendiği zaman mahsusâtı isbat ettiğimiz gibi, yani size bir çınar ağacını, bir çam ağacını göstermek gibi, bunu göstermemiz mümkün değildir. Vicdanını dinleyen, içinden geçenleri seyreden, bunu görecek, bilecek ve duyacaktır.
.
“İslâm emperyalist sistemler gibi, "fetih" adı altında değişik yerleri işgal ve istilâ etmiş, sonra da sömürmüştür” diyorlar. İzah eder misiniz?
“İslâm emperyalist sistemler gibi, "fetih" adı altında değişik yerleri işgal ve istilâ etmiş, sonra da sömürmüştür” diyorlar. İzah eder misiniz?
Bu iddianın da, benzeri isnadlar gibi İslâm düşmanları tarafından maksatlı olarak ortaya atılmış diğer isnadlardan farkı yoktur. Her meselede olduğu gibi, bunda da İslâm'ı bilmeyen müslümanlar yanıltılmak ve idlâl edilmek istenmektedir.
Bir kere, Arap yarımadasında, Mekke ve Medine'deki insan, kimi sömürecek ve neyi istismar edecektir? Bir insanın kendi kavim ve kabilesini işgal ve istilâsı, sonra da sömürmesi nerede görülmüş? Hele, sömürüldüğü iddia edilen, o günkü Hicaz insanı ve Hicaz toprakları gibi fakir halk ve verimsiz arazi olursa..?
Kaldı ki, İslâm'ın mesajını dünyanın dörtbir yanına ulaştırmak için yığın yığın tehlikeyi göğüsleyen ve inandığı dava uğrunda şehid olmayı en büyük pâye sayan ve ömürlerini dört bir bucakta, kendilerinden onbeş-yirmi kat daha fazla güçlerle yaka-paça olarak geçiren o yüksek ruhlu ideal insanlara müstemlekeciliği, emperyalizmi, sömürüyü yakıştırmak gülünçtür ve imkânsızdır. Acaba, bu insanlar bunca sıkıntı, bunca mahrumiyet ve bunca fedakârlık karşılığı neyi elde etmiş, neyi istismar etmiş ve nelerden faydalanmışlardır? Aslında senelerce, yurdundan, yuvasından, çoluk-çocuğundan uzak yerlerde Rabbisini anlatmaktan başka birşey düşünmeyen, ölümü ve şehadeti en tatlı ideal haline getiren ve her muharebe neticesinde ölüp dostlarına kavuşamamanın üzüntüsünü yaşayan bu insanlara sömürü isnadında bulunmayı, bu iddiayı ortaya atanlar da kabul etmezler ya!..
Yeryüzünde işgâl ve istilâyı, en iğrenç yanlanyla emperyalizmi, İskender’den Napolyon'a, Romalılar'dan Cermenler'e, Moğollar'dan günümüzün Avrupa devletlerine, Rus diktatörlüğünden Amerika İmparatorluğu'na kadar "sömürü" sistemleri yaptılar. Girdikleri yerleri harâb ettiler. Ahlâkı bozup milleti birbirine düşürdüler sonra da arkalarında "harâb eller, yıkılmış hân-u manlar, kimsesiz çöller, emek mahrumu günler, fikr-î ferdâ bilmez akşamlar" ve kandan, irinden seylâplar bırakıp öyle gittiler.
Bugün ise, yavuz hırsız hesabı, kalkmış kendi iğrenç işlerini, utandırıcı muamelelerini örtmek için İslâm'ı ve onun şanlı Peygamberi'ni (sav), Peygamber'in mümtaz halifelerini ve şanlı Osmanlı devletini, devlet idarecilerini, müstemlekecilik ve sömürü ile karalamak istiyorlar.
Müslümanlar, tarihin hiçbir devrinde ve dünyanın hiçbir yerinde ne devlet ve millet olarak ne de fert olarak kimseyi sömürmedikleri; kimseyi istismar etmedikleri gibi, hâkim oldukları yerlerde sömürü ve istismâra da izin vermediler.
Evet, cihanın dörtbir yanında, fetihlerin fetihleri takib ettiği bir dönemde, İslâm devletinin başındaki halife: "Bana müslüman fertlerin, en fakirinin hayat seviyesinde yaşamak yaraşır" diyerek günlük birkaç zeytinle hayatını geçirirken neyi sömürdüğünü ve kimi istismar ettiğini iddia edeceğiz?..
Bir muharebe esnasında öldürdüğü şahsın eşyası kendisine verilmek istendiğinde, elini gırtlağına götürerek: "Ben gırtlağından bir ok yiyip şehit olmak için bu muharebeye iştirak ettim; ganimet için değil!" diyen gözü ötelere uyanmış birisi neyi sömürüyordu?
Bir başka karşılaşmada, müslümanlara ciddi zarar veren kâfirlerin ileri gelenlerinden biı-isini öldürüp yoluna devam eden bir müslüman, maktulün ganimeti başında İslâm ordusu komutanının Allah adına and verdirerek çağırmasına karşılık, komutanın yanına gelmeye mecbur olur ve yüzü peçeli muharible komutan arasında şu konuşma cereyan eder:
- Allah için bunu sen mi öldürdün? - Evet.
- Öyleyse al şu bin dinarı.
- Ben bu işi Allah için yapmıştım.
- Senin ismin ne?
- Ne yapacaksın ismimi? Yoksa âleme duyurup da sevabımı zayi etmek mi istiyorsun?..
Rica ederim, bu insanların insanlığı sömürmesine ve yeryüzünde müstemlekeler kurmasına imkân var mıdır? Doğrusu, kin ve adavet belli bir seviyeye ulaşınca insanın ne gözü görüyor, ne kulağı işitiyor ne de makûl ve mantıkî olabiliyor...
Şimdi gelelim asıl meseleye: Sömürü ve emperyalizm nedir ve onu kim yapmıştır?
Emperyalizm veya diğer bir ifadesiyle müstemlekecilik, bir toplumun başka bir toplum veya bir devletin başka bir devlet üzerinde hakimiyet kurması, onu sömürmesi ve ondan faydalanması şeklinde tarif edilebilir. Ancak, işgal, hâkimiyet ve sömürme her zaman aynı olmayabilir. Bunu günümüzdeki şekilleriyle şöyle sıralayabiliriz:
1. Mutlak işgal ve hâkimiyet: Bir ülkenin asıl sahiplerini bertaraf ederek gelip o ülkeye yerleşmeye denir ki; Amerikalılar Kızılderililer'e, Avustralya'yı işgal edenler Avustralya yerlilerine ve Filistin'i işgal edenler de Filistin halkına böyle davranmışlardı.
2. Askerî işgal: Bir ülke üzerinde askerî hakimiyet kurup o ülke insanının her meselesine müdahale etmeye denir ki; Hindistan'ı işgal eden Britanya askerleri senelerce yerli halka böyle davranmışlardı.
3. Müdahalecilik: Bir ülkenin hariciye, emniyet, müdafaa ve iktisâdi işleıine açık-kapalı müdahale şeklinde olur ki, günümüzde Doğu ve Batı'nın, fakir, güçsüz ve geri kalmış ülkelere karşı tavrı hep bu türlü müdahelecilik şekliyle olmuştur.
4.Entellektüel transfer etme sistemi ki; günümüzde emperyalizmin en yaygın ve en tehlikeli olanıdır. Bu sisteme göre sömürülmek üzere plâna alınan ülkenin,kâbiliyetli, atılgan, müteşebbis evlatları seçilerek, yurt içinde, yurt dışında hususî eğitimden geçirilip, hususî localara kaydettirilip ülkenin kaderine hakim hale getirilirler. Daha sonra ise, bu yerli-yabancı entellektüel, sistemli olarak ülkenin idaresinde en hayâti noktalara yerleştirilerek kale içten fethedilmiş olur.
Son asırlarda, Batılı müstemlekecilerin kullandıkları bu sistem çok geçerli olmuş ve bu yolla karşı tarafa boy hedefi olmadan, onlarda nefret uyandırmadan yumuşakça hedefe varılmıştır ki; günümüzün İslâm dünyasını, büyük ölçüde bu kabil bir istismar ve sömürü çıkmazı içinde sayabiliriz.
Hangi şekliyle olursa olsun, emperyalizmin işgaline uğrayan ülkelerde:
1. Asimilasyonlarla yerli halk özünden uzaklaştırılmış; geçmişi ve tarihi unutturulmaya çalışılmış ve bir kimlik bunalımına çekilmiştir.
2.Millî himmet öldürülmüş; arazı verimsizleştirilmiş; sanayi emperyalist ülkeye bağlı hale getirilmiş; ilim kısırlaştınlmış ve araştırmacılığın yerine şablonculuk ikame edilmiştir.
3.Öldürmeme-kaldırmama politikasıyla, yerli halk, cankeş edilerek hep başkalarına muhtaç hâle getirilmiş ve bütün bir hayat boyu, ilericilik, Batıcılık, uygarlık, çağdaşlık gibi ne ifade ettikleri belli olmayan kelimelerle avutulmuş ve uyutulmuşlardır.
4.Dış destek ve dış yardımlar itibariyle ülke ablukaya alınmış; ithalât ve ihracata açık-kapalı hacir konmuş, kalkınma ve büyüme inhisara alınarak bütün bütün zorlaştırılmıştır.
5.Bir taraftan ülke insanının fakir bırakılması için lâzım gelen herşey yapılmış; diğer yandan da, yığınlar lükse, isrâfa çekilmiş ve millet içine sürekli tatminsizlik hissi saçılarak kavgaya varan hoşnutsuzluklar meydana getirilmiştir.
6.İlim-teknik-teknoloji açısından araştırma ruhu öldürülmüş; maârif yuvaları kopyacılığa, fabrikalar montajcılığa alıştırılmış, kışlalar da emperyalist güçlerin, döküntü harp malzemelerinin meşherleri haline getirilmiştir.
Şimdi acaba, İslâm'ı ve İslâm fütuhatını, bu kadar kötülüğü de beraberinde getiren emperyalist sisteınÎere ve sömürü düzenlerine benzetmek ne derece makûldür?..
Birkere İslâm, kimseyi yurdundan, yuvasından etmediği gibi, kimsenin eline, ayağına zincir vurarak çalışmasını da engellememiştir. O, fethettiği ülkelerin insanlarını dinleriyle, duygularıyla, düşünceleriyle serbest bırakmış ve onları her hususta kendi dindaşları, vatandaşları gibi himaye etmiştir. Müslüman fâtihler, girdikleri hemen her ülkeye huzur ve emniyet getirmiş ve yerli halk arasında kabul edilen, sevilen, sayılan insanlar olmuşlardır. Böyle olmasaydı, Suriye hristiyanları, ülkelerinin Roma İmparatoru tarafından istirdat edileceği endişesi karşısında kiliselere dolup müslümanların zaferi için dua ederler miydi? Ve böyle olmasaydı, bir ucundan diğer ucuna altı ayda varılamayan alabildiğine geniş bir ülkede asırlar boyu emniyet ve asâyişi devam ettirmek nasıl mümkün olabilirdi?.. Bugünkü komünikasyon imkânları, son model askerî araç ve gereçlere rağmen, avuç kadar bir yerde bunca mekanize güçlerimizle emniyet ve asayişin temin edilemediğini gördükçe onların bu mevzuda başvurdukları dinamiklere hayran kalmamak mümkün mü? Zannediyorum, günümüzün pekçok münevveri de bu hakikatı anlamış olacak ki, dünya hakimiyeti dönemimize ait varlık ve bekâmıza esas teşkil eden dinamiklerin yeniden gözden geçirilmesi lüzûmunu izhar etmeye başladılar.
Müslüman fâtihler, fethettikleri ülkelerin kapılarıyla beraber, gönül kapılarının da kendilerine açılmasını başarabildi ve fethettikleri ülke insanlarının saygı, itimat ve güvenine mazhar oldular.
Girdikleri ülkelerdeki ilim ve sanat birikimini değerlendirip, ilim ve sanat adamlarına çalışma zemini hazırladılar. Hangi dinden olursa olsun, âlimlere ve fikir adamlarına ayrı birer değer atfederek onları islâmî toplum içinde aziz ve mükerrem tuttular.
Müslüman fâtihler hiçbir zaman, Amerikalı sığır çobanlarının,Yeni Dünya'nın yerli halkına, Fransızların Cezayir insanına, İngilizlerin Avustralya yerlilerine, Hollandalılar'ın Endonezyalılar'a, yirminci asır Amerikalılannın Vietnam halkına yaptıkları gibi yapmadılar. Yapmak şöyle dursun, fethettikleri ülke halkına kendi dindaşları, kendi soydaşları gibi davrandı ve onlara, aynı vatandaşları gibi muamelede bulundular.
Halife Hz. Ömer, Mekke'li bir soyludan tokat yiyen bir kıptîye: "Dön; sen de ona bir tokat vur" diyor; Amr b. Âs'ın Mısır yerlilerinden birisini rencide ettiğini duyunca da: "İnsanlar analarından hür olarak doğdular. Ne zamandan beri onları kul-köle olarak kullanıyorsunuz?" diyerek itâbda bulunuyordu. Mescid-i Aksâ'nın anahtarlarını almak için Filistin'de bulunduğu sırada, namaz vakitlerinden birisini içinde bulunduğu bir kilisede idrâk ettiğinde Papaz'ın ısrarla kilisede namaz kılmasını istemesine rağmen: "Hayır! halife Ömer burada namaz kıldı diye yarın sizi iz'âc edebilirler" diyerek dışarıda toprak üzerinde namaz kılmayı tercih ediyor ve mağluplara karşı İslâm'ın fevkalâde insânî, alabildiğine yumuşak ve henüz günümüzde ulaşılamamış seviyedeki tavrını gösteriyordu.
Rica ederim, bu insanların başkalarını istismar etmeleri mümkün mü? Bunların başkalarını sömürmesi düşünülebilir mi? Ve bu yüksek ruhların temsil ettikleri Kur'ân sistemine emperyalist düzen denir mi?
..
İslâmiyet bir taraftan "Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayrılmıştır." (Bakara/256) ve "De ki: Hak Rabbinizdir, öyleyse dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin" (Kehf/29) gibi ayetlerle, müsamaha, hoşgörü ve insanların inanıp..
Dinde Zorlama
İslâmiyet bir taraftan "Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayrılmıştır." (Bakara/256) ve "De ki: Hak Rabbinizdir, öyleyse dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin" (Kehf/29) gibi ayetlerle, müsamaha, hoşgörü ve insanların inanıp inanmamalarını onların iradelerine havale etmeyi esas alıyor görünürken; diğer taraftan, "Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla savaş, onların varacağı yer Cehennem'dir. O ne kötü gidilecek bir yerdir" (Tahrîm/9) ve "Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerile öldürünüz ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyiniz:' (Nisa/89) ve "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resulü'nün haram kıldığını haram saymayan ve Hak dini din edinmeyenlerle, hor hakir duruma düşüp cizye verecekleri âna kadar savaşınız" (Tövbe/29) gibi beyanlarla İslâmiyet'te kılıç ve zorlama olduğu, dolayısıyla da onun silahla yayıldığı mânâsı anlaşılmaktadır. Bu hususların te'lifi ve İslâm'daki cihad emrinin mânâsını izah eder misiniz?
Peygamber (as), Mekke'de, takriben 13 sene halkı açık-kapalı tevhide ve İslâm'ın getirdiği yüksek anlayışa davet etti. Daha sonra davetini Mekke'nin dışında Tâif ve Medine halkına müteveccihen sürdürdü. O'nun bu değişik yerlerdeki davet ve tebliğ vazifesine karşı ilk duyarlılık gösteren, daha doğrusu, topluca icabet eden Medine halkı oldu. Ve çok kısa zaman zarfında İslâmiyet'in ilk pâyitahtı ve İslâm medeniyetinin beşiği Medine'de, tevhid dininin girmediği bir ev kalmadı. O güne kadar yapılan hizmetlerde ve İslâmlaştırma hareketinde ne bir zorlama, ne bir tazyik, ne de silâh bahis mevzuu olmadı. Herkes dinledi, tetkik etti, düşündü ve seçeceği nurlu yolu kendi iradesiyle seçti.
Böylece, müslümanlar için gidip yerleşecekleri ve İslâm dinini neşredecekleri bir vasat meydana gelmişti ki, bu da onların kendi düşünce dünyalarını, imân ve akide hayatlarını serbest ve müdahalesiz yaşamaları demekti.
Bu yeni toplum, kendine has çizgileriyle. Arap yarımadasında kendini hissettirip, muzdarip ve karanlıkta olan insanlığa başvurulacak bir mihrâb haline geldikçe, zaten ruhlarında ciddi düşmanlık olan Kureyş, hergün biraz daha azgınlaşıyor, her fırsatta müslümanlığa ve müslümanlara saldırıyor ve ne pahasına olursa olsun, bu yeni dinin hakkından gelmek istiyordu. Ondaki bu şiddetli arzu ve düşmanlık duygusu, zaten cibilliyetinde her dine karşı adâvet bulunan Yahudi zekâ ve nifâkıyla birleşince; henüz hayatının baharında bir filiz ve bir fide durumunda bulunan bu yeni dinin etrafında bir kısım tehdit edici rüzgârlar esmeye başladı ki, bu esintiler gelecekte Sâsânileri, Romalıları da içine alacak şekilde yayılacak, genişleyecek, İslâm ve müslümanlara karşı ebedî bir düşmanlık olarak sürüp gidecekti.
Günümüze kadar devam edegelen, İslâm'a karşı, Yahudi ve haçlı ortak düşmanlığının nüveleri, tâ site İslâm devleti temelinin atıldığı o ilk Medine günlerine dayanır. İslâm’ın, hertürlü yanlış ve sapık düşüncelerle mücadelesi, insana, kaybettiği haysiyetini kazandırma yolundaki kavgası, tabakât-ı harb etmesi, putperestliğin yanında kilise'yi, kilise'nin yanında da Havra'yı harekete geçirmişti. O günden bugüne de -değişik ad ve ünvanlarla da olsa- bu müfsid üçlünün kan seylapları İslâm'ın bağrında akıp durmaktadır.
Bu itibarladır ki, peygamberimiz döneminde, İslâm nurunu söndürmeye azimli bu üç grupla muharebeler meydana geldi. Bu üç grubu şöyle bir tasnife tâbi tutarak teker teker üzerlerinde durmakta yarar var:
1 . Mekke müşrikleri
2. Medine ve Hayber yahudileri
3. Romalılar ve onların emrinin altındaki Gassân arapları.
1. Mekke Müşrikleri:
Peygamberimiz (s.a.v), önce de geçtiği gibi, 13 sene Mekke'de, fevkalâde bir sabır ve tahammül ile akla, hayâle gelmedik sıkıntılara katlandı; gördüğü şeyleri sinesine çekti; Kıır'ân-ı Kerim'in "O halde peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar (düşmanların) hakkında acele etme; onlar vadedildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada bir günün sadece bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. " (Ahkaf/35) ve "Sen şimdi sabret. Bilki Allah'ın va'di gerçektir. İyi inanmamış olanlar sakın seni gevşekliğe sevketmesin" (Rum/60) ve "Şimdi sen sabret. Çünkü Allah'ın va'di gerçektir ve günahının bağışlanmasını iste; akşam-sabah da Rabbini hamd ile tesbîh et"(Mü'min/55) gibi ayetleriyle kendinden evvel gelmiş geçmiş Peygamberleri misâl kabul ederek ûl'ü'1-azmâne bir sebatla vazifesini sürdürdü.
Binbir sıkıntı içinde geçirilen 13 senelik bu ilk süreden sonra tazyik, tahammül-fersâ hâle geldi. Baskılar arttı ve onlar için artık Mekke yaşanmaz bir yer oldu. Derken hicrete müsaade çıktı ve müslümanlar peyderpey yurtlarını yuvalarını, hatta çoluk-çocuklarını Mekke'de bırakarak Medine'ye hicret etmeye başladılar. Onların hicretini müteâkip de, müşrikler iyice işi azıttı ve müslümanların arkada bıraktıkları mallarını aralarında yağma ettiler. Artık onların ne Mekke'de ne de Medine'de dünya adına hiçbir şeyleri kalmamıştı. Vâkıâ, bu yeni mübarek belde, tarihin bu en şerefli mazlum ve mağdurlarına bağrını açıp "buyurun" etmişti; etmişti ama, ne başlarını sokacak kendilerine aid bir yerleri, ne de kendi öz mallarından bir lokma yiyecekleri yoktu. Kutlu beldenin mübarek insanları, kendilerine "Ensâr" namının verilmesine vesile olabilecek şekilde, muhacirlerin bu içiçe yokluklarını göğüsleyip, onlara birşey hissettirmemeye çalıştı iseler de, bir taraftan ele-âleme bâr olma gibi vicdani sıkıntı, diğer taraftan el konulan mallarının şurada-burada pazara sürüldüğünü gördükçe ihkâk-ı hak etme ve mallarını geriye alma düşüncesiyle gerildikçe geriliyorlardı.
İşte, bir tarafta böyle her türlü yaşama hakkından mahrum edilmek istenen bu mazlum ve mağdur insanlar; diğer tarafta ise, müslümanları yurtlarından yuvalarından ettikten sonra mallarına el koyup, servetlerini katlayan zâlim ve gaddarlar... Buna, Medine'deki Yahudi ve münafıkların, Kureyş müşriklerini, müslümanların aleyhinde tahrik edip, bütün İslâm nurunu söndürme gayretleri de inzimâm edince, doğrusu, müslümanların sabır ve tahammüllerine, Allah'ın emirlerine boyun eğmedeki hassasiyetlerine hayran kalmamak mümkün değil.
İşte böyle, zulmün ve gadrin doruğa ulaştığı, müminlerin de sabırda zirveleştiği esnadaydı ki, içinde müslümanların malı ve hakkı da bulunan Kureyş kervanının Medine yakınlarından geçtiği haberi müslümanlara ulaştı. O güne kadar müslümanlar bütün servetlerini müşriklere kaptırmışlardı. İlk plânda düşündükleri şey, haklarını geriye almak ve Medine insanına yük olmakdan kurtulmak idi. Ancak Allah; müslümanlara, müşrikleri te'dib etme, yahudi ve münafıkları sindirme, yâni Kureyş'le hesaplaşma ve her fırsatta müslümanlığın üzerine çullanmayı plânlayan bu dev gâileye haddini bildirme yolunu gösterdi. "Kendileri ile savaşılanlara (müminlere) zulme uğramış olmalan sebebiyle, (savaş mevzuunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah onlara yardım etmeye kâdirdir: Onlar başka değil, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir"(Hac/39-40)meâlindeki âyetlerle cihada izin verildiği gibi "Onları (yani size karşr savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Onlar sizi (yurtlannızdan) çıkardıkları gibi, siz de onları çıkarın. (Onlar fitne çıkarıyorlar) fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür." (Bakara/191) gibi beyanlarla da her fırsatta müslümanlara karşı zulümde, tecavüzde bulunan, ev ve arsalarına el koyan mallarını yağma eden saldırganlara hadlerini bildirme emri veriliyordu. Evet işte, böyle zulme uğrayıp yurtlarından edilen, kendi ülkelerinde binbir türlü haksızlığa uğratılıp, bir lokma ekmeğe muhtaç bırakılan bu mağdur ve mazlum insanlara 13 senelik çileden sonra hasımlarıyla hesaplaşma ve ellerinden alınan şeylerin geriye alınması yolu gösteriliyordu. Artık, Allah adını açıkça ilân edebilecek ve bunu engellemek isteyenlerle de savaşacaklardı. "Size ne oldu da Allah yolunda ve "Rabbimiz; Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahib gönder ve bir yardımcı yolla "diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz" (Nisâ/75) ilâhî beyanıyla; Allah yolunda, İslâm'ın izzeti uğrunda ve kâfirlerin elinde inim inim inleyen yaşlı, zayıf çoluk-çocuk ve kadınları kurtarıp hürriyete kavuşturma, onları koruyup kollama istikametinde savaşacaklardı ve bu savaş, yaşama hakkını kaybedenlere bu haklarını iade, itibarlarını yitirenlere itibarlarını yeniden kazandırma ve cihân dininin yayılmasını engelleyenleri de sindirmeyi hedefliyordu ki, Hakk'ın takdiriyle plânlanan şeylerin bütünü tahakkuk etmiş ve Bedr-i Kübrâ (Bedir Savaş) meydana gelmişti. Bilmem ki, müşrik ve putperestlerin ettiği bunca şeyden sonra "gelmeseydi" diyebilecek birisi çıkar mı?..
2. Uhud Savaşı:
Zulme, gadre alışmış; tâlânı, yağmayı meslek haline getirmiş; gaddar, mütecaviz, mağrur bir toplumun, Bedir'deki hesaplaşmayı hazmedememesi ve böyle giderse, kendilerine yağmacılık yollarının kapanması endişesi ve Mekke liderliğinin Medine'ye kayması Kureyş zorbalarını çileden çıkarıyor ve onlarda yeni bir intikam ve hesaplaşma duygusu meydana getiriyordu. Bu hınç ve duyguyla da tâ Medine önlerine kadar geldiler ve zâlimlerin harb anlayışı içinde müslümanlara saldırdılar. Su muharebede müslümanlar tamamen bir müdafaa savaşı verdiler. Dinlerini, ırzlarını, namuslarını korumak için başka birşey de yapamazlardı. Kimse de yapamazdı ve aslında yapılmamalıydı da...
3. Hendek Vak'ası:
Bir türlü sönme bilmeyen müşriklerin kan ve nefretleri, Uhud'dan sonra yeniden alevlendi, müteakip aylar içinde bu yangın yayıldı, büyüdü; yahudilerin düşmanlığıyla da bütünleşerek, bütün bütün İslâm nurunu söndürme düşüncesiyle Medine-i Münevvere'yi dörtbir yandan sardı. Bunca yıllık müşrik kin ve nefreti, yahudi hesap ve plânı Medine'deki bir avuç müslümanı boğmak için omuz omuza vermiş ve tarihin en utandırıcı şenaati işleniyordu. Buna karşılık müslümanlar da, yine tarihde eşi görülmedik bir sebat ve cesaretle, din, iman, ırz ve namuslarını koruma uğrunda ebedlere kadar iftihar edilecek ve sinelerde bir yâd-ı cemil olarak kalıp gidecek en büyük kahramanlıkları gösteriyorlardı.
Hendek de bir müdafaa harbiydi; dün olduğu gibi, bugün de aynı şekilde tecavüze uğrayan her milletin yapabileceği cinsten bir muharebeydi.
4. Mekke Fethi:
Zulüm ve gadrin en utandırıcısıyla yurtlarından, yuvalarından edilmiş, mallarına, mülklerine el konmuş müslümanların yuvalarına dönmek,bağ ve bahçelerini tımar etmek isterken, karşılarına çıkan haksız engellemeleri bertaraf edip, günde beş defa dönüp namaz kıldıkları Ka'be'yi putlardan temizlemeleri, yıllardan beri müşriklerin elinde esir bulunan zayıf, mağdur, aciz kadın ve çocukları yaşama, ibadet etme hak ve hürriyetine kavuşturmaları maksadıyla, kan dökülmemesi mevzuunda hassasiyet gösterilerek gerçekleştirilmiş peygamberâne bir operasyon ve beklenen bir fetihti. Hem de, hayat, duygu ve düşüncelerini Mekke reislerinin arzu, istek ve anlayışlarına göre ayarlayan çevredeki bütün kabile ve cemaatlerin akın akın İslâm'a girmelerine, bütün gönüllerin İslâm'a açılmasına vesile olan bereketli bir fetih.
Mekke fethi, başta düşünülüp plânlandığı gibi tahakkuk etti. Allah Resulünün (s.a.v) "Ebu Süfyan in evine giren, Hakim b. İz'ar’in hânesine giren, Kâbe'ye sığınan ve evine girip kapısını kapıyan herkes emniyettedir. " sözleriyle ilân ettiği umumî af, müsâmaha ve yücelik karşısında, o katı ve müsamahasız ruhlar, birdenbire yumaşamış, gözleriyle beraber gönülleri de açılmış ve emîn beldenin emîn insanları olmaya namzedler haline gelmişlerdi. Artık, o güne kadar ettiklerinin hicabıyla iki büklüm oluyor ve günahlarına kefaret arıyorlardı.
Bu kısa ve mücmel hatırlatmalarla da görüldüğü gibi, Allah Resulü, hemen bütün muharebelerini imânı neşir, Hakk'ı ikâme, mazlum ve mağduru müdafâa, maddî-manevî mutluluğa giden yolları engellerden temizleme, İslâm nurunun yayılmasına mâni teşkil eden düşmanlıkları bertaraf etme düşünce, mülâhaza ve gayretiyle yapmıştır. Ve çok garibtir; bu 23 senelik muharebe ve hesaplaşmalar neticesinde sadece ve sadece 375 insan ölmüştür ki; bu da şimdilerde bir aylık trafik kurbanlarının sayısına ya denk gelir ya da gelmez!
5. Efendimiz'in Yahudiler'e karşı muharebeleri:
Yahudiler, hiçbir zaman peygamberimizin peygamberliğini hazmedemediler. Bedir muvaffakiyetinden sonra ise, bütün bütün kindarlık ve kıskançlıkla hareket etmeye başladılar ve düşmanlıklarını açığa vurdular.
Evet, Bedir'den sonra, Beni Kaynuka yahudileri işi iyice azıtmış; bir taraftan gizli gizli düşman kutuplarla müslümanlar ve müslümanlığın aleyhinde oyunlar çevirirken, diğer yandan da "Ya Muhammed (s.a.v)! Bedir'de, harb ve darbten anlamayan bir cemaati yendim diye gururlanma..." diyerek açıktan açığa Peygamberi tehdit ediyor ve onunla karşılaşmaya vesile arıyorlardı. Hatta, İbn-i Esîr'in tesbitine göre bu esnada Kaynuka civarında bir müslüman kadına da saldırmışlardı. (EI-Kâmıl/C.2-5.96) Böylece, Medine-i Münevvere'de ilk defa ahdi bozan, fitne çıkaran ve müslüman kadınlara taarruz eden Kaynuka kabilesi oluyordu.
Benî Nadr, baştan Peygamberimizle anlaşma yaptıkları halde daha sonra, el altından Kureyş'le sözbirliği ederek Efendimiz'e karşı müşterek bir cephe oluşturdular. Benî Kureyza'da, önceleri müslümanlarla sözleşme akdetmiş olmasına rağmen, Hendek Vak'ası gibi en kritik, en sıkışık bir anda anlaşmayı bozup Kureyş cephesine iltihak etti ve bilfiil İslâmiyet'i içten çökertmek istediler.
Hasan İbrahim Hasan'ın da "İslâm Tarihi" adlı kitabında belirttiği gibi, yahudilerden üstüste gelen bu hıyânet darbelerine karşı Peygamberimiz; adalet, istikâmet ve yumuşaklıktan katiyyen ayrılmadı. Onların bunca ihânet ve İslâm'ı arkadan vurmaya çalışmalarına karşı, müslümanların ve müslümanlığın hukuku adına ancak yaptıkları cürümler ölçüsünde Cezalandırdı (H.İbrahim Hasan/İslam Tarihi C.I, Sh. 132).
Bir türlü dinme bilmeyen yahudi kin ve nefreti Hendek Vak'asından sonra da sürüp gitti. Bir taraftan. Peygamberimizin yiyeceği ete zehir katıyor, oturduğu yere yukarıdan taş atıyor ve ardarda komplolar hazırlıyor; diğer yandan da müslümanlığa karşı her çeşit İslâm düşmanını tahrik ediyor ve gizli açık harb vaziyetini almadan geri durmuyordu. Hele, Medine-i Münevvere'de fitne çıkarma arzu ve isteklerinin bir türlü ardı arkası kesilmiyordu. Bütün bunları nazar-ı itibâre alarak İslâm pâyitahtının emniyet ve güvenliği için Peygamberimiz onları Medine'den çıkarmaya karar verdi. Bu def'a da, Medine'den uzaklaştırılan bu yahudiler ve daha başkaları Hayber'i bir üs ve karargâh olarak kullanmak üzere orada toplanmaya başladılar. Şimdi durum daha da ciddiyet arzediyordu. Zira, Hayber yahudileri, bir yandan çeşitli ticâri ahlâksızlıklarla fakir arapları eziyor, diğer yandan da kâh Kureyş'le, kâh Romalılar'la işbirliği yaparak, mutlaka müslümanların hakkından gelmek ve İslâm nurunu söndürmek istiyorlardı. Bunların bir türlü bitip tükenme bilmeyen bu entrikaları karşısında peygamber efendimiz (sav) Hayber'i de İslâmî usüllerle idare etmeye karar verdi ve Ahzâb Vak'asından sonra orayı da fethederek Allah'ın âdil nizamıyla yahudileri hâkimiyeti altına aldı. Bu son fetihle, bir taraftan işleri, muameleleri, hile, entrika, yalan ve başkalarını aldatmadan ibaret olan yahudiler zabt-u rabt altına alınıyor, başkalarına zarar vermeleri önleniyor; diğer taraftan da müslümanların ve müslümanlığın geleceği emniyet altına alınıyordu.
Yahudiler, Peygamberimizden sonra, Râşit halifeler döneminde de hıyanet ve ihanetlerine devam ettiler. İrtidât hadiselerinde, kışkırtıcı rollerini oynadılar, müslümanlar iç meseleleriyle meşgul olurken Romalılar'ı tahrik ettiler,onlar ve Sasâniler hesabına casusluk şebekeleri kurarâk müslümanlığı çökertmekten bir lâhza geri durmadılar. En nihayet. Emîr-ül'müminin Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'a su-i kast'ta bulundular. Sonunda Hz. Ömer, müslümanlar ve müslümanlık için daima bir çıbanbaşı olan yahudilerin Peygamberimizin de bir işaretine binaen Arap yarımadasından çıkarılması hususunu ashâbla müzakere etti ve başka yerlerde kendilerine mal-mülk ve arazi verilmek üzere, payitahttan uzak yerlere yerleştirildiler.
Bilmem ki, yahudilerin o günkü müslümanlara yaptıkları, bugünkü devletlerden herhangi birine yapılsaydı başka bir muamelede mi bulunurlardı?..
6. Gassan hristiyanlanna karşı Peygamberimiz'in hareketi:
Efendimiz (s.a.v) hicretin 8. senesi, Şucâ bin Vehb'ül Esedi yi, Roma İmparatorunun yakını Gassân meliki Hâris'e göndermiş ve onu nezih bir üslupla İslâm'a dâvet etmişti. Devletlerarası, bir prensip olarak kabul edilen "Elçiye zeval yoktur" esasına rağmen Hâris, elçiyi öldürmüş ve Medine üzerine yürümek istediğini belirterek Roma İmparatorundan yardım istemişti. Bu maksatla büyük bir ordu teşekkül etmeye başlamıştı ki, Efendimiz tam vaktinde haberdâr oldu ve Zeyd b. Hârise kumandasındaki 3 bin kişilik bir orduyu gayet seri olarak Mu'te'ye gönderdi. Müslümanlar Mu'te'de, kendilerinden 20-30 kat daha fazla Roma destekli Gassânilerle karşılaştılar ve Hâlid'in usta mânevrâlan sayesinde az bir zâyiatla düşmanı durdurup Medine'ye döndüler.
Daha sonra, hem Roma cephesinde hem de Sasâni cephesinde İslâm'a karşı tavır daha da ciddileşti, muharrikler daha da arttı ama, Efendimiz'in hayât-ı seniyyelerinde değişik grup ve kesimlere karşı, büyük ölçüde müdâfaa harblerinin hülâsası bundan ibaretti. Denebilir ki, O, nurlu hayatlarında, harbin içine çekilmeden kat'iyyen kılıç kullanmadı. Aslında O peygamber olarak gönderilmişti. Allah'tan getirdiği âlem-şumul mesajları dünyanın dörtbir yanına ulaştıracak ve bütün insanlığa tebliğ edecekti. Bunu yapmamak elinden gelmezdi. Zira O, Hakk'ın elçisiydi ve insanlık da O'nun sunacağı bu mesajlar sayesinde Hakk'a, hakikata, saadete uyanacaktı. Cihan peygamberi, bu mutlak hayrı yerine getirirken, yukarıda bahsi geçen cephelerden engellemeler olacaktı; oldu da. Ama, Allah Resulü bunları birer birer aştı ve bir kısım aklı gözüne inmişlerce yadırganacak şeylerin de bulunmasına rağmen güzeller güzeli neticelere ulaştı ki, önemli olan da oydu.
Aslında cihan peygamberi, Kur'ân'ın elmas burhanlariyle gönülleri fethetmek, insanlığı dünya ve ukbâ saadetine uyarmak, şuraya-buraya dağılmış gönülleri Allah'a bağlayıp tevhide yöneltmek, insanoğluna insanlığını yeniden kazandırmak, insanlar arasında sarsılan denge ve yıkılan müsâvaatı ihya edip âlemşümul ilâhî adaleti bir kere daha te'sis etmek; ırz, namus, mal, can ve nesil emniyetini sağlam esaslara bağlamak için gönderilmişti. Bu büyük vazifeyi yaparken de akılları, kalbleri, ruhları muhatab alacak ve kat'iyyen zor kullanmayacaktı; öyle de yaptı. Evet O "Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten artık ayırd edilmiştir" (Bakara/256) ilâhi prensibine uyarak iknâ ve talim usulünü seçip "Sen, Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve mücadeleni yolların en güzeliyle sürdür" (Nahl/125) düsturunun ışığında kafa ve kalblere seslendi ve "De ki: Allah'a itaat edin; Peygamber'e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu biliniz ki, Peygamber'in sorumluluğu kendisine, sizin mükellefiyetiniz de size aiddir. Eğer O'na itaat ederseniz doğru yolu bulmuş olursunuz. Zaten Peygamber'e düşen de açık seçik duyurmaktır" (Nur/54) ayetinin irşâdıyla, Peygamber'in vazifesinin şe'ni rububiyetin gereğiyle karıştırılmaması lazım geldiğini bilip "Öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin. Onların üzerinde bir zorba değilsin "(Gâşiye/21-22) ilâhî ihtârını kendisine düstur-u hareket ve rehber kabul ederek "Biz onların dediklerini çok iyf biliriz. Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Şimdi sadece tehdidinden korkanlara Kur'ân'la öğüt ver." (Kâf/45) beyanının aydınlığında yoluna devam etti. Hem de bütün uygunsuz hareket ve davranışlara rağmen. Evet, o, senelerce yılmadan, usanmadan ve kendisine karşı yapılan kötülüklere mukabele etmeden temiz ruh ve temiz vicdanları aradı, insanlığını yitirmemiş kalblere seslendi; küfür ve ilhadla şahlanmamış dimağlarla diyaloga geçti ve en ağır şartlar altında dahi vazifesini yerine getirmeden geri durmadı.
Birgün gelip Hak nuru dörtbir yanı tutunca, karanlığa, zulme, haksızlığa alışmış ruhlar, iyiden iyiye rahatsız olmaya başladı ve ne pahasına olursa olsun İslâm nurunu söndürmek, müslümanların hakkından gelmek için cepheler teşkil ettiler. Ne var ki aı-tık, Allah'ın emri, Peygamber'in de vazifesi olan bu nurlu iş, müminler tarafından da benimsenmiş ve onların sevdası, mefkuresi haline gelmişti. Gayri neye mâl olursa olsun insanın câhilî düşüncelerden kurtarılmasına, hurâfelerin yıkılmasına, yalancı ma'butların ma'bed ve sinelerden atılmasına, zayıf ve mazlumların himaye edilmesine, her türlü zulüm ve taşkınlığın önlenmesine, din ve itikad hürriyetinin yerleştirilmesine, İslâm nurunun emniyet ve güven içinde neşredilmesine, insanlar arasında adalet, müsâvaat ve kardeşlik düşüncesinin gelişmesine kendini adamış bu insanların, İslâm'ın bu nurlu yolundan geriye dönmeleri düşünülemezdi ve dönmediler de.
Bundan böyle, Hak nurunun, cihadı aydınlatmasına engel olanların bertaraf edilmesi, İslâm'a tecavüzde bulunanların karşılık görmesi, onun nurunu söndürmek isteyenlerin cezalandırılması, cihan sulh ve salâhı adına zaruret halini almıştı ve bu, katiyyen İslâm'ın kılıçla yayıldığı manasına gelmemeliydi.
Bir kere İslâm, dünden bugüne hakim olduğu yerlerin pekçoğuna askersiz ve muharebesiz girmişti. Peygamber efendimiz döneminde araplar arasında böyle yayıldığı gibi, daha sonra Afrika ve cenubî Asya'da da böyle intişar etmişti. Hatta denebilir ki; ilk müslümanlar müslümanlığı şuraya-buraya götürmekten daha ziyâde, dünyanın dörtbir yanındaki insanların kalblerini fethedip onları müslümanlığın yanına getirip onlarla bütünleştiler. Evet, bir kısım küçük istisnalar bertaraf edilecek olursa, müslümanlar, sadece ve sadece dünya muvazenesi, mazlum ve mağdurların himayesi ve İslâm nurunun intişarının engellenmesi karşısında sert davrandı; zâlimi, gaddarı, nur düşmanını te'dib ettiler; ama kat'iyyen adalet ve istikametten ayrılmadılar.
Evet, harb ederken, cezalandırırken hatta müstehak birini öldürürken dahi hak ve istikametten ayrılmayan bir toplum varsa o da İslâm toplumudur. İşte ilk halifeden günümüze kadar tatbik edilegelen önemli düsturlardan sadece bir kaçı:
1 . Hıyânet etmeyin ve yağmacılık yapmayın.
2. Düşmanlarınız dahi olsa gadirde bulunmayın ve işkence etmeyin.
3. Zinhâr küçük çocuklara ilişmeyin.
4 . Yaşlılara ve kadınlara dokunmayın.
5 . Hurma ağaçlarını kesmeyin, bağ ve bahçeleri yakıp harâb etmeyin.
6 . Koyun, sığır ve develeri öldürmeyin.
7. İbadethanelere çekilmiş ve kendilerini ibadete vermiş kimselere dokunmayın (EI-Kâmil C.III, Sh. 227; Taberî C.III,Sh 226).
Sadece bir kısmını ifadeye çalıştığımız bu cihâd disiplinleriyle dahi, ilk müslümanların modern dünyayı çok gerilerde bırakmış oldukları görülecektir.
Evet, İslâmiyet, düşmanlara dahi işkenceyi,ateşle azâbı, onların bağ ve bahçelerini yakmayı yasaklamış; ilân-ı harb etmeden evvel, düşman cepheye, harbedeceğini iletmeyi esas kabul etmiş ve harbe hazırlanırken de, dîne davet ve hakikatı duyurmadan taarruza geçmeyi tasvîb etmemiştir. Harekete geçerken de, sırf Allah'ın yüce adını dörtbir yana duyurmak için hareket edilmesi lâzım geldiği hususu üzerinde ısrarla durmuştur. Onların bu hasbilik ve samimiyetleri, Allah için oturup Allah için kalkmaları, Allah için işleyip Allah için başlamaları sayesindedir ki, fethedilen yerlerde çarçabuk emniyet ve güven telkin ettiler ve arkasından da kitleler halinde İslâmiyet'e iltihaklar başladı. Zaten olmasaydı, çölden gelen bir avuç insanın, dünyanın üç kıtasında hakimiyet tesis edip, onu asırlarca devam ettirmesini izah etmek mümkün olmayacaktı. Tarihde silah zoru ve asker gücüyle kurulmuş pekçok imparatorluklar vardır ki, kurucuları ile beraber yıkılıp gitmişlerdir de geriye izleri bile kalmamıştır. İslâm, bunca haricî taarruz ve tahribe rağmen bin küsür seneden beri dünyanın pekçok yerlerinde hâlâ ağırlığını hissettiriyorsa, bunun sırrı onun ruhundaki sulhu salâh, emniyet ve güven ve âlem-şümul merhamettir.
Hâsılı; İslâm'da silâh ve kuvvet esas değil, o bir tâbi, Kur'ân hikmetinin bekçisi ve İslâm nurunun da muhafızıdır O, Hakk'ı kuvvette gören, cismanî yaşayışı gâye bilen, zulüm ve gadirden lezzet alan ve kendilerini yarı ilâh gören şartlanmış düşünce, kapalı gönüllere karşı, Hakk'ın ihyası, düşünce hürriyetinin ikâmesi, mazlum ve mağdur ahlarının dindirilmesi, zayıf ve güçsüzlere melce' ve dayanak olması yolunda kullanılmış; herkese seçme ve inanma imkânını hazırlamıştır ki, bu da, herkesin, temiz vicdanlarla, salim düşüncelerle, akıl, mantık ve tabiatla içli-dışlı olan İslâm'ı kabullenip benimsenmesine yetmiş artmıştır.
Evet, o, ruhun aradığı, düşüncenin fıtrî ve tabiî bulduğu, muhâkeme ve mantığın teslim-i silâh ettiği bir sistemdi. Silâh ise, güç ve kuvveti herşey sayan beden insanına karşı, bir güzellikler meşheri olan İslâm'ın görülmesine mâni perdeleri parçalıyor; onun güzel iklimine giden yollardaki hakikate baş kaldırmış ifritleri bertaraf ediyor; masum, mağdur ve hakikatı arayan ruhlara, üzerinden geçip ebedi mutluluğa erecekleri köprüleri gösteriyordu.
Aslında dünden bugüne, bütün İslâm düşmanları, kendi zulüm ve gadirlerini, kendi çapulculuk ve hunharlıklarını perdelemek ve dikkatleri başka tarafa çekmek için bir lahza olsun, müslümanlığı ve müslümanları karalamadan geriye durmamışlardır.
Zulmü Firavun yapmış ,silâh ve askeri o kullanmış, milletini "aton"a ibadete zorlamak için başka mabutlara karşı harb ilân etmiş ve başka bütün mabetleri kapamıştı. Budizm "azoka"nın gayret, baskı ve zorlamaları ile Seylan ve cenubî Asya'ya ulaşabilmişti. Mazdeizm, "Kobat"ın akıttığı kan seylaplarıyla yürüyen bir gemiydi ve kendiyle beraber de tarihe gömüldü. Hristiyanlık milâdın 313. senesinden itibaren, Konstantin'in akla-hayâle gelmedik hileleri, zulmü ve istibdatıyla zorla herkese kabul ettirildi. Şarlman Saksonlarla tam 33 sene savaşarak, onları bitap hâle getirip Hristiyanlığa girmeye mecbur etti. Mısır, dünyalar kadar kan döküldükten sonra hristiyanlaştırılabilmiştir. Rusya, Danimarka karşısında, kandan-irinden göller içinde boğulmamak için kerhen Mesihiyyet'e girdi.
Zaten Ehl-i Salîb'in bir hiç uğruna asırlarca İslâm dünyasına çektirdikleri hertürlü tarif ve tavsîfin üzerlerindedir. Bunlar sözde, Hristiyanlık uğruna, geçtikleri yerleri yakıp yıkıyor; kadın, çoluk-çocuk demeden insanları kesiyor; mezarları, mabetleri soyuyor; mescidleri, zaviyeleri hayvan ahırları haline getiriyorlardı ki, kendi kitaplan ve günümüzde her tarafta teşhir ettikleri antik-islâm eserleri bunun en canlı şahidleridir.
Hele İsrail, hele İsrail!.. Bugün olsun onun işlediği bunca fezaât ve şenaatleri görmeyen veya görmemezlikten gelen Batılı yazarlar ve onların İslâm dünyasındaki şuursuz mukallitleri bu mevzuda ne derece objektif olabilirler ki onlara ve dediklerine itimat edilebilsin.
Arzettiğimiz hususlar, müceızed iddialar değil; bilhassa son zamanlarda Thomas Arnold ve Toynbee gibi insaflı yazarların yüzlercesinin yazıp üzerinde durdukları müdellel gerçeklerdir. Bunlar, İslâm'ın, girdiği yerlerde kan dökülmediği, kuvvet ve cebir kullanılmadığını ısrarla ifade etmektedirler.
Bu cümleden olarak birkaç vak'ayı hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz:
l. Müslümanlar Şam'ı aldıklarında, halkın büyük bir kısmı hemen müslüman oldu. Diğerleri de önce müslümanların zimmetini kabul edip bir süre öyle kaldıktan sonra, peyderpey kendi irade ve ihtiyarlarıyla Müslümanlığı seçtiler. Hatta bir aralık, Şam'ın yeniden Romalılar'ın eline geçmesi endişesi belirince, hristiyan ahâli mabedlere dolup, müslümanların zaferi için dualar ettiler.
2. Başta Mısır olmak üzere, Romalılaı'ın girdiği her Afrika ülkesinin, İslâm hâkim olacağı güne kadar hristiyan idarecilerin elinde inim inim inlediğini "İslâm'a davet" kitabında Thomas Arnold yazıyor. Müslümanlık'la yeniden insanlığa uyanan Mısır halkı, birbaştan birbaşa Afrika'nın fethinde önemli bir merkez, daha sonraki dönemlerde de ilim ve kültür hareketlerinin beşiği haline gelmişti.
3. İspanya halkının İslâm'a karşı hâhiş izhâr etmesi ve asır İslâm'ın önemli bir ilim ve kültür merkezi haline gelmesi, çok dostlarla beraber bir kısım düşmanların da, düşünce ve sözbirliği ettiği bir gerçektir. Daha sonra Batılılar'ın, insana, insanlığa, ilim ve kültüre karşı edip-eylediklerini ifade etmeye terbiyemiz müsaid değil.
4. İstanbul, Balkanlar ve Şarkî Avrupa'nın Osm-anlılar tarafından fethedilmesi, tamamen insaf, istikamet, adalet ve merhamet çerçevesi içinde cereyan etmiş ve mağlup ülkelerin irade ve ihtiyarlarıyla İslâm'ı benimsemesine vesile olmuştur.
5. Maverâünnehir halkı ve daha sonraları Selçuklular'ın kendi rıza ve kendi istekleriyle İslâmiyet'i seçtikleri, asırlarca İslâm'ın bayraktarlığı vazifesini yüklendikleri ve bunu İslâm nurunun aydınlığında geliştirdikleri hemen herkesin üzerinde ittifak ettiği gerçeklerdendir.
6. Zaten, Uganda, Somali, Sumatra, Cawa ve Filipinler'e İslâm, sofî ve dervişler vasıtasıyla girdi. Bu sevimli mürşitlerin sevimli davranışlarıyla, girdiği heryerde hüsn-ü kabul gördü, yaşandı ve kitleler tarafından benimsendi. Bunun böyle olduğunu T.CarIayl, Gustav Le Bon, Thomas Arnold Toynbee gibi münsif yazarlar da kabul etmektedirler.
Başlangıçtan bugüne kadar, İslâm hakimiyeti altına giren hemen her yerde, müslümanlar siyânet melekleri gibi tanınıp kabul edildi ve hiçbir zaman zimmîlerden bir şikâyet olmadı; bu uzun sükûnet ve itmi'nân hâli, Batılılar'ın İslâm bünyesindeki zimmîleri tahrik edip dünyanın dörtbir yanında peşipeşine hadiseler çıkaracakları güne kadar da devam etti. Vâkıa, Batılılar'ın oyununa gelip tahrik olan bu milletler, daha sonraları ettiklerine nâdim olup ağladılar; ağladılar ama; artık iş işten geçmişti.
Evet, İslâmiyet cihan sulhu prensipleriyle gelmiş, akla, ruha, vicdana beraber seslenmiş ve hasımlarına iknâ ile galebe çalmış eşi olmayan tek sistemdir. Bu sistemin temsilcileri olan müslümanlar, cân-ı gönülden bağlı oldukları Kur'ân ve Sünnetin aydınlık ikliminde, kâinata "mehd-i uhuvvet" nazanyla baktı ve bir ölçüde herkesle diyaloğa girme yollarını araştırdılar. Kur'ân onlara "Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilikde bulunmayı ve âdil davranmayı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever" (Mümtehine/8) diyerek mürüvvet ve insanlığın esas olduğunu ihtar ediyor ve müminlere hedeflerin en yükseğini gösteriyordu. Hatta denebilir ki, kime karşı olursa olsun, o daima iyiliği ve güzelliği yeğliyordu. "Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Zira anası onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (Bunun için) önce bana, sonra da anne-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır. Eğer onlar seni hakkında bilgin olmayan birşeyi bana ortak koşmak için zorlarlarsa, onlara itaat etme. (Bununla beraber dünyada onlarla iyi geçin...) (Lokman/14-15) fermanıyla, müslüman evlâda, müşrik anne ve babasına karşı insanca davranmayı tavsiye ediyor, "İçlerinden zulmedenleri bir yana kitap ehliyle en güzel tarzda (münazara ve) mücadele edin" (Ankebut/46) beyân-ı sübhânisiyle de ehl-i kitaba hak ve hakikatın anlatılmasın da yolların en yumuşağını gösteriyordu.
Bu itibarladır ki, Peygamberimiz hayat-ı seniyyelerinde, İslâm'a sığınan hemen herkese iyi davranmış, onlara ikramda bulunmuş ve zimmetimizi kabul edenleri, hukukta müslümanlarla bir tutınuş ve her fırsatta, âlemlere rahmet olduğunu onlara da hissettirmiştir. Dâvet ettiklerinde davetlerine icabet etmiş, cenazelerine saygı göstermiş ve hastalarını ziyarette bulunmuştur. Ehl-i Kitap'tan borç para almış, onlara rehin vermiş, onlarla ticaret yapmış ve müslümanların vesâyâsı altında bulunanları gül gibi aziz tutmuştur. "Zimmîye eziyet eden benden değildir" (Ebu Dâvud) buyurarak zimmî hukukunu en ulaşılmaz seviyede ele almış ve "ahd-u zimmetimizde bulunan birisini öldüren Cennet'in kokusunu duyamaz" (Buharî-Ahmed b. Hanbel) ferman ederek hayatını müslümanların içinde geçiren zimmîlere yapılan eziyetin Cennet'ten mahrumiyete sebebiyet vereceği tenbinde bulunmuş; ne evvel ne de âhir hiçbir hukukî sistemin, hiçbir hümanist düşüncenin ulaşamadığı ve ulaşamayacağı en yüksek insanî değerler zirvesini göstermiştir.
Onun aydınlık döneminde, herşey böyle seviyeler üstü cereyan ettiği gibi, pek az talihsiz devirlerin istisnasıyla günümüze kadar gelen müslüman idareciler de ondan tevarüs ettikleri İslâm emanetinin korunması hususunda aynı hassasiyeti göstermişlerdir.
Allah'ın rıza ve rıdvanı üzerlerine olsun.
.
Kur’ân-ı Kerim'in 23 senede inmesinin hikmeti nedir?
Kur’ân-ı Kerim'in 23 senede inmesinin hikmeti nedir?
Kur'ân-ı Kerim 23 yılda inmeseydi de, bir anda inseydi, o zaman da "Niçin Kur'ân-ı Kerim birden bire indi de, ceste ceste inmedi?" derlerdi...
Bu gibi meselelerde esas, teslimiyet ve Hakk'ın takdirini yerinde bulma olmalıdır. Yoksa, her meselede sorular sorulmaya başlar: "Öğlen namazı niçin on rekâttır? Cuma namazı neden cuma günü; zekât neden kırkda bir de, kırkbirde bir değil? ilh... " soruların arkası kesilmez gider. Onun için bunların bir ubûdiyet sırrı olduğunu bilmemiz lâzımdır. Zâtî olarak namazın bir kısım hikmetleri olabilir. Evet, ferdin günde beş defa, Mevlâsının huzuruna gelmesinin, elbette bir takım maslahatları ve faideleri vardır. Ama, rekâtların adetlerine gelince, vitir üç rekât, akşamın farzı üç rekât, ikindinin dört rekâttır. Ve bu sayılar Allah tarafından vaz edilmiştir. Eğer bize denilseydi ki: "Günde beş defa ibâdetle mükellefsiniz, fakat ibâdet şekillerini siz tesbit ediniz. " Biz rekât sayıları üzerinde çeşitli fikirler yürütebilirdik... Ve tabii günlük işlerimize, yaşayış şartlarımıza göre bir program düşünürdük. Adedi tayin keyfiyetinde aklın yolu başka, vahyin yolu başka... Vahiyde senin maneviyâtın, ledüniyatın hesabına ayrı bir kalem oynamakta, ayrı bir hikmet nescedilmektedir. Binâenâleyh burada namazın hikmetleri araştırılır, rekât sayılarınınki değil...
Kur'ân-ı Keıim'in 23 senede nüzulünde de, bu türlü hikmetleri vardır. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'in nâzil olduğu dönem, beşerin kemâle yüz tuttuğu bir dönemdir. Onun için en kâmil ve en mütekâmil Nebi gelmişti. Evet, yeryüzüne, Allah'ın matmah-ı nazarı, kâinatın , yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Hz.Muhammed (sav) gelmişti. Onun cemaatinin yapacağı şey, o gün. için en müterâkki, en mütekâmil olma, tekâmülün merdivenlerini son basamağına kadar katetme, medenî milletlere muallimlik yapma işi idi. Halbuki o güne kadar onların iktisab ettikleri kötü ahlâk ve fena huylar ruh ve damarlarına öylesine işlemişti ki, bunları teker teker söküp atmak; ayrıca yerlerine ahlâk-ı âliyeyi getirip vaz'etmek, fıtratlarına güzel huyları yerleştirmek, ayrı ayrı işlerdi. Kur'ân bir anda bütün emirleri ile birden gelip onların karşılarına dikilseydi, altından kalkamazlardı. Aslında, böyle bir durum, insanlığın, tekemmülünde tâkib ettiği seyre de aykırı olurdu.
Günümüzden misâl verecek olursak; bir kısım sigara, içki mübtelası veya sokaklarda gezme hastası, yahut kahvede oturma alışkanlığı olan kimseler düşünelim. Bunların başlarını kesseniz ve "Arkadaş kahveye gidersen öleceksin" deseniz,o yine bir takım bahaneler ileri sürerek gidecektir. Eğer bir gün kahveye gitmeyip evde kalsa, evinde bir köşeye oturacak, üf-üf edecek ve fırsat bulunca da kahvenin yolunu tutacaktır. Çünkü alışageldiği hayat şekli değişmiştir. Halbuki o, lüzumlu olmayan basit bir adetini terketmiştir.
Şimdi bir de, sigara tiryakisini ele alalım; nikotik olmuş bir adama diyorsunuz ki: "Vücuduna zararlı olan bu sigarayı terkef. Çünkü senin sigara içmen tedrici bir intihardır. Sanki elindeki hançeri birdenbire değil de, yavaş yavaş sinene saplıyor ve âheste âheste intiharı tamamlamış oluyorsun. " Hatta bunu bir hekime anlattırsanız, yâni doktor dese ki: "Sigarada, hiçbir fayda olmadığı gibi, şöyle şöyle, zararları da var. " bu adam sigarayı terketmek için bir hayli tereddüt geçirecektir. Bırakın onu, bildiği halde doktorun kendisi de vazgeçmiyor ya...
Bir de alkolik kimseyi ele alınız; adam mest olmuş, sireti değişmiş, iç alemi başkalaşmış. O kadar ki, bir adım daha atsa kendinden aşağı tabakadaki mahlûklara benzeyecek. Şimdi bu kimseye birden: "İçkiyi bırak" demek; “fıtratını değiştir” demek gibi olacaktır.
Böylesine, insanların dem ve damarlarına işlemiş âdetleri, ahlâk-ı seyyieyi binlerceye çıkarınız ve sonra Kur'ân'ın inişindeki tedriciliği düşününüz...
Evet dikenleri kesip evvela çapa yapıyor, kötü şeyleri tahliye edip temizliyor. Sonra tezyin ediyor. Yani kötü huyları onların ruhlarından çıkararak, âli huyları getirip yerleştiriyor ve kısa denecek bir zamanda binlerce iş yapıyor. Buna göre biz, Kur'ân-ı Kerim'in 23 senede nüzulünü çok sür'atli buluyoruz. Nur mürşidin dediği gibi: "Acaba şu asrın filozofları Ceziret'üI-Arab'a gitseler, çalışsalar, o zamana nisbeten, o zâtın bir senede yaptığının yüzde birini yüz senede yapabilirler mi?" İşte, hodri meydan! İçkiden binlerce yuvanın yıkıldığı meydandadır. Yeşilay Cemiyeti her sene konferanslar vermektedir. Bu işi genişleterek orta, lise mekteblerine kadar götürmektedir. Buna karşılık acaba kaç kişi içkiyi terketmektedir. Buyurun üniversite, bütün profesörleriyle seferber olsun, bir sene çalışsınlar acaba yirmi adama içkiyi terkettirebilecekler mi? Şayet başarabilirlerse, bunu onlar hesabına çok büyük muvaffakiyet sayacak ve Efendimiz'in (S.A.V) icraatının yanına altın yazılarla yazıp asıvereceğiz... Heyhat, o bir kere olmuştu! Dost-düşman, o sûrette ikincisini muhal görüyor.
Evet, 23 sene çok seridir; bu yüzden de, Kur'ân'ın yaptıkları mucizedir. Beşer, Efendimiz'in (S.A.V) 23 senede kat ettiği mesafeyi binlerce senede kat'edememiş; kat'edemez de...
Kur'ân-ı Kerim bir taraftan böyle kötü huyların binlercesinin kaldırılmasını hedef almış, diğer taraftan da kaldırılan bu kötü huyların yerini ahlâk-ı âliyey-i' Kur'âniye ile donatmak, tezyin etmek vazifesini hedeflemiş ve bütün bunları kimseyi örselemeden, törpülemeden, ürkütmeden, ruhlarını rencide etmeden onlara kabul ettirmiş... Ortaya attığı bir çok meseleyi o kadar çeşitli safhalardan geçirip tatbikat sahasına getirmişdir ki; bugün onların birkaçının pratik hayata hâkim olması için dahi bilmem ne kadar 23 seneye ihtiyaç duyulmaktadır.
Bu 23 sene, süreye ihtiyaç duyulan bir kısım emir ve yasakların, o günün insanının kabullenip benimsemesi için gerekli olan bir zamandı ve belli şeylerin tedricen kaldırılması, belli şeylerin de vaz'edilmesi için bu süreye ihtiyaç vardı. Meselâ, bu süre zarfında üç dört devrede içki yasaklanmış, iki devrede kız çocuklarının diri diri gömülmesi kaldırılmış; darma dağınık kabile hayatı, bir iki hamlede halledilmiş ve kabileler arasında vahdet temin edilerek kitleler içtimaî şuura yükseltilmiş, böylece kendilerine bir cemiyet teşkil etme liyâkati kazandırılmıştır ki, bütün kötü huyların atılması, onların yerlerine ahlâk-ı âliyenin getirilip ikâme edilmesi gibi çok çetin icraatlarla mümkün olabilmiştir. Bundan dolayı da daha uzun zamana ve mehile ihtiyaç hasıl olmuştur.
Ayrıca görüyoruz ki, bizim hayatımızda, şu sene şartlar şöyle gitti, binâenaleyh şöyle bir içtimâî denge ve düzen iktiza ediyor. Buna göre gelecek sene şartların değişeceği hesap edilerek, plân elâstikiyeti ona göre ayarlanıyor; daha sonraki senelerin şartlarına göre, teferruattaki değişmelerin dizaynı yapılıyor: derken zamanın akıcılığı ve eşyanın tabiatına uygunluk aranarak yaptığımız şeylerin sürekliliğini temine çalışıyoruz. Bunun gibi saadet devrinde de, müslümanlar tıpkı bir ağaç gibi büyüyor âheste âheste yeni şartlara adapte oluyor ve fıtrî olarak gelişiyorlardı. Müslümanlığa hergün iltihâklar, ısınmalar oluyor, hergün yeni yeni fikirler, şuurlar kazanılıyor; onlara alıştırmalar yapılıyor ve derken ferdler, içtimaî ferdler haline geliyordu. Bunlar yavaş yavaş oluyordu ama; bütün olmalar âhenk içinde birbirini takip ediyordu. İşte, bu seyr içindeki çeşitli safhalar, ebedlere kadar devam edecek olan İslâm hakikatının mikro planda, zaman buuduna ait bütün hususiyetlerini aksettiren bir ayna oluyordu...
Bu, 23 senede değil de, birden bire yapılmak istenseydi, bir ölçüde o bedevî cemiyet bu işe dayanamıyacak ve ölecekti. Bunu, şuna benzetebiliriz. Meselâ: bir insan güneşe maruz kaldığı zaman, cildinde değişmeler olur. Soğuk memleketlere götürüldüğü zaman da bu defa ona göre bir takım küçük küçük değişmeler meydana gelir, ama katiyyen 20 mutasyon ağırlığında ciddi bir değişiklik birden olamaz. Olsa, bu türlü seri fizikî değişmelerde canlı öldüğü gibi, bunda da öyle olur. Bu tıpkı (bir) atmosfer basınç altında duran birinin birden bire 20 bin fitlik bir irtifaya çıkması gibi birşey olur ki, insan orada hemen ölüverir. O noktaya uçaklar dahi çıkarken, oksijen maskeleri ve sâire ile sizi ihtiyatla çıkarıyorlar.
İşte böyle birden 20 bin fit irtifaa yükselmek nasıl öldürüyor; öyle de hayat anlayışı, aile anlayışı, ferd anlayışı sıfır derecede olan bir cemiyete, birden bire, Kur'ân inip aynı günde hemen: "İşte ahkâm tatbik edin. Bu kitaptaki hükümlerin hepsini eksiksiz yaşayın. " diye karşılarına çıksaydı, o cemiyetten hiç kimse bunu kabul etmezdi. Çünkü bu, birden bire cemiyetin 20 bin fite yükselmesi demekdi ki o cemiyet buna dayanamıyacaktı. Öyleyse Kur'ân-ı Kerim'in, ahkâmını insanlara 23 senede getirmesi, ceste ceste, peyderpey telkin etmesi, insan fıtratına riayetin iktizasıdır ve tabiat-ı beşere de en uygun olanıdır.
İnsanı kâinattan ayıramıyacağımıza göre, onu kâinatın içindeki hadiselerin seyrine göre ele alma mecburiyetinde olduğumuzu ve onu kâinattaki gelişmelerin dışında mütalaa edemiyeceğimizi, kabullenme mecburiyetindeyiz. Kâinatta nasıl ki, tedrici gelişme oluyor ve kanunlar o istika mette hareket ediyor,insanın tekamül ve terakkisi de, aynı şekilde olacaktır. O terakkinin zenbereği, esası ve prensibler mecmuası olan Kur'ân-ı Kerim de, işte bu esasa binaen 23 senede nâzil olmuştur.
Allah'ın hikmeti bu süreyi 23 yapmış... Bu 24 de olabilirdi, 25 de. Nebiler Sultanının (s.a.v) mukaddes hayatları 63 yıl olacakmış. 23 sene sonra hayatına, nübüvvetten hatime verilecekmiş, vahiy de sona erecekmiş. Ama 64 sene olurdu, vahiy de 24 seneye çıkardı. Biz de onu, aynı hikmet çerçevesi içinde kabul ederdik...
Gerçeği yalnız Allah bilir.
.
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri çok rahatsız, baygın olduğu bir anında mânevi âlemde birisinin kendisini düşmanlardan koruduğunu, sonra da "Ben Yasin Suresiyim" dediğini, kendisine gelince de başında Yasin Suresinin okunduğunu söylüyor. Böylece her surenin..
Şahs-ı Manevi
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri çok rahatsız, baygın olduğu bir anında mânevi âlemde birisinin kendisini düşmanlardan koruduğunu, sonra da "Ben Yasin Suresiyim" dediğini, kendisine gelince de başında Yasin Suresinin okunduğunu söylüyor. Böylece her surenin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğu iddıa ediliyor. Şimdi, bazı müslümanların, devamlı okudukları virdler ve tefsirler için de aynı şeyleri söyleyebilir miyiz? Söylenebilir mi? Yoksa bütün bunlar bir his yanılması mı?
Muhyiddin İbn-i Arabî gibi hakikâtbîn bir göz, eğer bir şey gördüğünü söylüyorsa bu doğrudur, muhakkakdır. Bizlerin hilâf-ı vâki beyanda bulunması ihtimâl dâhilinde olsa bile, Allah'a bu denli merbut bulunan ruh insanları için bunu düşünmek mümkün değildir. Evet, bizim gibi zayıf ve hakikata pamuk ipliğiyle bağlı kimselerden ara-sıra hilaf-ı vâki beyanlar sudûr edebilir. Fakat, Muhyiddin İbn-i Arabî gibi dâima Rabbin azametini, mehabetini üstünde hisseden ve her zaman kesret cehennemlerinin dehşetini ruhunda duyan, vahdet cennetlerinin büyüleyici güzellikleri karşısında mest-u mahmur dolaşan birisinin,Hak'tan hakikâttan ayrılıp hilâf-ı vaki beyanlarda bulunması, muhaldir. Binaenaleyh, ne demişlerse doğrudur. Ancak, söyledikleri sözler içinde, Kur'ân ve hadisin müteşabihatı olduğu gibi, yani, bizler tarafından asıl maksadının anlaşılması imkânsız veya çok zor bir kısım beyanlar bulunduğu gibi, mânâsını hiç anlayamadığımız ifadeler de bulunmaktadır. Meselâ, Kur'ân-ı Kerim "Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir" (Fetih 24) buyuruyor. Şimdi bu kelimeleri hakikatına hamletmek -haşa- Allah'a bizim ellerimiz gibi el isnat etme ma'nasına geleceğinden, selef: “Allah” a el, yüz, ayak gibi isnat edilen kelimeler hem Kur'ân'da, hem de sünnette vardır ama; bunların, hakikatlarını sadece Allah bilir"demişler... Sonradan gelen ülemâ (halef) ise, tecsim, teşbih gibi meselelere kapı açar endişesiyle bu kelimeleri uygun şekilde te'vil etmişlerdir. Meselâ, "yed"i kudretle, "vech"i de zâtla tevil etmişlerdir.
Sonraki ûlemanın bu mevzuda gösterdikleri endişe ve hassasiyet yerindeydi. Zirâ, müslümanlar sahabe dönemindeki gibi artık saf değillerdi. Az dahi olsa, teşbihci ve tecsimci felsefeyle tanışmış ve yara almışlardı. Bu kelimelerin olduğu gibi bırakılmasında, su-i niyetli kimselere, su-i istimâl kapısı açılabilirdi. Bu itibarla onları, "muhkemat"la tesbit edilen hakikatlara irca etmekde zaruret vardı. Vakıa, bugün dahi, Kur'an'ın bu türlü müteşâbihi, ya ilm-i ilâhîye havale edilir, veya halefin yaptığı gibi tefsire tabi tutulur.
Kur'ânda bu türlü, anlaşılmayan veya te'vil isteyen kelime ve cümleler olduğu gibi, Efendimiz'in (sav) beyanında da müteşâbihât görüyoruz. Meselâ Tirmizi'nin rivayet ettiği bir hadiste buyuruyorlar ki: "Allah elini benim göğsüme koydu ve bana dedi ki: `Yâ Muhammed, Mele-i Âlâ'nın sâkinleri neyin mütalaa ve müzakeresini yapıyorlar?...' O esnada ben O'nun elinin soğukluğunu göğsümün üzerinde hissettim..." Bu da bir müteşâbihdir ve halefe göre, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetiyle rezonans olma, bâtınî hakikatlara tam uyanma; göklerin sırlarına, eşyânın hakikatına vakıf olma şeklinde te'vil edilir ki, hadisin sonu da bunu te'yid eder mahiyettedir.
Bu hadisde olduğu gibi, daha pek çok yerde, Efendimiz'in (sav) beyanları içinde, düz mânâ ile işin içinden çıkamıyacağımız bir hayli müteşâbih göstermek mümkündür. Ancak asıl mevzumuz bu olmadığı için, bu kadarıyla yetinmek istiyoruz...
Muhyiddin İbn-i Arabi gibi zevatin da sözlerinde müteşâbihât vardır. Yâsin Sûre-i Celilesi'nin temessül edip başında durması, olduğu gibi de kabul edilebilir, müteşâbih de sayılabilir.
Temessül ve misâlî levhalar, Muhyiddin İbn-i Arabî hazretleri gibi, İmam-ı Rabbanî hazretleri ve "Hüccetullahülbaliğa" sahibi Şah Veliyullah Dehlevî hazretleri tarafından kabul görüp sık sık başvurulan bir mevzu ve bir gerçektir. Temessül, Kur'ân-ı Kerîm'de:
" Melek Meryem validemizin yanına gelince müstâkim, görkemli bir erkek suretinden temessül etti" (Meryem -17) ayetiyle ele alınır ve anlatılır. Melek, Allah'ın nurdan yarattığı bir varlıktır. Kendi şeklinde göründüğü, görünebildiği gibi başka şekillerde de görünebilir. Onun, asıl şeklinin dışındaki bütün görünme şekillerine "temessül "diyoruz. Yani belli bir hâle ait, belli bir zâtın belli bir keyfiyetini veya Cenab-ı Hakk'ın icraatına ait herhangi bir şeyi temsil ediyor demektir. Meselâ, yerinde Efendimiz (S.A.V)'e vahyi getirmeye has bir keyfiyetle geliyor ve o vazifede bir hakikatı temsil ediyor. Yerinde bir muharibi temsil ediyor. Meselâ, Ahzab vak'asından sonra Efendimiz (S.A.V) Beni Kurayza'ya gideceği zaman, Cebrail (A.S) bir muharip kıyafetinde gelmişti. Üstü başı toz toprak içindeydi. Bu vak'a münasebetiyle Ayşe validemiz diyor ki, sütreyi sıyırdım; Efendimizın (S.A.V) yanında birisi vardı ve Efendimiz'le (S.A.V) konuşuyordu. Diyordu ki: "Ya Muhammed, siz zırhlarınızı, mihverlerinizi çıkardınız mı? Biz melekler tayfası henüz çıkarmadık. Namaz falan yerde kılınacak... " Bir başka sefer, Dıhye sûretinde gelmiş ve Efendimiz (S.A.V)'e vahyi getirmişti... Bunun gibi; melek hangi vazife ile Efendimiz (S.A.V)'in huzuruna gelirse o vazifenin keyfiyetine göre temessül ederdi. Şayet, başkalarının başına ateş saçacaksa, ona göre bir keyfiyet ve bir şekil alırdı...
Melekler, Allah'ın emri ve izniyle başka başka şekil ve suretler aldıkları gibi, ruhâniler, cinler, şeytanlar; eşyanın ruhundaki kanunlar, mânâlar.. Kur'ânlar, dualar, tesbihler hepsi Allah'ın izniyle temessül edebilir. İnsanın rüyalarına akseden şeylerin bütünü, bu temessülattan ibarettir.
Meselâ siz rüyanızda bir elma görürsünüz. Bu elma âlem-i mânâ ve âlem-i misalde bir hakikatı temsil eder. Elma, tatlı söze de delâlet eder. Meselâ, elma gören bir insan, yarın tatlı söz konuşacak ve birinin gönlünü alacak demektir...
Ancak, Kur'ân ve Sünnet ışığı altında, mülhem gönüllerin bu türlü şeylerden bahsetmelerinde bir mahzur olmasa bile, hakikata kapalı ruhların böyle şeylerden bahsetmeleri, katiyyen doğru değildir. Bunu bir vak'a ile te'yid etmek istiyorum. Geçende bir arkadaş: "Falanın evine, falan büyük zat uçarak gelmiş, evden içeriye girmiş, Ve sonra da çıkıp gitmiş.. " dedi. Tabii böyle güzel görünümlü bir rüyadan herkes memnun, rüyayı gören de, rüyanın, içinde cereyan ettiği ev halkı da... Çünkü başlarına devlet kuşu konmuş gibi bir iltifat sanıyorlardı bu rüyayı. Derken orada bulunan bir zat ürperdi ve dedi ki.: "O, cenazeye delalet eder. Bu daire içinde mühim zatlardan birisi ölecek demektir. " Aradan az bir zaman geçmişdi ki, gelip dediler. "Arkadaşlarımızdan falan kıymetli zât, hiç beklenmedik bir anda, zâhiri esbab açısından yanlış bir iğne ile birdenbire vefât etti... " Demek ki, misâl alemine ait, tabloların umumî güzelliklerinin yanında belki ondan da evvel, sembollerin ne mânâya geldiğini anlamak ve ona göre çözmek icabedecek...
Kur'ân, dua ve münacatlar da böyle değişik şekillerde temessül edebilir. Bazan bir dua, Kur'ân'dan bir sûre, sahabiden Üseyd bin Hudayr'a olduğu gibi, bir bulut, bir buğu şeklinde temessül edip görülebilir ki, Muhyiddin İbn-i Arabî hazretlerinin ınüşahede ettiği şey de işte böyle, duadan, senadan, evraddan, ezkardan temessül etmiş bir şeydir...
Bu mevzuda ikinci bir husus da şudur: Her hakikata her şe'ne, her zikre, her fikre, müekkel bir melâike vardır; bizim evrad-u ezkarımızı,Cenab-ı Hakk'a intikâl ettirmek için o işe nezaret eder. Yâsin-i Şerif'i intikal ettirmede de öyle vazifeli bir melek vardır ve o, Yâsin'in muhtevasına göre bir şekildedir. Adetâ Yâsin o meleğin şemâlini çizmektedir. Yâsin için bir şekil düşünebilirsiniz , ki düşünmek biraz zor, hatta çokları için imkânsızdır. Bunu mümkün görsek de, bu ancak âlem-i misâle muttali olanlar için mümkündür. İşte, bilenlerin bileceği, bizim bilemiyeceğimiz bir surette, Yâsin'i temsil eden melek; Yasin'in misâlî hakikatına uygun temessül eder. Bir başka melek te Amme sûre-i celilesini temsil eder. Böylece, surelerin temessül edip belli bir şekilde ortaya çıkması, çok lüzumlu bir anda bize yâr-ı vefâdâr olması mümkün olabileceği gibi, aynı zamanda o sûreye nezaret eden meleğin görünmesi de mümkündür.
Sahih Hadis-i Şerifler'de rivayet edilmiştir ki: "Mü'min, kabrine konduğu zamanda başının ucunda güzel yüzlü bir kişi görünür. " Adam ona der ki: "Sen nesin?" O da: "Ben senin amelinim. Kıyamete kadar sana yâr-ı vefâdar ve enîsim... " Keza.. kötü bir insan da kabre konduğu zaman başının ucunda, habis, çirkin ve manzarası cehennem azabını taddıracak bir insan beliriverir. Adam ona sorar: "Sen nesin?" O da: "Ben senin kötü amelinim. Kıyamete kadar senin vefâsız yarın ve dostunum..." Tabirlerde tasarrufla, meseleyi takdimde farklı sözler söylemiş olabilirim; ama, meselenin hakikatı aynen Efendimiz (S.A.V)'in ifade buyurdukları gibidir. Demek ki, amel de temessül ediyor. Hatta denebilir ki cennette çeşit çeşit ni'metlerin inkişafı, mü'minin, ameline bağlıdır: Binaenaleyh, Ehl-i Sünnet vel'Cemaatın görüşüne göre, Cennet mevcuttur. Cennet'i inkar etmek Ehl-i Sünnet vel-Cemaat daire-i kudsiyesinden dışarıya çıkmak demektir. Ancak, cennetin, bir çekirdeğin bir ağaç haline gelmesi gibi, gelişip inkişaf etmesi, müminlerin amellerine bağlıdır. Ameller devam ettikçe de o, inkişâf edecektir. O halde denebilir ki, her bir mü'minin cenneti, henüz kendisi hakkında tam, inkişaf etmemiş, bir kısım dalıbudağı henüz tamamlanmamış.. Mümin, namazıyla, orucuyla, haccıyla, zekatıyla müslümanlıkta sadakatiyle o cennete yeni yeni buudlar, renkler kazandıracak, revnâkdarlığını arttıracak, nihayet, haşr-u neşrolup âhirete gittiği zaman onu tam inkişâf etmiş olarak bulacaktır. Bunun gibi, insanın amelleri de cennetlerde temessül edecek ve mü'min onlardan istifâde edecektir. Bu hususu ifâde için, Ehlullah'dan bir zat: "Burada bir sübhânallah der, orada bir meyve-i Cennet yersin ". buyurur. Evet burada bir elhamdülillah der, orada Allah'ın nimetlerinden istifade edersin. Binaenaleyh her amel, orada değişik şekilde insanın istifadesine takdim edilecektir ki, biz bunların. hepsine temessül diyoruz.
Bazı müslümanların devamlı olarak okudukları evrad da böyle temessül edebilir. Veya o evrad, bir melek tarafından Cenab-ı Hakk'a takdiın edilirken, o melek ona nezâret eder. Sanki o melek, okunan evradı temsil ediyor gibi olur. Hz. Muhyiddin gibi kimselerin gözüne görünen de işte odur. Sahabe-i Kiram ve daha başkalarına da, Kur'ân-ı Kerim okudukları zaman böyle sekine inmiş ve onlara görünmüştü...
Ez-cümle, hitam-ı misk olsun diye, Üseyd İbn-i Hudayr'la alakalı bir husus arzedeceğim: "Efendimize geliyor, telaş ve heyecan içinde:
- Yâ Resulallah,.akşam Kur'ân-ı Kerim okuyordum. Yanımda da atım vardı. Çocukta ata yakın bir yerde duruyordu: Birden bire at kişnedi, coştu, şahlandı. Çocuğu çiğneyecek diye, Kur'ân-i Kerim-i kesdim. Ben Kur'ân-ı kesince de at durdu. Ben okumaya başlayınca, sanki birşeyler görüyor gibi o da serkeşleşiyordu. Ben Kur'ân-ı bırakınca yine duruyordu. Sonra başımı, kaldırdım baktım. Bizi bir bulut sarmıştı. Ben Kur'ân okudukça o yaklaşıyordu. Ben Kur'an'ı kesincede o bizden uzaklaşıyordu."Efendimiz buyurdular ki: "- Şayet sabaha kadar Kur'ân okusaydın, oda sizi sarmaya devam edecekti. O, sekineydi?" Kur'ân-ı Kerim'de de bir kaç yerde geçen bu "sekine" tabiri, ister gönüllere Allah'tan gelen bir itminan, isterse meleklerin. dışında insanın ruhuna istikrar kazandıran ve O'nun kuvve-i maneviyesini takviye eden ruh-ul kudüs, isterse, doğrudan doğruya, zât-ı Uluhiyyetin tecellisi olsun; alâ külli hâl, bir kısım evrad-ı ezkar ve Kur'an'a karşı böyle bir teveccühün olduğuna emâre, işaret ve delil demektir.
Herşeyin doğrusunu Allah bilir.
İbn-i Arabi Hazretlerinin “Şeceretün Nûmâniye” işaretleri hakikatlarla ne ölçüde telif edilebilir?
İbn-i Arabi Hazretlerinin “Şeceretün Nûmâniye” işaretleri hakikatlarla ne ölçüde telif edilebilir?
Bu kitabın matbuunu bilmiyorum. El yazması bir kaç kütüphanede var zannediyorum. Bunlardan biri de Edirne'de Selimiye kütüphanesindedir. Şeceretün-Nûmâniye gibi hemen çok eşerlerinde Hz. Muhyiddin, o gaybbîn, gözüyle bazı hakikâtlârı keşfedebilmesi, bazı gaybî haberler verebilmesi; Allah'ın ihsânı olan ilham esintileriyle, hali hazırdaki durumu apaydınlık gördüğü gibi, Allah'ın lütfuyla geçmişi; geleceği de önündeki kitabın sayfaları gibi görüp okuyan, açık-kapalı te'villerde bulunan bir meşrebin kutbu ve hârika bir zattır. Bu arada, O'nun geleceğe ait hadiselerden bahsetmesi, meselâ, falan tarihte şöyle bir şey, filan tarihte şöyle birşey ve filan tarihte de şöyle birşey... olacak demesi, O'nda, oldukça açık ve herkesden farklıdır. Vakıa, birçok Hak dostu, Allah'ın emri ve izniyle benzeri şeyler yapmışlardır ama, O'nun kadar açık ve ileri değillerdir.
Hz. Muhyiddin bu mevzuuda ilk olmadığı gibi, son da değildir. Ondan sonra da bir çokları aynı şekilde ve aynı istikamette bazı şeylerden haber vermişlerdir. Daha ötede Üstad-ı Küll Rehber-i Ekmel Efendimiz, geçmiş ve gelecekle alakalı bu türlü şeylerden haber vermektedir. Evet O sultanlar sultanı, kıyamete kadar zuhur edecek hadiseleri, âdeta bir televizyon ekranında seyrediyor gibi ümmetinin enzarına arz ve takdim buyurmuşlardır ki, bunların bir kısmı açıktır, sarihdir, te'vile lüzum hasıl olmayacak kadar vâzıhtır. Bir kısmı ise, Kur'ân'ın müteşâbihatı nev'inden ancak, te'vile, tefsire tabi tutulunca hakikatlarına vâkıf olunabilmektedir. Hele bir kısmı var ki onlar sadece ehl-i tahkikin anlayabileceği mahiyettedir...
Daha sonra, Ehlullah'ın, bu mevzudaki istihraçları ise, yani bir kısım hükümler çıkararak, bize ait aydınlatıcı bir kısım şeylerden haber vermeleri; ya Kur'ân'a dayandırılır, ya Efendimizin (S.A.V) sünnetine ya da, doğrudan doğruya mişkât-ı nübüvvetin vesâyası altında, kendi gönüllerine esip gelen ilhamlara...İşte bu sayede hak erleri, bir kısım hakikatlara nigâhbân olur. Sonra da hususî bir dil kullanarak onları başkalarına anlatırlar. Ancak bu türlü hakikatları ortaya atan hakikat erleri, halkla fevkalâde bir münâsebet içinde bulundukları gibi, iddia ve tefahürden de fevkâlâde uzaktırlar. Binbir hârika şeyler ortaya döker, binbir gizli mesaj sunarlar ama, katiyyen iddiaya sapmazlar. Hepsinin de dilinden düşürmediği tek şey: "İşin doğrusunu Allah bilir" kelimesidir. Temelde bu anlayış olunca, yani herşeyi bildiren ve işin temelini, nüvesini lütfeden Allah olunca, bu türlü ihbarlara karşı itiraz, sırf itiraz etmek için itiraz olur ki, herbiri nefsin ayrı bir hırıltısı olan bu kabil mırıldanmaların hiçbir ilmî kıymeti yoktur.
"Vahy-i metluv" olan Kur'ân'dan başka, Efendimizin (S.A.V), dellâlı bulunduğu diğer iki mübârek kaynak daha vardı: Kudsî hâdisler ve onların dışındaki söz ve beyanları. Bunlar vahy ve ilhamın hangi derecesinden gelirse gelsin, ilahi kaynaklıdır. Efendimiz (S.A.V) arabın efsahi olarak, maksatlarını en güzel anlatanlar arasında, harika bir üslûpla anlatan bir insan olarak, kalbine vahyolunan şeyleri, ruhundaki esintileri, en güzel kelime ve kalıblar içinde dile getirmiş, o esintileri en iyi şekilde değerlendirmiş ve bize intikâl ettirmişdir. Şimdi bir veli, herşeyi, üstadı sayılan Hace-i Kâinat'a dayandırıyor ve O'nun ilm-i ledünnî deryasından birşeyler çıkarıyorsa, bunu yadırgayıp istiğrab edecek ne var?..
Bazan bir velinin nazarına, uzaktan bir kısım hakikatler gösterilir. Bunlar dün olduğu gibi bugün de olabilir. Veli bazan mesafeyi ayarlayamaz ve hakikatı olduğu gibi tesbit edemez. Bazen herhangi bir hadiseyi sembol halinde görür ve teviline muttali olamaz; olamaz da kendine göre tevil yapar. Yaparken de hatasız bir tevil yaptığını zanneder. Halbuki maksad-ı ilâhi başkadır, onların yaptıkları teviller başka... Tıpkı, insanın gördüğü rüyaları gibi... Meselâ, siz rüyada altın-gümüş görür ve zannedersiniz ki, Cenab-ı Hak bugün size tatlı bir lütufta bulunacak veya maddi ve manevi istifade edecek ve bir şeye mazhar olacaksınız... Halbuki, altın ve gümüşün mânâsı hevây-ı nefis ve nefs-i emmâre bakımından kuvvet kazanma demektir... Keza görseniz ki, Hz. Cebrail, hanenizin penceresinden içeriye giriyor, siz zannedersiniz ki, ruh-u emin ve ruh-u metin hanemize girdiğine göre, evimizde ilâhi esintilerden birşey olacak. Halbuki âlem-i misâlde böyle bir vak'a ile sembolize edilen hakikatın manası o evden yüce ruhlu birisinin vefat edip gitmesi demektir. Kezâ.. birisi rüyasında, uygun olmayacak şekilde, herhangi bir insanla buluştuğunu görür. Günaha girdiğini ve gireceğini zanneder. Oysa ki, bunun ma'na ve tevili, öteki insana yardımı dokunması şeklindedir. Böyle bir vak'a aynen Harun Reşid'in hanımı Hz. Zübeyde için bahis mevzudur. Bu mübarek kadın, rüyasında görür ki, Bağdad halkı gelip bununla temas ediyorlar. İffetine, namusuna fevkalâde düşkün olan Zübeyde Hatun titrer ve ürperir. Sonra da bir ta'birciye sorar. Tabirci ona: "Sultanım öyle bir hayır yapacaksın ki, bütün insanlık âlemi ondan istifade edecek. " Neden sonra Zübeyde Hatun Harem-i Şerif'e su getirme lütfuna mazhar olur.
Şimdi veli, misâl âleminden hakâik adına aldığı sembollerin gerçek mânâlarını bilmiyorsa, onları te'vil edecek ve belki bazılarında da yanılacaktır. Nüve ve çekirdek itibâriyle velinin bahsettiğiyle, nefsü'1-emirdeki hakikât arasında fark yoktur. Fark, icmal ve tafsilde, bizim dilimizle sembollerin dilinin farklılığındadır. Bu farklılığı ortadan kaldırıp, insanlara yanıltmıyan mesajlar sunmak sadece peygamberler ve onların has varislerine müyesser olmuştur. Peygamberler yanılmazlar, yanılırlarsa Allah hemen düzeltir. Zira, kitlelere imam olduklarından, onların yanılmaları kendilerine münhasır kalmaz; arkalarındakileri de yanıltır: Onların herşeyi objektif ve bütün insanlığı kucaklayıcı, içine alıcı mahiyettedir.
İşte Hz. Muhyiddin'in, eğer Kur'ân, eğer Sünnet, eğerse kendi ilhamlarına dayanıp söylediği şeyler haktır. Ancak kendisine sembollerle anlatılan, mesleği, meşrebi, vazifesi ve devri itibariyle, te'viline kapalı olduğu bir kısım meselelerde, sünnete muhalif beyanlarda bulunmuştur ki, İmam Şârânî, Molla Cami gibi ehl-i tahkik, ma'kul tevillerle, Hazretin anlatmak istediklerini anlatmağa çalışmışlardır.
Şeceretün-Nûmaniye'deki meselelere gelince, bunların bir kısmı zuhur etmiş; bir kısmı da Allah dilerse zuhur edecektir. Meselâ, Hz. Muhyiddin, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan evvel yaşadığı, hatta Mevlânâ Celaleddin-i Rumî Hazretleri'nden daha yaşlı yani Selçukî döneminde yaşadığı halde, Osmanlı dönemine ve daha sonralara ait bir kısım vukuatı açık-kapalı haber vermiştir. Hz. Muhyiddin'in mezarı, Yavuz Sultan Selim hazretleri zamanında bulunur ve ortaya çıkartılır. Ona.ait olduğu söylenen şu söz, çok şâyân-ı dikkattir. "Sin şına girince Muhyiddin'in kabri ortaya çıkar. " Yani "Sin" Selim, "Şın" Şam'a girince, Muhyiddin'in kabri belli olur ve saygıdeğer yerini alır. Şimdi O, Cenab-ı Hak'tan gelen esintiler ve ilâhi tayflara dayanarak bunları söylüyor. Kendinden değil, zira et ve kemikten ibaret bir varlık bunları söyleyemez. O bütün benliğiyle Allah'a yönelmiş, mahiyetiyle melekleşmiş, Rabbimiz de onun melekleşen mahiyetine bir lütuf olarak, ona ruhlar ve ruhaniler seviyesinde bir letâfet vermiş. Bu letâfet sayesinde, eşyânın hakikatına, hatta geçmiş ve gelecek zamanlara nüfuz ile geçmişdeki mübhem vak'alardan, gelecekdeki meçhul hadiselerden, meselâ; Devlet-i âliyenin kuruluş ve gelişmesinden, bir kısım tarih çapındaki önemli vakalardan; Meselâ; 4. Murad'ın altı ayda Revân'a gidip, Revân'ı fethedeceğinden ve benzeri daha bir sürü şeyden bahsetmektedir. Bu arada Edison'u hayret ve takdirlere sevkeden "Fütuhat"daki elektrik bahsi de zikredilmeye değer kerametlerdendir.
Aslında, Muhyiddin bu mevzuda yalnız değildir. Meselâ Manisalı Müştak efendi, Cumhuriyet'ten takriben yüz sene evvel, İstanbul'a bedel payitahtın Ankara'ya intikâl edeceğini söylemiştir ki, gazeteler yazdı. Ancak Muhyiddin bu mevzuda kutub gibidir.
Bütün bunlarla beraber,bu büyük zevâtın muttali oldukları hakikatlar değişmez değildir. Allah, herşeyi değiştirdiği gibi, onların da görüp, duyup bilebildikleri şeyleri değiştirebilir. Zira O, eli kolu bağlı -hâşâ- âtıl bir varlık değildir. "Her ân O ayrı bir şe'ndedir. " (Rahman-29) Her an insanın başını döndürücü ayrı bir icraatta bulunur. Binâenaleyh, Allah (C.C) "levh-i mahv ve isbat"ta, yani, bizim göremeyeceğimiz buuddaki tabloları da tıpkı gördüğümüz herşeyi değiştirdiği gibi değiştirir; başka türlü yazar. Dilediğini mahveder, dilediğini tesbit buyurur. Ana kitaba gelince, o ilm-i ilâhîdir; kader de zâten, ilm-i ilâhînin bir ünvanıdır. Hz. Muhyiddin de buraya ittılâı nisbetinde ne söylemişse, hak söylemiştir. Hakka uymayan bazı şeyler varsa, ya O, tevilini anlamamış veya o hakikâtın henüz vakti gelmemiş; yahut biz, Hz. Muhyiddin'in beyanını anlamıyoruz demektir.
.
Rızkın Allah taahhüdü altında olduğu söyleniyor. Halbuki biz bazı ülkelerde elli, altmış günlük açlıktan sonra ölenleri biliyoruz, açıklar mısınız?
Rızkın Allah taahhüdü altında olduğu söyleniyor. Halbuki biz bazı ülkelerde elli, altmış günlük açlıktan sonra ölenleri biliyoruz, açıklar mısınız?
Rızkın Allah'ın taahhüdü altında olduğunu Kur'ân'da pek çok âyet anlatıyor. Meselâ: "Yeryüzünde yürüyen, hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, Allah onun rızkını taahhüd altına almış olmasın." (Hûd: 6) "Kuvvet ve metanet sahibi Hz. Allah, Rezzak-ı âlem O'dur. Evet, rızkı veren O'dur. " (Zarıyat-58) Kur'ân-ı Kerim'de aynı meâlde daha pek çok âyet var. Bunların hepsi de rızkın taahhüd-ü Rabbânî altında olduğunu gösterir. Kimse acından ölmemektedir. Ancak, insanlar bilmelidirler ki, vücutlarının zaruri ihtiyacı olan, rızıkları taahhüd altına alınmıştır ama; zaruri ihtiyaçlarının dışındaki rızık taahhüd altına alınmamıştır. Yani israfla, suistimalle, su-i itiyatla, kötü alışkanlıklarla rızık sayılmayan bir kısım şeyler, onun için zaruri rızık haline gelmişse ve o insan, o türlü rızıksızlıktan ölüyorsa, böyle bir rızk taahhüd altına alınmamıştır ki, bu ölen insanlara da, "rızıksızlıkdan ölüyorlar" diyelim...
Şimdi bir kısım basit misallerle arzetmeye çalışalım. Meselâ: bir afyonkeş, afyona alışıyor. Onu afyondan alıkoydukları zaman çıldırıyor. Belki de, alışkanlık derecesine göre ölüyor. Şimdi bu adam, afyon verilmediğinden ölüyor. Ölüyor ama; evvela afyon alışkanlığından sonra da o alışkanlığı usulüne uygun olmayacak şekilde terk ettiğinden dolayı ölüyor. Kezâ, bir başkası sigaraya alışmış ve nikotik olmuş. Sigarayı usulsüz bırakınca bir kısım a'razlar baş gösteriyor. Hatta bazen eli, yüzü, ayağı şiyiyor ve doktorlar ona diyorlar ki: "Sen bunu bu şekilde terkedemezsin. Böyle münasebetsiz kesişin bir kısım komplikasyonları olabilir. " Bundan dolayı eskiler: "adetleri terk öldürür. " demişler... Daha başka alışkanlıklar da olabilir. Bir insanın vücudunun günlük ihtiyacı elli gramlık bir protein olmasına karşılık, o her gün bir-iki kilo yemeye alışmışsa; hatta bu arada, aynı şahıs bir kilo meyve bir kilo baklava, bir kilo da et yiyorsa bu alışkanlığı terk edince sarsılabilir, hatta hastalanabilir ve bir daha da belini doğrultamaz. Halbuki bir insan normal olarak 50-l00 gram ağırlığında meyve almış ve o kadar da protein kullanmışsa, günlük ihtiyacını görmüş demektir. Belki bu aldığı şeyler -alışmaya bağlı- bir kaç gün de yetebilir. Hücreler, şuhum-u müdahhare (ihtiyaç stoku) halinde stoklarını alırlar. Ve sonra dıştan gıda gelmezse, o stoklardan azar azar kullanırlar ve böylece de vücud beslenir gider.
Bunun gibi, şurada, burada açlıktan ölen kimseler var. Bunlar eğer Cenâb-ı Hakk'ın kendilerine lutfettiği rızkı mukannen olarak alsalar; meselâ diyelim ki, Cenab-ı Hak bir insana, bir çuval buğday veriyor. O ise, bu bir çuval buğdayı, hemen iki ayda bitiriyor. Ondan sonra on ay aç kalıyor ve bir müddet sonra da acından ölüyor. Ama o insan,o bir çuval buğdayı, mukannen kullanmak suretiyle, her gün birer avuç yese idi, bir sene ona yetecekdi ve tabii esbab açısından ölmeyecekti...
Demek ki, insanlar ölüyorlarsa, rızıksızlıktan, açlıkdan ve ihtiyaçdan değil, belki Allah'ın verdiği rızık bir sene kendilerine yetecekken, çarçur ettiklerinden ve vücutlarında da su-i itiyad hâsıl olduğundan ötürü, âdetlerini terk ediyor, dolayısıyla, şeriat-ı fıtriyenin kanunlarının mahkumu olarak ölüyorlar. Rızıksızlıktan ölmüyorlar...
.
Mü’minde gerilim nelere karşı ve nasıl olmalıdır?
Mü’minde gerilim nelere karşı ve nasıl olmalıdır?
Gerilim, müsbet yönüyle, insanın iyi şeylere karşı fevkalâde arzu duyması ve hahişkârlığı, dolu oluşu ve tetikte bulunmasıdır. Din ve dine ait şeyleri, dînî duygu ve düşünceyi âşıkâne arzu etmesi, ızdırap çekmesi, hatta bu hususta huzursuz olması, gece gündüz mâşukunu düşünür gibi hep onu düşünmesi, onunla oturup-kalkması.. dinin, hayata hayat olmasını, adeta bir visâl arzusuyla bekler gibi beklemesi.. başta kendi milleti olmak üzere, insanlığı dînî duygu ve dînî düşünceye uyarmayı en büyük emel, hattâ hayâtının gayesi bilmesidir. Ayrıca, küfre, küfrâna, ahlâksızlığa ve dâlâlete karşı, nefret duyup, nefret göstermelidir ki, canlılığını koruyabilsin. Aksine az gevşeklik gösterdiği takdirde din adına hiçbir şey yapamaz, hiçbir hizmet veremez. Yani Allah'ın marziyâtının tahakkuku, O'nun istediği âhenk, sistem ve nizamın hayata hâkim olması istikâmetinde bir gayret ve şiddetli iştiyâkla mümkündür; fertte hertürlü sapkınlığa, azgınlığa karşı bir mücadele azmi ve mücâdelede kararlılık olmazsa; hele bir de, küfürle, çeşit çeşit sapıklıklarla içli-dışlı olur ve bundan da müteessir değilse,o bütün bütün gerilimi kaybetmiş, kolu-kanadı kırılmış demektir.
Mevzu ile alakalı Efendimizin (S.A.V) tavrı gayet açıktır: "Hiçbiriniz imân etmiş olamazsınız beni, kendinden, anne-babasından evlâtlarından daha artık sevmedikçe" buyurur. Tutulacak ve atılacak hususların hepsinde gerilimi koruma ve tavrını ortaya koyma mevzuunda da Şöyle buyurur: "Üç şey vardır ki, onu yaşayan imanın tadını tatmış demektir." Evet vicdânında onu duyan ve bulan imânın şuurunda demektir. Evvela, Allah ve Resulü ona dünyada herşeyden daha sevimli olmalıdır. Onlar üzerinde tercih edeceği hiçbir şey bulunmamalıdır. Anne-babanın evlada, evladın da anne ve babaya karşı cibillî ve fıtrî sevgileri, alakaları ne kadar derin olursa olsun; bir insanın, mantık, muhakeme, düşünce ve kadirşinaslık açısından Allah ve Resulüne olan alâkâsı herşeyin üzerinde olmalıdır. Aslında, Allah ve Resulüne karşı duyulan alâkâ ve sevgi bir tefekkür ve sezme, bir araştırma ve bulmanın ifadesidir. Araştırarak ve tefekkürle insan, vicdanında böyle bir sevgiye ermişse, buna tercih edeceği hiçbir şey yoktur. Ve imânının tadını tatmış insanda aranılan birinci vasıf da işte budur: Allah ve Resulullahı her şeye tercih etmek. Daha şumullü, bir ifadeyle: Erkan-ı imaniyeyi herşeye tercih etmek. Sinelerde Allah sevgisi, simalarda allah nuru varsa, herşey var; varolmanın mânâsı da var.. Yoksa, varlıkla yokluk arasında fark yok demektir. İşte bu anlayışla bütünleşen mümin, bütün müminleri, hattâ bir ölçüde bütün varlığı, sevgisinin içinde eridiği Zat'tan ötürü ve garazsız, ivazsız sever. Evet, "Sevdiği kişiyi Allah için sever.
Bu birinci mesele, Allah'ın istediği bir cemaatin teşekkülünde oldukça mühim bir unsurdur. Diğer önemli mesele de küfre karşı gerilim ve tavır belirleme. Evet, "Allah bir insanı, küfür ve dalâletten kurtardıktan sonra, o insan, yeniden ona dönmeyi, ateşe atılıyor gibi görmüyorsa, imanın tadını tatmamıştır. " Müminin içinde küfre, küfrana,'dalalete, yanlışa, eğriye, sevimsize karşı tiksinti ve ürperti olmalıdır. İçinde bu nefreti kaybeden bir insan, ne küfrün gitmesini, ne de onun yerine, neslin kalbine imanın gelip hâkim olmasını arzu edemez. Böyle bir şey için evvela, ciddi bir imân aşkı, sonra da küfre karşı çok ciddi bir nefret olmalıdır. Evet, her türlü kötülüğün fenalığın, anarşinin, huzursuzluğun, istikrarsızlığın ve düzensizliğin temelinde yatan küfre karşı, böyle bir tavır belirlemek, hem müminin gerilimi için, hem de ülke, millet, hatta bütün insanlık için şarttır. Din ve ülke düşmanlarının bu millete karşı en büyük kötülükleri onun metafizik gerilimini kırmaları olmuştur. Bu mel'un düşünce, cihada bâğilik, zafere işgal deyip durmuş ve tarihten gelen arslan bir milleti, şair İkbal'in ifadesiyle koyunlaştırmıştır. Artık onu, ne işgale uğramalar, ne istismarlar, ne de izzet ve gururuyla oynamalar müteessir etmemektedir. Böyleleri, ırz çiğnense, namus payimâl olsa, şeref, haysiyet diye bir şey kalmasa, herşey delik deşik edilse, yine of demiyecektir. Çünkü gerilimi yoktur. Bu gerilim sayesinde insan, arzuladığı, özlediği şeyleri elde edebileceği gibi yine bu gerilim sayesinde de Allah'ın sevmediği şeylerden uzaklaşabilir.
Hûlasa, metafizik gerilim, ferdin küfürden, dalâletten, tuğyandan nefret ve derin bir iman arzusudur. Fakat, bu gerilim sokağa dökülme, sokakta kavga verme değildir. Belki, bin kavganın hergün vicdanında meydana getireceği heyecan ve helecanı yaşama, binbir ıstırapla hergün, birkaç deta iki büklüm olma; daimâ milletin problemleriyle meşgul bulunma; milletin iman selâmeti uğruna cehennemin alevleri içine girmeye hazır olma; hayatında sadece bir defa değil, hergün birkaç defa ölüp ölüp dirilme; içinde bulunduğu toplumun ızdıraplarını vicdanında yaşama; hergün onların, böyle biribirine bağlı zincirin halkaları gibi yuvarlanıp yuvarlanıp cehenneme gidişleri karşısında "of" deyip inleme, iki büklüm olup kıvranma; imandan nasipsizler karşısında, adeta, onların burkuntu içinde olan vicdânlarını, kendi hissiyatında duyup yaşama; nasıl yaşıyorlar, nasıl bu inim inim hayata katlanıyorlar? Nasıl küfür ve dalaletin bu boğucu ve öldürücü atmosferi içinde hayatlarını sürdürebiliyorlar diye hergün cehennemleri vicdanında yaşama, işte gerilim insanı!..
Böyleleri, bu temiz, bu insânî duygularla hergün bir gazilik, bir şehitlik kazanırlar. Bunun içindir ki, ne şartların ağırlaşması, ne yolların daralıp yürünmez hale gelmesi, ne de zulmetlerin zulmetleri takib etmesi ve ortalığın sürekli sis ve duman olması onları korkutamaz, sindiremez, gevşekliğe sevkedemez. Ve hele, asla küfre boyun eğdiremez. Bizim anladığımız metafizik gerilim budur. Bir toplum bu gerilimi kaybettiği an, suretî var olsa bile, çokdan ölmüş ve mezara gömülmüş demektir. Sonra da, ölmüş ruhlarının yanına cesetlerini ulaştırmak için, Allah (CC) zalimleri onların başlarına musallat eder; cesetlerini de ezdirir ve ruh-ceset beraber mezara alır.
Evvelâ ölüm ruhta ve kalbde başlar; sonra cesedi de alır götürür. Ruhunda ölmemiş insanları, Allah, hiçbir zaman çiğnetmemiştir. Aksine, devamlı ruh cephesindeki mağlubiyeti, madde cephesindeki mağlubiyet tâkib etmiştir.
Bundan başka böylelerinin dini hayatı arzulamaları, beyhude ve mâlihülyadır. Kim olursa olsun, gerilimini koruyamamış kimselerin akibeti ölümdür. Eğer bir diriliş bekleniyorsa, o da metafizik gerilimi olan kimselerin omuzunda olacaktır. Her meselede yegâne destek, sadece ve sadece O'ndandır.
.
Bizim salavat getirmemizle Cenab-ı Allah Peygamberimiz üzerine rahmeti ve selamı indirir mi? Zaten Cenab-ı Allah O'nun üzerine rahmetini indiriyor. Bizim salavat getirmemizin hikmeti nedir?
Salavat
Bizim salavat getirmemizle Cenab-ı Allah Peygamberimiz üzerine rahmeti ve selamı indirir mi? Zaten Cenab-ı Allah O'nun üzerine rahmetini indiriyor.Bizim salavat getirmemizin hikmeti nedir?
Resul-ü Ekrem (sav) büyük hayırların, yümünlerin, bereketlerin temelinde bir nüve gibidir. O size, doğru yolu gösteren, dosdoğru çığırı açan, sırat-ı müstakîme delalet eden yanılmaz, yanıltmaz bir rehber, bir müktedâ-yı küll'dür.
Bu nurlu yolda, insanları zulmetten nura çıkarmaya vesile olan O Zât'a, bu nurlu yolda yürüyen herkesin sevabından bir hisse verilecektir. " essebebu kel fail " sırrınca ümmetinin işlediği hasenâtın bir misli O'nun defterine kaydedilecektir.
Makam-ı Mahmud'un Sâhibi olan Resulü Ekrem'in (S.A.V) vefatiyle defteri kapanmayacak, yığın yığın hasenât, sâlih amel devamlı O'nun defterine kaydolacak; makamı büyüdükçe büyüyecek, salahiyet sınırları genişledikçe genişleyecek -ve İnşallah- hergün, ümmetinden daha geniş kitlelere şefaat etme hakkını kazanacaktır.,Binaenaleyh, bu meseleye değişik iki zaviyede ele almak icabeder:
Birincisi, bizler Resul-ü Ekrem'e (S.A.V) salâtü selâm okumakla, ahd-ü peymanımızı yeniliyor ümmet olma isteği ile kendisine müracaat ediyoruz. Yani "Seni andık, seni düşündük; Hakkın senin kadrini yüceltmesi için dua ve dilekte bulunduk" diyor ve dehalet ediyoruz. İşin bu yönüyle bizim dualarımız, "Makam-ı Mahmud'un" Sâhibinin (S.A.V) makamını yükseltmesi niyetiyle yapıldığından, O'nun (S.A.V) şefaat dairesi genişlemiş oluyor. Böylece daha çok kimseler o şefaat dairesinden istifade edebiliyorlar.
İkincisi, bir kişinin Peygamberimizin (S.A.V) hakkında, O'nun kadir ve kıymetinin yükselmesi istikametinde yapacağı dua, kendisinin, O'nun himâyesi altına girmesine vesile olması içindir. Böylece, o kişi hakkında şefaat dairesi vüs'at kazanmış oluyor. Binaenaleyh, salâtü selâma Efendimizden (S.A.V) daha çok ona biz muhtaç bulunuyoruz. Müracaatımızla mevcudiyetini, büyüklüğünü kabullenmiş ve küçüklüğümüzü, hiçliğimizi ilan etmiş oluyoruz. Devletini büyük tanıyıp yardım için ona müracaat eden kimse gibi, biz de, aczimiz ve fakrımızla beraber, şiddetli ve çok büyük bir günün endişesiyle şimdiden sarsılmışlık içinde, melce ve menca olarak Resul-ü Ekrem'e (S.A.V) dehâlet ediyor, arz-ı ihtiyaç ve arz-ı halde de bulunuyoruz.
Cenab-ı Hak Şefâat-ı Uzmâ Sahibi Muhammed (S.A.V)'ın şefaatına bizi mazhar eylesin.
Bu işin beşaretini de arzedeyim. Deniliyor ki, her Peygamberin kendi ümmetine verdiği birşey vardır. Efendimiz (S.A.V) buyurmuştur ki: "Ben, ümmetime vereceğimi, Ahirete sakladım. O da şefaatımdır."
.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) Bir Defasında "Bu Ağızdan Sadece Hak Çıkar" Demesine Rağmen Hurmaların Aşılanması Tavsiyesi Üzerine Meydana Gelen Netice İçin "Ben Bir Beşerim" Demesi Nasıl Tevfik' Edilir?
Peygamber Efendimiz (S.A.V) Bir Defasında "Bu Ağızdan Sadece Hak Çıkar" Demesine Rağmen Hurmaların Aşılanması Tavsiyesi Üzerine Meydana Gelen Netice İçin "Ben Bir Beşerim" Demesi Nasıl Tevfik' Edilir?
Bu soruda iki hadisin birbirine zıt olmasından bahsediliyor. Bunlardan I. hadis: "Bu ağızdan doğrudan başka birşey çıkmaz. "Buradaki ifâde daha ziyade, mübarek ağızlarına işaret ederek: "Yaz! Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, buradan hakdan başka birşey çıkmaz... " şeklindedir.
Hadis başta Buharî, Müslim olmak üzere pek çok sahih hadis kitabının rivayet ettiği bir hadistir. Bu hadisin ravisi de Abdullah İbn-i Amr-İbn-il-As (R.A.)tır. Daha evvel de arzetmiş olabilirim. O, Efendimizin (S.A.V) fem-i güheri Nebevisinden dökülen her inciyi tesbit eder ve hiç birini kaçırmazdı. Hatta Ebu Hureyre, kendisinden daha çok hadis rivayet ettiğini ifade sadedinde: "Ben hadisleri yazmadım. Ama, Abdullah İbn-i Amr yazardı. O bakımdan benden daha çok hadis kaydetmiş olabilir" der. Abdullah İbn-i Amr İbn-il As, çok abid, zâhid bir insandı. O devirde ibadet-ü taatiyle tanınırdı. Efendimiz kendisine: "Birgün iftar et, bir gün imsak et. Hz. Dâvud'un orucudur bu" dediği zaman, bunu azımsamış "Dahasını yapabilirim Yâ Resûlullah, " demişti. "Gecenin üçte birinde ibadet et, diğerinde de istirahat... " O, "Dahasına muktedirim" diyerek hep ileri seviyede bir kulluk anlayışı içinde olmuşdu. Evet, takvada, incelikte, ibadette derin bir insandı. Bir de peygamberimizin her sözüne karşı öyle saygıyla doluydu ki, Efendimizin ağzından çıkan hemen herşeyi yazardı.
İşte, bu hadislerden birincisi, bunu ifade ediyor. Abdullah bin Amr diyor ki: "Bana, Efendimizin ağzından çıkan herşeyi yazıyorsun, ama; O'da bir beşerdir. Yumuşak olduğu an da olur, öfkeli olduğu an da.. bazen arzu etmediği şeyler de söyleyebilir, (haşa) Sen ise, tefrik etmeden herşeyi yazıyorsun." dediler. Bunun üzerine ben de, yazıyı bıraktım. Sonra Efendimizle karşılaştığımda dedim ki: "Yâ Resûlullah böyle böyle diyorlar ..!" Buyurdular ki: "Yaz! Nefsim elinde olan Allah’â yemin ederim ki, bu ağızdan hakdan başka birşey çıkmaz"
Vak'anın birişi bu; diğeri de şöyle: Ekmel-üttehâya Efendimiz Medine'ye teşrif buyurduklarında, Medinelilerin, hurmaları, aşıladıklarını görüyor ve "Bu aşılamanın neticeyi değiştireceğine kânii değilim" diyor. Yani "Aşılamanın, kat'iyen faydası yoktur" demiyor. Neticeye tesir etmiyeceğini ifade buyuruyor. Onlar da hangi stilde aşı yapıyorlarsa onu bırakıyorlar. Ertesi sene de verim alınamıyor. Kimbilir belki Allah'ın takdiri, o sene meyve olmayacaktı ..? Sonra buyuruyorlar ki: "Dünyanızın işlerini siz iyi bilirsiniz". "Benden daha iyi bilirsiniz" şeklinde anlamak doğru değildir. İhtimal ki, Efendimizin maksadı, "Siz bunları aşılıyorsunuz ama, Allah'ın dediğinden, dilediğinden başka bir şey olmayacaktır. " Ondan sonra tevafukan ertesi sene meyve olmadı. Zeytin de bir sene olur, bir sene olmaz. Olmadığı seneye rastladı. Onların hallerine baktı, sözlerindeki hikmeti kavrayamadıklarını anladı. "Dünyanızın işlerini siz iyi bilirsiniz" dedi. Yani vicdanî tecrübe ile kazanacakları önemli bir husus için henüz vaktin erken olduğuna işaret buyurdu.
İkinçi bir husus cahiliyye devrinde çeşitli sebeblere te'sir-i hakiki veriyorlardı Meselâ yine Buharı, Muslim'de gördüğümüz "Yağmuru bize nev'verdi" diyorlardı. Yani "falan yıldız zuhur edince, bulut teşekkül eder ve o yıldız bize yağmur verir" itikadında idiler.
Bu hususta Efendimiz (S.A.V) buyururlar ki: "Yıldızın zuhur veya sükutuyla yağmur geldi diyenler kafir oldu, yağmuru Allah verdi diyenler de mümin..." Evet, bir cemaat, her lütfu Allah'dan bildiği gibi, yağmurun da Allah'dan geldiğine inanıyor. İşte onlar mümin... Diğer bir topluluk ise, herşey gibi yağmuru da sebeblere veriyor. Onlar da Allah'a karşı küfür etmiş oluyorlar. O devirde, böyle esbaba tesir-i hakik'ı verme çok yaygındı. Bunu, kökünden kesip atmak, herşeyin Allah'ın elinde olduğunu göstermek. .O'nun, Ulûhiyetinde bir olduğu gibi, Rubûbiyetinde dahi bir olduğunu işar için, değil emare ve alâmetler, sebebler dahi zabt-u, rabt altına alınmıştır.
Evet nasıl Allah zâtında tekdir, öyle de icraatında dahi, vezir-ü vüzeraya ihtiyacı yoktur. Yıldız doğsa da doğmasa da yağmuru veren Allah'tır. Ama çok defa yağmurun gelmesini herhangi bir sebeb veya bir yıldızın zuhuruna mukarin kılar. Bu bir iktirandır. Tâ insanlar yağmurun geleceğine hazırlansınlar. Ama O, yağdırmayabilir de. Evet O, ne isterse onu yapabilir... Efendimiz bu hakikata inandırmak için, yani esbab ve vasıtaların te'siri olmadığını, herşeyin Müsebbib'ül Esbâb olan Allah'ın elinde bulunduğunu göstermek için, halkın eşya ve hâdîselere, sebep ve vesile saydığı herşeyi yıkıyor ve nazarları Kudret-i Sonsuz'a çeviriyordu.
Bir başka vaka; birgün, bir bedevi Resulullah'ın huzuruna geldi ve: "Yâ Rasûlallah, devem uyuzlu develerin yanına bağlandığından uyuz oldu. " Buyurdular ki: "O uyuzlu deve, uyuzu yanına bağlandığı deveden aldı öbürü nereden aldı?. .. " Burada hastalığın sirayetini nefyetme yok. Öyle olsaydı hiç: "Bir yerde sari bir illet varsa oraya girmeyin; içerdeyseniz dışarıya çıkmayın" şeklinde ikazda bulunur muydu? Esasen Efendimiz, cahiliye akıl ve mantığına karşı savaşıyordu. Yoksa sebepleri nefyetmiyordu. Ona göre sebeplerin bir hikmet-i vücudu vardı. Virüslerin, mikropların hastalık yapabileceğine dahi, işârette bulunuyorlardı. Ancak, sebebler herşey demek değildi. Sebeblere riayet bir mükellefiyet ve vazife; neticenin, Allah'ın elinde olduğuna inanmak ise tevhiddi. İşte, bu ince hususu göstermek için Efendimiz, "O uyuzlu deve, uyuzu öbür deveden aldı. O kimden aldı?" diyerek, meseleyi, devir ve teselsül zemininde, devir ve teselsülün batıl olmalarıyla noktalıyordu. Yani, o, ondan o da bir öncekinden... Pekala ilk deve kimden aldı?... Ve neticede "Allah" dedirtiyordu. Öyleyse, daha sonra sebebler tahtında cereyan eden şeyler ta baştan Allah'ın emir ve iradesi altında oluyor demektir. Herşeyi yaratan Allah'(C.C)tır. Böylece Efendimiz (S.A.V), Tevhid-i Rubûbiyete dair bir şirkin başına balyoz indiriyor, ruhları şirke karşı uyarıyor ve çok önemli bir hususa dikkatimizi çekiyordu.
Şimdi, aşılama meselesine gelelim. Aşılama mevzuunda da cahiliye, devrinde öyle bir itikat vardı. ki,..hurmayı aşıladığın zaman on verir, aşılamazsan hiç olmaz. Bunda da gizli bir şirk vardı yani, sanki aşılama, hurmanın meydana gelmesine tek sebep gibiydi. Efendimiz, bu batıl anlayışı yerinden söküp attı ve sebeblerin, sadece, Allah'ın izzet ve azametinin perdeleri olduğunu onlara anlattı. Anlattı ama, ashabın kendi mantık çizgilerinde anlattı. Evvelâ onlara bir ders verdi. Sonra da onlar, belli bir anlayış içinde karşısına çıkınca "dünyanızın işlerini siz bilirsiniz" dedi. Burda ciddi bir iltifat mı var? Yoksa, anlattığı hakikatı kendi istediği mânâda kavrayamamadan ötürü bir tenbih mi var? Üzerinde düşünülmeye değer.:.
Üçüncü bir husus: Efendimiz' (S.A.V) in söylediği her söz bütün bir hayatı tâlim istikametindedir. Eğer onların hayatlarının her noktasına doğrudan doğruya teşri maksadıyla katılsa ve karışsaydı; meselâ, deseydi ki; sularınızı şöyle akıtın, içerken bardağı şöyle sofranın etrafında dolaştırıp için; şu işi yaparken şöyle yapın, ağacı keserken alttan kesin, demiri döverken şöyle dövün; böyle ocağa sokun gibi, herşeyi tâlim etseydi, bu emirlere de, diğer teşrii emirleri gibi uyulmasını zaruri görüp kıyamete kadar aynı şeyleri yapacaklardı ve yapacaktık. Halbuki Allâmulguyûb'un kendisine bildirmesiyle, buğdaydan bire on almak mümkün olduğu gibi, bire yüz almak ta mümkündü. Tecrübe ve aşılamalarla, meselâ; narenciye yumruk kadarken; bir kavun, bir karpuz haline getirilebilirdi. Böylece onlara, bilgi, görgü ve mumareselerini arttırma güven ve itimadını verdi.
Dördüncü bir husus var ki, cidden çok mühimdir. Cenab-ı Hak beşere, Şeriat-ı Fıtriyeye müdahale etme hakkını vermiştir. Madem insan yeryüzünde Allah'ın halifesidir. O halde Allah'ın yarattığı şeylerde, şart-ı âdi kaydiyle bir kısım müdahaleleri olacaktır. Bu husus, aynı zamanda iradenin hikmet-i vücudu ve insanın,Yaratan'a halife olmasının bir neticesidir. Halbuki bu mevzuda dahi, Efendimizin teşriatına uyacak, diyeceklerdi ki, "aşılama" dedi aşılamadık, "aşıla" dedi aşıladık. Böylece, beşerî ilgi ve bilgi kaynakları kuruyacak; tecrübe birikimleri hebâ olup gidecek ve fıtratı ta'lim etme vazifesiyle gelen zat, fıtratla zıtlaşmış olacaktı.0ysaki Efendimiz (S.A.V), bir söz söylerken kıyamete kadar devam edecek şekilde söyler. O'nun vaz' ettiği kanunlar kıyamete kadar câridir. Binaenaleyh, O, öyle kat'i,şeyler söylemeliydi ki, ilerde yanlış anlamalara meydan verilmesin. Ve herkes her zaman, büyük bir güvenle o âb-ı hayat kaynağına baş vurabilsin. Onun için o ağızdan hep doğru çıkmalıydı. O ağızdan hep doğru çıktı. Ve doğrudan başka birşey çıkmadı...
Beşinci bir hususda, Efendimiz (S.A.V) bir insandı, insan hürriyetinin ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. İnsan hür değilse insan da değildir. Esir bir insana insan denemez. Zindandaki bir insana da insan denemez. Kefere ve fecerenin sultası altında, onların müsaade ettiği hayatı yaşama, onların müsaade etmediği hayatı yaşamama gibi bir zillet içinde bulunmak da insanlık demek değildir. Böyle insanlıktan Allah'a sığınırız. Böylesi bir hayata razı olanları da Allah ıslah eylesin!
Evet, insan, iradesiyle insandır. Ve irade çok mühim bir meseledir. İrade öyle bir meseledir ki, tıpkı, toprağa düşen bir tohum gibi, toprağın bağrına düşer düşmez, düşdüğü yeri hemen kocaman bir ağaca hamile hale getirir. Efendimiz (S.A.V) onların iradelerine zincir vurmadı. Evvelâ onları bir denedi, sonra,"sizin iradenizin neticesi, semeresi hatta daha sonraki semereleri için öyle hareket etmeniz doğrudur" dedi.
"Dünyanızın işlerini siz bilirsiniz" demek suretiyle bu hakikatı anlattı ki, anlattıkları doğrudan başka bir şey değildir.
.
Hz. Havva’nın, Hz. Adem’in (as) eğe kemiğinden yaratılması...
Hz. Havva’nın, Hz. Adem’in (as) eğe kemiğinden yaratılması...
İnsan, tekâmül neticesi şu hali iktisab etmiş bir varlık değildir. O müstakillen, bir nev'i olarak yaradılmıştır. Yoksa, nev'ilerin değişmesi neticesinde birşeyler iktisab ede ede bu hâle gelmemiştir. İstifa-i tabii'ye (natürel seleksiyon) uğrayarak da bu hale gelmiş değildir. İnsan, nev'i olarak, Allah tarafından yaradılmıştır. Hz. Adem de bir bakıma, Hz. Mesih gibi mucize olarak yaradılmışdır. Sebebler alemi içinde mucizeyi izah etmeye de imkan yoktur. Doğrusu, canlının meydana gelişini, ne tabiatçılar, ne de tekamülcüler pozitif olarak ispat etmiş değillerdir. Ortaya attıkları nazariyeler, ilmî bir tarafı olmayan tutarsız şeylerdir ve çok zayıf payandalar üzerinde durmaktadırlar... Yapılan haklı tenkidler karşısında da, artık iflas etmiş sayılırlar. Bu hususda yazılmış eserler, yapılmış konuşmalar var; istifade için onlara başvurulabilir...
Sebebler alemi içinde bir meseleyi ele alırken, onu illet-malul (sebeb-netice) dengesi içinde "tenâsüb-ü illiyet prensibi"ne göre ele alırız. Mesela diyoruz ki; bir tohumdan bir ağacın meydana gelmesi için, Allah'ın (C.C) izniyle evvelâ buna zemin, toprak, vasat, atmosfer, tohumun ve tohumun da ukde-i hayatiyesinin müsaid olması gibi şartlar lazımdır. İşte bu sebebler, omuz omuza verince "illet-i tâmme" dediğimiz şey meydana gelir. Bu illet (sebeb), malûlün (netice) vücudunu zarurî kılar. Yani, Allah'ın izniyle bu sebebler toplanınca, bir ruşeym bir başak, bir yumurta da bir civciv olur.
İnsanın ilk yaradılışı bir mucizedir. Bu meseleyi sebeb-netice münasebeti içinde şöyle ele alabiliriz. Diyelim ki; bir canlıdan, diğer bir canlı elde etmek için, bir kuşla bir tavuğu veya bir atla merkebi çiftleşdirdiniz; birincisinden hiçbir şey olmaz. İkincisinden de nesli devam etmiyecek olan katır meydana gelir. Burada illet eksiktir; yani "tenâsüb-ü illiyet" prensibine göre neticeye gitmede kusur vardır. Ama, erkek ve kadından, bir insanın elde edilmesi için, erkek spermi, kadının rahminde yumurta ile bütünleşirse, mualece tam, sebebler eksiksiz ve herşey mükemmeldir. O zaman Allah'ın emri ve izniyle cenin teşekkül edebilir, büyür.. geçireceği safhaları geçirir ve dünyaya gelir. Burada, sebebler tam içtima ettiğinden, beklediğiniz neticeyi elde etmiş olursunuz. Vakıa, harikulâde kabilinden Allah (C.C) onu da değiştirebilir ve ayrı bir kabiliyette, değişik mahiyette de dünyaya getirebilir...
Evet bu, işin esbab içinde îzahıdır. Mesele, illetle-ma'lûller, sebebler-neticeler üstü cereyan ederse, o zaman evolüsyonla, naturel seleksiyonla değil, Allah'ın (C.C) ve Resulünün (SAV) anlattığı şekilde kabul etmemiz iktiza eder.
Allah diyor ki: "Sizin izah edemediğiniz noktayı ben size anlatayım;"bu bir mûcizedir. Hz.Adem annesiz babasız; Hz. Mesih ise babasız bir mucizedir. Allah, herhangi bir varlığı bazan anasız, bazan babasız meydana getirdiği gibi, bazan da hem anasız, hem de babasız yaratabilir. Ve işte, Hz. Adem'in yaratılması da böyledir ve bu yaratılışı sebeblerle izah etmeye, imkân yoktur. Kur'an-ı Kerim meydan okuyor. "Gezsinler yeryüzünü, hilkat nasıl başladı görsünler." (Ankebut -20)Yokluktan varlığa geçişi nasıl izah edecekler?
Bunun gibi, Hz. Havva'nın, Hz. Adem'den yaratılması meselesi de, başka bir mucizedir. Onun için, sebeblerin cereyanı içinde bunu da, izah edemiyoruz. Tabii edemiyoruz diye inkâra kalkışmak da, safdillik olur. Çünkü aynı şey Hz. Adem ve Hz. Mesih için de bahis mevzuudur.
Hz. Adem ve Havva'nın yaradılışı unutulduğu için, Hz. Mesih'in yaratılışı ile Allah, yeniden ilk yaratılışa nazarları çeviriverdi ve Hz. Mesih'in dünyaya gelişini soranlara: "AIlah'ın nezdinde Hz. İsâ'nın durumu, Hz. Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra da ona "ol" dedi ve oluverdi." (Alı İmran/59) buyurmaktadır..
Evet, insanlık ilk mebdei unutmuştu. Hz. Mesih'le Allah (C.C) onu yeniden hatırlatıverdi.
Şimdi serrişte edilmek istenen Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in eğe-kemiğinden yaratılması meselesine gelelim: Ben bu hususda da yine bir diyalektik yapılmak istendiği kanaatindeyim. Diyalaktiğe mevzu teşkil eden husus şu: Hz. Adem'in kaburgalarının en küçük, en kısa kaburgasından bir parça alınıp, ondan Hz. Havvâ yaratılıyor.. Niye eğe kemiği ve niye Hz. Adem'den? Evvelâ şuna dikkatinizi rica edeceğim; insanın Allah tarafından yaratıldığına o kadar kuvvetli deliller vardır ki, bunu inkâr etmek mümkün değildir. Ve aynı zamanda bu, Allah'ın varlığına zâhir ve bâhir bir delildir. Kâinat binlerce kanun, nizam ve prensibleriyle aynı şeyi anlatıyor. İnsanın, enfüsi hüviyeti, iç alemi, kalbi, sırrı, daha keşfedilemeyen bir sürü letâifi hep Allah'ı gösteriyor. Daha bunlar gibi Allah'ın varlığına kati şâhid olacak binlerce delil var. Hemen herkes; feylosof, mütefekkir, kelamcı, bu delillerden bir kısmına tutunmuş, onlarla sahil-i selamete çıkmağa çalışıyor. Hele bunların bin tânesi bir araya getirilince, Allah'ın varlığını gösteren ne müthiş, ne güçlü bir delil olur, kıyası dahi kabil değil.
Şimdi bir kısım inkârcılar, bütün delillere gözlerini kapayarak sadece, Hz. Adem'in eğe kemiğinden, Hz. Havva'nın, yaratılması meselesini, inkâra vesile gibi göstermek istemektedirler. Bunların durumunu Büyük Mürşit şöyle bir misalle dile getiriyor: "Arkadaş!Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük onun vücudunda devam ettiği müddetçe, hakikat güneşinin görünmesine bir engel teşkil eder. Evet, müşahede ile sabittir ki; bir mimar elinden çıktığını gösteren katı, yakîn bürhan ve delillerle dolu büyük bir kalede. küçük bir taşda, küçük bir muvezenesizlik görülse, o kör olası nefis, o kaleyi tamamen inkâr eder ve altını üstüne getirir. İşte nefsin cehaleti, hamakati bu gibi insafsızca tahribatian anlaşılır." Bu düpedüz bir şartlanmışlık, bir peşin hükümlülük ve muhakemesizlikden başka birşey değildir. Evet, ister insan, ister kâinat, baştan aşağıya, Allah'ın varlığı hakkında, binlerce delil, binlerce beyan olarak bu hakikatı ilân ettiği halde, herşeye böyle tek taraflı bakmak, mahrumiyet değil de ya nedir..?
Eğe kemiği meselesi, Buhari, Müslim, Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde anlatılıyor. Bu kitaplarda zikredilen hadis-i şerif, Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in eğe kemiğinden yaratıldığını ifade ettiği gibi, Kur'an-ı Kerim de Nisa suresinde "Ey insanlar O Adab'a karşı gelmekten sakının, korkun ve himayesine girin ki, O sizi bir nefisten yarattı ve eşini de ondan yarattı." Sure şeklinde meseleye temas ediyor. Burada arap dilinin karakteristik hususlarından birisine dikkatinizi rica edeceğim. Dişiye râci zamirler "Hâ" şeklinde; erkeğe râci zamirler "Hû" şeklindedir. Bunu aşağıdaki ayette açık olarak görmek mümkündür: "Sizi bir nefisden yarattı; eşinizi de ondan yarattı." (Zümer -6) Bu ifade üzerinde biraz duralım. Demek ki, Cenab-ı Hak evvelâ Hz. Havva'yı, zât-ı Adem'den değil de mâhiyet-i Adem'den yarattı. Çok dakik bir husustur bu... Nefs-i Adem, mâhiyet-i Adem'den başkadır. Meselâ bir insanın, "zatı budur, boyu şu kadar, kilosu bu kadar, edası şöyledir" denilir. Bir de onun mahiyeti, iç ve dış âlemi, düşünceleri, Allah'a yakınlık ve uzaklığı vardır. Eğer bir insan esas benliği ile ele alınacaksa, ikinci şıkkı, yani mâhiyetiyle ele alınacaktır. Aslında öbür yanı, sırf bir iskelettir. Şimdi bu mânâdaki bir insan, benliği ve nefsi itibariyle başka, cesedi itibariyle başkadır. Kur'an-ı Kerim Hz.Havva'nın hilkatini ele alırken:"minha"sözüyle "o nefisten" diyor; Adem'den değil.
Ayrıca, hadis mütevatir olmayıp, âhâdi olduğu için, böyle tek kişinin rivayet ettiği bir hadisi âyetle izah etmek icab eder. Bu husus ayet ve hadislerin izahında önemli bir usûldur. Ayet burada mütevatir ve Allah'ın kelâmıdır. Öyle ise, hadisi ayete ircâ etmek ve mübhem noktaları ayetle aydınlatmak gerekir. Evvela, Resul-ü Ekrem'in (S.A.V) bu Hadis-iŞerif'i ifade buyururken, bu sözün söylenmesine esas teşkil eden hususun bilinmesi çok önemlidir ve mutlaka buna dikkat etmek lazım gelir. Buyuruyor ki:"Kadınlara hayır tavsiye edin."Yani,onlara daima iyiliği, güzelliği anlatın ve nasihatçı olun ki, istikamet kazansınlar. Çünkü kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğer onları çarçabuk düzeltmeye kalkarsanız kırıverirsiniz; İhmal ederseniz, bu sefer de eğri kalırlar. Demek ki, burada sözün irâdına sebeb olan şey, yani hadisin üzerinde dönüp durduğu husus, "menat" kadının terbiyesi ve ev siyasetidir. Evet, onu çabuk düzelteyim derseniz kırıverirsiniz; hiç düzeltmeyeyim derseniz, bu defa da olduğu gibi kalır.
Allah'ın Resulü (S.A.V) bunu anlatmak için bir husus tesbit ediyor. O da, erkeğe nisbeten kadının eğriliğe daha müsait olması, inceliği ve kırılırlığı... Demek ki, esasen Hadis-i Şerif'te anlatılmak istenilen şey, Hz.Havva'nın eğe kemiğinden yaratılmış olması değil; kadının kendi haline bırakılırsa eğri kalacağı, ölçüsüz bir düzeltmeye gidince de, kırılacağı hususudur.
Tabii, burada ifadenin bu şekilde irâd edilmesi ne hikmete binâendir, o da ayrı bir mesele...
Resul-ü Ekrem(S.A.V)bunu ifade ederken,"min dal'ihî" "eğe kemiğinden" demiş. Buradaki `inin" Türkçemizde, "den" karşılığıdır. Ama bu bazan "teb'iz" içindir, birşeyin bir parçasından, bazısından demektir. Bazen "beyan" mânâsına gelir, şu cins şeyden demektir. Binâenaleyh, burada Resul-ü Ekrem (S.A.V) meseleyi kestirip atmadığına göre, başka mânâlar da akla gelebilir.
Efendimiz'in (S.A.V) bu türden pek çok ifadeleri vardır... Meselâ buyuruyor ki, "Ner canlının bir şeytanı vardır. Hayvanların şeytanı da şudur." Kaçan bir deve münasebeti ile, bunu söylüyor. Ve devam ediyor; "Deve şeytandan yaratılmıştır." Şeytanın artığından gibi bir şey... Esasen Efendimiz (S.A.V) bu ifadelerinde; nasıl insanların şeytanları var;öyle de, hayvanlar içinde de, şeytanların yaptığı şeyleri yapanlar vardır; diyerek şeytandan ziyade, şeytanca davranışa dikkati çekmiştir. Aslında bizler de duygusuz, hissiz bir adama: "Bu adam odundandır." deriz. Elbetteki hiç kimse, bu adamın maddesinin odun olduğuna hükmetmez. Belki duygusuz, katı, en ufak bir hassasiyet yoktur, mânâsına hamleder ve öyle anlar. Bunun gibi "Falan insan şeytandır" dendiği zaman; iğfal, idlâl eder, insanları baştan çıkarır mânâsı kasdedilmiştir.
Şimdi, başta söylediğim âyetin mânâsına dikkat ederek Efendimiz'in (S.A.V) sözüne bakalım. Kadın, erkeğin "eğe kemiği"nden yaratılmıştır. Yani, bir bakıma kadın erkeğin bir parçasındandır; yani, aynen erkeğin cinsinden ve mahiyetinden bir varlıktır. Yani onun protein çorbası ne ise, onun ki de odur. Yoksa aynı cinsten olmasalar, telkih ve aşılama olmadığı gibi nesil de üremez. Çünkü ayetin sonunda şöyle diyor:
"Sonra onlardan birçok erkek ve kadınlar üretiverdi. " (Nisa-1) Ayrı cinsten olsa üreme olmayacaktı. Demek ki aynı olması lazım...
Hadiste “dalâa” kelimesinin kullanılması, kök itibariyle eğrilik tabirinden daha çok,eğriliğe meyilli olduğuna, çabuk eğrilebilecek durumda olduğuna işaret içindir.
Resul-ü Ekrem (S.A.V) bu tabiri seçmişlerdir. Yani kadın erkekten daha çabuk bozulabilir ki, böyle bir husus, münakaşası yapılmayacak kadar açıktır ve hal-i âlem buna şâhiddir. Evet, bugün ehl-i gaflet, ehl-i dalâlet; kadını, erkekleri baştan çıkarmak için bir olta olarak kullanmaktadır. Hele şu 20. asırda kadın, öyle pâyimâl olmuştur ki, hiçbir devirde onun bu kadar zebil olduğunu göstermek mümkün değildir. Reklamlar müessir olsun diye en âdi reklamlarda dahi onun âlet edilmesi, hadisde işaret buyurduğu gibi, onun boşluk ve zaaflarını göstermesi bakımından fevkalâde manidâr olur.. Tekerleklerin üzerine; helâ ve banyo malzemesi üzerine, sucuk ve sosis üzerine yapıştırılan kadın resimlerini izah etmek mümkün müdür? Ve bu bayağı şeylerle kadın arasındaki münasebet nedir...? Demek ki, kadın ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet tarafından bir kısım eğriliğe-büğrülüğe alet edilecekmiş ki, ileride zuhur edecek böyle bir eğriliği, Resul-ü Ekrem (S.A.V) erkeğin en eğri tarafından alınmış diye ifade buyurdular. Evet, sanki kadın, o cinsin en eğri yanlannı nefsinde toplamış da bir mânâda eğriliğin timsali olmuş gibidir. Herhalde bu hususu ifade etmek için, bundan daha güzel ve tatlı bir tâbir seçilemezdi.
Ayrı bir hususu daha bu münasebetle ele alalım. Tevratın Tekvin bölümünde Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in bir tarafından alınıp yaratıldığı açıkca ifade edilmektedir. Esasen Hz. Adem'in herhangi bir tarafından Hz. Havva'nın alınmasında hiç bir beis yoktur. Allah'ın mucize olarak yarattığı Hz. Adem, daha su-toprak arası bir halde iken, o çorbanın bir tarafından bir parça alınıp, ondan da Hz. Havva'nıı yaratılması, hiçte istiğrab edilecek bir husus değil. Aslında, ilk hilkat bir mucizedir. Hz. Adem de, Havva da bu mucizenin eseridirler. İlim, bu hususta kolsuz, kanatsız, gözsüz ve sağırdır ve ilk hilkat için birşey söyliyememekte, ma'kul bir tefsir getirememektedir. Binâenâleyh ilk hilkati zaten mucize olarak ele alıyor ve Allah'ın dediğine teslim oluyoruz. Bunu da ceffel-kalem, körü körüne değil, bilakis, atomdan-kâinata, herşeyde Allah'ın ilim, irade ve kudretinin Kahhar hakimiyetini ilim ve fen pencerelerinden göre göre, hissede hissede kabul ediyoruz.
Doğruyu O bilir ve doğru O'nun dediklerinde aranmalıdır.
.
“Ve alleme Âdemel esmâe kulleha" ayeti neler anlatmaktadır?
“Ve alleme Âdemel esmâe kulleha" ayeti neler anlatmaktadır?
Sure-i Bakara (31. Ayet)'daki bu ayetin mefhum-u münifi "Allah (C.C) Hz. Adem'e bütün esmâyı talim etti" şeklindedir. Malum! İsimlerin Hz. Adem'e öğretilmesi, Kur'ân-ı Hakim'de, Hz. Adem'in hilafetinin bahis mevzuu edildiği yerde ele alınır. Melekler, insanın cibilliyet ve mâhiyetindeki bir kısım unsurlardan ötürü, yeryüzünde fesat çıkaraca,ğı, kan dökeceği istibsarı (önsezi) ile, Cenab-ı Hakk'a mukabelede bulunurlar. Yani: "Ya Rab insanın mâhiyetine bakınca, bu, kan döker, insan öldürür, nifak çıkarır gibi görünüyor..." derler. Tıpkı, insanın yüzündeki hatlardan onun ruh ve mahiyetini okuyan insanlar gibi; melekler de, Hz. Adem'in mânevî simasında bunu görürler. Çünkü, yerin çamurundan, hamurundan alınan bir varlığın simasında bunlar yazılıydı... Onda, ilâhî nefhaya ait başka şeyler de yazılıydı ama, Melâike-i Kiram'ın gözüne birinci şık ilişmişti. Evet, bir yönü toprak, diğer yönü nefha-i ilâhî olan insan. Toprak yönü ile onda, şehvetler, kaprisler, hırslar, kinler, nefretler vardı; nefha-i ilâhî yönüyle de, A'lâ-yı İlliyyîne çıkıp, ahsen-i takvim suretini alacak ve Mele-i A'lânın sâkinleri arasına girecek bir kabiliyeti bulunuyordu.
İşte, melekler, Adem'in cismâniyetine ait bu vaziyeti hissedip, Cenab-ı Hakk'a istifsârda bulundular. "Yeryüzünde nifak çıkaran, kan döken birisini mi yaratacaksın?" Allah (C.C) da melekleri imtihan için önce Adem'e Esmayı talim buyurdu; (Esmâ, isimler demektir) yani, taş, ağaç, kandil, toprak, avize vs... gibi şeyleri. Fakat mücerred esmâ bir şey ifade etmeyeceğinden, esmânın verâsında mücmel olarak müsemmâyı da O'na öğretti. Esasen kâinatta herşey, isim ve ismin delalet ettiği müsemmâ (isme esas teşkil eden zat) itibariyle iki yönü olan bir vahitdir. Bu itibarla, Hz. Adem'e isimleri öğretti demek, dolayısıyla isimlerin delalet ettikleri şeyleri de ta'lim etti demektir. Hz. Adem'e icmalen öğretilen isimlerin tafsilini Allah, Hz. Muhammed (Aleyhisselam)’â talim buyurmuştur. Evet, Hz. Adem'e okutulan fihristin bir kitap olarak tafsilatı Peygamberimiz'e (S.A.V) anlatılmıştır.
Cenab-ı Hak, talim-i esmâ ünvanı ile, Hz. Adem'in halife olduğunu göstermiştir. Arz in edîm'inden, yani, yerin yüzünden alınan maddelerle yaratılan ve Adem ismiyle yadedilen Hz. Adem, Muhyidin İbn-i Arabi nin Fusus'ul Hikem'inde anlattığı gibi, Allah'ın (C.C) yeryüzünde halifesi ve makam-ı cem'in sahibidir. Eşyaya Adem merceği ile bakılırsa, "vahdet-i vücut" görülür. İnsan yeryüzünde Allah'ın matmah-ı nazarıdır ve o, câmi-i esmâıdır. Makam-ı fark'ın değil; makam-ı cemin) sâhibidir. Allah, bu önemli mansıbın Hz. Adem'e ihsanını talim-i esmâ ünvanıyla ifade etmişdir.
Demek oluyor ki, Allah Hz. Adem'e bütün ilimlerin hülâsasını ilham etti. Bu sayede Hz. Adem bir taraftan dinî hakikatların hülasasını, diğer taraftan kimya, fizik, astronomi, tıp gibi ilim ve fenlerin hülasasını vahyen öğrendi. Yani, bu mevzudaki temel kaide ve esas prensipleri; yoksa, ilim ve fenlerin nihayet hududuna kadar tafsilatını değil. Evet, bunlar mücmel şeyler, belki de bir kısım remizlerle ifade edilen şeylerdi. Bu kadarı bile çok muazzam idi ki, Melâike-i Kirâm'a arzedildiği zaman bilemediler.
Bu bilememe meselesinde, şöyle bir husus anlaşılabilir: Alem-i cismâniyet, (cisimler alemi), Alem-i ervahtan (ruhlar alemi) daima farklıdır. Bizler bir yanımızla cismani âleme ait varlıklarız. Bunun gibi, müşahede ettiğimiz şu tabiat kitabının herbir parçası da, yine cismani aleme ait şeylerdir. Cismaniyete ait, canlı-cansız tablolar, bir ölçüde cismanî olmayanlar tarafından tam bilinemez. Meselâ cismanî âlemde görme, duyma buudları vardır ki, bu buudların dışına çıkılamaz. Meselâ, insanlar görülebilecek şeylerin ancak milyonda beşini görür, verasını göremezler. Ne var ki, bu görme, duyma da, yine cismani âlemde olur. Halbuki Meiâkie-i Kirâm'ın görüş' ve duyuş buudu tamamen başkadır. Çünkü onlar ruhânidirler. Onun içindir ki, bir kısım ecsâm-ı lâtîfe, hattâ ruhaniler ve cinniler, alem-i şehadeti seyretmek için, cismanî olan bir varlığın gölgesi altında, onun ceset adesesini kullanır, onun gözüyle alem-i cisman.yi seyrederler. Senin nazarında, şu kevn ü fesaddaki keyfiyet, cismanî olanlardan tamamen başkadır. Melaike-i Kiram, baharı, yazı; çiçekleri, haşeratı, hevamı senin gördüğünden farklı görürler. Evet, onlar değişik buudlardan baktıkları için, senin bakış, görüş, duyuş ve hazzedişinden çok değişik şeyler müşahede ederler. Cenab-ı Hakkin Hz. Adem'e (A.S) talim ettiği esmâ, âyât-ı tekviniye, şeriat-ı fıtriye ve kâinatta cari kanunlara ait mücmel hakikatlardı. Cism-i latif olan Melâike-i Kiram, kesif cismin hassası olan bu şeyleri bir ölçüde bilemedikleri için "Senin öğrettiğinden başkasını biz bilemeyiz. Seni tesbih ve takdis ederiz." dediler. (Bakara - 32)
Bu iki meseleyi telif ettiğimiz zaman, şu neticeye varıyoruz. Cenab-ı Hak, kâinattaki mücmel hakaiki Hz. Adem'e talim etti. Ve bu talim, gelişe gelişe olgunlaştı, kemâle erdi ve Kâmil-i Mutlak, Makam-ı Mahmud'un Sahibi Hz. Muhammed'de (S.A.V) noktalandı. O öğretilecek her şeye mazhar olması cihetiyle, Muhammed, Ahmed, Mahmud ve Hâmid oldu. Yani herşeyi ile hamd-ü senâya giden yolların ayrımından yol gösteren ve etrafı aydınlatan bir zat olarak zuhur etti. Onun mazhar olduğu şeylere, şimdiye kadar kimse mazhar olmamıştı. O, bütün isimlerin mazharı Kur'an-ı Kerim gibi, umum isimleri temsil için gönderildi; Kur'an'a göre`Fatiha"ne ise0 da enbiyaya öyle fatiha oldu.
Fatiha'daki 7 âyetin ilk mazharı Hz. Ademdi ve 7 ayetin bir odak noktasıydı. (Nokta-i mihrakiye). Evet, Hz. Adem 7 sıfatın da nokta-i mihrakiyesiydi. 7 ayet ledünni yönüyle 7 sıfata bakmaktadır. 7 hakikatı göstermektedir.
Namazda insan bu işi tam temsil ettiğinden 7 uzvuyla secde etmekte ve 7 ayete bakmaktadır. Resul-ü Ekrem (S.A.V) ise, Kur'ân-ı Kerim'le tafsil edilen Fatiha'nın tamamına mazhardır. Yani Fatiha, Resul-ü Ekrem'de (S.A.V) tafsil edilmiştir. Onun için O'na (S.A.V) "Ahmed", Ümmetine, "Hammâdün" ve O'nun (S.A.V) etrafına toplanıp gölgelenilen bayrağına da "Livaü'I-Hamd" denilmiştir.
Evet, talim-i Esma, tafsilen Hz. Muhammed'e (S.A.V) ilham buyrulmuştur. Ne mutlu O'na (S.A.V), ne mutlu bize. Esasen ulüm ve fünun-u müsbete de, yine talim-i esmâ ünvanı altında anlatılmaktadır. Büyük Mürşidin de dediği gibi: "Şu ayetin, insanın câmi istidad ve kabiliyeti cihetiyle mazhar olduğu bütün ilmî kemalât ve fennî terakki' ve sanat hârikalarını (Talim-i Esmâ) ünvanı ile ifâde ve tâbir etmesinde, şöyle lâtif ve ulvî bir remiz var ki: Herbir kemalin, herbir ilmin, her bir terakkinin, herbir fennin âli bir hakikatı var ve o hakikat, ilâhî bir isme dayanıyor. Yoksa, herşey, yarım yamalak bir suret ve nakıs bir gölgeden ibaret kalır.
Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı Cenâb-ı Hakkın Adl ve Mukaddir ismine yetişip, hendese aynasında, o ismin hikmet dolu cilveleriııi bütün ihtişamıyla müşahade etmektir. Tıp bir fen ve bir sanattır. O'nun hakikat ve son sınırını yakalamak ise, O Mutlak Hekim'in "Şâfi" (dertlilere şifa veren) ismine dayanıp ve O Yüce Yaratıcının yeryüzü çapındaki geniş eczanesinde, O’nun rahmetinin cilvelerini görmek ve hâkiki şifâ verenin O olduğunu bilmekle kâbildir.
Bunun gibi, sair fen ve san'atlar da, her biri, Allah'ın nurlu isimlerinden birine dayandırıldığı, daha doğrusu dayalı oluş keyfiyeti sezildiği ölçüde, önü açılacak, tıkanıklığa maruz kalmayacak ve gerçek değerleriyle bilineceklerdir. Yoksa, faraziye ve nazariyelerin karanlığında, varılsa varılsa evhâma varılır.
Herşeyin doğrusunu en iyi bilen O'dur.
.
Hızır Aleyhisselam ile görüşülebilir mi?
Hızır Aleyhisselam ile görüşülebilir mi?
İnsan, düşünce ile alâkalı meseleler üzerinde durup, o meseleleri ihtiva eden kitapları tetkik ettiği nisbette derinleşir. Kalbî hayatı ile ilgili meseleler üzerinde durup, onlara inhimak ettiği zaman, kalbî hayat açısından buud kazanır. İlmî meseleler üzerinde ısrarla durup ve bu mevzuda hergün yeni yeni terkiplere ulaşabildiği, yeni yeni komprimelere varabildiği nisbette de ilmî derinliklere erer. Bütün bunları aşabilerek sırf rıza-i ilâhi ve Cenab-ı Hakk'ı hoşnud etme üzerinde ısrarla duran bir insan da Allah'la olan münâsebetlerinde derinleşir (Halik-Mahluk, kul-mabut münasebetlerinde).
Aslında, Allah'la münasebette derinleşen bir insan, netice ve encam itibariyle, diğer yollarla elde edilebilecek herşeyi de elde edebilir. Belki çok az bir çalışma, cüzî bir malumat ile Cenab-ı Hak, onun ilmine keramet-i ilmiye lutfetmek suretiyle, birini bin yapar ve onu yılların gayretiyle elde edilemiyecek neticelere ulaştırır. Artık böyleleri bir defa okur ama, ondan binlerce terkibe varabilir.
Zâhirî ilimler, öğrenildiği kadar insanın dimâğ ve kalbinde yer işgal eder ve insanın sâyi nisbetinde bir arzı (eni) bir de tulû (boyu) olur. İnsan'ın, Allah ile münasebetlerinde derinleşmesi sayesinde ise, hem bâtın âlemine ait marifet, hem de zâhir âlemiyle alakalı muktesebat elde edilir. Evet beriki sadece zâhirde kalırken, bu,bâtın âlemin sınırlarını aşar, zâhiri de kavrayabilecek noktaya ulaşır.
Maddeciliğin esas alındığı bir asırda yaşadığımız için, herşey maddi kıstas ve maddî kriterlerle ele alınır oldu. Bu itibarla da pek çoğumuz maneviyata karşı yabancılaşdık ve rûhî değerlerden yoksun kaldık. Bu hızlı maddileşme, dimağımızdan maneviyatı silip süpürüp götürdü. Rahmet-i ilâhiden ümit ve recâ ediyoruz bizleri yeniden, mânâ ve rûh insanları haline getirsin...
Allah'la münâsebette derinleşen bir insan, gayb âlemine muttâli olur, melâike-i kiramla görüşebilir, cinlerle münasebete geçer, rûhânilerle muhabereye girişebilir, Hızır Aleyhisselâmı görür, hatta onun makamına yükselir.. Hz. Mesih'le hemdem olur; Hz. Mehdî ile tecdîd musahabesinde bulunur... Evet, İnsan Allah ile münasebette derinleşir, şekilden, suretten kurtulup, rûhun bütün dinamiklerini Allah'a vâsıl olmada kullanabilirse olur bütün bunlar...
Binâenaleyh, bazı kimselerin"Hızır (A.S) ile görüşüyorlarmış nasıl olur? Biz de görüşebilir miyiz?" gibi mülahaza ve düşünceleri biraz işin dışında olma ve yabancılıkdan kaynaklanıyor. Hızır (A.S)'ı görmek herkes için mümkündür. Kim bilir, belki câmide, saflarınızın arasında bile bulunabilir. En azından, câmilerde, Hızır (A.S)'ın mübarek gölgesinde, seyr-ü sülük eden birisi mutlaka vardır. İçinizde melâike-i kiram da vardır. Belki âlem-i cismaniyette, âlem-i cismani- yeti seyre dalan; yani sizin bakışlarınızda fâni olan ve sizin bakışlarınızla âlem-i şehâdeti seyre dalan ruhâniler de vardır. Sizin içinizde, kalb ve hissiyatınızla bütünleşen lâtif mahluklar da vardır. Ama hissedemezsiniz bunları... Cenab-ı Hak maddi sahada beşerin inkişâfına muhâzi olarak, mânevi sahada da bizleri inkişâfa muktedir kılsın!...
Sıdkına, sadakatına sadık ve masdûk olduğuna inandığımız Efendimizden (S.A.V), devrimize kadar pek büyük sâfi kimseler, ruh-u sâfiye'ye mazhar olan kişiler, Hızır Aleyhisselâmla da, Melâike-i Kiramla da, ruhanilerle de görüştüklerini ifâde ediyorlar.
Efendimiz'den (S.A.v) başlayarak, devrimize kadar temâdi edip gelen bu büyük kimselerin; evet, Allah'tan çok korkan, kalbleri haşyetle tir tir titreyen, bu zâtların, böyle bâlâ pervâzâne iddialarda bulunmaları mümkün değildir. Bunlar katiyyen doğru söylemektedirler. Biz de aksine ihtimâl vermeyecek şekilde buna inanıyoruz.
Ehl-i keşif ve ehl-i müşâhade Hızır (A.S)'ın hayatta olduğuna kaîldirler. Muhaddisin-i Kiram devrinde, Buhari ve emsâli bazı kimseler"vefât etmiş;'diye hükmetseler bile, başta müçtehidlerden dört imam ve sair fukahâ, Hızır Aleyhisselâm'ın hayatta olduğu kanaatindedirler. Binaenaleyh, ister zıllinde olsun, isterse bizzat kendisiyle olsun, bazı kimseler onunla mülâkat temin edebilirler veya O, onlarla görüşebilir. . .
Hızır'la görüşebilecek kimseler, Hızır makamına yükselmiş kimselerdir. Kısacası kendini aşmış, benliğini yenmiş kimseler. Bir misâlle arzedeyim. Malûm Yunus Emre, Taptuk'un evine hep düz odun taşırmış. "Niçin hep düz; ormanda hiç eğri odun yok mu?" demişler. "Taptuk'un evine odunun bile eğrisi giremez" demiş. Evet düz gidecek ve hedefe varacaksın..! Ok gibi düz ol ki, dosdoğru hedefe varasın...
Taptuk denemiş. (Bunu Belhli İbrahim Edhem, Mevlâna, Şibli ve Şems-i Tebrizi için de söylerler...) Müridlerinden bir başkası, eline kovaları almış çeşmeden geliyor. Bu arada âdeta, mahmuzlu çizmelerle atı mahmuzlar gibi, varıp Yunus'un ayaklarına ve kalçalarına dürtüyor ve kanatıyor. Kapının önüne kadar hiçbir şey demiyor. Kapının önünde: "Biz o meseleyi çoktan sarı köyde bıraktık." diyor. Yani nefsimizi düşünmeyi, bu acıları kâle almamayı, biz çoktan köyümüzde bıraktık, demek istiyor. Mürid şeyhine geliyor. Şeyh: "ne dedi?" diyor. Mürid: "Sarı köyde bırakdık" diyor. Şeyh: "Hâlâ kendini düşünüyor. Olmamış daha çekmesi .lâzım. " cevabını veriyor.
Yunus ne güzel der:
"Vurana elsiz gerek Sövene dilsiz gerek Derviş gönülsüz gerek Sen derviş olamazsın. "
Devrin mürşidleri, mübelliğleri de böyle olmalı.. yani, vurana elsiz, sövene dilsiz,Kur'ân talebesi gönülsüz gerek. Kırılan, darılan Kur'ân talebesi olamaz. Hızırla görüşmek için kendini düşünmemek lâzım. Nakşibendiler'in"Der tariki Nakşi bendi lâzım âmed çâr-ı terk; terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk" diye, dört esasları vardır. Bu devirde Hızır'ı görme maksadını da terk lâzım geldiğinden, bizim yolumuzda da dört şey vardır. "Acz-i mutlak, şevk-i mutlak, fakr-ı mutlak, şükr-ü mutlak, ey aziz."
.
Ruhlar mütegayyir olmadığına göre hâdis te olamaz, sualine nasıl cevap verebiliriz?
Ruhlar mütegayyir olmadığına göre hâdis te olamaz, sualine nasıl cevap verebiliriz?
Bu da, kelâm ilminin derin meselelerinden bir tanesidir ve bu sualin altında şunlar var. Kâinat mütegayyirdir. Değişmeye tâbidir ve mütemadiyen değişip durmakdadır. Biz, bu açıdan kâinata hâdis deriz. Yani sonradan olmuş ve çözülmeye doğru gidiyor, daimi bir çözülme içinde hareket etmektedir. Binaenaleyh;`bütün bu çözülmeleri, hiç çözülmeyen, tebeddülden, tegayyürden müberrâ birisi dizmiş, tanzim etmiştir"diyoruz. Bu prensibe, değişen üzerinde, değişmeyen bir zâtın bulunduğunu gösterme prensibi denebilir. Tebeddül ve tegayyür eden herşey, tebeddülden, tegayyürden, elvandan, eşkâlden münezzeh, müberrâ olan bir Zât-ı Ecell-i A'laya (C.C.) delâlet eder ki, O da Allah'tır, Vâcibül-vücuddur. Bütün beşerî ve kevnî hâdiselerden, ârızalardan münezzeh ve mukaddestir. İşte zat-ı ûlûhiyet için serdedilen bu mukaddime üzerine şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır.
Allah, mütegayyir değildir, Allah değişmez, O yemez, içmez, isrâfâtı, vâridatı yoktur. Ezelîdir; varlığı zatî ve kendindendir, aynı zamanda da, ebedîdir.
Öbür taraftan ruhun da bir besâteti vardır. Yani ruh maddeden mürekkeb değildir. Aynı zamanda âlem-i halktan değil, Kur'ân'ın beyaniyle, âlem-i emirdendir. Yani o, atomların bir araya gelmesiyle hasıl olan bir varlık değil; melâike-i kiram gibi Allah'ın emriyle meydana gelen, zişuur nûrânî kanunlardan ibârettir. Tohumdaki nemâlanma kanunu, küreler ve atomlar, hatta çekirdekle elektronlar arasındaki çekme kanunu gibi, ruh da, bir kanundur. Fakat ruh şuurludur. Diğer kanunların ise hayat ve şuuru yoktur.
Ruh maddeden mürekkeb olmadığı için basittir; çözülmez ve iyonlaşmaya doğru gitmez, Sabit bir varlığı vardır. Şimdi bu yönü ile, -haşa- bazılarının aklına, Allah'a benziyor gibi birşey gelmekte. Yani Allah tegayyürden münezzeh olduğu gibi, ruhta da tegayyür ve tebeddül yok, öyleyse farkları ne?
Allah'ın tebeddülden, tegayyürden, elvan-u eşkâlden münezzeh ve müberrâ olması zâtındandır. Ruh ise, basit bir varlık olarak Allah tarafından yaratılmıştır. Allah, hâlıktır, ruh ise mahluktur. Allah, kendi kendine kâim ve varlığı kendindendir. Ruh dahil herşey, O'nunla kaimdir. Herşey elini O'na uzatmış istiâne etmekte O ise, "iyyake nestain" sözü ile yapılan bütün istiânelere, iâne etmekte, yardımda bulunmaktadır. Ruh da, Allah'ın yardım elini uzattığı, mahluklarından birisidir. Ruhun varlığı da Allah ile kâimdir. Evet, ruh da Allah'a dayandığı sürece vardır. Allah'a dayanmadığı zaman o da mahvolur. Allah şuurlu, hayatlı bir kanun olarak ruhu kendi kudret ve iradesine dayamış ve böylece onun varlığını devam ettirmektedir.
Bir misalle arzedecek olursak; Güneşte şua, ışık ve renkler vardır. Ay'da da, bunu müşahede ederiz. Fakat Güneş'i yok farzettiğimiz zaman, ayda o ışıkları düşünmemize imkân yoktur. Ayın üzerindeki o ârazi ışıklar,Güneşte zâtî olan ışıkların cilvesidir. Biz hayalen Güneş'i yok farzettiğimiz zaman, Ay'ın üzerinde ışık devamına imkân kalmaz. Siz Ay ile Güneşi bu durumda müsâvi tutabilir misiniz? Hayır. Kur'an Ay için "nur" veya "münir" tabirini, Güneş için ise parıl parıl yanan bir lamba ifadesini kullanmıştır. Bu benzetmeler bir bakıma Cenab-ı Hak için pek uygun olmuyor. Ama, meselenin kavranması için müşahhas temsile ihtiyaç var.
Ahirette de, Allah; ruh ile beraber cesedleri de bâki kılacaktır. Allah bâki, onlar da bâki, ama; onların bekası Allah ile kâim. Dilerse hepsini yok ediverir. Fakat onun varlığı kendi Zâtı ile kâim. Onlar yok olabilirler ama. Zât-ı Ecell-i A'lâ her türlü avârızdan muallâ ve müberrâdır.
.
Cenab-ı Hak bir ayetinde "Ben istediğim kulıımu hidayete erdiririm”diyor. Bu durumda Cenab-ı Hak kulları arasında bir ayrım yapıyor mu?
Cenab-ı Hak bir ayetinde "Ben istediğim kulıımu hidayete erdiririm”diyor. Bu durumda Cenab-ı Hak kulları arasında bir ayrım yapıyor mu?
Evvelâ Allah bir ayırım yapsa, kimin hakkı var ki, O'na: "Niçin ayırım yaptın?" desin. Allah, mülk sahibidir. Hepimizi belli şeyler içinde, evirîp çeviriyor; ama, kimsenin, herhangi bir hak iddia etmeye de hakkı yoktur. "O mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder" hakikatının sahibidir. Ayrıca, O'nunla alâkalı sual sorulurken, çok nezihane, edibâne sormak lazımdır. Allah, herşeyi kabza-ı tasarrufunda tutan Mâlik'ül-Mülk'tür. Kimsenin böyle, bu tarzda soru sormaya hakkı yoktur ve edebe münâfidir.
Ancak şöyle denebilir. "Cenab-r Hak beni hidayete veya dalalete atıyorsa sonra acaba beni hangi esas, hangi prensip ve hangi hikmete binaen muaheze edecektir? Zira, O, Hakîm-i Mutlaktır. Acaba bu hususdaki hikmetinedir?"
Evet, Allah dilediğini hidayete, dilediğini de dalalete götürür. Bu husus, Kur'an-ı Kerim'in mükerrer yerlerinde hep böyle zikredilmiştir. Meşiet-i İlâhi esastır. Bu mevzuda dikkat edilmesi gerekli olan husus da şudur: Hidayet ve dalâlet Allah'ın yaratmasıyladır. Ama sebebiyet, kulun mübaşere tidir. Kulun mübaşereti o kadar zayıftır ki, âdeta hiç hesaba katılmamakta ve doğrudan doğruya bütün kâinatların yaratılması, kendisine ait olan Allah (C.C) Zatı zikredilmektedir.
Bir misal ile meseleyi tavzih edelim: Meselâ; Bizler, yemek yeme, su içme ameliyesini yapıyoruz. Bu yeme ve içmenin neticesinde içimize giren çeşitli proteinler, vitaminler, demirler, bakırlar yerlerini alıyor ve bedende, kendilerine has fonksiyonları ifa ediyorlar. Bütün bu meseleler öyle hassas hesaplarla yapılıyor ki, insanın sadece lokmayı ağzına koyması bu işlerin halli için yetmiyor. Yettiği farzedilse bile, insanın ağzına lokmayı koyması için gerekli olan elindeki kuvvet, kafasındaki dirayet, ta baştan Allah tarafından verilmiş. İnsan lokmayı ağzına koyar-koymaz, Allah tükürük bezlerini harekete geçiriyor, ağzı sulandırıyor ve yemek daha ağızda ıslanırken, hemen beyne haber gidiyor; oradan da mideye şifreler çekiliyor ve ona: "Dikkatli ol!" deniliyor. "Hangi çeşit usare ve asidi ihaz edeceksen, et, çünkü şu cinsten, şu çeşit yemek geliyor. " Derken, midedeki bütün fakülteler faaliyete geçiyor. Sadece buraya kadar olanları dahi, insan, kafasıyla düşünmeye kalkışsa, bunların pek azını bile yapamaz. Kaldı ki onun, bazan yanlışlıkla dahi çiğnediği de oluyor.
Mide kendine ait fonksiyonu ifa ediyor. Kendi eriteceği şeyleri, meselâ; nişastalı, glikozlu şeyleri eritiyor. Ve iş bununla bitmiyor; bağırsağa giderken ona da, bir şifre gönderiliyor: "Şunlar geliyor. " Yani sert ve ancak asitli şeylerle halledilebilir cinsden nesneler. İnsanın bundan sonraki safhada hiç dahli yoktur. Sonra selülozlu şeyler bağırsaklara giriyor, derken onlar faaliyete geçiyor. Bunların bir kısmı, meselâ; elma kabuğu gibi şeylerse -insan vücudunda bu gibi enzimler olmadığından- erimiyor ve dışarıya atılıyorlar. Bütün bunların hepsi fevkâlade hassasiyet içinde ve haberli olarak cereyan ediyor. Evet, midede ne erir, ne erimez bunların hepsi de haberli oluyor. Sonra sıra karaciğere geliyor ve karaciğer de, kendisine ait yüzlerce vazifeyi yapıyor...
Görüyoruz ki, bir lokma, insanın midesine girdikten sonra, onun vücuduna faydalı hale gelinceye kadar, bin ameliye görüp-geçiriyor. Ve bu bin ameliyenin hiç birinde insanın dahli olmuyor.
Şimdi, bu nankör insan kalkıp dese ki; "Ben, lokmayı ağzıma koydum, vücuduma demiri, kömürü gönderdim, stok yaptırdım. Hangi hücrelerin nelere ihtiyacı varsa, onları onlara tevdi ettim. Vitamin isteyene vitamin, protein isteyene protein gönderdim. Hararetlerini de, ayarlayıp hepsini faaliyete geçirdim. " Allah'ın bu icraatına şerik olduğunu iddia etmiş olmaz mı?
Belki, bu mevzuda düşünülmesi ve söylenmesi gerekli olan şey şudur: "Bu esrarengiz mekanizma, gaybî bir el ile çalıştırılıyor. Ben lokmayı ağzıma koyunca, birden bire esrarengiz şeyler olmaya başlıyor. Binaenaleyh, bu lokmanın halledilmesi mevzuunda benim bir dahlim yoktur. Bu işi yaratan Allah (C.C)'tır. Hazım ve sonrasını yaratan da, O'dur." Böyle demekle insana ait iş, Allah'a isnad edilmiş olmaz. Belki Allah'ın işi, Allah'a isnad edilmiş olur. İnsanın bu mevzuda o kadar cüzî bir mübaşereti vardır ki, bunca işi kendisine isnad etmeye aslâ hakkı yoktur.
Gelelim hidayete. Hidayet, öyle mühim bir meseledir ki, insanın onu elde etmedeki iradesi, çok küçük bir izhâr-ı liyakattan ibarettir. Meselâ; çok defa isterim ki; kalbî bir inşirah bir inbisat içinde bütün hissiyatımla içimi cemaata dökeyim. Halbuki "ve mâ teşaune illâ en yeşaallah" "Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz" (Insan-30)'in sahibi olduğundan, bütün içimi, hissiyatımı ifade edemiyorum: ancak, alâ kaderil-imkân birşeyler söyleyebiliyorum. İstiyorum ki, nâfiz ü'1-kelîm ve alabildiğine muhlis olarak, Ahkâm-ı İlâhiyeyi, Ahkâm-ı Kur'aniyeyi nakledeyim. Halbuki herşey bir noktada takılıp kalıyor. Ne kadar arzu ediyorum, namaza durduğum zaman kendimden geçeyim; vecd ve istiğraklarla kendimi unutayım, dünya ve mâfihadan bütün bütün sıyrılayım. Halbuki bu arzumun binde birine dahi muvaffak olamıyorum. Demek ki, elimde samimi isem sırf bir istek var. Geri kalanları tamamen Yaratana ait... Ey Rab, göz açıp-kapayıncaya kadar dahi olsa bizi bize bırakma!. .
Dikkat buyurulsun; iman zevki, iman aşkı, iman hazzı, cennet iştiyakı ve Cenab-ı Hak'tan gelen herşeyi almaya, kabul etmeye teşne olma keyfiyeti, bütün bunlar öyle ilâhî mevhibelerdir ki, bunları insanın sinesine ancak Allah yerleştirebilir. İnsan, sadece mübâşeret eder. Onun için Saduddin-i Taftazani bu mevzuda "İman, insanın cüzî iradesini kullanması suretiyle, Allah in onun ruhunda yaktığı bir şem'adır. " Şem'ayı yakana ruhlar feda olsun! Böyle büyük bir neticede senin cüz'i irâdeni kullanmaktan başka bir dahlin yoktur. Sanki düğmeye dokunuyorsun ve hayatın tenvir ediliyor. Binler avizenin, bir tek düğmeye dokunmakla etrafı aydınlatması gibi, iman tarafına, cüzi iradenin o kadarcık yönelişi, hidayet nurunun yakılmasına vesile oluyor.
Evet, bu meseleyi de ağızdaki lokma gibi anlama mecburiyetindeyiz." "Ulemâ teşaune illâ enyeşaallah" "Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz" (İnsan-30) "Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola iletir" (Müddessr-31) fehvâsınca kimse, O'nun dilediğinden başkasını dileyemez... O'nun saptırdıklarını hidayete erdiremez, O'nun hidayete erdirdiklerini de saptıramaz.
Netice olarak: İşin çoğu O'na aittir. Bize ait olan o kadar cüz"ı, o kadar küçüktür ki, bunları görmemezlikten gelerek,olan şeylerin bütününe sahip çıkmamız Allah'a karşı su-i edeb ve cür'etkârlıkdan başka birşey değildir.
.
Ölen kimselerden, sağ olan evliyadan daha çok yardım görüldüğü iddia ediliyor; bu doğru mudur?
Ölen kimselerden, sağ olan evliyadan daha çok yardım görüldüğü iddia ediliyor; bu doğru mudur?
İnsana Allah'tan başka kimse yardım edemez. Yardım medet, inayet Allah'tan gelir. Veli de Allah'ın dostu demektir. Herkes derecesine göre Allah'ın dostudur; bilhassa mü'minler... Fakat dostluğu ileri götürerek tam kurbiyet kazanmış bir kısım kimseler vardır ki, hadis-i şerifin ifadesiyle, nafile ibadetlere gönül vererek, Allah'a yaklaşırlar.. yaklaşırlar da, Allah,gören gözleri, işiten kulakları, söyleyen ağızlan olur. Yani Cenab-ı Hak onlara basiret verir. Onlar da aıtık doğruyu görür, doğru değerlendirir ve doğru konuşurlar. Onların gönülleri "mehbet-i ilham-ı ilâhi" olıır ve Allah (C.C), ilhamlarıyla bunlan serfirâz kılar. Bu insanlar, Allah'a biraz daha yaklaşıp, kurbiyet kazanınca, tam hak dostluğuna erer. O'nun inayet ve desteğine mazhar olurlar. "Bu, Allah in, inananların yardrmcısı olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince onların yardımcıları yoktur. " Evet mü'minlerin mevlası yani velisi Allah'tır. Mü'minler de, Allah nazarında Velidirler. Kâfirlere gelince, onlarda velâyet yoktur. Allah (C.C) onların ne gören gözleri, ne işiten kulaklan, ne de söyleyen ağızları olur. Onlar hızlân ve hüsrândadırlar.
Öyleyse velilik için bir sınır tesbit edemeyiz. Veliliğin mü'minlerin en küçüğünden, Rasul-ü Ekrem'e (S.A.V) kadar mertebeleri vardır. Birisi gözünü yumduğunda kabirlerin altında neler oluyor onu müşahede eder. Bu veliliğin en basit mertebesidir. Evet kabirlerin ve mezarda yatan kimselerin durumunun keşfedilmesi, velâyetin en basit mertebelerinden biri. İnsanın içinin bir kitap gibi okunması, daha ileri derecesi, başına gelecek şeyleri, Allah'ın ona bildirmesiyle bilmesi, farkında olarak veya olmayarak onları başkalarına anlatması, ayrı bir kademesidir. Çünkü Allah, onun konuşan dili olmuştur. Bunlar, velayetin bir kısım tezahürleri. Sonra veli öyle bir noktaya gelir ki, bunları da, işin fâkihesi olarak görür ve bu çerezlerle meşgul olmayı nakise bilir ve Yunus'un dediği gibi "Bana seni gerek, seni" diyecek bir makama yükselir. Aıtık keşif keramet yoktur ve işte sahabinin veliliği budur. Bazı kimseleri Allah (C.C) velayetin bir kısım sıkıntılı yollarından geçirmeden de sahabinin veliliğine getirebilir.
Ben şu yirminci asırda, din-i mübin-i İslâm'a sahip çıkan delikanlıları sahabinin velayetine mazhar görüyorum. Keşifleri, kerametleri, kabirleri müşahedeleri, hatta kalbî müşahadeleri olmayabilir ama, makamlarının büyük olduğu muhakkak. Çünkü Allah onları çok kudsi işlerde istihdam ediyor. Büyük kimselere, bu işin paşalarına mareşallerine yaptırdığı işi, bunlara yaptırıyor. Yani dinini onlarla ihya ediyor... İnşaallah, bunlar da, velidirler.
Fakat ister öyle veli olsun, ister böyle, Allah'ı hatıra getirmeden, "İnayet; meded" diye velinin kapısına gitmek, hatalıdır. İmam-ı Birgivi, bir insanın "Meded yâ Resulallah!" demesi dahi tehlikelidir der; vakıa biz bunu biraz yumuşatarak diyoruz ki: "İnsan hiç olmazsa Resul-ü Ekrem'e (S.A.V) bunu diyebilmelidir. Çünkü, Hak sarayının söz götürmez sultanıdır O. Allah indinde yaratılmışların en eşrefidir. " İmam Birgivi'nin büyük bir insan olduğu muhakkak ve müsellem. Bununla beraber Efendimiz (S.A.V) Allah'ın kendisine büyük selahiyetler bahşettiğini, bizzat kendileri anlatır.
Evet, O zat (S.A.V) Hak sarayının kapısına vurmadan içeriye giren mahremlerdendir. O'na kaç defa nazla gitmiş, niyazla dönmüştür. Evet O, bir insanın varamayacağı noktalara varmış, imkân ve vücub alemiyle dudak dudağa gelmiş, sonra da niyazla geri dönmüştür.
Sadede dönelim: Efendimiz gibi, O'nun ümmetinden bazı kimselerin insanlara inayeti, el uzatması, teveccühü olabilir. Fakat bunların hepsi vesile ve vasıtadır. Esas herşeyi yaratan Allah'tır. Ehl-i Sünnet akidesi böyledir. Allah bir kısım kimseleri afv edecektir de, Resul-ü Ekrem'in (S.A.V) şefaatini ona vesile yapar. Evet Mü'min, inayet ehlinin inayetini düşünürken böyle düşünmeli, böyle inanmalıdır.
Burada kendi mülâhazamı da şöyle anlatayım. Hiç bir zaman nefsimin muhasebesini yaparken, doğrudan doğruya Mevlâ'nın huzuruna kendi kendime gitmeyi düşünmedim. Kademe kademe önce, Resul-ü Ekrem'e (S.A.V) kendisiyle bağlı bulunduğum Zatın arkasına düştüm. Yani, Resul-ü Ekrem'in (S.A.V) ümmetine getirdiği nuru, feyzi, esrarı bana intikal ettiren, doğruyu gösteren, Kur'an'ın ayetlerini gökteki yıldızlar gibi tanıtan, içimde iz'ân hasıl olmasına yardımcı olan, Resul-ü Ekrem'i (S.A.V) göklerde kanat çırpıp uçan bir tavus gibi bana gösteren ve bir hurma ağacı gibi en tatlı, en leziz meyvelerini kalbimin dudaklarıyla vicdanıma duyuran, evet bütün bunları bana iş'ar ve işaret eden hangi zat ise, evvelâ onun vesayası altına giriverir, sonra onunla Huzur-u Resulullah'a (S.A.V) varırız. Orada beni mahcub etmemek için "Bu da bizdendir, yâ Resulallah" dediğini tahayyül etmeye duymağa çalışır ve Resul-ü Ekrem'e dehâlet etmiş olurum. Ama nazarı daha ilerilerde olanlar bu sefer Resulullah'ın (S.A.V) peşine düşer ve Resulü Ekrem (S.A.V) de "Bu da bizdendir yâ Rabbi!" der, gönlüm ve gönüller huzur ve itminana kavuşur.
Evet çoğumuz muhasebemizi yapıp, Huzur-u Hazret-i Kibriya'ya sığınırken hep böyle bir rabıta, bir ittisal ile gideriz. Böyle bir ittisalde de şirk ve şirki işmam eden şeyler yoktur. Çünkü neticede her şey fıllah'a dayanıyor. İşin esası, tek başımıza, kendimizi bu kapıları çalmaya, kapı tokmaklarına dokunmaya liyakatli görmüyor, hatta utanıyor ve birinin arkasına takılıyoruz.
Bu asrın âfâkında, büyük feyizler, büyük nur ve sırlarla tûlû' eden zât dahi, kendi muhasebesini yaparken: "Günahlarım beni mahcub etti. İsyanlar altında eziliyorum. Senin kapına geldim, ama, Efendim Abdülkadir Geylâni'nin sesiyle senin kapının tokmağına dokunuyorum" diyor ve O'nun söylediği sözlerle müracaat ediyor; adeta yukarıya gidecek dilekçesinin altına imzayı, o selâhiyetli zâta attırıyor. Böyle bir dehâlet, bir sığınma, şirk işmam eden tavırlardan uzak olduğu gibi, aynı zamanda cür'et ve su-i edebten de uzakhr. Abdulkadir Geylâni kendisine dehalet eden bu zah Resul-ü Ekrem'e (S.A.V) takdim edecektir. Abdülkadir Geylani ki, velayet dünyasının zirvesini tutmuş çok yukarlarda bir velidir. "Benim ayağım kıyamete kadar gelecek bütün velilerin omuzundadır" demiştir. Resul-ü Ekrem'e (S.A.V) iki yönle bağlıdır; hem Hasanî, hem Hüseynî. Sâhib-i selâhiyet büyük bir imamdır ve O'nun vesileliği, yolda kalmışlara Hakk'ın büyük bir rahmeti ve inayetidir.
.
Akraba;evlilikleri zararlı olduğu halde, dinimiz bundan sakındırmamış, hatta teşvik babından Hz. Ali ile Hz. Fatma (ra) izdivaç etmişler.
Akraba;evlilikleri zararlı olduğu halde, dinimiz bundan sakındırmamış, hatta teşvik babından Hz. Ali ile Hz. Fatma (ra) izdivaç etmişler.
Evvelâ, akraba evlilikleriyle ortaya çıkması muhtemel hastalıklara bir gözatalım:
"İrsi hastalıklar": Ana babadan çocuğa"irsi olarak"geçen hastalıklara verilen addır. İrsî hastalıklara, yakın akraba olan (ana-babanın) çocuklarında, diğer çocuklara oranla daha çok rastlanır. Akrabalar arasında yapılan evliliklerden doğan çocuklarda, ortak atadan aktarılan ve irsî hastalığın taşıyıcısı olan genlerden iki tane bulunması ihtimali büyüktür.
Az rastlanan irsî hastalıklardan birisi akşınlık (Albinizm)dir. Akşınların gözlerinde ve saçlarında boya maddesi (Pigment) yoktur. Bu hastalık sadece görünüşü bozmakla kalmaz, yarı körlüğe de yol açar.
Veraseti , DNA adı verilen ve gen adlı birimlerde toplanmış olan bir madde gerçekleştirir. Genler organizmanın gelişmesini düzenleyen bilgiyi taşırlar.
Bazı hastalıklar irsîdir ve bu hastalıklara bir enzim yetersizliği yol açar. Vücutta meydana gelen bütün "biyokimyevi" hadiseler, enzimlerin kontrolü altında gerçekleşir. Bütün "birleşimler" ve "çözülmeler" belli bir sıra izlerler. Yani bir madde doğrudan doğruya son ürüne dönüşmez, daha önce çeşitli bileşik dizilerinden geçer. İstenilen son ürünü meydana getirmek için bu dizilerdeki bileşiklerin herbirine yeni maddeler eklenir ya da çıkarılır.
Zekâ geriliğine yol açtığı sanılan Mongolizm, Fenilketonüri gibi 28 kadar irsî hastalık bilinmektedir. Bunlarda yetersiz enzim tesbit edilmiştir.
Orak hücreli anemi, Talessemi gibi bazı kan hastalıkları, ayrıca sistinüri, ve galaktosemi de irsî hastalıklardır. Saniyen İslâm, akraba evliliklerini teşvik etmemiş, belli bir çerçevenin dışındakilerin evlenmelerini tecviz etmiştir. Salisen, İslam'ın yasaklar çerçevesi içine aldığı akrabalar da küçümsenmeyecek kadar bir yekûn teşkil etmektedir. Mamafih, aslında zararlı olan akraba evliliği değil anne-babada mekni bulunup evlenince, katlanıp çocukda ortaya çıkan hastalıklardır. Bir aile, bir sülale, bir oymak ve bir kabilede bu hastalıklardan biri varsa, aynı oymak içinde aynı hastalığı taşıyan iki kişi izdivacla bir araya gelince, hastalık ortaya çıkıyor. Yani çocuk annesinde ve babasında meknî bulunan bu hastalığı tevarüs edinmiş oluyor.
Şimdi, eğer, böyle bir hastalık taşıyan aile; kabile içinde değil de dıştan olsa, hatta evlenenlerin biri Çin'den biri de Maçin'den gelse hastalık olmayacak mı? Aksine, kimden ve nereden olursa olsun, çocuğun kaderi olarak ortaya çıkan, anne-baba hastalığı akrabadan olmuş, uzakdan olmuş farketmez. Binaenaleyh, asıl mahzurlu olan, iki hastanın bir araya gelmesi, çocukda, kâmil mânâda ortaya çıkan bu tür hastalıkla hasta olanların evlenmesidir.
Bu tür hastaların evlenmesiyle çocuklarda bir kısım ârızalar oluyorsa, hekimler bunu araştırmalı; şayet böyle bir hastalık varsa, bunların evlenmeleri tecviz edilmemelidir. Böyle, aynı kabile aynı oymak içinde, izdivaçla ortaya çıkan hastalıklarda hassasiyet gösterildiği gibi, dünyanın tâ öbür ucundan alıp evlendireceğimiz kimseler hakkında da titiz davranılmalıdır. Zira aynı hastalık onlarda da olabilir, dolayısıyla aynı vahim netice, onlar için de bahis mevzuudur. Binâenaleyh böyle bir meselede belli çerçevenin dışında akraba evliliklerine cebhe almak bir haksızlıktır ve ilim adına faraziyecilerin işine de çok yaramayacaktır...
Şayan-ı teessüfdür, bir kısım dindar ilim adamları da meseleyi faraziyecilerin aceleciliği içinde ele alarak, tıbbî hükme menat teşkil eden hususu tamamen kulak ardı edip, "zaten Kur'ân'da bütün bütün akraba evliliklerini yasak etmiştir" diyerek Kur'an' la tenakuza düşmektedirler. Bir kere Kur'ân-ı Kerim: "Ey peygamber, biz, ücretlerini (mehirlerini) verdiğin eşlerini, Âllah in sana ganimet olarak verdiği (savaş esir) lerinden elinin altında bulunan (câriye) leri, amcanın, halalarının, dayının ve teyzelerinin seninle beraber göç eden kızlarını sana helâl kıldık. Bir de kendisini (mehirsiz olarak) peygambere hibe eden ve peygamberin de kendisini almak dilediği inanmış kadını, diğer mü'minlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık). Biz, eşleri ve ellerinin altında bulunan (cariye) leri hakkında müminlere ne farz ettiğimizi bildik (onların bu hususta ne yapması lâzım geldiğini açıkladık) ki,sana bir zorluk olmasın, (sen bir sıkıntıya, güç bir duruma düşmeyesin). Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. " (Ahzab-50)
Pratikte de, ne peygamberimiz ne de Ashab efendilerimiz, muharremât ayetiyle çerçevesi belirlenenlerin dışındakilerle evlenmede beis görmemiş ve bu mübahı kullanmışlardı. Efendimiz, (S.A.V) halasının kızı Zeyneb binti Cahş'la; Hz. Ali amca torunu Hz. Fatıma'yla ve daha yüzlercesi yüzlercesiyle evlenmişti... Hem sıhhatli bir oymak içinde niçin kız alınıp verilmesin ki? Hatta, o oymak ve o sülâlenin sıhhat, ruh, karakter ve fiziki yapısının korunması için bunda faydabile olabilir. Meselâ, Dâğıstan halkının umumiyet itibariyle bu mevzuudaki hassasiyetleri sayesinde, sağlam nesiller olarak bugünlere kadar gelip ulaşdıkları söylenmektedir. Denilebilir ki, bunlar daha sıhhatli, daha zinde, Allah'ın bir lütfu, ihsanı, takdiri olarak daha uzun ömürlü olabilmişler.
Şanlı Osmanlı devletinde de bu mübah kullanılıyordu ama, endişe edilen rahatsızlıkların pek çoğu yoktu. Hatta, bizzat Âl-î Osman Hânedanı bu mübaha karşı açıkdı ve bizim korkulu rüyalarımız sayılan hastalıklardan hiçbiri de bilinmiyordu. Hem bir insan kendi soyunun, sopunun, sıhhatini; güçlü, kuvvetli ve zinde olmasını düşünüyorsa, tabii ki, en sıhhatli ailelerden kız alacaktır. Kendi kabilesi en sıhhatli ise neden ondan almasın ki...?
Hasılı, çiftlerin bir araya gelmesinde mahzur teşkil eden şey uzak ve yakın olmakdan daha ziyade; eşlerin biraraya geldiklerinde, çocuğun acı kaderi olabilecek hastalıklardır. Ve zannımca üzerinde durulması gerekli olan da budur. Yoksa, insanlara faideli olan şeylerin en küçüğünü dahi ihmal etmeyip gösteren ve bir yudum içki gibi, zararın en küçüğünün üzerinde hassasiyetle durup onları sakındıran Kur'ân-ı Kerim, çok önemli şeyleri önemsememiş; çok önemsiz şeyler üzerinde de fazlaca durmuş sayılırdı ki, bu da onun herkesce kabul edilen "muvazene kitabı" olma ruhuna aykırı demektir.
Kur'ân-ı Kerim: "Size (şunlarla evlenmeniz) haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, karılarınızın anaları, birleştiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız - eğer onlarla henüz birleşmemişseniz, (kızlarını almaktan ötürü) üzerinize bir günah yoktur - kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın karıları ve iki kız kardeşi bir arada almanız. Ancak geçmişte olanlar hâriç. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir" (N;sa-23) ayetiyle haram olanların çerçevesini belirledikten sonra, yukarıda temas edip geçdiğimiz Ahzab sûresinin 50. ayetiyle de şöyle buyurarak:
"Ey peygamber, biz, ücretlerini (mehirlerini) verdiğin eşlerini, Allah’in sana ganimet olarak verdiği (savaş esir) lerinden elinin altında bulunan (cariye)leri, amcanın, halalarının, dayının ve teyzelerinin seninle beraber göç eden kızlarını sana helâl kıldık. Bir de kendisini (mehirsiz olarak) peygambere hibe eden ve peygamberin de kendisini almak dilediği inanmış kadını, diğer mü'minlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helal kıldık). Biz, eşleri ve ellerinin altında bulunan (cariye) leri hakkında müminlere ne farz ettiğimizi bildik (onların bu hususta ne yapması lâzım geldiğini açıkladık) ki, sana bir zorluk olmasın, (sen bir sıkıntıya, güç bir duruma düşmeyesin). Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (Ahzab 50) herhangi bir iltibasa meydan vermeyecek şekilde, neyin yasak olup, neyin olmadığını apaçık göstermektedir.
Bununla beraber, evlenmeyi, sağlık prensiplerine riayet ölçüsü içinde mubah kılmak başka, izdivaca zorlamak başkadır. Belli bir çerçevenin dışındakilerin evlenmelerine yollar açık ve herhangi bir mâni yoktur. Ama, aynı zamanda, evleneceklerin sağlık açısından biraraya gelip gelemeyeceklerinin tetkik ve araştırılması neticesinde, şayet, bir mahzur bahis mevzuu ise böyle bir izdivacın engellenmesinde de sakınca yolctur. Hatta, engellemek, yararlı ve insanidir.
Her şeyin en iyisini Allah bilir.
.
Bir saat tefekkur, bir sene nafile ibadet hükmüne geçer" mealinde Tefekkürün yolu, usulü, metodu nasıldır? Belli bir vird veya zikri var mıdır? En çok tefekküre sevkeden ayetler hangileridir? Sessizce yapılan dualar tefekkür yerine geçer mi?
Tefekkür
Bir saat tefekkur, bir sene nafile ibadet hükmüne geçer" mealinde Tefekkürün yolu, usulü, metodu nasıldır? Belli bir vird veya zikri var mıdır? En çok tefekküre sevkeden ayetler hangileridir? Sessizce yapılan dualar tefekkür yerine geçer mi?
Zannediyorum, soru sorulurken cevabı da verilmiş oldu. Bir saat tefekkür, bir sene nâfile ibâdet hükmünde olduğu zayıf bir hadis-i şerifte ifade ediliyor ama; hadisten daha ziyade K. Kerim'de bu meseleyi te'yid eden pekçok ayet var: "Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ve gündüzün ihtilafında aklı başında olan kimseler için gerçekten açık ibretler vardır." (Ali imran-190). Evet, ayların, güneşlerin âhenk içinde doğup batmasında, nizamın baş döndürücü bir keyfiyetle deverân ve cereyan edip durmasında, düşünebilen kimseler için ibretler vardır. Bu ayet-i kerime tefekkür mevzûunda sarih bir delildir. Efendimiz (S.A.V), "Bir insan bu âyeti okur da düşünmezse, yazıklar olsun ona" buyururlar. Ümmü Seleme validemiz, bu ayet nâzil olduğu zaman veya Efendimiz (S.A.V) bu âyeti okurken, ağladığını nakleder. Zaman ve mekânın Efendisi bir gece, teheccüd vaktinde bu ayeti okuyup hıçkıra hıçkıra ağlamışdı. Düşünmeye açılan bir kapı ve tefekkür iklimine açılan yollarda birer rehber sayılan bu ve emsali ayetler, İslâm' da düşünce hayatının buudlarını göstermeleri bakımından çok önemlidirler.
Yalnız, önce tefekkürün ne demek olduğunu bilmek lâzım. Tefekkür, evvelâ, bir ilk bilgiye dayanmalıdır. Yoksa âmiyâne, câhilane tefekkürlerle hiçbir yere varılamaz. Böyle kapalı tefekkür, zamanla bıkkınlık meydana getirir. Sonra da insan tefekkür etmez olur. Bir insanın evvelâ, tefekkür edeceği mevzuu çok iyi bilmesi, tefekküre esas teşkil edecek hususları zihninde hazır malzeme haline getirmesi, yani bir mâlumat-ı sabıkası bulunması lâzımdır ki, sistemli düşünmesi mümkün olabilsin. Ayların, yıldızların, cereyân ve deverânını, onların insanoğluyla münâsebetini, insanı teşkil eden zerrelerin akıllara durgunluk veren hareket ve faaliyetlerini, biraz olsun biliyorsa, bunlarla alâkalı düşündüğü zaman bu bir "tefekkür" olabilir. Yoksa, ayların güneşlerin harekâtına bakıp da, şairane ilhâmlarla birşeyler duyup birşeyler söyleyenlere mütefekir değil, ilhamlarını söyleyen hayâlci denir. Keza; tabiat bataklığına saplanmış bir kısım natüralist düşünür ve şairlere de mütefekkir demek mümkün değildir. Hele Cumhuriyet dönemi, kalburüstü gösterilen şair ve yazarlarımız arasında mütefekkir o kadar azdır ki, bir elin parmak sayısını geçmez. Onlar da dînî duygu ve dînî düşüncelerinden ötürü ademe mahkûm edilmiş ve toplumun onları tanımasına katiyyen meydan verilmemiştir.
Bu dönemde az bir zümre, eşya ve varlığı kurcalamış ama, onlar da eşyanın hakikatına katiyen nüfuz edememişlerdir. Vakıa, bu dönemin tabiat sever şairlerinin beyanları içinde insan, cennetleri dinliyor gibi olur: Suların şakır şakır akmasında yağmurun şıpır şıpır yağmasında, ağaçların hemhemesinde, kuşların demdemesinde öyle destanlar keserler ki, insan kendisini cennetlerin ortasında zanneder. Fakat bu insanlar hep, netice ve ötelere kapalı yaşadıklarından, eskinin düşmanı, yeninin de cahili olarak kalakalmışlardır. Ömürleri, şehadet âleminin, tenteneli perdesi üzerinde sayıklamakla geçmiş ve tek kürekli sandalla seyahat ediyor gibi, kendi etraflarında dönüp durmuşlardır. Bunların, hayata dair düşüncelerinin her yanında bir tıkanıklık vardır; bunların tefekkür dedikleri şey de, bu tıkanıklık içindeki ümitsizce ızdıraplardır. Ve tabü böyle bir tefekkürün hiç bir faydası da yoktur.
Tefekkür etmek için evvelâ, bir ilk malumat; hâl-i hazırdaki durumun kavranması, öze uygun yeni terkipler, yeni komprimeler ve bütün bunlar üzerinde gerçeği arama düşüncesiyle fikir sancısı lâzımdır. Bu sistemle düşünebilen şahıs, düşüncede sürekli,'yeni yeni hükümlere varabilir; bu hükümleri daha başka düşünce hamlelerine esas yaparak, daha ilerilere sıçrayabilir; ondan yeni yeni neticeler çıkararak tefekküründe derinleşip buudlaşır. Sonrada tek buudlu veya çift buudlu düşüncesini. üç buııdlu, çok buudlu tefekküre ulaştırarak, zamanla "zülcenaheyn"bir mütefekkir ve bir insan-ı kâmil seviyesine çıkabilir.
Hasılı, düşünmenin ilk esası olarak; okuma, kâinat kitabını mütalaaya alışma, sinesini Hakk'dan gelen esintilere, kafasını şeriat-ı fıtriyenin prensiplerine karşı açık tutma, varlığa, onun mukaddes tercümesi sayılan Kur'an adesesiyle bakma gibi hususları sıralayabiliriz... Yoksa, kutup yıldızı şurada duruyor, güneş şöyle batıyor, Zühre şöyle, Merih böyle... başı, hedefi, gayesi belirlenememiş, cahilce eşyanın yüzüne bakış katiyyen tefekkür olmayacağı gibi, böyle bir düşünceyle bir yere varmağa da imkân yoktur. Sevap kazandırıp kazandırmadığı da her zaman münakaşa edilebilir.
Bir saat tefekkürün, senelerce yapılan ibadete denk olması şundandır. İnsan, bir saat sağlam tefekkür sayesinde onda, erkân-ı imaniye inkişaf eder; içinde marifet nurları parlar; derken kalbinde muhabbet-i ilâhi belirir... Sonra rûhanî zevklere ulaşır ve kanatlanmış gibi olur.
İşte böyle bir tefekkürle herhangi bir insan, bu türlü tefekkürden mahrum bir işin, bin ayda varabildiği mesafeye varmış, dolayısıyle de en büyük kazançlara ermiş sayılır. Böyle bir anlayış ve şuur içinde Rabbine teveccüh edememiş bir insana gelince, bin sene durmadan yatıp-kalksa, terakki adına bir adım atmış sayılmaz. Bu itibarla da yaptığı şeyler bir saat tefekküre mukabil gelmez. Ama bu demek değildir ki, onun bin sene yaptığı ibadet-ü taat boşa gitmiştir. -haşa- Allah karşısında onun ne bir rükûu, ne bir secdesi, ne bir kavmesi, ne de bir celsesi boşa gitmemiştir.
"Kim zerre kadar hayır yapsa onu görür, kim de, zerre kadar şer yapsa onu görür." (Zilzal7-8).Yani herkes kazancına göre bir kısım şeylere mazhar olur. Bu esasa binâen ne şekilde olursa olsun o da vazife-i ubûdiyetini edâ etmiş; kulluğunu yerine getirmiş ve Rabbiyle bir çeşit münasebete geçmiş sayılır. Fakat tefekkürden hâsıl olan şeyleri elde edemez.
Evet, bu ma'nâdaki bir tefekkür, arzettiğim gibi bin sene ibadete mukabil gelebilir.
Bir diğer şey daha soruluyor: Tefekküre esas teşkil eden veya vesile olan belli vird veya zikir var mıdır? Belli virdler ve zikirler insanın tefekkürünü geliştirebilir mi?
Bu da yine kâinat kitabını mütalaada olduğu gibi, şuurlu olmaya bağlıdır. Şuurlu dua, şuurlu münacat, şuurlu yakarış, bazen insanın içdünyasında en paslı gibi görünen kilitleri de açabilir. Ancak, bu vird ve zikrin, nereden, nasıl seçilip alınacağına dair birşey söyliyemiyeceğim. Bu durum, istidat ve kabiliyetlere göre farklılık arz edeceği gibi, şahısların inanç ve kanaatlerine göre de değişik olabilecektir. Bu itibarla, isteyen sinesini "cevşen'e, isteyen "evrad-ı kudsiye" ile isteyen "me'surât"la, isteyen Şazeli, Şah-ı Geylâni, Ahmet Rufaî ve Ahmet Bedevî Hazeratından birinin evradıyla coşturabilir. Bu büyük zatların, büyük virdleriyle meşgûl olurken, insan o zatları adeta yanında hisseder ve o huzur içinde okuduğu şeylerin zevkine doyamaz. Keşke, herkes bu virdleri okuyup onlardan istifade edebilseydi; kendilerini yenileyecek ve Allah'la münasebetlerini kuvvetlendireceklerdi...!
Bir diğer husus da şu; tefekküre sevkeden âyetler, sessizce yapılan duâlar, tefekkür yerine geçer mi?
Manâsı anlaşılmıyor ve insan onda derinleşemiyorsa tefekkür olmaz. Sevap olur da tefekkür olmaz. Tefekkür, fikretmeden gelir. Vak'alarla yeni vak'aları bir araya getirme ve terkipler yapmak demekdir. Bir şeyin sebebiyle neticesi illetle malul arasında münasebet kurma Allah'la kul-mabut münasebetini perçinleştirme her zaman bir tefekkür sayılsa da bu kudsî münasebete ulaşdırmayan evrad-u ezkar veya en mübarek zatların dersi de olsa, sevap olur, fakat tefekkür olmaz. Tefekkür olabilmesi, ruhu ve gönlü çalıştırmaya, tefekküre mevzu olan şeyin üzerinde durmaya, araştırmaya, Rabbimizle münasebetlerimizi derinleştirip kuvvetlendirmeye bağlıdır. Rabbim muvaffak eylesin. Günümüzde en kıt,en az olan şey tefekkürdür. Bu itibarla insanımızın tefekkür noktasında yaya olduğu söylense mübalağa yapılmış sayılmaz.
.
Ümmetimin fesada gittiği bir dönemde, sünnetime sımsıkı sarılana yüz şehid ecri vardır" deniliyor. Sünnet-i seniyye'yi öğrenip asrın şartları içinde tatbîk keyfiyetini açıklar mısınız?
Ümmetimin fesada gittiği bir dönemde, sünnetime sımsıkı sarılana yüz şehid ecri vardır" deniliyor. Sünnet-i seniyye'yi öğrenip asrın şartları içinde tatbîk keyfiyetini açıklar mısınız?
Bu meselenin de yine elimizdeki kitaplarda fevkalâde terkibi yapılmış ve sünnet yolu Hakk'a vasıl olmanın merdiveni, mirkadı gösterilmiştir. Evet, hem yolu gösterilmiş hem de o yola fevkalâde teşvik yapılmıştır. Bu yol, öyle bir yoldur ki, binlerce veli ve binlerce dimağın bir araya gelmesiyle bulunacak bütün yollar ve o yolların mukaddes düstur ve prensipleri, sünnet-i seniyyenin en küçük meselesi yanında, çok küçük ve sönük kalacağı hakikatını, asrımıza kadar, yüzlerce hakikât eri, yüzlerce mürşid, tekrar be tekrar anlattı ve sünnet yolu, din yolu olduğuna tenbihde bulundular.
Farzlardan âdâba kadar, dînî hayatı bize tâlim eden Allah'ın(C.C), davranışlarını doğrudan doğruya kontrol altına aldığı, her iş ve hareketinde hayra yönlendirilen Efendimiz (S.A.V), bize hayatı tâlim etmek üzere gönderilmiş bir insandı. Farzı, vacibi, sünneti, müstehabı ve adabıyla.. .
Kul farzlarla Allah'a yaklaşır. Nafileyle o hâle gelir ki, -Kutsî hadiste ifâde buyrulduğu gibi- "Allah onun gören gözü, işiten kulağı, konuşan ağzı, tutan eli olur."Yani ona, gördüğü şeyleri doğru gösterir. Gördüğü şeyler isabetle değerlendirmeye muvaffak kılar ve herşeyden hakikate giden bir yol açar. Hidâyeti görse, kanatlanır, dalâleti görse kaçar. Hakikata çağıran iyi bir ses duyduğu zaman, Hak adına gerilir ve ruhunda yükselme başlar. Aynı zamanda konuşurken, Allah O'na hakkı konuşturur, iş yaparken hep yararlı şeylere sevkeder ve her zaman iyilik ve güzellik istikametinde götürür. Hasılı, onu, sürekli olarak Cennet yoluna sevkeder ve bir lahza nefsiyle başbaşa bırakmaz. O, davranışlarında Hakk'ın hoşnutluğunu aradığı için, Hak da onu hep, marziyat-ı sübhaniyesi içinde hareket ettirir. Binaenaleyh, Efendimiz'i (S.A.V) ve O'ndan sonraki mühim zevâtın hayatlarını, Cenab-ı Hak daima böyle kontrol altında tutmuş ve marziyata giden caddenin dışındaki bütün yolları onlara tıkayıp, mecburi istikamet olarak sadece sünnet yolunu göstermiş ve bu yolu işlettire işlettire âdeta şehrah haline getirmiş. Artık bugün, hedefe varabilen, te'minat altında olan bir yol varsa o da bu yoldur.
Tabii, ümmetin fesadı zamanında bu ehemmiyette olan sünnet-i seniyyenin ihyası, farzıyla, vacibiyle, sünnetiyle o yolun yeniden işler hale getirilmesi ve aynı zamanda o geniş caddenin kıyâmet'e kadar te'minât altına alınması uğrundaki hizmetler, o kadar mübârek ve o kadar kudsidir ki, böyle bir hizmete omuz veren zatların şehitlerle atbaşı gittiklerinde şübhe edilmemelidir. Hatta bunlar içinde, ömrünün hergününde birkaç şehit sevabı yakalıyanların sayısı hiç de az değildir. Bu arada hususiyle erkân-ı imânîyeyi yeniden ihya etmeye çalışanlar, yüz şehidden daha fazla sevap kazanabilir.
Evet o sünnet-i seniyye içinde öyle meseleler vardır ki, onların birini ihyâ eden yüzlerce şehit kadar sevap kazanabilir. Nasıl, gıybet içinde bazan öyle bir gıybet olur ki, adam öldürmekden, zina etmekden daha eşeddir. Evet, elbette toplumu biribirine katıp karıştıran gıybet, herhangi bir şahsın çekiştirilmesi gibi olamaz. Bu durumda o, ferdî büyük günahlardan daha büyüktür. Öyle de,günümüzde ümmetin fesada gittiği meselelerde, bütün İslâm çarkının bozulduğu hengâmda, dine ait herhangi bir meseleyi ihyâ etmek için gayret edenler, elbette yüz şehid belki bin şehid sevabı kazanacaklardır. Hele mübârek gün, mübârek an ve mübârek dakikalarda bu işi yapabilenler, belki daha çok sevap kazanacaklardır. Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle, dilediğine fazlından dilediği kadar ihsanda bulunacağını ifade ediyor. Allah, evvelâ, bu yolda bizi kâim ve dâim eylesin. Sonra ihlâsla hizmete muvaffak kılsın!..
Çok bahtiyar ve talihliyiz. Hizmetimiz anlatılırken deniyor ki "İhsan-ı ilâhi olarak omuzumuza bir vazife yüklenmiş". Evet, bütün bütün herşeyin şirazeden çıktığı bu dönemde, çok kıymetli bir vazifeyle tavfiz edilmiş bulunuyoruz. Bunu müesseseleriyle, kadrosuyla, cemaatıyla ihya etmek, dünyada eşi menendi olmayan bir şeydir. Bir bakıma bu, Efendimiz'in (S.A.V) vazifesini yüklenmek demektir. Şah-ı Geylani'nin ma'nen, bize zahir olması, Hz. Ali (R.A)'nin asırları aşarak bize arka çıkması, bu asırda görülen hizmetlerin fevkalâde ehemmiyet kazanmış olmasına binaendir. Bu zatların bir sürü işaret ve beşaretlerinin yanında, çok sadık rüya ve murakabelerde Fahr-i Kâinat-aleyhi ekmelittahâya-Efendimiz'in, tenezzülen asrın garipleri arasında dolaşması; O'nların müesseselerini ziyaret etmesi, bazı şahıslara hususi iltifatlarda bulunması; sünnet ve sünnete hizmetin kerametinden başka birşey değildir. Şahsî meziyyet ve şahsi kemalat uğrunda gösterilen gayretlerle bu takdirlere mazhariyet düşünülemez ve düşünülmemelidir de... Temelde önemli hizmetlere vesile olmuş şahıs, gurup ve müesseselerin "essebebu kel fail "fehvâsınca bu mevzuda arslanpayı elde edecekleri de, Allah'ın ayrı bir lütfunun tezahürüdür. Ve O'nun rahmetinin vüs'atinden her zaman beklenebilir. Şimdi, bu iman ve Kur'ân hizmetini belli bir seviyeye getirenler, sonra, ihlas, samimiyet ve aynı coşku, aynı heyecan içinde durumu koruyamaz ve mevcudu muhafaza edemezlerse, yani aynı tempoda hareket edilmezse, emanet alınıp başkasına verilebilir. Refüze olmalar olabilir; yani bazıları dışarıya itilebilir, atılabilir. Bizler, Allah'ın inayetlerini takdir ve idrak edip, takatimiz ölçüsünde gayret gösterebildiğimiz ve takdir, teklif, ihsan buyrulan lütufları değerlendirebildiğimiz nisbette, imtihanı kazanmış, daha büyük lütuflara namzet bulunduğumuzu göstermiş olacağız.
Gönül arzu ediyor ki, her anı ayrı bir şehit sevabı kazandıran bu iman ve Kur'ân hizmetinde koşan arkadaşlar, işin başındaki aşk ve heyecanlarıyla, yakîn gelinceye kadar koşup dursunlar!..
.
Cin nedir? Nasıl çağrılır? Tedavide ve kayıp bulmakta kullanılabilir mi? Cincilik yapan hocaların İslâm'da yeri nedir? Mahzuru var mıdır? Uğraşan ilim adamları var mıdır?
Cin nedir? Nasıl çağrılır? Tedavide ve kayıp bulmakta kullanılabilir mi? Cincilik yapan hocaların İslâm'da yeri nedir? Mahzuru var mıdır? Uğraşan ilim adamları var mıdır?
Cin, "Cenne" kökünden gelen bir kelimedir. "Cennet" ve "Cinnet" de aynı kökten gelir. "Mecnun" kelimesi ise, ism-i mefuldür ve cinne tutulmuş gibi bir mânâya gelmektedir. Biz ona, delirmiş deriz. Cinnin lugat mânâsına gelince, "mestur" demektir. Cin demek; kapalı, görülmeyen demektir. Yani, zatında değil de,bizim için kapalı veya akla kapalı demektir. Ayrıca, birisine gönül vermiş, tutulmuş, tavır ve davranışlarını bizim ölçülerimiz içinde anlamaya imkân bulunamayan kimselere de "mecnun" diyoruz.
"Cennet" de bir bakıma bizim için şu anda kapalı, mestur bulunduğundan, o da cin âleminde, o da gaybî birşey... Cinnet kelimesi, deli olma hâli.. Cin de -Allahu â'lem- bütün bu işler için esbab planında zâhirî âmil, fâil ve faktör olan şeydir.
Cinlerin varlığı, öteden beri münâkaşası yapılagelmiş bir hususdur. Tabii, ruhla, melekle beraber. Aslında, Enbiya-ı izâm, onları görüp müşahede ettikden; Asfiya ile onların mülâkatları oldukdan ve milyonlarca ehl-i keşif onların varlıklarını kabul ettikten sonra maddeden başka birşey görmeyen üç-beş materyalistin münakaşasının ne ehemmiyeti olur ki... Bilhassa,görmediğimiz pek çok varlıkları kabul ettiğimiz bir dönemde, bunların varlığını inkâr etmek hem bir insâfsızlık, hem de lüzumsuz bir inattan başka birşey olmasa gerek...
Hele cinin, dünyanın dörtbir yanında, milyonların iştiğal mevzuu haline geldiği, günümüzde... Ve hele hele, erbab-ı ilim ve irfanın onunla meşgul olduğu bir dönemde!...
Cine itiraz edenler, niye itiraz ederler pek akıl almaz. Acaba, insanlar mevcud olan herşeyi görüyorlar mı ki; cini görmedikleri için itiraz ediyorlar? Biz biliyoruz ki, görme âlemi olarak nazarımıza arzedilen şeylerin ancak milyonda 4-5'ini görebiliyoruz. Yani, milyon çeşit varlık, milyon çeşit mahluk varsa, biz sadece bunların, dördünü veya beşini görebiliyoruz, diğerlerini görmüyoruz. Sonra bir kısım göremediklerimizi aletlerle tesbit etmeye çalışıyoruz. Meselâ; makro-âleme müteallik olanlan teleskopla, mikro-aleme ait olanları mikroskopla, diğer bir kısmını da x ve benzeri ışınlarla tesbit ediyoruz. Belki ileride daha pek çok şeyi, yeni cihaz ve yeni vasıtalarla insanlığın nazarına arzetme imkânları da doğacaktır...
Bu arada bir ilim adamının dediği gibi, her keşfedilen şey, keşfedilmemiş koskoca bir âlemi karşımıza çıkaracaktır. Binaenaleyh, şu âlem-i şehadet, görünmeyen gâyb âlemi üzerinde tenteneli bir perdedir. Cinler, melekler, ruhâniler de o perdenin arkasındadır. Vasıtalı vasıtasız, oraya ıttılaımız ölçüsünde, perde arkası o varlıklarla tanışma imkânı olacaktır.
Meselenin diğer bir yönü de şudur: Cin, ruh nevindendir... Şuurlu bir kanundur. Kütleler, büyük küreler arasında cazibe kanunu gibi bir kanun... Bu kanunla Güne, Küre-i Arz'ı etrafında döndürüyor. Dünya da tacilli bir hareketle, elektronların dönüşü gibi dönüyor. Dünya-Güneş etrafında bu tacilli hareketiyle dönerken,.Güneş tarafından çekiliyor. Bu ilel merkeze (merkez çek) karşılık, bir de anil merkez (merkez kaç) var. Bunlar birer kanundur; izâfî, itibari değerleri olan kanunlar...
Şimdi oıtada hiç bir şey yok derseniz; o da kütle, bu da kütle, küçük olan büyüğün etrafında dönmekte... Evet, şayet ortada bir şey yoksa, bu durum nasil izah edilecek? Bu ister Newton'a göre câzibe, ister Einstein'a göre hayyiz olsun, netice değişmez...
Hem meselâ, bir tohumu ele aldığımız zaman, onda bir ukde-i hayatiye var. Bakıyorsunuz hemen bir yerden rüşeym başını çıkarıyor, filiz oluyor, ot oliıyor, ağaç oluyor; ama, mutlaka kendi cinsinden bir şey oluyor. Bunda bir nümuv (büyüme, gelişme) kanunu var. Bu itibârî, izâfî bir kanundur. Ama bu kanun olmadan neşvünema olamaz. Meselâ, taşı diktiğimiz zaman bu kanun olmadığı için, bir büyüme, bir gelişme müşâhede edemiyoruz...
İşte bunlar Allah'ın birer kanunudur, cin ve ruh dediğimiz şeyler bu kabil kanunlardandır. Aradaki fark şudur:
Cazibe (çekim) kanununun aklı, irâdesi, şuuru yoktur. Ama bu cin kanununun, ruh kanununun, melek kanununun aklı, şuuru idrâki olduğu gibi, ayrıca izafî itibârî ve nisbî olmayıp hakiki birer varlığa sahiptirler. Onun için asrın dev mütefekkiri, şimdiye kadar görebildiğimiz tariflerin en câmii, en şumullüsünü, en veciz şekilde şöyle yapıyor: "Ruh zişuur bir kanun-u emridir."De ki: "Ruh Rabbimin emrindendir" (İsra - 85) hakikatını, bu kadar veciz takdim etme adeta imkânsızdır."Ruh, ziyahat, zîşuur, nurânî, vücud-u harici giydirilmiş câmî, hakikatdar, külliyet kesbetmeye müstaid birkanun-u emrîdir. Eğer eşyadaki kanunlara Kudret-i Halık,vücud-u harici giydirse, herbiri bir ruh olur. Eğer ruh, vücud libasını çıkarsa, başından da şuuru indirse, yine lâyemut bir kanun olur."Aslında bununla herşey anlatılmıştır. Ruh, sizin en küçük âlemden en büyük âleme kadar hepsinde kabul ettiğiniz kanunlar gibi birer kanundur, fakat şuuru vardır. Kaldı ki, bazı ilim adamlarının iddiasına göre, otlar büyürken onlarda da bir şuurluluk, meselâ; bir kısım mesajlara, tenbihlere cevaplar; çevre ile tanışma, kaynaşma veya irdeme gibi şeyler sezilip müşâhade edilmiştir. Ağaçlarda da öyle... Size, bir dergide, bu mevzuyla alakalı, kaleme alınmış yazılardan birinin hülâsasını arz edeceğim. Yazar diyor ki: "Benim kanaatım buğday ve arpa gibi şeylerin başaklarının şuurlu olduğu merkezindedir. Çünkü yapılan hareketler o kadar şuurludur ki, arpa, buğday vs. de bir şuur, bir akıl, bir idrâk düşünmeden, bu hareketleri izâh etmeye imkân yoktur. "
Meselâ,buğday henüz bir rüşeym ve filiz iken başını topraktan dışarıya çıkarır, etrafına bakar; şayet etrafı iki tane sap çıkarmaya müsâid ve şartlar da elverişli ise, bu durumda iki tane sap çıkarır. Havalar iyi gidiyor, rutubet kâfî, güneş şuaları da besleyici mâhiyette ise, iki filize karar verir. Hatta şartlar müsâit olursa, üç tane bile çıkarabilir. Uç tane sap çıkarınca biliriz ki, şartlar onları beslemeye yeterlidir. Eğer şartlar müsâit görülmezse, bir tane çıkarır. Sanki "Ben ancak bir tane besleyebilirim" der gibidir... Bir ağaç hastalandığı zaman, kendini kuıtarmak için, meyvelerini döküverir. Zirâatla uğraşan çiftçi, ne zannederse etsin, hastalanan meyve değil, hastalanan ağaçtır. Yâni, ağaç; "Ben meyvelere bakamıyacağım, kusura bakmayın. Şu durumum itibâriyle kendime bakmak mecburiyetindeyim. Şimdi, ben, bana lâzımım " demektedir. Biz bugün bunu tam mânâsıyla bilemiyoruz. İleride bütün bu işleri yapan bir mekanizmanın, nebâtların, içinde bunları dikte ettiğini öğreneceğiz. İşte bütün bunlar Allah'ın kanunlarıdır.
Hem nasıl hücrenin içinde (DNA) molekülüne, aynı şeyler atfediliyor ve deniyor ki, (DNA) şifre gönderiyor, (RNA) da bir mühendis ve kimyager gibi aldığı şifrelere göre çalışıyor.
Bize göre şuurlu mahlûk sadece cin ve insandır. Hayvanat ise hisle, sevk-i ilâhi ile hareket eder. Fakat onların bu şuurlu hareketlerinin verasında da, yine, Allah (C.C) vardır. Evet herşeyi belli bir noktaya sevk eden, herşeyi belli bir istikâmette geliştiren Allah'tır. Ama, ortada, inkâr edemiyeceğüniz, Allah'ın koymuş olduğu bir de kanunlar var. Bu kanunlar, o kadar müthiş ve hükümfermâdır ki, insan bunlara uzaktan baktığı zaman şuur diyesi gelir... Şimdi, bazı kimseler, etraflarında bunlar olup biterken, cinleri niye inkâr ederler, insan buna cevap bulamıyor ve cini inkâr edenlere "galiba cinnet getirmişler" diyesi geliyor. Çünkü bin tane kanun var, hepsi de aynen cin gibi cereyan ediyor. Demek ki, esasen meselenin imkânında şüphe yok. Mesela, onlar niye elektron akımı türünden bir şey olmasınlar. Dikkat buyurulsun; elektron akımı demiyoruz... Kur'ân-ı Kerim'de Allah, "Cinni mâric ve nâr (ateş) dan yarathk" (Rahman - 15) diyor... Fotonlarla ve Partiküllerle izah edilebilecek gibi birşey... Amma, ne foton ne de partikül, maric-u nardan yaratılmış, insan gibi mükellef, nimlâtif varlıklar... Bu türlü varlıkların olmaması için hiçbir sebeb yok. Olmamasını iddiâ etmek, bir bakıma mûkâbere ve mantıksızca bir iddiâdır.
Esasen, bu mevzuda asıl söz Kur'ân'a aittir ve Kur'ân-ı Kerim'in dediklerinin bilinmesinde yarar var. Kur'ân-ı Kerim, insanı ele aldığı hemen heryerde, arkadan, bir ümmet, bir millet olarak cin taifesinin yaratılışını da anlatmaktadır. Meselâ, insanın "fahhar" gibi "salsal"dan yaratıldığını anlattıktan sonra cin taifesinin üzerinde durur ve "Cinni biz mâric ve nar (ateş ) dan yarattık" (Rahman - 15) ferman eder. Bir çeşit ateşten yaratılmış ama; bu ateş, ne bir şua, ne parıldayıp yanan bir ateş, ne de sadece kömür gibi siyah bir duman. Demek, cinler, maddenin esaslarından olup etrafa şerareler saçan bir ateşten yaratılmıştır. Kur'ân-ı Kerim, cinlerin mâhiyeti mevzuunda; bu kadar malumat veriyor. Nebiler dâhil, ehl-i keşif ve Sahabe-i Kiram arasında cinlerle görüşenler ise, büyük ölçüde onların temessülleriyle görüşüyorlardı. Evet, temessüllerle görüşüyor-konuşuyor ve münasebet kuruyorlardı. Evet, cinler, lâtif bir madde ile zîşuur bir ruha sahip bulunup, bu iki hususun bir araya gelmesiyle hasıl olan ayrı bir buudu ihraz eder ve buudlarının hususiyetine göre temessülleri ortaya çıkarlar. Bu arada aynaların kâbiliyetlerinin, değişik temessüllere, şart-ı âdi olması keyfiyeti de kulakardı edilmemelidir.
Lâtif şeyler olan cinler, madde âlemine ait "nar ve maric"ten bir takım varlıklar olmakla beraber, tıpkı bizim gibi, maddeye kumanda eden bir ruha sâhiptirler ve zîşuurdurlar. Zîşuur olmaları yönüyle câmidler ve diğer canlılardan ayrılıp, tıpkı bizim gibi şuurlular, idrâklılar, mükellefler sırasına girerler. Onun için onlar da, bizim gibi, Allah'a inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak; zekât vermekle mükelleftir: Yalnız, mâric ve nardan yaratılan cinler, bir çok hususlarda bizim gibi olmanın yanında, temessül de ederler. Yani cinler, rüyalarda bir kısım insanların mânâ âlemine girdikleri gibi, rüya dışında da temessül eder ve insanların yaşadığı alemi onlarla paylaşabilirler. Sen; babanı, amcanı, dedeni, nineni rüyanda gördüğün, onların temessülâtına şahit olduğun... kezâ, berzah aleminde bir kısım tabloları müşâhede ettiğin gibi, cin âlemi de, dâima temessül edip yeryüzünde insanlara görünebilirler. Fakat bu onların asıl hüviyetleri değildir. göründükleri insanların mir'at-ı ruhlarına (ruh aynalarına) aksediş şeklidir. Yani alıcının kabiliyet ve istidadına göre bir aksediştir. Onun için, cinleri, Hz. Ömer (r.a) başka, Ebu Hüreyre (r.a) başka, Ebu Zerr (r.a) 'de başka şekilds müşâhede etmişlerdir. Meselâ, İbn-i Mes'ud, Resulullah'ın (S.A.V) yanında bir gölge şeklinde müşâhede eder. Hz.Ömer, zaif nahif bir insan şeklinde, EbuZerr ise, daha başka surette... Bu müşâhedeler gösteriyor ki, cinlerin temessül keyfiyetleri başka başkadır.
Şimdi biraz da cinlerin çağrılmasına temas edelim. Bugün, hususiyle sosyete arasında, değişik cemiyetler, değişik ad ve ünvanlarla, bu işle iştigâl eden bir hayli insan var. Büyük ölçüde, bu metapisişik cemiyetler, daha ziyâde cin çağırma, ruh çağırma işleriyle meşgul oluyorlar. Evet, daha önceleri "Ruh ve madde" daha sonra "Ruh Dünyası" dergisini çıkaranlar, onların okuyucuları ve öyle düşünenler, daha çok bu meselelerle meşgul oluyorlar. Hatta meseleyi daha da ileriye götürerek, ruhların ve cinlerin fotoğraflarını çektiklerini iddiâ ediyorlar: `Cinler ve ruhlar bizim hakimiyetimiz altına girebilirler mi? Elimizdeki imkânlarla onları görebilmemiz mümkün mü, değilmi?"Bunların her zaman münâkaşası yapılabilir...
Cinleri çağırıp teşhir etme meselesine gelince, âhirzamanda cinlerin içine girme çok daha ilari seviyede olacak. Belki çok meselelerde, yâni, âlem-i şehâdete ait meselelerde -çünkü onlar da gaybı bilmezJer- bunlar vasıtasıyla haberler elde etme; cinlerle alâkalı istihbârat teşkilâtları kurma, cinlerin ruhuna daha uygun işlerde onları kullanma meselesi, bugünkü araştırmalarla ilmî gelişmeler içinde mümkün görülmektedir.
Cin çağrıldığına dair o kadar çok şeyler duyuyor ve okuyoruz ki, artık bu mesele günümüzde herkesin kabullendiği bir mesele haline gelmiştir. Bu cümleden olarak kendimle âlâkalı bir hususu anlatacağım: Bir hastaya bir kitap götürüyorum. Ben henüz merdivenlerin dibindeyken hasta, çığlık çığlığa "O kitabı kabul etmememi istiyorlar" diye bağırıyor. Keza hasta kitabın içinde ne olduğunu bilmediği halde, kitabı koynuna koyarken: "Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi? diyerek bağırmaya başlıyor. Çünkü o kitabın içinde Hz. Hamza'nın ismi vardı. (Kitap, Bedir Ashabının isimlerini ihtivâ ediyordu...)
Kezâ; hayır müesselerinden birinde hizmet veren bir arkadaşımızın, kaldığı binada, zaman zaman eşyânın hareketine, kapı kollarının zorlanmasına, sağda-solda gezenlerin olduğuna dair müşahedeler olmuşdu ki, fakir de orada birkaç saat kalmış ve bu zaman zarfı içinde pekçok hadiseye şahit olmuştu...
Psikiyatri mütehassısı olan bir arkadaşımız burada yedek subaylık yaparken, bir zamanlar şâhit olduğu bir vak'ayı bana şöyle anlatmıştı: "Bir yerde, fincan kullanarak ruhları çağırıyorlardı. Fincan belli harflere uğrayarak sorularımıza cevap veriyordu. Ben elimi fincanın üzerine koydum, fincanın hareket ettiğini gördüm. Fincanın, masa üzerindeki harflerin, rakamların karşısına gittiğini dikkatle takip ettim. Derken, bir aralık ruhları çağırırken şeytan geldi. "-Kimsin?" dedik. "-Şeytan!" diye yazdı ve ürperdik. Hazret-i Adem'den beri, insanlığın ezelî hasmı, hem de davet edilmeden gelmişti. Aklıma geldi; dedim: -Sana Meyve'nin altıncı meselesini okusam dinler misin?
- Dinlerim, dedi ve okumaya başladım.
- "Hem nasıl ki: Bir hârika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası sekiz bedahetle elektriği idâre eden ve lambaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştiâl maddelerini getiren bir mu'cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır. Yaşasınlar ile sevdirir. " Nasıl buldun?
- Evet, güzel. Ben okumaya devam ettim.
- "Aynen öyle de, bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı -kozmoğrafyanın dediğine bakılsa- küre-i arzdan bin defadan daha büyük ve top güllesinden yetmiş defa daha sür'atli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor; yanma maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyâde büyük ve bir milyon seııeden ziyâde yaşıyan ve bu misâfirhane-i Rahmâniyye'de bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmâyan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir... O derecede sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyasıyla bu meşher-i a'zam-ı Kâinâtın Sultânı'nı Münevveri'ni, Müdebbirini, Sânii'ni, o nurâni yıldızları şahit göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir. Perestiş ettirir." Buna karşı çok şiddetli şekilde "- Hayır hayır" yazdı.
- Şimdi iyi dinle: "Nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda hârika ve hassas nizamlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryâklar var. Şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir." Tamam mı?
- Tamam.
- "Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dörtyüz bin çeşit nebatat,ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryâklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyâde mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz eczahane-i kübrâsının eczası olan Hakim-i Zülcelâl'i hatta kör gcizlere de gösterir, tanıttırır.'.' Bir şey sormama lüzum kalmadan itirâzı bastı:
- Hayır, hayır...
Ben okurken, misâllere "Evet" misallerin gösterdikleri hakikatlara "Hayır" çekip durdu. Ve sonra, kendisine`Cevşeni okuyayım mı?'diye teklif ettim. "Oku" dedi. Ben Cevşen'ül-Kebir'i okurken, fincanın üzerine elimi koydum, o kadar sür'atli hareket ediyordu ki, parmağımla zabtedemi' yordum. Bir aralık düştü. Bir ara da "Bırak şıı gırgırı" diye yazıverdi.. .
Bu hususta büyük bir zât diyor ki: "Şu asırdâ bir kısım kimseler maddî vücudlannı atıverseler, şeytan olurlar. Şeytanlar da maddî vücut giyiverseler bu devirdeki bir kısım insanlar gibi olurlar. " İnsan ve cin şeytanlarının dikkat edildiği zaman tabirleri, ifâdeleri, idiyomları hep aynıdır. "Bırak şu gırgırı"... Ne kadar da insan suretinde olanlarınkine benziyor!. .
Bazıları "Ruh çağırıyoruz" diyorlar ama, aslında, gelenlerin cinler olması daha kuvvetlidir. Böylece onlar cinne, şeytana maskara oluyorlar. Bu iş daha ciddi, daha derin ele alındığı zaman, belki faydalı şeylere medar olabilir zannediyorum. Şimdikilerin yaptıkları maskaralıktan başka birşey değil...
.
Osmanlılar hakkındaki söylentilere ne dersiniz? Türkler Müslümanlığı niçin kabul etmişlerdir?
Osmanlılar hakkındaki söylentilere ne dersiniz? Türkler Müslümanlığı niçin kabul etmişlerdir?
Bilhassa son zamanlarda Osmanlılar için akla hayale gelmedik isnâdlar, iftirâlar yapıldı. Son Osmanlı Şeyhülislâmlarından Mustafa Sabri Efendi "Mevkifü'I-Akl"kitabında çok ciddi bir hususa temas ediyor. Diyor ki: "Bizim milletimiz kadar, kendi âbâ u ecdâdına düşman, beşer tarihinde ikinci bir millet gösteremezsiniz. "Her milletin sonradan gelenleri (halefler), evvel gelmiş olanları (selefler), ister ilim adamı, ister içtimâiyatçı, ister veli, ister edip olsun alkışlamış ve tebrik etmiştir. Meselâ daha evvel, Batlamyus coğrafya ve kozmoğrafyaya dâir birşeyler yazmışdı. Kopernic geldi, onun bir kısım yazdıklarına yanlış dedi. Ama, şu manada dedi: "Batlamyus ruhun şad olsun! Gerçi söylediğin şeylerde eksikler var ama, ne yapacaksın, devrinin kültürü o kadardı, o kadar söyleyebildin. " Kopernic'ten az sonra Galileo, arkadan da Einstein geldi. Einstein Kopernic'i de Galileyi de alkışladı; temellerini attıkları sistemden dolayı onlara teşekkür etti ve tâbii yanlışlarını da düzeltti ve kat'iyyen onları lanetlemedi. Evet, Batılı böyle düşünür...
Sekiz asır evvel sıfır,Hindistan'dan Anadolu'ya,oradan da, müslümanların eliyle Avrupa'ya gitti. O gün Avrupa'lı, o çirkin Roma rakamlarını kullanıyordu. Aslında, bu rakamlarla ne matematik, ne de hendese yapılabilirdi. Anadolu müslümanı Avrupa'ya sıfırı ulaştırdı. Sıfır oraya ulaşır ulaşmaz, adetâ rakamlara hayat geldi. Avrupalı bir ölçüde, bizim ilim adamlarımıza karşı nankörlük yaptı. Ama, sıfırı kullanma meselesinde ve matematikle gelen yeni prensibler karşısında da, müslümanların mesailerini takdirle karşıladı ve değerlendirdi. Sıfır olmasaydı, ciddi hiçbir mesele çözülemez ve'fezâ fethedilemezdi. Bahşedilen bir sıfırdı ama; netice çok mühimdi.
Bizim millete gelince -bir fikir vermek için anlatıyorum- İmâm-ı Gazâlî Hazretleri 1058'de dünyaya teşrif etmiş. Yaklaşık bin senelik bir zaman... Kendi devrinin kültürüne göre, meselâ astronomi, tıp ve hendese ilimlerine dâir çok ileri şeyler söylemiş. Söylediği şeylerin çoğu devrini aşkındır. O'nun hakkında Gibb, aynen şöyle der: "Ben insanlık âleminde böylesine kendi devrinin kültürünü çok iyi bilen ve kendinden sonrakilere intikâl ettiren ikinci bir adam tanımıyorum."Yani "Gazâlî gibisini tanımıyorum"demektedir. Fahruddin-i Râzi nın yazdığı kitapları yığsak başımızı aşar. Ben, kendi hesabıma "bu kadar şey yazılmaz" diyorum. Sadece tefsire dâir yazdığı eser aşağı yukarı altıbin yaprak... Hesap ediyorlar, çocukluğu dâhil, hayatının her gününde 15-20 sayfa düşüyor. Size basit gelir ama; bir sayfayı yazmaya kalksanız, yarım saat, kırk dakikadan evvel yazamazsınız ve hele bunlar tenkit ve araştırma eseri ise...
Bu zatlar kendi devirlerinin kültürünü çok aşmışlar. Bir asır, iki asır, üç asır... Nazarlarını ötelerde, ötelerin de ötesinde gezdirmiş ve nazarlarının ulaşabildiği yere ayaklarını da koyabilmişlerdir. Ne acıdır ki, sonra gelen mirasyediler, bu muhteşem serveti daha ileriye götürememişlerdir. Meselâ Benû Musa gelmiş, o güne göre Bağdat'da en büyük rasathaneyi kurmuş; Avrupalının, şeytanlar aydan, yıldızdan haber getiriyor zannettiği bir zamanda, onlar keşif üstüne, keşifler yapmışlardır. Müslümanlar Endülüs'e gittiklerinde orayı da, ilim adına aynı şekilde feth ve keşfetmişlerdir.
Ama sonra, Avrupa kâfir zâlimleri, haçlıları ile iflâhımızı kesmiş ve bizlere düşünme ve çalışma fırsatı vermemişlerdir. Daha sonra ise, Avrupa kafalı kimseler, herşeyi Batı'dan görerek, kendi kökünden kopmuş, kültüründen, mazisinden, kitabından, kütüphanesinden uzaklaşmış ve ortada kalmışlardır.
Her kültür, bir evvelki kültürün neticesi ve kendinden sonra gelecek kültürün de mukaddimesidir. Kültürlerin telâhuku, tıpkı bina gibidir. Sen o binanın yapısına birşey koyacaksın, bir başkası gelecek, o da onun üstüne birşey koyacak; derken böyle öze bağlı tabü gelişme, içiçe sürüp gidecek... Nasıl ki, ilim ve felsefede Kopernik'ten, Gâlile'ye, Newton'a, Einstein'a kadar böyle olmuştu...
Evet ben, bütün bu karmakarışık şeylerle sözü, Osmanlı düşmanlığına getirmek istiyorum.
Efendim, Osmanlılar minâre yapacaklarına, neden ülkeyi fabrika bacalarıyla süslememişler? Bu maskaraca iddiâya gülmek lâzım... O devirde fabrika da, bacaları da henüz rüyalara bile girmemişti. O devirde yapılacak şeyin en büyüğü oydu ve onlar da onu yaptılar. Kaldı ki -düşmanların dahi itirafıyla- yeniçeri, milletten aldığı gücü, millete karşı kullanmasaydı; Batılılardan hiç de geri kalmayacaktık. Aslında, günümüzde de öyle değil mi?.. Osmanlı, kendi devrinin beyi, paşasıydı. Sözü o söylüyor, devletler arası dengeyi elinde o tutuyor, dünya çapında huzuru o te'min ediyordu. İnkâr edenler etseler bile, bu işin mütehâssısı olan Batılı münsif ilim adamları artık bunu itirâf ediyorlar.
Osmanlı düşmanlığı, Avrupalıların iğfali ve körükörüne onları taklitle yapılmaktadır. Meselâ; bir zamanlar Fransızlar, Sultan Abdulhamid için"LeSultan Rouge"demişler. Bizim gazeteler, bunu oradan alıp serlevha yaparak "Kızıl Sultan" diye hemen neşredivermişlerdir: Evet, bugün atalarımıza, soyumuza ait ne kadar sövmeler, küfürler varsa bütünüyle Avrupa'dan tercüme edilmiştir. Yani kaynak Avrupa'dır. Onun için, içimizde büyüklerimize karşı kullanılan hemen bütün uygunsuz laflar, nesebi gayr-ı sâhih ve Avrupa menşe'li kelimeierdir. Keşke, bu millet de en azından, Avrupalılar kadar kendi atalarına karşı saygılı olabilseydi!
Ayrıca biz, Osmanlının, müslümanlığı istismar ettiğini asla düşünemeyiz. Çünkü o, kuvvetli iken de,zayıf iken de müslümanlığa sımsıkı sarılmışdı.
Sadece Osmanlılar değil. Alparslan'ın amcası Tuğrul Bey, Abbasî devleti başındaki Halife el-Kâim hilafetin şahs-ı mânevisini, muhafaza ve müdafaa edemeyecek hale gelince, Halife el-Kâim'in huzuruna edeble girdi.Aslında, buna hiç de mecbur değildi, ama; karşısındaki zât, Efendimiz'e (S.A.V) ait vazifeyi temsil ediyordu. Bel kırıp, boyun bükerek makamında onu ziyâret etti. "Ben size dehâlet ediyorum. Efendimiz'e (S.A.V) ait büyük mânâların müdafası hususunda, bize düşen bir vazife varsa, emre âmâdeyiz" dedi ve teslim oldu. Halife yine el-Kâim'di ama, hilâfeti muhafaza eden, onun bayraktar kumandanı, Tuğrul Bey'di. O devirde, Türklerden bin çadır birden müslüman olmuştu. Tuğrul Bey de bunların idârecisiydi. Az bir tasarrufla, İsmail Hami Danışmend beyden naklettiğim bu satırlar, yüce milletimizin İslam'a karşı tavrını göstermesi bakımından çok önemlidir. Şimdi rica ederim, Tuğrul Bey'in şu asil davranışının istismarla ne alâkası var? Tuğrul Bey'in bu asil davranışını istismarla alakalı göstermek, şanlı milletimizi tanıyamama bahtsızlığından başka birşey değildir.
Osmanlı'nın temelinde de, işte bu ruh vardı. Ertuğrul Gazi de, baştan başa Anadolu'yu kat' edip, Söğüt civârında bir yere yerleştiğinde, yine islâm bayraktarı olarak yerleşmiş veya yerleştirilmişti. Müslümanlara karşı hiçbir menfi tavır ve vaziyeti olmadığı gibi, Halifeye de fevkâlâde saygılıydı. Kayıboyu Söğüt'e yerleştiğinde, Anadolu'da başka beyler ve beyliklerde vardı ve bunlar arasında kavgalar sürüp gidiyordu. Önce Ertuğrul Bey, sonra da Osman Gâzi bu umumî kargaşa içinde sadece ve sadece nazarını Bizans'a dikmiş, onunla hesaplaşma yolları araştırıyordu. Bu öyle erkân-ı harbce birşeydi ki, bir taraftan müslümana asıl hedefi gösteriliyor, diğer taraftan da müslümanların kuşkulanmalarına meydan verilmiyordu. Osman Gazi ilk iş olarak Anadolu'daki beylikleri bir araya getirmeye çalışabilirdi. Fakat babasından aldığı vasiyet, sahip olduğu müthiş dirâyet ve kiyâset, sonra da kayınpederi, Şeyhi (Edep Âlî)'nden aldığı dersle fevkâlâde itinâlı, temkinli hareket ediyor ve "müslümanların karşısında alternatif olarak küfür bulunursa, onlar benimle birleşirler, böylece kefere ve fecereyi ezeriz" diyordu.
Bunun için, hedef olarak Bizansı seçmiş onunla uğraşıyor ve müminlere kat'iyyen sataşmıyor ve onların arasındaki sürtüşmelere, vuruşmalara karışmıyordu. "Benim hedefim Bizans'dır. Ve birgün Konstantin mudaka fethedilecektir" diyordu. Bu kadar coşkun bir insanın, müslümanlığını istismarcılık ve jeopolitik olarak görüp göstermek kasıtlı değilse, akılsızlıktır. Osmanlı bütün samimiyetiyle altı asır, dünyanın en uzun ömürlü devletlerinden biri olarak, hiç bir aileye nasip olmamış bir lütfa mazhardır ve Kur'an'ın bayraktarı bir millettir. İçimizdeki hainler ona darbe vurmasalardı, bir, birbuçuk asır evvel, belki cihanın daha pek çok yerleri fethedilmiş olacaktı...
Osmanlılar en zayıf oldukları dönemde bile, dinlerine sımsıkı bağlı idiler. Voltaire'in yüz kızartıcı bir eseri vardır. O, bu eseriyle, doğrudan doğruya, gözümüzün nuru Hz. Muhammed'i (S.A.V) hedef alıyordu. Tam devletin hasta olduğu devirde, Fransa, bu eserin sahnede temsil edilmesini kararlaştırıyor. Ama, yaralı ve hasta aslan, Efendisine (S.A.V) yapılan böyle bir hakaret karşısında kükrüyor. Kızıl Sultan dedikleri adam (yüz bin defa hâşâ!) Fransızlara ültimatom gönderiyor: "Benim ve bütün müslümanların-Peygamberine (S.A.V) hakaret eden bu piyesi oynatırsanız, Hindistan, Arabistan ve bütün İslâm âlemini aleyhinize ayaklandırırım. " Keşke İslâm dünyasında o şuur olsaydı! Bu hasta aslanın kükreyişi, Fransa'da öyle bir sarsıntı meydana getirir ki, Fransızlar Voltaire'in piyesini temsile cesaret edemezler. Bu sefer, İngilizler sahneye koymak isterler; bizim yaralı aslan bir ültimatom da onlara gönderir; derken onlar da oynatamazlar. İşte şanlı ecdadımız budur!
Evet, hasta devrinde dahi,Peygamberinin (S.A.V) sakalına konacak bir gubar karşısında tir tir titreyen Osmanlıya uzatılan dil koparılmalı. Osmanlı, tarihde devlet olarak Sahabe'den sonra en muâllâ mevkiı işgâl etmiş ve altı asır Allah Resulü'nün (S.A.V) adını bayraklaştırmış üstün bir millettir.
Allah'ın binlerce rahmet ve mağfireti üzerlerine olsun!
.
Lut kavmi, Nuh kavmi gibi bazı kavimler belli suçlardan helak edilmişlerdir. Bugün bütün ahlâksızlıklar yapıldığı halde, neden toplu olarak milletler helâk edilmiyor?
Lut kavmi, Nuh kavmi gibi bazı kavimler belli suçlardan helak edilmişlerdir. Bugün bütün ahlâksızlıklar yapıldığı halde, neden toplu olarak milletler helâk edilmiyor?
Öteden beri ilâhi bir kanun olarak Cenâb-ı Hâk, âsî ve tağî kavimlere -âhirette cezâ vermesi muhâkkak ve mukadder olmakla beraber- terbiye ve te'dib için çok defa, dünyada da cezâ vermiştir. Hakikaten, Hz. Lût kavmi hakkındaki cezâ ürpertici ve ibret verici mahiyettedir. Hz. Lût'un vâzifeli olduğu Sodom ve Gomore Lût gölü çevresindedir. Bu bir kaç belde, bir gecede tek bir sayha ile yerle bir edilmişlerdir. Hz. Lût'un kavmini, utandırıcı günâhları ve su-î âkibetleriyle en ince teferruatına kadar anlatan Kur'ân-ı Kerim, Hz. Nuh'un kavmini de tafsilâtıyla nakleder: "Tûfan hâdisesi zuhur eder... " O günkü dünya karaları suların altında kalır; denizler buharlaşır; gökten yağmurlar yağar; yerden sular fışkırır ve bütün o âsî cemaat helâk olur... Ancak, sefîne-i Nuh'a (A.S) binen, az bir grup; bir kısım zayıf hadislere göre 60-70 insan Allah'ın tevfikiyle kurtulur. Sonra da insanlık, yeniden, bunlardan üreyip çoğalır. Bu mevzuda, arkeoloji uzmanları, bir takım emarelerle bu hadisenin cereyan ettiği yer ve cereyan keyfiyetini araştıradursun, biz kudsîler topluluğu üzerinde duralım.
Evet, Ümmet-i Muhammed'e (S.A.V) gelince, hakikâten ister Ummet-i davet (müslüman olmayanlar), isterse ümmet-i icâbet (müslümanlar) olsun, bugün hepsi de pek çok mel'âneti birden işlemektedir. Efendimiz'in (S.A.V) davetini duyan Avrupa, Amerika ve sâir yerlerde öyle kötülükler irtikâb edilmektedir ki, hâkikaten ne Hz. Lût, ne Hz. Sâlih, ne de Hz. Hûd devrinde bu melânetlerden hiçbirisi irtikâb edilmemiştir.
Ancak, O'nun ümmetinden olma husûsiyeti, âdetâ, bu ümmete paratoner olmuştur. Bu hususiyeti te'yid eden Kur'ân-ı Kerim'den bir âyetin işâretini ve Efendimiz'in (S.A.V) bir beşâretini zikretmek yerinde olur.
Enfâl suresindeki bir ayette:
"Sen onların içinde bulundukça, Allah, onlara azab edecek değildir. Ve onlar istiğfar ederlerken (içlerinde istiğfar edenler var iken) de Allah, onlara azab edecek değildir. " (Enfal, 33)
Hatta burada Resul-ü Ekrem'in (S.A.V) mukâyeselere gelmeyen büyüklüğünü mukâyese için, şu hususu belirtmekte yarar görüyoruz. Hz. Mesih'in şöyle dediğini Kur'ân-ı Kerim nakleder:
". .. Eğer onlara azab edersen, onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın); eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen Aziz ve Hâkim'sin." (Maide-118)
Evet, Hz. Mesih, azan, sapan cemaatinin durumunu Allah'a karşı ifâde ederken: "Eğer sen onlara azab edersen onlar senin kulların. Eğer mağfiret edersen, Aziz ve Hâkim sensin. " der. Halbuki Efendimiz (S.A.V) için Kur'ân'ın ifâdesi şöyledir:
Yani: "Habibim sen onların içindeyken ben onlara azab edecek değilim. Aynı zamanda istiğfar ettikleri,(bana döndükleri)müddetçe onlara azab etmiyeceğim..."
Ayetten anlaşılıyor ki, Ümmet-i Muhammed'in iki mühim paratoner ve iki mühim seddi var. Belâlar, bu paratonerlerle tesirsiz hale gelecek ve azaplar bu sedleri aşamayacaktır. Birincisi: Maddî ve manevî şahsiyet-i maneviye-i Ahmediye'nin (S.A.V) içimizde bulunması -İlâ yevm'il kıyâmete Allah devam ettirsin! -İkincisi: Ümmet-i Muhâmmed içinde hakka, hâkikata sahip çıkan ve dâima Allah'a yönelen ehl-i hizmet ve ehl-i istiğfar bir zümrenin bulunması... Bundan dolayı rahmetinden bekleriz - Allah bize, bilhassa toplu olarak azab etmiyecektir...
Hadis-i Şerif'e gelince, sahih hadis kitaplarında gördüğümüz şekliyle, Efendimiz (S.A.V)ümmetinin helâk olmaması için Allah'a (C.C) çok yalvardı. Bu yalvarmalarının en mühimi de Vedâ Haccı'nda, Arafat ve Müzdelife'de oldu. Bu iki mübarek yerde o, Allah'ın ilhâm ettiği ölçüde pek çok şey diledi. Hatta, kul haklarının affı için dahi yalvardı-yakardı. Ancak, bu husus kabul edildi mi, edilmedi mi birşey diyemiyeceğim!
Evet O Sultanlar Sultanı'nın, Ümmet-i Muhammed'in helâk olmaması mevzûunda pek çok yalvarış ve yakarışları olmuşdu. Bunu Sahâbe-i Kirâm'a şöyle anlatıyor: "Ben, Rabbimden, benim ümmetimi helâk etmemesini istedim. Rabbim benim bu duamı kabul buyurdu. Dedi ki: "-Onların helâki kendi aralarında olacaktır. Günah işledikleri zaman ben onları birbirine düşürecek ve vurduracağım. "Ben bunun da kalkmasını diledim; ama Rabbim, bunu kaldırmadı." Evet, irâdeleri ile halledecekleri bu mesele kaldırılmamıştı... Başka kavimler günah işledikçe semavî ve arzı âfetler onları kırıp geçirecek; ama, ümmet-i Muhammed cürüm işledikçe birbirine düşecek, ittihâd ve ittifâkları bozulacak, ihtilâflarla hırpalanacaklar. İşte, Resul-i Ekrem (S.A.V) bunun kalkmasını Rabbisinden çok diledi; ancak, Cenab-ı Hak -hikmetini kendi bilir- bunu kaldırmadı.
Bir de şu hususu, bir ayetin işâreti, ehl-i keşif ve tahkikin beyanı olarak arz edeceğim! Bir yerde az dahi olsa, Kur'ân-ı Muciz'ül-Beyan'a, dine ve diyanete samîmî hizmet varsa ve orada ehl-i hakkın mağlub olma endişe ve tehlikesi de bulunmuyorsa, bu işi yapan cemaat, paratoner gibi belâların def-u refine vesile olacaktır. Evet bu şekilde dine hizmet eden, on tane samimi adam olsa, bunlar paratoner gibi belâları kırıp def-u refine vesile olacaktır. Ama; ehl-i hak mağlûb ise, Allah'ü Teâlâ veTekaddes Hazretleri onları da sarsacakttr.
İşin doğrusunu Allah bilir.
.
Peygamberimizin peygamberliğinin kendi devrine aid ve araplara mahsus olduğu iddia ediliyor. Bu hususu açıklar mısınız?
Peygamberimizin peygamberliğinin kendi devrine aid ve araplara mahsus olduğu iddia ediliyor. Bu hususu açıklar mısınız?
Peygamberimizin peygamberliğinin, kendi devrine aid olduğuna dair en küçük bir vesika, hatta bir işaret bulunmadığı gibi, sırf araplara gönderildiğini gösteren herhangi bir delil de mevcut değildir. Aksine, mevcut bütün deliller, hayat-ı seniyyeleri boyunca, olanca güç ve kuvvetini kullanarak İslâm dinini dört bir yana yaymak istediği merkezindedir.
İskender, dünya hakimiyeti adına, Sezar, Roma ve Romalılar hesabına, Napolyon, bir saltanat uğruna cihanı fethetmeye ve bir cihan devleti kurmaya azmetmişlerdi. Varlığın özü, zaman ve mekânın efendisi Yüce Peygamberimiz (s.a.v) ise, arkasındakilerine cihanı fethetme direktiflerini verirken, dünyevî-uhrevî mutluluğa giden yollardaki tıkanıklıkları açmak, eşref-i mahluk olarak yaratılıp, başaşağı, aşağıların aşağısına yuvarlanan insanı, yaratılışındaki hedef noktaya ulaştırmak ve insanoğluna yitirdiği haysiyeti iade etmek için veriyordu. O bu gayeleri gerçekleştirmek için, Allah'ın elçisi olarak ve O'nun emir ve direktifleri altında, daha hayatta iken, ışık saçan mübarek elini dünyanın dörtbir yanına uzattı ve Hak'dan getirdiği mesajlan sesini duyurabildiği herkese ve heryere sundu.
Şimdi O'nun, vazifesinin şümûllü ve peygamberliğinin umumî olduğunu gösteren bazı hususları beraber gözden geçirelim:
1. Peygamberimiz (s.a.v) daha Mekke'de iken, bir kısım müslümanları Habeşistan'a göndermişti ki, bu ilk mürşidler sâyesinde pek çok Habeşli müslümanlıkla tanışma fırsatını buluyor ve tanışıyordu. Vâkıa, Habeşistan'a, bu ilk mesajı götürenlerin seyahatları, zâhiren bir hicretti; ama müslümanların oradaki gayretleri sayesinde, Necâşî ve çevresinin müslüman olması, İslâm Peygamberi'nin bir cihan peygamberi olmasına ilk işaret ve ilk evet demekti.
2. Saadet asrında, ilk müslümanlar arasında Habeşli Hz. Bilâl'in, Rum diyarından Hz. Süheyb'in ve Fars ülkesinden de Hz. Selmân'ın ayrı ayrı ırklardan oldukları halde, ilk safı teşkil edenler arasında yerlerini almaları hem başka başka ırklardan birer nümunenin bulunması, hem de arap olmayan bu insanlara pekçok arabın üstünde yüksek bir pâye verilmesi, İslâm'ın nasıl bir âlem-şümul düşünce ile ortaya çıktığını göstermesi bakımından çok manidârdır.
3. Peygamberimizin (s.a.v) Medine-i Münevvere'ye hicretleri esnasında, kendilerini takible vazifelendirilen Sürâka b. Mâlik'e, Irak'ın fethinden senelerce evvel, İran hükümdan Kisra b. Hürmüz'ün bileziklerini kollarına takacağını müjdelemesi (el-Kamil C:2/74) peygamberliği ile alâkalı mesajların İran'a götürüleceğine bir işaret ve götürülmesi lâzım geldiğine de bir delâletti ki; kendilerinden az sonra verilen bu beşaret gerçekleşmiş ve Irak baştan başa müslümanların eline geçmiş ve Sürâka da Kisrâ'nın bileziklerini alıp koluna takmıştı.
4. Peygamberimiz (s.a v) Ubâde b. Sâmit'in zevcesi Ümmü Hâram binti Milhân'ın hânelerinde istirahat buyururken, uyumuş, bir rüya görmüş ve uyandıklarında gülerek şöyle buyurmuşlardı: "Rüyamda ümmetim bana arz olundu. Koltuklara kurulmuş Melikler gibi deniz seferleri yaptıklarını gördüm. " (el-Bidâye ve'n-Nihaye C.7/152) Bir önceki vak'âda olduğu gibi, burada da, ilâhî mesajların denizaşırı ülkelere götürülmesi yolunda bir iş'âr ve işaret yapılıyordu ki bu mübarek müjde de yine sahabe döneminde gerçekleştirildi.
5. Bir keresinde ashâbına: "Benden sonra Mısır fethedilecektir. Mısır insanı hakkında hayırhâh olun ve yumuşak davranın, zira onlarla sizin aranızda hem bir akrabalık hem de zimmet var. " (Taberi c.4/228) diyerek, daha sahabe döneminde İslâm nurunun Mısır'a ulaşacağını haber veriyor ve Maria validemiz vasıtasıyla tahakkuk eden akrabalığın da korunmasını istiyordu.
6. Hendek Vak'ası öncesinde, Medine'nin etrafında hendek kazarken, kendileri de bizzat ashabı arasına girmiş, kazma-kürek, manivela kullanmış ve bu esnada onlara Hire'nin feth edileceğini, Kisrâ'nın sütunlarının yıkılacağını ve Şâm'ın müslümanların eline geçeceğini müjdelemişti.
Şimdi bunca delilden sonra O'nun peygamberliğinin araplara mahsus ve kendi devrine has olduğunu iddia edebilir miyiz? Yoksa, Hire'yi, Kisrâ'yı, Şam'ıArab yarımadası içinde mütalaa ederek Hirelilere, İranlılara, Şamlılara arap mı diyeceğiz?..
Kaldı ki, O'nun vazifesinin umumî ve davasının âlemşümu1 olduğuna dair pekçok âyet ve hadis zikretmek de mümkündür.
Şimdi nümune olarak birkaçına işaret edelim:
l. Bir hadis-i şeriflerinde "her peygamber, kendi cemaatine peygamber olarak gönderilmiştir. Ben bütün insanlığa gönderildim" diğer bir rivayette: "Siyaha-beyaza" şeklindedir. Taberi'nin bunu te'yiden naklettiği hadiste ise "Ben herkese, hem bir rahmet, hem de peygamber olarak gönderildim. Benim vazifemi yerine getirip tamamlayın. Allah'ın rahmeti üzerinize olsun." (Taberi C.2/625)
2. Peygamberimiz (s.a.v) Kisrâ'nın elçisi geldiğinde ona "Gelecekte dinim ve dinimin hakimiyeti Kisrâ'nın tahtına ulaşacaktır." (el-KamilC.2/146) diyerek, vazifesinin İran'ı -Turan'ı içine alacak şekilde bütün cihanı aydınlatmak olduğunu ihtar etmektedir.
3. Anadolu ve İstanbul, müslümanların eline geçmeden asırlarca önce birgün fâtih orduların gidip Avrupa kapılarına dayanacağını haber vermiş, feth-i mübini teşvik etmiş, fâtih asker ve fâtih kumandanı alkışlayarak "Mutlaka Konstantıniyye fethedilecektir. Fetheden kumandan nekumandan! Onun askerleri ne asker!" demiş ashâbına dünyanın dörtbir yanını göstermiştir.
Kur'ân'ın bu mevzudaki ifâdeleri ise, herhangi bir te'vile, tefsire tâbi tutulmayacak kadar açık-seçiktir. Meselâ:
1. Sâd suresinde "O Kur'ân bütün âlemlere öğüttür. " (Sât/87) diyerek, peygamberimizin bütün insanlığı uyarmakla vazifeli olarak gönderildiği ihtâr edilmektedir.
2. Yâsin suresinde daha açık bir ifadeyle "Bu Kur'ân Hz. Muhammed'e verildi ki, hayatta olan herkesi uyarsın ve inkâr edenlere de azâp hükmü hak olsun." (Yasin/7o) ferman ederek, O'nun peygamberliğinin, ins-cin yaşayan herkese şâmil olduğunu ve ne suretle olursa olsun O'na muarazanın da küfür ve nankörlük sayılacağını apaçık anlatmaktadır.
3. Sebe' suresinin "Biz seni ancak, topyekun insanlığa bir müjdeleyici ve uyancı olarak gönderdik. Ne var ki insanların çoğu bilmiyorlar" (Sebe'/28) meâlindeki âyetiyle...
4. A'raf suresinin, "De ki: Ey insanlar, ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim" (A'raf/158) meâlindeki ayetleri ise, O'nun bir cihan peygamberi olduğunu, Hak tarafından bütün beşere gönderilmiş bulunduğunu apaçık ifâde etmektedir. İş böyle iken, ciddi hiçbir şeye dayanmadan, kalkıp O'nun peygamberliğini zaman ve mekân itibariyle dar bir muhite sıkıştırıp; O'nu da sadece kendi devrine mahsus görüp göstermek gibi iddiaların manâsını anlamak oldukça zor.
Bundan başka, Kur'ân-ı Kerim'de sadece içinde yaşadıkları cemaatlere elçi olarak gönderilen peygamberlerin bu hususî elçilikleri açıkça anlatılarak cihan peygamberiyle diğerlerinin farklılıklarına dikkat çekilmiştir. Meselâ; Hz. Nuh (a.s) için "And olsun Nuh'u da kavmine gönderdik: Ey kavmim dedi. Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ma'budunuz yoktur." (A'raf/59). Kezâ, Hz. Hud (a.s.) için "Ad kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik: Ey kavmim AIlah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ma'budunuz yoktur. " (A'raf/65) Bunun gibi Hz. Salih'le alâkalı olarak da: "Semûd kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik: Ey kavmim dedi. Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka ma'budunuzyoktur" (A'raf/73). 80. âyette, Hz. Lut için, 85. ayette Hz. Şuayb için aynı şeyler ifâde buyurulmakta; hatta Kur'ân-ı Kerim'de, bu peygamberlerin anlatıldığı hemen her yerde, onların kendi millet ve kendi cemaatlerine peygamber olarak gönderildiklerine de dikkat çekilmektedir ki bu da Kur'ân-ı Kerim'in meseleyi mutlak ve mübhem bırakmayıp,"kim cihan peygamberi, kim değil; kim kavim ve kabilesini irşâda memur edilmiş, kim bütün insanlığı aydınlatmakla vazifelendirilmiş" bu hususları tasrih ettiğini göstermektedir.
Aslında O'nun peygamberliği, peygamber olarak gönderildiği günden itibaren, dünyanın dörtbir yanında duyulmuş ve hüsn-ü kabul görmüş; sunduğu mesajlar, Merâkış'dan Maveraünnehir'e kadar geniş bir sahada te'sir icra etmiş ve hayata hayat otmuş; Allah'tan getirip va'z ettiği kanunlar asırlar boyu pekçok İslâm devleti tarafından benimsenip tatbik edilmiş ve beşere sunduğu esaslar, daima hayatla içli-dışlı, düşüncenin önünde, ilimlere rehber, düşünce ve araştırmanın teşvikçisi olmuş ve hele, asırlardan beri İslâm düşmanlarının bunca baskı, tecavüz ve tahriplerine rağmen O'nun getirdiği esasların hâtâ heryerde taze, yeni ve aranır olması; günümüzde dahi binlerce ilim adamı ve düşünürce, insanlığın yeniden fethedilmesinin ancak, O'nun getirdiği ruh ve esaslarla mümkün olacağında ittifak edilmesi, O'nun alemşümûl "evrensel" peygamberliğine bir değil, binlerce delil mahiyetindedir.
Hâsılı, peygamberliğini dünyanın dörtbir yanına duyurmak maksadıyla, bütün muteber hadis ve siyer kitaplarının belirttiği üzere, Roma İmparatoru Heraklios'dan, Mısır kralı Mukavkıs'a; İran'ın Kisrâ'sından, Habeşi'sine kadar nâmeler gönderip Hak dine davet ettiği o ilk günden asrımıza kadar o hep bir cihan peygamberi olarak kendisini tanıtmış, getirdiği dini esasların, beşerin büyük bir kısmı tarafından hüsn-ü kabul görmesi de O'nun öyle olduğunu ispatlamıştır. Artık aksine ihtimal verilmeyen böyle bir mevzuda yeni yeni şübheler üretmek, kin, garaz ve hased eseri olsa gerek.
.
İslam’da meşrebçilik var mıdır? Sahabe-i Kiram arasında böyle ayrılıklar oluyor muydu? Birleştirici bir fikir ne olabilir?
İslam’da meşrebçilik var mıdır? Sahabe-i Kiram arasında böyle ayrılıklar oluyor muydu? Birleştirici bir fikir ne olabilir?
Meşreb kelimesi, arapçadır ve içmek mânâsına gelen "şurb" kökünden gelir.
Halk arasındaki mânâsı ile, insanların, aynı hakikatları teferruatta değişik anlaması demektir.
Hususiyle bugün, İslâm, iman ve Kur'ân'a hizmet etme davasında, maksatta hedefte bir olmakla beraber, vesile ve yollarda farklı mülahaza ve farklı düşüncelere "meşreb" nazarıyla bakabiliriz.
Dünyanın şarkında ve garbında, kim dine, imana hizmet eder; kim âli olan İslâm dinini âli gösterirse, meşrebi ne olursa olsun o kabul edilmeli, takdir görmeli ve alkışlanmalıdır. Yollar metodlar bir olmayabilir. Önemli olan hedef ve maksad birliğidir.
Bu yolların değiş'ık değişik olmasına tesir eden çeşitli sebebler vardır. İnsanın yetiştiği muhitin, aldığı kültürün, onun üzerinde tesiri olduğu gibi, aynı zamanda, Esmâ-i ilâhiyeye mazhariyet keyfiyetinin de tesiri vardır. Buna göre ayrı ayrı meşreblerin zuhur etmesi normaldir ve öteden beri de zuhur edegelmiştir.
Hz. Ali'nin meşrebi hiçbir zaman Hz. Ebu Bekir'le kâbil-i kıyas değildi. Faruk-u Azam Hz. Ömer'le Ebu Zer'in meşrebleri de tamamen birbirinden farklıydı. Halbuki ikisi de aynı celâdet ve şehâmet içinde idi. Fakat Hz. Ömer'de fevkâlâde bir devlet ve idâre anlayışı, mükemmel bir teşkilatçılık bulunmasına mukabil, Hz. Ebu Zerr, daha çok ferdi bir insandı...
Bundan anlaşılıyor ki, bütün dinleri tevhid, bütün meşrebleri telif eden ve bütün mizaç ve merakları aşan Resul-i Ekrem (S.A.V) devrinde dahi, meşrebler ve mizaçlar tamamen ortadan kalkmadı; meşreblerin tevhidine gidilemedi ve gidilmedi...
Aslında, bunları tevhid etmek fıtrata da aykırıdır. Zira, farklı farklı yaratılan kimselerin aynı şekilde düşünmesine imkân yoktur. Tabii, zorlamanın da çeşitli komplikasyonları olma ihtimâli vardır.
Denebilir ki, mezhebleri telif etmek isteyenler, fıtrattaki bu ince hususu kavrayamamış, insanın mâhiyetini tanıyamamış ve dolayısıyla, beşeri ve beşerdeki istidatları görmemezlikten gelen veya göremeyen kimselerdir. Allah'ın yarattığı kâbiliyetler, eğer O'nun hikmetleıinin iktizâsına göre faaliyet gösterecek ve fonksiyonlarını tam ifâ edeceklerse, elbette ayrı ayrı mezhebler de olacaktır.
Binâenaleyh, istidatlardaki bu farklılık fıkıhda, Hanefî, Şâfiî, Malikî, Hanbelî, Evzâî, Sevrî ve Zührî... ilâmaşallah mezhebler halinde zuhur edecektir. İnsanların gönlüne. hissiyatına, kalbine, vicdanına hitab eden ve şeriat-ı garrâ, din-i mübin-i İslâma hizmet etme maksadıyla, tâ devr-i risâlet penâhiden, bu güne kadar kurulmuş, kalb ve ruhun inkişâfının hedeflendiği sistemlerde de değişik tarikatlar şeklinde ortaya çıkacaktır.
İlk tarikatçılar, Süfyân-ı Sevrî, İbrahim bin Ethem bilhassa hemen her sofînın itimad ettiği Beyâzid-i Bistâmi, daha sonraları Cüneyd-i Bağdâdî.. hususiyle açtığı çığırla dev bir insan olarak, bütün ehl-i hak tarafından sevilip sayılan Gavs-ı Âzâm Abdülkâdir Geylanî ve şahlar şahı Şah-ı Nakşibendî Hazretleri ayrı ayrı meşrebleri, ayrı ayrı mizaçları temsil ederek, hep aynı rengin değişik tonlarında, Hı. Muhammed (S.A.v) hakikatını canlandırmaya çalışmışlardır.
Muhyiddin İbni Arabi'nin târikatını, İmam-ı Rabbanî Hazretlerininki ile yanyana koyacak olursanız, birbirinden çok uzak oldukları görülecektir. Büyük veli İmam-ı Rabbanî, sahabi mesleğinin büyük temsilcisi ve fark mezhebinin de kutbudur. Herkesin . ittifâkıyla Hakikat-ı Ahmedîye'yi (S.A.V) çok iyi anlamıştır. Zâhir ve bâtın-ı Ahmedî'yi(S.A.V) te'lif etmiş ve O'nun iç-dış bütünlüğünü en mükemmel şekilde anlatanlardan birisi belki de birincisi olmuştur. Dörtyüz seneden bu yana neşrettiği envârın aydınlığını hâlâ kalblerimizde hissetmekteyiz...
İşte bu dev insan, yer yer Muhyiddin İbni Arabi'ye karşı: "Fütuhat-ı Mekkiye değil, Fütuhat-ı Medeniye... " diyerek peygamber yolu ve sahabi mesleğini nazara verir ki, bu yol ehl-i sünnet vel'cemaat yolu ve bu cemaat de hakikat-ı Ahmedi yenin(S.A.V) temsilcileridirler. Haddi zatında bu mesele, bir meşreb meselesidir. İbn-i Arabi "Vahdet-i Vücud"a kâil ama, bu, bir ölçüde, "Allah'dan başka varlık yok" mânâsına değil de, "Allah'dan başka varlıkların bizzat vücudları yok" manasına "Vahdet-i şuhud"u işmam eden bir vahdet-i vücud demektir.
Ben, bu dolambaçlı ve karmakarışık yollara, meşreblerin ittihad edemediğini anlatmak için sizleri çekdim ve dolaşdırdım.
Soruya esas teşkil eden meseleye gelince, dünya durdukça, meşrebler ve mezhebler de ihtilaf edecek ve kimse bunun önüne geçemiyecektir. Ama, vesilelerde ayrılmalara rağmen, maksatta birleşilebileceği de her zaman mümkün olabilecektir. Diller ayrı ayrı da olsa, anlattıklaıı hakikat tektir ve tek olacaktır. Arap şairin dediği gibi:
"Bizim ifadelerimiz çok çeşidli ve dağınıktır. Ama senin güzelliğin birdir.
Hepsi senin o güzelliğine işaret etmektedir"
Sözler başka başka, ibâreler değişik; edâlar, havalar hepsi ayrı ayrı ama, hepsinin anlattığı da o biricik güzellik... Evet, ruhlarda, Allah n'rızası,,gönüllerde Şeriat-ı Ahmediye (S.A.V) sevgisi ve ruh bu esasa pervane olduktan sonra, ihtilâflar, sürtüşmeler bulunsa bile, anlaşıp, ittihat etme her zaman mümkün olacaktır.
Bugün, gerçek İslâm anlayışı ile, bir ittihâd ve vifâkın meydana gelmesi için lâzım gelen bir kısım şeyler varsa, ki bence vardır; onların üzerinde durmamız icab edecektir.
İttihad ve ittifak, birleşip bütünleşme ve meşreb anlayışını aşabilme, ya hissî planda veya fikrî ve mantıkî planda olur. Bir seviyede hissi plândaki bu ittihad ve ittifâk anlayışı, çeşitli cemaatlerin bir araya gelmelerine, sûrî dahi olsa bir vahdet tesis etmelerine kâfi gelebilir. Ama, insanlar belli bir seviyede sabit kalmadıkları, daima fikir ve ruh plânında inkişâf ettikleri için, çok zayıf ve pamukdan bir iplik mesabesinde olan bu hissî vahdet ve bu vahdeti meydana getiren bağ, bazan kâfi gelmeyebilir. Onun için insanlar hissî bağın kâfi geleceği noktaya kadar hissî bağlarla bağlansalar da, onun kâfi gelmediği noktada, bir masanın etrafında oturup fikrî ve mantıkî bir vahdet temin etmeleri şaıttır. Evet, hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak; kefere ve fecere karşısında zilletten kurtulmak; Ummet-i Muhammed (S.A.V)' in insanlığın kaderine hakim olmasını temin etmek; Kur'ân-ı Muciz'ül-Beyan'ın yeryüzünde hakim olmasını sağlamak için, fikir ve mantık planında anlaşma mecburiyetindedirler.
Meseleyi bir ölçüde misâllerle müşahhaslandıracak olursak, insanlarımız arasında, 20-30 sene öncesine kadar hissî bir ittifâk ve ittihad vardı. Bu ittihad ve ittifâk, müslümanların karşısında alternatif olarak komünizm, ve inkârcılık gibi cereyanlar bulunduğundan dolayı idi... Yâni karşı tarafta, (hâşâ) Allah ve Resulullah (S.A.V) kabul etmeyen, Kur'ân-ı Kerim'i kökten inkâr eden bir züinre; beride de ne kadar antikomünist varsa-komünizm karşısında hür devletlerin ittifâkı gibi- bir araya gelip birleşmişlerdi. Meselâ, milliyetçilik esaslarıyla yürüyen, yeniden doğuş ve diriliş felsefesiyle yürüyen, iman esaslarının neşrini prensip olarak benimseyip öyle hareket eden,siyasî sahada işe vaziyet etmeyi düşünüp ve bu plâna göre hizmet veren ne kadar siyasî ve gayrî siyasî klik varsa, hemen hepsi, antikomünist bir birlik teşkiliyle, ittihâd ve ittifâk etmişlerdi. onun için ateizme karşı olan herhangi bir kişi, Sebil-ür Reşad okuduğu gibi,Yeni İstanbul, Hür Adam, Büyük Doğu, hatta Orkun ve Millî Yol da okuyordu. O günlerde inananlar cephesi adına münteşir gazete ve mecmuaların marufları bunlardı. Ama bunlardan birisi daha çok Altaylar ve Sübhandağı etrafında dolaşıyor, diğeri, Gâr-ı Hira'dan, Sevr mağarasından ve mukaddes şehir Medine'den bahsediyordu. Birisi gönülden, bir diğeri de dimağdan bahisler açıyordu. Bu hissî hava içinde, hemen pekçok kimse diyordu ki; "Ne olursa olsun, karşımızda Allah'ı inkâr edenlerin terâküm ettiği bir zamanda, vahdetimizi zedelememeliyiz."
Görüldüğü gibi, ittifâk o sıralarda böyle tamamen hissîlik üzerine müessesdi. Bu itibarla, bir an geldi ki, artık, mevcut uhuvvet anlayışı kâfî gelmez oldu. Müslümanlar fikir plânında, kalb planında ilerlediler. Düşünüp, araştırıp, okuyup, terâkki ettiler. Neyin ve hangi fikirlerin İslâm'a zıt olduğunu görüp öğrendiler veya büyük bir kısmı itibâriyle öyle zannettiler. Bir müşterek müdafaa, müşterek mülâhâzâ, müşterek hamle o güne kadar onları bir araya getirmişti. ve uzun zaman da beraber yatıp-kalkmış,aynı çatının altında beraber bulunmuş.. tıpkı, Allah'a Peygamber'e küfredenlerin bir çatı altında toplandığı gibi bunlar da, hissî müttefikleriyle yanyana gelmişlerdi. Kimbilir, belki de işte o zaman, akı-karayı, iyiyi-kötüyü enine boyuna görme imkânı elde ettiler ve herşeyi anladılar. Evet, görüp anladılar ki, kendileri, bütün efkâr ve kalbleriyle Medine medeniyetine doğru ve her plânda Resul-i Ekrem'le (S.A.V) gelen ilâhî gerçekleri hâkim kılmak istikâmetinde hareket ederken, başkaları başka sevdâda ve bu düşüncelerden fersah fersah uzak... Derken, o zamana kadar bağlandıkları hissî bağlar "çatır çatır" kopmaya başladı.. derken, bütün bütün duygu ve hislerin başka başka olduğu ortaya çıktı.
İşte, bu dönemden sonradır ki, hissî bağlar da yetmemeye başlamıştı. Bundan böyle, birbirinden kopup biri Çin'e biri Maçin'e, doğru, ayrı ayrı istikâmetlere giden kimseleri, fikir ve mantık planında bir araya getirecek esaslara, umdelere dinamiklere ihtiyaç vardı...
Biz kendi açımızdan, önce Türkiye, sonra da topyekûn âlem-i İslâm'da yeniden varoluş ve diriliş tablolarını müşâhade edip ve herkesin kendine düşeni yaparak, istikbâl örfânesine birşeyler hazırladığı inânç ve kanaatini muhafaza etsek bile, riâyetinde zâruret olan bir kısım esasların kulakardı edilmemesi gerektiğini hatırlatmakta da fâide mülahaza ediyoruz.
Evvelâ bugün herkesin, başkalarını kendi meşrebine sokmaya çalışmadan vazgeçerek, Hak yolundaki her hizmeti alkışlaması şarttır. Nasıl ki, değişik meslek erbâbı, sanatkâr ve zanaatkârlar birbirlerini kabullenip, semere-i sa'ylerini, çalışmalarının neticelerini mübâdele edip değiştiriyorlar ve umûmî maksat istikâmetinde birbirlerine destek oluyorlar. Öyle de, değişik meşreb ve mezhep mensupları arasında aynı anlayışın yolları araştırılmalı, maksad ve neticenin yumuşatıcılığıyla, sebeb ve vesilelerin sertliği mutlaka kırılmalıdır. Bunun için de yapılması gerekli olan tek şey; herkesi, kendi hizmet sahası içinde alkışlamak ve "Benim Allah'ımın adını anan, Peygamberimi (S.A.V) takdir ve tebcil eden herkes kardeşimdir" diyerek başkalarını kabullenmektir.
Kabullenip, kapitalizm ve komünizme yutulmamak, ateistlerin meydana getirdiği korkunç vakuma kapılmamak için, sûrî dahi olsa, bir ittihad ve ittifâk temin edilmelidir. İngiltere insanı, kendi kader ve kendi geleceği için (Anglo-sakson ve Galli ) olarak bir vahdet temin etmişlerdir. Bu iki ayrı ırk, birbirlerinden öyle nefret eder, öyle tiksinirler ki, bir Anglosakson'a "Galli" desen ağzına bir yumruk indirir. Galliye de "Anglo-sakson" desen o da sana bir yumruk savuruverir. Bununla beraber, bu iki zümre arasında, zâhir plânda bu güne kadar en ufak bir çekişme, bir mücâdele hissedilmemiştir. Çünkü bir masa başında oturmuş, aralarındaki farklı noktaları görüşmüş, asgarî müşterekleri tesbit etmiş, İngiltere'nin kaderi ve istikbâli adına bir kısım fedakârlıkları göze alarak, anlaşma noktalarını bulmuş ve anlaşmışlardır.
Bunun, bizim davamız açısından mânâsı şudur: Her birimiz hangi meşrebden olursak olalım, Allah'ımız bir, Kitabımız bir, Peygamberimiz bir, kıblemiz bir, yolumuz bir, yöntemimiz birdir. Evet işte, böyle bir anlayışla vahdetimizi hissîlikden çıkarıp bu (birbir)ler üzerine kurmak mecburiyetindeyiz. Zirâ, bütün bu "birler" birliği iktizâ etmekte ve vicdanlanmızı birlik ruhuna çağırmaktadır. Aksini iddiâ, nefsin mazeret mırıltılarından başka birşey değildir.
Şimdilerde, kıymetli bir hazineyi belli bir noktaya götürmeye azmetmiş olan bizler, onu yerine ulaştırdıktan sonra, ille de bir düello gerekiyorsa, o mel'un işi, emaneti sahiplerine devrettikten sonra yapalım. Fakat önce mutlaka, bu mübârek milletin bugününü-yarınını düşünelim. Ve şu memleketin, dinsizlere, inkârcılara peşkeş çekilmesine fırsat vermiyelim ve buna imkân hazırlamıyalım...
Bu mevzuuda ikinci yol da şudur: Hiç kimse, başkalarını kendi yol ve sistemine girmeye zorlamamalıdır. Varsın herkes kendi anlayışı içinde hizmet etsin. Şurası unutulmamalıdır ki, bir kısım kimselerin, içine düşdükleri fikirlerden vazgeçmeleri zor, hatta çok defa imkânsızdır. Zor kullanmak ise kat'iyyen çıkar yol olmadığı gibi, kâbil-i iltiyam olmayan inşikâklara da sebebiyet verebilir. Müsâmaha ve tolerarıs ise, Kur'ân'ın tâvsiyesidir. Toleranslı hareket edip müsâmahalı davrananlar, yarınlara ait önemli bir meseleyi halletmiş sayılırlar.
Üzerinde durulması gerekli olan diğer bir husus da şudur: Meşrebler, mizaçlar ittihad etmediği için, herkes kendi meşrebi içinde, Kur'ân ve imana hizmet ederken, oldukça mühim şeyler de yapmaktadır. Bir kısım büyük kalemler, hayat-ı içtimâiyemizle alâkâlı meseleleri, problemleri halletmektedirler ki,İslâm'ın bu türlü problemlerinin halledilmesine de ihtiyaç vardır. Binaenâleyh, bırakalım, bazıları içtimâî ve iktisâdî meseleleri halletsinler. Bizler de yapabileceğimiz şeylerle meşgûl olalım. Abbâsîler devrinde olduğu gibi, şimdilik onların adaptasyonlarını yapalım. Ehl-i sünnet kıstaslarıyla ölçüp biçelim, atacağımızı atıp tutacağımızı tutalım ve yeni terkiblerle,yepyeni bir dünyanın kurucuları ve hazırlayıcıları olmaya çalışalım.
Bir başka grup düşünelim ki, ehl-i sünnet açısından tenkid edilecek bazı yanları olabilir. Ama, böyle bir araştırma ve tetkik mevzuunda, değil onların, Batı'nın bile alınacak müsbet yönleri olduğunu kat'iyyen hatırdan çıkarmayalım. Bizim izzet ve onurumuz, onların da düşmanlık ve nefretleri hesaba katılarak, alınabilecek şeylerini almada ne zarar var! Aslında her bâtıl mezheb içinde dâhi, tür dâne-i hâkikat vardır ve o mezheb, hayatiyet ve mevcudiyetini ona borçludur. İşte, o tek dâne-i hakikat her zaman alınabilir ve alınmalıdır da...
Bu meseleyi izâh için bir mîsâl arzedeyim. Ehl-i sünnet ve'1-cemaat'ten ayrı müslümanlar içinde, öteden beri devam edegelen, birbirine zıt iki kutbun temsilcisi iki mezheb vardır.. Mûtezile ve Cebriye. Mûtezile mezhebi, "Kul fiilinin hâlıkıdır" prensibine göre hareket eder.. Cebriye mezhebi ise "Her şeyi Allah yaratır, kul robot gibidir" düşüncesiyle hareket eder. Bunlar, insanın irâdesi ve Allah'ın yaratması mevzuunda, bir birine zıt kutublarda bulunmaktadırlar.
Mûtezile: "İnsan kendi fiilini kendi yaratır, Allah müdâhale etmez" şeklinde düşünmüşdü. Günümüzde, rasyonalistlerin çoğu da Mûtezile gibi düşünmektedir.
Cebriye ise, bunun aksine, insana hiçbir pay ayırmamakta, hiçbir irâde tanımamaktadır. Onlara göre mükellefiyetleri ve irâdesizliğiyle insan, eli kolu bağlı, sırtından yediği bir tekme ile, suya düşürülmüş ve kendisine "sakın ıslanma!" denmiş gibi bir durum arzetmektedir.
Ehl-i sünnet, ondan aldığı bir dâne-i hâkikatle öbüründen aldığı başka bir hakikatı birbirine mezcetmiş ve bir sentez yapmıştır. Mûtezile'ye demiştir ki: "Evet insanın irâdesi vardır. Kur'ân'ın pek çok âyeti buna delâlet eder. İnsanın irâdesi vardır ki, insan irâdesiyle amel-i salih yapacak ve cennete girecektir. Vardır ki, Kur'ân-ı Kerim "İnsana çalışmasından başka birşey yoktur." (Necm - 39) demektedir. Fakat 'Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz birşey dileyemezsiniz." (Tekvir-29) fehvasınca, Allah'ın dilediğinin, bir esas olduğu da katiyyen hatırdan çıkarılmamalıdır. Evet, sizin irâde dediğiniz şeyin, tasârruf dâiresi o kadar dardır ki, âdetâ varlığı ile yokluğu müsâvidir. Ama, şart-ı âdi olarak o irâde vardır ve günah-sevap, ceza-mükâfat gibi hususlara da bir esastır. "
Ben bütün bunlarla şunu anlatmaya çalıştım: Kapitalist bir sistem içinde de bir dâne-i hakikat vardır. Komünist sistem içinde de. Ama, komünizma onu istismâr ediyor. Devletçiliği, fakiri koruyup, kollamayı istismâr ediyor ve münâfıklık yapıyor. İşte bunlar kitleleri, cemaatleri sürükleyip götürüyorlar. İslam'a gelince, onun bütün meseleleri, bütün prensipleri hak, hakikât, istikâmet ve adâlettir. O, heryönüyle birleştirici prensibler mecmuasıdır.
Meşreblere gelince, her meşreb içinde bir dâne-i hakikât vardır. Cenâb-ı Hakk'ın, farklı mizâç, meşreb ve mezaklarda yarattığı şeyleri görmemezlikten gelerek, fıtrât hakikâtına karşı çıkıp, ayrı ayrı cedvellerden fışkıran suları karıştırarak, hayâlî vahdet yolları araştırmayalım. Herkes kendi sahasında envâr-ı Kur'ân ve imanı neşretsin ve başkaları ile uğraşmasın.. İttifâk edemiyorsa da hiç olmazsa ihtilâfa düşmesin. En azından müslümanları çekiştirip durmasın.Her müslümanı alkışlamasını bilsin.Her"Allah" diyenin arkasında olsun. -İnşallahü Teâla- o takdirde, kısa zaman sonra, ittihâd ve ittifâk teeessüs edebilir.
.
Hz. Hasan Hz. Muaviye varken (R. Anhüına), Ömer Bin Abdülaziz'in beşinci halife sayılmasının hikmetini açıklar mısınız?
Hz. Hasan Hz. Muaviye varken (R. Anhüına), Ömer Bin Abdülaziz'in beşinci halife sayılmasının hikmetini açıklar mısınız?
Bu meseleyi zannediyorum, şimdiye kadar, kelâmcılar dahi mevzu etmemişlerdir. Ama, kafaya takılan bir soru olması itibariyle arzetıneye çalışayım. Raşid halifeler efendilerimiz dört tanedir. Bu hususda herkes ittifak halindedir. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (r.anhüm). Bunlar, Efendimizin (S.A.V) en eşref en ecmel, en ekmel, en ekber halifeleridir. Raşit Halifelerden sonra idare, Beni-Umeyye'nin eline geçti ve az sonra da, büyük ölçüde, müslümanlar arasında safvet ve samimiyetle beraber, hilafet ruhu da sarsıldı. Devlet, kısmen saltanata dönüştü; sarayları lüks ve debdebe sardı. Vasat, zayıf ruhlarda, zaafların ortaya çıkmasına müsait hale geldi. Bununla beraber Emeviler bütün bütün boş ve yoz kimseler değildi. İçlerinde Kitaba ve sünnete vukufu olan pek çok büyük insan vardı. Ama, aile olarak artık bozulmaya yüz tutmuştu. Derken böyle bir aile içinde, yani diken tarlasına benzer bir yerde, Ömer bin Abdülaziz gibi Raşit halifelerle atbaşı gidecek nadideler nadidesi bir gül yetişti. Ömer'i zirvelere ulaştıran hususlann başında, O'nun bir hamlede cismani arzulari aşarak, bedenin yerine ruhu, nefsin yeıine gönlü yerleştirip her işinde Resülullah'ın yolunu ve Allah'ın rızasını araştırması gelir. Bu mesele çok kolay değildi, hele O'nun için asla. Zira O, sarayda, debdebe ve ihtişam içinde yaşıyor, hergün ava çıkıyor, sahip olduğu bol imkânlarla, meşru dairede de olsa yiyor, içiyor ve zevk ediyor... Asr-ı saadet insanından -takriben- yüz sene uzaklaşmış, ondan uzaklaşmakla, kendilerini var eden dinamiklerden de uzaklaşmış bir toplum, bir aile içinde ve sarayın olanca imkânlarına sahip birisinin başka türlü olması da çok zordu. Tam bu esnada amcası Süleyman vefat ederken oğlunu, tâvsiye edeceğine, bazılarının ısrariyle, ana tarafından Hz. Ömer Efendimizin torunu olan yeğeni Ömer bin Abdülaziz'i tavsiye etmişti. Halk da kabullenip, biatta bulunmuşlardı. Kendisine hilafet vazifesi tevdi edildiği gün, hemen birdenbire kendine gelip ruhuna dönen Ömer, tepeden tırnağa değişivermişti. Artık bu Ömer o eski Ömer değildi. Ömer, o günden itibaren yeniden ilk halifeler dönemini ihyaya çalışır. Fenalıklarla yaka-paça olur. İyiliklere doğru yollar vurur; hayıra, hasenâta giden yollan kolaylaştırır. Haksızlıklan önler, zulme karşı ilân-ı harpeder. Hanımının boynundaki gerdanlık için, ganimetten gelmiştir mülahazasıyla "bana yaraşmaz" der, devlet hazinesine gönderir. Şübhelendiği şahsî.servetini "beyt-ül mal"a devreder, bir eski hırka sırtına geçirir ve devletin başına geçer...
O günkü devletin sınırları, Aral Gölü, Mâveraünnehir,
Afganistan ve Batı Türkistan'ı; Taşkentleıi, Buharalan, Semerkantları.. Batı Afrika'da, Cebel-i Tarık'ları, Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, Suriye ve Libya'lar! içine alıp Anadolu yakasına uzanıyordu. Ve Ömer de bu devletin reisiydi... Evet, Arap Yarımadası bütünüyle fethedilmiş, Basra Körfezi memleketleri İslâm hakimiyeti altına alınmış. Bugünkü Türkiye kadar kırkbir devletin hakim olduğu sahada tek hakim, daha doğrusu, bu yerlerde Allah'ın biricik halifesiydi. Ve Ömer o devirde insanların en fakiriydi...
Muhaddisin-i Kiram derler ki: "Müminler zekât ve sadaka verecek insan bıılamazlardı"ki; Muhbir-i Sadık bunu aynen haber vermişti: "Birgün elinizde zekât, dolaşacaksınız, fakat verecek kimse bulamayacaksrnız. " Yani herkes zengin olacak. demekdir ki, Ömer Bin Abdülaziz devrinde, bunların hepsi görülmüştü. İşte o böyle bir devletin başına geçmişti... İki sene küsür ay bu devleti idare eder, ama; senelerce yaşamış gibi, semereli olur. Daha sonra Endülüs'e kadar uzanacak o devletin her yönünde ıslahat yapar. O güne kadar raşid halifeler efendilerimiz hakkındaki bütün yanlış telakkileri izâle eder. Hz. Ali (R.A)'nın muallâ mevkiini ilân eder. O güne kadar bir kısım kimselerin hutbelerindeki saygısızlığına son verir ve bugün dahi hutbelerimizde okuduğumuz,
"Allah, adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder, fahşâ (edepsizlikten)' dan, münker (fenalık)'den ve bağy (azgınlık)'dan men'eder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir. " (Nahl-90) âyetiyle, adaletsizliğe, fuhşa, ahlâksızlığa, taşkınlığa karşı göğsünü siper eder; istikametli düşünür, âbidâne, zâhidane bir hayat yaşar. İşte, Ömer Bin Abdulaziz'in içinde bulunduğu şartlar hiç de böyle yaşamasına müsait olmadığı halde, böyle yaşaması, ham de o günkü Emeviler'de hayat anlayışı çok değişik olmasına rağmen bu kadar duru, bu kadar arızasız, bu kadar pürüzsüz ve tıpkı ilk halifeleri gibi bir sirete sahip olması, O'nu Asr-ı Saadet insanı seviyesine ulaştırmıştır. Bu itibârladır ki, daha sonradan gelen bazı kimseler O'na haklı olarak müceddid demişlerdir ve dört halifeden sonra eğer bir beşincisi bahis mevzuu ise, Onun Ömer Bin Abdülaziz olacağını söylemişlerdir. Yani dört halifeden sonra ille de bir beşincisi bahis mevzuu ise O mutlaka Ömer Bin Abdülaziz'dir, demişlerdir. Ama Ömer Bin Abdülaziz'i Seyyidina Hz. Hasan'a tercih etme, Hz. Muaviye'ye tercih etme meselesine gelince, bu bizim muvâzene, mukâyese imkân ve iktidârımızı aşan bir mevzudur. Bu mevzuuda Hasan Basri (R.A) kı, -Tabiinin imamlarından ve çocukken Efendimizin (S.A.V) zevcelerinden birinin kucağında oturma şerefine eren birisidir- kendisine Ömer bin Abdülaziz'le Vahşi'nin derece ve mertebeleri sorulunca, umumî fazilet açısından, yani Allah'ın Resulünü görüp bizzat feyiz alma bakımından, "Ömer Bin Abdülaziz ancak Vahşinin atının burnunda bir toz olabilir" demiştir. Çünkü Vahşi Sahabî idi. Ömer bin Abdülaziz sahabî değildi. Hususî bir kısım meziyetleriyle Ömer çok ileride olabilir. Yoksa mutlak fazilet sahabiye aittir. Hususî bir, veya bir kaç fazilette, mercuh kendisine tereccüh edenlere tereccüh edebilir; ama, mutlak fazilette racih racihdir.
Şimdi durum böyle olunca, Hz. Hasan Efendimiz ve Hz. Muaviye ile mukayese yapmamız mümkün değildir. Hem onların aralarındaki derecelerin, muhakeme, muhasebe, takdir ve kritiğini yapmak bize düşmez. Onlar o kadar muallâdırlar ki, Efendimizin Semâ-i Risâletinde, boy atmış, ser çekmiş, değişik gıda almış, değişik buudlarda gelişmiş, tıpkı Cennet varlıklarını hatırlatırlar. Belki pek çoğu itibariyle melekler seviyesine ulaşmışlardır. Biz onlar hakkında şöyle veya böyle bir hüküm verdiğimiz zaman, ihtimal, huzur-u Rabbûl-Âleminde çok mahcub oluruz. Bu tıpkı bir mahkemenin kapısında kapıcılık dahi yapamayacak kimselerin, o mahkemenin hâkimliğine tenezzül etmeyen kimseleri tenkidine benzer ki, bu ne müthiş utandıncı bir şeydir! Binaenaleyh, bizler hem dilimizi hem de kalbimizi korur, hepsine karşı derin bir saygı ve hürmet hissiyle iki büklüm olur, bizi kapı kulu kabul etmelerini dileriz!..
Asrın Getirdiği Tereddütler 3
TAKDÎM
Çarpık zihniyetlerin ürettiği sorulara, çapraz ve ihâtalı cevaplar hazırlamak, beyninin maden ocağında düşünce kazması sallayan ve şakaklarındaki zonklamayı ancak bu şekilde dindirebilen her düşünür ve mütefekkirin en önde gelen vazîfelerinden biridir. Bir bakıma bu vazîfe onların varlık ve yaratılış gâyeleridir. İçinde mütefekkiri bulunmayan cemiyet ne fakir bir cemiyettir; ve içinde mütefekkirini barındırmayan cemiyet nasıl zâlim bir cemiyettir. Çünkü varlık gâyesini hiçe saymış veya hiç anlamamıştır da ondan. Âlim, bütün bir âlemdir. Mütefekkir ise âlimi ve dolayısıyla âlemi besleyen dâyedir. Tefekkürü olmayan âlim sadece kitap yüklüdür. Ma'nâ ve muhtevâya aldırış etmeyen bir kemmiyet taşıyıcısından farkı yoktur onun.
"Neden" ve "niçin" cümbüşü, dünyâ kurulduğu günden beri vardır. Zaten dünyâyı dünyâ yapan da bu sorulardır. "Dünyâ hikmet evidir" diyenler bunu söylemiş olmuyorlar mı? Sebep ve netice münâsebetini kurcalama hikmetin ta kendisi değil mi? İddiasız ama tecessüsü uyanık tutucu sorular olmasaydı "Hikmet"den ve "Hakîm"den bahsetmek nasıl mümkün olurdu? Halbuki bunların varlığı birer realite ve vâkı'adır. Öyleyse bundan sonra da bu vâkı'a her zaman ve zeminde var olacaktır.
Bu realiteyi görmezden gelme bir aldanmışlıktır. Şu kadar var ki, her önüne gelen soruyu cevaplamaya kalkmak da lüzumsuz bir cesarettir. Efendimiz'e (s.a.v) Cibrîlin sorduğu"Kıyâmet ne zaman kopacak?" sorusuna Allah Rasûlü'nün verdiği cevap ne kadar mânidârdır. Şöyle buyurmuşlardır: "Şu anda kendisine sorufan, soruyu sorandan fazlabirşey bilmiyor.' Gerçi bu da bir cevaptır; ama ne kâmil bir cevap. Kıyâmete kadar hikmetin başında tâc ve tâcında sorguç olacak bir cevap! Muhâtabı meleklerin en büyüğü; cevabı veren de peygamberlerin ve bütün insanlığın... Fakat işte cevabı.
İmam Ebû Yûsuf, kendisine sorulan yüz sorudan altmışına "Lâ edrî" (bilemiyorum) cevabını verir. Soru sahipleri hayret içinde ve ham bir çıkışla "Sana bizim sorularımıza cevap vermen için maaş veriliyor. Halbuki sen soruların çoğuna "bilemiyorum" diyorsun. "Bu nasıl olur?" derler. Ve büyük imam şu cevabı verir:"Siz maaşı benim bildiklerime veriyorsunuz. Bilmediklerime de vermeye kalksanız bütün dünyâyı bana vermeniz gerekirdi!"
İşin bu tarafı biraz da kendisine soru sorulan ve kendilerinden cevap beklenenleri ilgilendiren kâide. Bir de soru sormanın kendine göre âdâbı ve erkânı vardır ki, bu edep çerçevesi içinde sorulan sorular kanaatimizce verilen cevaplar kadar mühim ve bir o kadar da zor ve müşkildir. Tembel beyinler soru soramaz. Düşüncesi nemlenmiş insanlarda düşünce aksiyonu olmaz. Bu edebi de bize yine Cibrîl hadîsi öğretiyor. Cibrîl edep içinde yaklaşıyor, evvelâ insanlardan bir insan olma hüviyetine bürünüyor, sonra da "Yaklaşabilir miyim?" nezâketiyle işe başlıyor, üç defa izin istiyor, dördüncüde diz çöküp ellerini dizlerine koyuyor ve sorularını öyle soruyor.. İmân nedir, İslâm nedir veihsân nedir?.. gibi en can alıcı soruları soruyor.
Soru çeşitli gâyeler için sorulur. Bildiğini bildirmek için veya karşısındakini imtihan etmek için soru sormak belli bir gâye ve hedefe makrûn değilse hiç tasvip görecek davranışlardan değildir. Ancak öğrenmek için veya kendisi bilse dahi orada bulunan diğer insanların öğrenmelerini te'min için sorulan sorulardır ki, edep çerçevesi içindedir. Bu gruba dâhil sorular birer hikmet fideliğidir. İşte Cibrîl'in soruları bu cinsten sorulara güzel bir örnektir.
Verilen cevapları tasdîk etmesi, kabullenme ma'nâsınadır. Yoksa soru soranın verilen cevabı doğrulama ma'nâsında tasdîk etmesi uygun değildir. Hem Cibrîl oraya dini öğretmek için gelmiştir. Efendimiz'in (sav) sözlerinin, getirdiği vahye mutâbık olduğunu Cibrîl o anda tasdîk etmiştir. Böyle bir tasdîk ancak o platformda güzeldir...
Hem niyet hem de şekil itibariyle güzel sorulan bir soru verilecek cevap için de önemli ölçüde ilhâm kaynağıdır. Sormak mahâret, doyurucu şekilde cevap vermek ise bir meziyettir. İşte bu kitap böyle mahâret ve böyle meziyetden terkîp edilmiş bir eserdir. Ona, "Soru-Cevap Ansiklopedisi" veya "Atlası" dense yeridir.
Verilen cevaplar kalabalık bir kitle önünde ve irticâlî olarak verilmiştir. Daha sonra da bu cevaplar asla ve öze dokunmayan küçük düzeltmelerle yazıya dökülmüştür. Muhtevâdaki bereket biraz da bu fıtrîlikten kaynaklanmaktadır.
Yayınevimiz, bu seriye âit üçüncü kitabı çıkarmanın sevincini sizlerle paylaşırken maarif adına ortaya koyduğu bu ve benzeri faydalı kitapları takdîm etmenin haklı mutluluğunu da yaşamaktadır. Ümîdimiz sizlerle daha nice sevinçler paylaşmak ve daha nice mutlu anlar yaşamaktır. Beyin teri ve göz nuru dökenlere en içten sevgi ve selâmlarımızla!...
.
İslamiyet akıl ve mantığa uygundur, diyorlar. Halbuki İslamiyet naslara dayanmaktadır ve dolayısıyla teslimiyet gerekmektedir. İzah eder misiniz?
İslamiyet akıl ve mantığa uygundur, diyorlar. Halbuki İslamiyet naslara dayanmaktadır ve dolayısıyla teslimiyet gerekmektedir. İzah eder misiniz?
Evet, öyledir. İslâmiyet hem akıl ve mantığa uygundur hem de teslimiyeti gerektirir. Zira akıl ve mantık!a teslimiyet birbirine zıt mânâya gelen kelimeler değildir. Birşey hem mantıklı olur hem de teslimiyeti gerektirir. Yani hiç kimse teslimiyet gerektiren bir husus karşısında, öyleyse bu mantıkî değildir, gibi bir hüküm veremez. Ve mantık böyle bir hükmü kabul etmez. Şimdi de bu mes'eleyi yine akıl ve mantık çerçevesinde îzâha çalışalım:
İslâmiyet evvela, inanılması gerekli olan husus!arı, kainatı okuyan kitabıyla ele alıp aklî ve mantıkî olarak bizlere izâh etmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın ulûhiyet ve rubûbiyeti bu şekilde isbat edildikten sonra, telâzum "birbirini gerektirme, biribirisiz olmama" ifade eder mâhiyette peygamberlik ele alınmış ve bunun zarureti üzerinde gayet mukni delillerle durulmuştur. Böyle bir ulûhiyete, deilallık yapacak peygamberler lâzımdır, hükmünü netice veren bütün bu deliller gayet aklî ve mantıkî delil!erdir.
Öldükten sonra insanlar tekrar dirilip ebedî bir hayata mazhar olmalılar ki, onlara verilen ebed hissi abes olmasın. Cenâb-ı Hakk abesten münezzeh olduğuna göre insanlara böyle ebedî bir hayat bahşedecektir. Hem varlığı ilk defa kim yarattı ise, bu ikinci yaratılışı da yine O yapacaktır.
Kur'an kelâmullahtır. Bütün cin ve insanlar toplansa onun tek bir âyetine dahi nazîre getiremezler. Madem o Allah'ın (cc) kelâmıdır, öyleyse Tevrat, İncîl, Zebur ve diğer O'nun tasdîkinden geçen bütün suhuflar da aslî hüviyetleriyle Allah'ın(cc) kelâmıdırlar...
Teker teker herbirini mevzû ile alâkalı yerlerde arîz ve amîk anlattığımız bu mes'eleleri burada tafsîl edecek değiliz. Sadece bir fikir vermek için temas etmiş oldum. Şimdi, inanılması gereken akîdeye âit bütün mes'eleleri böyle aklî ve mantıkî delillerle isbât ettikten sonra, iş bir yere varır ki, insan orada deliller ayağıyla yürüyemez. Vicdânında duyduğu, gönlünde hissettiği hakîkata âit ma'nâlar o denli kuvvetlidir ki, deliller orada çok sönük kalır. Bu bir seviye mes'elesidir ve gayet normaldir. Şu kadar var ki İmam-ı Rabbânî gibi büyük zâtlar "seyir minallah" tamamlandıktan sonra yine insanın delillere ihtiyaç duyacağını ifâde etmişlerdir ki, bu o seviyede mirâcını tamamlayan insanlara mahsûs bir keyfiyettir ve çoğumuz itibâriyle bizimle alâkası yoktur.
Cenâb-ı Hakk'ın her işi ve icrâatı akla ve mantığa müsteniddir. Nasıl olmasın ki, O, Arm ve Hakîmdir.. abes iş yapmaz. Nitekim biz, fiziğin, kimyanın, astronomi ve astrofiziğin kanunlarıyla bir kısım sâbit prensiplere ulaşıyor ve görüyoruz ki, şu icrâat karşısında en mâhir insanların yaptıkları dahi çok sönük kalmaktadır. Öyleyse Allah'ın (cc) her işte bir hikmeti vardır. Bu hikmet ise aklî ve mantıkîdir;tamamen o çizgide cereyân eder.
İşte tekvînî âyetleri böylece âfâkî ve enfüsî delillerle biraraya getirmemiz bizi azamet ve kibriyâsına uygun bir inançla Cenâb-ı Hakk'a inanmaya zorluyor. Bu îmân da bizi O'na teslîm olmaya sevkediyor. İşin başında akıl, mantık sonunda da böyle bir tesrmiyet söz konusudur. Mademki O'na teslîm olduk ve oluyoruz, o zaman O'nun dediklerini yapmamız gerekiyor. Tabii burada da karşımıza ibâdete müteallik mes'eleler çıkıyor. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ubûdiyetle ilgili bütün hususlar...
Bunların yerine getirilmesi bir bakıma teslîmiyettir. Fakat bunlar arasında da yine akıl ve mantık ayağıyla yürümemiz, hikmet açısından bunları bir değerlendirmeye tâbi tutmamız da her zaman mümkündür.
Beş vakit namazın bu vakitlerde farz olup başka vakitlere kaydırılmamasının elbette bir çok hikmeti vardır. Namaz hareketlerinin bu şekilde ayarlanmış olması hiç şüphesiz gelişi güzel değildir. Abdestte yıkadığımız uzuvların yıkanma emri elbet bir faydaya müstenittir. Cemaatla namaz kılmanın cemiyet hayatını tesiste ne büyük rolleri vardır. Zekâtın farziyeti fakir-zengin arasındaki dengeyi muhafaza açısından nice faydalan omuzlamıştır. Orucun insan sağlığına getirdiği faydalar sayılamıyacak kadar çoktur. Hatta İslâm'ın Ceza Hukukuna taalluk eden hükümlerinin baş döndürücü mucizeliği ve daha neler, ne hikmetler bütünüyle akıl ve mantık zâviyesinden tetkik edilip incelenirse, bu inceleme bizi yine aynı noktaya getirir ki, o da teslîmiyettir. Bir misâl olsun diye Haccı ele alalım: Biz baştan Hacc'ın farziyetini kabul etmişiz, diyelim. Çünkü Cenâb-ı Hakk "Ve lillâhialennâsi hıccul beyti... "(Ali İmrân, 97) demekte ve kadın-erkek her gücü yeten müslümana haccı farz kılmaktadır. Böyle bir bakış işe teslîmiyetten başlamadır. Biz teslîmiyet adına buna "Lebbeyk" diyor ve Hacc'a koşuyoruz. Daha sonra da Hacc'ın âlem-i İslâm çapında bize vâdettiklerini incelemeye koyuluyoruz. Bu, her seviyede insanın katıldığı İslâm âlemi çapında bir kongredir. Ve müslümanların yek vücut haline gelebilmelerine en kısa ve en garantili bir zemin durumundadır. Bir de içtimâî adâlet cephesinden mes'eleye bakacak olursak zengin-fakir, âlim-avam herkesin aynı şart ve seviyede sadece kulluk yapma düşüncesiyle burada bir araya gelişleri, İslâm'ın nasıl âlemşumül bir sistem olduğu mevzûunda yakînimizi kuvvetlendirecek ve itmi'nânımıza esas olacaktır.
İster başlangıcı akıl ve mantık ayağıyla yürüme şeklinde edâ edip, neticede teslîmiyet noktasında karar kılmrş olalım, isterse başta teslîmiyetle yola çıkıp akıl ve mantığı birer vâsıta olarak kullanalım sonra da yine aynı noktaya gelmiş olalım, bunlar neticeye tesir eden faktörler değildir.
Bineanaleyh, İslâm bir yönüyle aklî ve mantıkîdir. Bir yönüyle de esası teslîmiyettir. Yerinde aklîlik ve mantıkîlikten başlar tesrmiyete ulaşır; yerinde teslîmiyetten hareketle aklîliğe ve mantıkîliğe gider ve onlar da onu yine teslîmiyete götürür. Zâten şu kâinatı bir kitap şeklinde karşımıza koyan Allah'ın (cc) nizâm ve sistemi de başka türlü olamaz..
.
Diğer peygamberlerin ümmetlerine olan sevgileri ile Peygamberimizin ümmetine olan sevgisi farklı mıdır? Ayrıca kendi ümmetinin fertleri arasında da sevgi farkı var mıdır? İzah eder misiniz?
Diğer peygamberlerin ümmetlerine olan sevgileri ile Peygamberimizin ümmetine olan sevgisi farklı mıdır? Ayrıca kendi ümmetinin fertleri arasında da sevgi farkı var mıdır? İzah eder misiniz?
Soruda birkaç husus var. Evvelâ,bütün peygamberler kasdedilerek onların ümmetlerine olan sevgi ve muhabbetleriyle, Efendimizin (S.A.V) sevgisi arasındaki fark;sonra da İki Cihân Serveri'nin kendi ümmetinin fertlerine gösterdiği farklı muhabbet ve sevgi hakkında ma'lûmat isteniyor.
Her peygamber kendi ümmetini sever. Bu sevgiden bazan sevginin kendisi bazan da şefkat ma’nâsı kasdolunabilir. Her ikisi de peygamberlerde en ulvî seviyede vardır. Ancak peygamberlerin kendi aralarında derece farkları mevzûbahis olduğu gibi, onlardaki duygu ve düşüncede de farklılıklar söz konusudur. İşte bu hakîkata binâen, bütün peygamberlerde var olan sevgi ve muhabbet Efendimizde en a'zam derecede vardır. Vardırki,Cenâb-ı Hakk(C.C) O'nun bu şefkat ve muhabbetini anlatma sadedinde kendi isimlerini O'na izâfe etmiş ve Allah Rasûlü'ne "Raûf, Rahîm" demiştir. O müminlere karşı işte böyle bir sevgi ve şefkat âbidesidir.
Ve yine O'nda öyle bir sevgi ve şefkat vardır ki, doğduğu zaman " ümmetî, ümmetî" demiş ve her nebînin, her velînin "nefsî nefsî" diyeceği yerde o yine "ümmetî, ümmetî" diyecektir.
Bu şefkat ve sevgiye bakın ki, mi'râç vasıtasıyla ulaştığı zirveden, hem de başka hiçbir beşere nasib olmayan o yüksek pâyeden, sırf ümmetini kurtuluşa götürebilme ve ellerinden tutup onlara da böyle bir mi'râç zevkini tattırabilme için geriye dönmüş ve dünyâya ızdırap yudumlamaya gelmişti.
O nasıl bir şefkattir ki, kendisini taşlayan ve vücudunu kan revan halde bırakanlara melek feverân ediyor ve "müsâade et de şu dağı onların başına geçireyim" diyor; fakat O,"kıyâmete kadar onların zürriyetinden bir fert ümmetime dâhil olacaksa, hayır istemem" karşılığını veriyor..
O'ndaki sevgi ve şefkat işte bu ma'nâda hiçbir peygamberle dahi kıyâs kabul etmeyecek kadar büyüktür.Onun târihî hayatı yüzlerce şefkat ve merhâmet misâlleriyle örülmüş bir kanevice gibidir. Mes'elenin ledünnî cephesi ise onu bizim kavramamız mümkün değildir.
Burada, Peygamberimizin kendi ümmeti arasındaki sevgi farkına geçmeden bütün peygamberler için geçerli bir kâideyi söyleyeyim: Her peygamber kendi ümmeti içinde en çok kendi nübüvvetine vâris olanları sever. Bu umûmî bir kâidedir ve Allah Rasûlü de bundan müstesnâ değildir. Çünkü bütün peygamberlerin dünyâya geliş gâyesi nübüvvete ait mânâları tebliğden ibarettir. Onlar, mîrâs olarak geride kalanlara ne mal ne de makam bırakırlar. Bıraktıkları tek mîrâs teblîğ ettikleri dindir ve o dinin esaslarıdır. O dine sahip çıkanlar öncelik sırasına göre elbette Peygamberlerin de en çok sevdikleri kimseler olacaktır.
Kâinatın Efendisi bir hadîslerinde meâlen şöyle buyurdular: "Size iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı Kur'ân ve ehl-i beytim."
Ehl-i beyte bu teveccüh, sadece sıhrî karâbetten değildir. Bunda ince bir sır vardır ve Allah Rasûlü bu sırra binâen ehl-i beytini nazara vermektedir. Zira, Ehl-i beyt-i Nebevî, cibilli olarak Kitabullah'a ve Rasûlullah'a (S.A.V) ve Onun getirdikleri ne sahip çıkmaktadırlar. Onun içindir ki, daha sonraki devirlerde onlara sahip çıkmak aynen dine sahip çıkmak gibi olmuştur. İşte bu hikmete mebni O, daha çok ehl-i beytini nazara vermektedir.
Diğer taraftan Allah Rasûlünün da'vâsını temsilde ve nübüvvet ma'nâsına sahip çıkmada vârisleri Hz.Ebû Bekir, Hz.Ömer, Hz.Osman ve Hz. Ali gibi zâtlardır (RadıyalÎâhü anhüm ecmaîn). Bunlar Efendimiz'in gerçek vârisleridir.
Bu noktadan hareketle Efendimiz'in Peygamberlik davâsına birinci plânda sâhip çıkanlar Sahâbe-i Kirâmdır. Daha sonra da çeşitli devirlerde o pâk nesilden gelen ve yaşadıkları dönemde İslâm'ı en ulvî şekilde temsîl edip tekye ve zâviyeleriyle gönüllere hayat üfleyen Ehl-i Beyt olmuştur. Vâkıa dînî hayat ve dîne hizmet daha önce gelir. Hangi devirde olursa olsun Allah Rasûlünün (S.A.V) gerçek mîrâsına sahip çıkanlar O'nun en yakınları ve Ehl-i Beyti sayılırlar.
Onun içindir ki, günümüzde bu hizmetlere sahip çıkan bir cemâata "Bunlar peygamberin vârisleridir" dense doğru söylenmiş olur. Çünkü onlar nübüvvet davâsına vâristirler.
Mes'eleye bu açıdan bakılacak olursa, Hz.Ebû Bekir'le başka bir sahâbî arasında fark yoktur. Zira hepsi de davây-ı nübüvvetin vârisleridir. Fakat husûsî fazilette bütün ümmet bir araya gelse yine Hz. Ebu Bekir'e (r.a.) denk olamazlar.
Demek oluyor ki, ister kendi asrı içinde ve kendi devrinde yaşayanlar, isterse daha sonraki asırlarda yaşayanlar kim nübüvvet da'vâsına ve hangi ölçüde sâhip çıkarsa, o ölçüde Allah Rasûlü (sav) tarafından sevilmeye liyâkat kesbedecektir.
Nasıl ki, "Vemâ aler-Rasûlü ille'l-belâğ" sırrıyla peygamberlere düşen vazife sadece tebliğdir; aynen öyle de, kendisinden sonra bu işi omuzlayacak olanlara düşen vazife de yine sadece teblîğdir. Keza bu noktada bize düşen de O'nun arkasında edeble el bağlayıp "Bizim vazîfemiz ancak tebliğdir" demek olacaktır.Bu şekilde bir intisâpla O'na bağlandığımızdan ötürü de, kendimizi dünyânın en tâlihlileri arasında kabûl edebiliriz.
Şimdi de mes'elenin bir başka yönüne dikkatlerinizi istirhâm ediyorum:
Efendimiz Aleyhissalâtü vesselâm'a nübüvvet nûrunu görerek ve O'nun pırıl pırıl atmosferi içinde yetişerek vâris olan kimselerin durumu, diğerlerinden çok farklıdır. Bu da gâyet normaldir. Zira onlar bizzat Efendimizi (s.a.v ) gördüler, Oiıün nurundan istifâde ettiler Onun her haline vâkıf oldular,sağnak sağnak vahiy yağan bir iklimde, vahyin ürpertici serinliğini dâima iliklerine kadar hissettiler.Ve O şanlı muallim ve üstad tarafından yetiştirildiler.Öyleyse, Efendimiz'ın (sav)de onlara diğerlerinden daha farklı bir muhabbet beslemesi, onlara ihtimâm göstermesi ve onları aziz tutarak "Ashâbıma söven benden değildir"; "Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir" şeklinde ifâdelerle onları taltîf etmesi, öyle bir mürüvvet âbidesine yakışan en uygun ifâde ve hareket tarzıdır. Beşeriyet içinde O'nu en çok onlar sevdi; Allah Rasûlü (S.A.V) de bu sevgiye mukâbelede bulundu, O da onları sevdi.
Ayrıca, Efendimiz bu hareketiyle kendinden sonra gelip cemâatların önüne geçen ve onları sevk idâre durumunda olanlara da bir hikmet dersi vermekte ve onlara bir usûl öğretmektedir. Her devir ve her devrede, birinci plânda duran ve mücâdele verenler hep birinci plânda tutulmalı ve başkaları onlara tercih edilmemelidir.
Bu bir vefâ borcudur. Allah Rasûlü (S.A.V) ise insanlar arasında, bu yönüyle dahi en zirvededir. O'ndan daha vefâlı bir ikinci insan gösterilemez.
Kendisine gelip "En çok kimi seviyorsun?" diye soran sahâbîye "Âişe'yi" buyurur. "Erkeklerden kasdetmiştim" diye devam edince de "Babasını" karşılığını verir.
Burada, sevme ile vazife tahmîli arasındaki farkı izâh etmeme gerek yoktur zannederim. O her istidâdı yerinde kullanmada da misli görülmemiş bir fetânet sahibiydi. Kimi nerede istihdâm edeceğini çok iyi biliyordu. Öyle biliyordu ki, bu mevzûda târihin tesbît ettiği aksi bir vak'a bilmiyoruz. Seçtiği insan hangi iş için seçilmişse, muhakkak diğerleri arasında o, mevzûu en iyi temsîl edenlerden biridir.
İki Cihân Serveri nasıl ısmarlama yaratılmış bir insandı, ona sahâbî olacak kimseler de kendi çaplarında ısmarlama insanlardı. Bunun ma'nâsı şudur:
Efendimiz ( s.a.v) daha dünyâya geldiğinde peygamber olarak gelmiştir. Çünkü O'riun çocukluk döneminde dahi bütün davranışları, daha sonraki durumunu destekleyici mâhiyettedir.
Meselâ, bir kerenin dışında, câhiliye insanının anadan doğma üryan gezdiği devrede dizinden yukarısını açmamıştır. O biricik vak'ada da melek gelmiş ve ikâz etmiştir. Onun içindir ki, risâlet vazifesi kendisine teblîğ edilmeden evvel dahi, Mekke ve civarında, iffet, nâmus, hayâ denince ilk akla gelen O'nun ismi olurdu.İsmet sâhibiydi. Hiç günâha girmemişti. Ahde vefâda, doğrulukta, verdiği sözü yerine getirmede ve emanette emin olmada onun üstüne kimse yoktu. O'nun bir adı da "Emîn" idi. Tertemiz bir hayat yaşadı. Tertemiz olarak bu dünyayı terketti. Vefatını duyup Medîne'ye gelen en yakın dost Hz. Ebû Bekr'in ona hitâben söylediği son sözler ne kadar mânidârdır."Hayatın da pırıl pırıl, mübârek nâşın da pırrl pırıl ey Allah'ın Rasûlü'.' Bu ifâdeler aynı zamanda başlangıcından sonuna kadar Allah Rasûlünün hayatını bir tek cümlede ifâde etmekti. O, bir çocuk masûmiyetiyle dünyâya gözlerini açmış.. yaşadığı seviyeli hayatla melek ma'sûmiyetine ulaşmış ve zirveleşmenin akıl almazlığı içinde uçup ötelere gitmişti.
Onun içindir ki Mekke müşrikleri Allah Rasûlüne ettikleri bunca iftira arasına, onun nezih ahlâkını tenkîd ifâde eden, tek kelime sokamadılar ve hep, akıl sahibi bir kimsenin kabûl etmeyeceği iftiralarda bulundular. Sâhir, şâir dediler de, meselâ, hiç kimse yalancı, dönek veya buna benzer isnâdlarda bulunamadılar Bir yönüyle Cenâb-ı Hakk (c.c) O'nun nezih ahlâkını, müşriklerin ağzına bir tokat gibi vurdu ve hepsini susturdu.
O, büyük bir da'vâyı temsîl etmek için gelmişdi. Cenâb-ı Hakk (c.c) O’na ümmet, sahâbî ve arkadaş olacakları da,öyle bir davâyı ilk omuzlayacaklar olmaları itibâriyle, bu işin altından kalkabilecek kıvam ve mâhiyette, husûsî olarak yarattı. Evet, onlar husûsî ve ısmarlama insanlardı.
Düşünün ki Hâlid b. Velid, Mûte'ye iştirâk ettiğinde henüz iki aylık bir müslümandı. Bir nefer olarak harbe iştirâk etmişti. O gün ismi sayılan kumandanlar arasında onun adt yoktu. Zeyd b. Hârise, Cafer b. Ebî Tâlib ve Abdullah b. Revâha sırasıyla sayılmış ve "eğer ona da birşey oIursa sancağı Allah'ın kılıçlarından bir kılıç alsın" denilmişti.
Mûte'de müslümanların sayısı üçbin, Bizans ordusu Ise tam bunun 66 misli, yani ikiyüzbin kişiydi. Bazıları tereddüt geçirdi. Biz bu kadar sayıda bir düşman beklemiyorduk, Medîne'ye geri dönelim, dediler. Ancak Zeyd önlerine dikildi. Nasıl bütün hayatı boyunca ve hangi mevzûda olursa olsun hiç dönmemişti, burada da dönmiyecekti. O tecessüm etmiş bir itaattı. İki Cihan Serveri ona, anası yaşında bir kadınla, Ümmü Eymen'le evlenmesini söylemiş hiç tereddüt etmeden kabul etmişti.Tâif'te Allah Rasûlü'ne(s.a.v) atılan taşlara kalkanlık yapmış ve her tarafı kan revân içinde kalmıştı. Bugün bir ordu kumandanıydı. İşin mâhiyeti değişse bile özü değişmemişdi. O hep itaat ediyordu. Arslanlar gibi kükredi. Düşmanın sayısı ne olursa olsun geri dönülmeyecekti. Zira Allah Rasûlü (s.a.v)onlara bunu emretmişti.
Altıncı güne kadar savaşıldı. Altıncı gün bütün ordu komutanları sırasıyla şehîd.oldular. Sancak yere düşeceği sırada bir nefer onu kaptı ve sâhibini aramaya koyuldu. Hâlid'i görünce de sancağı ona uzattı. Fakat Hâlid (ra) "sen benden önce müslüman oldun, daha lâyıksın" diyerek sancağı almak istemedi. Ancak, çok ısrar edilince kabul etti. Zaten bütün bu olanları Allah Rasûlü, Medîne'de ashâbına anlatıyordu. Evet hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve anlatıyordu...
Hâlid b.Velid (r.a.) o gün büyük bir iş yapmıştır. Bazıları Mûte'ye zafer değildir, deseler bile, Mûte destandır, zaferdir. Ve bu zaferi Cenâb-ı Hakk (C.C),Hâlid (r.a)ın eliyle nasîb etmiştir.
O gece orduyu yedi sekiz bölüğe ayırır. Cenahları değiştirir. Sağ' cenahı sola, solu sağa taşır. Öndekileri arkaya, arkadakileri de öne geçirir. Ayrıca birkaç gruba da vazîfe verir. Gizlice Medîne tarafına doğru gidecekler ve geceleyin Medîne'den yeni bir güç geliyor gibi def ve dümbelek çala çala geleceklerdir.
Denilenler ayniyle yapılır. Ertesi gün düşman neye uğradığını anlayamaz. Herkesin karşısına tanımadığı bir sîma çıkmıştır. Hele nümâyiş içinde Medîne tarafından gelenler onları iyiden iyiye yıpratır ve artık psikolojik olarak çökmüşlerdir.
Ertesi gün Hâlid atına biner ve düşmanın merkezine hücum eder. Gözü hiçbir şey görmemektedir. Dikkat edin henüz müslüman olalı iki ay olmuştur. Ne bildi ne öğrendi de bu kadar kısa bir zaman içinde bu mâhiyete geliverdi ..!
Stratejisi de tam tatbîk ediliyordu. Arkaya yerleştirdiği insanlar tenbîh edildiği şekilde durmadan geliyordu. Düşman iyice sarsıldı ve gerilemeye başladı. Bunu-fırsat bilen Hâlid (r.a.) hemen ordusunu topladı ve Medîne'ye avdet etti. Fakat düşman öyle korkmuştu ki, onun geri dönüşünü dahi, bir harp taktiği zannediyorlardı, dolayısıyla da ta'kîbe cesâret edemediler.
Ben Hâlid'i bir misâl olarak söyledim. Siz buna bütün diğer büyük istidâtları, kendisinden sonra cihânı idâre edecek olan halifeleri, siyâsî dehâsı herkesçe müsellem Amr b.As'ları, ordu kumandanlarını veya hep bir nefer gibi cansiperâne bir harp meydânından diğer harp meydânına koşanları, gece bir âbid, gündüz bir muhârib olanları ekleyin düşünün; Efendimiz (s.av) gibi onların da birer ısmarlama insan olduklarını ve daha sonra gelenlerden hiç kimsenin onlara benzemelerinin mümkün olmadığını aynel yakîn bir surette kabûl ve ilân edeceksiniz.
İşte Allah Rasûlü (s.a.v) öbür âlemden buraya, elele, omuz omuza ve kol kola geldiği bu cemâatını, diğerlerinden üstün tutuyor ve onlara asıl vârisleri nazarıyla bakıyordu.
Şu kadar var ki, o vefâ âbidesi insan ümmetinin diğer kısmını da unutmuş değildi. Kendine bağrını açan taşı toprağı dahi unutmayan o insan, asırlarca sonra dahi olsa,Ona ümmet olmayı şeref bilen ümmetini unutur muydu hiç? Her cumartesi Kubâ'yı ziyaret ederdi. Çünkü orası O'na ilk konaklık yapan yerdi. Mekke'den ayrılınca ilk defa ona Kubâ sînesini açmış ve "burada kal Ya Rasûlallâh" demişti. O da her hafta giderek bu vefâ borcunu ödüyordu. Uhud'u da mu'tâd vakitlerde ziyaret eder, Bakî'deki dostları için göz yaşı dökerdi. Son ziyaretinde de "Kardeşlerime selâm olsun" demişti. Sahâbî: "Biz senin kardeşlerin değil miyiz" dediler. "Onlar henüz gelmedi" buyurdu. İşte O'nun"kardeşlerim" dediği sizlersiniz. Çünkü sahâbî Onun arkadaşlarıydı. O'nunla beraber yaşamışlardı. Daha sonra gelip, görmeden O'na biat edip, da'vâsı uğruna gece gündüz demeden çalışıp her türlü çile ve ızdırâbı göğüsleyen ve böylece da'vây-ı nübüvvete vâris olduğunu gösterenler de O'nun kardeşleriydi. Zira Allah Rasûlü (sav) onlara selâm gönderirken "Kardeşlerim" demişti. Belki de şu ifâdelerin içinde husûsî olarak, birbirini kardeş kabul eden ve kardeşte fâni olmayı şiâr edinen cemâatın fertlerine de husûsî bir iltifât vardı. O kendisine yakışır şekilde iltifât ederken, bu iltifâtın muhatapları da liyâkatlarını göstererek kendilerine yakışanı bir vazife şuuru içinde edâ etmelidirler. Aksi tablo ise, o büyük rûhu her an dilgîr eder.
Onlar kendi devirlerine ait vazifeyi kendilerine has ferâsetle yerine getirdiler. Şimdi, ayni vazifeyi aynı şuurla yerine getirme vazifesi bize düşmekte...
.
İnsanımıza okuma alışkanlığını nasıl kazandırabiliriz?
İnsanımıza okuma alışkanlığını nasıl kazandırabiliriz?
Herkes söylediği ve dinleyenlerde de bir ülfet ve alışkanlık meydana getirdiği için artık vicdanlardaki ma'nâsına denk te'sir uyaramayan ve artık klâsikleşen bir söz var: İslâmın ilk emri "Oku".
Oku; mâhiyet i insaniyeyi, kâinat kitabını ve bunlara tercüman olan Kur'ân'ı oku!.. Allah Rasûlü nün hayatını tetkîk et! Yeni yeni terkîplere ulaş ve vardığın neticeleri tekrar tekrar oku! . .
Vahdâniyete delîl olan bütün tecellileri araştır, ma'rifet merhalelerinde her an bir öteye sıçra ve bir türlü kanmayan susuzluğunla "Hel min mezid-Daha yok mu?" de ve durmadan oku! İster kâinat kitabını, isterse onun bir fihristi olan insan mâhiyetini, Allah Rasulü'nün nurlu beyânları içinde okumaya çalışan bir insan gönül dünyâsında öyle derinleşir ki, okyanuslar dahi bu derinlik yanında sığ kalırlar. İşte, orada: "Seni hakkıyla bilemedik ey Ma'rûf" hakîkatı aynelyakîn anlaşılıp idrâk edilir ve idrâktan âciz olmadaki idrâk merhalesine erilir.
Âcizane kanaatım, bizim dünyamız, İslâmın bu emrinden de uzaklaşmış bulunuyor. Bu ta'biri kullanırken, yani bizim dünyamız derken bununla sadece içinde bulunduğumuz ülkeyi kastettiğim zannedilmesin. Ben bir zamanlar bizim olan bütün yerleri, bizim dünyâmız olarak kabul ediyorum. Evet, bizim dünyâmız asrrlarca şan ve şerefle, âfâkında Muhammedî rûhun şehbâl açtığı Mısır, Sudan, Fas, Tûnus, Cezâyir; bütün mağrip memleketleri, Buhârâ, Semerkant, Taşkent ve bütün Orta Doğu memleketleri gibi daha nice ülkeleri içine alan koskoca bir dünyadır. İşte bizim insanımız, bu ilim irfâna açık bizim dünyâmızda bütün diğer dünyâ insanlarına kıyasla zirvelerde taht kuran ve başkalarını kendisine hayran kalan bir mübârekler topluluğudur.
Önce Haçlı Seferleriyle işgâle uğrayan bu yerler daha sonra da emperyalist düşüncelerin işgâl ve saldırısına ma'ruz kaldı. Belki bir süre sonra onları da bertaraf edip ülkemizden çıkardık; ancak kaldıkları süre içinde içimizden çaldıkları zayıf karakterli insanları yetiştirdiler ve birer düşünce azmanı olarak aramıza salıverdiler. Onlar da, bizim ebedî hasımlarımızın ifsatlarını devam ettirebilecek nesiller yetiştirdiler. Bunu yaparken de öyle şuûrlu davrandılar ki, bir evvelki icrâatları bir sonrakini gerektirecek şekilde ortaya çıkıyor ve böylece tahrîbat, zincirleme birbirini ta'kip ediyordu. Derken onlara âit bir fikir dünyâsı meydana geldi ve bununla bizim cephemizin dağinık ve ferdî teşebbüslerine galebe çalındı. O kadar ki, bugün artık, bunların bütününü ortadan kaldıramadıktan sonra, kendi ruh dünyâmıza dönmemiz, onunla bütünleşmemiz, yeniden kendimizi bulmamız çok zor hatta imkânsız gözükmektedir. Bize vurdukları en önemli darbelerden biri bizi, belli yollarla, mâzimizden târihimizden, millî kültürümüzden, harsımızdan uzaklaştırdılar ve bizleri kendi kitap dünyâmıza karşı yabancı haline getirdiler. Ve böylece bir nesli asırların birikiminden mahrum ettiler. İş bununla da kalmadı, beşinci kol faâliyetlerini serbest bırakarak, gençliğin gönlünü şehevânî mes'elelerle doldurdu ve onları başka şey düşünmez hâle getirdiler. Nesiller, kıskıvrak bohemlik düşüncesine yakalandı ve düştüğü bu girdapta boğuldu. Kimse de çıkıp böyle bir fecâata "dur" deme cesâretini gösteremedi veya ekseriyet i'tibâriyle öyle diyebilme mevkiinde bulunanlar vaziyetlerinden memnundular, onun için de bir şey demediler.
Aynen Efendimizin (sav) mirâçta bazı günah işleyenleri, çekdikleri azap keyfiyetleriyle müşâhedesi gibi, biz de o gün cemiyeti böyle bir tablo içinde görüyorduk. İçki, kumar, zinâ, rüşvet, ihtikâr, fâiz ve daha nelerin içine gömülmüş nesiller, ciddî bir ma'neviyat boşluğu içinde zift gibi karanlık düşüncelerle, âdetâ bir başka varlık, bir başka şahsiyetle aramızda dolaşıyorlardı. Kalb dünyalarıyla askıya alınmış ve sarkaçlar gibi sağa sola gelip giden yığınların anarşi ve teröre kurban olması için herşey hazır hâle getirilmiş ve tıpkı eli kolu bağla-. nıp denize atılan sonra da arkasından "sakın ıslanma" diye bağırılan birisi gibi, sefâhet içine itilen bu nesillere, fazı7etli olmaları çağırısındâ bulunuluyordu. Evet, o günkü nesle,ahlâk&127;ı ol, anarşi çıkarma, vatanını sev, milletini koru, bayrağını aziz tut gibi teklifler, muhteva bakımından farklı olsa da şekil bakımından aynı şeylerdi. Denize atılanların ıslanmamaları, bunların da faziletli olmaları mümkün değildi.
Daha sonra yeni bir anlayış türedi. Hangi akla hizmet ettiği belli olmayan ve gençliği anarşiden kurtarmak için bütün şehvet kanal ve barajlarını sonuna kadar açmayı yeğleyen bu zihniyet, bu tuhaf anlayışlarıyla, gençleri zararlı bazı saplantılardan kurtarmak ve onları başka şey düşünmez hale getirmek istiyorlardı. Halbuki, bugünkü anarşi de öyle bir vasatta yetişmiş ve bir canavar haline gelmişti.
Bütün bu iç ve dış te'sirlerle çok yaralı hâle gelen nesiller, hergün biraz daha okumâdan ve düşünmeden uzaklaşıyor ve âdetâ hezeyan yığınları haline geliyordu. Zannımca, bu uzaklaşma ve hezeyânlaşma bugün de devam ediyor. Bu arada dilimize sokulmak istenen nesepsiz kelime yığınları da okuduğunu anlamaya karşı indirilen ayrı bir darbe oldu. Biz onların, onlar da bizim dilimizi anlamâz hâle geldiler. Bugün aynı kuşağın insanları dahi birbirini zor anlar durumdadır. Ve bunun önü alınmazsa, bu da düşünce dünyâmız adına, en az diğerleri kadar yıkıcı olacaktır.
Evet bugün okumuyoruz ve okumadığımızın utandırıcı neticeleri de meydandadır. Düşüncede sığ, yeni terkipler yapmaktan mahrûm bir yığın haline geldik. Okumaya karşı sadece iştahsız değil, aynı zamanda nefret eder durumda bir çoğumuz. Okuyanımızın bir kısmı da âdetâ herşeyi yüzünden okuyor ve fikir adına yeni birşey üretemiyoruz.
Bütün faziletlerde olduğu gibi okumayı da bizden öğrenen dünün karanlık ruh, karanlık akılları, bugün okuyor, anlıyor ve düşünüyorlar. Evde, arabada, otobüs durağında, çantasında taşıdığı kitabı açıp okuyor ve kendi ölçüleri için zamanını en iyi şekilde değerlendiriyorlar.
Mes'eleyi biraz daha dar çerçevede mütâlâa edecek olursak, önümüzde çığır açmış büyüklerimiz, kendi yazdığı bazı eserleri, seksen defa, bazılarını da yüz defa okuduklarını söylüyor ve bizlere fiilen okumanın lüzumunu göstermiş oluyor.
İrticâlen söylediği ve kendi karîhasının mahsûlü eserleri, kendisi bizzat bu kadar okuduktan sonra da, talebelerinin başında duruyor ve "okuyun" diyor. Böylece devrimizde en mühim ve en onulmaz bir yaraya parmak basıp tedâvî yolunu göstermiş oluyor. Bu çığırı tâkip edenler okumalıdırlar. Devirlerinin kültürüyle mücehhez olarak, daha önce edindikleri malûmatı hallaç etmeli ve muhtaçların yanına böyle bir kültür birikimiyle gitmeliler. Tâ ki, anlattıkları kabûl görsün ve aynı zamanda hasımlarımızın eline de koz verilmemiş olsun.
Okumuyorsak, ihânet içindeyiz; demektir. Kendimiz boşlukta bocalarken, başkasına nasıl itminân üfleyebiliriz ve menfî akımlardan nesilleri nasıl kurtarabiliriz. Halbuki bu bizim hayatımızın gâyesi ve ilk vazıfemiz. Öyleyse, İslâmın ilk emri "oku" fermanına herkesten evvel, icâbete en muhtaç bizleriz...
.
.
Din, insanların izah edemedikleri mes’eleleri kamufle için zorunlu olarak ortaya atılan bir fikirdir, deniliyor. Medeniyetin terakki etmesi dine olan ihtiyacı ortadan kaldırır mı?
Din, insanların izah edemedikleri mes’eleleri kamufle için zorunlu olarak ortaya atılan bir fikirdir, deniliyor. Medeniyetin terakki etmesi dine olan ihtiyacı ortadan kaldırır mı?
Din düşmanları, din mefhûmunun insanlar tarafından bir acziyet veya şükrân ifâdesi olarak uydurulduğunu iddiâ etmektedirler. Fikirlerinin hülâsası şudur: Kâinatta esrârını anlayamadığımız, fizik ve kimyânın kanunlarıyla çözemediğimiz bazı hâdiseler vardır. İşte çözülemeyen bu hâdiselere, bir çözüm getirmek için, bunlar eskiden olduğu gibi bugün de hep bir yaratıcıya istinâd ettirilmiştir. Ayrıca insanlar,kendilerine menfaatı çok olan varlıklara birer kudsiyet atfetmiş, daha sonra da onları birer ilâh kabûl etmişlerdir. Ganj nehrinin Hindistanlılar için, Nil nehrinin de Mısırlılar için mukaddes oluşu ve bu ülkelerde başlayıp günümüze kadar da devam eden ineğe kudsiyet atfı hep insanoğlunun menfaatına katkıları dolayısıyladır. Korku karşısında da insanın tavrı bundan farklı olmamıştır. Aşırı korku onu saygıya sürüklemiş ve bu saygıyla korktuğundan emin olacağı kanâatına sâhip olmuştur. Bazı dinlerde hayır ve şerre ait iki ayrı ilâh kabul edilmesi, bir cihetten bu sevgi ve korkuyu iki ayrı ilâha taksim ma'nâsınadır. Cennet ve Cehennem de aynı ruh hâlinden kaynaklanan düşüncelerin mahsulüdür. Din, haddizatında bir burjuva tesellisidir; din adamlarının uydurduğu sömürü aracıdır ve o bir afyondur, insanları uyutmak için uydurulmuştur.. ve daha neler neler? Hakikaten din, onların dediği gibi sonradan mı uydurulmuştur.Ve altından kalkılamayan hâdiselere îzâh getirmek için îcâd edilmiş bir avunma ve tesellî kaynağı mıdır? Hayır hayır, aslâ ve kat'â!
Din, arapça bir kelime olup, itâat etmek, ceza vermek ve yol gibi ma'nâlara gelir. Esâsen bu üç kelime de dinin ta'rifi içinde vardır. O bir yoldur, şehrâhtır, bir ana caddedir. Onda Cenâb-ı Hakk'a itâat söz konusudur. Ve yine onda, itâat edene mükâfât, etmeyene de cezâ vermek gibi bir müeyyide de vardır.
Dinin şer'î ta'rifi ise şöyledir :"Din akil sahiplerini bizzat hayırlara sevkeden ilâhî kanunların bütünüdür."
Din akıl sâhiplerine hitâp eder. Böylece insanlar itâatlarını kendi irâdeleriyle yapmış olurlar. Din, irâdenin hakkını verir, onu felcetmez. Ve onun insanları sevkettiği nokta da mutlak hayırdır. Şunun bunun anlayış ve telâkkisine göre hayır kabûl edilenlere değil, hayrın bizzat kendisine doğru yönlendirme bahis mevzûudur.
Din bu yönlendirmeyi evvela, i'tikât cihetinden ele alır. Belki, insan sırf aklıyla dahi, kendisini ve bütün kâinatı yaratan bir yaratıcının olduğunu kavrayabilir, fakat o, bir nebînin gürül gürül sesinden, vicdanındaki kabülü destekleyen bir sadâ ile, Rabbi'nin anıldığını duyduğunda, esas inanması gerektiği şekilde bir îmân ve yakîne sahip olur. Aynı zamanda o Nebî, Cenâb-ı Hakk'tan vazifeli olduğunu gösteren belgelerle gelmiştir. Gösterdiği yrğın yığın mucizenin yanında bir de mucizeliği kıyâmete kadar sürecek bir Kitap getirmişse, artık kuşkuya meydan kalmamış demektir. Bu insan, o kitap sayesinde, âhirete ve kadere nasıl inanılması gerektiğini ve daha nelere inanılmasının şart olduğunu öğrenecek ve orada muğlak gelen hususları, bizzat O nebi ta'lim edecek, îzâhta bulunacaktır.
Böyle bir İmânın, gönüllerde hep taze olarak kalabilmesi ve bayatlayıp pörsümemesi ise, ibâdete bağlıdır. Îmân, ibâdet sayesinde hiç eskimeden hep yeni kalabilir. Yoksa, ibadetsiz insanda., bir müddet sonra îmân, aşk ve şevki adına sâdece yerin altındaki büyükleriyle övünme kalır. Onların da sırf hoca ve hacı olduklarından bahseder. Gerçi, ecdâdına ağzı dolu dolu sövenlere göre, onlarla övünen insan elbette içinde az da olsa bir cevher taşıyor sayılır ama, böyle bir cevherin son âna kadar dayanıp dayanamayacağı meçhûldür.
Günde beş defa koşup ulaşdığımız Allah huzûru, bizi her an şahlandıracak ve âdetâ inandığımız hususIara yeniden bir ahd ü peymâna zorlayacaktır. Her namazında hatta, her namazın her rek'atında, Kur'ân ve tesbîhlerde Allah'tan yeni mesajlar alınamıyorsa, bu ülfet ve ünsiyetin pörsüttüğü bir ibâdettir ki şuûrsuzca ve ledünniyâtına vâkıf olmadan geçiştirilmiş bir borç edâsı sayılır. Böyle bir namazın edâsıyla farz yerine getirilmiş olsa bile asıl, namazdan beklenen füyüzât elde edilmiş olamaz.
Onun içindir ki, büyüğümüz, secdesinde öyle bir hâl hisseder ki,keşke der "şöyle bir rek'at namaz kılabilseydim."Ve sonra da şu tavzihte bulunur: "İşte sahâbînin her namazı böyleydi". Her namazın her rüknü onlara, Cenab-ı Hakk'tan ayrı mesajlar getiriyordu. İbâdetlerinde ülfet ve ünsiyet yoktu. Diğer ibâdetler de aynı ruh hâletini verecek mâhiyetteydi. Bu i'tibârla, Hacca giden, zekât veren, oruç tutan emri bilmâ rûf, nehyi anilmünker'de bulunan herkes yaptığı ibâdetlerin cinsine göre, o ibâdetten beklenen itici ve takviye edici ma'nevî güç ve dinamikler iyi değerlendirmelidir ki îmânını tam perçinleyebilsin.
Dinin bir diğer yönü de muâmelâta bakar. İnanan insanın çarşı ve pazarı Cenâb-ı Hakk'ın rızâsına uygun şekilde düzenlenmelidir. Ticâret ahlâkı ve prensipleri Kur'ân ve Sünnet ölçülerine uygun hâle getirilmelidir. Bu da yine îmânı ve, i'tikâdı takviye eden hususlardandır. Çünkü bu sayede insan nefsinin arzu ve isteklerini terkederek Cenâb-ı Hakk'ın emir ve isteklerine râm olmaktadır.
Diyelim ki mü'min bir mal satacak, o malının ayıbını söylemesi,gerekir. Halbuki o, malın ayıbını söylediğinde, kazancı azalacak veya zarar görecektir. İşte buna rağmen, malının kusurunu söyleyen insan, içinde Rabb'e itâattan gelen bir inşirâh hisseder. Biraz sonra Rabb'in huzûruna gelip namaza durduğunda, içindeki bu inşirâh, onun namazdan elde edeceği feyze müsbet yönde te'sir edecek ve böylece o da îmânının tazeliğini ve zindeliğini korumuş olacaktır. İşte bunlar bizi Rabb'e götüren vesîlelerdir. Zaten vesîle aramamızı bizzat kendisi emretmektedir. Allah Rasûlü, mağarada kalan üç kişinin durumunu anlatırken, onların yaptıkları iyi amelleri nasıl birer vesîle yapıp mağaranın ağzınrn açılmasını talep ettiklerini anlatır ve vesîlenin önemine dikkati çeker. Bunlardan birisi, ana ve babaya karşı mürüvveti, diğeri iffeti ve bir üçüncüsü de hakka riâyeti kendilerine vesîle yapmış ve duâ etmişler; böylece mağaranın ağzını kapayan taş da açılmıştır. Değil sadece hareket ve davranışlarımızda, bizler elimizden gelse, fizikî yapımız i'tibâriyle Allah Rasûlüne benzemeye çalışırız. Evet, onun gibi göze, kulağa, burna, ağza sâhip olmayı kim arzu etmez. Öyleyse, mümkün olmayan benzeme şeklinden mümkün olan benzeme şekline intikâl ederek, ahlâkımızı ve yaşayış tarzımızı tam ona uydurma gayretine gireceğiz. O'nun gibi yiyecek, giyecek, yatacak, kalkacak ve kulluğumuzu da O'nun gibi yapmaya çalışacağız.
Cenâbı Hakk fâize haram demişse, bir kuruşa bin kuruş dahi fâiz verilse biz ondan tevakkî edip kaçacağız. Yarın karşımıza bir alev bir kor halinde çıkacak olan, büyük küçük bütün günahlara karşı da tavrımızı aynı şekilde ayarlayacağız.
Bütün bunlardan anlaşılan şey şudur: Din bir bütündür, tecezzi ve inkisâm kabul etmez. Veya başka bir ifâdeyle tecezzî ve inkisâm kabul edene din denmez. Sanki din bir ağaç gibidir. İtikâda ait mes'eleler onun kökü, ibâdete müteallik hususlar, dalı budağı, muâmelât onun çiçekleri, ukûbât koruyucusu, evrâd ve ezkâr gibi hususlar da o ağacı alttan ve üstten besleyen unsurlardır. İşte böyle bir bütünlük ve yekparelik arzeden din, bütünüyle Allah tarafından vaz' edilmiş ve peygamber tarafından da teblîğ ve ta'lîm edilmiştir.
Herkesin vicdânı, Rabbi'yle münâsebete geçip, dînin rûhunu vasıtasız O'ndan alabilirdi. Fakat, herkesin o ruh saffetine ermesi mümkün olmadığındandır ki, Cenâb-ı Hakk enbiyây-ı izamı istıfâ edip seçti. "Allahü yastafî minelmelâiketi rusulen ve minennâsi"(Hac. 75) . Allah risâlet vazîfesini, ister meleklerden, isterse insanlardan bir seçkin gruba yaptırtır.
Cenâb-ı Hakk'ın, yaratıldığından beri, rukûda, secdede ve kıyamda ibâdet eden ve sayılarını ancak kendisinin bilebileceği melekler varken, onlardan birine değil de Allah Rasulüne vahiy getirme vazifesini Cibril-i emîne vermiştir. Ve yirmiüç sene Efendimizle münâsebeti o temin etmiştir.0, O'na vahiy getirdi, Allah Rasûlü de O'nu edeple dinledi ve bütün benliğine işledi. O, geçen yirmiüç senelik zaman zarfında, Cibril'le öyle bir dostluk ve kardeşlik te'min ve te'sis etmişti ki, Cibril'in son gelişi onu iki büklüm etmiş ve ağlatmıştı. İşte Allah (c.c.) risâlet vazifesine bunları seçiyordu. Diğer peygamberler de aynı şekilde seçilmiş, öz ve kaymak hâline gelmiş insanlardı. Bunların hepsinin madeni de altındandı. Evet, Onlar ısmarlama insanlardı. Nasıl Allah Rasûlü böyle seçkindi, O'na sahâbî olma liyâkatını elde edenlerde aynı şekilde seçkin insanlardı. Ve din bize o altın zincirin intikâl ettirmesiyle gelip ulaşmıştır.
Peygamber Efendimiz ve bütün peygamberler, dînî teblîğ uğruna her türlü çile ve ızdırâbı göğüslemek mecburiyetinde kaldılar ve tabiî dünyâ namına ellerine geçen herhangi bir şey de yoktu. Hatta Efendimiz,da'vâsından vazgeçseydi, hem çok zengin olacak, hem dünyâya ait bütün başkalarının arzu edip arkasından koştukları şeyler O'nun önüne serilecekti. Civarın en güzel kadınıyla evlenmek, Mekke'ye reis olmak da bunlar arasındaydı. Şimdi bırakın bunları, o mi'raca çıkmıştı. Bütün yıldızlar parke taşları gibi ayağının altına sıralanmış ve O&127;bunlar üzerinde yürüyerek Rabbine varmıştı.Görülebilecek bütün güzellikleri müşâhede etmiş ve bir başkasının asla vazgeçip dönemeyeceği yerleri o teker teker dolaşıp gezmiş ve ümmetine de aynı kavsiyeyi yaptırabilmek için geri dönmüştü. O devrede, acaba döndüğü yer neresiydi? Geçtiği yoilara dikenlerin serpildiği, taşlanarak ayakları kan revan içinde bırakrldığı, istihzâ ve alay edildiği, horlanıp hakîr görüldüğü bir yere dönüyordu. Acaba, Allah Rasûlünün, bütün bu görüp katlandıklarına ne ihtiyâcı vardı. Dînî teblîğ ederken, hangi menfaat veya korku onu harekete geçiriyordu? Bir insanı Cennet dahi büyüleyip câzibesi içine alamazsa ve o insan ümmetine dönmeyi herşeye tercîh edecek kadar bir fedâkârlıkta bulunursa, atılan bütün bu iftirâlar, iftirâ atanın o kalın kafasını kırmaz mı?
Kendisine kullukta bulunduğumuz Allah (c.c.) herşeyden müstağnîdir. O'nun bizim din ve diyânetimize ihtiyacı yoktur. Kulluğa muhtaç olan bizleriz. Yeryüzünde kendisine halife yaptığı insanların, sâir canlılar karşısında dengeli ve uygun yaşamalarını istiyor ve bunun için de, dengeli ve uygun yaşamanın ifâdesi olan Kur'ân çizgisinde bizi harekete zorluyor. Diğer bir ifâdeyle, biz kendi kendimizi idâreden âciz olduğumuzdan dolayı, yanlış iş yapmamamız ve yanlış yollara sapmamamız, takılıp yollarda kalmamamız için, bize din gibi aydınlık bir yol lütfediyor. Ve elimize verdiği Kur'ân'a bakmamızı, kendimizi o Kur'ân ölçülerine göre ayarlamamızı emrediyor. Ta ki bizler de insanlık semasının burçlarına doğru mesafe katedebilelim ve mâhiyetimize ait istidât ve kâbiliyetleri işleterek, ufuk noktalara doğru kanat çırpabilelim.
Evet, bizim dine ihtiyâcımız var. Eğer insanlar gerçek ihtiyâçlarını bilebilse ebedî saadete namzet olduklarının şuûruna varsa ve bütün latîfelerini inkişâf ettirme noktasına ulaşsalardı, ifâdeleri ayrı; ancak talepleri aynı olarak şöyle diyeceklerdi:"Allah'ım bize bir sistem gönder, kendi sisteminle bizi idâre et, yanlış yerlerde yürümeden ve mesafelere takılıp kalmadan, eğri büğrü gitmeden ve yol alamamadan bizi kurtar."
En akıllı filozoflar dahi yalpalaya yalpalaya yürümüş, herhangi bir yerde düşüp kalmış ve hakîkata ulaşâmamışlardır. Halbuki bizim en âmîmiz dahi, Muhammedî yolun aydınlatıcı tayfları altında bir tek adımını dahi boşa atmamış ve hayatının her safhasında insan gibi yaşamış ve başka insanların da hukûkuna riâyet etmiştir. Perspektifinde Allah'ın rızâsı ve önünde Allah Rasûlü gibi bir piştârı vardır ve o, ömür sermâyesinin her ânını bin veren başak gibi kullanmaktadır.
Din zarûrete binâen insan karîhasından çıkmış veya onların ta'biriyle uydurulmuş değildir. Onun zarûrî gibi görünmesi dinin tabiiliğinde ve insan fitratında din duygusunun bulunmasından ileri gelmektedir. İnsan, dînî emirlere ihtiyâç içinde yaratılmıştır. Ve o, dine her zaman muhtaçtır.
İnsan inancında, ibâdetinde ve bütün muâmelâtında doğru ve hal:kı ancak din sâyesinde öğrenir ve yine ancak din sâyesinde Cennete ehil hâle gelir. Din potasında eriye eriye şekillenen insan,"Livâü'l Hamd'in altında, Allah Rasûlü tarafından tanınıp elinden tutulacak bir hüviyeti elde eder.
Kendisine, ümmetini nasıl tanıyacağı sorulan Allah Rasûlü, abdest azalarının pırıl pırıl olmasından tanıyacağını ifâde buyururlar. "Sizler der, alnı-nişanlı atınızı at sürüsü içinde nasıl tanırsanız ben de ümmetimi işte öyle tanırım " Bizim böyle bir tanınmaya ihtiyâcımız var. Onun için de muhtâç olan biziz ve dîne de, onun hayat veren soluklarına da muhtâcız.
Din,hayatı bütünüyIe kucaklayıcı, en müsbet prensiplerle gelmiştir. Onu yetersiz bulma idrâk yetersizliğinin apaçık bir ifâdesidir. Onu rafa koymaya çalışanlar, târihî yanlışlıklarını bir gün bütün dehşetiyle anlayacak ve ettiklerine bin pişman olacaklardır.
Dünyânın doğusunda, batısında yapılan bu tür yanlışlıklar, günümüzde artık i'tiraf edilir hâle gelmiştir. Din, hayâtın hayâtıdır ve bunu kimse inkâr edemiyecektir.
Dinin bir usûlü bir de furûu vardır. Usûlde asla değişiklik söz konusu değildir. Hz. Âdem zamanındaki dinle, bizim dinimiz arasında usûl bakımından bir farklılık yoktur.
Îmân esasları bütün semâvî dinlerde aynıdır. Hatta hakkında bir nas olmadığı için kesin bir hüküm vermekten kaçınmama rağmen, şu kadar diyebilirim ki, dinin usûlünde meleklere âit hükümler de aynıdır. Yani bütün melekler de bizim inandıklarımıza inanır ve îmân ederler. Allah'a meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kaza ve kadere, öldükten sonra dirilmeye onlar da aynen bizim gibi îmân ederler; fark sadece derece ve mertebe ölçüsündedir.
İnançta olduğu gibi, ibâdette de bütün dinler aynıdır. Yani ibâdetsiz hiçbir hak din yoktur. Ne var ki ibâdetin şekil yönü her devire göre değişiklik arzetmiştir. Cenâb-ı Hakk, her devrin insanına, o devrin şuûr ve o devir insanının kapasitesine göre bir ibâdet tahmîl etmiştir. Şekil değişebilir; ancak usûl olarak ibâdetin olması hiçbir surette değişmez.
Meselâ, âhiret inancı bütün dinlerde vardır, olması da zarûridir. Arada icmal veya tafsîl farkı olmakla beraber, her peygamber, ümmetine âhiretten bahsetmiştir. Zaten fenalıkları önleyici, iyilikleri de teşvîk edici böyle bir âhiret inancı olmasaydı, din sadece iktisâdî ve içtimâî sistemlerden biri durumuna düşerdi; veya b&127;ka bir ifâdeyle onlardan ibâret kalırdı. Din, büyük bir kısmı i'tibâriyle hükümlerini öldükten sonra dirilme prensibine binâ eder.
Eğer âhirete îmân olmasaydı, yapılan ibâdetlerin, çekilen bunca çile, ızdırâp ve fedâkârlıkların hatta hiçbir inancın insana faydası olmazdı. Zaten insan o takdirde, şimdi kendisinde mevcûd bütün faziletlerden de bir bakıma soyulmuş olurdu. Evet, bizleri fazîletli olmaya zorlayan âhirete îmânımızdır. Çünkü bütün yaptıklarımızın, zerre kadar dahi olsa bir gün karşımıza çıkacağını hiç tereddütsüz kabûl ediyoruz.
Ayrıca,bütün Cennet hayatı bir kerecik olsun O'nun Cemâlini seyretmeye mukâbil gelmeyecek olan Rabb'imizi müşâhede edeceğimiz ânı sabırsızlıkla bekliyor ve o büyük nimete erebilmek için, içimizdeki şevkin kamçısıyla şahlandıkça şahlanıyor ve bizi o neticeye götürecek yoldan hiç inhirâf etmeden yürümeye çalışıyoruz.
Teferruâta âit mes'elelerde peygamberler, bir evvelki şeriatı neshedip hükmünü kaldırabilir. Bu gibi mes'eIelerde hep değişiklik olagelmiştir. Bu da beşerin biraz olgunlaşması ve kemâle ermesiyle alâkalıdır. Hz. Adem döneminde beşer çocukluk devrini yaşıyordu. Halbuki Efendimiz kendini ikindi sonrası güneşine benzetmektedir. Demek ki onun devrinin insanı olgunluk ve kemal devrini yaşamaktadır. Bu devrede haktan sonra bâtıl çok iyi farkediliyor ve bâtıldan sonra gelen Hakka sımsıkı tutunuluyordu. Gelen dinin teferruâta âit kısımları da bu düşünce ve fikir merhalesine göre ayarlanmıştı. Fakat bunu yapan da yine Hakîm olan Allah'tır. Bu dinin bütün ibâdet şekillerinde yüzlerce maslahat vardır. Yani ondaki ibâdet şekli olgun bir cemaata münâsip ibâdet tarzıdır. Diğer dinler ise, daha sonra zaten tahrîfe uğramış ve asıl hüviyetlerini kaybetmişlerdir. Eski hallerini muhâfaza etselerdi dahi bugün için geçerli olamazlardı. Çünkü Allah, din olarak kendisinin râzı olacağı dini tesbit buyurmuş ve bunun İslâm. Dini olduğunu söylemiştir.
Bir cümleyle mes'eleyi hülâsa etmek istiyorum.
Din; sel felâketinin, yıldırım âfetinin insanları zorladığı, muztar kalmakdan doğan bir sistem olmadığı gibi, beşerin iktisadî, içtimâî durumlarını temin etmek, onları huzura kavuşturmak için ortaya atılmış bir sistem de değildir. Yine o, Rönan'ların, Russo'ların dediği gibi, insanın tabiatından doğmuş olmaktan da' fersah fersah uzaktır. O ilâhî bir kanunlar mecmuası, ilâhî bir vaz'dır ve insanların dünyevî ve uhrevî saâdetini tekeffül etmektedir.
Buradaki huzûr ve mutluluğumuz ona bağlıdır. Hukuk mefhûmuna bağlı kalmak ancak onunla mümkündür. Âhirette de yine,Cennete ve Cemâlullah'a erme onun sâyesinde olacaktır.
Medeniyet ne kadar terakkî ederse etsin, insanın sâdece dünyâ hayatını dahi mutlu ve mes'ud kılmaya yeterli olmayacaktır. Nerede kaldı ki, dinin yerine geçsin.
.
İnsanların Amerika’ya geçmesi nasıl olmuştur?
İnsanların Amerika’ya geçmesi nasıl olmuştur?
Aktüel bir mevzû; biraz da diyalektik kokuyor. Soru basit; fakat maksat ve gâye basit değil. Yani bize şöyle demek istiyorlar: Siz diyorsunuz ki, bütün insanlar Âdem ile Havvâ'dan meydana geldi. Pekâlâ, bir anne ve babadan yaratılan bu insanlar, yeni dünyâya nasıl geçtiler? Eğer sizin dediğiniz gibiyse geçmelerine imkân yoktur. Demek oluyor ki, her bölgenin insanı orada ve kendi kendine meydana gelmiştir. Yani bir evolüsyon söz konusudur.
İşte basit gibi görünen sorunun altında bu ve bu ma'nâya gelen bir inkârcılık fikri yatmaktadır.
Evet, biz, insanlar Hz. Âdem ve Havvâ'dan meydana gelmiştir, diyoruz. Hem bunu biz değil, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk söylüyor. Ve biz de bunun böyle olduğunu bütün kalbimizle kabûl ediyoruz.
İlim dünyası yıllardan beri çeşitli nazariye ve görüşleriyle Kur'ân'ın hilkatla alâkalı anlattiklarını cerhetmeye çalışıyor. Fakat yerinde de gâyet geniş bir tafsîlatla ele aldığımız gibi, bugün onların dedikleri bütünüyle bir bir çürütüldü ve Kur'ân'ın anlattıklarının doğruluğu bir daha hem de ilim diliyle tasdîk edilmiş oldu. Mevzûun o kısmını, önce söylediklerimize havâle edip şimdilik üzerinde durmayacağız. Sadece, şu kadar söyleyelim ki, bütün insanlar Hz. Âdem ve Havvâ'dan meydana gelip çoğalmışlardır. Aksini iddiâ eden Darvinizm, her sene yüzlerce yara alıyor. Zaten o, sadece bir nazariyedir. Ve böyle çürük ve temelsiz bir nazariyeye karşı, bizim cephemizin tahşîdâtı ilk bakışta fazla gibi görünebilir. Fakat bu nazariyenin ardında yatan sinsi ve bir o kadar da korkunç küfür ve inkârcılık böyle bir tahşîdâta âdetâ bizi mecbur kılmaktadır. Manzara şudur: Darvinizm,başlangıç i'tibâriyle bir kadavradır. Hiçbir zaman hayat bulamamıştır. İşte bu kadavraya şimdiye kadar yüzlerce, binlerce inanmış ilim adamı, nişan almış ve onu kurşun yağmuruna tutmuştur. Elli bin defa cerhedilmiş, o kadar mahkûm edilmiş, idam ipi çekilmiş bu kadavraya, bizim bu denli hücumumuz, bazı banal görüşlü ve alabildiğine saf, ahmak, hatta küfrün mistiği insanların bu nazariyeyi yaşatmak gayretine düşüp, gençliği iğfâle çalışmaları sebebiyledir. Şimdi esas mes'elemize dönelim:
Dünyaımız bu güne kadar bir çok defa değişikliğe maruz kalmıştır. Meselâ, jeologlar, bundan onbin sene evvel Akdeniz in tamamen kara parçası ve bugün kara olan yerlerin de o devirlerde deniz olduğunu söylemektedirler. Eğer dedikleri doğruysa, demek ki Akdeniz'in yerinde, o gün için bir kısım medeniyet ve devletler vardı. Durum böyle olunca, Amerika ve Avusturalya için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Yani oralar da belki çok önceye dayanan bir târihde, dünyânın diğer karalarıyla bitişik durumdaydılar ve aradaki deniz ve okyanuslar birer kara parçasıydı. Mes'eleyi bu şekilde kabul ettikten sonra, insanların, yenidünyâya da, bir başka kıtayâ da geçmeleri her zaman mümkündür.
Hem insanlık târihi, zannedildiğinden de çok eski bir zamana dayanmaktadır. Meselâ, geçenlerde 270 milyon sene evvel yaşamış bir insan iskeletinden bahseden yazılar neşredildi. Bulunan en eski maymun iskeleti ise, 120 milyon sene evveline dayandırıIıyor. Demek ki arada yarıdan fazla bir zaman önceliği var. Denizin dibindeki Alg'ler, 500 milyon sene önce ne ise şimdi de aynı durumdadır. 500 milyon sene evvelki arı peteği nasılsa, şimdikiIer de öyledir diyen ilim adamları, verdikleri bu rakamlarla varlığın meydana geliş ve yaratılış târihini, şimdiye kadar tahmin edilenin çok daha ötesine dayandığını ifâde etmekteIer. Öyleyse târihin uzanabildiği ve târihçinin biliyoruz dediği zaman diliminden önceki devirlere âit hüküm vermek kat'iyyen doğru değildir. En azından bizim dediklerimiz de ihtimal dâhilinde kabul edilmeli ve öyle bir değerlendirmeye gidilmelidir. Zira aksini söyleyenlerin, bizim görüşlerimizi çürütecek herhangi bir mesnetleri yoktur.
Ezcümle; Fransızlar Maya'larla karşılaştıklarında, onlardan şunu dinlemişlerdi: "Bizim târihimizde yazılı olduğuna göre, bir zamanlar, bizim topraklarımız,diğer kara parçalarıyla bitişikti. Bir sel ve tûfan sonucu biz bu zirvelerde kaldık ve insanların çoğu, deniz haline gelen karalarla birlikte batıp gitti".
Hintlilerin târihinde de aynı husûsa temas edilir. Büyük bir tûfan oldu. Bizim bitişik olduğumuz bir çok kara bizden ayrıldı ve araya okyanuslar girdi.'
İhtimal ki bahsettikleri kara parçası Avusturalya'dır. Demek ki bu ihtimaller içinde Amerika'ya veya Avusturalya'ya gitmek hiç de öyle iddiâ edildiği gibi zor olmasa gerek...
Son olarak şunu da söyleyebiliriz: Eğer dünyâ karalarını bugünkü durumuyla kabûl edecek olursak bu yine zor olmayacaktır. Çünkü, Bering boğazı bazan buzlarla kaplandığında, bugün dahi Rusya'dan Amerika'ya geçmek mümkündür. Hem, böyle bir mesafe en ibtidâî sallarla bile geçilebilir. Nitekim, modern gemilerin olmadığı bir devrede, Kristof Kolomb'dan evvel müslüman seyyahların, hem atlarını da beraberlerinde yükledikleri gemilerle Amerika'ya geçip orayı keşfettikleri bugünün araştırmacılarının büyük bir çoğunlukla kabûl ettikleri açık bir gerçektir. Demek oluyor ki Amerika'ya gidip bugünkü nesle menşe olan insanların oraya geçmesi için hârikülâde bir hâdiseye gerek yoktur. Olan olduğuyla gayet ma'kûldür...
Darvinizm'in çürütülmesine gelince, hem tereddütlere cevap teşkîl eden sorular arasında onunla alâkalı çok şey söylendi, hem de bu mevzûda bilhassa son zamanlarda bir hayli kitap ve ilmî araştırma neşredildi...
Meraklıların o kitapları okumalarını tavsiye ederim.
.
Lokman suresinin sonunda mugayyebat-ı hamseden sayılan, yağmurun yağma zamanı ve ana karnındaki çocuğun durumu bugün gaybilikten çıkmış gibidir. Bu durumu nasıl izah edersiniz?
Lokman suresinin sonunda mugayyebat-ı hamseden sayılan, yağmurun yağma zamanı ve ana karnındaki çocuğun durumu bugün gaybilikten çıkmış gibidir. Bu durumu nasıl izah edersiniz?
Bu mes'ele üzerinde daha önceleri de durduğumuzu ve mevzûu tafsilatı'yla arza çalıştığımızı hatırlıyorum. Ancak Kur'ân'a âit bir mesele ne zaman ve nerede sorulursa sorulsun ben vicdânımın baskısıyla yine cevap vermeye gayret ederim. Zira Kitâbullah'a âit en küçük mes'ele dahi dağlar cesametinde büyüktür. İşte, bir hissime mağlûbiyetle, yine birşeyler demeye gayret edeceğim.
Lokman Sûresinin son, yani otuzdördüncü âyetinde meâlen şöyle deniyor: "Kıyâmet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah'ın nezd-i ulûhiyetindedir. Yağmuru O yağdırır. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacâğını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Muhakkak ki Allah Alîm'dir, Habîr"dir."
Kıyâmetin ne zaman ve hangi vakitte kopacağını ancak Allah bilir. Kur'ân-ı Kerîm bunu bir hakîkat ve bir prensip olarak ortaya koyunca, artık hiç kimsenin "Allah bilir" demeden bu mevzûda söz söylemesi, fikir beyân etmesi imkânsızdır. Nitekim Cibrîl hadîsinde de beyân edildiği gibi, Allah Rasûlüne, bir yolcu kıyafetiyle gelen; fakat üzerinde yolculuk alâmeti bulunmayan Cibrîl aleyhisselâm dizlerini Allah Rasûlü'nün dizlerine veriyor ve O'na bazı sorular soruyordu:İman, İslâm ve ihsânı. Bu soruları sorduktan sonra, aldığı cevapların her birinin akabinde de "Doğru söyledin" ma'nâsına "Sadakte" ile karşılık veriyor. Son olarak da "Kıyamet ne zaman kopacak?" diye soruyor. Allah Rasûlü de: "Kendisine soru sorulan, sorandan daha fazla birşey bilmiyor" cevabıyla karşılık veriyor. Ve daha sonra da, kıyâmete yakın vukû bulacak bazı hâdiseleri, birer alamet ve işaret olarak sayıyor. İşte bir Nebî edebiyle Allah Resûlü mugayyebâttan bir mes'ele hakkında böyle cevap veriyordu.
Cibrîlle müşterek bir bildikleri vardı. O da, kıyâmetin ne zaman kopacağını ancak Allah'ın bilebileceği idi.
Kıyâmetin kopması mevzûuna gelince, sebepler açısından o kadar çok şey var ki, bunlardan bir tanesinin vâki olması dahi kıyâmetin kopmasına yeterli gelecektir. Bu cümleden olarak: Bir kuyruklu yıldızın gelip dünyâya çarpması, güneşin infilâk etmesi veya termodinamik kanununa göre sönüp gitmesi, yeryüzünde insanların yapacağı bir yanlışlıkla zincirleme reaksiyonlar meydana gelmesi ve bunun güneş sistemini berhava etmesi gibi... Bugün ihtimal dâhilinde daha birçok sebep sıralamak mümkündür.
Âyette sayılan ikinci mes'ele, "Yağmuru Allah indirir" mes'elesidir. Zaten en çok itirâza uğrayan hususlardan biri de budur. Yani onlar kendi akıllarınca şöyle demektedirler: Yağmurun ne zaman yağacağı bugün meteorolojik tesbîtler neticesi söylenebilmektedir. Öyleyse bunu mugayyebâttan saymak ma'nâsız olur...
Tabîiki bu soruyu küfür namına imâle edenlerin gâyeleri bu da değildir. Esas gâye Kur'ân hakkında tereddüt ve şüphe hâsıl etmektir. Zaten bizim cevap vermedeki hassasiyetimiz de biraz bu noktadan kaynaklanıyor.
Şimdi, bugün, modern teknoloji vâsıtalarıyla onların bildikleri söylenen mes'eleler, acaba gaybla ne derece alâkalıdır? Aslında bütün şartları meydana gelmiş ve belirtileri şehâdet âleminde görülmeye başlamış yağmura ait yaptıkları tahminin, gaybı bilmekle uzaktan yakından bir alâkası yoktur.
Çok basit bir misâlle mes'eleyi tavzîhe çalışalım. Bir odayı karbondioksitle dolduralım. Sonra da karbondioksidi gösteren elimizdeki âletler vasıtasıyIa tesbîtler yapıp diyelim: "İki saat sonra, şu odada bulunanlar kendilerinde bir ağırlık ve baş ağrısı hissedecekler"Şimdi, bizim bu tesbîtimiz vâki olursa, biz gaybı bilmiş mi olacağız! Hayır. Gayb bu değildir. Gayb,'bilinmesini Cenâb-ı Hakk'ın sadece kendi zâtına tahsîs ettiği mes'elelerdir. Diyelim ki, gelecek sene veya önümüzdeki beş on sene içinde nereye ne miktarda yağmur yağacak bütün ayrıntılarıyla bunu bilmek gaybı bilmek olur ama, yarın nereye yağmur yağacağını tahmin etmek gaybı bilmek değildir. Hem bazan söylenenlerin çıkmaması, bazen de söylendiği gibi çıkmaması da çok iyi bilmediklerini gösteriyor ki, zaten söyleyenler de söylediklerine tahmin demektedirler. Hem bırakın gelece seneyi, yarın yağacak yağmurun miktarı hakkında birşeyler bildikleri söylenebilir mi?
Ayrıca şehâdet âleminde belirtileri görülmeye başlamış yağmurun yağacağını bilmek için, öyle âlet ve edevâta da ihtiyaç yoktur. Halk arasında mümârese ve tecrübelerle bunu söyleyenler o kadar çoktur ki, onların dedikleri de berikilerin söylediklerinden farklı olmadığı gibi, kesinlik ifâde etmesi bakımından da onlardan daha geri değildir. Daha önce anlattığım bir hâtırayı, münâsebet geldiği için tekrar etmiş olacağım.
Amerikalı bilim adamları Türkiye'ye .gelir ve bir köyü ziyaret ederler. Kendilerine göre bir araştırma yapmaktadırlar. Bu arada, mer'ada keçilerini otlatmakta olan bir çobanla görüşürler. Birara çoban keçilerini toparlayıp ağıla gitmeye koyulur. Adamlar sebebini sorunca da, biraz sonra yağmur yağacak, der. Bilim adamları hayret ederler. Çünkü havada yağmura işaret olabilecek hiçbir alâmet yoktur. Ayrıca yanlarında taşıdıkları barometre de böyle bir sinyal vermemektedir. Hakîkatan bir müddet sonra şakır şakır yağmur başlar. Adamlar ağıla koşarak çobana, yağmur yağacağını nasıl anladığını sorarlar. Cevap enteresandır: Benim yıllardır edindiğim tecrübeye göre yağmur yağmadan bir müddet önce keçiler, kuyrukları kısarlar, ondan anlarım ki yağmur yağacak. Bunun üzerine ellerindeki âletleri yere çalan bilim adamları: Sizin, şu keçilerin kuyrukları kadar dahi ehemmiyetiniz yokmuş, derler.
Bir büyük zât, romatizmaları vasıtasiyle kırksekiz saat evvel yağmuru hissettiğini söylüyor. Ve bizim köylerimizde bazı işâretleri ve alâmetleri esas alarak kar ve yağmur tahminleri yapmak yaygındır.
Öyleyse, bu ölçüler içinde ve bu şekliyle yağmurun yağacağını bilmek, gaybı bilmek değildir. Belli hesaplarla, yağmur yüklü bir bulutun durumu. hava basınçları, cephe sistemleri ki atmosfer şartlarına göre, emâreleri ortada, yola çıkmış bir yağmur tahminini, yağmur yağacağı zamanı bilme gibi göstererek Kur'ân'ın hükmünü cerhe yelteiımek ancak bir cehalet örneğidir.
Bir de, bugünün ilmî araştırmalarının da kabul ettiği Efendimize (sav) âit, mûcizevî bir beyândan bahsetmek istiyorum. Allah Rasülü; Mâ âmin, biemtara min âmin" buyuruyor. Mânâsı "hiçbir yıl başka bir yıldan daha yağışlı değildir" demektir. Bu hadîsten de anlaşılıyor ki, her sene yeryüzüne aynı miktarda yağmur yağmaktadır. Ancak nereye ne miktar yağacağı belli değildir. İşte gayb olan budur ve bu bilinememektedir.
Âyette anlatılan üçüncü husus da yine itiraz edilen noktalar arasındadır: "Rahimlerde olanı ancak Allah bilir." Diyorlar ki. bugün röntgen şuâlarıyla anne karnındaki cenînin durumu bilinmektedir. Hattâ son zamanIardaki araştırmalar, bu bilmenin erkeklik ve dişiliği de içine alabilecek şekilde bir hayli ilerlemiş sayılır.
Daha da ileri giderek eğer erkeklik ve dişiliğe sebebiyet veren spermin erkeklik veya dişiliği ise, bu seviyede dahi cenînin durumunu tesbit etmek mümkündür, denilebilir.
Yukarıda bir kâide söylemişdik. Aynı kâide burada da geçerlidir. Sebepleri ortada belli bir şey gaybı bilmek demek değildir.
Şayet spermin erkek olduğu tesbît edilmişse, tesbîtin şekli ne olursa olsun, ister bunu ana rahminde, isterse tüpte tesbît etsinler, sebepler zuhûr ettiğinden bu gaybı bilmek sayılmaz. Efendimizin (sav) nurlu beyânları içinde şu husus yer almaktadır: "Eğer erkek galebe çalarsa çocuk erkek, dişi galebe çalarsa çocuk kız olur'. 'Bu hadîsi bazıları, anlıyamadıklarından dolayı yanlış te'vîl ve tefsîre tâbi tutmuşlardır. Zannetmişlerdir ki, erkek olan insan galebe çalarsa çocuk erkek olur, kadın galebe çalarsa kız olur. Ancak böyle bir galebenin hiçbir ma'nâsı yoktur. Belki ma'nâ şöyle olmak îcâp eder: Erkek sperm dişiden evvel gider ve yumurtaya başını sokarsa çocuk erkek olur. Dişi önce, bu çeperi aşarsa bu defa da dişi olur. Bu, Efendimize ait ilmî mûcizelerden kabul edilen bir hadîstir ve günümüz ilim adamları da bu mes'eleyi ifâde edildiği şekliyle kabûl etmektedirler. Sebepleri bu kadar zâhir olduktan sonra, böyle birşeye muttalî olmayı gaybı bilmek sayanlar, kendi kendilerini aldatmış olurlar.
Zâten, Kur'ân-ı Kerîm de bu mes'eleyi ele alırken şöyle diyor: "Ve ya'lemü mâ fil-erhâmi'.' Arapçada "Mâ" Türkçe'de "şey" demektir. Demek ki âyette, rahimlerde olan şeyin Allah tarafından bilineceğinden bahsediliyor, yoksa erkek mi dişi mi bunu ancak Allah bilir denmiyor.
Cenâb-ı Hakk onun erkek mi dişi mi olduğunu bildiği gibi, bütün sergüzeşti hayatını da bilir. Yani onun istikbâlde ne olacağını, karakterinin durumunu, zaafları ve fazıletlerini, en sonunda da safd mi olacak, yoksa şakî mi? İşte bütün bunları bilmek ancak ve ancak Cenab-ı Hakk'a mahsustur. Öyleyse gayba girenler "Mâ" ifâdesinin şümûlüne dâhil her şeydir. Sadece erkeklik dişilik değildir. Kur'ân mes'eleye küllî ve umûmî bakmaktadır. Onun ta'rîfi içine girenleri bilmek gaybi bilmektir. Bunun ötesindeki iddiâlar işi çarpıtma ve, diyalektik sayılır.
Bu mevzûu şöyle bir misâlle daha da akla yaklaştırabiliriz:
Meselâ siz bir elma ağacı gördünüz. Ağacın kökü ve gövdesi sizin bulunduğunuz tarafta, dalı budağı ve yaprakları öbür tarafta bir sütrenin arkasına sarkmış olsun. Şinıdi siz, mevsimi geldiğinde deseniz ki, bu ağacın bize görülmeyen dalları öbür tarafta elma ile yüklü durmaktadır. Acaba verdiğiniz bu hükümle siz gaybı mı bilmiş olursunuz? Yoksa herkesin normalde bilip söyleyebileceği bir mes'eleyi mi haber vermiş olursunuz? Böyle bir şeyle karşılaşsanız, elbette ikinci şıkkı yaptığınızı söyleyeceksiniz. Aynen öyle de, zâhirî sebeplerin te'yidiyle bilinen rahimlerdeki cenînin hal ve durumu da, aynı mâhiyette bir bilmektir. Yoksa gaybı bilmek değildir. O kökü şahâdet âleminde ve dalları gayba doğru sarkmış bir ağaçtan haber vermek gibidir. Bunlarla Kur'ân'ın hükmünü cerhetmeye kalkmak ve öyle olacağını sanmak sadece budalalık ve ahmaklık olur.
Dördüncüsü bir insan yarın ne kazanacağını bilemez. Bunu da sadece maddî kazançla kayıtlamamak gerekir. İnsanın maddî-ma'nevî elde edeceği füyûzât ve inşirâh dahi birer kazanç demektir. Bir ilim adamının malûmatına ekledikleri de bir kazançtır ve bunun ne kadar olacağını da ancak Allah bilir. Bazan ciltler dolusu kitap okunur ve satırlık malûmat elde edilmezken, bazan bir tek satırlık malûmât insana bir kitap kadar düşünce ve fikir verir ve insanın ilhâm kaynaklarını coşturuverir.
Bununla beraber mes'eleyi sadece madde plânında ele alsak bile, sâbit gelirli insanlar dâhil yarınki kazancını kimse bilemez. Esnaf ve tüccar zaten bunu bilmesi mümkün değildir. Sâbit gelirlilere gelince alacakları beklenmedik bir cezâ veya mükâfat onların kazancına tesir edebileceği gibi, başa gelen bir musîbet dahi, gelir ve giderde beklenmedik değişiklikler yapacaktır. Evet, hiç hesapta yokken bir dostunuzdan gelen bir pakette kıymetli bir hediyeyle karşılaşabilirsiniz. Oysa ki beş dakika öncesine kadar böyle birşey beklemiyordunuz. Bu maddeyi de misâllerle daha da tavzih mümkündür, ama sözü uzatmamak için kısa kesiyor ve Kur'ân'ın dediği gibi diyoruz:"Yarın ne kazanacağını hiç kimse bilemez.”
Beşincisi de bir insanın nerede ve nasıl öleceğidir. Bunu da ancak Allah bilir. Azrail ya bizzat kendisi ya da avânesi vâsıtasıyla önümüze çıkıp, "vakit geldi" diyeceği an hepimizin meçhûlüdür ve zaten buna kimsenin itirazı da yoktur..
..
.
Kardeşlik anlayışımız nasıl olmalıdır? İçinde bulunduğumuz durumla bir değerlendirme yapar mısınız?
Kardeşlik anlayışımız nasıl olmalıdır? İçinde bulunduğumuz durumla bir değerlendirme yapar mısınız?
Mevzûa girmeden bir hususa dikkat çekmek istiyorum: İradî ve ihtiyâıy kabul ettiğimiz fiillerimize kadar herşeyi ve hasenât namına bütün yaptıklarımızı Cenâb-ı Hakk'a vermekte çok hassas davranmak gerekiyor. İnsan bu mevzûda nefsine rağmen kendini iknâ etmelidir. Zâhiren kendi hareketlerine terettüb eder gibi görünen noktalarda bile temkinli olmalı ve "Hayır bunlar da O'na aittir. Sakın sahiplenmeye kalkma" diyerek kendi nefsine pay ayırmaktan kendini kurtarmalıdır. İnanan insan, şirkin her türlüsünden kaçınmak ve hatta bu mevzûda kıskanç olmak zorundadır. Haddizatında, Cenâb-ı Hakk da kendine şerik koşulmasına karşı çok "gayûr" kıskançtır. Bütünüyle kendisi için yapılmayan amellerin hiçbirinin O'nun yanında sinek kanadı kadar kıymet ve değeri yoktur. Yapılan bütün hizmetler hangi isim ve ünvan altında ve nerede yapılırsa yapılsın, Allah katında değer ve kıymeti hâiz olabilmesi için ihlâs ve O'nun rızasına dikkat edilmelidir. Dikkat edilmesi gereken ikinci husus da soruda mevcut ma'nânın yaşanır keyfiyetiyle devamlı ve sürekli olmasıdır...
Birbirinde fânî olma seviyesinde kardeşlik, dış dünyada te'sir icra edecek en müessir faktörlerden biridir. Birbirinin fazilet ve meziyetleriyle iftihar etme ve onları aynen kendindeymiş gibi kabullenme, cemaata ait fertleri de birbirlerine sımsıkı kenetleyecek ve içlerindeki hamle ruhunu kamçılayarak, kıvılcım halindeki istidat ve kabiliyetleri tutuşturup birer kor haline getirecek ve ilâhî rahmetin sağnak sağnak inmesine vesile olacaktır. Vifak ve ittifak içinde birbiriyle bütünleşmiş ve tek vücut haline geliniş bu cemaatın ruh ve gönlüne Cenâb-ı Hakk'ın nusret ve yardım eli uzanacak ve onu hep müsbete, güzele ve doğru tarafa çevirecektir, dolayısıyle de cemaatın yanılma payı en asgariye inmiş olacaktır. Niyetleri halis olduğu için, belki bu yanılmalar da onlara sevap kazandıracaktır. Fakat birbirinden kopuk çizgide bulunanlarda, aynı çizgide olmalarına rağmen bu dediklerimizin tahakkuku mümkün değildir. Hele bir de çizgide inhiraflar, dolayısiyle de ihtilaflar baş gösterirse bir daha içinden çıkmak mümkün olmayan faısit daireye girilmiş olur. Böyle bir fasit daireye giriş ise, hedefe sırtını dönüp koşan insan gibi, her attığı adım onu esas gaye ve hedeften uzaklaştırır.
Halbuki bir devrede bu işi omuzlayanlar, Allah Rasulü ve O'nun ashabıydı. Demek ki "tenasübü illiye" prensibi içinde mes'eleyi değerlendirecek olursak, bu işi yeniden omuzlayacakların da aynı şuur ve yapıya sahip olması gerekir. Bütünüyle onlar gibi olma, keyfiyet itibariyle mümkün olmayabilir. Fakat biz, ancak onlara benzediğimiz nisbette onların yaptıklarını yapabilme durumunda olduğumuzu da unutmamalıyız. Aynı durum kardeşlik için de geçerlidir. Onlar nasıl ve ne şekilde bir kardeşlik anlayışına sahiptiler ve bu kardeşlik anlayışı onları muvaffakiyette hangi noktalara getirdi, bizler için de bu kâide ve netice değişmeyecektir.
Ben şahsen çocukluğumdan beri sahâbînin hayatını okurum. Belli bir devreden sonra da onları anlatmaya başladım. Fakat bazan, onların temsîl ettikleri kardeşlik tablolarını hayretle karşılar ve sanki sadece onlara mahsus ve bugün için tatbîki mümkün olmayan bir ütopya gibi değerlendirirdim. Daha sonra bazı arkadaşlarda gördüğüm bu ma'nâdaki misâller, bana bu düşüncelerin yaşanabilirliği hakkında tam kanaat verdi. Hatta bazan bu arkadaşların birbirlerine gösterdikleri, yekdiğerinde fâni olma örnekleri, başkalarına öyle te'sir etti ki onların yanlarına gelen ve bu kardeşliği hayran hayran seyreden dıştan bir insanın, hayret dolu bir tonla "Aman Allahım, bu ne kardeşlik" dediğini bizzat kendim duydum ve hâlâ o tatlı ses tonuyla bu ifade, hâfızamda yeniliğini muhafaza etmektedir. Tabiî ki bu beni son derece sevindirmiştir. Arkadaşlarımızda müşâhede ettiğimiz bu civanmertliği kabul ve teslimle beraber yeterli bulmamız mümkün değildir. Biz bu mevzûda da doymama kuşağında dolaşanlardan olmalıyız. Zîrâ bugün yeterli olabilen şu kardeşlik şuuru, yarın, karşımıza dikilmesi muhtemel büyük engel ve engebeler karşısında sıçramamız için gerekli ölçüde olmayabilir. Kur'ân-ı Kerîm'de zikri geçen akabeleri iyiden iyiye düşünmek mecburiyetindeyiz.
Köleyi azat etme bir akabedir. Bugünkü ma'nâsıyla çeşitli ideoloji ve sistemler tarafından esir edilmiş, satın alınmış nice insanlara kadar uzanabilecek bir değerlendirme ile geniş çaplı ele alacak olursak, köle azat etmenin nasıl bir engel, tepe ve akabe olduğu herhalde daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Kendisi sıkıntı ve darlık içinde olmasına rağmen, kardeşini kendi nefsine tercih etme de ayrı bir akabe durumundadır. Maddî, mânevî füyûzât hislerinde dahi onları takdim etme ve kendisi için geriden gelmeyi bir vazife olarak kabullenme, insanın önüne dikilmiş başka bir engel ve engebedir. Bu engeli aşma da yine sahâbî gibi davranmaya bağlıdır. Kardeşinin karnı doysun diye kendi kaşığını boş getirip götüren ve bu durumu görmesin diye de mumu söndürüp odayı gözgözü görmez hale getiren ve çizdiği bu nurdan tabloyla gökteki melekleri dahi hayrete sevkeden sahâbî gibi. Ve yine son anda, ölümle pençeleşirken, kurumuş dudakları bir yudum su hasretiyle titrerken dudağına kadar gelen suyu, yanındaki kardeşi "su" dedi diye elinin tersiyle itip, kendisine su vermek isteyene, başıyla orayı işaret eden ve "Kendileri çok muhtaç olmasına rağmen kardeşlerini kendilerine tercih ederler" ilâhî mesajının nüzûlüne sebep olan sahâbî gibi...
Yetime yedirme, içirme de akabedir. Mecazın`kollarıyla uzandıkça karşımıza daha nice manâlar çıkacaktır. Belli bir İslâmî kültürden mahrum ve bu mahrumiyetten kaynaklanan bir nevi kimsesizlikle, el atanın kucağında kalan nice yetimler.. işte bunlara yurt ve yuvalar hazırlama, onların ellerinden tutup onları evc-i kemâle çıkarma yollarını araştırma, bu gâyeye matuf yedirme ve içirme, bu da apayrı bir tepe ve akabe...
Sadece önümüze dikilmesi muhtemel akabeye bir işaret olması bakımından girdiğimiz bu mevzûda hedeflediğim nokta şudur: Bugün kâfi gibi görünen bir kardeşliğimiz vardır. Fakat zorlaşan şartlar karşısında ve yaygınlaşan hizmet oranında dâima artan bir kardeşlik şuuruna da muhtacız. Onun için bu mevzûda da himmeti âl"ı tutmalı ve sürekli "Daha yok mu?" demeliyiz.
.
.
Hizmetten inhiraf eden ve hizmete karşı soğuk davranan kardeşlerimize karşı bizim hareket ve tavırlarımız nasıl olmalıdır?
Hizmetten inhiraf eden ve hizmete karşı soğuk davranan kardeşlerimize karşı bizim hareket ve tavırlarımız nasıl olmalıdır?
Çeşitli sebep ve sâiklerle hizmetten elini gevşetmiş kardeşlerimiz vardır. Ve bunlar her zaman da olabilirler. Fakat onlar yine bizim mü'min kardeşlerimizdirler. Kur'anın ve Sünnet ölçüleri içinde bir mümine verilen değer aynen onlar için de geçerlidir. Öyleyse her mevzûda olduğu gibi bu mevzûda da ölçü, kitap ve sünnet olmalıdır.
Onları katiyyen gıybet edemeyiz. Çünkü gıybet haramdır ve mümin kardeşin etini dişlemektir. Ha onu küçük düşürücü bir hareket ve söz sarfetmişsin ha da onu bir kazana koyup kaynatmış ve etini dişlemişsin;bu iki hareket arasında hiçbir fark yoktur. Gıybetin câiz olduğu noktalar vardır. Ve bunlar kitaplarda uzun uzadıya tafsîl edilerek anlatılmıştır. Ancak, ben o sınırlara dahi girilmesi taraftarı değilim. Oralarda ölçü ve dengeyi koruyabilme belli bir seviyedeki insanlar içindir. Her önüne gelenin o hakkı kullanması, o sınırı zorlaması hiç de doğru değildir. Bu, mes'elenin bir yönü. Diğer bir yönü de şudur: Bizim konuştuklarımız, muhakkak bir gün o kardeşimizin kulağına gidecektir. Ve bu durumda onu kendimizden daha da uzaklaştırmış olacağız. Buna sebebiyet verdiğimizden dolayı da mes'elenin sorumluluğu bize âittir. Bu da az bir vebal değildir. Zira hiç kimseyi böyle âli bir hizmetten mahrum etmeye kimsenin hak ve selâhiyeti yoktur. Bazan da o şahıs sadece uzaklaşmakla kalmaz dün, uğruna canını verecek kadar cansiperâne çalıştığı bir davâya bugün, hasım haline gelebilir. Hak bir da'vâya hasım olmak nasıl müthiş bir sükûtsa, ona sebep olmak da aynı seviyede büyük bir cürümdür.
İnsanlar çok kere içinde bulunmadıkları hizmeti kınar ve hafife alırlar. Bu durum gözönünde tutularak, uzaklaşan her arkadaştan; uzaklaştığı ölçüde bu türlü tavırlar beklemek akıllıca bir hareket olur. Çünkü onun acı kaderi ve yüzüne ekşi ekşi bakan tâlihi budur. Bu acı bir neticedir. Böyle bir neticeye düşene de ancak acınır ve şefkat edilir. Bize düşen,aynı duruma düşmüş olsaydık nasıl bir mukâbele beklerdik, o mukâbeleyi arkadaşımıza çok görmemektir.
Allah Rasûlü de aynı şekilde yapıyordu. O devrede, yanılan, sürçen, aktivitesini kaybeden hiç kimsenin ardından onun aleyhine tek söz söylemedi. Zâhiren müslüman görünen Abdullah b.Übey b.Selül'ün münafık olduğunu bildiği halde ve bu münafık; iffeti, âyetle sâbit Hz.Âişe gibi bir pâk ve muallâ dâmene iftira çamuru sıçratmasına rağmen, ağzından gıybet işmam edecek tek kelime konuşmamış ve sahâbînin ısrarına ve öldürmek taleplerine karşı, ısrarla "Hayır, Muhammed (as.) arkadaşlarını öldürtüyor, dedirtemem" cevabını vermişti. Bütün hadîs kitaplarını baştan sona tarayınız; İki Cihan Serverinin, bir mü'minin ardından, onun hoşlanmıyacağı bir tek kelime sarfettiğini gösteremezsiniz, gösterebilirseniz ben şimdiye kadar dediklerimden ve bundan sonra da diyeceklerimden vaz geçerim. Hayır, tek bir kelime bile gösterilemez. İşte, bu mevzûda yanıltmaz ve yanılmaz ölçümüz bu olmalıdır. Kardeş1erimizi tek kelimey1e dahi gıybet etmemeliyiz.
Bu hizmetin bânisi ve kurucusu olan Zât'ınkitaplarına bakın. Talebelerinden belli bir devre uzaklaşanlann hiçbirisi uzaklaştıkları halleri iiibâriyle değil, dönüşlerindeki keyfiyet destanlaştırılarak dile getirilmiş ve onlar, târihe ve bizim hâfızalarımıza dönüşleriyle kaydedilmiştir. Halbuki gidiş olmadan dönüş düşünülemeyeceğine göre, bir de onların gidişleri olması gayet normaldir. Fakat ifâde inceliğinde kılı kırk yaran o Zât,hep gelişleri anlatmış, gidişlere tek satırla dahi yer vermemiştir. Kendi devrinde ince insanlar ona iftira dolu taarruzda bulundukları halde, o, sarîh gıybet ifade eden ve ferdin bizzat ismini vererek tek bir mukâbelede bulunmamıştır. Bulunmamıştır, zira, o kardeşimiz iman cihetinde bizim cephemizin adamıdır. Ve mü'min olma, küfrün karşısında yer alma,netice itibariyle Cennete hak kazanma pek de öyle hafife alınacak durumlar değildir. Onun için, yılandan çıyandan kaçtığımız gibi, kardeşlerimizi çekiştirmekten kaçmalı ve ictinap etmeliyiz.
Mes'eleye bir başka zâviyeden bakmak da mümkün: İslâmda, normal şartlarda uygulanan cezalar, cephede tatbik edilmez. Yani cephede zina edene, hırsızlık yapana, iftirada bulunana, bunların cezası her ne ise onlar uygulanmaz. Bunun bir hikmeti şudur. Böyle bir duruma düçar olan insan, can havliyle karşı cepheye geçebilir. Geçerse ne olur? O ebedi hasârete uğrar, biz de, hem de en mahrem yönlerimizi bilen bir düşman kazanmış oluruz. Bu iki netice de bizim namımıza birer kayıptır. Elbette mes'ele kontrol altına alınmalıdır ve buna zaruret de vardır. Fakat bu onu karşımıza almadan, en güzel bir usûl ve uslûpla yapılmalıdır.
Meselâ, bir kardeşimiz, korku şevkiyle veya makam sevdâsıyla bizden uzaklaşmış olabilir. Biz bunu ona onun anlayışı içinde, ihtiyatlı davrandığın, iyi yaptığını, fakat bizim elimizden böyle bir beceriklilik gelmediği için bizim yapamadığımızı söylemeli ve böyle düşündüğümüze de onu inandırmalıyız. Onunla seneler sonra dahi olsa münâsebete geçme menfezlerini tıkamamalıyız. Belki daha sonra hakikatı o da anlayacak ve bize dönecektir. O günlerde bizim haklı kendisinin yanılmış olduğunu itirâf ederse, biz de ona "Şimdi de sen haklısın" diyecek ve civanmert davranacağız.
Ayrıca, bugün onu gıybet eden insan hakkında, kendisini dinleyenlerin de itimâdının zedelendiği hususu hiç unutulmamalıdır. Birbirine itimâdı böyle sarsılan fertlerden meydana gelen bir cemaâtın ise, hak nâmına yüklenebileceği hiçbir misyon yoktur.
Hem gıybet edilen o şahsa karâbet veya başka hislerle yakınlık duyan ve bizimle aynı düşünceleri paylaşan insanlar vardır. Bu durumda onlarda hâsıl olacak allerjik bir durum, herhalde cephemiz adına sâdece zarar getirecektir.
Hem biz, bütün söyliyeceklerimizi bugün söylemiyoruz. Bizim yarın da söyliyeceklerimiz olacaktır ki, onların bugünden söylenmesinin hiçbir faydası yoktur.
O bizi gıybetle rencide etmiş olabilir. Burada da dengeyi koruyarak misliyle mukâbele etmeyeceğiz. Şahsî meselelere takılıp kalan bir onur ve gurur anlayışı bizden çok uzak olmalıdır. Bizim herşeyimiz yüce da'vâya fedâ edilmelidir. Allah Rasûlünün onurunun rencide olduğu, İslâmî mes'elelerin tezyif edildiği bir yer ve zamanda,bizim kendimize ait mes'eleleri değil gündeme getirmeye, düşünmeye dahi vaktimiz yoktur.
Bugün bir insana yapılacak en büyük yardım, onun dînî hayatını kurtarma istikametinde olan yardımdır. İşte bize düşen de öyle kardeşlerimizin yardımına koşmaktır.
..
.
Bütün meselelerimizi rehberliğine inandığımız ve kendisini dinlediğimiz büyüğümüze sormamızda dinin hükmü nedir? Giyim, kuşam hatta evlere alacağımız eşyalarımıza kadar ona mı soracağız?
Bütün meselelerimizi rehberliğine inandığımız ve kendisini dinlediğimiz büyüğümüze sormamızda dinin hükmü nedir? Giyim, kuşam hatta evlere alacağımız eşyalarımıza kadar ona mı soracağız?
Bizim mes'elelerimiz inanç çizgisinden başlıyor, ibâdet yoluyla devam ediyor, muamelatta yükseliyor ve sonra şahsi davranışlarımızı, âdetlerimizi içine alacak şekilde gelişiyor herbirisi bir derinlik teşkil eden çok buudlu bir hayat yaşıyoruz. Bunların hemen hepsinde ve bilemediğimiz bir kısım bazı insanların rehberliğine ihtiyaç duymamız gayet normaldir.
Dinin özünü anlama ve kavramada ve yaşanır hale getirmede önümüzde, insanlığın iftihar tablosu, İki Cihan Serveri var. Ve şu anda dahi onun selCine telkin eden rûhâniyâtını âdetâ başımızın üstünde görüyor ve hissediyor gibiyiz. Aydın gönüllerde ise bu husus devamlılık arzeden bir bahtiyarlık olarak sürer gider.
Allah Rasülünden sonra, hemen her asırda hâdiselerin ve zamanın herşeyi tapanlayıp dümdüz etmesine rağmen, nurlu elleriyle, isi-pası silip kaldıran ve dîni ihya edip Muhammedî rûhu asıl hüviyetiyle yeniden oıtaya koyan bir kısım büyükler gelmişdir. Sahâbiyle temeli atılan bu mes'eleler, Ebû Hanife ve onun gibi yüce kimselerle ayrı bir buud kazanmış, daha sonra gelen Gazâlî, İmam Rabbânî, Abdülkâdir Geylânî, Mevlâna Celâleddîn Rûmî ve Asrımızın Dertlisi gibi zevâtla yenilenerek sürekli tazeliğini muhafaza etmiştir. Bizler, en küçük teferruatına kadar bütün İslâmî meseleleri işte o nurlu elleri sayesinde, bu kadar zaman sonra ve bunca gaileye rağmen, kendi asrımızda bile taptaze ve dupduru bulduk. Cenâb-ı Hakk'a hadsiz hamd-u senâ olsunki,bizleri lütfundan ırak etmedi ve irâdemiz dışında kendimizi böyle bir nur havzının başında bulduk. Dışarıda daha müsaitler varken, bizim seçilişimiz sadece Cenâb-ı Hakk'ın ihsânının delilidir, yoksa, bizim liyâkatımızın değil. Çok küçük vesilelerle bu işin içine giren hemen bütün arkadaşlar da benimle aynı kanaatı paylaşıyorlardır, zannederim. Bugüne kadar bizlere, bugün ve bugünden sonra gerekli olan şeylerin pek çoğu anlatıldı. Öncekiler, arkadan geleceklerin yollarını, herhangi bir tereddüde meydan vermeyecek şekilde aydınlattılar. Bundan böyle bize, bu aydın1ık yolda, sadece yürümek kalıyor.
Sorulduğu için misâli de o mevzûdan seçmek durumundayım. Meselâ, bizim yeme, içme ve evlerimizin nizam ve tefrişiyle alâkalı bütün yönler, tatbîkî şekliyle bize gösterilmiş durumdadır. Allah Rasulü, bir hasır üstünde yatıyor ve yattığı bu hasır onun mübârek teninde iz bırakıyordu. Hz. Ebu Bekir kendisine takdim edilen bir bardak soğuk suyu içtikten sonra, hıçkırıklarını tutamayıp ağlıyor ve kendisine niçin ağladığını soranlara, bütün nimetlerden hesaba çekileceğini hatırladığını söylüyordu. Büyük Ömer, kızı tarafından daha güzel bir elbise giymesi teklifiyle karşılaşınca, peygamber hanımı demeden Hafsa Vâlidemize şiddetli sitem ediyordu. Binlerce misâlleriyle günümüze kadar gelen böyle bir hayat felsefesi, Asrımızın Dertlisi, dertlileri ve yolundakilerle son bir kere daha, tam bir dünyâ-ukbâ muvâzenesi, ruh-beden dengesi temsil ediliyor ve bir kere daha hatırlatılıyordu...
Bize gelince, bütünüyle bu sadeliği içimize sindirdiğimiz söylenemez. Yadırganmama ölçüsünü muhâfaza edip koruma en son taviz noktası olması gerekirken, mes'elenin başlangıcında bu ölçü kullanılıyor. Bazan yanılıyor ve bunların, muhâtabımıza müsbet yönde tesir edeceğini zannediyoruz. Halbuki bizim sadeliğimiz hasbiliğimizin en büyük şahidi durumundadır ve muhâtabımıza da tesir edecek odur. Ben hiç beklemediğim ve öyle değerlendireceğini tahmin etmediğim birisinin entel tabakaya mensup insanlar içinde "Bu arkadaşa itimad edin, güvenin. Çünkü ben onun evinde sadece bir hasır gördüm ve ortası da delikti" dediğini ve itimadına onun evindeki hasırı delil gösterdiğini müşâhede etmiştim. Sınır tanımayan lüks ve debdebeye bütünüyle yetişmemiz mümkün olmadığı gibi, o yolla hizmetimize kazandıracağımız birşey de olacağını tahmin etmiyorum. Sâdece mazeret olarak, o da belli bir devreye kadar yadırganmama ölçüsünü kullanabiliriz ki, daha ötesini tecviz etmek mümkün değildir.
.
..
Cenab-ı Hakk’ın isimleri ve sıfatları arasında derece mevzubahis midir, izah eder misiniz?
Cenab-ı Hakk’ın isimleri ve sıfatları arasında derece mevzubahis midir, izah eder misiniz?
Biz,bize ait isimleri anne ve babamızın isimlendirmesiyle değil de sonradan elde edeceğimiz mahâretlere göre almış olsaydık kimimiz ekmek pişiren ma'nâsına "Habbaz", kimimiz, marangozluk işlerini iyi becermesiyle "Neccâr".. vs. gibi isimler alırdık. Yani kimin mahâreti hangi yönde ise, alacağı isim o ma'nâyı ifâde eden bir isim olurdu. Bazan bu isimler, mübâlâğa kalıbıyla da ifâde edilir. Meselâ normal setredene "Sâtir", fakat, tastamam ve kusursuz setredene ise "Settâr" normal hamdedene "Hâmid'; ham, vazifesini tam yerine getirene de "hammâd" denir.
Halbuki, bizim isimlerimiz, sonradan kazanacağımız mahârete göre değil de anne ve babalarımızın arzusuna göre verilir. Hatta bazan, hiç de bize uygun düşmeyen veya bizimle alâkası olmayan bir isimle de isimlendirilebiliriz.
Böyle bir benzetme ilk bakışda kaba ve sevimsiz görülebilir. Ne var ki, mücerret hakikatların anlatılmasında öteden beri hep aynı yolda hareket edilmiş ve ifâde tenezzülâtına gidilmiştir.
Cenâb-ı Hakk'a ait isimler, kâinatta icraatı müşahede edilip ve yine O güzel isimler sâhibi tarafından, O'nun has kulları vasıtasıyla bize tâlim edilmiş isimlerdir. Meselâ, kâinatta apaçık gördüğümüz bir güzellik vardır. Gökkuşağı gibi bu güzellikler birbiri içinde bütün varlığı sarmış durumundadır. Ovada, obada, çiçekte baharda, gözde ve kaşta bir güzellikler cümbüşü hâkimdir. Bu güzelliklerin sâdece dış yüzüne bakıp hayranlığını ifade için, binlerce senedir, binlerce edîp ve şâir hep bu güzellikleri destanlaştırmaya çalışmış, yine de söylenmesi mümküne kıyasla, çok az şey söyleyebilmişlerdir. Anlatmakla bitiremeyeceğimiz bütün bu güzellikler elbette Cenâbı Hakk'ın bu ma'nâyı ifâde eden bir ismine dayanmaktadır ki o da "Cemîl" ismidir.
Yine, kâinatta ince bir nizâm ve intizam dâhilinde, rızık tevziatı yapılmaktadır. Hücreden gergedana kadar her canlı kendine münâsip bir rızıkla beslenmektedir. İbâdet ve tesbihler meleğe rızık olurken, et insana, kemiği de cinlere rızık olmaktadır. İşte gözle gördüğümüz rızka ait bu faaliyet, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk'ın bir “Rezzâk” ismi olduğunu isbat etmektedir.
Eğer biz Cenâb-ı Hakk'ın "Cemîl" ve "Rezzâk" isimlerini bilmemiş olsaydık icraatını gördükten sonra, Ona hitaben "Sen Cemîlsin", "Sen Rezzâksın" diyecektik. Bunun gibi,diğer isimlerini de icraatından anlayıp yine, O'na o isimlerle seslenecektik. İşte Cenâb-ı Hakk, icraatını gösterdikten sonra, bizi yanıltmamak için kendisini bu isimlerle tesmiye etmiştir. Ancak Esmâ-i İlâhî istikrâîdir. Biz, Zât-ı Ulûhiyet hakkında kendi kafamızdan isim uyduramayız.
Bu isimler, Zât-ı Ulûhiyette, bunlara medâr olabilecek bir kısım sıfatlara dayanmaktadır. Yine yukarıdaki misâlden hareketle söyleyecek olursak, kendisi ne "Habbâz" ismi verilen bir insanda eğer ekmek yapma sıfatı yoksa veya" Neccâr" bir marangozluk sıfatına sâhip değilse bu isimlerin ona verilmesi mümkün değildir. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, herşeyin yüzüne perçinlediği güzelliklerle kendisinde varlığını kabul ettiğimiz ve belli bir seviyedeki insanların da müşâhede ettiği "Cemîl" ismi, bütün güzelliklerin kaynağı olan "Cemâl" sıfatına dayanmaktadır. Bunun gibi bütün isimler kendilerine kaynak olacak bir sıfata,bütün sıfatlar da "Şe'n"e ki, bunu beşer için kullanacak olursak, kâbiliyet ve istidât diyebiliriz, ancak Cenâb-ı Hakk için böyle bir tabir kullanmamız doğru değildir, dayanmaktadır. Demek oluyor ki fiiller isimlere, isimler sıfatlara, sıfatlar Şuûnât-ı hâhiyeye ve Şuûnat-ı hâhiye ise Cenâb-ı Hakk'ın Zâtına dayanmaktadır. İşin burasında duruyor ve Allah Rasûlü gibi;`Seni hakkıyla bilemedik Ey Ma'ruf"diyoruz.Ve yine Hz. Ebu Bekir gibi "Seni anlamaktan âciz olmak Seni anlamak demektir" diyor ve edeble iki büklüm oluyoruz. .
O vardır. Varlığını iliklerimize kadar hissediyoruz. Fakat O'nu idrak etmekten de âciz bulunuyoruz. O'ndan daha âydn bir nesne yoktur, ama, O yine de bir mevctld-umeçhuldür.
Şimdilik, O'nun isim ve sıfatları arasındaki farka, böyle avamca bir bakışla iktifa ediyor ve tafsîlâtını bir başka zamana bırakıyoruz.
..
Ulü’l Azm peygamberleri hangileridir ve niçin bu isim sadece onlara verilmiştir?
Ulü’l Azm peygamberleri hangileridir ve niçin bu isim sadece onlara verilmiştir?
"Ulû" kelimesi arapçada "sâhip" demektir. Kıyas dışında, yine aynı manâya gelen "Zû" kelimesinin çoğuludur. Meselâ, Zülmal,"mal sahibi;' ulü' 1- elbâb ise "akıl sâhipleri" manâsına gelir.
Azm, kararlılık, irâde ve dönme bilmeme gibi ma'nâlar için kullanılır. Başına "Ulû" kelimesi getirilince de ma'na,azim ve karar sâhipleri olur. Mevzûmuzla alâkalı olmamakla beraber, bu kelimenin tedâi ettirdiği bir Âyete sadece işaret etmek istiyorum. Hz. Âdem hakkında "Onu azimli bulmadık" (Tâhâ Sûresi, 110) meâlindeki Âyette müfessirlerden bazıları onu günaha girmeme mevzûunda azimli bulmadık, gibi bir tefsirde bulunmuşlar. Ben şahsen, bir nebî hakkında böyle bir tefsiri kabul edemiyeceğim. Gönlüm böyle bir manâyı kabule yanaşmıyor. Şöyle bir ma'nâ vermek, bana daha muvafık geliyor:"O bilmeyerek bir günaha girdi. Fakat bunu daha önce plânlayrp kararlaştırmış değildi. Bu mevzûda israr mânâsına azmi de yoktu.."
Ulü'I-Azm peygamberlere gelince, bunlar Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle anlatılmaktadır; "Hatırla, bir vakit peygamberlerden söz almıştık: `Sen'den, Nûh'tan, ibrahim'den, Mûsâ'dan ve Meryem oğlu İsâ'dan... Onlardan sapsağlam bir söz aldık. "Sen'den"tabiriyle kastedilen Efendiler Efendisi Hz. Muhammed (a.s.), Hz. Nûh (a.s.) Hz.İbrahim (a.s.) Hz.Mûsâ (a.s.) ve bir de Hz.İsâ (a.s.)
Her peygamber peygamberdir, ama, bunların pazarında herşey çok pahalıdır ve bunlar çok çetin imtihanlardan geçmişlerdir. Bu peygamberlere ait Kur'ân'da zikredilen kıssalar iyiden iyiye tetkik edilse niçin bunlara "azim" sahibi peygamberler dendiği çok iyi anlaşılır. AI1ah Rasûlü (a.s.) kendisine yapılan her türlü ezâ ve cefâya katlanmanın yanında ağzından şikayet manâsına ve kaderi tenkit ifade eden tek kelime dahi çıkmamıştır. Bedir'de gâlip gelir, ancak Uhud bir dağ gibi O'nun omuzlarına biniverir. Uhud'dan dönerken, söz dinlemedeki nezâketi tam kavrayamadığından bozguna sebebiyet veren sahâbiye tevbih işmam eden hiçbir kelâm sarfetmez. Hz. Hamza'nın şehadeti onu çok dilgîr etmiştir, ancak O,bu mevzûda dahi ızdırâbını sînesine gömmeyi bilmiştir.
Onun bir derdi vardır, insanların hidâyete ermesi. O bu mevzûda çok hırslıdır. O kadar ki,. kendisini bu uğurda telef edecek duruma gelmiştir. Âyet O'nu: "Bu Kur'ân'a inanmıyorlar diye nerdeyse üzüntünden kendini telef edeceksin" (Kehf, 6) diyerek îkâz ediyor, ve bize onu böyle bir tablo ile gösteriyor.
O daima hak uğruna kendini bitirip tüketme ufkunda yaşıyor. Küsme, darılma, gönüI koyma. O’nun semtine yanaşamıyor. O bütün başına gelenlere dayanma noktasında hep azimle sebat ediyor.
Yıllarca bir kanevice örüyor ve gelen gaybî bir el O'nu paramparça ediyor.. O hiç hayıflanmadan başlıyor yeniden örüyor..
Esâsen bu husus, peygamberlere ait umûmî bir vasıfdır. Ancak, her peygamberler, derece itibariyle aynı olmadıkları gibi, marûz kaldıkları belâ ve musîbet itibariyle de bir değildirler. Ve tabîi ümmetleri itibâriyle de.
Bu mevzûda, Allah Rasûlünün beyan buyurduğu bir manzara ne kadar mânidardır. Gayb perdesi aralanıyor ve O'na bütün peygamberler gösteriliyor. Gerisini O'nun mübarek dudaklarından dökülen şu cümlelerden dinleyelim: "Öyle peygamberler gördüm ki arkasında tek bir ümmet dahi yoktu. Bazılarının ardında üç-beş insan vardı. Bir kalabalık cemaatın gelmekte olduğunu gördüm. Bu benim ümmetim mi? diye sordum. Hayır, dediler Bu Musâ'nın ümmetidir. Biraz sonra ondan çok daha kalabalık bir ümmet gördüm ve onların benim ümmetim olduğu haberini aldım."
Düşünmek gerekir, bir peygamber ömür boyu çalışıp didiniyor da; kendisini anlayacak tek bir 8şina sîmâ bulamadan vefat ediyor. Bazıları sadece bir kaç kişilik ümmete sâhip oluyor. Bizler bu şekilde imtihan olsak, bu işin altından kalkabileceğimizi tahmin etmiyorum.
Hz. İbrahim, mancınıkla atılmak üzere elleri bağlı getiriliyor. Biraz sonra alevleri okyanus dalgaları gibi göğe yükselen dehşet verici ateşin içine atılacaktır. Melek müsâade istiyor, yardım etmek için çırpınıyor. Fakat o, tevekkülünden zerrece taviz vermeyerek "Allah bana yeter o ne güzel vekîldir" diyor.
Hz. Nûh asırlar süren çırpınışları neticesinde bir avuç insanla ancak gemiye biniyor ve öz evladını dahi yanına alamıyor. Nebî rûhunu taşıyan bir baba için bu manzara ne ızdırap vericidir. Bunu bizim anlamamız çok zordur hatta mümkün değildir.
Hz. Mesîh, öldürülmek istendiğinde henüz otuzüç yaşındadır. Kafasını uzatsa dışarıda kendisini parçalamak için bilenen kılıçları görecektir. Fakat o azimle yerinde duruyor ve bir an dahi tereddüt göstermiyor.
Evet, onlar "Allahü yastafî.." sırrına mazhar insanlardan seçilmiş seçkin ve yüce istidatlardır. Allah'ın rahmâniyet ve rahîmiyetiyle kaynattığı varlık kâsesindeki sütte onlar kaymak durumundadırlar. Cenâb-ı Hakk'ın Kudret ve irâdesi onlarda bu şekilde teceli etmiştir. Derin bir tevekkül ve pörsüme bilmeyen bir azim,onların ayrılmaz vasıflarıdır. Ve onun için onlara Ulü'l-azm, denmiştir. Derecesine göre her nebî ve velîde de azim vardır. Fakat bu hasletin en müntehâ noktasında bulunanlar işte isimlerini saydığımız bu peygamberlerdir.
..
Karşı cephenin bunca tahribine mukabil, neslimizi nasıl muhafaza edip elimizde tutacağız, anlatır mısınız?
Karşı cephenin bunca tahribine mukabil, neslimizi nasıl muhafaza edip elimizde tutacağız, anlatır mısınız?
Hz. Âdem'den günümüze kadar küfür dâima tahrîb cihetini tutup gitmiş; inananlar da hep tâmîr tarafını sahiplenmişlerdir. Günümüzde de aynı şekilde devam etmektedir. Onun içindir ki, bu derdi vicdanında derinlemesine duyan Çağın Büyüğü şöyle diyor: "Eğer bu iki kuvvet arasında bir denge olsaydı ve aynı imkânlara sahip bulunulsaydı, bizim cephemizde büyük bir fütühat görülecekti".
Karşı cephenin bütün yaptığı tahrîptir. İnsanın hissiyatını kamçılayarak onu şehvet çukuruna yuvarlamış, arzu ve isteklerini tahrîk ederek yine onu maddenin esiri haline getirmiş; makam ve mevkiye vurduğu saykılla onları çok cazîp göstermiş,bakışları bulandırmış, basit vâsıtalarla büyük tahrîpler yapmış ve bütün bir gençliği şirâzeden çıkarmışdır. Eğer bizim cephemizde de herşey bu kadar kolay vücuda gelebilseydi, bunca çalışmanın karşılığında çok büyük muvaffakiyetler görülecekti...Halbuki biz, asırlardır her tarafı yıkılmış bir kalenin hem de çok büyük bir kalenin tâmîr ve onarımıyla meşgûl oluyoruz.
Düşünmeli ki, bu memlekette. hatta bütün İslâm âleminde tevhîdin temelleri sarsılmış, Allah inkâr edilmiş, peygamber (a.s.) tezyîfe ma'ruz kalmış. d'ın bütünüyle hafife alınmış ve bütün cihânı aydınlatan hatta düşmanlarına bile mucizeliğini kabul ettiren aydınlık tufanı Kur'ân-ı Kerîm ayaklar altına alınmış, inanmış insanların yanında bile âdeta dinin hiç bir ağırlığı kalmamış ve her şey içinden çıkılmaz hale gelmiş. İşte böyle devrede hem yapacak iş çok hem de yapılan işlerin değeri büyük olur. Karşı taraf bir taş çekiyor bütün duvarı aşağıya yıkıyor, biz ise taş taş üstüne koya koya o duvarı yeniden örmek ve örülen kısmı da ayrıca muhâfaza altına almak zorundayız. Fakat bütün bunlarla beraber açıktan açığa inâyet elinin göründüğünü söylemek de mümkündür. Bu satırlar bana, Pascal'a âit bir hâtırayı hatırlatıyor. Pascal, bir vecd ve aşk insanıdır. Fakat tâlihsizdir. Bir mütefekkirimizin dediği gibi, "son anda vapuru kaçırmıştır."Hz. Muhammed limanına kadar yanaşmış ancak kendini o nurdan kucağa atamamıştır. Bu ayrı bir mevzû. Benim üzerinde durmak istediğim ise, tamamen bize âit bir mes'eleye onun başından geçen bir hâdiseyi tavzih unsuru olarak kullanmaktan ibâret.
Kendisi anlatıyor: Bir faytonun içinde Ren nehrine doğru gidiyordum. Atlar birden gemi azıya aldılar. Kurtulmam mümkün değildi. Nehrin içine yuvarlanmam mukadderdi. Birden beklenmedik bir hâdise oldu. Atlar arabadan koptu, nehire uçtu ve ben iki nûrânî el sayesinde, arabamla beraber nehirin kenarında kaldım.
O güne kadar sefih bir hayat yaşayan Pascal bu hâdisenin te'siriyle bir manastıra kapanır ve ömrünün sonuna kadar orada, düşünen, gören, bilen bir rahip gibi yaşar.
Bize gelince, Pascal'ın ömründe bir kere gördüğü bu nûrânî elleri başımızdan geçen yüzlerce hâdisede yüz defa müşâhede etmekteyiz. Rabbimize sayısız hamdu senâlar olsun.
Onlar sinemalarıyla, tiyatrolarıyla, bar ve pavyonlarıyla, diskotekleriyle gençliği tahrîp etmelerine mukâbil, bizim cephemiz onlara, namaz kılın oruç tutun, nefsinize âit bir kısım isteklerden fedâkarlıkta bulunun... kendiniz için değil etrafınız için yaşayın ve gelecek nesiller adına kendinizi fedâ edin gibi zâhiren çok zar görünen teklifler götürüyoruz. Buna rağmen, yine de kabul görüyoruz ki, binlerce genç İslâmî mes'elelere yürekten sâhip çıkıyor. Bizim senelerce evvel söylediğimiz Çin ve Rusya'ya âit yıkılışların bugün herkesin ma'lûmu olan âdiyattan birer vâkıa haline gelmesi gibi, dün söylenilmesine rağmen anlaşılmadığı halde bugün aynelyakîniyle vâkıf olunan nice mes'eleler var ki, orta kuşağın elmas ülkelerinde müşâhede ettiğimiz,bunca değişikliklere sebebiyet veriyor. İnsanlık dinin karşısında, güneş karşısında kalıp eriyen buz parçaları gibi eriyor ve su haline geliyor. Küfür cephesi, yukarıda olmasına rağmen, hızla aşağıya doğru düşüş yapmakta, bizim cephemiz ise hızla tepeye doğru tırmanmaktadır. Önümüzdeki çeyrek asırda çok şey değişecek ve İslâm âlemi dünyada lâyık olduğu yeri muhakkak alacaktır. Küfür taviz vermeye başlamış,biz ise toparlanma eşiğine gelmiş bulunuyoruz.
Esasen biz, bize düşeni yapmalıyız. Nesli koruma ve muhâfaza etme Cenâb-ı Hakk'a âit bir iştir. O'nun sonsuz rahmetinden ümît ediyoruz ki binbir çileyle yetişen bu nesli, siyâneti altına alıp muhâfaza etsin ve palazlanma devresine girmiş civcivleri canavarlara yedirmesin. Aslında O'nun inâyet eli uzanmasaydı, bizim aklımızın yeteceği işler deği1di. Evet, o lütuf ve ihsânda bulundu,bizi hiç bilmediğimiz vâdilere sevketti. Neden sonra anladık ki, oralara girmemiz gerekiyormuş. İşin başında gördüğümüz bu yardım ve inâyetin işin so
.
Efendimiz ve ilk müslümanların başkalarının imanlarını kurtarmadaki cehd ve gayretlerini anlatır mısınız?
Efendimiz ve ilk müslümanların başkalarının imanlarını kurtarmadaki cehd ve gayretlerini anlatır mısınız?
Bu tamamen müstakil bir mevzû mâhiyetinde anlatılması gereken hususlardan biridir ki, daha önce silsile halinde, münhasıran sahâbenin, mevzû ile alâkalı yönünü arzetmeye çalışmıştım. Esasen her sohbet, konuşma ve yazıda onlardan bir iki misâl vermeyi o mevzûnun ruhu ve hayatı kabul edenlerdenim. Benim için sahâbî bir ölçüdür ve ben bütün hükümlerimi onlara benzeme nisbetine göre veririm... Bütün hayatım boyunca onları, aydınlık yolda birer trafik memuru kabul ettim. Onların iş'âr ve işâretleriyle yürünen bir yolda, en büyük aydın insanın kapısına varılacağına inandım. Ve imkân dâhilinde bu düşüncemi hayatımın gâyesi haline getirdim. Şayet mü'minleri de bir tasnife tâbi tutmak gerekiyorsa, onlara yakınlık veya uzaklıklarını birer miyâr kabul ederek, böyle bir tasnife girişilmesini her zaman yakın arkadaş ve dostlarıma ifâde ettim. Tekrar tekrar anlatılmış bu mevzûyu, şu satırların okuyucuları belki ruhlarında kimbilir kaç kere hallaç etmişlerdir ve onları çok ileri seviyelerde bilme ufkuna ulaşmışlardır. Bunu kabulle beraber, sorulduğu için teberrüken birşeyler demeye çalışacağım.
Başta Allah Rasûlü (as.) sonra da onun ashâbı, dînî düşünce ruhlarında mayalandığı andan itibaren, başkalarına dînî mevzûları anlatmayı, dini, hayata hayat yapmayı ve bu yoIla insanları hakiki kurtuluşa ulaştırmayı hayatlarının gaye ve ideali haline getirdiler. Zaten dine hizmet yoksa, hayatta kalmanın da bir ma'nâsı yoktur. Biz Allah'ın halifeleri olarak yeryüzünde bütün hâdiselere dînî duygu ve düşünceyle müdâhale etmek mecburiyetindeyiz. Şayet bir su aşağıya doğru akıyor ve dinimiz de bize, onun yukarıya doğru akmasını emrediyorsa, dinin dediği oluncaya kadar çalışmakla mükellefiz. İşte bu mükellefiyetimizi idrâk edebiliyorsak varlığımızın bir hikmeti ve yaşamamızın bir ma'nâsı vardır. Durum aksiyse, yaşamamız abes ve mevcûdiyetimiz de lüzumsuzdur.
Bu şuur ve düşünce Allah Rasûlünde en üst seviyedeydi. Kur'ân-ı Kerim birkaç yerde hem onu ikaz hem de onun yüce ve muallâ kametini bizlerin nazarına vermek içü'i "Felealleke.." (Kehf,6; Şu'arâ, 3) ile başlayan âyetlerini serdediyordu. Neredeyse kendini bitirip tüketeceksin. Neredeyse kendini öldüreceksin.." Sabah kalkıyor, inanmayan çehreler görüyor, akşam yatarken onların hayâlleri nazarında beliriyor... duyup hissettiklerin karşısında, insanlarla alâkana göre ızdırâp ve kalak içinde iki büklüm o1uyorsun.
Sana ait ulvî hayatı unutuyor ve neredeyse intihâr edecek duruma geliyorsun. Evet, şu sözler sözü ve ilâhî mesaja gönül verip onun aydınlatıcı ikliminde şekillenmiyorlar, durmadan inliyor ve inanıp onunla bütünleşemediklerinden dolayı da öyle üzülüyor, ve kıvranıyorsun ki neredeyse bir mum gibi eriyip biteceksin . Bu âyetlerde hem "işi kadere bırak, Allah'a teslîm ol, kendine o kadar eziyet etme" ma'nâsı vardır, hem de çok ciddi ve ulvî bir iltifat. Burada sanki şöyle denmektedir: Ey Nebî! Senin yüce bir ruhun var. Bu ruh ilerde öyle bir kaynak haline gelecek ki tasını eline alan herkes o kaynağa koşacak ve doyup dolacaktır. İşte,ilerde olacak o büyük iş adına hayatına kıyıp, düşünce dünyanı bu kadar sarsma. Sen lâzımsın. Öyle ise vazifeni yap. Sen, Rubûbiyetin gereğine karışma! Daha kimbilir bizim hissedemediğimiz ve ancak onun hissedebileceği iltifatlarla dopdolu ne ma'nâlar ifade ediyor bu âyetler...
Âyetteki bu iltifattan da anlıyoruz ki, Allah Rasûlünün bütün dert ve ızdırapları getirdiği büyük hakikatları insanlara anlatmaktı. Âdeta yağmur yüklü bir bı.ılut gibi hep bu dert ile mahmûl bulunuyordu. Hakkın tecellîleriyle mest bir nebî için, "Sarhoş" tabirini kullanmam mümkün değil. Fakat bir başkasını anlatmak isteseydim ona "Bu derdin sarhoşu" derdim. Bu büyük da'vâdan başka, onun düşünce ufkuna misafir olan hiç bir mes'ele yoktu. Onun içindir ki kendisine yapılan ezâ ve cefâlardan sanki haberi bile olmuyordu. Çok kere yanındaki sâdık dostlarına ne olduğunu soruyor ve hâdiseye onların hıçkırıklarını duyunca fakat yalnız ve yalnız dostlarını tesellî için kısa bir müddet atf-ı nazar edip geçiyordu.
Meleklerin bakmaya kıyamadığı o yüze uygun olmayan şeyler atılıyor, arşta gezen başına işkembe konuyor, bastığı yerlerdeki tozu toprağı gözümüze sürme diye çekmeyi canıma minnet bildiğim o mübârek ayaklarının altına dikenler serpiliyor veya taşlanarak, o mübârek ayaklar kan revan içinde kalıyor (Kimbilir onun ayağına değen her taş karşısında gökteki melekler nasıl feryat edip semâyı ihtizâza getiriyorlardı..?), bütün bunlar oluyordu da fakat sanki bütün bu olup bitenlerden habersiz yaşıyordu. Neden sonra, Ömer'de bir hıçkırık duyunca "Niçin ağlıyorsun ya Ömer'; Ebû Hureyrenin iki büklüm ağlayışını görünce "Ey Ebâ Hüreyre seni ağlatan nedir?" Veya canından bir parça kızı Fâtıma'nın billur gibi gözyaşlarının yüzünde inci dâneleri gibi süzülmeye başladığını görünce "Kızım seni ağlatan nedir?" soruyor ve her defasında kendisiyle a1âkalı bir derdin onları ağlattığını anlayınca teselli ediyor: "Ağlamayın Allah bu dini aziz kılacaktır", "Ağlama! Allah senin babanı zâyi etmeyecektir" tesellîsiyle iktifa ediyordu.
Evet, Allah onu zâyi etmedi. O her inanan gönülde bir gül bir cennet çiçeği gibi bugüne kadar yaşadı ve bundan sonra da yaşayacaktır. Onun sâdık doşt1arı da aynı şekilde davranıyorlardı. Yeryüzünde herkesin her kesimin ittifakla kabul edip kendilerine rehber edinecekleri tek cemaat sahâbeler cemaatıdır. Biz onların sâdık kapı kullarıyız. Ümîdimiz de Cenâb-ı Hakk'ın bizi bu ikrar ile haşretmesi merkezindedir.
Ben kendimi mü'minlerin en mücrimi kabül ediyorum. Buna rağmen onlardan biri tenezzül buyurup misâl âleminden ufkuma dikilse ben de rüyamda görüversem, o gün kabıma sığamıyor ve sevincimden uçacak hale geliyorum.
Bunu büyük bir lütuf kabul ettiğimden kesiliverir korkusuyla hiç kimseye anlatmak da istemiyorum. Ama bazan endişeme galebe ediyor ve yakın arkadaşlanmdan birine, elimde olmayarak anlatıyorum. Ve "yine bugün o dostlar dâiresinin yıldızlarından biri, nâehil birinin ufkunda tecellî etti" diyorum. İşte onlar bizim için budur...
Sahâbî.hakkıyla Nübüvvet nûrunu gönül aynalarıyla aksettirdiler. O mir'atı mücellâya tam bir mâkes oldular ve onu tamma'nâsıyla temsil ettiler. İmamlar imamına tavizsiz ittibâ ile, imamlarrnın sînesinde kaynıyan o hakikat buhurdanlığını alıp ruhlarında yaşadılar, yaşattılar ve insanlığı -Cenab-ı Hakk'ın yardımıyla- aydınlığa boğdular.
Bu o devirde insanlığı kurtarmaya mâtûf bir hareketti, en ulvî keyfiyetiyle de temsîl edildi. Onlarda gördüklerimiz, bugün de bu işin olabileceği hakkında bizlere kanaat veriyor. Zira biliyoruz ki tarih, bu oluş ve tekevvünlerin tekrarından ibarettir. O devrin tekerrür etmemesi için de hiçbir sebep yoktur. Ve inşâallah tekerrür de edecektir. Kanaatim, bizler adım adım o noktaya doğru gidiyoruz.
Daha dün denecek kadar kısa bir zaman önce bütün misâlleri sahâbeden vermek mecburiyetinde kaldığımız bir vâkıadır. Ancak bugün devrimizden ve günümüzden de misâller verebilmek imkânına sahibiz. Zaten bilerek-bilmeyerek hepimiz bu günleri bekliyorduk. Misâlin birini asrı saâdetten verirken, ikinci bir misâli günümüzden verip bu iki halkayı birleştirmek arzumuz artık tahakkuk etmiş bulunuyor.
Bir misâlle mes'eleyi müşahhaslaştırmış olayım: İçtimâî yönleri ve mevkileri itibariyle çoklarını gIptaya sevkedecek durumda bir grup genç arkadaş, daha henüz hayattan kâm almamışlar ve dünya nâmına bütün nimetler ayaklarının altına serilmiş iken, bir liste yapıp bana getirmişler. Listede isimler var, altına şöyle bir not düşülmüş. "Allah aşkına bize duâ edin de dinimiz uğruna şehîd olalım."
İşte bu yeniden sahâbînin varolması demektir. Uzun müddet onlar için duâ ettim. Ömürlerini din uğruna harcamaları ve son nefeslerini de ölümlerin en kârlısı şehâdetle bitirmeleri için. Bu isimlerin en sonuna da liyâkatıma bakmadan kendi adımı yazdım. Onların isimlerini şefâtçı yâparak bu pâyeden istifâdeyi. Rabbîmin engin lütfundan niyaz ettim. Şu gençlerin ve onlar gibi binlerce gencin hâli bizi gıptaya sevkedecek ve yüreklerimizi hoplatacak kadar zengin ve çok şey va'detmektedir.
Onları gördükçe ümîdimize fer geliyor ve artık bu iş tutacak diyoruz. Çünkü artık o ulvî mânâyı, ruhlarının derinliğinde hem de o ma'nânın kâmet ve kıymetine göre temsîl edecek gençler var, ve bu Rabbimizin bize sonsuz ihsânıdır. Evet artık, yatarken şakakları zonklayanlar çoğalmıştır. Bugün imansızlığın ve imansızların ızdırabını rûhunda yaşayan binlerce genç vardır. Böylece ilk kutbu teşkil eden o muhteşem sahâbîye mukâbil,büyük da'vânın altına girmeye azmetmiş, onlara denk işler yapma gayreti içinde, yepyeni bir nesil, ter'ü taze ümitten mesajlarla ve Hz. Muhammed (a.s.) kokusuyla, buhurdanlık gibi içleri yana yana hizmetteki yerlerini almaya çalışmaktadırlar. Rabbim bizi, kusurlarımıza bakıp inkisara uğratmasın.. Amin
Mes'eleyi hülâsa edecek olursak, onlar hasbîlik, diğergâmlık, kendini ve kendine ait işleri unutma, vazifesi adına maddî-mâ'nevî bütün hazlardan vazgeçme gibi ulvî hasletlerle yükselip semalara çıktılar. Eğer gözümüz ufukda aynı şeylere namzet isek, aynı düşünce ve aynı ruh hâletini paylaşmamız icap edecektir.
..
Hayat ve gençlik hevesatı cihetinden gelen tehlikelerden nasıl korunabiliriz?
Hayat ve gençlik hevesatı cihetinden gelen tehlikelerden nasıl korunabiliriz?
Günümüz insanının en büyük dertlerinden biri: Hayatın içindeyiz ve çoklarımız itibâriyle gençliğin baskısı altında kalıyoruz. Hevesât, ulvî duygularımızı te'sir altına almış durumda. Ve bugün yüce hakikatları, Allah Rasulünün istediği keyfiyette temsîl etme cidden zor görünüyor. Şu kadar var ki, böyle tehlikeli bir hatta kavga vermenin de kendine göre avantajları var. Evet mârûz kalınan zor şartlar nisbetinde bir de bu işin mükâfat yönü mevcuttur.
Hz.Hamza'yı şehîdlerin efendisi ve Allah'ın arslanı haline getiren verdiği kavganın zorluğu değil midir? "Düşman fazla ancak bizim de imânımız var" deyip can-siperâne ön saflara saldırış ve ölümü hiçe sayış. İşte bu O'nu ulvi makama ve şehîtlerin efendisi ufkuna ulaştıran mühim bir vesîleydi.
Sahâbî devrinde de, bugün bizi rahatsız eden günahlar, hem de bütünüyle bulunuyordu. Kadınlar, Kâbe’yi üryan olarak tavaf ediyor, fâiz, ihtikâr, rüşvet, içki ve kumar cemiyetin ruhunu kemiriyordu. Onlar bütün bu hayata sırt çevirerek İslâm'ı seçtiler. Fakat, onlar da beşer olmaları hasebiyle his ve heves taşıyorlardı. Zaten buna rağmen nefsânî arzulardan vaz geçmeleri değil midir ki onları büyüklerden daha büyük kılıyordu... Böyle bir dönemde, bütün çirkinlikleri bir tarafa itip, apaydın ve tertemiz bir hayat seçmeleri, bütün tehlikelere rağmen, Efendimiz (sav) in arkasında yer almaları, onlara büyük faziletler kazandırdı ve kazandıkları bu faziletler sâyesinde haklı olarak gökteki yıldızlar gibi arkadan gelenlere ışık ve rehber oldular.
Günümüzde de bu türlü felâket ve helâketler vardır. Zaten bu işin başındaki ilk bâniye. ruhânî bir mecliste "Felâket ve helâket asnnın adamı" demişlerdi. Onun arkasında saf bağlayanlara da. eğer birgün İki Cihân Serveri seslenecek olsa, herhalde "Gelin ey felâket ve helâket asrının nesilleri" diyecektir. Zira. çarşı. pazar. sokak, içtimâî ve ticarî hayat, âile, fert, cemiyet ve bunları ayakta tutmayı vazife edinen mektep ve içtimâî hayatı meydana getiren bütün ünite ve kuruluşlar teker teker ele alınıp değerlendirilse ve haklarında bir hüküm verilmek istense denecek tek söz "Berbat" olacaktır.
Nereye giderseniz gidiniz, üstünüze-başınıza günah adına birşeyler bulaşmasına mâni olamazsınız. Ruhunuz birkaç defa örselenmeden, kalbî hayatınız sarsılmadan, toplum hayatının bir tarafından diğer bir tarafına geçmeniz imkânsızdır. Bugün müslümanca yaşamak, alevden bir zemin üzerinde yürümek veya kandan irinden deryaları geçmek kadar zordur. İşte biz böyle bir felâket ve helâket asrının çocuklarıyız. Mâhiyetimizde bulunan gizli hevesât, nefsânîlik ve cismânîlik akrep gibi kuyruğunu kaldırmış bizi sokmaya çalışıyor. Nefsimiz, heveslerimiz ve şehavânî duygularımız içinde doğduğu, büyüdüğü vasat ve ortamdan sürekli besleniyor. güçleniyor. Böyle bir akrebin bizi sokup zehirlemesi her an muhtemeldir. Bütün bunları kabulle beraber, "mağrem" itibariyle "mağnem" esaslarına göre durumumuzu değerlendiriyor. Bunca zorlukların bize kazandıracağı avantajları düşünerek de tesellî oluyor. hatta bir cihette seviniyoruz. Çünkü bu zorluğu atlatabildiğimiz zaman, kazancımız da o oranda büyük olacaktır. Şayet sahâbî böyle zor şartları atlayarak yükseldiyse, günümüzün inanan insanları da aynı şekiIde bir bahtiyarlığa ermeleri ilâhî Rahmetten beklediğimiz neticelerdendir. Günahlara girme şartlarının bu kadar kolaylaştığı bir devirde. bilmeden işlediğimiz hatâ ve günahlarımız elbetteki vardır. Ancak bize düşen şey, Rahmet kapısından ve İlâhî dergâhın eşiğinden ayrılmama ve sebât etmedir. Burada, müsâdenizle kendi hislerime tercüman olması bakımından bir hâdiseyi nakletmek istiyorum. Çocukluğumda, koyunlarımızı bekleyen ve kapımızdan hiç ayrılmayan bir köpeğimiz vardı. Ben ondaki bu sadâkata hayran olur, onunla oynar, boynuna sarılır ve ona sık sık yemek verirdim. Meselenin hıfzı'ssıhha açısından münâkaşasını yapacak değilim. Sadece bir hissimi anlatmak istiyorum. Bendeki bu çocukluk hâtırası, çok defa hâtırıma gelir. Ve ellerimi açıp Rabb'ime niyazda bulunurken, o hâdiseyi bir ilinti halinde ümidimin yanında bulundurur ve "Rabbim, sadece sadâkatından dolayı nasıl ben o köpeğe bir dost muâmelesi yaptımsa, Sen de Senin kapından ayrılmayan ve başkasına serfurû etmeyen şu kıtmîri affet ve bağışla" derim.
Aynı şeyi cemaatımız adına söylemek de mümkündür. Bütün günah ve sürçmelerine rağmen şu cemaatın sadâkatla sürdürdüğü bir hizmet vardır ve işte onun hatırına Rabb-i Kerîmleri onları kapısından kovmayacaktır.
Biz kusurlarımızı kabul ve itirâf ediyoruz; ancak sonsuz rahmetinin gereği olarak da Cenâb-ı Hak'tanbu kusurlarımızın affını diliyoruz. Zaten bu itirâftır ki bir cihetle nedâmet ma'nâsına tevbe sayılır. Ve Allah (c.c.) böyle kalbten yapılan tevbeleri geriye çevirmez ve kabül buyurur.
Buraya kadar söylediklerimiz bir cihetten vâkıayı rapor ma'nâsını taşımaktadır. Şimdi de dikkat edilmesi gereken hususlar üzerinde bir nebze durmak istiyorum:
Biırincisi: Böyle herşeyiyle kaypak ve zararlı bir zeminde çok dikkatli yürümek gerekir. Mayınlı bir tarlada veya amansız bir düşman beldesinde nasıl hareket edilmesi icab ediyorsa, günümüzün çarşı pazarında gezerken de aynı dikkat ve aynı teyakkuz elzemdir.
İkincisi: Dışarıya çıkmadan evvel. his ve duygularımızı durultacak, berrak hale getirecek ve bizim his dünyamıza tesir edecek müessir çarelere baş vurulmalıdır. Bu birşeyler okuma, seyretme veya dinleme olabileceği gibi. derin bir iç muhâsebesi yapmak da olabilir. Böyle bir metafizik gerilime geçmeden sokağa çıkılmamalıdır.
Üçüncüsü: Kat'iyyen yalnız kalmamak. Bizim dikkatlerimizi murâkebe edecek ve nasihatıyla bizim ruh dünyâmızı ayakta tutacak bir arkadaş edinerek ve mümkün mertebe dışarıya onunla beraber çıkmaya çalışılmalıdır.
Dördüncüsü: Giderken-gelirken ve gideceğimiz, kalacağımız yerlerde imkân ölçüsünde bizim hayatımızla, münâsebeti olan ve bizi îkâz edici havasını koruyucu bir melek gibi üzerimizden eksik etmeyen materyalleri de yanımızda götürmeye çalışmalıyız. Günahlara karşı birer sütre birer perde olacak bu materyaller bizim iç murâkebemize vesîle olacaktır ki, böyle bir iç murâkebe ile dolup taşan bir insanın günaha girmesi ender vakâlardandır.
Beşincisi: İşlenen bir günah ve hatâ neticesinde derhal nedâmet edip tevbe kapısına koşulmalıdır. Zira günahın en az kalabileceği;kalb, bir müminin kalbidir. Orada hatalar, gelip geçici ve güneşle aramıza perde olan bulutlar gibidir. Hemen geçip gitmelidir. Tevbede gecikme, rûhun o nisbette kararmasına sebep olur. Ve o esnâda, diğer günahlarla münâsebete geçme yolları kolaylaşır. Onun için, buna meydan vermeden, hatâ ve günahın şekil, keyfiyet ve büyüklüğü ne olursa olsun, insan derhal kendine gelip, Rabb'in rahmetine dehâlet etmelidir.
Sahâbî, beyninden vurulmuş gibi Allah Rasûlünün huzuruna gelir ve "Ya Rasûlallah, ben mahvoldum" der. Gelirken gözüm bir kadına ilişti veya bir kadına dokundum, diye de ilâve eder. Bu kırık gönül karşısında âdetâ arş ihtizaza gelir ve Cibrîl imdâda yetişerek şu âyeti getirir: "Gündüzün iki tarafında (sabah, öğle ve ikindi) gecenin de yakın saatlerinde (akşam ve yatsı) namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir. Bu öğüt almâk isteyenlere (güzel bir) hatırlatmadır " (Hûd, 114).
Hele, berzah âleminin nûru durumundaki teheccüde kalkmak, uykunun en tatlı olduğu o anda, Rabb'e münâcata koşmak, işlenen hatâ ve günahları en kısa zamanda temizleyici birer faktör olarak değerlendirilmelidir.
Gecenin yarısında havf ve recâ ile dopdolu bir gönlün O'na yalvarış ve yakarışları Cenâb-ı Hakk tarafından muhakkak hüsn-ü kabûl görecektir. Yeterki yapılan bu tazarrû ve niyazlar ihlâs ve samimiyet içinde yapılmış olsun. Herbiri bir dönemeç başı gibi duran namaz vakitlerinde O'na kulluk ve O'nun karşısında bel kırıp boyun bükme, iki vakit arasındaki hatâ ve sürçmelerimizi affettirirken, nâfile ve teheccüd gibi ibâdetlerle de O'nun rızasını kazanmaya gayret etmeliyiz.
Evet, bir ta: aftan etrafımız günahlarla sarılı hazin halimiz, diğer taraftan bu hazin hali bertaraf edebilecek çapta bir kısım avantajlarla kuşatılmış durumdayız. Sahâbînin haline çok benzeyen bu manzaramızla, onlara yaklaşma fırsatını da aynı zamanda elimizde tutuyoruz. Onların vahyin soluklarını enselerinde hissetmelerine mukâbil biz de, zaman kaydından kurtulur ve Muhammedî bir ruhla yerimizi alabilirsek, bir cihetle kurtuluşumuzu garantilemiş oluruz. Cenâb-ı Hakk bizi bu ümîdimizde yanıltmasın!. . ( Amin)
.
Ahir zaman fitneleri karşısında durumumuz nedir ve nasıl korunabiliriz?
Ahir zaman fitneleri karşısında durumumuz nedir ve nasıl korunabiliriz?
Ondokuzuncu asır, çeşitli İslâm ülkelerinin istilâya uğradığı ve batının bâtıl düşünce ve efkârının hegemonyası altında ezildiği bir devrenin adı gibidir. Gerçi Avrupa zâlim ve münafıkları, madde plânında istilâ ettikleri bu yerleri terkedip geriye çekilmişlerdir. Ancak; düşünce adına ne kadar erâcifleri varsa hepsini, zehirli bir tohum gibi işgal ettikleri ülkelere saçıp öyle gitmişlerdir. İçinde yaşadığımız asır, işte böy1e tâlihsiz bir asırdır ki o tohumlann nesepsiz neticeleri sînemizde boy atmış ve bizleri düşünce ve ahlâk plânında birer sefil durumuna düşürmüştür. Onlardan intikal eden bütün bu fitne kıvılcımları cehennemî bir yangın meydana getirmiş, bu yangın cemiyet.hayatını yakıp kavurmaktadır. Bu fitneler yüzlercedir. Ve günümüzün nesli, işte, böyle fitnelere karşı tavrının ne olması gerektiğini sormaktadır. Şu sorunun sorulmaya başlanması bile bizi sevindirmektedir. Bence bu bir merhale kâtedişin belirtisi olarak kabul edilip değerlendirilmelidir.
Küfür cephesi, evvelâ okunu tevhîd akîdesi üzerine atmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın varlık ve birliği hakkında zihin1eri bulandırmak istemiş ve belli bir devre bunda muvaffak da olmuştur. Bu millet, Allah'ı inkâr etmenin bir moda hâlini aldığı devirleri de görmüştür. O devrede din bütünüyle hafife alınır olmuş ve dinin mukaddes saydığı mefhûmlar hakârete mâruz bırakılmıştır.
Milletin Kur'ân'a olan bağlılığı sistemli şekilde ruhlarda yok edilerek onun yerine başka kitapların gönüllerde yer etmesine gayret edilmiş, inananların sînelerinde apayn bir sevgi tahtında oturan Hz. Muhammed (as.)ın yüce isminin oradan sökülüp, başkalarının yerleştirilmesine çalışılmış, hatta Kâbe'nin yerine başka yerler teklif edilmiş ve işte nesiller böyle bir kaos içine itilerek özünden ve kökünden koparı1mak istenmiştir. Bütün bu hareketler umum millette bir tesir icrâ edemese bile yeni ve toy nesiller buna mukâbele etme irâde ve gücünü kaybettiklerinden pek çoğu itibâriyle o akıntıya kapılıp gitmişlerdir.
Bugün bu fitne sebebiy1e, nice ruhlar yaralı, nice kafalar mâlül ve nice vicdanlar kapkaranlıktır... İrtidât ve dinden dönmelerin haddi hesabı yok... Taşıdıkları isimler kendimizi uğruna fedâ edeceğimiz şahıslara âit isimler olmasına rağmen, firavuna rahmet okutacak kadar, o isimlerin taşıdığı mânâ ve muhtevâya düşman kesilen insanların zuhuru, hiçbir asırda bu kadar çıldırtıcı buuda ulaşmamıştır. Bu devrede sadece dünyâ nazara verildi. Cismâniyeti kamçılayan şeyler sevdirildi. İnsanlar, âhirete mukâbil şu fâni ve geçici dünyâyı satırı alır oldular. Çünkü meydana getirilen umûmî efkâr o merkezdeydi. Ve herkes bilerek veya bilmeyerek böyle bir yarışın içine çekilmişti. Âhireti tercih edip o yola girenler horlanıyor, diğerleri ise itibâr görüyordu. Ve bunların hepsi birer fitneydi ve insanı dinden uzaklaştırıyordu...
İşte neslimiz. böyle bir sırattan geçme mecburiyetinde bırakıldı. O sırat ki. bir tarafta kadın bir çengel olarak asılmış duruyor, başka bir yerde içki, bir başka yerde de kumar. rüşvet. ihtikâr. fâiz... Evet. bütün bunlar birer çengel gibi asılmıştı ve nesiller için de bu yoldan geçme mecbûriyeti vardı. Geçenler birinden kurtulsa büyük bir ihtimâlle diğer çengellerden birine katılıp kalıyordu. Karşıya geçebilen seçkinler ise tahmin edilenden daha az. hatta azlardan da azdı...
Bir kuyuya nereden düşüldüyse çıkış ve kurtuluş yeri de oradan olacaktır. İşte bu hakikatı, en erken kavrayanlardan biri olan çağın Dev Pişdarı onların tahrîp ettiği noktalardan tamire başlaması bu hikmetten olsa gerek. Onlar bir ateş tutuşturmak istediler ve Cenâb-ı Hakk da onların tutuşturduğu fitne ateşini söndürmeyi murat buyurdu. Emrinde gâlip olan Allah'tır ve fitne ateşi, akîde plânında geldiği deliğe tekrar tıkanmıştır. Amelle ilgili fitnelere, günahlarla alâkalı kıvılcımlara gelince, Kur'an'dan, Allah Rasûlünün nurlu beyânlarından ve okuduğumuz eserlerden aldığımız derslerle inşâallah bizde hâsıl olan kevserle o ateşi de bizler söndürmeye çalışacağız. Ancak bu mevzûda cemaatın desteğine ihtiyacımız muhakkaktır. Zira fitneler birer düşman ordusu gibi üzerimize gelirken, fert olarak onlara mukâbelemiz gayet güçtür, hatta imkânsızdır. Ve unutmamalı ki; Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti dâima cemaatla beraberdir.
.
Mesleğimiz itibarıyla çok istediğimiz bir idealimiz vardı. Kaybetmenin verdiği üzüntü ictimai yönümüzü tesir altında bırakıyor. Bu duruma nasıl mani olabiliriz?
Mesleğimiz itibarıyla çok istediğimiz bir idealimiz vardı. Kaybetmenin verdiği üzüntü ictimai yönümüzü tesir altında bırakıyor. Bu duruma nasıl mani olabiliriz?
Arkadaşımız bu sorusuyla çokların başına gelebilecek bir mes'eleye tercümân oluyor. Kendi başına gelen bir hâdise ve onun kendisinde hâsıl ettiği menfî tesiri de samimi bir dille ifade ediyor.
Kur'ân-ı Kerîm, "İnsan her arzuladığını elde edeceğini mi zannediyor" (Necm, 24) âyetiyle bu hususa temas etmektedir. İnsan harîs olmamalıdır. Dünya da, âhiret de Allah'a âittir. Bazan buradaki kaybetmeler orada kazanmaya sebep olur. Cenâb-ı Hakk burada alır, orada verir. Hem aldığına mukâbil neleri vereceğini ve bizi ne süıprizlerin karşılayacağını bilemeyiz.
Duhâ sûresinde Efendimize hitaben "Velel âhiretü hayrun leke min'el ûlâ" denilmekte ve âhiretin ûladan daha hayırlı olduğu bildirilmektedir. Bir son bir evvelden daha hayırlı iken, kaybedilenlece üzülmek niye? Yarının kazancını düşünerek hamdedip sevinmeli değil miyiz!
Hayatımızı bir tetkik edelim. Muhakkak herkesin başından bir değil bir çok hâdise geçmiş; hepsi de bu hükmümüzü te'yit etmektedir. Önce kaybettiğimiz şeylerin üzüntüsüyle iki büklüm olurken, sonra bu kaybedişin nasıl ilâhî bir lütuf olduğunu görmüş hayretimizden dilimizi yutacak hale gelmişizdir. Bazan Cenâb-ı Hakk bizi cebren bir yere sevkeder. Bu sevk ve hicrette eski durumumuzdan ve dostlarımızdan ayrılmak bize ilk önce çok zor gelebilir. Fakat bu sevkin ardında Allah, bizim elimizle öyle fûtuhât ihsân eder ki eğer biz onu işin başında bilmiş olsaydık değil inkisâr, koşarak hatta sürünerek oraya giderdik.
Mes'eleyi müşahhaslaştırmayı zâit görüyorum. Zira biliyorum ki, ben şu sözleri sarfederken dahi sizler muhayyilenizin yardımıyla gittiğiniz mâzide, kendinize âit bir mevzûda nice misâller bulup hayâlinizde canlandırıyorsunuzdur...
"Hayır, Allahın tercihinde olandır". O'nun kesip biçtiği ve takdîr ettiğine râzı olmak gerekir. Bu, Rabb'e karşı öyle bir hoşnutluk ifadesidir ki, içinde çok ince bir merbûtiyet, kulluk ve ihlâs ma'nâları taşımaktadır.
Allah Rasulü bize sabah akşam okunmak üzere bir duâ öğretiyor: (Radînâ billâhi rabben) "Rabb olarak Allah'dam, nebî olarak Hz. Muhammed (a.s.) dan ve din olarak da İslâmdan râzıyız."
Mâdem ki, bütün bunlardan râzıyız, râzı olan râzı olduğuna teslîm olur. Öyle ise, biz de bütün benliğimizle ona ve O'nun râzı olduğuna teslim olmalıyız. Evet, böyle davranmakla az şey kaybediyor, fakat çok şey kazanıyoruz. Suâl sahibi kardeşimiz de müteselli olsun. Her birerimizin olmak isteyip de olamadığı ve daha sonra da olamadığına memnun olduğu çok şeyler vardır. Fakat Allah'ın oldurduğu hepsinden daha güzeldir. Bizim arzumuz değil, Rabbimizin isteği; bizim temennilerimiz değil Rabbimizin dilediği... İşte kulluğun rûhundaki sır da budur. Ayrıca görüyoruz ki, O, istediğini azız istediğini de zelil kılıyor. Nice dünün azizleri var ki, bugün birer sefil ve geçmişi nice sefîl ve derbederler de var ki bugün birer Sultân...!
Bizim uzak ve baîd gördüğümüz, Allah nazarında çok yakındır. O öyle şeyler görür ve ileride de bize gösterir ki, bugünden o farklı yanları görebilseydik, arzu ve istek akışlarımız hemen mecrâ değiştirirdi. Güzel bir sabırla sabret! Allah'a güven ve O'na itimat et! Dünya ve âhirette tek geçer akçe O'nun rızasını elde etmektir,Onu ara ve bulmaya çalış. Bulduğun zaman da kapan secdeye ve ömür boyu şükret!..
..
İşlediğimiz pek çok günahlar yıllar geçmesine rağmen aklımızdan gitmiyor, hatta aynı günahlara teşvikçi oluyor. Sokakları bu tür günahları hatırlatan manzaralar istila etmiş durumda. Ne yapacağımızı bilemez olduk. Sadece dua ediyoruz ki, şehid...
İşlediğimiz pek çok günahlar yıllar geçmesine rağmen aklımızdan gitmiyor, hatta aynı günahlara teşvikçi oluyor. Sokakları bu tür günahları hatırlatan manzaralar istila etmiş durumda. Ne yapacağımızı bilemez olduk. Sadece dua ediyoruz ki, şehid olalım ve günahlardan temizlenme yolunu bulalım.
Bu soru değil, samimi bir gönülden gelen talep. Sahâbîye yanaşma ve yaklaşma yolunda atağa kalkmış bir kalbin ızdıraplarının ifâdesi. Biz, çarşısı, pazarı günâhlarla dolup taşsa da, bu toplumun içinde kalmaya karar vermişiz. Burada çeşitli münâsebetlerle anlattığım; şu anda hatırladığım bir hissimi, müsâdelerinizle, bu münâsebetle bir kere daha anlatmak istiyorum.
İlk defa Allah Rasulünü ziyaret nasip olduğunda, Ravza-i Tâhireye giderken nerede ise cinnet geçirecektim. Sanki bana, kendisini bizzat göreceğim gibi geliyordu. Acaba nerede diye diye durmadan sağıma soluma bakıyor ve O'nu arıyordum.0 anda Cennetin bütün kapıları açılsa ve bana gir denseydi, reddedecek bir ruh hâleti sarmıştı benliğimi. İsterseniz buna peygamberin köyüne âşık olma diyebilirsiniz.
Fakat benim arkadaşlarıma bir vasiyetim var. Eğer diyorum, birgün buraları terkeder ve oraya gidersem, ben bunu şahsî füyüzâtım için yapmış olacağım. Beni yakamdan tutup sürüye sürüye buraya getirsinler. Aksi halde Rabbîmin huzurunda iki elim iki yakanızdadır...
İşte mes'elenin iki ayrı yüzü. Bir tarafında peygamber köyüne duyulan dayanılmaz hasret: diğer yanda burada düşen boyunduruğu kaldırma mecbûriyeti. Birincisi, tamamen şahsî, ikincisi ise bütün bir milletin, hatta topyekün İslâm âleminin kaderiyle alâkalı bir husus.
Teker teker hepimiz de aynı tercîhle karşı karşıya bulunuyoruz. Siz de en az benim kadar oralara âşıksınızdır. Fakat buralarda kalmaya kendinizi mecbûr biliyorsunuz. Çünkü bayrak burada yere düşmüş. nesil burada mahvolmaya başlamış ve herşey burada bitmiştir. Eğer yeniden birşey başlayacaksa buradan başlayacaktır. Biz de. ızdırâp çekecek, maddî ma'nevî füyûzât hislerinden fedakârlıkta bulunacak ve burada kalacağız.
Evet, kabul ediyorum, günâhlar yollarımızı alıyor ve her ân rûhumuzun yaralanmasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Fakat buna rağmen, niyetlerimiz sağlam ve hâlistir. Gönlümüzü süsleyen tek düşünce vardır. O da. Rabbîmizin dinine omuz vermek. Allah Rasûlünü neslimizin kalplerine yerleştirmek, ve bu uğurda başımıza gelecek bütün belâ ve musibetlere baştan râzı olarak, buralarda kalmada azimli olmaktır. Onun içindir ki, insanlar arasında kalıp onların cefâsına katlanmayı, dağlara çekilip inzivâ etmeye ve köşemize kapanıp zikir çekmeye tercih ediyoruz. Toplumun içinde duracak, arasıra onun paletleri arasında ezilecek; fakat yine o toplumun içinde kalmaya devam edeceğiz. Zira, burada vazife yapmaya mecbûr, hatta mahkumuz!...
..
Gevşeyen gerilimimizi durdurup, tekrar ideali ufkumuza yöneltebilmemiz için neler tavsiye edersiniz?
Gevşeyen gerilimimizi durdurup, tekrar ideali ufkumuza yöneltebilmemiz için neler tavsiye edersiniz?
Bir mümin için metafizik gerilim çok önemli bir unsurdur. Bir ma'nâda, müsbette sebât, menfîye karşı da boykot diyebileceğimiz metafizik gerilim, bir taraftan hizmete âit üniteleri işletme, bir mekanizma kurma ve onu dâima işler durumda tutma, diğer taraftan da günâh ve tahrîp cephesine karşı devamlı ve ısrarlı bir direniş içine girme ma'nâlarını taşır. Diğer bir ifâdeyle metafizik gerilim, Allah ve Rasûlüne ve Rasûlün getirdiği sisteme sımsıkı sarılıp, küfür ve küfrândan yılandan, çiyandan kaçıyor gibi kaçma demektir. Zaten bir hadîs de bu hususu izâh eder: Üç haslet vardır. Bunlar kimde bulunursa, o insan imanın tadını tatmıştır. Allah ve Rasûlü herşeyin üstünde sevilmesi, insanlara Allah'tan ötürü muhabbet duyulması ve imânı bulduktan sonra yeniden küfre dönüşün ateşe atılıyor gibi kerîh görülmesi.
Sen "âşık" olacaksın Allah ve Rasûlü "mâşûk" olacak. İnsanları sadece Allah için seveceksin. Bunlar mes'elenin müsbet yönüdür. Bir de mes'elenin menfî yönü var ki, o da küfür ve küfrân yoluna karşı bir tavır belirlemenin gerekli olduğudur. Evet, hakiki mü'min imân sevgisi kadar dalâlet yoluna girmemede kararlı ve gerilimi tam olmalıdır ki, kendi olarak kalabilsin. Ne var ki gerilimi muhâfaza etmek elde etmekten çok daha zordur. Onun içindir ki bu mevzûda sebât ve azim birer ön şarttır. Gerilim yer yer ünsiyet ve ülfetle gevşeyebilir. Dâvâya karşı bir alışkanlık olur. Bazan da araya bencillik, hırs, tamâ, makam sevgisi, rahat ve rehâvet düşkünlüğü gibi şeyler girer, hizmet aşk ve şevkini söndürür, ruhu yozlaştırır ve irâdeyi de felçeder. Bir devre gece gündüz demeden hak davâsı uğruna koşup duran biri daha sonra her arandığında ayrı bir bahâne ile hizmetten kaçıyorsa, gerilim gevşemiş ve o da kokuşmaya yüz tutmuş demektir. Halbuki çok ciddi bir metafizik gerilim isteyen böyle bir mevzû gerilimini kaybetmiş insanlarla tahakkuk ettirilemez.
Gerçi arkadaşlarımız her mevzûda olduğu gibi, bu mevzûda da dikkatlidirler. Hatta içlerinden, alnından öpülmeye lâyık niceler vardır ki, her an arkadaşlarına misâl teşkil edecek şekilde metafizik gerilim örnekleri vermektedirler. Hattâ bunlardan birisini hiç unutamıyorum. Birgün kendisine iki veya üç gece evde kal da şu işi yapıver demiştim. Verdiği cevap aynen şu: Son üzerime aldığım vazîfeden sonra ben hiç evimde kalamıyorum ki...
İşte bu gerilimin gevşememesi gerekir. Biz Rasûlüllah'a ve onun güzıde dostlarına ancak bu gerilimle ulaşabiliriz. Hekimler bazı rahatsızlıklarımıza karşı bize bir kısım tavsiyelerde bulunur ve bu tavsiyelere kayıtsız şartsız itaat etmemizi isterler. Hoşlanmasak bile onların verdikleri hapları yutar, iğneleri vurdururuz. İşte en az maddî hastalıklarımıza gösterdiğimiz bu hassasiyet ölçüsünde, bu mes'elenin hekimlerinin sözlerine uymakta da hassasiyet gösterilmesi lâzımdır. Tâ ki, gerilim muhâfaza edilmiş olsun. Şimdi de mevzû ile alâkalı tavsiye edilebilecek bazı hususları arzetmeye çalışalım.:
Birincisi: Yalnız kalmamaktır. Sürüden ayrılanı kurt yer. Cemaâttan ayrı kalan arkadaş ve dostlarından uzak bir kişinin âkibeti de nefis bir şeytan tarafından parçalanıp yutulmak olur. Önceleri kendi yapamadığına hayıflanmakla işe başlar. Bu esasen iyidir ancak yeterli değildir ve devamlılık arzetmez. Sonra arkadaşlarının yaptıklarını hafife almaya derken. basamak basamak ilerleyeri bu tavrıyle en sonunda bütünüyle, da'vâ düşünce mefkûresini inkâra ve yapılan işlerin lüzumsuzluğunu iddiaya başlar. İşte mahvolmaya namzet bir zavallı. İlk başta onu bu hâle getiren yalnızlık ve cemâattan uzak kalış hemen telâfi edilmedikçe onun bu kötü âkıbettten kurtulması düşünülemez. Öyleyse böyle bir neticeye götürmesi muhtemel kapılar, ta baştan kapalı tutulmalıdır.
lkincisi: Bilgi ve mârifet plânında dâima bir yenilenme yolları araştırılmalı ve bu hususta ısrarlı olunmalıdır. Allah (c.c.) kâinatı bir kitap gibi önümüze sermiş, sonra da bunları bizlere ta'lim edecek kitap ve peygamberler göndermiştir. Daha sonra yetişen binlerce evliyâ, asfiyâ ve âlimler, hep aynı hâle etrafında pervâz etmiş, istidât, kabiliyet ve meşreplerinin renk ve durumuna göre, her iki kitabı (şeriat-kâinat) şerhe koyulmuşlar ve bir arı gibi çiçekten çiçeğe kona kalka nice mârifet peteğinde şifâ dolu bal hüzmelerine iştirak etmişlerdir. Bütün bu olup bitenler bir gâye ve hedefe bağlı olarak ilâhî hikmetin muktezâsı şeklinde değerlendirilip ihtimâmla mütâlaa edilmelidir ki, ilâhî hikmete uygun bir karşılıkda buli.ınduğumuzdan söz edebilelim. Bu fıtrî seyre ayak uyduramayan ve kâinatta her an meydana gelen teceddüt ve yenilenmeye mârifet adına iştirâk edip aynı kaneviçeyi dokuyamayan bir insan, yavaş yavaş bilgi bazında hayatiyetini kaybeder ve beklenmeyen bir hızla kokuşma devresine giriverir. Derken bir müddet sonra da işe yaramaz hâle gelir.
Üçüncüsü: Râbıta-i mevt, dediğimiz dâima ölümü düşünme de gerilimimizi muhâfazada önemli faktörlerden biridir. Ölmeden evvel ölme, hakikî hayata ermenin bir başka adıdır. Bizi bitirip tüketen tûl-i emeller, ancak, ölümle kesilip atılabilir. Hele, bütün dostların kabrin öbür tarafında bizi bekledikleri düşüncesi, hele gerçek saâdet ve bahtiyarlığın, kabir koridorunun öbür ucunda bulunduğu inancı...
Zaten bir dâvâ adamının idealini süsleyen en son nokta ve ufuk mefkûre, yârâna kavuşup onlarla beraber Cennet ve Cemâlullahı müşâhede değil midir? Öyleyse bizi o neticeye götürücü yolda bizler de birer küheylân kesilmeli ve çatlayıncaya kadar da durup dinlenmeden yolumuza devam etmeliyiz.
Evet, bir küheylân gibi... Çünkü o yorulma bilmez, mazeret ileri sürmez. Dermanının bitim noktasına kadar koşar, çatlar ve ölür. Ancak ona ölüm mazeret olur. Bu yönüyle ben atı çok severim. Ve her da'vâ adamının ona benzemesini isterim.
Dördüncüsü: Kendimize, mutlaka, bizi îkâz edecek ve bizde bir gevşeme müşâhede ettiğinde hayırhâhlık yapacak bir arkadaş seçmeliyiz. Bu da, yollardan biridir. İlk bakışta böyle bir şey nefsimize ağır gelebilir, ancak, dînî hayatımız adına çok mühim ve müsbet neticeler doğuracağı şüphesizdir.
İyi dost Hızır çeşmesi gibidir. Kendinizde biraz gevşeklik ve kalbinizde biraz sarsıntı, hatta heyecansızlık hisseder etmez hemen ona koşup "Bana bir şeyler anlat!" deyin ve derdinizi söyleyin ve hiç şüpheniz olmasın ki, böyle bir dost sizi elinizden tutacak, hayatın çeşitli girdap ve labirentlerinden geçirecek ve yeniden aydınlık iklime kavuşturacaktır. Zâhiren onun sözlerinde bir ekşilik ve iç burkuntusu duyabilirsiniz; fakat mühim olan işin neticesidir. İlk neşter darbesine katlandıktan sonra, her an onun yüz misli size ızdırâp veren yaraların sancılarından kurtulacak ve dinen ızdırâbınız bir cihetle ruhânî bir zevkle yer değiştirecektir. Ben şahsen bir devrede önüme oturmuş ve benden ders okumuş bir arkadaşıma bu mevzûda birçok defa mürâcaat ettim. O da kendine göre bana birşeyler söyledi. Hiç zarar görmedim aksine istifâde ettim ve yararlandım.
Sizin de aynı çareye başvurmanıza bir mâni yoktur. Yeter ki mes'ele hasbîlik çerçevesinde ele alınmış olsun.
Beşincisi: Ecdâdımn, işleyen demirin pas tutmayacağını en vecîz ve en tonlu keyfiyetiyle ifâde etmişler ve "İşleyen demir pas tutmaz" demişlerdir. Aynı ifâde hizmet insanı için de geçerlidir. Onun içindir ki gerilimi muhâfazanın başka bir yolu olarak da bu mevzûnun ele alınmasında yarar görüyoruz.
Psikolojik olarak insan, içinde bulunduğu işle daha yakından alâkadârdır. Diğerlerinin yaptığı şeyler, kendi yaptığından mühim olsa da onu dolayısıyla ilgilendirir. İşte insandaki bu zaafı iyi kullanmak gerekir. Her arkadaş bu hizmete âit bir mes'elenin ucundan tutarak işe sâhip çıkması ve bunun yaygın hale getirilmesi terki câiz olmayan bir zarûrettir.
Baştan beri saydığımız maddeler tatbik edildiği müddetçe İnşaallah bizde gökkuşağı gibi bir gerilim meydana gelecek ve bizler de birer aksiyoner da'vâ adamı olma ufkuna ereceğiz.
.
Sahabe-i Kiram, çocukları ve hanımları, kendi şehitleri için ağlayacakları vakit evvela, Hz. Hamza için ağlarlarlardı, deniliyor. Sebebini anlatır mısınız?
Sahabe-i Kiram, çocukları ve hanımları, kendi şehitleri için ağlayacakları vakit evvela, Hz. Hamza için ağlarlarlardı, deniliyor. Sebebini anlatır mısınız?
Uzun süre öyle oldu. Efendimizin bu mevzûdaki hassasiyetini öyle tevil ve tefsir ettiler.
Hz. Hamza'nın Hâşimoğlulları içinde durumu mertçe ve erkekçeydi. O bir şimşek gibi çakmış ve gitmişti. Ardından neslini devam ettirecek kimseleri de bırakmamıştı. Nasıl kendine has bir hayat yaşadı gidişi de yine kendine has oldu ve geriye kimseyi bırakmadan gitti. Fakat buna karşılık O, hepimizin gönlünde öyle bir yer tutmuştur ki, kabûl buyursaydı, evlâdı değil kapısının kıtmiri olur, yüzümüzü ayaklarına sürerdik.
Onun İslâma girişi, aynı zamanda müslümanların ikbâl döneminin başlangıcıydı. İki Cihân Serveri onu hem çok sever hem de onunla iftihâr ederdi. O kadar ki bir defasında Hz. Hamza -içki yasak edilmediği günlerden birinde- içmiş ve sarhoş olmuştu. İşlediği bir hatadan dolayı belki onu itâp etmek üzere gelen Allah Rasûlü, onu bu halde görmüş ve sarhoşliığun te'siriyle söylediği bazı hezeyânları da duymuştu. Fakat ona, hiçbir itâbda bulunmadan dönüp gerisin geri
ye gitmişti. Allah Rasûlü belki de, kayar gider diye endişe ediyordu. Belki de ileride yapacağı büyük işleri biliyor, onu bu istikbâliyle alkışlıyordu..
Hz. Hamza Uhud gibi sarp bir yokuşa çarpınca, orada kendisine yakışır şekilde şehid oldu. Hiçbir şehide, hiçbir gâziye o kadar yiğitlik nasip olmamıştır.
Târihçilerin bize verdiği bilgiye göre, o gün tam otuzüç kişiyi öldürmüş, sonra şehid olmuştu. Düşünün ölen müşriklerin yarıya yakınını o haklıyor, sonrada vücudu paramparça hale getiriliyordu. Kızkardeşi Safiyye, onun mübârek naşının üzerine abanıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyor, kimbilir belki bir taraftan da vücudundan kopan parçaları toplamaya çalışıyordu. Evet, bir taraftan Hz. Hamzânın hali, diğer taraftan Allah Rasûlünün halası Zübeyr''in anası olan Safiyye’nin hali İki Cihân Serverine çok dokunuyor ve onu rikkate getiriyordu. Müslümanlardan yaralanmayan kalmamıştı. Altmışdokuz kadar da şehid verilmişdi. Medine'ye dönüşte herkes kendi yakını için gözyaşı döküyordu. Ölenler için ağlanıyor, yaralananlar için ağlanıyor ve yaralanıp da evinde ölenler için feryadlar yükseliyordu. O hengâmede unutulan birisi vardı ki, O'na göz yaşı döken yoktu. Şehidlerin efendisiydi ama, onun için kimse ağlamıyordu. İşte bu manzara Allah Rasûlünü tekrar rikkate getirdi. Dudaklarından dökülen sözler âdeta kırık bir kalbin iniltileri gibiydi "Fakat Hamza'nın ağlayanı yok" buyurdu. Sa'd b.Ubâde bunu duyunca beyninden vurulmuşa döndü. Koşarak Ensâr kadınlarını biraraya topladı. Hepsini Hamza'nın kapısı önüne götürdü. "Evvela Hamzaya ağlayın sonra kendi ölülerinize" dedi. Daha sonra da, bu bir âdet haline geldi. Gerçi bu âdet günümüze kadar devam etmedi, belli bir devreden sonra kesildi. Ne var ki, kıyâmete kadar bütün müslümanlar, kendi cenâzelerinden evvel Hamza'ya ağlasalardı, o bile Allah'ın arslanına az gelirdi...
Ayrıca bizlerdeki Hz. Hamza sevgisi bizzât onun şahsından kaynaklanmıyor. Allah Rasûlü onu seviyordu, biz de seviyoruz. Cenâb-ı Hakk onu seviyordu ve gökte onun adı "Esedullâh-Allah'ın arslanı" olarak yazılıyordu, biz de bundan dolayı onu seviyoruz.
Bir de onun Allah Rasûlüne olan kurbiyetinden dolayı taşıdığı bir ma'nâ vardır ki, o bizim görüş ufkumuzun dışındadır. Nazarlarımız oraya ulaşamıyor. Hz.Ca'fer için de Allah Rasûlü başka türlü davranmıştı. "Şekliyle, ahlâkıyla bana benziyor" dediği bu şerefli sahâbî, şehid olunca gitmiş bütün çocuklarını teker teker kucaklamış ve onları göz yaşlarıyla yıkamıştı. Onda da Allah Rasûlüne yakınlıktan dolayı bir ma'nâ vardı ki onu da biz yine anlayamıyoruz.
Belki Aleyhis'salâtü vesselâm'ın bu mevzûda gösterdiği hassasiyet, Cenâb-ı Hakk'ın bakışına göre bir vaziyet almanın ifâdesiydi. Görüyorsunuz, Uhud'da şehid olan bunca sahâbî vardır. Vardır ama, çok ehli keşfin müşâhedesiyle kim darda kalsa ve "Hamza" dese, atıyla kılıcıyla Hz. Hamza orada beliriverir. Bu ona âit bir husûsiyettir.
Daha sonraları bir o kadar ağır şartlar altında mücâdele veren insanlar, yiğitler olabilir ve bunlar kurşunlar altında, delik deşik olmuş vaziyette can da verebilirler. Fakat işin başında ve kuruluş devresinde, çok ağır şartlar altında ve Allah Rasûlünün aydınlık atmosferi içinde mücâdele veren o insanlarla kimse kıyâs edilemez. Onlar arasında da Hz. Hamza'nın ise, husûsi bir yeri vardır. Bu arada, cibillî karâbetten dolayı, duyulan bir alâka şeklinde te'vîl etmek isteyenler de çıkabilir ama, önemsenmeyecek kadar zayıftır.
.
Osmanlı padişahlarından Murad ve Yavuz’u diğerleriyle mukayese eder misiniz? Kanûni’nin çıkardığı kanunlar olduğu söyleniyor?
Osmanlı padişahlarından Murad ve Yavuz’u diğerleriyle mukayese eder misiniz? Kanûni’nin çıkardığı kanunlar olduğu söyleniyor?
Öteden beri çeşitli cemâatlar içinde bazı fertlerin Rabbimizin ihsân ettiği lütuflarla husûsiyet arzetmeleri gayet normaldir. Efendimizin nur havzı içinde Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (Radiyallâhü anhüm) hazretlerinin herbiri kendi başlarına birer husûsiyet arzederler. Sıddîk, dendiğinde insanın aklına Hz. Ebû Bekir (r.a.) gelir. Zira onda, akıl ve mantığı, yine akıl ve mantıkla yenip teslimiyette zirveleşmenin en son ufkuna sıçrama gibi ayırıcı bir özellik vardır. Hakkı bâtıldan ayırmada kılı kırk yapan hassasiyet isterseniz böyle bir fârûkiyeti Hz. Ömer (r.a.)da bulursunuz. Edep ve hayânın, Kur'ân'a saygı ve Allah Rasûlüne bağlılığın düşünüldüğü yerde de bir âbide gibi Hz. Osman (r.a.) karşınıza çıkar. Al1ah Rasûlünün kudsî dâiresine ait velâyetle alâkalı bazı husûsiyetler arıyorsanız akla Hz. Ali (r.a.) gelir.
Bunun gibi çeşitli devirlerde çeşitli cemâatlar büyüklüğü ve bir kısım ulvî hakîkatları temsil etmişlerdir. Fakat bunların içinde yine seçkin insanlar vardır; farklılık arzederler.
Osmanlı padişahları içinde de Osman Gazi Hazretleri saffet ve içtenliğiyle âdeta bir semboldür. Orhan Gazi şecâat ve cesâret-i îmâniyesiyle ona yakın bir vaziyettedir. Murâd Hüdâvendigâra gelince O, hem mükemmel bir devlet reisi hem mükemmel bir ordu kumandanı hem de incelerden ince bir Hak dostudur. Evet O, devamlı surette ordusunun başındadır. Edirne'yi alır ve Trakya ilk defa bize onun zamanında açılır. O kadar saffet içindedir ki, bir gün hocasına gelir ve "Sizler nasıl oluyor da ilk tekbirde Kâbe'yi görebiliyorsunuz; ben senelerdir uğraşıyorum buna ancak ikinci veya üçüncü tekbirlerde muvaffak olabiliyorum" der.
İslâm'ın izzeti ve kendi şehâdeti için Cenâb-ı Hakk'a niyazda bulunur. Ve bu duâ yere düşmez o gün şehid olur. Eğer soruda kasdedilen Murâd bu Murâd ise hakîkaten murâdına ermiş bir Murâd'dır.
İkinci bir Murâd'da Fatih'i sînesinde yetiştiren ve Ehlullah'dan olduğuna şüphe bulunmayan Murâd'dır. Allah'ın veli kulu Hacı Bayram Veli hazretlerine teslim olmuş ve onun bir dediğini iki etmemiştir. Fatihi yetiştirsin diye Akşemseddîn'i oraya gönderen de odur.
İkinci Murâd, dinî ilimler ve tasavvufa dilbeste ve âşina bir insandır. Aynı zamanda devlet işlerinden de iyi anlamaktadır. Aslında bu iki durum biri diğerinden birşeyler eksiltmekle yaşayan iki zıt hayat tarzıdır. Devlet işlerini bütün incelikleriyle bilip temsî1 eden bir insanın dinî işlerde aynı ölçüde hassas olması, veya bunun aksi ender-i nâdirâttandır. Buna rağmen İkinci Murâd bu zor işin de üstesinden gelebilmiştir. Bir büyük düşünür bunu îzâh ederken, sadece Râşid Halifeleri istisnâ ederek işi hükme bağlamıştır. Evet, bir insana köy muhtarlığı dahi verilse eski safvetini zor korur. Halbuki bunlar cihâna hükmederken dahi mümkün mertebe saffetlerini muhafaza etmişlerdir.
Yavuz ise apayrı bir destan insandır. O İslâm birliğini te'mîn maksadıyla gittiği muhârebelerin birinden dönüyordu. Bu arada İstanbul'da halk, günlerdir onu istikbal edebilmenin heyecânıyla yollara dökülmüş bek1iyordu. Bunu haber alınca, İstanbul'a gece yarısındâ başka bir yoldan giriyor ve gizlice Topkapı'ya dalıyor.
Bir pençede dünyânın ödünü koparan ve kükrediği zaman ormana velvele salan bu adama bak ki, gece olup dâ, Rabbiyle münâsebete geçince, tepeden tırnağa bir âbid ve zâhid kesiliyor. Sanki şimdi o herkesi tirtir titreten Hükümdar değil de bir Tâvus b. Keysân veya bir Üveysi'1-Karnîdir. Bu hal ve bu vaziyet çok az insana nasib olmuş bir pâyedir. Onun içindir ki bunlar, sahâbîden ve tabiînden sonra adı anılması gereken şahıslar arasındadırlar.
Kanûnîye gelince o da büyük insandır. Zâten onlara hata isnâdı, yaptıklarının kendi kâmetine uygun düşmemesi sebebiyledir. Büyük bir seferden dönünce, kalbine gurur girmesin diye o geceyi bir izbede geçirecek kadar, muhâsebe ve iç murâkabesine sâhiptir.
Ne var ki öyle bir şahsiyet, şeriatın ahkâmına karşı daha hassas davranmalıydı, diyoruz. Çünkü ona ancak böyle bir vasfı yakıştırabiliyoruz. Şunu da unutmamak gerekir ki, Kanuni kendi devrinde istediği gibi, hiç kimseye sormadan kararlar almış ve bunları kitaplaştırmış değildir. O, bütün mes'eleleri o günün ulemâsına sormuş ve onlardan aldığı fetvâlara göre hareket etmiştir. Hele cin ve insin müftüsü, büyük müfessir Ebu's-Suûd Efendi ki onun Şeyhulislâmıdır böyle bir devâsâ birinin murakebe ve kontrolu altında bulunan bir zâtın, öyle aklına geldiğince hareket edemiyeceği, gün gibi âşikârdır. Öyleyse bu hatalar içtihâdî hatalar kabul edilmelidir. Hele bizler "Ölülerinizin kötü yanlarını anmayın. Onların hep iyi taraflarını anlatın" îkâzına uyarak ecdâdımızın hep iyi taraflarını anıp anlatmak zorundayız. Hayr'ül-halef olmak da bunu gerektirir.
.
Hacerü’l Es’ad (Esved) hakkında ayrıntılı bilgi verir misiniz?
Hacerü’l Es’ad (Esved) hakkında ayrıntılı bilgi verir misiniz?
Saâdetli bir taştır. Cenâb-ı Hakk'ın her işinde bir hikmeti vardır. Kâbe bir binadır ve biz namazda o tarafa doğru döneriz. Fakat esas bizim dönüşümüz "Eyne mâ tüvellû fesemme vechullâh" âyetiyle de anlatıldığı gibi, Allah'adır. Yani biz Cenâb-ı Hakk'ın marziyatına teveccüh etmiş oluruz.
Cenâb-ı Hakk bazı yerlere kudsiyet lûtfetmiştir. Meselâ Mescid-i Aksâ, Mescid-i Haram ve Ravza-i Tâhire hep mukaddestirler. Evet, Allah Rasûlünü bağrında taşıyan yerin taşı ve toprağı mukaddestir. Binlerce şâhidin şehâdetiyle onun toprağını şifâ niyetiyle kullananlar şifâ bulmuşlardır. Bu mucâveretten, o belde de mukaddestir.
Mülk sahibi Allah'tır ve mülkünde istediği gibi tasarruf eder. İnsanı bütün hayvanat âleminden üstün kıldığı gibi, İki Cihân Serverini de meleklerin dahi önüne geçirmiş ve üstün kılmıştır. O istediğini yapandır. Şerefli ve azız kılmak da, hor ve zelîl kılmak da O'nun elindedir. Ve işte O Allah, bir taşı azız kılmış ve o taş bütün inananların nezdinde mukaddes kabûl edilmiştir. Bize düşen Cenâb-ı Hakk'ın, hangi nur ve hangi sırra ma'kes yaptığını bilmek değil, O'nun mübârek saydığı şeylere saygılı olmaktır.
Allah Rasûlünün hutbe verirken yaslandığı hurma kütüğü, O'ndan ayrılınca, dayanamayıp ağlıyor.. sonra İki Cihân Serverinin onu istilâmıyla kudsîleşiyor ve Cennet ağaçlarından bir ağaç olmaya hak kazanıyordu.
Ashâb-ı Kehfin köpeği, sadâkatından dolayı mükâfatlandırılıyor ve nev'ini temsîlen, bir kısım hadîslerin rivâyetiyle, Cennet yolları kendisine açılıyor. Hacer'ül-es'ad'a gelince o da, bize kadar nakledilip gelen bazı rivâyetlere göre Hz.İbrahim (as.)ın Kâbe'yi inşâ ederken kulianmak üzere Ebu Kubeys Tepesinden alıp getirdiği ve iskele olarak kullanmak üzere üstüne çıkıp Kâbe duvarlarını ördüğü bir taştır. İşte Hz. İbrahim gibi bir Halilullah'ın ayağını bastığı bu taş, Cenâb-ı Hakk'ın bahşettiği kudsiyetle azîz kılınmıştır.
O'nun Cennetten gelen bir taş olduğuna dair de rivâyetler vardır. Belki de gökten gelen bir meteor, bir gök taşıdır. Meleklere ait ulvî bir âlemden geldiği için kendisine bu değer verilmiştir. Geliş keyfiyeti ne olursa olsun bugünkü durumuna te'sir etmez. Ne olursa olsun o, bizler için mukaddes bir taştır. Ona taş diyoruz ama, bu onu başka bir kelimeyle ifâde edemediğimiz içindir. Onun mâhiyetini ifâdeye daha uygun bir kelime bulunmuş olsaydı onu söylerdik. Bu bir edep mes'elesidir.
Zaman zaman parçalara ayrılmış, kırılmış ve bazı hükümdarlar tarafından bu taşa ait parçalar, çeşitli beldelere taşınmıştır. Şimdi kalan kısım Kâbe'nin bir köşesinde durmaktadır ve kıyâmete kadar da inşaallah duracaktır.
Bu taşta belli sırlar vardır. Bizim bilemediğimiz ince hikmetler saklıdır. Efendimiz, onun kıyâmet günü şâhitlikte bulunacağını beyân ediyorlar. Bu nasıl olacaktır? Bugün bu mes'eleyi ilmî tahlillerle isbât edemeyebiliriz. Bugünün tekniği, bunu anlamaya yeterli olmayabilir. Fakat, benzeri gördüğümüz öyle hârikalar var ki hepsi de bu mevzûda bizim düşüncemizi teyid etmektedir. Meselâ, cansız ve câmid maddelerden bir araya getirilen şu insanın konuşması nasıl bir hârikulâde ise, Hacer'ül-es'ad'ın şâhidlik yapması da öyle bir hârikadır. Esas itibâriyle öyledir, fakat ülfet ve alışkanlık, bize, insandaki bu hârikulâdeliği unutturmuş bulunuyor. Nasıl insanda hâfıza kuvvesi var ve nice malûmat orada muhâfaza ediIiyor, öyle de Cenâb-ı Hakk'ın yaratmasıyla Hacer'ül es'ad'da da böyle bir durumun olması gayet normaldir. O binlerce video bantı gibi, bütün kendisini istilâm edenlerin resim ve seslerini kaydedebilir ve bunlar öbür âlemde birer şâhid hüviyetini alabilirler.
İşin mâhiyeti ne şekilde ve nasıl olursa olsun, bizim için mühim değildir. Oraya bir tahta parçası konulsaydı ve Hacer'ül-es'ad'a verilen kudsiyet ona verilseydi biz onu da aynı saygı ve hürmetle istilâm eder ve bu taşa karşı yaptığımız aynı şeyleri bu defa ona karşı yapardık. Zira biz neticeyi hep Rabbimize dayandırıyor ve esasen bekleneni O'nun engin Rahmetinden ve herşeyi de O'nun muhit ilim ve Kudretinden bekliyoruz.
Hz. Ömer, onu öperken "Ey taş biliyorum ki, sen bir taşsın, ne fayda ne de zarar verebilirsin. Eğer Allah Rasûlünün seni öptüğünü görmeseydim seni asla öpmezdim" der. Arkasında duran Hz. Ali frsıldar. “Ya Ömer! O'nda saklı sırları bilseydin şimdi ona böyle seslenmezdin!'” mukâbelesinde bulunduğu rivâyet edilir. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.
.
.
Kızıl Çin İmparatorluğu’nun tarih boyunca yıkılmamasının hikmeti ne olabilir? Orada ve Rusya’da yaşayan müslümanlar hakkında ümitli misiniz?
Kızıl Çin İmparatorluğu’nun tarih boyunca yıkılmamasının hikmeti ne olabilir? Orada ve Rusya’da yaşayan müslümanlar hakkında ümitli misiniz?
Çin, çeşitli dinlerin içiçe yaşandığı bir yerdir. Fakat orada en hâkim din Konfiçyüs'ün dinidir. Yahudi ve Hristiyanlık önceleri sempati görmüşken daha sonra YahudiIiğin ırkçılığı, Hristiyanların da belli bir merkezden (papalık) emir alma hususiyeti Çinlinin yapısına uygun gelmediği için, bu dinler sâliklerini kaybetmiş veya beklenen inkişafı gösterememiş, kilise ve havralar kapatılmış ve hepsine kilit vurulmuştur. Çin' de yüz milyona yakın müslüman olduğu söylenmektedir. Ancak, son rejim gelinceye kadar, açık olan câmiler ve serbest olan ibâdetler, bu rejimin gelmesiyle aksi istikâmette bir seyir ta'kib etmiş ve câmiler kapatılarak, ibâdetler açıktan yapılamaz olmuştur. Bugün belli bir seviyede gevşeme olsa bile, yine de yasaklamalar devam etmektedir.
Budizm ve Bırahmanizm gibi dinler de Çin'de müessirdir. Ancak yukanda da temas ettiğimiz gibi hâkim din Konfiçyüzim'dir. Aslında bu dinler sadece ahlâk prensipleri üzerine kurulmuş dinlerdir. Peygamber ve âhiret inancı yoktur. Dolayısıyla böyle bir müeyyideden mahrûmiyetleri sebebiyle, ne ölçüde bir ahlâk yapılanması temin edebilirler, bu düşünülmeye değer bir mes'eledir. Fakat güneşten mahrûm bu insanlar, mum ışığı görünce onu hakîki aydınlik kabul etmişler ve bu dinlere âit ahlâk prensiplerine sımsıkı sarılmışlardır. Varlıklarını koruyup, mevcûdiyetlerini devam ettirebilmelerini biraz da buna borçludurlar.
Çin dün kızıl değildir. Sonra kızıllaştı ve şimdi yine kızıllığı terk etmek üzeredir. Zira komünizm va'dettiklerinden hiçbirini verememiştir. Bugün materyalist felsefe her yerde olduğu gibi orada da iflâs etmiştir. Bir zaman dilimi içinde iğfâl ile kendini derman kabul ettiren bu sistem, artık, bütün vuzuhuyla ve çıplaklığıyla kendini ele vermiş ve hiçbir yönüyle, hiçbir mes'eleye derman olmadığı ortaya çıkmıştır. Şimdi zorla ayakta tutulmaya çalışılan bu sakîm ve alîl anlayış, kısa bir müddet sonra gümbür gümbür devrilecektir. Ferâset ve basîret erbabı bu sesi çoktan duymaya başlamıştı. Diğer insanlar da kısa bir gelecekde duymaya başlayacaklardır ve ömrü olanlar da tarrakalarını bütün dehşet ve ürperti verici keyfiyetiyle duyup görecek ve beşerî sistemin âkıbeti nasıl olurmuş işte bunun idrâkına varacaktır.
Netice i'tibârıyle diyebiliriz ki, günümüz sosyolog ve târihçilerinin birbirinden az farkla ifâde ettikleri gibi, Rusya tekrar ortodoksluğa; Çin de Konfiçyüs'ün dinine dönecektir. Bu arada hristiyan veya yahudi olanlarla Hak din İslâm'a gönül vermiş bulunanlar da kendi dinlerinde sâbit kalacaktır. Onlara âit görüş budur. Bize gelince, bunlara şunu da ilâve etmek istiyoruz: Geleceğin dünyâsında tek hâkim unsur İslâm olacaktır. Zira Allah Rasûlü'nün doğru ve doğrulanmış beyânları içinde bize verilen ders ve müjde böyle bir noktada merkezleşmekte .
"İseviyet tasaffi ederek hakîki hüviyetine dönecek ve mehdîliği temsil eden Muhammedîliğin şahsı mânevîsine iktidâ edip uyacak ve onu imâm kabul edecektir."
Cenâb-ı Hakk,Kur'ân-ı Kerîm'inden bize bir duâ öğretiyor: "Vec'alnâ lilmüttekîne imâmen" (Bizi müttekîlere iınâm kıl).
Evvelâ "Cenâb-ı Hakk vermek istemeseydi istemeyi vermezdi" prensibinden yola çıkarak, bizi müttekîlere imâm kıl, duâsını bize talim edip öğrettiğine göre, eğer kavlî ve fülî duâmızı tam yapabilirsek, istediğimizi bize vereceği muhakkaktır. O'nun ilâhî âdeti hep böyle cereyan etmiştir ve edecektir.
İkinci olarak da âyette dikkat edilmesi gereken kelimelerdir. Bizi ihlâslı veya müttakî kıl değil de, müttakîlere imâm kıl, deniliyor. Ortada bir imâmlık, liderlik ve kudve1ik söz konusudur.
Ayrıca müttaktyi, şerîat-ı fıtriyenin siyânet ve koruması altına giren ve o fıtrî kanunlara uygun ve mut9bık hareket eden, manâsına ele alıp değerlendirmeye tâbi tutacak olursak, mevzûmuzla alâkalı yönü daha da açık olarak ortaya çıkacaktır. Diğer taraftan Cenâb-ı Hakk, bizleri ümmeti vasat kıldığını , yeryüzünde istikâmeti bizim temsil ettiğimizi de haber vermektedir. Bu haberle de, liderlik vasıflarından bir diğeri anlatılmaktadır ki, bizim için çok mânidar ve üzerinde durulmaya değer bir hususdur. Bütün bu anlattıklarımızdan sonra mes'eleye şöyle bir hülâsa getirmemiz mümkündür: Hristiyanlık tasaffî edip sakatlıklarından arınacak ve durulacaktır, Fakat, ister akîde isterse amelî yönü itibâriyle bu tasaffî ediş, hep onun ikinci derecede ve tâbi durumunda olmasını gerektirmektedir. Zira her ne kadar tasaffi etse de, evvelinde bir bulanıklık vardır. Bir ameliye geçirecek ve ondan sonra saflaşacaktır. Bu ise menbaından saf ve billûr gibi akıp duran bir suyla kıyas kabul edilemiyecek, kıymet ve değerde demektir. İşte, İslâm hiç bozulmamış keyfiyetiyle, o menba suyu gibidir. Zira "İnnâ nahnü nezzelnâ'z-zikra ve innâ lehû le hâfizûn" âyetinin ifâdesiyle o teminat altına alınmış ve dâima muhâfaza edilmiştir. Halbuki Hristiyanlık için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.
Çünkü onlar, behi bir devreden sonra sapıtmış, dalâlete düşmüş ve kendi ufuklarını karartmışlardır. Halbuki müslümanlar dünden bugüne apaydın bir yolda ve ışık ordusu halinde, nurdan bir ufka doğru yol almaktadırlar.
Burada yeri gelmişken, her zaman tekrar edilen bir hususu tekrar etmeme müsâade edilsin: Biz, bize düşen vazîfeleri yapmakla mükellefiz. Neticeyi yaratmak Allah'ın hikmet ve ihsânına kalmış bir iştir. Aynen Allah Rasûlünün dedesi Abdülmuttalib'in Ebrehe'ye dediği gibi biz vazıfemizi yapar şe'n-i rubûbiyetin gereğine karışmayız. Ebrehe Kâbe'yi yıkmaya geldiğinde, Abdülmuttalip ona mürâcaat eder. Bünyesinde, varlığın özüne ait bir mainâyı taşıyan bu insan, çok heybetli ve görkemlidir. Gören herkesi hayran bırakacak kadar. Ebrehe onu görünce aynı his ve duygulara büründü ve aklından; "Bu insan benden ne isterse yaparım"diye geçirdi. Büyük ihtimâlle "Kâbe'yi yıkma"diye i1timasta bulunacağını zannediyordu. Fakat durum hiç de onun beklediği gibi olmadı. Kendisine ne istediği sorulunca;`develerimi' dedi. Ebrehe hayrette kalmıştı:
- Yahu, dedi, ben Kâbe'yi yıkmaya geliyorum, sen ise benden develerini istiyorsun, bu nasıl iştir?
- Ben develeıin sâhibiyim, der Abdülmuttalip, onları korumakla vazifeliyim. Kâbe'nin de sâhibi var; O da orayı korur. Ve hâdise onun dediği gibi olur. Cenâb-ı Hakk kendi beytini. Hem de hiç beklenmeyen bir tarzda korur. Ebâbil kuşları, ister melekler olsun, ister ruhânîler veya isterse bildiğimiz normal kuşlar;bizim için çok mühim değildir. Mühim olan Cenâb-ı Hakk'ın Kâbeyi korumasıdır. Bu kuşlar attıkları taşlarla onları yenmiş ekin tarlasına çevirmişlerdi ve hepsi de hazan görmüş yaprağa dönmüştü.
Ben şahsen ne zaman bu hâdiseyi anlatan Fîl Sûresi'ni okusam, Dini İslâm'ın Kâbey-i ismetine tecâvüz etmeye hazırlanmış ne kadar kefere ve fecere varsa, hepsinin aynı akıbete uğrayacağını tasavvur ederim. Ve ardından da "Li îlâfi Kureyş" diye başlayan "Kureyş" Sûresiyle de Allah'ın emn ü emânını düşünür ve Cenâb-ı Hakk kendi yolunda yürüyenleri her türlü korkudan emîn kılacağı mevzuunda bir te'minat ve bu te'minatlarda da bir tazelenme hissederim.
Onun için sizler, size âit olan işleri yapmaya çalışın. Dini Mübîn-i İslâm'ın Kâbe'yi ismetini koruma işini Cenâb-ı Hakk'a havâle edin. O günkü Ebrehelere onu çiğnetmediği gibi, bugünkü Ebrehelere de çiğnetmez. Dünkü ebter gibi bugünkü ebter de çeker gider, gider de sizler bile şaşarsınız.
Biz, dünyâ çapında işte, böyle bir ümttle dopdoluyuz. Şu istikbâl inkılâbatı içinde en yüksek ve gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır. Mes'eleyi de sadece Çin ve Rusya ile sınırlandırmıyoruz. . .
"Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar."
.
.
Duâ ederken “Eûzü-Besmele” çekilir mi? Duâda usul nasıl olmalıdır?
Duâ ederken “Eûzü-Besmele” çekilir mi? Duâda usul nasıl olmalıdır?
Duâya başlarken "eûzü" çekilmesini hükme bağlayan bir kayıt yoktur. Bize emredilen Kur'ân okumaya başlarken "Eûzü" çekmektir. Ancak, duâya da onunla başlanmasında bir mahzur olmayacağı kanaatındayım. Fakat her hayırlı işe besmele ile başlama kâidesinin umumiliğine, duâ gibi bir hayırlı iş de dâhil olacağı için, Besme1e çekmek sünnettir, diyebiliriz. Usûl ve metoda gelince, bu mevzûda hülâsa olarak bize tavsiye edilenler şunlardır:
Birincisi: Cenâb-ı Hakk'a, canu gönülden bir iştiyakla hamd ve senâ etmektir. Meselâ, Türkçe ifâdelerle söyleyecek olursak: “Rabb'im, gökleri ve yeri yaratan Sensin. Kalbimden geçenleri bilen Sen'sin. İçime îmân ve itminânı yerleştiren sensin. Gönlümü arzuyla dolduran ve buna mukâbil Cenneti de şimdiden donatan Sen'sin. Bülbülü şakıtan, güle rengini bahşeden yine Sen'sin. "İşte böyle umum âlemde cereyan eden tasarrufları sayıp, hepsini Cenâb-ı Hakk'a isnât ettiğini, tazarru ve niyâz dolu bir üslûpla ifâde etme hamd ve senâ demektir ki, Allah Râsûlünün duâlarında bunu açıkça ve tekrarla görmekteyiz.
İkincisi: Efendimize Salâtu selâmda bulunmaktır. Bu âdeta, bir kapıyı vururken, o kapının önünde duran, o kapının kilit ve anahtarlarını elinde tutan Zât'a selâm vermek gibidir. Evet, salât ve selâmın ma'nâsı, Cenâb-ı Hakk'dan Hz.İbrahim ve onun âline verilenlerin aynen Efendimize de verilmesini talep ve Hz. İbrahim'in gönüllerde kazandığı saygıya denk, Allah Rasûlü için de bir saygı atmosferinin te'sisini arzu etmektir ki, canu gönülden istenen böyle bir şey muhakkak surette kabûl olacaktır. Ve böyle makbûl iki duâ arasında kalan bir duânın kabûl olması da bir cihette teminat altına alınmış olacaktır.
Üçüncüsü: İstenilen şeylerin muhakkak surette Cenâbı Hakk tarafından kabul göreceğine, zerre kadâr tereddüt göstermeden, kıvrana kıvrana ve duânın ayrılmaz bir şartı olan yalvarış, yakarış edâsıyla.. meselâ; deniz ortasında, bir tahta parçası üzerinde kalmış ve bütün sebeplerin sukût ettiğini aynelyakîn anlamış bir insanın teslîmiyeti içinde ve böyle bir ruhla teveccüh edip Cenâb-ı Hakk'a yönelmektir ki, duânın özü, hayatı da işte bu ihlâs ve bu samimiyettir.
Duânın kabul edilmediğini düşünmek katiyyen yanlıştır. Duâ, eğer şartlarına uygun yapılmışsa muhakkak kabûl görür. Ancak kabûl ediliş keyfiyeti, bizim istediğimizin aynı olmayabilir. Bazan bizim istediğimiz, bizim için hayırlı olmadığından, bir rahmet eseri olarak Cenâb-ı Hakk bize, istediğimizi değilde esas istememiz gerekeni ihsân buyurur. Bazan da duâmız âhiretimiz hesabına kabul görür. Onun için, yapılan duâların mutlak surette kabül edileceğini düşünerek duâ etmek çok mühimdir.
Dördüncüsü: Duâyı yine salât ve selâmla bitirmektir. Duâ hâlisâne bir kulluk ifâdesidir. Yani kul, aczini, fakrını, zaafını ve iktidârsızlığını idrâk ederek; güç, kuvvet, imkân ve gınâ sahibi Cenâb-ı Hakk'ın kapısına, hiç bir vâsıta kullanmadan doğrudan doğruya teveccüh edip matlûbunu ondan istemesi, demektir.
Üzerinde ısrarla durulması gereken önemli bir husus da şudur:
Israr edilirse, bazan duâ ile, âdi sebepler sukût eder ve Cenâb-ı Hakk duâyı kabûl buyurur. Zira bütün sebepler de O'nun kudret elindedir. O istediği şeye istediği şekilde tasarruf etme gücüne sâhiptir. Yeter ki duâ bu şuûr içinde yapılsın ve duâ edilmesi câiz olan noktalar dikkate alınsın!...
.
.
Peygamber Efendimizin kadınları dövme tavsiyesi nasıl değerlendirilmelidir?
Peygamber Efendimizin kadınları dövme tavsiyesi nasıl değerlendirilmelidir?
Allah Rasûlünün (a.s.) kadınları dövme tavsiyesi diye birşey yoktur. Vedâ hutbesinde söyledikleri herkesin ma'lümu. Cevabı istenen husus ise Nisâ Sûresinin 34. âyetinde anlatılan mevzûyla alâkalıdır. Bu âyette anlatılan ve erkeklere tavsiye edilen maddeler ise şunlardır:
Birincisi: Serkeşlik, küstahlık ve başkaldırmasından endişe edilen kadınlara erkeklerin yapacağı ilk iş onlara nasihat etmektir.
Kadınlar sizin elinizin altında bulunurlar, istediğiniz işleri görürler, neslinizi devam ettirirler, siz de bir mürşid gibi, nasîhat eder, irşâdda bulunur ve onları insanlık semâsına yükseltmeye çalışırsınız. Onların bir kısım zaaf ve temâyülleri vardır. Bu mevzûda siz dâima onlara payanda olacak ve istikâmet yolunu göstereceksiniz. Belki onlar kendilerine ait kozları kullanmak isteyecekler; fakat size düşen ilk vazîfe onları Cenâb-ı Hakk'ın murâkebesine ulaştırmaktır. (Feizûhünne) emri en kısa ve hülâsa ma'nâsıyla bunu âmirdir.
İkincisi: Kadınların erkeklere diş geçireceği ve onları alt edeceği yer yatak odalarıdır. Kadın orada erkeğe diş geçirirse, hayatın diğer safhalarında da erkek ona söz dinletemez. İşte onların hâkim olduğu o yerde, erkek, edep sınırını aşmadan ve yaptığından evin içindekileri veya başkalarını haberdar etmeden, mes'elenin mahremiyetini koruyarak, kadına karşı irâdesinin hakkını verir ve orada mağlûp olmazsa, psikolojik olarak kadının hizaya gelmesi çok daha kolay olacakıtr. Yalnız çok hassas davranılması gereken bu noktada ifrat ve tefritten kaçınmak lâzımdır. Zira her ikisinden de, beklenen neticeyi elde etmek mümkün değildir. Erkek odayı terketmeyecek, kendine ayrı bir yatak yapmayacak belki aynı yatakta sırtını kadına dönerek mesafeli duracak. Zaten ir5desinin hakkını vermekde o esnâdaki dirâyetiyle belli olacaktır. Böylece onu, kendi silâhıyla alt etmiş olan erkek, kadına koz kullanma fırsatı vermemiş ve onun benlik gösterilerine kendi "Ben"iyle cevap vermiş olacaktır.
Ancak, hatırlatma gerekir ki, âyette anlatılan hususlar belli bir tertip içinde anlatılmaktadır. Her ne kadar Ebû Hanife'ye göre "vav"lar mutlak cem içinse de, cumhura göre tertip içindir ve belli bir sıra takîbi şarttır. Yani evvela nası"hat gelmektedir. Eğer nasîhattan hiçbir fayda elde edilemezse, o takdirde yatakta onu kendi haline bırakma safhasına teşebbüs edilir. "Vehcürûhünne filmadâcin" emrinden biz bunu anlıyoruz.
Üçüncüsü: Bazan bütün bu yapılanlar da kâr etmez. Kadın huysuzluğunu sürdürür durur. İşte bu noktada, belli prensipler dahilinde ve bir arızaya meydan vermemek şartıyla hafifçe dövmek üçüncü merhalede kabul edilen bir çaredir ki "Vadribûhünne" bunu ifâde etmektedir.
İşte, bu üç merhale nazara alınarak mes'eleye öyle bakmak iktizâ eder; yoksa, ister lehinde, ister aleyhinde gidip hemen dövmeye takılmak dengesizliktir. Bir kere dövme esas değildir. Medîne devrinde erkekler, Allah Rasûlüne gelerek kadınların huysuzluğundan şikayet ederler. O da "Fazla acıtmadan hafifçe okşayın" buyurur. Bir müddet sonra da Hâne-i saâdetin odaları, kocalarından dayak yiyen şikayetçi kadınlarla dolar. Ezvâc-ı Tâhirât, durumu İki Cihân Serverine bildirirler. Bunun üzerine Allah Rasûlü, mescide gelerek sahâbeyi toplar ve onlara "Duydum ki kadınları dövüyormuşsunuz. Bundan böyle kadınlar dövülmeyecektir" der ve mes'eleyi kesip atar. Önce onlara bir ruhsat vererek, şikayetin meydana gelmesine imkân hazırlamış ve şikayet vukû bulunca da "Dövmeyeceksiniz" demiştir.
Kadını dövmeme hususunda Allah Rasûlünden şeref sudûr olan bir çok hadîs-i şerîf vardır. Âdeta bu hadîsler âyette mücmel bırakılan bazı hususları tafsîl ve beyân etmiştir. Bilhassa, gündüz, kadını hayvan döver gibi dövüp, gece de yanına gitmeyi sert bir lisanla kınamıştır. Gece bütün bağları koparmak zorunda olan insanın Sabahki tavrı hiç de hoş karşılanmamıştır.
Dövmek en son ve mecburi istikâmet neticesi ruhsat verilen bir hareket tarzıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi birinci ve ikinci maddelerin fayda vermediği yerde kullanılır. Yani istisnâî bir durumdur. Başka türlü yola gelmeyen ve fıtratı ancak dövmekle yola gelmeye müsâit olanlara tatbik edilebilir. Döverken de, canını fazla yakmayacak ve bilhassa yüze vurmaktan da kaçınacaktır. Zira Allah Rasûlü "Vettekil veche" (yüzden sakın) buyurur.
Yüz, Cenâb-ı Hakk'ın rahmâniyet ve rahîmiyetini temsil eden en parlak aynadır. Yüzde o ma'nâya âit çizgi1er vardır, dolayısıyla yüze vurulmamalıdır. Haddizatında dövmekten gâye, onun onur ve gururunu harekete geçirmektir. Bunu te'mîn için en asgari ölçü neyse o kullanılmalıdır. Ben, şu satırların yazıldığı sırada elli küsur yaşındayım. Ve ilkokul öğretmenimin hafifçe kulağımdan tutup: "Sen de mi?" deyişini hâlâ hatırlıyor ve hatırladıkça da içimde o te'dîpten aldığım nasîhatı aynen o günkü gibi hissediyorum.
Kadını dövme islah için başvurulan en son çaredir, dedik. Ve kat'iyyen can yakıcı olunamıyacağını da ilâve ettik. Buradan şu noktayı da belirtmemiz îcâb edecektir: İslâh düşüncesinin dışında ve can acıtıcı şekilde dövmelerde, erkek Allah katında mes'ul olur ve bu şekildeki davranışlar da katiyyen câiz değildir.
Nasıl ki nasîhatla onun düzelmesini düşünüyor, nasîhat ediyor ve nasîhatın bütün yollarını kullanıyoruz, nasıl ki yatağını terketmekle ona karşı boykot yapıyor, fakat gururunu, onurunu kırmıyor, onu mahçûp etmiyor ve sadece salahını düşünüyoruz, aynen öyle de, şayet, hafif bir dövmekle düzelecekse, o zaman da onu tatbîk edeceğiz. Yoksa, bana baş kaldırıyor, serkeşlik yapıyor diye, hayvan döver gibi onu dövmek; maksadı, ma'nâsı, hedefi olmayan, câhilce ve acemice bir harekettir ki, Allah katında insanı muhakkak mahçûp ve mes'ûl eder. Bu, bütün terbiye şekilleri için de geçerli bir husustur. Meselâ bir hoca talebesini, te'dib ve islâh gâyesinin ötesinde dövemez, aksi halde o da mes'ûl olur.
Şimdi ben size sorayım: Bu türlü kademelerle gelinip ulaşılan bir dövmeye hangi akıl ve mantık sâhibi itirâz edebilir. Hem yüz kadından birinde böyle bir dövme, müsbet tesir icrâ ederek o kadını yola getirecekse, İslâm dini niçin böyle bir çarenin önünü tıkasın? Bu bir terbiye usûl ve metodudur. Efendimiz, "Vurun" derken bu ölçü içinde demiştir "Vurmayın" diye menederken de işkence, ezâ, cefâ ve intikam alma hissiyle yapılan dövmelere karşı kadını korumak için demiştir.
Bu mevzûyla alâkalı olarak akla gelebilecek bir husus da şudur: Kadının "nüşûz" ve baş kaldırması karşısında erkek kadını dövüyor da erkeğin bu türlü bir davranışı karşısında kadın niçin onu dövemiyor?
Erkek kavvâmdır. Âyet "Erricâlü kavvâmûne alen'nisâ'dır (Nisa, 34). Hükmün menâtı da anlatılır: "Bimâ faddalallahu ba'dahüm âlâ ba'dın'.' Allah bazınızı bazınıza, bazı noktalarda üstün kılmıştır. Erkeklerin birçok noktalarda kadına karşı üstünlüğü vardır. Fakat bu üstünlüğü, aynı organizmaya bağlı uzuvlar arasındaki üstünlük gibi değerlendirmek gerekir. Meselâ, erkek bu organizmada şayet, göz gibiyse, kadın da kulak gibidir veya erkek beyinse kadın kalbtir. İkisi arasında işte böyle ciddi bir irtibat vardır. Biri kan pompalarsa diğeri yaşar, onda bir kanama olursa diğeri de durur. Hayatları iç içe girmiş bir vücûdun ayrı ayrı yanları gibidir. Böyle bir husûsiyeti kabûl etmekle beraber, mutlak ma'nâda erkeğin kadından , üstün oluşunu da inkâr edemeyiz.
Erkek bütün bir senesini faaliyet içinde geçirebilir. Bazan en ağır işler de çalışır. Fizikî ve psikolojik yönden dâima daha kuvvetlidir. Batı dünyası dahi en ağır işlerde erkeği kullanır. Maden işçileri hep erkeklerden seçilmektedir.
Kadın ise, ayın bazı günlerinde devre dışı kalmak zorundadır. Lohusalık halinde bazan iki aya yakın aktif olamaz. İrâde ve fizikî yönden zayıftır. Her zaman cemiyetin her kesiminin içinde bulunamaz. Bazı durumlarda en mukaddes emânetini kaybedip cemiyet içinde kimsenin yüzüne bakamaz hale gelebilir, onun için çok dikkatli olmak mecbûriyetindedir. Mahremi olmadan uzak yerlere yolculuk yapamaz.
Bütün bunlar ve burada saymayı gereksiz gördüğümüz şeyler gibi herkesin malûmu olan durumlar nazara alınacak olursa erkeğin kadına karşı üstünlüğü, inkâr kabûl etmez bir gerçek olarâk ortaya çıkar. Bununla beraber cemiyetin, her iki cinse de ihtiyacı, her türlü îzâhtan vârestedir. Kadın öti sezisiyle ve içinde taşıdığı şefkat duygusuyla erkekten çok üstündür. Onun içindir ki, çocuğun bakımını anne üstlenir. Çünkü bu iş babanın altından kalkabileceği bir iş değildir. Fakat o da dış hâdiselerin tazyikine karşı mukâvemetlidir. Evet o, en ağır işlerin altından dahi kalkabilecek güçtedir.
Gece yarısı çocuk ağlamaya başlayınca, bazan baba oda değiştirir. Anne ise yattığı odadan çocuğun odasına koşar. Belki bazan sabaha kadar onun başında durur. O çocuğuna karşı çılgınca bir şefkat taşır. Hatta hikâye ederler: Çocuk anasını kesmiş, doğramış da sıra ciğerine gelince bir bıçak da oraya atmış. Ancak, bu arada kendi elini de kesmiş. Can havliyle "Anam" demiş. Ciğerden ses gelmiş "Yavrum" ve kesilen elin üzerine sarılıvermiş. Bu elbet bir hikâyedir. Ancak kimsenin şüphesi olmasın ki, hakîkaten böyle bir canavar evlat, anasına bu zulmü yapsa, sonra da başına bir iş gelse ona herkesten evvel sarılıp "Yavrum" diyecek olan yine anadır. İşte, bu duyguyla kadın erkekten üstündür. Bu üstünlük yerinde kullanıldığı zaman da büyük hayırlara vesîle olacaktır.
Kadın nesil yetiştiriyor. İyi bir tâlîm ve terbiye ile onları insanlığın evcine çıkarıyor. Erkek hayatının büyük bir bölümünü dışarıda geçirir. Halbuki kadın sabahtan akşama kadar bir tül gibi evlâdının başında titrer ve ona insanlığa giden yolları gösterir.
Cihangîrleri anneler yetiştirir. Büyük insanları, insanlığın iftihar tablolarını hep anneler şekillendirir. Kadın kendine âit bu meziyetlerle, erkek de yine kendine ait kabiliyetlerle örfâneye iştirak ederse bu bütünleşmeden cennet ikliminin yaşandığı bir âile ve fazilet topluluğu cemiyet vücüda gelir.
Erkek kadınsız, kadın da erkeksiz eksiktir. Onun içindir ki, herşeyin mükemmel olduğu Cennette Hz. Âdem'den hemen sonra, Hz. Havvâ vâlidemiz yaratı1mıştır. Eğer ilk yaratılan Havvâ olsaydı, şüphesiz, hemen ardından da Âdem yaratılacaktı. Zira her ikisi de birbirisiz olamazdı..
Kadın evin dâhilî işlerini erkek de hâricî işlerini deruhte etmekle mükelleftir. Erkeğin işlerinin kendine göre zor taraf1arı olurken, kadın içinde aynı şeyleri söylemek zorundayız. Fakat, "mağrem" itibariyle "mağnem" kâidesirice erkeğin evde "kavvâm" kılınması onun mesuliyetini daha da ağırlaştırmaktadır. Onun içindir ki kadının ve çocukların nafakası, bütün hayat şartlarının te'mîni erkeğe âit vazifeler arasında sayılmıştır.
Bugün feministlerin teklif ettikleri kadın hakları, esasen kadını muallâ mevkiinden alıp ayaklar altında hor ve hakir hale getirmek, demektir. Kışın üryan, yazın ise palto ve yünlülüre sarılıp sarmalanıp gezmek ne ise, kadını erkekleştirme gayreti de aynı hamakat örneğidir. Kadın yerinde kaldığı müddetçe sultandır, büyüktür ve Kadın Efendidir. Erkek de sınırını aşmadığı sürece, hürmete lâyık bir azîzdir. Bu şekildeki yerlerini değiştirmek isteyenleri Allah Rasûlü onları lânetler, çünkü fıtratla çatışmaya girmişlerdir. İnsanı meydana getiren uzuvlara yer değiştirterek, kulağı diz kapağına, burnu karnın ortasına veya gözleri ayakların altına yerleştirmek insanı ne hale getirirse kadın ve erkeğe böyle yer değiştirme gayreti de erkek ve kadını o hale getirecektir. Kadın,kadın olduğu, erkek de kendi yerini koruduğu müddetçe güzeldir ve fıtrîdir. Aksine gayretler ise, fıtrat ve tabiata karşı harp ilân etmek gibidir.
.
..
Günümüzde fen ve tekniğe ait meselelerle İslâm’ı anlatmak yaygın haldedir. Bunu nasıl görürsünüz?
Günümüzde fen ve tekniğe ait meselelerle İslâm’ı anlatmak yaygın haldedir. Bunu nasıl görürsünüz?
Evet, günümüzde, çeşitli ilim dallarını ele alıyor ve onları birer adese yaparak, eşyâ ve hâdiselere, hatta dinî mes'elelere o adese ile bakıyor.. anlatırken de aynı usûle riâyet ediyoruz. Meselâ "Cenâb-ı Hakk vardır" derken, diyoruz ki: Fizik ilmi mevzû olarak ele aldığı şu sahalarla Allah'ın varlığına delâlet ediyor. Kimya esrârengiz hal ve hüviyetiyle, şu kanun ve yollarla aynı noktaya parmak basıyor. Astrofizik şu mes'elelerle Cenâb-ı Hakk'ın varlığını ilân ediyor... vs.
Bazan da toplu olarak bunların hepsini nazara alıyor ve kâinat içinde cereyan eden, makro ve mikro plânda hâdiselerle O'nun varlığına ve birliğine dâir deliller araştırıyoruz.
Bir kitap var adı: "et-Tıb Mihrâb'ül-imân"Ma'nâsı: Tıb ilmi îmânın mihrâbıdır. Bu isim bana çok tonlu gelir. Bir insanın tıp tahsili yapıp da Allah'a inanmaması düşünülemez. Evet, O mihrâpta hep îmâna dâir mes'eleleri okunur.
Çünki insan anatomisi öyle baş döndürücü mâhiyette yaratılmıştır ki, insanın hangi yanına bakarsanız bakınız, gördüğünüz âhenk arşısında kendinizden geçecek ve "Allahü Ekber" diyeceksiniz. Tıp işte böyle bir mihrâptır!
Günümüzde umûmiyet itibariyle çeşitli ilimlere müracaat ederek dinimizi anlatmaya çalışıyoruz. Kur'ân'a bakarken ve baktırmaya çalışırken, onun mucizeliğini anlatma sadedinde bu ilimleri birer vâsıta olarak kullanıyoruz. Meselâ, anne karnında ceninin geçirdiği embriyolojik safhalarda, çocuğun uğradığı kademelerin hepsi, Kur'ân'da, sırasıyla bugün tesbit edilen ve ileride tesbit edilecek olan keyfiyete göre ifâde ediliyor. Bugünün ileri tekniğiyle ve röntgen şuâları yardımıyla tesbît edilen bu safhalar nasıl olmuşturda ondört asır evvel, ümmî bir zât tarafından tesbît edilmiştir. Bir insana isnât edilmesi i'tibârıyle bu mümkün değildir. Öyle ise Kur'ân, Efendimize âit bir söz olamaz. Bu kadar tahşidattan sonra da şu neticeye varıyoruz: Kur'ân Allah kelâmıdır. Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğunu isbât, aynı zamanda onu bize tebliğ edenin risâletini de kabullenme demektir. Bunun ötesinde, îmâna âit hemen her mes'eleyi bu silsile içinde ele almak mümkündür.
Kur'ân'ın mucize oluşunu isbât sadedinde, müstakil olarak ve tafsilatıyla üzerinde durduğumuzdan, misâllendirmeyi daha fazla uzatmak istemiyoruz. Burada anlatmak istediğimiz husus şudur:
Biz, çeşitli ilimlere mürâcaat ediyoruz ve dinimizi onlarla anlatmaya çalışıyoruz. Çünkü insanlığın kafa yapısı o noktaya gelip dayanmış bulunuyor. Karşı cephe ve materyalist düşünce, ilim ve tekniğe ait mes'eleleri inkâr ve küfrüne birer malzeme olarak kullanma gayretindedir. Bu iğfal sebebiyle kafaları bulanmış ve bakışları kararmış insanımıza, aynı malzemeleri kullanarak, ilim ve tekniğin dine zıt ve düşman olmadığını isbât etmek zorundayız. Diğer bir ta'birle, Marks, Engels ve Lenin gibi maddecilerin maddeyi değerlendirerek, inkâra gitmelerine karşılık, bizim de aynı maddeyi değerlendirerek îmâna gitmemiz âdeta bir vecîbe haline gelmiştir. Ben şahsen bunca tahşidatta hiçbir mahzur görmediğim gibi, günümüzün inanmış kadrolarının bu gibi mes'eleleri çok daha rahat anlatabilecek seviyede kendilerini yetiştirmelerinin zaruretine bile inanıyorum. Zira Kur'ân âyetleri yer yer elimizden tutarak bizleri, semâlara çıkarır, yıldızların, galaksilerin, sistemlerin içinde gezdirir, seyr ettirir ve Kâinat çapında o muhteşemlerden muhteşem Cenâb-ı Hakk'ın saltanatının haşmetini tanıttırır. Sonra bizi insanlar arasında dolaştırır. İnsan azâlarına dikkatimizi çeker ve bidâyetten nihâyete kadar, varlığı gözler önüne serer.. İnsanın teşrîhi durumunu ele alıp ve bu upuzun yolculuğu zerreler âlemine kadar sürdürür. Bazan Allah'a karşı en saygılı insanın âlimler olacağını söyler ve benzeri beyânlarıyla ilme teşvikte bulunur ve daha birçok ilmî ve fennî mes'elelere parmak basar, muhâtablarına araştırma ve düşünmeyi tavsiye eder. Ne var ki, bu mevzûda anlatılan hususların, Kur'ân'ın ruhuna uygun olmasını ilk şart olarak gözönünde bulundurmak lâzımdır. Yoksa Kur'ân adına Kur'ân tahrif edilmiş olur. Bu arada usûl bakımından bir-iki hususa dikkati çekmek de yarar görüyoruz:
Birincisi: İslâm'a ait hakîkatları anlatmaya sadece bir vesîIe ve vâsıta olarak ku1lanılması gereken bu gibi mevzûları, kendi kendimizi göstermeye ve ilmimizi isbât etmeye vâsıta olarak kullanmaya kalkınca, herşey değişir ve anlattıklarımızın hiçbiri muhâtapta te'sir etmez hale gelir. Ağzımızdan çıkarken apaydın ve nurlu olarak çıkan bu hakîkatlar, kalpteki niyetle orantılı olarak nurunu ve aydınlığını kaybeder ve kapkaranlık bir halde bize geri döner. Konuştuklarımızın iknâya yönelik olması gerekirken, ilzâmı hedefler ve ona göre birşeyler söylemeye çalışırsak, aksi düşüncedeki muhâtabımızın gönlüne girme yollarımızı tıkadığımızdan dolayı hiçbir zaman müessir olamayız. Halbuki bunun aksine davrandığımız zamanlarda, biz farkında olmasak bile dinleyenler arasında mevzûya ihtiyaç duyanlar, hisselerini alır ve istifâde ederler. Çünkü artık kendimizi değil, bizzat hakîkatın kendisini göstermek niyetini taşıyoruz. Hatta bazan öyle olur ki, sizin herhangi bir mes'eleyi çapına uygun anlatamadığınızı düşündüğünüz bir sohbetiniz, talâkat-ı lisaniyenizin fevkalâde olduğuna inandığınız bir başka konuşmanızdan daha te'sirli v'e daha istifâdeli olmuştur. Demek ki bu mevzûları anlatmada en birinci gâye ve hedef, Cenâb-ı Hakk'ın rızâsını tahsîl ve bize âit hakîkatları, muhâtabın seviyesine göre takdîm olmalıdır.
İkiıncisi: Herkes ilim ve teknikten bahsediyor diye, herhangi bir komplekse kapılıp, bu duygunun sevkiyle İslâmî mevzûları anlatma gayretine girmek kat'iyyen doğru değildir. Hele, kendi mes'elelerimizden şüphe ediyormuşuz gibi bir tehâlükle bu mevzûlardan bahsedip mes'elelerimize i'tibâr ve güç kazandırmayı Hedeflemek, kabûl ettiğimiz hakîkatlara karşı saygısızlığın ifâdesi olur. Hele hele, ilim ve tekniğin söylediğini esas kabûl edip, kendi mes'elelerimizi onlara tasdîk ettirmek, hiçbir yönüyle tecvîz edilecek gibi değildir.
Arzu edilirse mevzûu şöyle toparlayabiliriz:
İlimler, vicdânlanmızda meknî hakîkata konan, toz ve toprağı süpürmek için birer vâsıta birer süpürgeden ibârettir. Yoksa Allah korusun ilimlerin gösterdiğinin doğruluğundan hareket etmeye başlarsak, âyet ve hâdisleri onlara uydurmaya çalışır ve uymadığı yerde de hem kendimiz hem de muhâtabımız şüphe ve tereddüde düşürmüş oluruz. Halbuki bizim hareket noktamız şu olmalıdır:
Allah'ın ve Rasulünün beyanları doğrudur. İlimlerin söyledikleri de bu beyânlara uyduğu sürece doğru sayılır. İnhirafları ölçüsünde de yanlıştır. Aynı zamanda ilim1erin doğru olan kısmı dahi, îmânî hakikatları ayakta tutucu kâideler değillerdir. Bunlar îmânî mes'elelerde ancak fikir verici sre düşündürücü mâhiyette kabûl edilebilirler. Îmânî hakîkatlan vicdanımıza yerleştirip tesbît edene gelince o, doğrudan doğruya Rabbimizin hidâyet elidir. Cenâb-ı Hakk'ın eliyle gerçekleşen ve gerçekleşecek olan bir neticeyi ilimlerden beklemek kalbî hayatımız adına öyle öldürücü bir darbedir ki, böyle bir darbeye maruz kalan zor iflâh olur. Çünki O, bütün bir hayat, kâinattan deliller toplayacak ve bu delilleri Allah namına konuşturmaya çalışacak ve bu arada farkında bi1e olmadan kendisi de hep bir naturalist ve hep bir tabiatperest olarak kalacaktır. Sulara bakacak, bahara bakacak, fakat vicdânında zerre kadar bir yeşillik ve bir filiz verme emâresi bulunmayacaktır. Ömrü boyunca belki bir defa dahi, delillerin ötesinde ve tamamen vicdânında Cenab-ı Hakk'ın mevcudiyetini hissedemiyecek; zâhiren tabiatperestlikten kurtulacak ama hayatının sonuna kadar bir naturalist olarak ömür sürecektir.
Onun içindir ki, ilimlere tebeî bir nazarla bakmalıdır. Ve insan bütün ilimlere ait delîlIere şöyle bakmalıdır: Siz sadece birer süpürgesiniz. Yer yer şeytan içime vervese attığında sizi kullanacak, tozu-toprağı temizleyeceğim. Yoksa benim içimdeki hakîkatlar o kadar köklü, o kadar derin ve o kadar pırıl pırıldır ki, değil sizin gibi karanlıkta türkü söyleyenler, bu mes'eleyi ışık cümbüşü içinde destarrlaştıranlar dahi bir yere gelince benim vicdânımdaki aydınlığa zerre kadar yeni bir ışık ilâve edemeyeceklerdir.
İnsan kalbindeki îmânıyla mümindir, kafasındaki ma'lumat yığınlarıyla değil. Bu sebepledir ki, insan, âfakî veya enfüsî delillerle sıçrayabileceği mesâfeye çıktıktan sonra eğer bunların zâhirî ve keyfiyetlerinden sıyrılmazsa, terakki adına bir adım dahi atamaz o, bir yerde bunları bütün bütün arkaya atacak ve doğrudan doğruya, Kur'ân'ın aydınlık tayfları altında; kalp ve vicdânının nurlu yolunda yürüyecektir ki, o zaman aradığı aydınlığa ulaşabilsin.
Bir Batılı düşünür, "Allah'a lâyıkıyla inanabilmek için okuduğum bütün kitapları arkaya atma lüzumunu duydum" der. Şüphesiz, kâinat kitabının, insanın kendi mâhiyet kitabının ve bunları şerh eden kitapların kendilerine göre birer yerleri vardır. Fakat bunlar vazifelerini tamamladıktan sonra, insan, onlardan sıyrılmalı ve îmânıyla başbaşa kalmalıdır. Bütün bu anlattıklarımız biraz tecrübeye dayanan mes'elelerdir. Vicdânî tecrübeleriyle derinleşemeyenlere bu dediklerimiz nazarî gelebilir. Fakat geceleri aydın ve Rabb'e iştiyak içinde kanatlanmış ruhlar ne demek istediğimizi çok iyi anlarlar...
.
Kur’an niçin Ebu Leheb gibi kişilerden bahsediyor, hikmetini izah eder misiniz? Bu onun belagat ve fesahatına nasıl uygun düşer?
Kur’an niçin Ebu Leheb gibi kişilerden bahsediyor, hikmetini izah eder misiniz? Bu onun belagat ve fesahatına nasıl uygun düşer?
Ebû Leheb, nur hânesine yakın bir yerde neş'et etmesine rağmen o nurdan istifâde edemeyen tâlihsiz ve bir o kadar da inat bir insandır. Esas adı Abdüluzzâ'dır.
Sûrenin meâli kısaca şöyledir: "Elleri kurusun Ebû Leheb'in ve kurudu da. Ne malı ne de kazandıkları hiçbir işe yaramadı. Alevli bir ateşe gidip yaslanacak. Karısı da. Hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde." O irâdesini hep kötüye kullandı. Allah Rasûlünün geçeceği yollara dikenler serpti ve Kâbe'ye giden yollarda ateşler yaktı. Tabii, cezası da amelinin cinsinden ölacak ve gidip ateşe yaslanacaktır. Zaten ona, ateşin babası ma'nâsına gelen "Ebû Lehep" ismiyle hitâp edimektedir. İslâm dininin i'lâve yücelmesi uğruna verilen mücâdelenin karşısına dikilen bu adam, bütün hayatı boyunça oyun ve düzenler kuracaktır. Ve kurdu da. Ama yaptığı herşey -akîm kaldı. Beni Ümeyye'nin bütün serveti ona akmasına ve Ümmü Cemîl denen karısı da çok zengin olmasına rağmen bütün kazândıklarının ona zerre kadar faydası olmadı. Evlatları da onu kurtaramadı. Halbuki o onlarla çok övünürdü...
Bedir'e iştirak edememişti. Bedir'de müslümanların zaferi Mekke'ye ulaşınca, sinir krizleri geçirmeye başladı. Gelen haberci, hiç beklenmedik bir hâdiseden, müslümanlara yardım eden sarıklı askerlerden bahsediyordu. O güne kadar îmânını gizlemiş olan Ebû Râfi de denilenleri dinleyenler arasındaydı. Bu sözü duyunca dayanamadı ve "Vallahi bunlar melekler" dedi. Bunun üzerine Ebû Leheb çıldıracak hale geldi ve Ebû Râfi'nin üzerine yürüyerek onu ayaklarının altına aldı ve çiğnemeye başladı. Ebû Râfi, Hz. Abbas'ın kölesiydi. Hz.Abbas'ın hanımı Ümmü Fadıl, koşarak geldi ve Ebû Lehebin başına elindeki sopayı indiriverdi. "Efendisi yok diye bir köleyi dövüyorsun değil mi?" dedi. Ebû Lehep kardeşinin karısına seslenmedi. Başından akan kanla evine gitti ve bir daha dışarıya çıkamadı. Bu darbenin te'siri veya başka bir sebeple "Adese" denilen bir hastalığa yakalanmıştı. Ve o gün, bu hastalık vebâdan daha tehlikeli kabul ediliyordu. Malı vardı. evlatları vardı; fakat hiçbirinin Ebû Leheb'e faydası olmuyordu. Yedi gün kıvrandı durdu. Tek başına kaldı. Öldüğü zaman başucunda kimsecikler yoktu. Ölüsünü almaya dahi giren olmuyordu. Nihayet utandılar. Çölden bir kaç bedevî tuttular ve kokuşmuş cesedi bir çukura atarak üzerine taş yığdılar.
Peygambere (s.a.v.) bu kadar yakın olmasına rağmen hem o nurdan istifâde edememiş olması bir yana en azılı düşman kesilmişti. Onun içindir ki hem dünyâda hem de ukbâda onu çetin bir cezâ ve netice bekliyordu. Dünyâdakiler oldu, şimdi o, öbür tarafta kendi hesabıyla başbaşa...
Karısı beni Ümeyye'ye mensup soylu ve zengin bir kadındı. Allah Rasulüne düşmanlık âdeta ona sadistçe bir zevk veriyordu. İki Cihan Serverine karşı yapılan edepsizce muâmelelerin pek çoğuna iştirâk eder ve bundan derin bir zevk duyardı. Allah Rasûlünün geçeceği yollara dökmek üzere diken taşıyor, onun geçeceği yollarda yakılsın diye odunları yüklenip getiriyordu ve bütün bunlardan derin bir zevk alıyordu. Aslında pek çok hizmetçi kullanacak kadar şatafata da düşkündü. Ama, İki Cihân Serverine olan gayzı onu öyle tahrîk ediyor du ki, bu mağrûr kadın bütün gururunu ayaklar altına alıp o güne göre hizmetçi ve câriyelerin yapacağı bir işi yapıyordu. Gerdanlığın her çeşitini dahi boynuna takmaya tenezzül etmezken gel gör ki şimdi boynunda ip vardı ve sırtında da odun. Dünyada yaptığı bu işlerin cezâsını da aynı cinsten çekecekti, zira Kur'ân böyle söylüyordu.
Ebû Lehep inad bir insandı. Ebû Cehil onun hakkında "Sakın bunu kızdırmayın. Eğer öbür tarafa geçerse bir daha onu kimse döndüremez" derdi. Ve bunda da haklıydı. Ancak o, bu inadını AIlah Rasûlüne karşı kullandı. Ona düşmanlıkta harcadı. Hanımıyla beraber omuz omuza verdi ve Kâbe'deki putları ta'zız ettiler. Lât dediler, Menat dediler de eğilip bir kere olsun yanıbaşların da büyüyen, Aleyhissalâtü Vesselâm gibi bütün cihânları ifâde edecek bir fihrist insanı anlamak için gayret göstermediler. Âlemlere Rahmet olan bu mümtaz şahsiyetten istifâde lüzumunu duymadılar.
Duymak şöyle dursun Ebû Lehep hep Allah Rasûlüne kötülük yaptı. Dünyâ durdukça o da dursaydı, niyeti yine hep aynı şeyi yapmaktı. İnananlara yapılan ve tatbîki üç sene gibi uzun bir müddet süren boykotu hazırlayan ve bu işin öncüsü olan Ebû Cehillerle beraber oldu; Allah Rasûlü ve müslümanlara kötülük yaptı. Müslümanlar bu üç seneyi ölümle pençeleşerek geçirmişlerdi. Nice yaşlı ve çocuk bu boykotta hayatını kaybetti. Fakat Ebû Leheb'in vicdânında bütün bu olanlar zerre kadar acıma hissi uyarmadı. O böyle vicdândan nasipsiz bir insandı. Zaten Hz. Hatice vâlidemiz de bu devrede psikolojik olarak iyice yıpranmış, inananlara yapılan bu haksızlığa ve zulme daha fazla dayanamamış ve Hüzün Senesi adını ebedîleştirmek ister gibi vefat etmişti. Ebû Tâlip de ayni sene vefat etti. Ne yazık ki, o da hidâyete eremeden gitmişti. Ancak, Allah Rasûlüne olan sevgisi ancak, bir müslümanın katlanabileceği zulüm ve işkencelere katlanmasına sebep olmuştu. Ebû Tâlip denince, kalbimin derinliklerinde bir sızı duyarım, gözlerim dolar ve çok kere de ağlarım. Allah Rasûlüne bu kadar yardımcı olan ve O'na sâhip çıkan bir insanın hidâyete eremeyişi ne kadar hicrânlı bir hâdisedir. Hz. Ebû Bekir de bu mülâhaza ile ağlamıştı. Birgün yaşlı babasını âldı .Allah Resûlüne getirdi. Ebû Kiıhâfe müslüman olmuştu. Fakat Sıddîk bir köşeye çekilmiş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Dayanamadı Allah Rasû1ü, sordu: Ya Ebû Bekir, niçin ağlıyorsun, sevinsene baban müslüman oldu? Ebû Bekir kendine yakışan cevabı veriyordu: "Keşke şu anda sana bîât eden eller Ebû Kuhâfe'nin elleri olacağına Ebû Tâlip'in eller'ı olsaydı. Çünkü sen Ebû Talib'i Ebû Kuhâfe'den daha çok severdin. Senin o kadar sevdiğini ben öz babam dahi olsa Ebû Kuhâfe'ye tercih ederdim." Merhamet-i ilâhîden daha fazla merhamet edip sû-î edepte bulunamayız. Ancak kalbime de hâkim olamıyorum. Ne kadar isterdim ki bütün sevaplarımın onda dokuzu Ebû Tâlib'e verilseydi de bana sadece biri kalsaydı ve o da kurtulmuş olsaydı. Belki böyle söylemek de haddim değil, fakat baştan söyledim kalbime hâkim olamıyorum. Çünkü o benim Efendimi senelerce himâye etti, korudu, onun için çekmediği çile kalmadı. Fakat daha öte bir şey diyemiyoruz. Kimsenin de birşey demeye hakkı yoktur. Zira aradaki kopukluk Efendimizin elinin ona uzanmasına mâni teşkil etmektedir.
Ebû Tâlip Allah Rasûlünü bu derece siyânet edip korurken diğer bir amcası olan Ebû Leheb ona her türlü işkenceyi revâ görüyordu. Allah Rasûlü kabile kabile geziyor ve Hak Din olan İslâmı anlatıyor, insanları bu dine dâvet ediyor: onu bir gölge gibi takip ecfen kızıl saçlı ve kızıl suratlı bir başkası da durmadan onu yalanlamaya çalışıyordu ve işte bu adam Ebû Leheb'in ta kendisiydi.
Kabile ve soy olarak O'na en uzaklar en erken gelip Allah Rasûlüne karâbet ve yakınlık kurmaya gayret ederken. o aksine uzaklaşmayı âdeta kendine bir vazîfe biliyordu. Nasıl bir kördü ki, yanında doğan ve yükselen nur menbaı bir güneşi görmüyordu.
Şimdi böyle bir insana Kur'an'ın"elleri kurusun" demesi hak ve maslahat değil midir? Ona böyle denmeseydi milyarlarca inanan insanın hukuku zâyi olmayacak mıydı? Böyle bir anlayış, Kur'an'ın hikmet ve maslahat dolu uslûbüyle nasıl te'lif edilirdi?
İkincisi: İslâm'a kötülük yapan çokları hakkında açık-kapalı âyetler nazil oldu. Velid b. Muğire de bunlardan biriydi. Kur'an onun hakkında "Canı çıkası ne kötü karara vardı" tâbirini kullanıyor. O da Hâlid b.Velid'in babasıydı. Ancak Allah Rasulünün amansız düşmanlarından biriydi. Kendi kendine acaba nasıl iftira atsam diye düşünüyordu: Şâir mi, kahin mi, sâhir mi desem diye kararsızlıkta bocalıyordu. Sonra Kur'an'a sihir, Allah Rasûlüne de sâhir demeye karar verdi de, Kur'an da onun bu kararına karşı Cenâb-ı Hakk, ona yukarı da zikrettiğimiz âyet mealiyle hitap veya itap etti: `Canı çıkasıca ne kötü karar verdi.' Ve daha nice kâfirler Kur'an'da levmedildi, tehdid edildi. Durum böyle olunca, Ebû Lehep eğer istisnâ edilmiş olsaydı, acaba bıi Kur'an'ın âlemşûmûl olma keyfiyetine uygun düşer miydi? Elbetteki hayır. Zira Velid b.Muğire'nin kınandığı bir yerde, Ebû Lehep kınanmasaydı, bu işin müşâhitleri, Allah Rasûlüne bunca düşmanlık etmiş bir insanın sırf ona sıhrî olan karâbetinden dolayı korunup muhâfaza edildiği zehâbına kapılmayacaklar mıydı? İşte Kur'ân buna meydan vermedi ve Ebû Leheb'i de diğer müşriklerin katagorisine dâhil etti.
Üçüncüsü: Bu sûre Mekke'de nâzil oldu. Ebu Lehep ise Bedir Muhârebesinin hemen ardından öldü. Demek ki ortada gayba âit bir haber verme bahis mevzuuydu. Ebû Lehep ve karısı kâfir olarak gidecekti ve Kur'an ne dediyse aynen tahakkuk etti. Nasıl Allah Rasûlü, Bedirde ölecek Kureyşin ileri gelenlerinin yerlerini göstermiş ve her biri gösterdiği yerde öldürülmüştü ve böyle bir ihbar bu müminlerin kuvvei mâneviyesini takviye etmişti. Ebü Leheb'in de o şekilde ölmesi inananların kuvvei maneviyelerini takviye ediyor, âdeta onları daha da uyarıyor ve dikkat edin diyordu. Zira Kur'an'ın va'dettiği herşey oluyordu. Ortada bir zafer va'di vardı, demek ki o da olacaktı. Bir avuç müsIümana herkesin düşman kesildiği bir devrede, bu gibi takviyeler hiç de küçümsenecek şeyler değildi. Aksine doğurduğu müsbet netice itibâriyle bir bakıma şarttı ve zorunluydu.
Bazan küçük bir belâ ve musibetin insanda hâsıl ettiği uyarma ve kendine gelme, ma'nevî hayatı adına öyle şeyler kazandırır ki, perde açılsa, kazanılanlar görülüverse, herkes o belâ ve musibetin gelmesini can-u gönülden talep edip isteyecektir. Sonradan kazanılanlar, o musibeti hiçe indirmektedir. İşte insanlık adına, zaten kaybetmeleri kesinlik kazanmış olan böyleleri hakkında söylenenler söylenmemiş dahi olsaydı neticeye zerre tesir etmeyecekti. Olan olmuştu ve onların kötü akıbetleri mukadderdi. Vâkıa burada bir-iki şahıs kötü akıbetleriyle zikrediliyor ve bu ilk bakışta insanlığın onurunu kırıcı bir üslûb gibi geliyor ise de, neticede milyonlarca insanın şahlanıp, kendi derinliklerini hissetmelerine veya en azından zikredilenlerin akıbetine düşmemek için daha dikkatli davranmalarına vesîle olma keyfiyetiyle ele alınacak olursa, iIk hâtıra gelen intibânın yerini başka hikmetler alacaktır. Ve Kur'an'da Ebû Leheb ve emsâlinden bahsedilmesinin ne kadar lüzumlu, psikolojik ve pedagojik açıdan inananlar adına ne kadair gerekli olduğu böylece idrak edilmiş olacaktır.
Dördüncüsü: Son olarak şunu da' ilâve etmeliyiz ki, bu psikolojik te'sir inanan kesimde dediğimiz şekilde bir uyanmaya sebep olduğu gibi, küfür cephesinde de tereddütler hâsıl etmeye baş1amıştır. Mutlak küfür1eri, şek ve şüpheye inkılap etmekle, nurlu yola girmeleri kolaylaşmış ve önceleri sadece vicdânlarında hapsolan tasdikleri ortaya çıkan tereddütlerin tazyikiyle akıl ve kalbe girme menfezleri bulmuş ve zaten bir müddet sonra neticeler görülmeye başlanmıştır. Ondan sonra niceleri, küfür urbasını çıkararak, iman hil'atını giydi ve irşâdda bulunmak için döndü, gittiler. Bu da îmân ve insanlık adına az bir kazanç değildir. İşte bazı insanların encamlarının zikredilmesiyle böyle büyük neticeler hâsıl etmek ancak ve ancak Kur'an'a yakışan ve onun hikmet dolu beyânlarının tezâhürü olan öyle mucizevî bir üslûpdur ki şimdiye kadar böyle bir netice hâsıl etme başka hiç bir kelâma nasip olmamıştır. Bu, okyanuslara atılan küçük bir taşla binlerce dalgalar hâsıl etme gibi hârikulâde renklilik ve derinlik örneğidir. Evet bu dalgalanmalar o günden bugüne binlerce, yüzbinlerce hatta milyonlarca insanın gönlünde temevvüc edip durmaktadır. Evet Kur'ân, tergîp ve terhîbin iticiliği ve çekiciliği ile, bir adamın küfür içinde ölmesini haber verdiği aynı anda milyonların hidâyetine vesile olma gibi üstün bir ûslûpla nâzil olmuştur. Bu da Kur'ân'ın fesâhat ve belâğat ifâde eden beyânına gayet uygundur, muvafıktır. Maslahat ve hikmetin ta kendisidir.
.
.
Osmanlılarda harem mevzuu çok tenkit edilen hususlardan biri olmuştur. Bu mevzuuda bizi aydınlatır mısınız?
Osmanlılarda harem mevzuu çok tenkit edilen hususlardan biri olmuştur. Bu mevzuuda bizi aydınlatır mısınız?
Türk haremi bir mübârek ma'nâdır. Batı'nın insan babası haremlerini incelemek yerine, bizim gül kokulu, ahlâk mektebi olan haremlerimizi onlara kıyaslamışızdır. Aile çökmüştür. Tanzimat kafasının târif ettiği harem, yoktur. Yoktur ama biz İslâm tohumu ile yetişen çocuklarımıza, harem düşmanlığı verirken kendimizi kurşunlamışızdır.
Biz hanımlarımızı, kalabalık önünde teşhir etmeyecek kadar Türk-İslâm muhâfazakârlığının güzelliğine vurgunuz. Ama olmaz diyenler, hani şu pek önemli ilerici devrimcilerimiz için, kadın hâla harem dedikodularının malzemesidir. Peki, harem nedir? Onlara sorarsanız, Avrupa’nın bize kindârlığının hikayeleri doğrudur. Harem bir insan harâsı örneğidir. Milyon kere estağfirullah..
Biz Tanzimattan sonra haremimizin ne olduğunu kendi kaynaklarımızdan değil, Batı'nın dağarcığından öğrenmeye merak salmışızdır. Ne hatâ..
Geçenlerde, bir Alman’â dediğimi hatırlıyorum: -çıkın piyasaya ve kitapçılara, Fransız, Alman, İtalyan ve hatta Asya ülkelerinin haremlerinin pislik ve ter kokan romanlarını, piyeslerini, filimlerini bulacaksınız.. Ama eskisini bir kenara bırakınız, Fetihten sonra kurulan saray haremimizin, yıkılışa kadar beşyüz yıllık akışı içinde, bir tek, evet, bir tek dışarıyâ sızmış cıvık aşk ve beden söylentisine rastlayamazsınız. Haber sızmasın diye alınan tedbirden değil. Haremde, sefahat ve yatak kokan maceralar olmadığı için.
Sadece saray hareminde değil, konak ev ve hatta kulübe haremlerimizde bile, bir başka asâlet, bir başka fazîlet, bir başka "Kadının gölge hâkimiyeti" vardır. İnkârcılığımız, güzelliklerimizi idrâkimize mâni olmuştur. Aslında harem-selâmlık ayırımı, ev hayatının; kadın ve erkek bünyesinin güçlülük ve zayıflığına göre meydana gelmiş hârikulâde bir dengesidir. Harem sadece kutsal makam, gizlilik deği1, ama âilenin soysuzlaşmasının önlendiği, Türk-İslâm ihtişamı demektir.
Hayır, bizim haremlerimiz gül kokulu, fesleğen râyihalı, fazilet köşelerimizdir..
.
Abdulhamid Han’a “kızıl sultan” deniliyor, doğru mudur?
Abdulhamid Han’a “kızıl sultan” deniliyor, doğru mudur?
Abdülhamid, idareye vaziyet etmek üzere tahta çıktığında her taraf kazan gibi kaynıyordu. Bu yönüyle o, Haydar-ı Kerrar Hz. Ali'ye (radıyallâhu anh) çok benzer. Asrın Mimarı Hz. Ali için; O korkunç hâdiselere karşı Hz. Ali gibi bir kamet-i bâlâ lâzımdı ki dayanabilsin ve dayandı der.[1] Emevîlerin sert tutumu ve Haricîlerin çıkardığı fitnelere munzam, cemiyetin fitne kazanı gibi kaynadığı o devrede diğergâm, hasbî, civanmert, dünyaya karşı zahit bir kamet-i bâlâ ancak duruma hâkim olabilirdi. Ve işte, Hz. Ali tam bu işin adamıydı. Onun içindir ki kader-i ilâhî onu sona bırakmıştı. Abdülhamid de öyleydi. O da fitne ve fesat üzerine gelmişti. Dünyada herkesin kabul ettiği zekâ, deha ve tedbirin adamıydı. Tedbirini vehim olarak değerlendiren tarihçiler vardır. Onlara göre Abdülhamid çok vehimli bir insandı. Küstahlığı biraz daha ileri götürenlere göre ise o, korkak bir insandı.
Tahta çıktığı zaman Osmanlı topraklarında manzara şuydu: Tunus bulgur kazanı gibiydi. Mağrip memleketlerinde Fransızlar, İtalyanlar cirit atıyor ve her yerde fitne arıyorlardı. Mısır ciddî hâdiselere gebeydi. Araplar her yerde, Osmanlı askerine karşı bir düşman tavrına girmişti ve onu arkadan vuruyordu. Böylece her yerde, Birinci Cihan Harbi'nde mağlup düşmemize zemin hazırlanıyordu. Bir İngiliz casusu olan Lavrens, Şerif Hüseyin'e kadar yanaşmış, hatta Avrupa'da onu temsil etme pâyesiyle pâyelendirilmişti. Her yerde Lavrens'in dümen suyuna uyulmuştu. Mehmetçik, dindaşları tarafından şehit ediliyor, edilirken de, o kavurucu çöl sıcağında dudaklarına bir yudum su götürecek dost elinden mahrumdu. Ve işte böyle bir devrede Abdülhamid enkaz yığını hâline gelmiş bir saltanata buyurun edilmişti.
Girit daha farklı değildi. Giden valiler hiçbir iş yapamıyordu. Asker eli kolu bağlı duruyordu. Batı bir kâbus gibi orada Osmanlı'nın üzerine çökmüştü ve kalkmaya da niyetleri yoktu.
Balkanlar'da, Rusya'nın tahriki, açıkça kendini gösteriyordu. Muhtariyet isteyen milletlerin başını Slavlar çekiyordu. Bulgarlar bu emellere alet edilmişti. Sadece Balkanlara ait meseleleri halletmek dahi çok zordu.
Anadolu'da da dönmeler yoğun faaliyete girişmişlerdi. Bu dönmelerden bilhassa bazıları amansız bir gayret içindeydiler. İsimleri değişmiş Ali, Veli olmuştu ama ruh dünyalarında zerre kadar değişiklik olmamıştı. Kinleri hiç dinmemişti; gayz ve öfkeleri her yerde yangın çıkarmaya yetecek mahiyetteydi. Nasıl Allah Resûlü'nün Medine'de en amansız düşmanı bunlardı ve nasıl Hz. Ali'nin baş düşmanı İbn Sebeleri yetiştiren de yine bu mezbelelikti, Abdülhamid'e karşı da en büyük hasım ve düşman yine aynı iklimde yetişip boy atıyordu. Mithat Paşa da bir dönmeydi ve arkasında bütün bir Avrupa vardı. O da fitnenin bir ucunda, kendine düşeni yapmaya çalışıyordu.
Ermeniler dışta ve içte örgütlenmiş ayrı bir düşman cephesiydi. Süryaniler tahrik ediliyordu. Asırlarca omuz omuza aynı cephede vuruştuğumuz unsurlar şimdi bizi arkadan vurmaya başlamıştı ve bu kalleşçe tavır ciddî boyutlara tırmanmıştı. Bütün bunların önünü almak da çok zor bir meseleydi. Abdülhamid'in böyle bir dönemde 33 sene gibi uzun bir süre devleti ayakta tutabilmesi dahi büyük bir hâdisedir. Başka hiçbir iş yapmasaydı bu kadar süre ayakta durabilmesi onun istidadını göstermeye kâfi gelirdi. Düşman amansızdı ve etrafında kendisine müzâhir olacak ciddî dostlardan da mahrum bulunuyordu. Müstebit değildi. Ruhunda mevcut olan disiplin anlayışını cemiyete aksettirmek istiyordu. Böylece laçkalaşmaya başlamış cemiyet hayatına ait her ünite belli bir disiplinle, hiç olmazsa daha aşağıya çekilmesi önlenmiş olacak ve toplum hayatı yükseltilemese de daha kötü hâle gelmekten korunacaktı. Bunun için de Abdülhamid'in disiplinli olması gerekiyordu. Ne var ki, bizim kendilerine çok sevgi ve saygı duyduğumuz bazı zatlar bile durum değerlendirmesinde yanılmış ve Abdülhamid'i hicveden yazılar ve şiirler yazmışlardı. Neden sonra yıkılışı görenler nedametlerini gizleyemedi ve onun büyüklüğünü anlayamadıklarından aleyhinde bulunduklarını itiraf ettiler.
Maarif hayatına onun kadar hizmet eden -Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri müstesna- ikinci bir Osmanlı Padişahı göstermek oldukça zordur. O Türk maarifine hizmet eden nadide bir insandır. İlk defa Avrupa standartlarına uygun mektepler onun devrinde hizmete girmiştir. Kabataş, Kuleli İstanbul'da açılan okullardan sadece ikisidir.
İslâm âlemiyle ciddî diyaloğa girme meselesini yine Abdülhamid halletmiştir. Medine'ye kadar giden tren hattı onun devrinde yapılmış ve faaliyete geçmiştir. O bir bakıma Yavuz'un idealini pratikte gerçekleştirmiş bir kişidir. Zira Yavuz'un yaptığı fetihlerin neticesi ve beklenen meyvesi ancak İslâm âlemiyle böyle yakından temasa geçmekle mümkün olacaktı. Fakat o günün şartları gereği, o devrede yapılamayan tren hattı gecikmeli dahi olsa, Abdülhamid tarafından devreye sokulmuş oluyordu.
Günümüz Türkiye'sinde âdeta yedi harikaya eklenmiş bir sekizinci harika gibi büyütüle büyütüle neredeyse efsaneleşecek olan Boğaz'da yapılan köprünün plânı dahi o dönemde, hem de bugünkünden daha modern olarak Abdülhamid devrinde yapılmıştır. O, ufku bu kadar geniş bir insandır. Şartlar elvermediği için tatbike konulamayan bu köprü plânı bugün arşivlerimizde durmaktadır. Geçtiğimiz günlerde bir tarihçi arkadaşımızın gayretiyle basına intikal eden bu mesele, Abdülhamid'in firasetini bir daha ispat etmiştir.
Onun ileriye matuf düşüncelerini etrafındakiler sezip bilemediler. Bundan dolayı da anlaşmazlıklar zuhur etti. O attığı her adımı en az elli sene sonrasına göre atıyordu. Fakat etrafında bulunan devlet ricali günübirlikçilikten bir türlü kurtulamamışlardı. Esasen, günümüzde de değişen bir şey yok. On sene sonrasına dair yaptığı teklifleri, arkadaşları tarafından engellenen idarecilerimizin durumu da aynıdır. Ona "Kızıl Sultan" diyorlar. Bence Fransız yakıştırmasının ona isnadı dahi bizde müsbet bir kanaat hâsıl etmelidir. Bazı dönmeler tarihin hiçbir devrinde bize hakikî mânâda dost olmamıştır. Bugünkü düşman tavırları da dünkünden az değildir. İşte onların attığı bir iftira, ecdadına sövmeyi mârifet zanneden birtakım nesepsizler tarafından aynen tercüme ile dilimize aktarılmış ve öyle denmiştir. O kızıl sultan mıdır, yoksa âteşîn bir deha mıdır, artık tarih diyeceğini demeye başlamıştır. Onun kızıl sultanlıkla zerre kadar alâkası, bu alâkaya esas teşkil edebilecek yanı yoktur.
Amcası Abdülaziz şehit edilmiş ve intihar süsü verilmeye çalışılmıştır. Abdülaziz'i öldürten Mithat Paşa ve birkaç yandaşıdır. Vermek istedikleri intihar süsü o kadar acemice hazırlanmış bir komplodur ki, küçük bir çocuğu dahi buna inandırmak mümkün değildir. Abdülaziz'in öldürülmesinde, her iki bileğin damarları da kesilmiş olarak intihar etti denmektedir. Bir adam, bileğinin birindeki damarı kestikten sonra diğerini hangi elini kullanarak kesecektir? Ayrıca boynundaki damarlar da sağlı ve sollu kesilmiştir. Bunun intiharla ne alâkası var! Sonra intihar etmesine sebep nedir? Aslında söylenenlerin hepsi yalan, uydurma ve iftiradan ibarettir. Sonra bu mevzuu araştırmak için bir heyet kurulmuş ve verilen raporlar tetkik edildikten sonra mahkeme Mithat Paşa ve adamlarını suçlu bulmuş ve idamlarına hüküm vermiştir. O nasıl bir kızıl sultandır ki, amcasının kâtili olduğu mahkemece sübut bulduğu ve kendisine olan düşmanlığı herkesçe müsellem bulunduğu hâlde, yetkisini kullanarak verilen idam kararını müebbet hapse çevirmiş ve onu Taif'e sürgün etmiştir. Bu dönmeyi kaçırmak için bütün dünya gizli servisleri faaliyete geçince Abdülhamid, Tâif valisine kesin emir verir: "Eğer Mithat Paşa kaçırılırsa bu ihmalini çok ağır olarak ödersin." Vali tedirgin bekler. Her gün bir kaçırma ihbarıyla bunalmıştır. O kaçırılmadan evvel hak ettiği cezayı ben vereyim der ve ihtimal Mithat Paşa'yı zindanda boğdurur. Meselenin Abdülhamid'le uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktu. Hem başka bir devlete sığınma talebinde bulunacak kadar kimliğini ortaya koymuş bir haini öldürtse ne olurdu? Fakat onda şefkat âdeta zaaf derecesindeydi. Hiç kimsenin kanını dökmek istemiyordu. İşte onun bu şefkatidir ki, Hareket Ordusuna karşı dahi, fiilî bir müdahalede bulunmasına mâni olmuştu.
Mahmud Paşa aklı hiçbir şeye ermeyen bir adamdı. Bir kır bekçisi kadar dahi devlet işlerinden anlamazdı. Daha sonra Meclis'te oturduğunda uyuklamaya başlardı. Meclis Başkanı, Batılı gözlemcilere karşı çok ayıp oluyor, gerekçesiyle onu uyandırmaya çalışırdı. Böyle Meclis'te horul horul uyuyacak kadar memleket meselelerine karşı lâubâli bu insan, Hareket Ordusu diye bir grup çapulcuyu etrafına toplamış ve Selanik'ten kalkıp İstanbul'a gelmiştir. Tahsin Paşa, durumdan haberdar olunca derhal Hünkâr'ın huzuruna girer ve bunları dağıtmak için müsaade ister. Hünkâr işin bidayetinden beri bu meseleden haberdardır. Tahsin Paşa'nın gelenleri geri püskürtmek için yaptığı ısrarlı talep, Abdülhamid tarafından hüsnü kabul görmez. Hünkâr, "Kendi milletimin kanını akıtamam." der ve teklifi reddeder. Hâlbuki başındaki adamdan da belli olduğu gibi Hareket Ordusu, ordu disiplin ve anlayışından çok uzaktır ve gelenlerin ekseriyeti niçin geldiğini bile bilmemektedir. Bir kısmı da padişahı korumaya geldiklerini zannetmektedir.
Hayır, başka değil o sadece şefkatinin kurbanı olmuştur. Abdülhamid, İttihad ve Terakki Fırkasının bu kadar akıl almaz davranışlarını şefkat ve insanî düşünce ile karşılamasaydı, davranışları herhâlde biraz daha farklı olurdu.
Bir bakıma onun düşünce ufkunda, onların yaptığının toz ve gubarı dahi yoktu ki böyle bir fecaati netice verecek olan onların hareketlerini kendi insanî ölçüleri içinde değerlendirdi. Yani milleti idare iddiasına kalkışacak insanların bu denli akılsız olacakları onun aklının köşesinden bile geçmiyordu. Bir de; nasıl olsa, benden sonra Sultan Reşad duruma vaziyet edecek. Benim bıraktığım yerden o başlar ve devam ettirir düşüncesindeydi. Onun için tevekkül yanı, tedbir tarafına galebe etti ve o mürüvvet âbidesi, milletle beraber kendi heykeli altında kalıp ezildi.
Bir de Abdülhamid'in mânevî yanı vardır. Devlet adamlığına denk bu yanıyla da o ayrı ve çok muallâ bir mevkidedir. Dinle dünyayı bu şekilde dengeleyebilme, bilhassa öyle bir makamda bunu yapma, çok ender insana nasip olmuş bir tali'lilik pâyesidir. Ve işte o ender incilerden birisi de Abdülhamid'dir. Hacca gittiğimizde, bize hizmet eden çok yaşlı bir insan vardı. Abdülhamid'in adını duyunca saygısından ürperirdi. İşte bu yaşlı zat bize, Abdülhamid müteaddit defa hacca geldi. Falan yerde kaldı ve bizimle haccetti diye hikâye ederdi. Hâlbuki o, zâhire göre hiç hacca gitmemişti. İtimat ettiğim bir zat da, Mehmed Âkif'ten naklen bana şöyle bir hâdise nakletmişti:
Mehmet Âkif sabah namazı için Ayasofya Camii'ne gider. Camiye oldukça erken gitmiştir. Orada durmadan gözyaşı döken ve dua dua yalvarıp yakaran birini görür. Ertesi gün, daha ertesi gün hep aynı hâdise ile karşılaşır. Daha da erken gitmeye başlar, fakat netice değişmez. Adam aynı yerde oturmakta ve sessiz sessiz ağlamaktadır. Dayanamaz Âkif, adama sokularak: "Dostum, Allah'ın rahmetinden bu kadar ümidini kesme. Zira kâfir kavimden başka kimse Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez." der. Adamın konuşmaya mecali yoktur. Eliyle "Başımdan git, beni meşgul etme!" der gibi işaret eder. Fakat Âkif kararlıdır. Bu adamı bu kadar ağlatan nedir? İşte bunu öğrenmek istemektedir. Ayrılmaz ve ısrarla niçin ağladığını sorar. Adam başından geçen ve kendini bunca yıl ağlatan hâdiseyi şöyle anlatır:
Ben ordu mensubuydum. Abdülhamid Han zamanında binbaşıydım. Bir gün babamın ölüm haberini aldım. Babam servet sahibi bir insandı. Bağları, bahçeleri vardı. O vefat edince bütün bu mameleke benim sahip çıkmam gerekiyordu. Ordudan ayrılıp işlerimin başına dönmeye karar verdim. Durumumu şerh eden bir dilekçeyle Mabeyne müracaat ettim ve istifa etmek istediğimi söyledim. Birkaç gün sonra dilekçeme cevap geldi: "İstifan kabul edilmemiştir." Bunun üzerine ikinci bir dilekçeyle Sadarete başvurdum. Oradan da aynı cevabı aldım. Başka yol kalmadığı için doğrudan Hünkâra durumumu anlatan bir mektup yazdım ve istifa talebimi tekrarladım. Oradan da gelen cevap aynı oldu. İstifam Hünkârca da kabul edilmemişti. Bizzat görüşme talebinde bulundum, kabul buyurdular. Vicahî olarak durumumu tekrar ettim. Hiç cevap vermedi ve bir müddet sessiz sessiz durdular. Ben ısrar edince: "Peki istifanı kabul ettik." dediler. Elinin tersiyle de, "Gidebilirsin." işaretini verdiler. İstifamı istemeyerek ve benim ısrarım üzerine kabul ettiği, jest ve mimiklerine kadar her şeyi ile belli oluyordu.
Huzurdan çıktım. Artık serbesttim. Malımın-mülkümün başına gidebilecektim. O gece bir rüya gördüm. Rüyamda Allah Resûlü, ordumuzu teftiş ediyordu. Etrafında Raşid Halife Efendilerimiz vardı. Bir adım geride de Abdülhamid Han Hazretleri el-pençe, edep içinde duruyordu. Bölük bölük, tabur tabur askerler geldi geçti ve Allah Resûlü onları memnun, yüz aydınlığı içinde teftiş ettiler. Bir aralık dağınık bir tabur geçmeye başladı. Başlarında kumandanları yoktu. Biraz dikkat edince taburumu tanıdım. Darmadağınık geçiyorlardı. Efendimiz mübarek yüzlerini Abdülhamid Han'a çevirdiler ve "Abdülhamid, hani bunların kumandanı?" dediler. Abdülhamid başını eğmiş olduğu hâlde, "Yâ Resûlallah, ısrarla istifasını istedi. Neticede de istifa etti." cevabını verdi. Allah Resûlü elinin tersiyle "Senin istifa ettirdiğini biz de istifa ettirdik." dediler. Dünyam başıma yıkılmıştı ve işte o gün bugün böyleyim. Şimdi, söyle bana, ben ağlamayayım da kim ağlasın.
Bu belki bazılarına objektif gelmeyebilir. Fakat anlatılan bu hâdiseye ben inanıyorum. En küçük hizmetleri dahi O'nun bizzat teftiş ettiğine dair bana anlatılan o kadar müşâhede var ki, inanmamaya hiçbir sebep görmüyorum.
Mevzuun başında da söyledim. Abdülhamid'e ilk defa Fransızlar "Le sultan ruj" diyerek "Kızıl Sultan" adını taktılar. Ermeniler de bunu gazetelerinde neşredip yaydılar. Onun için ona "Kızıl Sultan" diyen insan kimin ağzını kullanıp, kimin emellerine alet olduğunu düşünüp ürpermelidir. Evet, yarasa bakışlı renk körlerine göre o kızıl sultandır. Ama bize göre o Ulu Hakan ve Cennetmekân'dır...!
Kamet-i bâlâ: Büyük şahsiyet, yüce kişilik.
Munzam: ...ilave olarak, ...yanında.
Diğergâm: Başkalarını düşünen, fedakâr.
Hasbî: Samimî, karşılık gözetmeyen.
Civanmert: Yiğit, gözü pek.
Zahit: Dünyevî lezzetlerden el etek çeken; fâni, geçici her şeye gönlünü kapamış kimse.
Gubar: Toz
Mamelek: Sahip olunan her şey, mal varlığı.
Sadaret: Sadrazamlık makamı, bugünkü Başbakanlık.
.
Bir talebe olarak okullarda tebliğ metodumuz nasıl olmalıdır?
Bir talebe olarak okullarda tebliğ metodumuz nasıl olmalıdır?
Peygamberlerin gönderilme gâyesi teblîğdir. Öyleyse bize düşen en mühim ve hayatî vazîfe de mükellef olduğumuz hususları anlatma, tebliğ etme olacaktır. Eski ve yeni bu mevzûda aklımıza gelen bütün metod ve usûlleri yeniden gözden geçirip devrimize tatbîki mümkün olan ve neticeye götürücü olduğunu kabul ettiğimiz prensipleri pratiğe dökme en birinci vazifemizdir. Mes'eleyi sadece talebe çerçevesine sıkıştırmak da doğru değildir. Belki Allah karşısında mükellef olan herkes usûlü dâireşinde herkese hizmet vermelidir.
İnsanoğlu, hayat boyu âdeta hep talebelik eder. Diğer bir ifâde ile, insan için en mühim, en hayatî mektep hayattır. Husûsî ma'nâsiyla mektep,ancak hayatın cüz"ı bir kısmına âit mes'eleleri üzerine alıp tekeffül edebilir. Orada, tecrübeli üstad ve hocalar, edindikleri mâlumatla bu tecrübeleri hallâç eder ve çıraklarına aktarmaya çalışırlar. Halbuki geniş ve umumi ma'nâsıyla hayat mektebinde herbir fert, hem bir çıraktır hem hoca hem de üstâd. O, bir taraftan öğretirken diğer taraftan yeni yeni şeyler öğrenme durumundadır.
İrşad ve teblîğ vazifesinde de durum farklı değildir. Okul ve mektepler onun sadece bir bölümünü üzerine almıştır. Orada edinilen mâlumatla insan ancak belli bir seviye katedebilir. Eşyâ ve hâdiselere bakışı değişir, ufku genişler. Kendi durumundakilere de aynı zamanda irşâd ve teblîğ namına hizmet götürebilir.
Fakat, vazife sadece ona münhasır değildir. Hayata atıldıktan sonraki dönemde de hem kendi birşeyler öğrenecek hem de elde ettiği fikir meyvelerini çevresinde bulunanlara takdîm etmeye çalışacaktır. Onun için her bir fert yaş ve seviye ne olursa olsun, anlatılması gereken hususları etrâfına anlatmak mecbûriyetindedir. Bu onun en hayatî vazifesidir.
Zaten bizim varlık gâyemiz de budur. Zira Cenâb-ı Hakk, "Ve mâ halaktül cinne vel-inse illa liya'budûn" buyurarak, insanların ve cinlerin yaratılış gâyesinin O'na kulluk olduğunu bildirmiştir. İşte herkes, bu kulluk anlayışında yarışacaktır. Bu yarışta kimisi takılıp yolda kalacak, kimisi de zirveleştikçe zirveleşecek ve Allah katında en büyük ve yüksek payeyi elde eden zümre arasına girmeye hak kazanacaktır.
Allah'ı bilmek ve ona kul olmak fıtratın gâyesi ve yaratılışın yegâne neticesidir. Kulluk bir taraftan dinleme, anlatma,kabûl etme, yaşama, hayata maletme gibi husûsiyetleri gerektirirken, aynı zamanda düşüncede berraklık ve sadece kendi yaratıcısını düşünme ufkuna ulaşmayı da hedefleyen ağır ve o nisbette de mübeccel ve mukaddes bir vazifedir.
Cenâb-ı Hakk, Bakara Sûresinin 21. âyetinde de meâlen şöyle buyurmakta ve kulluğu emretmektedir: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki böylece takvâya erersiniz"
Rabbinize kulluk edin. O Rab ki, sizi ve sizden öncekileri O yaratmıştır. Hilkat ve yaratma O'na âittir. Sizi O var etti. Hilkatinize medar olabilecek ilk elemanları, parçaları, parçacıkları yaratan da O'dur. Yani sizce "evvel" diyebileceğimiz şeyleri yaratan da O'dur. Veya başka bir ma'nâsıyla sizden evvelki insanları yaratan da O'dur. O nicelerini kırıp geçirmiş ve yerle bir etmiştir. Yeryüzünde böbürlenip gezen Firavunları, Nemrutları, Şeddatları ne hallere sokmuştur. Çalım satan Romayı, Bizansı, Yunanı hatta bir bakıma, Selçukluları, Osmanlıları âyât-ı tekvînîyesiyle bir enkâz haline getirmiştir... Ve onları bütünüyle yaratan da O'dur. Sizi de O yarattı. Öyleyse gücü herşeye yeten bu Rabb'e kullukta bulunun. Mazi, hal ve istikbâli bir ibret tablosu gibi gözünüzün önünde bulundurun. Ta ki; takvâ dâiresine girmiş olasınız. Böylece, hayatınızı en iyi şekilde değerlendirme imkânını bulacak, AIlah'a karşı en saygı duyan insanlar haline gelecek. Allah'tan en çok korkan olacak ve yolun en doğrusunda yürüyerek hayatınıza gâye olan hedefe ulaşacaksınız
O Allah ve O Rab ki, yeryüzünü sizin için bir döşek rahatlığı içinde hazırlamıştır. Öyle ki, ihtiyâcınız olan her şeyi burnunuzun dibinde ve yanı başınızda hazır bulabiliyorsunuz. Sanki siz, o döşekte bir hastasınız da sizin ve bu konağın sahibi Zât, yani: Kevn'ü mekâna hükmü geçen Allah (c.c.) size bir azîz misafir gibi ihtimâmla bakıyor.
Evet, yeryüzü bir firaş ve bir döşek rahatlığı içindedir. Eğer bir yerinde ufak bir arıza olsa iflâhınız kesilir de dünyâ size dar gelir. O sizin için herşeyi kolaylaştırmıştır. Yemeğiniz ayağınıza kadar gelmektedir. Ve yatağınızda sizi bir yanınızdan diğer yanınıza çevirmektedir. Eğer normal yataklarınızda yatarken, sağa sola dönme hikmetini araştırarak bu âyeti düşünecek olursanız, sanki bu âyet, semâ yüzünü yıldızlarla yazılmış da sizin müşâhedenize arz ediImiş ve siz bu müşahadeyi tatlı tatlı, istirâhat ettiğiniz yumuşak bir döşek üzerinde yapıyorsunuz.
Sonra O, semâyı sizin döşeğiniz üzerine bir çatı ve tavan yaptı. Semâ ile yer arasında dâima bir alış-veriş vardır. Semâ ışık gönderir, yerde rüşeyınler başlarını çıkarır, sular buhar olur göğe yükselir ve sonra yağmur halinde yine yere inerIer. YıIdırtmların kendilerine göre faydaları vardır. İçeceğiniz suları menbalarından size ancak Allah akıtır. O size yeryüzünü bir döşek gibi, hazırlamıştır; fakat hazırlayıp da bırakmamıştır. Oranın tertemiz kalmasını da yine O te'min etmektedir. Eğer semâyı başınıza tavan yapmasaydı, bu temizlik ve nizâm olmayacaktı. Otlar baharda çıkar, sonbaharda sararır solar, kışın da tamamen kurur gider ve toprağa taze bir kuvvet olurlar. Bu ameliyenin dahi, temizlikle alâkalı yönü ne hârikadır. Ve yeryüzünde, sadece temizlik cihetinden görülebilecek binlerce hârika iş var...
Siz de size bu kadar teveccüh eden ve başınızdan aşağı sağnak sağnak nimetlerini yağdıran Rabbinize teveccüh edin ve O'na karşı kullukta bulunun.
Bakın, bu işler binbir hikmet ve maslahatla, sizin etrafınızda hâlelenmiş, çevrelenmiş ve hepsi birer rızık olarak size koşuyor.Apaçık görüyorsunuz ki.maddî manevî rızkınız, gözünüzün ziyâ rızkı, ağzınızın tad rızkı, kulağınızın ses rızkı, midenizin binlerce yiyecek ve içecekle alâkalı rızık,evet, bütün bunların hepsi size O'ndan geliyor. Bunları size verirken kendi işine başkalarını karıştırmıyor. Öyleyse insaflı olun da, siz de O'na olan kulluğunuzda, başkalarını karıştırmayın. Gizli açık, küçük büyük şirkin her türlü çirkinliğinden kendinizi koruyun, muhâfaza edin.
Bütün sebepler ârizîdir; hiçbirinin hakîki vücudu yoktur. Eğer sebeplere tevessülü bize, bir vazife olarak yüklememiş olsaydı; bizler hiçbir sebebe mürâcaat etme lüzumunu duymaz, hatta bunu bir şirk kabul ederdik. Ancak hikmet yurdu olan bu dünyâda her şey sebeplerle içli-dışlı geldiğinden dolayı, biz de onlara sadece âdi şartlar nazarıyla bakıyoruz. Ancak gözümüzü diktiğimiz sâbit ve değişmeyen nokta sadece sebepleri elinde tutan Zât'ın Kudret elidir. Ve bizim kulluğumuz da işte O Zât'a mahsûstur.
Sevinç ve sürur halinde insan bazan bu dengeyi tam koruyamaya bilir. Onun için gelen nimetler karşısında çok dikkat edilmelidir ve Cenâb-ı Hakk'a şerik koşmayı işmâm edebilecek her türlü söz ve hareketten kaçınmalıdır. Bu mevzûda gösterilmesi gereken hassasiyet, herkesin kurbiyetiyle doğru orantılıdır.
Mârifetullah adına vicdanınızda hâsıl olacak ruhânî zevk ve mânevî lezzet nimetini tattığınızda, o hava ve edâya yakışır şekilde Rabbinize kullukda bulunun! Kalbinizde bir an dahi başka bir mihrâba teveccüh hissi belirmesin. Öyle bir meyil hissettiğinizde, derhal kendinize gelin ve "Lâilâheillallah" deyin. İşte bu şuûr içinde yapacağınız kulluk sizin hayatınızın gâyesidir. Ve bu gâyeye götürücü her türlü hizmet anlayışı öyle bir vecîbedir ki, peygamberlerin gönderiliş hikmeti, işte, bu vecîbeyi ifâ hakîkatına dayalıdır. İşte bizler böylesine kudsî bir vazifeyi omuzlamış bulunuyoruz. Bu mevzûda hizmet bir fazilet yarışıdır. Ve bu sahada hizmet verenler de dünyânın en faziletli insanlarıdır.
Mes'eleye bu zâviyeden ehemmiyet atfederek bakan bir insan için, riyasete giden kapılar ardına kadâr açılsa ve ona buyur reis-i cumhûr ol dense, eğer mutlaka ikisinden birini tercih durumunda bırakılsa muhakkak o bu vazifeyi diğerine tercih edecektir. Zira o bilmektedir ki bu, nebîlere, sıddıklara âit bir vazifedir. Orada Allah Rasûlü vardır. Hz. Ebûbekir, Ömer, Osman ve Ali vardır. Büyük ölçüde beri tarafta var olanlar ise, Cengizler... Ma'nen beslenmemişler ise içinde binbir kinin, nefretin yalanın kuyruğunu dikip akrep gibi gezindiği bir vâzifedir. Halbuki diğeri nur hüzmeleri ile ve nurânîlerle her zaman ışıl ışıldır.
Dünyâda bir hayat yaşıyoruz ki gelişimiz elimizde olmadığı gibi göçüp gidişimiz de elimizde değildir. Ancak, bu hayatta sırasını savmak için bekleyen bir insan olmaktan kurtulup, kademe kademe yükselerek Cenâb-ı Hakk'ın râzı olacağı bir hayat şekline dönüşdürmemiz de mümkündür. O da evvelâ, imânın rükünlerini hazmederek ruhlarımızı onlarla bütünleştirme ve vicdânlarımızı ma'rifet-i ilâhî adına birer bal peteği haline getirme; daha sonra da îmâna ait mes'eleleri, ibâdet yoluyla "aynelyakîne" yaklaştırarak ihsan şuûruna erme ve İslâm rükünlerini mâhiyetimize derc edilmiş birer meleke yapma, derken kendimiz adına elde ettiğimiz bu meziyetleri cemiyete taşıma ve hayatın her sahasında hâkim kılma, herkesi ve her yeri aydınlatmakla kâbildir.
Günümüzde, ister 'Türkiye isterse başka bir İslâm ülkesinde düşünce ve fikirler İslâma karşı çok yabancılaştırılmış durumdadır. Müslümanlık âdeta hayatın dışına itilmiş gibidir. İlim ve teknik sürekli dine düşman gösterilmiş ve kitleler aldatılmıştır. Binâenaleyh, İslâm, Kur'ân ve îmâna ait mes'eleleri çok iyi bilmek şarttır. Evet, bize âit bu ulvî ma'nâların şimdilik bazı yerlere girmesi zordur. İşte o zoru zorlamadan, sindire sindire ve yavaş yavaş bu nurlu mânâları oralara da hâkim kılma hakîkaten sabır isteyen ve aceleci fıtratların bir türlü anlayıp idrâk edemedikleri teennîyi gerektiren bir usûl ister ki hedefe varmak mümkün olabilsin.
İrşâd vazifesini hakkıyla yapabilmek için bazı hususlara dikkat edilmesi gerekir. Şimdi bunları hülâsa halinde takdîme çalışalım:
Birincisi: Muhatabın ruhuna girme yolları araştırılmalıdır. Bu insanî bir yaklaşım şeklidir. Hediyeleşme veya ona âit bir sıkıntıyı bertaraf etme gibi, esâsen dinin ruhunda bize emredilmiş olan hususları pratiğe dökmeli ve muhâtabımıza o yollarla yaklaşılmalıdır. Aslında bu mes'eleyi belli kalıplara dökmek, fikir vermesi bakımından faydalı olsa bile, işin özünü, ruhunu dondurması açısından değerlendirilecek olursa bazı zararları da melhuzdur. Onun için biz, mevzûnun elastikiyetini koruyarak şöyle demeyi uygun buluyoruz: Muhâtabımızın gönlüne girebilmek için her meşrû yol denenmeli ve muhakkak surette bu iş halledilmelidir. Yani kendisine bir şeyler anlatacağımız insan, evvelâ bizim şahsî dostluğumuzu kabûI etmelidir. Bu ona vereceğimiz düşünceleri kabûlde mühim bir faktördür ve ihmâl edilmemelidir.
lkincisi: Muhâtabımızın inanç ve kültür seviyesini iyi bilmemiz gereklidir. Meselâ, ona açıp okuyacağımız Kur'ân dahi olsa, eğer bu onu ürkütüp kaçıracak ve bir daha bize yaklaşmayacaksa, o esnâda ona Kur'ân dahi okunmamalıdır. Esasen Kur'ân misâlini bazı eserlere telmîh için söylemiş oldum. Ona okuyacağınız kitabın her satırı ruh ve kalpleri fetheden ilhâmlarla köpürüp dursa bile ruhen buna hazır olmayan insanlara onu okumak İslâm da'vâsına karşı kapalı bir ihânettir,
Cenâb-ı Hakk, yeni doğmuş bir bebeğe rızık olarak evvelâ "Ağız" denilen bulamaç gibi bir mâyi yaratıyor, daha sonra süte geçiliyor..ve tedrîcen çocuk büyüdükçe ona vereceğimiz gıdanın da şekli değişiyor. İşte, bu fıtrat kanunu ruh terbiyesinde ve ma'nevî beslenmede de aynen geçerlidir. Cenâb-ı Hakkın, tekvînî âyetlerinde bize gösterdiği hususları cümle cümle,satır satır, hece hece ve nokta nokta iyice tetkik edip davranışlarımızı ona göre ayarlamak zorundayız. Bazan bu ayarlama yapılmadığından irşâd namına söylenenler, onlarda öyle bir reaksiyona sebep olur ki, daha sonra münâsebetini bulup anlatsanız da, artık fayda vermez. Onun için ilk durumda onun idrâk ve vukuf seviyesini tesbît etmemiz çok önemlidir. Bunu bir büyüğümüz şu sözlerle vecîzelendirir: "Ata et, aslana ot atmayınız!"
Üçüncüsü: Muhâtabınızın i'timâdını kazanmanız da şarttır. O size öyle i'timat etmeli ve öyle bağlanmalı ki, bütün sevdikleriyle tartılsanız orada siz ağır basmalısınız. Çünkü sizin onunla münasebetiniz, sadece Allah içindir. Siz ona Allah için sevdiğinizden dolayı bu sevgi onun gönlünde te'sirini gösterecek ve sıhriyet i'tibâriyle teessüs etmiş sevgi atmosferine; sizin olan bu sevgi ve saygı girecek ve ağır basacaktır. Bu ağır basma o denli olmalıdır ki, sizin yanınız da olmakla yüklendiği ağır mükellefiyetleri diğer tarafın zevk ve safâsına tercih edebilmelidir. Hatta sizin, yoluna baş koyduğunuz mefkûre uğrunda başına gelmesi muhtemel her türlü tehlike ve katlanılması mukadder her türlü çile onun için önceki hayatın rahat ve rehâvetinden daha sevimli olmalıdır. Bu da o şahsın sizi iyice tanıyıp ve size son derece i'timât etmesiyle mümkün olabilecektir.
İşte Asr-ı Saâdetten çarpıcı bir manzara ve müşahhas bir misâl: Utbe b. Velid, Mekkenin en zenginlerindendi. Allah Rasûlünün en büyük düşmanlarından biri de odur. Kavmin en şakîsi ma'nâsına ona,"Eşkal-kavm" denmektedir. Hemen her fitnenin başındaydı. Allah'a isyânın olduğu her yerde başı o çekiyordu. İşte bu şakînin evinde yetişen mes'ûd bir insan vardı, bu Utbe'nin oğluydu, fakat ona hiç benzemiyordu. Allah Rasûlüne sadâkatla bağlanmış ve babası tarafından getirilen -dünyâ adına- bütün câzip teklifleri bir çarpıda elinin tersiyle itivermişti. Adı Huzeyfe'ydi. Baba bütün servetini önüne seriyor ve sadece da'vâsından vazgeçmesini istiyordu. Ama O muallim ve mürşidinden aldığı dersle, gerilimi tam,. inanç ve kanâati de sağlamdı. İki Cihân Serverine aynı teklif getirildiğinde ne demişti? "Güneşi bir omuzuma, ayı diğer omuzuma koysanız yine bu dâ'vâdan vazgeçmem. "İşte onun dediği bu söz, vicdân ve gönüllerde öyle bir te'sir icrâ etmiş ve öyle yerleşmişti ki, bütün sahâbî gibi, ona yapılan böyle bir teklifte alacakları cevap aynı olacaktı. Muallim, gönüllerine işte bu şekilde girmiş ve kalplerinde böyle yer etmişti. Onun adının anıldığı yerde ana-baba-kardeş ve akraba gibi değer hükümleri sukût edip gidiyor ve değerler odağı olarak sadece o kalıyordu.
Dünden bugüne, irşâd eden ve irşâd edilen adına değişen fazla birşey olmamıştır. Dün değişik şekilde cereyan eden bu mes'eleler, bu gün de farklı bir şekilde aynen devam etmektedir. Öyleyse mürşid ve mübelliğler, Allah Rasûlünün gönüllere girme yolunu aynen tatbîk etmelidirler. Aksi takdirde, anlatılan mes'eleler hep havada kalacak ve hüsn-i kabûl görmeyecektir. Bu bir ruhlara nüfûz etme mes'elesi ve gönüllere yerleşmenin adıdır. Düşünmeli ki, Allah Rasûlü kendisini ashâbına bu kadar sevdirememiş olsaydı, sahâbînin O'nun arkasına düşüp Bedir'e gelmesi mümkün olur muydu? Çünkü şartlar tamamen aleyhlerine bulunuyordu. Hem bu ilk savaşta, karşı cephedekiler çoğunluk itibariyle, babaları, kardeşleri, amcaları veya öz evlatlarıydı. Ve onlarla savaşmaya gidiliyordu. Zira işaret güçlü yerden gelmişti. Ve O'nun yolunda ölmeyi herkes cana minnet biliyordu.
Yer yer Allah Rasûlü onları karşısına alıyor ve kendisini tercih etme işini ruhlarına üflüyor ve tenbihlerde bulunuyordu. Meselâ,Kâ'b b: Mâlik'i, Tebûk hareketi esnâsında geriye kalışından ötürü hırpaIamış ve : "Sen bana Akabe'de söz vermemiş miydin? Nereye gidersem arkamdan gelmiyecekmiydin?" diyordu. O da bunlara itiraz edemiyor "Evet, Ya Rasûlallah söz vermiştim. Aslında hiçbir savaşa bugün hazırlandığım kadar hazırlanmamıştım. Fakat bugünü yarına, yarını da öbür güne erteleyince, derken günler gelip geçti; koşup arkadan size ulaşamadım" diyor ve Allah Rasûlünden özür diliyordu. Doğru söylediği ve hak kapısında sebât etmesini bildiği için de affolunmuştu.
İşte, mürşid muhâtabının gönlüne böyle girmeli ve ona her dediğini yaptırabilmelidir. Ancak, şunu da unutmamalıdır ki, talep edilecek hiçbir şey kendi nefsi adına olmamalıdır. Kendi adına talepte bulunanların durumunu Kur'ân-ı Kerim'in ifâdesine göre, temsîl edenler Firavunlar, Nemrutlar ve Şeddatlardır. Halbuki Nebîler bütün taleplerini Hakk namına ve Ümmetleri hesabına yapmışlardır. Bu da çok dikkat edilmesi gereken hassas bir mes'eledir.
Dördüncüsü: Müslümanlığa ait mes'eleler çok iyi bilinmelidir. Herkes aklına gelen şeyleri söylememeli ve felsefe yapmamalıdır. Zira Allah Rasûlü bize gündüzü geceden ayırabileceğimiz ve onlarla hidâyette kalacağımız aydınlık tufanı iki ana kaynak bırakmıştır. Kitap ve Sünnet. Binâenaleyh, İslâm da'vâsı adına birşey anlatırken, bu iki ana kaynağın prensipleri dâhilinde ve mevzûya hâkim olunarak anlatmalıdır. İşin diyalektiğine ve ilzâm etme tarafına katiyyen meyledilmemelidir. Anlatacaklarımız, anlayıp hazmettiğimiz şeyler olmalı ki, muhâtabımız da rahatlıkla alıp gıdalanabilsin. Yine büyük Mütefekkirin ifâdesiyle bizler birer koyun gibi olmalıyız, alıp öğrendiğimiz şeyleri hazmederek süt haline getirmeli ve muhtaç gönüllere süt gibi, bir şifâ kaynağı olarak takdîm etmeliyiz. Kuş gibi yapıp da onlara kusmuk vermemeliyiz. Öyle olunca bu ma'lumat onların ruhuna girdiğinde, hemen ilim ve irfân adına petekleşebilecek, ballaşabilecektir. Aksine, verilen şeyler kusmuk gibi olursa bu duruma gelinmesi elbette ki düşünülemez.
Tabîi ki bu da okuyup belleme, kültür ve bilgi dâiresini genişletmekle olacaktır. Onun için irşâdı bir vazife kabul edenler, mutlak surette vakitlerinin belli bir kısmını okumaya tahsis etmelidirler. Devrin kültüründen mahrûm bir insanın muhâtaba söyleyebileceği birşey yoktur. Veya başka bir ifâdeyle, kültür seviyesi sığ bir insan, irşadıyla meşgul olduğu insanı uzun süre tatmîn edemez. Dolayısıyla, her seviyede insanIa muhâtap olma durumundaki mürşid, en az muhâtabını tatmîn edecek ölçüde mevzûya hâkim olmalıdır. Bu i'tibârla asrının çok gerisinde seyreden bir insanın bugünün insanına vereceği bir şey yoktur, kanâatındayım...
Evet, ısrarla tekrar ediyorum ki, irşâdı hayatlarının gâyesi haleni getirenler ilim ve irfânla mücehhez olmalıdırlar. Boş bir insanın diyeceği şeyler de boştur. Daha ziyâde bu tür insanlardır ki, anlatacakları mes'elelerdeki boşluklarını, şiddet ve hiddetle örtmeye çalışırlar. Bu durumda da muhâtapları, onların hareketlerine reaksiyon olarak,en ma'kûl ve kabul edilmesi kolay bir mes'eleyi dahi kabûle yanaşmazlar.
Cihânı aydınlatacak ve nazarları aydınlık kapıya çevirecek, aydınlık dönemin ışık ordusu inşâallah, her bakımdan ilimle mücehhez olacak, çırak olarak kapılarına mürâcaat eden herkesin eteklerini Muhammedî cevherlerle dolduracak ve onları doyuracaktır.
Beşincisi: Yapılan bütün işler ihlâs ve samimiyet içinde yapılmalıdır. Perspektifte dâima Cenâb-ı Hakk'ın rızâsı bulunmalı ve yapılacak her iş ona göre ayarlanmalıdır. Gidilecek olan yol ve tatbik edilecek olan strateji öncelikle Rabbimizin rızâsı yönünden bir değerlendirmeye tâbi tutulmalı, eğer O râzı olacaksa yapılmalı,yoksa o yol kat'iyyen terkedilmeli ve herhangi bir kimsenin aldatılmasına meydan verilmemelidir.
Allah Rasûlü, Allah yolunda olan cihâdı, sadece Allah'ın dinini yüceltmek için yapılan cihâd olarak sınırlandırıyor. Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hakk'ın yüce isminin i'lâsı istikâmetinde kavga veriliyorsa bu Allah içindir. Yoksa, konuşanımızla, yazanımızla sadece kendimizi anlatmış oluruz ki, böyle bir durumda ne samimiyet kalır ne de sevap. İhlâsın bu kadar darbe yediği bir yerde de ne Allah'ın rızasından ne de gönüllere tesir etmekten bahsedilebilir.
Bizden evvelkiler bu işi ihlâsla yaptılar. İçlerinde öyleleri vardı ki, söz söylerken ârızasız, pürüzsüz söyleyince hemen dize geliyor, başını yere koyuyor ve "aman Yarabbi el-İhlâs" diyordu. Ve yine Ömer b. Abdilazız gibi kimseler, yazdıkları mektubu çok belîğane bulunca, gurur ve kibir gelir korkusundan hemen yırtıp atıyor ve başka bir mektup yazıyordu. O devrede İslâmî mes'eleler işte hep böyle bir ihlâs atmosferi içinde anlatıldı. Nefislerine hiç de hoş gelmeyen bir iklîmde Rablerini anlatma âdeta onlarda bir prensip haline gelmişti, mademki nefis böyle anlatmadan pay almıyor, ihtimal, bunda marz-ı ilâhî var dediler ve bunu düstûr edindiler.
Şu satırların azîz okuyucusunun da kimbilir kendine âitböyle nice tecrübeleri vardır. Onun için tekrar söylemek gerekirse, ihlâs ve samimiyet, anlatılan hususların hayatı ve ruhu durumundadır. Anlattıklarımızın yüzümüze çarpılmasını arzu etmiyorsak, ihlâsa sarılmalıyız.
Altıncısı: Mürşid ve mübelliğ hangi seviyede olursa olsun kalbi, dînî ilimlerle, aklı, medenî fenlerle mücehhez olmalı ve bu ikisi ile pervâz eden istidât ve kabiliyetlerini işleterek iç murâkabesine derinleşmeli ve çapına, yapısına göre bu mevzûda ne kadar ledünnileşebilirse ledünnileşmelidir. Bu da yine, bir bakıma yukarıda temas ettiğimiz hususla alâkalıdır; yani ihlâs ve samimiyette buudlaşma demektir.
Allah Rasülü, müteaddit hadîslerinde ihlâs,üzerinde durmuş ve onu insan için en yüce ufuk olarak göstermiştir. Kur'ân-ı Kerîm pek çok nebîyi bize anlatırken bu yönleriyle anlatmış ve ihlâsı nübüvvetin ayrılmaz bir parçası olarak takdim etmiştir.
Hz. Musâ için "O muhlesti" tabirini kullanan Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Musâ'nın her hareket ve davranışını, sadece Cenâb-ı Hakk'ın rızâsını tahsîl gâyesiyle yaptığını en vecîz bir üslûpla ifâde ediyor ve bu ifâdesiyle inananlara ihlâs dersi veriyor.
Seyyidinâ Hazreti İbrahim, ihlâs anlayış ve şuûrunun zirvesinde bulunan bir insan olarak hâdiselerin aleyhine cereyân ettiği zamanlarda bile bir anlık sarsıntı ve tereddüte düşmüyor, hatta bir bakıma, meleklerin yardım talepleri gibi meşrû bir teklifi dahi reddederek, O olanlardan haberdar ya, O bana yeter, diyor ve onlardan gelen imdat mesajını "Hasbünallâhü ve ni'mel vekîl" ile savıyor.0'nun için, mühim olan Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğu idi. Bu düşüncesini, kendine âit en mâsum talepleri dahi gölgeleyemiyordu. Zira O'na Allah'ın dostu mânâsına "Halîlullah" denmişti. Dostluk da bunu gerektiriyordu .
Allah Rasûlüne bir gün "Ey Allahın dostu" denince, "Hayır o İbrahim'dir." buyurdular. Ve yine birgün Efendimiz ma'nâsına "Seyyidünâ" ile kendisine hitâp edilince "Efendimiz İbrahim'dir'' buyurdular. Cevher kadrini cevherfurûşân olan nasıl da anlıyor! İşte ihlâs ve samimiyet, bir peygamber vasfı olmakla. o işi kendine iş edinen insanların da ayrılmaz vasfı olmak zorundadır. Kur'ân her peygamberi ya ihlâs sahibi olarak tanıtmakta. ya da Cenâb-ı Hakk'ın o nebîye ihlâsı emrettiğini nakletmekte.dir. Kur'ân-ı Kerîm'i bir de bu zâviyeden tetkîk edip okumakta büyük yararlar olacağı kanaatindeyim.
Evet, irşâd ve tebtîğ vazifesinin altına girenler,kendilerini kabûl ettirme, başkalarına, te'sir ettiklerine inanma veya müntesiplerinin çoğalmasıyla övünme gibi kaba-saba şeylere saplanacaklarına, davranışlarının Allah'ın rızâsına uygun olup olmadığının murâkabesini yapmalıdırlar. Murâkabe, yani insanın kendi kendini kontrol etmesi... Evet irşâd ve teblîğ adına bu husus çok mühimdir.
Yaptığını niçin yapıyorsun? İşte bunun kontrolü lâzımdır. Eğer mes'elede nefsimize ait bir yön varsa, hemen orada durmasını bilmeliyiz. Meselâ bir yerde oturmuş, bir cemâata nûrefşân bir kitap okuyorsun. Haddizâtında yaptığın güzel bir iştir. Fakat biraz dikkat edince, okuduğun kitabın muhtevâsındaki mes'elelerden ziyâde okuyuş keyfiyetine kapılıp gittiğini ve asıl sana zevk veren, seni cezbeden kendi okuyuşun olduğunu görüyorsun. Hemen orada duracak ya kitabı kapayacak ya da okuması için onu bir başkasına takdîm edeceksin.
Veya bir vâizsin. Kürsüye çıktın, vaaz ediyorsun. Cenâb-ı Hakk'ın ihsânıyla öyle bir bast haline mazhar oldun ki sanki sadece dudaklarını kımıldatıyorsun da kelimeler kendiliğinden dökülüyor. İşte o anda seni konuşturanın kim olduğuna dikkat edecek ve ihsân sâhibini mülâhaza ederek bâşını aşağıya eğeceksin. Eğer bu durumda dahi nefis kendine bir pay çıkarıyor ve sen de buna kapılmış gidiyorsan hemen konuşmayı kesip kürsüden inmesini bilmelisin. Güzel konuşmada da bazan fitne vardır. Ve o fitneden insan Allah'a sığınmalıdır. Dünyâ'ya arkalarında kitleleri sürükleyen nice hatîpler gelmiştir ki, içlerinde, ihlâs sâhibi olanların dışındakiler şimdi, ihtimâl, ötede söyledikleri sözlerin hesabını veriyorlardır.
Burada şöyle müşahhas bir misâl verebiliriz: Diyelim ki biz, her zâman aksatmadan Kur'ân'a ait virdimizi okuyoruz. Öyle ki, onu okuyamadığımız zaman rûhen rahatsız oluyoruz. İsterseniz siz buna alışkanlık da diyebilirsiniz. Biraz sonra da bizi bekleyen bir cemaatla sohbet edeceğiz. Bir kaç âyet okur okumaz, birden bire bu Kur'ân'ı, tam sohbete çıkacağımız sırada sesimi akord etmemiz için okumuş olabileceğimiz aklımıza geliyor ve irkiliyoruz. Vâkıa bu, hergün okuduğumuz Kur'ân'dı ama, yine de Hakk rızâsının dışında başka, mülâhazalara açık olması ihtimaliyle, devam edip etmeme mevzûunda tereddüde düşüyor ve "Allah'ım senin için okumaya başladım ve senin için şimdilik bırakıyorum" diyor, Kur'ân-ı kapatıyor, kalkıyoruz. Evet bizler, iç murâkabeyle, kalbimizin derinliklerinden gelen şeylere göre kendimizi ayar etme mecburiyetindeyiz. Aksi halde etrafımıza müessir olmamız mümkün değildir.
Yeri geldiğinde kendimizi nefyedebilmeli ve kendi içimizde kendi kendimizle kavga verebilmeliyiz. Ve bu kavgada Cenâb-ı Hakk'ın rızâsı aranmalı, O'nun hoşnutluğu istikâmetinde hareket edilmelidir.
Böyle bir ruh haletinin, zaman zaman bir kısım anormal gibi görünen tezâhürleri de olacaktır: Yerinde başınızı sallayacak, yerinde iki büklüm olacak, yerinde inim inim inleyecek. Yerinde secdeye varıp kıvrım kıvrım kıvranacak ama, muhakkak her davranışınızda ihlâs, zamanla, tabiî bir davranış haline gelecektir. Ve artık insan,, gönül rahatlığı içinde, yaptığı herşeyi, gayet kolaylıkla O'nun için yapabilir. O'nun için terkedebilir... O'nun için oturup O'nun için kalkabilir.
Cenâb-ı Hakk, liyâkatımıza göre değil ihtiyâcımıza göre bizi ihlâs ve samimiyetle serfiraz kılsın. O'ndan hep bunu talep etmeliyiz.
Yedincisi: Eğer bir mes'eleyi bizim anlatmamız bir kısım vicdânlarda reaksiyon ve tepkiye sebep olacaksa, "hakkın hatırı âlidir" diyerek o mes'eleyi bir başkasına anlattırmak hoşumuza gitmelidir. Burada dikkat edilmesi gereken bir incelik var. Başkasının anlatmasına râzı olmak başkadır ondan hoşlanmak daha başkadır. İşte, bizler ikinci durum çerçevesine göre, ondan hoşlanmalıyız, nefsin hiç hoşlanmadığı durumlardan birisi de budur: Ve buy bir civanmertlikdir.
Bazı kimselerin şahsımıza ait bir durumdan ötürü bize reaksiyonları olabilir. Bizim anlatacağımız her şey onlarda aksi tesir yapabilir. Bu durumda kalkıp bir hak ve hakîkatı ona anlatmamız anlattığımız şeyi kabûl etmemesi için gayret sarfetmemizden farksız olacaktır. Böylece o, bir hakkı kabûI etmemekle ziyân edecek,biz de bir hakkın kabûlüne mâni olduğumuz için kendi adımıza zarara uğrayacağız. Bunun çaresi, o mevzuu ona, bizim değil de bir başkasının anlatmasıdır. Böylece o hakkı kabûl edeceği gibi, biz de vesile oluşumuzun sevabını aynen ona o hakikatları anlatan kadar kazanmış olacağız.
NasıI ki, imarete talep, Allah Rasûlü tarafından hoş karşılanmadı öyle de; bir yer de konuşmaya tâlip olmak da hoş karşılanmamıştır. O dâima bu gibi vazifeleri kendi insiyatifini kullanarak lâyık ve ehil olanlara verirdi.
Bu i'tibârla, insanlara kim nüfûz edip herhangi bir mes'eleyi daha iyi anlatacaksa, herkes onun için konuşma zemini hazırlamalı ve diğerleri de dinleyenler arasında bulunmaktan rahatsızlık duymamalıdır.
Sekizincisi: Karşımıza bilmediğimiz mes'eleler çıktığında rahatlıkla bilmediğimizi i'tirâf etmeli ve "bilmiyorum" diyebilmeliyiz.
İşte, yine Rehberimiz ve Efendimiz bu mevzûda da bize en güzel örnek durumundadır. Kendisine Yahûdiler, ruh hakkında soru soruyorlar. Efendimiz böyle bir pozisyonda dahi bilmediği bir hususta sükut buyuruyor. Evet, Peygamberliğine dair şüphe ve tereddüt hasıl etmek isteyen bu hasımların, hasımca sualine dahi Efendimiz, henüz vahiy gelmediği için cevap vermiyor. Bir müddet sonra da "Ve Yes'elûneke an'ir-rûh. Kul-ir rûhu min emri rabbi ' âyeti nâzil oluyor. Yani "Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh,Rabbinin emrindendir ve mevzûda size ilim adına az birşey verilmiştir (İsrâ. 85).
Efendimizin evvel susup vahiy geldikten sonra bu âyeti tebliği. muhâtaplara karşı daha te'sirli olmuş ve gerekli cevabı alarak seslerini kesmişlerdi. Burada bu âyeti tercihim. mes'eleye müşahhas bir misâl getirmek içindi. Yoksa ruhu anlatmak için değil. Demek ki Allah Rasûlü dahi her mes'eleye "Biliyorum" demiyor. Bu. bizler için ne büyük bir derstir.
Kendisine Cibrîl gelip kıyâmetin ne zaman kopacağını sorunca ne demiş ve nasıl cevap vermişti? "Bu mes'elede kendisine soru sorulan. sorandan daha fazla bir şey biliyor değildir." Her sorulana cevap verme mecbûriyetinde olmadığımızı anlatmak için bundan daha güzel bir misâl bulunabilir mi?
İmam Ebû Yusuf hazretlerine yüz soru sorulur, atmışına bilmiyorum cevabını verir. Derler, "Ya imam biz sana maaş ödüyoruz, yüz sorudan atmışına bilmiyorum, cevabını verdiniz; bu nasıl olur?" İmam cevap verir: "Siz bana bildiklerim karşısında maaş ödüyorsunuz. Eğer bilmediklerim karşısında birşey ödemeniz gerekseydi bütün dünyâ yetmezdi" İmam Ebû Yusuf o gün fetvâ makamının zirvesinde "Kâdı-l kuzât" olarak bulunuyordu. İmam Mâlik sorulan otuz sorudan ancak üçüne cevap vermişti...
Bunlar ve bunlar gibi misâller gösteriyor ki, haysiyet, şeref ve i'tibârıyla en devâsâ kâmetler bile her sorulan şeye cevap vermemişler. Hatta, bilmiyorum bile diyebilmişler. Bizlerde bilmediğimizi itirâf edelim ama, işin arkasını da bırakmayalım. Muhâtabımızı o mes'eleleri bizden daha iyi bildiğini kabul ettiğimiz insanlara götürelim; öğrenelim onlara da öğrenme zemini hazırlayaIım.
Dokuzuıncusu: İrşâd ve teblîğ adamı civanmert olmalıdır. O, neyi var neyi yok heps'ıni da'vâsı uğurda fedâ etmesini bilmelidir. Gönülleri fethetme yolunda, civanmertliğini bir burak edinmeli ve o yola öyle gitmelidir., Civanmertlik deyince hislerime hâkim olamam ve hemen büyük kadın Haticei Kubrâyı hatırlarım. Efendimizden çok erken doğmuş ve irtihali de çok erken olmuştu. Belki de bu erkenlik ona isminden geliyordu. Zira Hatice erken doğan, demektir. Kâinatın Efendisini tanıdığında, Allah RasûIünün dünyâ adına hiçbirşeyi yoktu. Hz. Hatice ise zengin,soylu ve güzeldi. Buna rağmen o, büyük ferâsetli kadın, Allah Rasûlündeki büyük manâyı sezmiş ve O'na tâlip olmuştu.
Ticarî maksatla kervanlar teşkîl ediyordu ve bu mevzüda söz sâhibiydi. Allah Rasûlünden çocukları oldu. Medîne devrini idrâk edemeden de rihlet edip gitti. Bu da bana inkisâr veren hususlardan biridir. Bu durumu da hatırladıkça göz yaşlarımı tutamaz ve ağlarım.
Tam peygambere zevce olabilecek yaratılışta bu büyük kadın, hakîkaten civanmertti. Allah Rasûlü risâlet emrini tebliğe başlayınca, sanki onun böyle, bir vazıfe ile tavzîf edileceğini daha önceden biliyormuş gibi hiç tereddüt etmeden onu tasdîk etti. Sonra da bütün servetini Allah Rasûlünün emrine verdi. O büyük serveti. hep Allah için sarfediliyordu. Kâfirin müslümanlara karşı başlattıkları boykot döneminde bu koca servetten hiçbir şey kalmamıştı. Öyle ki bazan, Allah Rasûlü açlıktan bayılacak hale gelir. fakat yiyecek birşey bulamazdı. Zira. o esnâda sofraya getirilecek bir kuru ekmekten dahi mahrum bulunuluyordu. Hz. Hatice vâlidemiz işte bu devrede yatağa düşüyor; hatta yoksulluktan tedâvi çaresi dahi aranamıyor ve bir gariplik içinde uçup ötelere gidiyordu. Civanmertlikte son ufuk bitip tükenmedir ve işte anamız binlerce anayı uğruna fedâ edeceğimiz anamız Hz. Hatice vâlidemiz, bu ufka herkesten önce ulaşmıştır.
Hz. Ebû Bekir testinin içine koyduğu çakıl taşlarıyla babasını oyalıyor ve bütün altınlarını Allah için sarfediyordu. Bundan dolayı Halife olduğunda dahi, başkalarının koyunlarını sağarak geçinme zorunda kalacak kadar fakir düşmüştü. Bir zamanlar Mekke'nin en zengin tüccarlarından olan Allah Rasûlünün bu mağara arkadaşı, sıddîklerin serdârı, o da bir civanmertlik örneği ile herşeyini fedâ etmişti.
Hz. Ömer (r.a.) efendimiz, Medîne'nin en fakiri ne ile geçiniyorsa o da onunla yani birkaç hurmayla geçiniyordu. Demek ki o da maddî imkânlar açısından tükenmişti.
Her sahâbî bu mevzûda âdeta birbiriyle yarışıyordu. İnandıkları da'vâ uğruna, gösterdikleri civanmertlikle kalp ve gönüller fethediliyor ve her geçen gün iltihâklar çiğ gibi büyüyordu. Zira onlar her mevzûda olduğu gibi bu mevzûda da derslerini Allah Rasûlünden almışlardı. Bir gün müellef-i kulûbdan birisi kavmine giderek şöyle demişti."Ey kavmim derhal bu zâta teslîm olun, çünkü o peygamberdir. Eğer peygamber olmasaydı bu kadar cömert olamaz ve rızık korkusundan endîşeye kapılırdı. Halbuki o, kim ne isterse hemen veriyor!
Genç ihtiyar her mübelliğ ve mürşid, bu kâbil yollarla gönüllere girmeye çalışmalı ve onlan fethetmelidir. İnsan bu yoIda bütün varlığını sarf ederek bir insanın gönlünü, Cenâb-ı Hakk'a îmânı yerleştirebilse, çok şey kazanmış; ama buna karşılık hiçbir şey kaybetmemiş sayılır.
Cennetin kapısını cömertler açacâktır. Dünyâda o kapıya giden yolları da açın ki, yanımızda daha nicelerini o kapıya kadar götürmüş olasınız. Sizin bu davranışınızIa cemiyet içinde size muhâtap olanlar öyle bir seviyeye ulaşacaklardır ki, birgün Kur'ân'ın hükümleriyle beşer karîhasından çıkan şeyler arasında bir tercih yapılması bahis mevzûu olduğunda, o Kur'ân'ı tercih ederek, Rasûlullah'ı seçerek bütünüyle Allah'a râm olsun.
Evet, Cennete ilk defa âlimler, vâizler veya hocalar değil, hak ve hakîkatı neşr uğruna malını ve canını hak yolunda bezleden, esnaf, tüccar ve kazanç seviyesi ne olursa olsun, bütün cömertler, hakka dilbeste civanmertler girecektir. Evet onlar Rablerine fâni olan şeyleri verecek ve bâkîyi kazanıp ebediyete ereceklerdir.
Onuncusu: Burada, biraz husûsiyet arzeden bir noktaya da temas etmek istiyorum. 15-20 sene öncesinde bizim rüyâlarda dahi görmemiz mümkün olmayan bir manzarayı bugün apaçık görmekteyiz ve bu da bizlere, Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz lûtfunun ifâdesidir.
Bir lise talebesine hak ve hakîkatı anlâtabilmek için aylara ve haftalara ihtiyaç duyulduğu dönemi artık aşmış bulunuyoruz. Evet, ben ve emsâlim öyle günler hatırlarız ki, bu memlekette namaz kılan bir üniversite talebesi gördüğümüzde Hızır'la görüşmüş veya Cebrâili görmüş kadar sevinir kendimizden geçerdik. Arkadaşlarımız kendi. gönül dünyâlarını dolduran O nurlu mesajları sunabilmek için bir talebenin arkasında bazan aylarca koşar, koşar ama, hiçbir pay elde edemezlerdi. Halbuki bugün durum değişmiştir. Artık bu gibi mes'elelere sâhip çıkanlar, fertler değil kitlelerdir. En mütemerrid insanların dahi yumuşadığı ve İslâmî mes'elelere olabilirlik ihtimâliyle baktığı bir devreyi idrâk etmiş bulunuyoruz. Bu durumda bize düşen vazîfe işin özünden ve ruhundan uzaklaşmamak kaydıyla yeni yeni metod ve yöntemler denemek ve değerIendirmek olmalıdır. Aksi halde. devrini idrâk edemediğinden bütün fonksiyonunu kaybeden insanların. durumuna düşmemiz muhakkak ve mukadderdir. Böyle bir duruma düşmekten Allah'a sığınırız. Öyleyse günün gerektirdiği şekilde hizmet adına yeniliklere adapte olmak mecburiyetindeyiz. Uyumda ne kadar gecikirsek. hedefe varmakta da o kadar gecikmiş olacağımız asla unutulmamalıdır. İşte bu husûsî durumdan hareketle. umumî ve herkes için geçerli bir prensibe varabiliriz. İrşâd ve tebliği kendine vazife edinenler devrini idrâk etmek ve irşâdını bu temel üzerine oturtmak zorundadırlar. Başkalarının fezâyı fethe açıldığı bir dönemde, insanları karanlık dehlizlere çekerek birşeyler anlatmakla hiçbir yere varılamayacağı bedihidir.
Onbirincisi: Kitle ruh halinden istifâde ile kitlelerin iltihakını kolaylaştırıcı metod ve usûllerin tatbîki de irşâd ve teblîğ adına çok mühim hususlardan biridir. Sizin senelerce anlattığınız halde bir türlü kabul ettiremediğiniz bazı merhalelere ait ünitelerin nazara arzedilmesi, bir kısım derinliklerin gözler önüne serilmesi, cemâatin aşk ve heyecanının ruhlara duyurulması ne büyük te'sirler icra ettiği gösteriyor ki, sadece haber vermek gözle göstermek kadar katîyyen müessir değil. Öyleyse, çevremizde, İslâm adına olup bitenleri, hiçbir ayırıma tabi tutmadan ve sınırlandırıcı ve dondurucu hizip anlayışından uzak bir hava içinde gezdirip göstermek, bazan muhâtabımıza ve onun kuvve-i ma'neviyesini takviye adına öyle tesirli olacaktır ki, o insan, senelerce yaşadığı boşluğu bir anda sıçrayarak geçerek ve sizinle omuz omuza bir çizgide yer tutacaktır. Bunu kitleler için de düşünebiliriz. Ve bugün bu müesseler, dostun yüzünü güldürecek, düşmanı da deliye çevirecek seviyede sürekli yükselen bir grafiğe sâhiptir. Bize bunları ihsan eden Rabbimize hamdolsun. Ve bu anlattıklarımızı da birer tahdîs-i nimet olarak kabul buyursun! (Amin)
.
İslâmiyet bütün meseleleri halletmeye kâfi midir?
İslâmiyet bütün meseleleri halletmeye kâfi midir?
Evet, kâfi ve vâfidir. Dün bizim söylediğimiz bu söz, bugün herkes tarafından söylenir olmuştur. Batı yeni yeni ihtidâ hâdiseleriyle bunun açık bir delîlidir.
Bir fabrikanın çalışma sistemini, onu kurup yapandan daha iyi kim bilebilir. En basit bir elektronik âletin dahi çaIışma şeklini bir bilene danışıyorsunuz. İnsanı yaratan kim ise onun gerek ferdi gerekse içtimâ? yaşama tarzını en iyi bilen o olacaktır. İnsanı Allah yaratmıştır. Öyleyse insan için en geçerli sistem de O'nun gönderdiği sistemdir.
Bugün bu realite herkes tarafından kabul ediliyor, zira, beşer eliyle ortaya konan bütün sistemler bugün iflâs etmiştir. Geçici muvaffakiyetleri onların devamlı kalmalarına yetmemiştir. İşte tarihte görülen en meşhur beşerî sistemlerden Feodalizm, Kapitalizm, Sosyalizm ve Komünizm bir biri ardınca hep yıkılıp-gitmiş ve arkada bir sürü feryâd-u figân bırakmışlardır. Halbuki İslâm ilk kurulduğu günden beri özünden hiçbirşey kaybetmeden bugünlere gelip ulaştı.
Batı, bu işin farkındadır. Bizim gönderdiğimiz mürşid ve mübelliğler Batı dünyâsının birçok yerinde hüsnü kabul görmektedir. Kilise anfileri âdeta İslâma hizmet eder hâle gelmiştir.
Dünyâ yeniden bir İslâm anlayışına hazırlanıyor. Bugün altından kalkılamayan problemlerin ancak İslâm ile halledileceği kanâatı oldukça yaygındır.
Fazilet odur ki düşmanlar dahi kabul ve i'tirâf etsin. İşte bugün o merhaleye gelinmişdir ki, düşmanlar dahi verdikleri beyânatlarıyla bu hakîkatı kabullenmiş görünmektedir. Bugün Avrupa'da, İslâmı kabûl ettiği halde, çevresinden endişe ettiği için, bunu açıklamayan pek çok insan vardır. Ve bunların ekseriyeti de kilise mensuplarıdır.
Sonra bu gibi sorulara müşahhas misâl vermek için bütün mes'eleleri teker teker sayıp İslâmın o mes'eleleri nasıl hallettiğini bir bir göstermek gerekir. Bu da birkaç ciltlik eserle ancak mümkün olacaktır. Soru-cevap faslında böyle bir mevzûu derinlemesine tahlil elbetteki imkânsızdır. Ayrıca onlar, İslâm'ın hangi mes'eleyi halledemediğini göstermeliler ki, biz onun cevabını vermiş olalım. Onlar mücerret sordukları için bizim cevabımızda mücerret olacaktır. Cevabı herkese müsellem olan bir mes'ele hakkında esasen daha fazla söz, hem isrâf hem de abesle iştigâldir. İslâm ise isrâf ve abes işi asla tasvib etmez.
.
Cihad nedir? Küçük ve büyük cihaddan bahsediliyor, tarif ve izah eder misiniz?
Cihad nedir? Küçük ve büyük cihaddan bahsediliyor, tarif ve izah eder misiniz?
Cihâd, arapça bir kelime olup, her türlü meşakkat ve zorluğa göğüs gerip, çalışmak, çabalamak ve gayret etmek gibi ma'nâlara gelir. Ancak, bu kelime İslâmla birlikte,"Allah yolunda kavga vermenin"adı almıştur. Bugün cihad denince akla gelen tek manâ budur.
Daha sonra da izâh edileceği gibi, Efendimiz'e isnâd edilen bir ifâdeyle cihâd, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Fakat biz, bu taksime geçmeden evvel, bir nebze, cihâdın ehemmiyeti üzerinde durmak istiyoruz.
Yeryüzünde cihâddan daha büyük bir vazife yoktur. Zaten olsaydı, Allah (c.c.) peygamberlerini o vazife ile vazifelendirirdi. Cenâb-ı Hakk'ın, bu vazife ile vazifelendirdiği insanlar, insanların en şereflileri ve onlara bu vazifeleri getirip intikal ettiren melekler de, meleklerin en şereflileridir. Herşeyden evvel düşünülmelidir ki, Hazreti Âdem'den bu yana, Nebî olsun, Velî olsun, Allah'ın en seçkin kulları, büyük ölçüde bu seçkinliğe, kılıçların gölgesi altında ve nefis muhâsebesi sâyesinde ulaşabilmişlerdir.
Cihâd, insanın kendi özüne ermesi veya insanların özle, rine erdirilmesi ameliyesidir. Bir bakıma cihâd, insanın yaratılış gâyesidir. Onun içindir ki, Cenâb-ı Hakk katında cihâd çok mühimdir, çok mübeccel ve mukaddes bir değere sâhiptir.
Hiçbir mazereti olmadığı halde cihâddan geri duranlarla, durmadan cihâd eden ve ömrünü bu uğurda bitiren insanlar arasında kapatılması, başka amellerle mümkün olmayan büyük derece farkları vardır. Bu ma'nâyı ifade eden âyette meâl olarak şöyle denilmektedir:
"Mü’minlerden-özür sahibi olanlardan başka-oturanIar ile, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihâd edenler bir olmaz. Allah, malları ve canlarıyla cihâd edenleri, derece bakımından, oturanlardan üstün kıldr. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vâdetmiştir; ama mücâhidleri oturanIardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır " (Nisâ, 95).
Allah yolunda mücâdele eden ve da'vâsını anlatmayı kendine yol edinen kat'iyyen diğerleriyle aynı seviyede mütâlâa edilemez. Bunu şöyle bir misâlle basitleştirip anlatmak mümkündür.
Peygamberlik, Allah tarafından bazı müstesnâ insanlara verilen bir pâye, bir meslektir. Onların işleri, Allah'ın anlatılması ve getirdikleri dinin tebliğ edilmesidir. Bu vazife, peygamberlik mesleğinin gereği ve icâbıdır. İnsanlar arasında birçok meslek dalı ve o mesleğin gerekli kıldığı bir çok vazifeler vardır. Bir berberin, bir marangozun, bir saracın veya başka bir meslek erbâbının kendilerince ufuk-nokta kabul ettikleri bir gâye ve hedefleri mevcuttur; ve bulundukları yeri de hedefe göre değerlendirmeye tâbi tutar ve öyle kıymet verirler. Aynı zamanda, teker teker bu meslekler, varmak istedikleri neticenin değerine göre bir kiymet ifade ettiği de unutulmamalıdır. yani, bir berberin neticede elde edeceği nokta neyse kıymeti o ölçüdedir. Bir terzi veya saracın da öyledir. İsterseniz meslek gruplarını daha ileri seviyeye götürebiliriz. Eğer milletvekilliği, başbakanlık hatta cumhurbaşkanlığı birer meslekse, onlar için de verdiğimiz hüküm aynen geçerlidir. Bunlar da neticede varılacak nokta ile değerlendirilirler. Şimdi, siz bir insanın her hangi bir şeye başlangıç ve netice itibâriyle durumunu düşünün. Üzerinize damladığında yıkamak mecburiyetinde kaldığınız pis bir su damlasından sonra, çürüyüp kokuşmaya mahkûm bir cesed. İnsanın mebdei ve neticesi bu değil midir? İşte, mesleği ne olursa olsun, insanların varacağı son ufuk-nokta budur. Halbuki peygamberlik mesleği hiç de öyle değildir. Onların hedeflerinde de bir ufuk ve bir ideal nokta vardır. Ancak, bu nokta diğerlerinde olduğu gibi çürüyüp kokuşan bir nokta değildir. Peygamberlik mesleğinde mukadder hedef şudur: Allah'ın tanıtılması ve insanlığın O'nu tanımakla sonsuzluğu yakalaması, dünyaya gelirken iniş kavsiyesi çizen insanın, yeniden dönüp bir arşiye çizerek Allah'a ulaşması.. şu fâni âlemde beka cilveleri göstermesi... yoktan varlığa âit renklerle oynaması ve düşünceleriyle ebediyet gamzeden bir gökkuşağı olması... öyle zafer takı gibi bir gökkuşağı ki, zafer taklarının altından bir kere geçilir ve gidilir. Ama, onlar gökkuşağından taklar gibi, saatler ve saatler geçilip gidilmeyecek şekilde insanın başının üstünde tüllenir durur. İşte insan böyle bir ebede namzet olarak gelmiştir ve insanda bu düşünce bu duygu ve mahiyetindeki bu hakikati tahakkuk ettiren de ancak nübüvvetin ma'nâsını taşıyan ve nübüvvet vazifesini yerine getiren peygamberlerdir.
Dolayısıyla peygamberlik mesleği, Allah yanında en nezih, en kudsî bir meslektir ki, Cenâb-ı Hakk, Zâtı Ulûhiyetinden sonra onların risâletine dikkat çekmiştir. İşte böyle kudsî bir mesleğin en kudsî vazifesi de cihâddır. Mademki her meslek neticede vâracağı ve elde edeceği noktaya göre değerlendirilecek ve o mesleğe değer atfettiren husus da varacağı netice olacaktır; öyleyse bu en mukaddes mesleğin vardırmak istediği noktaya vesîle ve vaısıta olan hareket tarzı da aynı seviyede mukaddes bir iş olacaktır.
Ve yine cihadın ehemmiyetindendir ki, cihâd için söz vermiş biat etmiş cemâatın durumu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılmaktadır:
"Muhakkak ki, sana bîat edenler ancak Allah'a bîat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhinde bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefâ gösterirse AlIah ona büyük bir mükâfat verecektir " (Fetih, 10).
Âyete nüzul sebebi olarak gösterilen hâdisenin hülasası şudur: Allah Rasulü Mekke'ye gidip Kâbe'yi tavaf edeceklerini müslümanlara müjdelemişti. Herkes heyecan ve coşku içindeydi. Seneler vardı ki hasretten yanıp tutuşuyorlardı. Nasıl olmasın ki, bizler bile bir iki defa görmekle oraya âşık oluyor ve gidemediğimiz zamanlar da hasretten yanıp tutuşuyoruz. Çünkü orası, Nebîler Nebîsi'nin maskat-ı re'si (doğum yeri) ve yeryüzünün ilk bünyadı Kâbe'nin bulunduğu yerdir. O Kâbe ki, Nâbî'nin ifadesiyle "Metâf-ı Kudsiyân"dır. Yerden tâ sidret'ül-müntehâya kadar meleklerin ve kudsîlerin tavaf yeridir. İşte müslümanlar da doğup büyüdükleri ve kavuşmak için yanıp tutuşdukları bu beldeye gelip, kudsîlerin tavaf ettiği Kâbe'yi tavaf edip, tekrar Medîne'ye dönmeyi önü alınmaz bir iştiyakla istiyorlardı. Ancak Hudeybiye'ye vardıklarında hiç beklemedikleri bir hâdiseyle karşılaştılar. Mekke müşrikleri, müslümanların Kâbe'yi tavaf etmelerine izin vermeyeceklerini ve eğer diretirlerse müslümanlarla harb edeceklerini ilân ettiler. Bu beklenmedik hâdise, müslümanlar arasında şok tesiri yaptı. Kimse duyduğuna inanmak istemiyordu. Böyle bir hareketi, İslâm'ın onuruna vurulmuş bir darbe gibi görüyorlardı. Hisler kabarmış, heyecan doruk noktaya ulaşmış ve öfke müthiş bir gerilim hâsıl etmişti. Kimse kimseyi dinlemiyor; âdetâ herkes düştüğü şokun tesiriyle ayrı bir bocalama geçiriyordu: İşte tam bu esnâda Allah Rasûlü mü'minleri bîata dâvet etti. Bîat denince akan sular duruyordu. Şimdi herkes sıraya girmiş Allah Rasûlü'nün elinden tutarak bîat ediyordu. Ve her sahâbî, hangi şartlarda olursa olsun ve hangi teklifle gelirse gelsin Allah Rasûlü'ne bütünüyle bağlı kalacağına söz veriyordu. İşte bu bağlılık sözü ve bu ma'nâda Allah Rasulüne el verip yemin etme, Kur'an'da tebcîl ediliyor ve oradaki mü'minlerin bu hareketleriyle Cenâb-ı Hakk'ane derece yakınlık kazandıkları dile getiriliyordu. Bu da yine cihâda verilen değerin bir başka tezahürüydü...
Bir başka âyette meâlen şöyle deniliyor:
"Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürülürler ve öldürürler. (Bu), Tevratta, İncîl'deve Kur'ân'da Allah üzerine hak bir vaaddir. AIlah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış-verişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur " (Tevbe, 111).
Nefislerini, bedenlerini, cismânî varlıklarını Allah'a satan insanlar, bunun karşılığında Cenneti ve Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanıyorlar ve bunu ifâde ederken Kur'ân-ı Kerîm alışveriş tabirini kullanıyor. Bu böyle bir pâye ki,insan bu sâyede Cenâb-ı Hakk'a muhatap olacak seviyeye yükseliyor.
Allah Rasûlü de bir hadîslerinde şöyle buyuruyorlar: "Ali ne kadar arzu eder ve isterdim ki; Allah yolunda öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra yine öldürüleyim, sonra yine diriltileyim ve sonra yine öldürüleyim..." Eğer sözün uzaması mevzûbahis olmasaydı Allah Rasûlü bu ifâdeyi kimbilir kaç kere tekrar edeceklerdi. Esasen bu ifâdeyle kasdolunan da sonsuzluk mahâsıdır ki bu, öldürülüp diriltilmeyi arzu etmek, demektir. Düşünün ki bunu talep eden, Nebîler sultanı Aleyhisselâm Efendimizdir. Cihâdın kıymetini biz ancak Allah'tan ve O'nun Rasûlünden öğreniriz. ResQlü Ekrem buyuruyor ki: "Bir tek gün, Allah yolunda ve Allah uğrunda gelen tehlikeleri gözetlemek üzere uyumayan göze sâhip olmak ve bir gedikten böyle muhtemel bir tehlikeyi gözetleyen, dünya ve dünya içindekilerden daha hayırlı bir iş yapmış demektir."
Dikkat buyurun! Bir tek gün, memleketi saran tehlikeler karşısında hangi gedikten ve delikten memlekete felâket ve helâket sızacak, işte bunu gözetlemek için orada duran ve kuracağı bir sistemle o gediği kapamaya çalışan bir insan, Kâbe'den daha hayırlı bir iş yaptığını söylese ve yemin etse yemininde yalancı değildir. Zira, "Dünyanın içinde bulunan herşeyden" tabirine Kâbe de dâhildir.
Başka bir hadîslerinde de şöyle buyururlar: "Her amel insanın ölmesiyle sona erer. Ancak Allah yolunda mücâhede edenin ameli bundan müstesnâdır. O kıyâmete kadar nemâlanır. Kabirde de, bir fitne ve imtihan olan kabir suâlinden, Allah onu emîn kılar."
Cihâdın fazilet ve ehemmiyeti hakkında yüzlerce âyet ve hadîs vardır. Ancak mevzûmuz olmadığı için biz, zikrettiklerimizle iktifâ ediyoruz.
Cihâd, insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayat akışına ters mânilere karşı göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışmasıdır ki, buna büyük cihâd ma'nâsına (Cihâd-ı Ekber) diyoruz. Bir de aynı şeyin başkalarını özleriyle bütünleşmeye alıp götürme için yapılması vardır ki bu da küçük cihâd ma'nâsına (Cihâd-ı asgar) dır.
Düşmana haddini bildirmiş ve kılıçlan düşman kanıyla kıpkızıl kesilmiş bir cihâddan dönerken cemâatına hitaben Allah Rasûlü, "Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz." buyurmuşlardır. Büyük cihâdın ne olduğunu soran sahabeye de "Nefisle mücâdele" cevabını vermişlerdir.
Bu ifâde aslında bir hakikatın iki ayrı yüzüdür. Her iki yönünde de,insanlığın temizlenmesi, saflığa ermesi, Allah katında matlup keyfiyeti kazanması düşünülür ki, bu durumda cihâdın büyüğü de küçüğü de aynı hakikatın ayrı ayrı yüzleri sayılır.
Zaten insanların bu hâle gelmesi, peygamberlerin gönderiliş gâyesi değil midir? Kur'ân-ı Kerim'de bu husus şöyle anlatılır: "Nitekim kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti getirip bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik "(Bakara, 151) .
Peygamberler, insanların, gözlerinden perdeyi aralamak ve onların, Cenâb-ı Hakk'ın âyetlerini okumalarını temin etmek için gönderilmişlerdir. Böylece onların gönül ve kalblerindeki engel ve mânialar yıkılacak; eşya ve hâdiselere bakış keyfiyetleri tamamen değişecektir. İnsanların körlük ve sağırlık hesabına geçen günleri, peygamberlerin getirdikleri nur sayesinde bir ma'nâ ve değer kazanacaktır. Evet, âyâtı tekvîniyeyi okuma ve anlama ancak onlarla mümkün olmuştur.
Nebîdir insanları temizleyen ve onları özlerine erdiren. Çünkü insanlar madenler gibi işlenmeye muhtaçtırlar. Belli bir potada erimelidirler ki, üzerlerindeki curûfu ve işe yaramayan kısmı atarak matlub keyfiyeti elde edebilsinler. İstenilen keyfiyet ise, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk'ın râzı olduğu hüviyete kavuşmuş olmaktır. Bu hâle ermek ise, ancak nebîlerin irşâdıyla mümkün olabilecektir. Onların eritici ve erdirici potasına girmeden saf ve som altın veya gümüş hâline gelmek aslâ mümkün değildir.
Âyette dikkat çekilen bir husus da Nebî'nin Kitâb'ı ve hikmeti öğretmesidir. Eğer Kitab'tan maksat Kur'ân ise -ki öyledir- hikmet Kur'ân'dan başkasıdır. Zira aynı şeyin kendi üzerine atfedilmesi câiz değildir. Bundan da anlıyoruz ki hikmet, Efendimiz'in Sünnet-i Seniyyeleridir.
Nebi, bunların ötesinde bir de bizlere, o güne kadar bilmediklerimizi tâlim edecek ve öğretecektir. Bu hitap sadece o günün insanına inhisar ettirilemez. Demek ki kıyâmete kadar gelen insanların Nebîden öğrenecekleri çok şey olacaktır...
Şahsî hayat adına, kalb tasfiyesine giden yolları bizler, Allah Rasûlünden öğreniyoruz. Bizler gibi bu vesîle ile, O'nun tilmizleri arasında öyleleri yetişiyor ki, Hz. Ali gibi, "gayb perdesi kalksa yakînimde bir artış olmayacak" diyebilenler... Şah-ı Geylânî gibi yerde iken gökteki esrarı sezenler.. Fudayl b. İyaz, İbrahim Edhem,Bişr-i Hafî gibi daha binler ve yüzbinler... hep o büyük terbiyenin meyveleridirler. Eğer Efendimizden sonra peygamberlik mukadder olsaydı, bunların her biri israil Peygamberleri döneminde olduğu gibi nübüvvet semâsında pervâz edeceklerdi...
Peygamberimizin bize öğrettiği çok şey olmuştur ve olacaktır. İnsanlık, hayatın her sahasında, O'ndan bugüne kadar akıl erdiremediği birçok mes'eleyi öğrenmiş ve gelecekte de cehâletin zifiri karanlığından O'nun getirdiği nur sayesinde kurtulup, ışık cümbüşleri arasında birer aydınlık tûfânı idrak edecek; ilim fen ve tekniğin doruğuna bu ışıktan merdivenlerle tırmanacaktır.
Evet, peygamberlik mesleği, insanları billurlaştırma, olgunlaştırma, özlerine ulaştırma ve Rabb'in hoşnut oIacağı bir duruma kavuşturma vazifesini yüklenen ve kendinden sonra gelen da'vâ adamlarına da aynı yükü mîrâs olarak bırakan bir meslektir. Bu neticeyi elde edebilmek de ancak cihâdla mümkündür.
Cihâd vazifesi Hakk'a şâhid olma vazifesiyle aynı manâyı paylaşır. Bir mahkemede hak ve hukukun kime ait olduğunu tesbit için şâhidler dinlenir ve hüküm verirken onların şehâdeti nazara alınır. İşte, cihâd yapanlar da, gök ehline karşı, yerde, inkârda bulunan nâdânların muhâkemesinde en gür sâdâlarıyla bağırarak "Allah vardır" diye şehâdette bulunmaktadırlar "Allah, melekler ve adalette sebat eden ilim adamları şâhidlik etmiştir ki, O'ndan başka ilâh yoktur. (Evet) güç ve hikmet sahibi Allah'tan başka ilah yoktur." Âli İmran,18) âyeti bütün vüzûhuyla bize bu hakikatı anlatmaktadır.
Allah (c.c.) kendi varlığına şehâdet eder. O'nu, vicdanında hakikata ermiş olanlar duyarlar ki, onların vicdanlarında duyduklarını kitapların beyan etmesi mümkün değildir.
Melekler de Allah'ın varlığının şâhidleridir. Melekler, saf mâhiyetten yaratılmışlardır. Fıtratları katışıksızdır, dupdurudur. Şeytan onların içine küfür ve dalâlet sokamamıştır. Aslî yapıları kat'iyyen bozulmamıştır. Ayna gibidir onlar. bakıldığında hemen Cenâb-ı Hakk'ın tecellileri görülür. ,
İlim sahipleri de Allah'ın varlığına şehâdet ederler. Bütün dünya Allah'ı inkâr etse bu üç şehâdet O'nun varlığını isbâta kâfidir ve yeterlidir.
Evet, öyledir. Zira bizler bütün çıplaklığı ve azametiyle bu hakikatı vicdanlarımızda duymaktayız. Hem de başka hiçbir delil aramamak şartıyla duymaktayız. Bu şâhidlik mele-i âlânın sâkinleri için de yeterlidir. Yerdeki kör ve sağırlar kâinattaki tarrakaları duymuyorIar ve ilâhî san'atı anlamıyorlarsa buna da ilim sahipleri şâhid olarak yeter.
Allah'ın şâhidleri, en karanlık yerlere kadar gidecekler ve Allah'ı inkâr hesabına kurulan mahkemelerde bütün gür âvâzlarıyla nîda edecek, bağıracak ve "Biz Allah'ın şâhidleriyiz" diyeceklerdir.
Evet, işte Nebîler de en yüksek keyfiyette, bu şehadet vazifesini îfâ etmek için gelmişlerdir.
"Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanIarın, peygamberlerden sonra AlIah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah izzet ve hikmet sahibidir. Fakat AIlah sana indirdiğine şâhidlik eder, onu Kendi ilmi ile indirdi. Melekler de buna şâhidlik ederler. Ve şâhid olarak Allah kâfidir " (Nisâ, 165-166).
Her millet içinde onların, ufuklarını aydınlatmak için bir nebf doğmuştur. Devirler, aynen dünya gibi dönüyor ve her devirde gül açar gibi bir nebî zuhur ediyor. Gelen her devir karanlık bir çağ gibi geliyor ve her nebî kendi çağını aydınlatıyor. Ve son olarak da, Efendimiz geliyor ve bütün çağları aydınlatıyor. Allah (c.c.) O'na Kur'ân'ında şöyle sesleniyor: "Ey Nebî, şüphesiz biz seni, şâhid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik " (Fetih, .
En-Nebî, ifadesinin başında bir lâm-ı târif vardır. Bu bilinen ve marûf olan, demektir. Allah Rasûlü nereden bakılırsa bakılsın peygamberliği bilinen bir insandır. Cansız varlıkların (cemâdâtın) selâmlamasıyla, bitkilerin temennâsıyla ve hayvanların serfurû etmesiyle nebîliği malûm ve meşhûddur. O inkârı mümkün olmayan herkesin bildiği, belli ve bilinen peygamberdir ki, Kur'ân-ı Kerîm O'na hitaben "Ey bilinen mâlı&127;m nebî!" demektedir. Zaten taş gibi gönüllerin, O'nun karşısında eriyip gitmeleri de O'nun bilinen Nebî olmasına yeterlidir.
"İnnâ erselnâke " Burada muhatap sığasıyla "Seni" deniliyor. Âdetâ rahmetle diz dize gelmiş bu rahmet ve şefkat peygamberine bu vasıflarından dolayı telmîhte bulunuluyor.
"Şâhiden" Seni insanlığa bir şâhid olarak gönderdik: İnsanlığa, Beni duyuracak, Benim şâhidim olacaksın. Bütün cihan yalanlasa ve inkâr etse, Sen Allah'ın varlığını îlân edeceksin. Sen böyle bir şâhidsin. Arkandan gelen şâhidler cemâati de var. Onlar da bütün insanlığa şâhid olacaklar, Sen de onlara şâhid olacak ve bunlar benim, diyecek; onların şehâdetine şâhidlik edeceksin. Ve hadîsin ifadesiyle O'nun ümmetinin şehadeti, mahşerde nebîleri mesuliyetten kurtaracaktır .
O, iyi yolda müjdeleyen ve kötü yolun encâmından mü'minleri sakındıran bir insandır. Ve işte cihâdın rûhu da bu hakikatta saklıdır. İşte nebîler bu ulvî vazifeyi yerine getirmek için gönderilmişlerdir. Aydınlatacak, tenvîr edecek, âfâk-ı âlemde güneş gibi doğup batacaklar, ve böylece insanlık karanlık yüzü görmeyecek. Hakikatın duyurulmadığı tek vicdan ve hakikata açılmadık tek kapı ve tek panjur kalmayacak. Hak ve hakikat her eve girecek ve herkes ondan istifade edecektir:..
Onun içindir ki, ilk peygamberden son peygambere kadar geçen devre içinde yaşayan ve kıyamete kadar da yaşayacak olan hemen bütün insanlann zihninde, düşünce dünyasında bulanık da oIsa bir peygamberIik anlayışı vardır.Bu anlayışın bir kısım hüzmeleri geçmişteki peygamberlerin getirdikleri nûrdan kaynaklanmaktadır. Gerçi iki devre arasında yaşayanIar, ekseriyetle doğru yoIdan kaymış ve çeşitli sapık düşünce ve anlayışlara girmişlerdi; fakat müessese olarak Peygamberlik ve nübüvvet mâ'nâsının girmediği ev kalmamıştı. Bugün, bizim vicdanlarımızda, açık kapalı kendini hissettiren cihâd rûhu ve düşüncesi de onların bu temiz soluklarının tesirinden başka birşey değildir. Çünkü, ardarda gelen her peygamber, hakkı neşretme uğruna hayatını Allah yoluna vakfetti ve büyüğüyle, küçüğüyle cihâdın en kusursuz temsilcisi oldu.
Cihâd-ı Asgar (Küçük cihâd), sadece cephelerde elde edilen bir cihâd şekli değildir. Bu şekilde bir anlayış cihâd ufkunu daraltmak olur. Halbuki cihâdın yelpazesi şarktan garba kadar geniştir. Bazan bir kelime, bazan bir susma, bazan sâdece yüzünü ekşitme, bazan bir tebessüm, bazan o meclisten ayrılma, bazan da meclise sâdece dâhil olma, kısacası, yaptığı her işi Allah için yapma sevgi ve öfkeyi O'nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle bu cihâdın şümûlüne girer. Böyle bir tabandan başlayarak hayâtın her sahasında, cemiyetin her kesiminde onu iyileştirme adına sürdürülen her türlü gayret de yine cihad cümlesindendir. Aile, yakın ve uzak akraba, komşu ve belde, derken dâire dâire bütün dünyaya uzanan bir hacmiyle yapılan ve yapılacak olan cihâd, cihâd-ı asgardır.
Bu cihâd bir mâ'nâda maddîdir. Mânevî cepheyi teşkil eden büyük cihâd (Cihâd-ı Ekber) O da insanın iç alemiyle, nefsiyle olan cihâdıdır ki, bunların ikisi birden îfâ edildiği zaman denge korunmuş olur. Aksine, bunlardan biri eksik olduğu zaman hakikattaki muvâzene bozulmuş olur.
Biz, herşeyi olduğu gibi, cihâdı da her iki şekliyle Allah Rasûlünden öğreniyoruz. Esasen bizler, henüz siyerin felsefesini yapabilmiş değiliz. O hakkı neşretmiş ve bunu yaparken de sistemli bir şekilde ve kıyâmete kadar tatbîki mümkün sağlam kâideler üzerine oturtarak o vazifeyi îfâ etmiştir. Eğer meselelere o felsefeyle yaklaşacak olursak, Efendimizin hayat-ı seniyyelerinde, gelişi güzel ve kendini zuhûrâtın akışına bırakmış tek bir hareket dahi göremeyiz. O bir plân ve proğram adamıydı. Belki bunları günümüzün insanının anladığı şekliyle yazıp çizip şematikleştirmiyordu; fakat hep, daha önceden hazırladığı bir çizgi, bir. sistem üzerjnde yürüyor gibiydi. Zaten bu da O'nun nübüvvetine delillerden biridir. Aynı zamanda Allah ahlâkıyla ahlâklanmış olmanın da en güzel örneğidir.
Allah Rasûlü risâletinin ilk devrelerinde namazlarını hep Kâbe'de kılıyordu. Bu sadece orada kılınan namazın faziletinden değildi. Belki, bu hareketiyle güttüğü nice gâyeler vardı. Belki de hak ve hakikatı en mâsûm şekil ve hüviyetiyle anlatmanın, o gün için tek çıkar yolu buydu.
Gençlere birşeyler anlatacaktı. Ne var ki, onların yanlarına gidip, onlara birşeyler anlatmak âdetâ mümkün değildi. Zira hepsinin gençlik hevesatından gelen taşkın hareketleri oluyordu. Eğer Allah Rasûlü onların arasına kanşacak olsaydı, birçok uygunsuz davranışlarla karşılaşabilirdi. Onun için gidip Kâbe'de Rabbi'yle olan irtibatını fiilen gösteriyordu. Gençlerde, O'nun bu davranışı merak uyandırıyordu. Gelip ne yaptığını soruyorlar; O da onlara davâsını anlatma fırsatı buluyordu. Bundan dolayı Allah Rasûlü, Kâbe'de namaz kılmayı tercih ediyordu.
Namaz kılarken çeşitli saldırılara uğradı. Halbuki evinin bir köşesinde namaz kılmış olsaydı bunlardan hiçbiri başına gelmezdi. Demek ki bütün sıkıntılara rağmen orada namaz kılmasının bir manâsı vardı. Kaç defa başına işkembe konulmuş, kaç defa saldırıya uğramış ve öldürülmek istenmişti...
Bir defasında Ebu, Cehil elinde büyük bir taşla Kâbe'ye gelmiş ve ne yapmak istediğini soranlara "Muhammed secdeye vardığında bu taşı başına vuracak ve onu öldüreceğim" demişti. Allah Rasûlü secdeye kapandığında Ebû Cehil elindeki taşı kaldırmış ve tam vurmak istediği anda elleri havada donup kalmıştı. Bir sıtmalı gibi titriyor ve gittikçe yüzü kireç rengini alıyordu. Etrafındakiler koşuşup ne olduğunu sordular: "Aramıza dehşetli bir canavar girdi ve neredeyse beni yutacaktı"dedi.
Başka bir seferinde Ukbe b. Ebî Muayt, Allah Rasûlü namaz kılarken gelmiş ve Resûlullah'ın sarığını boynuna dolayıp sıkmaya başlamıştı. Durumdan haberdar olan Hz. Ebû Bekir yıldırım gibi gelmiş ve bu câniyi Allah Rasulünün başından defetmiş ve şöyle demişdi: "Rabbim Allah'tır dediği için bir adamı öldürmek mi istiyorsunuz?" Esasen bu, târihî bir sözdür. Asırlarca önce, Hz. Musâ'nın başına üşüşenlere karşı, o devrin inanan bir mü'mini de aynı şeyleri söylemişti. Öyleki daha sonra Kur'ân-ı Kerîm bu şahsın sözünü âyet olma şerefine erdirmiştir. Hz. Ebu Bekir öyle güçlü kuvvetli bir insan değildi. Ancak îmânındaki kuvvet onu yenilmez bir insan haline getiriyordu.
Eğer husûsî himâye olmasaydı, Allah Rasûlü namazında ve secdesinde uğradığı bu saldırıların birinde şetıîd olabilirdi. Fakat Allah O'nu korumayı kendi teminatı altına almıştı. Şu kadar var ki, İki Cihan Serveri Kâbe'de namaz kılmak için ölümü göze alıyor ve öyle namaz kılıyordu. Demek ki böyle hareket etmesinde hayâtî bir önem vardı ki adına ant içilen bir hayat, âdetâ o uğurda istihkâr ediliyordu.
Hz. Ebu Bekir evinin önünde yaptırdığı cumbasında yüksek sesle Kuı'ân okuyor ve onun sesini duyanlar etrafına toplanıp dinliyorlardı. Zamanla dinleyenlerin sayısı o kadar arttı ki, Mekke müşrikleri bu durumdan ciddî rahatsızlık duymaya başladılar. O da hertürlü taarruzu göze alarak bu haraketini devam ettirdi. Hatta Hz. Ebu Bekir'i himayesine aldığını ilân eden ve bir insan olarak takdir eden İbn Düğünne, himayesinin devamı için Kuı'ân okumadan vaz geçmesini teklif etti.. edince de Hz. Ebu Bekir hayatını ortaya atarak her şeye rağmen Kur'ân okumaktan vazgeçmeyeceğini söyledi ve mücâdelesine, devam etti. Söz, fiil ve davranışlarla cihâd mümkün olduğu sürece, cihâddan uzak kalmamak onların yegâne prensibiydi. Çünkü biliyor ve inanıyordu ki, ferdin ve cemiyetin hayâtiyeti, ancak cihâdla mümkündür ve cihâdı terkedenler çürüyüp kokuşmaya mahkümdur. Aynı zamanda Allah'ın himâyesine girme de ancak O'nun dinine omuz vermekle mümkün olacaktır. "Siz Allah'ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder" manâsına gelen âyet veya âyetler bu hakikatı ifâde etmektedir (MuhammedSûresi, 7).
Evet, siz Allah'ın dinine omuz verirseniz, Allah da size elini uzatır, size yardımcı ve destekci olur; sizi katiyyen kaydırmaz ve sizi zâyi etmez. Eğer hayatınızda kaymaktan emîn olmak istiyorsanız, mücâdele ve mücâhedede bulunmayı hayâtınıza gâye edinin. Yemeniz-içmeniz, yatıp-kalkmanız ve bütün hareketleriniz, hep bu gâyeye hizmet için olsun. Tâki cihâdın en küçüğünü olsun yapmış olasınız.
Yine hayâlen Mekke'ye dönüyor ve Efendimiz (s.a.v)'in hareket tarzını takip ediyoruz:
Şartlar iyice ağırlaşmıştı. Bazı müslümanların dayanacak tâkatleri kalmadığından onlara hicret izni verilmişti. Demek ki, bu durumda olanların cihâdı hicretti. Zaten bir süre sonra hicret, cihâdın kendisi olacak ve biât etırrıek isteyen herkese, ilk şart olarak hicret etmesi söylenecekti.
Habeşistan'a yapılan iki hicretten sonra müslümanlar, bütünüyle ve en son olarak Medîne'ye hicret ettiler. Medîne devrinde ise cihâd başka bir seyir takip etmeye başladı. Artık, İslâm Site Devleti'nin temelleri atılmıştı ve şimdi bu şartlara göre bir cihâd lâzımdı. Keyfiyette bir değişiklik yoktu; bütün mes'ele kemmî durumu şartlara uygun olarak ayarlamaktaydı. Yeri gelince hız, yeri gelince yavaşlama, bazan gaza, bazan da firene basma ve manevra kabiIiyetini dâima zinde tutma... bunlar işin stratejik yönleriydi... ve devrin, hâdiselerin durumund göre değişiklik arzetmesi de gayet normaldi...
Cihâda izin verileceği âna kadar müslümanlar fiilî bir müdâhalede bulunamıyorlardı. Bu bir bakıma, pasif direniş dönemiydi. Saldıran hep küfür cephesi oluyordu. Müslümanlar dâima mazlûm ve mağdûr ediliyor; fakat, maddî cihâda izin verilmediği için mukâbele düşünülmüyordu. Hicretten sonra da bir müddet daha böyle geçti. Nihayet cihâda izinveren âyet nâzil oldu. Âyet şöyle diyordu:
"Kendileriyle savaşılanlara (mü'minler) zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kâdirdir. Onlar, başka değil, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile def'etmeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan, manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, Azızdir "(Hac Sûresi, 39-40).
Dün kendilerine, kılıç kullanmıyacaksınız denen insanlar, bugün kılıç kullanma izni alınca şahlandılar ve bu izni kullanacak zemini sabırsızlıkla beklemeye başladılar.
Bir müddet sonra ise, bu bir izin olmadan çıktı ve emir ol'du. Artık mü'minler kılıçlarıyla cihâd etmeye mecburdular. Bedir'e giderken müslümanlar,âdetâ Cennetten dâvetiye almış gibi sevinç ve sürûr içinde gidiyorlardı. Sanki biraz sonra canları tehlikeye girecek onlar değildi. Bu uğurda ölmeyi hepsi de canına minnet biliyordu. Cihâda çağırılan hiç kimse bu dâvete icâbetten geri kalmadı. Sadece münafıklardır ki ordu bozanlık ediyorlardı.. ve her zamanda öyle yaptılar. Cepheden ayrılıp gittiler.. Efendimizi mevzide terkettiler.. ve bazan da hiç iştirak etmediler. Onlar, içte saffete erememiş, gönül dünyasında nifâkı yenememiş, arkadaşları kavga verirken bir kenara çekilip şahsî hazlarını yaşamış bir grup sefîl ruh ve bir kısım nefsin zebûnu kimselerdi ki, karekterlerinin gereğini yerine getiriyorlardı...
Allah Rasûlü'ne yürekten inanmış insanlara gelince, onlardan mevziini terkeden tek bir insan bile gösterilemez. Diğer bir tabirle, cihâd yolunda vâsıl-ı ilallah olmuş ve Allah'a ulaşmış olanlardan hiçbiri geriye dönmemişti. Geriye dönenler yoldaki şaşkınlar, hakikatı idrak edememiş ve rûhunda hakikatla bütünleşmemiş zavallılardı.
Vâkıa onlar da insandı; her insan ölümü kerih ve çirkin görebilir. Kur'ân-ı Kerîm de insandaki bu duyguyu görmezlikten gelmemiş ve inananlara şöyle hitap etmiştir:"Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, halbuki siz bilmezsiniz " (Bakara, 216).
İnsan tabiatının böyle oImasına rağmen mü'minler, kayıtsız şartsız Allah Rasûlü'ne boyun eğdi ve teslîm oldular. Onlardaki bu bağlılık Cenâb-ı Hakk'ın onlara ard arda lütuflarda bulunmasına sebep oldu... Ve zaferler birbirini takip etti.
Böylece her geçen gün mü'minlerin gücü artıyor ve kazandıkları zaferler en kısa zamanda civar kabileler arasında da duyuluyordu. Mü'minlerin her zaferi onları sevindirirken kâfirleri de mahzûn ve mükedder ediyordu. (Günümüzde de bu durum değişmiş değildir.)
Cihâd, birbirine bağlı zincirin halkaları gibi devam ediyor. Mü'min daima dirliğini ve diriliğini cihâdda buluyor. Cihadı bıraktığı an da öleceğini biliyor. Evet, mü'min ağaç gibidir; meyve verdiği sürece canlılığını korur; meyve vermediği zaman da kurur gider.
Ne kadar, bedbîn ve karamsar insanlar varsa hepsini tedkîk edin, hep karşınıza, cihâdı terketmiş insanlar çıkacaktır. Bunlar Hak ve hakikatı başkaIarına anlatmadıkları için, Allah içlerindeki füyûzâtı çekip almış ve dolayısıyla da kapkaranlık kalmışlardır. Halbuki ne kadar cihâd eden varsa, aşku şevk içindedirler, içleri apaydındır ve biri, bin yapma gayreti peşindedirler. Her cihâd onlarda yeni bir cihâd düşüncesi uyarır ve böylece sâlih bir dâire teşekkül eder. Her hayır başka ve yeni bir hayra vesîle olur. Onlar da hayırlar içinde yüzer giderler.. "Amma bizim uğrumuzda cihâd edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir. " (Ankebût, 69) âyeti bize bu hakikatı anlatmaktadır.
Allah'a çeşitli yollar vardır ve Allah'a giden yolların sayısı mahlûkatın nefesleri adedincedir. Allah için cihâd edenleri O, bu yollardan birine mutlak surette hidâyet eder. Ne kadar hayır yolu varsa onların önüne çıkarır ne kadar şer yol varsa öyle yollardan onları korur.
Allah'ın yolu Sırât-ı Müstakîmdir. O yolu bulan bir insan her şeyde orta yolu tutar gider. Gazap da, akılda, şehvette orta yolu tuttuğu gibi, cihâdda ve ibâdetlerde de hep orta yolu takib eder. Bu, Allah'ın insanı kendi yoluna hidayet etmesi demektir..
Fedakârlık derecesi ne olursa olsun dışa karşı veriIen bu kavga bütünüyle Cihâd-ı asgara dâhildir. Ancak bunun küçük cihâd olması büyük cihâda nisbetledir; yoksa cihâdın küçük hiçbir tarafı yoktur ve kazandırdığı netice ise pek büyüktür. Nasıl olmasın ki, bu yolda gazi olup Cennete namzet olma, şehîd olup berzah hayatını dipdiri geçirme ve her ikisinin sonunda da Allah'ın rızasına erme söz konusudur. Evet böyle bir neticeyi sonuç veren cihâd nasıl küçük olabilir ki..?
Cihâd-ı asgar, dinin emirlerini fiîlen yerine getirme ve o mevzûda kendinden bekleneni edâ etmektir. Cihâd-ı Ekber ise, onu ihlâslı ve şuurlu olarak yapma ve dâima kendi kendiyle kavga içinde bulunmadır. Kin, nefret, hased, enâniyet, gurur, kendini beğenme, fâhir, nefs-i emmâre gibi varlığında ne kadar yıkıcı ve tahrip edici his ve duygu varsa bütününe birden cihâd ilan etme, hakikaten zor ve çetin bir cihâddır ki, buna en büyük cihâd denilmiştir.
İnsan, küçük ve maddî cihâdda bulunduğu zaman çok kere kendini düşünmeye vakit bulamaz. Bu bir tehlikedir. Bir ikinci tehlike de, insan bu küçük cihadı terk ettiği zaman baş gösterir ki o da pörsüyüp çürümedir. Bu duruma marûz kalan bir insan ise, bütün kötü düşünceler tarafından dört bir yanı sarılacak ve ma'nevî hayatı felce uğrayacaktır. Bu bakımdan maddî cihâd yapmadan insanın kendini koruyup kollayabilmesi cidden zordur. İşte zorlardan zor bu duruma işaret için Efendimiz, gazâdân dönerken büyük cihâda dönüldüğünü söylemiştir. Bunun manâsı şudur: İmân ettik. Cihâd da yaptık. Gazâ şerefiyle şereflendik. Belki biraz da ganimet aldık. Bundan böyle üzerimize bir rahat ve rehavetin çökme ihtimali vardır. Belki bazılarının içine kendini beğenmişlik gelecektir. Belki de nefs-i emmâre başka yollardan rûha girip onu ifsâd edecektir. Demek ki, bizi bir sürü tehlike beklemektedir. Onun için bundan sonra verilecek kavga bir öncekinden daha çetin ve daha büyük olacaktır.
Bu sözün muhatabı sahâbîden ziyâde, onlardan sonra gelenler ve bizleriz. Onun için bu ölçüye çok iyi dikkat etmemiz gerekmektedir. Eğer bir insan cihâdı bütünüyle dışa karşı yapılan davranışlara bağlıyor ve bir iç murâkebesinden uzak bulunuyorsa, o tehlike mıntıkasına girmiş sayılır.
Asr-ı saâdetin insanı, harp meydanlarında kavga veı-irken arslanlar gibi dövüşür, gece olunca da hepsi birer derviş kesilir ve sabahlara kadar ibâdet ve zikirle Cenâb-ı Hakk'a kullukta bulunurlardı. Sanki onlar gündüzleri, gözleri hiçbirşey görmeyen o cengâverler değil de bir köşede inzivaya çekilmiş zâhidlerdi. İş böyle olunca, maddî cihâd herşey sayıp cihâd-ı ekberi görmemezlikten gelmek veya cihâd-ı ekber diye diye dinin en önemli bir müeyyidesini yıkıp onu ruhbanlığa çevirmek onun rûhuna hiyânetten başka birşey değildir. İşte önümüzde Allah Rasûlü'nün bütün bir hayatı ve işte teker teker bütün sahâbî..!
Bir muhârebe gecesinde iki sahâbî nöbet bekliyor. Gündüz akşama kadar kılıç sallamış bu insanlar, gece de sabaha kadar nöbet tutacak ve düşmanın muhtemel saldırısını orduya haber vereceklerdi. Biri diğerine: "Sen istirahat et biraz ben bekleyeyim, sonra da seni kaldırırım'; der. İstirahata çekilen çekilir, diğeri namaza durur. Bir ara düşman işi anlar ve ayakta namaz kılmakta olan bu sahabiyi ok yağmuruna tutar. Vücudu kan revan içinde kalmıştır; ancak, o namazını bitirinceye kadar dayanır. Namazdan sonra yanındakini kaldırır. Arkadaşı onun durumunu görünce hayretten dona kalır. "Niçin, der birinci ok isabet ettiğinde haber vermedin?" Cevap verir: "Namaz kılıyor ve Kehf sûresini okuyordum. Duyduğum o derin zevki bozmak, bulandırmak istemedim.."
Huzur onu böyle çepeçevre kuşatıyordu. Sanki o, namazda, Kur'ân okurken bizzat Kur'ân ona nâzil oluyor ve sanki Cibril onun rûhuna Kur'ân solukluyor gibi okuyor ve o böyle bir vecd içinde iken bağrına saplanan oktan acı dahi duymuyordu. İşte büyük ve küçük cihâdı kendinde toplayan insanların durumu ve işte cihâd adına hakikatın gerçek yüzü...
Efendimizde, her iki cihâdı da en uç ve ufuk noktada bütünleşmiş olarak görüyoruz.
O, harp meydanlarında bir cesaret âbidesi olurdu. Hatta Hz. Ali gibi şecaat örneği kahramanların itirafıyIa, haıp meydanında endişe ve korkuya kapılan bütün sahâbî O'nun arkasına saklanır ve kendilerini emniyete alırlardı. Meselâ, Huneyn'de öyle bir kükremişti ki, atının dizginlerini iki kişi tutmakta zorlanıyor, O ise durmadan düşman saflarına doğru atını mahmuzluyordu. Bir taraftan da en gür sâdâsıyle haykırıyordu "Ben Peygamberim bunda yalan yok. Ben Abdülmuttalib'in torunuyum bunda yalan yok!"
Bu şecaat ve kahramanlık âbidesi İnsan, ibadetlerinde de aynı şekilde, âdetâ bir kulluk âbidesi haline geliyordu. Namaz kılarken, kaynayan bir tencere gibi ses çıkârırdı; ağlayıp göz yaşı dökdüğü zaman O'nu görüp dinleyenleri rikkata sevkederdi. Bazen günlerce oruç tutar "savm-ı visâl" yapardı. Bazen sabaha kadar namaz kılar ve ayakları şişerdi. Hatta Hz. Âişe vâlidemiz,bu tehâlükü çok görerek, gelmiş geçmiş günahları affolan Sen, niçin bu kadar kendini yoruyorsun? diye sormuş, O da: "Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını vermişti.
Bir insan düşünün ki mağarada yılan ve çiyanlara aldırış etmeden saklanıyor, tam o esnada müşrikler mağaranın kapısına kadar geliyorIar ve Hz. Ebu Bekir O'nun namına telaşlanıyor; fakat O, hiç aldırış etmeden, "Korkma Allah bizimledir" diyebiliyor ve aynı şahıs Kur'ân dinlerken öyle rikkate geliyor öyle göz yaşı döküyor ki, nefesi kesilecek gibi oluyordu. Meselâ, İbni Mesûd'a "Bana Kur'an oku" demişti. O ise, edep içinde "Ya Rasûlallah, Kur'ân Sana nâzil olurken ben Sana Kur'ân mı okuyacağım?" diyor. Ancak, Allah Rasûlü ısrar ediyor ve "Ben başkasından Kur'ân dinlemeyi severim" buyuruyor. Bunun üzerine İbni Mesûd, Nisâ Sûresi'nin başından okumaya başlıyor. "Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz ve seni de hepsine şâhid kıldığımız o gün nasıl olacak" (Nisâ Sûresi, 41) meâlindeki âyete gelince, Allah Rasûlü artık dayanamaz hale geliyor ve eliyle yeter, yeter, diyor. Gerisini İbni Mesûd'dan dinleyelim: Sustum. Döndüm baktım Allah Rasûlü ağlıyor ve göz yaşları da çağlıyordu. O bir kalb ve gönül insanıydı. Maddî cihâdda da manevî cihâdda da... O idi ki ümmetini istiğfara teşvik ediyor ve "Ben her gün yetmişten fazla istiğfar ediyorum" diyordu.
Büyük cihâdda muvaffak olan bir insanın ekseriyet itibariyle, küçük cihâdı da kazanması muhakkak ve mukadderdir. Fakat, büyük cihâdda kaybeden insanın küçük cihâdda kazandığı hiç görülmemiştir. Öyleleri, iş ve hizmeti bir kerteye kadar götürseler bile neticeye varmaları mümkün değildir.
Hz. Âişe vâlidemiz anlatıyor: "Allah Rasûlü bir gece bana hitaben! "Ya Âişe, dedi, müsâade eder misin bu gece Rabbimle beraber olayım." (O Rabbiyle beraber olmak için bile hanımından müsaade isteyecek kadar incelerden ince bir insandı. Asâlet O'nun damarlarına işlemişti.)" Ben, Yâ Rasulullah, dedim, seninle olmayı isterim; fakat senin istediğini dahi çok isterim."
Sonra, anamız diyor: "Allah Rasûlü abdest aldı namaza durdu ve uzun süre "İnne fî halkissemâvâtf ve'l-erdı" âyetini okudu ve sabaha kadar göz yaşı döktü."
Bazan da Allah Rasûlû, hanımını uyandırmamak için, hiç sormadan kalkar ve ibadet ederdi. Yine Hz. Âişe vâlidemiz anlatıyor: Bir gece uyandığımda Allah Rasûlü'nü yanımda bulamadım. Hemen kıskançlık damarım kabardı; acaba diğer hanımlarından birinin yanına mı gitti, diye düşündüm,. Yerimden doğrulurken elim, karanlıkta Allah Rasûlu nün ayaklarına ilişdi. Baktım ki Allah Rasûlü secdeye kapanmış bir şeyler okuyor. Okuduğu duaya kulak verdim, şunları söylüyordu: (Meâlen) "Allah'ım senin gadabından, öfkenden senin rızana sığınıyorum. Ukubetinden bağışlamana sığınıyorum. Allah'ım Senden yine Sana sığınıyorum. (Kahrından lütfuna; celâlinden cemâline; ceberûtiyetinden Rahmâniyet ve Rahîmiyetine sığınıyorum.) Sen Seni sena etiğin gibisin. (Ben Seni sena edemem. Senin en büyük şâhidin yine Sensin.)" '
İşte Allah Rasûlü ve işte onun iç derinliği, büyük cihâdı! O böyle olunca, ashâbı daha başka türlü ölabilir miydi? Öbür tarafta O'nunla beraber olabilmek için, burada O'na benze'mek gerekir. Sahâbî, tam anlamıyla bunun şuurundadır. Hatta onlardan bazıları, Sevbân gibi, Allah RasûlüncTen ayrı kalma düşüncesi akıllarına geldiği an, iştahtan-kesilir ve ciddî rahatsız oluriardı.
Efendimiz bir cihâda çıkmış, Sevbân ise O'nunla bulunamamıştı. Allah Rasûlü döndüğünde herkes kendisini ziyaret ediyordu. Bunlar arasında Sevbân da vardı. Sararmış, solmuş ve âdetâ bir iğne bir iplik kâlmıştı. Şefkat Peygamberi sordu: "Sevbân bu halin ne?" Cevap verdi: "Ya Râsûlallah! Beynimi kemiren bir düşünce varki, işte o beni bu hallere soktu. Kendi kendime düşündüm. Ben Allah Rasûlünden üç. günlük ayrı kalmaya dahi tahammül edemiyorum. Ebedî bir âlemde bu ayrılığa nasıl güç yetirebilirim? Çünkü O, Allah'ın Rasûlüdür. Makamı muallâdır. Gireceği cennet de ona göre olacaktır. Halbuki ben sıradan bir insanım. Cennet'e girmiş dahi olsam, Allah Rasûlü'nün gireceği Cennet'e girebilmem mümkün değil. Ve O'ndan ebedî ayrı kalacağım. Bunu düşündüm ve bu hallere düştüm."
Allah Rasûlü bu dertli insanın derdine derman olarak şu ölümsüz ifâdesiyle karşılık verdi: "Kişi sevdiğiyle beraberdir." Kişiyi sevmek ona benzemek ve onun hayatını kendine hayat edinmekle olacaktır. İşte sahâbî bu mevzûda herkesten daha hassastır.
Hz. Ömer bütün hayatı boyunca Allah Rasûlüne, akrabalık yönünden kurbiyet kazanmanın iştiyâkı içinde yandı durdu. Hz. Fâtıma'yla bunu yapmak istedi; fakat o Hz. Ali'ye nasib oldu. Başka çare kalmayınca, Hz. Ali'nin kızı Ümmü Gülsüm'ü aldı. Bütün derdi herhangi bir bağla Allah Rasûlü'nün akrabaları arasına girmekti. Yoksa isteseydi, Bizans İmparatorunun kızını, hem de isteme zahmetine katlanmadan alacak durumdaydı. Ama O'nun derdi evlenmek değil, Allah Rasûlü ile bir bağ kurmaktı. Çünkü O, bütün soyunsopun, hasebin-nesebin hiçbir işe yaramıyacağı birgün, işe yarıyan bir nisbet, bir haseb ve neseb peşindeydi.. Kızı Hafsa'yı Allah Rasûlüne vermek istemesinde yine aynı dert ve iştiyak bahis mevzûu idi.
Allah Rasûlüne olan ma'nevî bağı zaten çok kuvvetliydi. Kimbilir kaç defa, İki Cihan Güneşi onu elinden tutmuş, "Burada da âhirette de hep böyle olacağız" demişti. Ancak O, bir de maddî bağını tahkim etmek istiyordu. İşte bu düşünceyle kendi kızını Allah Rasûlüne vermiş ve Allah Rasûlünün de kız torununu almıştı. Hatta böyle bir münâsebette muvaffakiyet, o koca Ömer'i çocuklar gibi sevindirmişti...
Birgün kızı Hafsa vâlidemiz kendisine, "Babacığım, dıştan gelen devlet elçileri oluyor. Ve dâima yeni yeni heyetler kabul ediyor, görüşüyorsun. Üzerindeki elbiseyi yenilesen daha iyi olmaz mı?" diyor.
Hz. Ömer kızından bu sözleri duyunca beyninden vurulmuşa dönüyor. Allah Rasûlü'nü ve Hz.Ebu Bekr'i kasdederek, "Ben bu iki dosttan nasıl ayrı kalabilirim. VaIIahi dünyada onlar gibi yaşamalıyim ki, âhirette onlarla beraber olabileyim" cevabını veriyor.
Biz buna, büyük cihâd veya manevî cihâd diyoruz. Allah Rasulünün ve sahâbînin yolu budur. Onlar Cenâb-ı Hakk'la sıkı bir irtibat içinde hayat sürdürdüler. Onların zikir ve ibâdetleri o kadar çoktu ki, onları görenler ibâdetten başka hiçbirşey yapmıyarlar zannederlerdi. Halbuki durum tamamen aksineydi ve onlar hayatı bir bütün olarak yaşıyorlardı...
Onlar âdeta ihlâsın özü ve hülâsası haline gelmişlerdi. Yaptıkları her işi Allah'rızası ölçüsünde yapıyorlardı. Onların her işlerinde bir iç derinliği ve iç murâkabesi vardı. İşte yine, karşımızda bir ihlâs âbidesi olan Ömer: Hutbe esnasında bir ara, hiç münâsebet yokken mevzûu değiştirir: "Ya Ömer, der, daha dün baban. Hattab'ın develerini güden bir çobandın Hutbeden iner. Sorarlar: Durup dururken bunu söylemeye sevkeden neydi? Cevap verir: Aklıma halife olduğum geldi..."Başka bir gün, sırtında bir çuval dolaşıyordu. Niçin böyle dolaştığını soranlara, cevabı yine aynı oluyordu: "İçimde bir gurur hissettim ve onu öldüreyim dedim.. "
Ömer b. Abdülaziz, bir dostuna mektup yazar. Mektup çok edebî yazılmıştır. Kalkar, mektubu yırtar. Sebebini soranlara: "İçimde bir gurur hissettim, onun için mektubu yırttım" der.
Rûhen olgunluğa ermiş, rûhuyla bütünleşmiş, pâklaşmış bu temiz kimselerin cihâdı Allah rızası için olacağından semereli olur. Halbuki kendi iç mes'elelerini halledememiş, riyâdan, ucubtan, gurur ve kibirden kendini kurtaramamış, sağda solda çalım satmak için iş gören insanların cihâd adına yaptıkları şeyler ise büyük ölçüde yıkım olacaktır. Böylelerin, bir devrede belli bir seviyeye kadar ulaşmaları mümkündür; ancak neticeye varmaları, üzerine basa basa ifâde ediyorum, mümkün değildir.
Büyük ve küçük cihâdı bir arada mütâlâa eden âyet ve hadîsler vardır. Bunlardan biri de "En-Nasr" sûresidir. Bu kısa sûrede meâlen şöyle denmektedir: "Allah'ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamdederek O'nu tesbih eyle ve O'ndan mağfiret dile, çünkü o tevbeleri fazlaca kabul edendir."
Allah'ın yardımı ve fethi geldiği zaman mü'minler fevc fevc, bölük bölük İslâm'a girecek ve dehâlet edecekler. 'Öylede oldu. Maddî cihad, "cihâd-ı asgar"emr-i bi'l-ma'rûf nehy-i ani'l-münker, Hakk'ın anlatılması sayesinde engeller bertaraf edildi ve insanlar İslâm dinine girmeye başladılar.
Bu duruma gelindiğinde, Cenab-ı Hakk'ın emri şu oluyor: "Rabbini tesbîh ve takdîs et'.' Çünkü bütün bu olanlar bir taraftan Rabb'inin sana bir ihsanıdır, diğer taraftan da bütün bunlan yapan ve yaratan Allah'tır. İşte bunları düşün ve Rabb'ini tesbîh ve takdîs et!
Debdebe ve ihtişam içinde kazanılan bu muzafferiyetlerin yanında insan kendi iç dünyasında nefsine karşı da bir zafer kazanmalı ki, cihâd tamamlanmış ve cihâd hakikatı bütünleşmiş olsun. Bu çizgide Hz. Âişe vâlidemiz bize şunu naklediyor: Bu sûre nâzil olduktan sonra Allah Rasûlü durmadan "Sübhâneke Allahümme innî estağfirüke ve etûbu ileyke" duâsını okurdu.
Efendimiz (sav) bir hadislerinde yine bu iki cihâdı bir arada zikreder: "İki göz vardır ki Cehennern ateşi görmez: Harp meydanları ve cephelerde nöbet tutan askerin gözü ve bir de Allah korkusundan ağlayan göz."
Sınır boylarında veya harp meydanlarında, en tehlikeli anlarda nöbet tutarak uykuyu terkeden insanın cihâdı maddî cihaddır. Bu cihâdı yapan insanın gözü cehennem ateşine maruz kalmayacaktır. Bir de ma'nevî ve büyük cihadı yerine getiren göz vardır ki, o da Allah korkusundan ağlayan gözdür. Evet,bu iki göz de Cehennemi ve O'nun azabını görmeyecektir.
Memeden çıkan sütün tekrar geriye dönmesi nasıl muhal ise, Allah korkusundan ağlayan gözün Cehenneme girmesi o derece muhaldir. Allah yolunda üstü başı toz toprak içinde kalan bir insanın durumu da bundan farklı değildir. Çünkü Allah Rasûlü, bu toz ve toprağın cehennem ateşiyle asla bir araya gelmeyeceği mevzûunda bir çok beyânda bulunmuşlardır.
Allah korkusuyla ürperip ağlayan göz; düşmanın geleceği yerleri gözetleyen, nöbet bekleyen, râbıta yapan, memleketin başına gelecek felâketler karşısında göğsünü siper eden, müesseseler kuran, yaşatma zevkiyle yaşama hazzından uzak kalan insanların gözleri cehennem ateşi görmeyecektir.
Bu itibarladır ki, sadece mes'eleyi, sağda-solda diyalektik yapıp, millete birşey anlatma şeklinde cihâd yapıyorum zannedenler, anlattıklarını ne ölçüde tatbîk ettiklerini kontrol etmeyenler, sadece vakit öldürüyor ve bir de kendilerini aldatıyorlar, demektir. İçlerini zabt u rabt altına alamamış, riyânın burnunu kıramamış, fahrı ayaklar altına alıp ezememiş, başkalarına iş buyurmayı ve gösteriş yapmayı omuzlarından silkip atamamış insanların yaptığı dış müdâhaleler huzursuzluk kaynağı ve gürültüden başka hiçbir yararı olmaya caktıı: Mes'eleyi yalnız manevî cihâd şeklinde ele alan ve kendi kavgamı vermeden başkalarıyla uğraşmam doğru olmaz deyip, bir köşeye çekilenler, çekilip nefsine derece kazandırmayı herşeyin üstünde görenler ve dışa karşı verilen kavgaya iştirak etmeyenler, bunlar da en hafif ifâdeyle İslâm'ı yogileştirme gayretine düşmüşler, demektir. Bunlann bazılarında da şöyle bir düşünce hâkimdir: Koyunu kendi ayağından, keçiyi de yine kendi ayağından asarlar. Nefsini kurtaramayan başkasını da kurtaramaz. Öyleyse insan önce kendini kurtarmaya bakmalı...
Evvelâ böyle düşünen kimseler bakmalıdırlar ki bir insan, kendini kurtardığını zannettiği gün girdapların en içinden çıkılmazına kendini kapdırmış sayılır. Aslında, kim kendini kurtardığını söyleyebilirki? Kur'ân "Yakîn sana gelinceye kadar Rabbine kulluk et" (Hicr Sûresi, 15/99) demektedir. Yani perde açılıp sana öbür âlemden artık buyur, deninceye kadar, kulluk manâsına dâhil hiçbir fülden uzak kalamazsın. İnsan ömrünün son nefesini verinceye kadar kullukla mükelleftir.
Durum böyle olunca, insanın kendini kurtardığını söylemesi nasıl müinkün olabilirki..! Halbuki onun mükellefiyetleri devam etmektedir. Öyleyse insanın nefsiyle cedelleşmesi.. içindeki fenâ huylarla yaka paça olması ve kendini islâha çalışması hayatının sonuna kadar devam edecektir.
Biz havf ve korku ağırlıklı bir hayat yaşamak mecburiyetindeyiz. Neticeden emîn olma hiçbir mü'mine yakrşmaz. Ümitsizlik de aynı şekilde mü'min sıfatı olamaz. Ancak havf tarafı ağır basmalıdır. Hz. Ömer gibi bir insan bile son anlarını yaşarken endişe içindeydi. Ancak İbn-i Abbas'ın şehâdeti kabul etmesi ve âhirette senin iyi bir insan olduğuna ben şâhidim, demesi bir ma'nâda,onu bu endişeden kurtarıyordu. Nasıl olmasın ki "Rabbinin azametinden korkana Cenâb-ı Hakk iki Cennet vadetmektedir." (Rahman, 46) diyordu...
Durum böyle olunca, ömür boyu cehd ve gayret isteyen bir mes'eleyi, cihâda mâni bir engel gibi değerlendirme ne derece yanlıştır ve bu iyice düşünülmesi gereken bir husustur.
Netice olarak, mevzûu şöyle hülâsa etmek mümkündür:
Küçük ve büyük cihâd, teker teker ele alındığında, birisinde sadece lafazanlık, diyalektik ve anarşi, diğerinde ise, mistiklik, miskinlik, tembellik ve uyuşukluk vardır. Hakiki cihâd ise her ikisini birleştirmekle olur ki, Allah Rasulünün ve sahâbenin cihâd anlayışı da budur.
İslâm'ın yetiştirdiği büyük ve hakiki mürşidlerde de hep böyle bir cihâd şuuru görmekteyiz. Onlardan hiç biri, cihâdı tek yönlü ele almamışlardır. Demir parmaklıklar arkasında bile hakkı neşretme gayretinden bir an uzaklaşmamış ve gecelerini de gündüzleri kadar aydınlık geçirmişlerdir. Rableriyle olan münasebetlerini de asla gevşetmemiş,hizmetlerinin çapı ne derece geniş olursa olsun kalb dâiresini ihmâle uğratmamışIardır. Bu sâyede duydukları her şey,onlarda yeni bir imân peteğinin oluşmasına vesîle olmuş; böylece ihsân şuuruyla yaşamış; kendilerini her an Cenâb-ı Hakk'ın murâkabesinde hissetmiş ve bu amelleriyle Rabb'lerine o derece kurbiyet ve yakınlık kazanmışIardır ki, Rabb, onların gören gözü ve tutan eli olmuş ve böylece birleri bereketlenip binlere ulaşmıştır.
Günümüzün insanı. Cenâb-ı Hakk'ı hoşnûd edecek bir cihad yapmak isfiyorsa -ki öyle yapması lazımdır- başkalanna hak ve hakikatı anlatmanın, neşretmenin yanıbaşında, kendisini ve arzularını da kontrol altına atıp, ciddi bir iç murakabesine geçmelidir. Yoksa, kendi kendini aldatma ihtimâli, çok kuvvetlidir ve yaptığı şeylerin de ne kendine ne de başkalarına yararı olmayacaktır.
Cihâd eri, Allah'ı herşeye tercih edecek şekilde, ihlâslı, samimi, yürekten ve gönül insanı olmalıdır. O zaman verilen mücâdele faydalı olacaktır. O, başkalarına karşı felsefe yapıp onların kafalarına faydalı faydasız bir sürü mâlûmat yığını aktarma yerine; kalb ve kafalara, mümkün olduğunca, samimiyet, hüsnüniyet, içtenIik ve gönül adamı olma şuurunu yerleştirrneye çalışmalıdır.
Cihâd, bir iç ve dış fetih dengesidir. Onda hem erme hem de erdirme söz konusudur. İnsanın özüne ermesi, bu,büyük cihaddır. Başkalarını erdirmesi bu da küçük cihaddır. Bunun biri diğerinden ayrıldığı sürece, cihad, cihâd oImaktan çıkar. Birinden miskinlik diğerinden anarşi doğar. Halbuki biz Muhammedî bir ruhun doğmasını bekliyoruz. Bu da her mes'elede olduğu gibi bu mes'elede de, Allah Rasulüne ittiba ve uymakla mümkün olacaktır.
Ne mutlu onlara ki, kendi kurtuluşları kadar başkalarının kurtuluşları için de yol ararlar. Ve yine ne mutlu onlara ki, başkalarını kurtaralım derken, kendilerini unutmazlar!
.
Ehl-i tasavvuf, alemin kıdemi hususunda maddiyun filozoflarının getirdiği yolda gidiyorlar. İslam akidesiyle telif edebilir misiniz?
Ehl-i tasavvuf, alemin kıdemi hususunda maddiyun filozoflarının getirdiği yolda gidiyorlar. İslam akidesiyle telif edebilir misiniz?
Ehl-i tasavvuf, âlemin kıdemine kâil değildir. Hele bütünü hakkında böyle düşünmek tamamiyle hatalıdır. Mutasavvıf lar i inde, âlemin kıdeminde değil de "vahdet-i vücûd" hatta biraz daha ileri götürerek "vahdet-i mevcûd" faraziyelerine saplananlar olmuştur; ama bu, âlemin kıdemine kâil olma demek değildir. Zâhiren, âlemin kıdemine kâil oluyor gibi görünseler de, aslında öyle olmadığı muhakkaktır.
hk defa mutasavvfûnu ve sofiliği anlamak lazım. Mutasavvıfûn, büyük ölçüde, tasavvufun nazariyatçılandırlar. Bu sahanın gerçek erleri olan sofiyyûn ise daha çok hal üzerinde dururlar.. ve mesleklerini dayandırdıkları bir kısım noktalar da yok değildir: Sevr mağarasında Resûl-i Ekrem'den (sav) Hz. Ebubekir'in mânen bir şeyler aldığı veya Hz. Ali ile başbaşa kaldığı zaman, Hz. Ali'nin O' ndan birşeyler aldığı kanaatı bu meslek erbabı arasında çok yaygındır. Vâkıa, kitab, sünnet, icmâ esaslarına göre hareket eden bü insanın, bu kanaatte olması zor görünse de, yolun sâlıverince bu mevzûdaki inanç tamdır. "Men lem yezuk lem ya'rif" "Tatmayan bilmez..."
Günümüzde olduğu gibi, o devirde de bu mes'ele hakkında şüphe ve kuşkuda bulunanlar vardı. Hatta, Hz. Ali'ye soranlar da oldu: "Ya Ali, senin yanında, Resûl-ü Ekrem'den sana intikâl eden gizIi bir şey var mıdır?" O, kılıcının kabzasında, diyete, âkile ve zimmîler hukûkuna âit üç hususdan başka birşey olmadığını söyledi. Bunun dışında Allah Resûlü'nden (sav), husûsi mâhiyette bir şeyler aldığına dair herhangi bir nakil bilmiyoruz...
Sevr mağarasında Resûl-ü Ekrem (sav) ile Hz. Ebu Bekir arasında geçen sırlı muhâverelere gelince, o hususu da isbat etmek oldukça zor. Evet, Kur'ân ve hadisin dışında böyle gaybî bir şey varsa, yani kitaba yazılmayan, ama Sahâbe ve Tabiîn'in, Sevr mağarasındaki muhâvereye dair anlattıkları şeyler içinde, Resûl'ü Ekrem'in gizliden gizliye, Hz. Ebu Bekir'e birşey öğrettiğine dair herhangi bir hususa rastlamadığımızı da söyleyebiliriz. Bence, böyle yapılacağına, doğrudan doğruya, Cenâb-ı Hakk'ın yeryüzünde elçisi ve beşerin en büyük mümessili olan Hz. Muhammed'in (sav) vesayası altında bulunulduğu anlatılmalı ve tekellüflere girilmemelidir. Kanaatimce bu daha samimi, daha inandıncı olur.
Resûl-ü Ekrem'in (sav) pekçok vazifeleri vardı. Bu vazifeler, devlet tesisi; müslümanların, İslâmiyetin bütün icablannı rahatlıkla yerine getirme imkânlarına kavuşturulmaları; keza, müslümanların, yeryüzünde mahkûm değil, hâkim olarak yaşayabilmeleri için, maddî-mânevî bir kısım dinamiklere sahip olmaları gibi.. pek çok şeylerle donatılmaları icab ediyordu. Bu noktada, gönül hayatının, herşey üzerinde hâkimiyet tesis etmesi çok önemliydi. Binâenaleyh, Resûl-ü Ekrem (sav), farzlardan adâba kadar, din adına ne varsa hepsini yaşıyor, yaşanmasını teşvik ediyor ve her şeyde Allah'ın isteklerini ve hoşnutluğunu arıyordu. Meselâ O'nun hayatında, her sabah 100 defa "Lâ ilâhe illallâh vahdehu lâ şerîke leh" vardı. Diğer duâ ve münacâtlar da öyle... Biz sabah akşam namazlarında sadece, O'nun okuduklarının onda birini okuyabiliyoruz. Keşke hepimiz okuyabilseydik! Demek, Resûl-ü Ekrem'in (sav) söylediği şeylerden ancak çok az birşey yapabiliyoruz. İnşaallah, yaptıklarımızla, vazifemizi yapmış sayılırız. Gerçek sofilik ve velâyet ise, ihlâsla O'nun yaptıklarını yapmaktan geçer. Vâkıa, kulluk vazifemizi zirvede edâ etsek dahi, Hakk'a karşı şükür, Efendimiz'e karşı da minnet borcumuzu yerine getirmiş olamayız.
Birgün Ashab'dan biri gelir der ki: "Ya Resûlallah , ben günün dörtte birini salat ü selâmla geçiriyorum" . `°Güzel, daha fazla yapsan daha iyi olur" . Adam yükseltir. Efendimiz "daha fazla yapsan, daha iyi olur" demeye devam eder... İşte, Resûlüllah'ın (sav) bu cevabı, ibadet ü taati, altından kalkamayacak hale getirmedikten sonra, yapabildiğin kadar yap demektir. Evet, götüreceğin kadar al! Zira; "İnne'd-dîne yüsr". Yani, din ona âit mükellefiyetleri herkesin yerine getireceği kadar kolaydır. Onu ağırlaştırıp yaşanmaz hale getiren, kendisi altında kalır-ezilir. Sonra götüremiyecek hale gelir ve mağlub olur.
Mükellef, farzlârı terk edemez; müekked süı-inetlerin terkinde de itab var. Sair şeylerde, arttırabildiği kadar artırabilir. Bir de bunu sonuna kadar da götürmeye azimli olursa, artık ona, Allah'a yaklaşma ve dost olma yolları açılmış demektir. İşte Resûl-ü Ekrem'in (sav) gönüllerde inkişaf hâsıl eden,bu batın tarafına "Bâtın-ı Muhammedî" diyoruz. Bu yola giren kimse -İnşaallah- hakiki mü'min, gerçek müttakî, ma'nâsına uygun sofi ve tam ma'nâsıyla velâyete namzet sayılır.
Resûl-i Ekrem'in (sav) bu mesleği, bir iki asır sonra perdelendi: Kur'ân okunuyordu, ama gırtlaklardan aşağıya inmiyordu. Hadis okuyorlardı; ama, muktezası gönüllerde ma'kes bulmuyordu. Şunu bunu ilzâm etmek için güzel laflar söylüyorlardı; ama, sözler gönüllerin derinliğinde heyecan uyarmıyordu. Bunun için müceddidler, yani dini aslına irca etmek ve yeniden müslümanlarda eski aşk, eski heyecanı meydana getirmek isteyen kimseler zuhûr etti. Meselâ; Ebu Hanife, İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel'i bunlardan sayabiliriz. Ömer b. Abdulaziz, ondan sonra Şafiî'dir, diyenler de var. Aslında, bunlar, çeşitli sahaların müceddidleridirler. Bu büyük zâtlar kitlelerde heyecanın sönmüş ve ölmüş olduğunu görünce, buna bir çâre aradılar. Sünnete dikkati çekmek için medreseler, tekyeler kurdular. Bu müesseselere ferdleri dâvet ettiler. Bunlara, seviye, idrak ve anlayışlarına göre nasihat etmeye başladılar. Bunlar, samimî, hasbi kimselerdi... Eğri-büğrü halleri ve yanları yoktu. Söyledikleri sözler, derhal cemaat arasında heyecan uyarıyordu. Onlar konuşurken âdeta mescid kandilleri dahi harekete geçiyordu. Bunlar, bulundukları yerlerde manyetik alanlar meydana getiren güçlü kimselerdi. İbrahim bin Edhem, F'udayl bin İyaz, Cüneyd-i Bağdâdî, Bişri Hafî, Ahmed b. Hanbel bu zâhid zâtlardandı. Böyle güçlü zevât, etraflarına halkı topluyor, sonra da Resûl-ü Ekrem'in (sav) evrad ve ezkârını onlara ders olarak veriyorlardı.
Böylece, bu müstesnâ zâtlar sayesinde yeniden gönüller Allah'a teveccüh etti. Derken onların etrafında herkes müridler gibi toplanmaya durdu; arkasından da birer birer tasavwf ekolleri meydana gelmeye başladı. İşte ondan sonradır ki, müteakip dönemlerde, Kâdirî, Rufaî, Mevlevî, Nakşî tarikatları gibi tarikatlar kuruldu ve İslâm dünyâsının dörtbir yanını nura gark ettiler.
Bunlar arasında Resûl-ü Ekrem'in (sav) sünnetine uymayı esas alan ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber edinen İmam-ı Rabbânî gibi mürşitler, hep bu esası işlemiş ve: "Ancak Sünnet-i seniyyeyi rehber edinen sâhil-i selâmete çıkar" diye ısrarla peygamber yolunu tavsiye etmişlerdir.
Sünnet mîzânlarına göre hareket etmeyen insanın, dış âlemle alâkası kesildiği nisbette, ölçüler alt üst olur. Evet, tasavvuf berzahında yaşamanın insânî buudları değiştirdiği insanın, âdeta başkalaşdığı içindir ki, zaman zaman bir kısım dinî ve tabiî prensibler hafife alınır olmuş ve şer'i şerifdeki muvazene de bozulmuştur. Böyle bir muvâzenesizlikle, evliliğin gereksizliğine inananlar, insanlardan kaçıp, kendi iç dünyâlarına kapananlar, "bana kalbim yeter" deyip sadece kalbî ve rûhî hayatla meşgul olanlar hiç de az değildir. Zaman gelmiş böyleleri, bütün bütün zâhirî duygulara sırtını dönerek beden ve cismaniyete âit herşeyi inkâr etmişlerdir.
İşte böyle bir istiğrak ve vecd içinde bulunanın gözünde, bütün dünyâ ve içindekiler silinir gider de, çevresinde sadece ve sadece Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellîleri parıldamaya başlar. Artık O'nun tecellilerinden başka herşey yok olur. O da: "Allah'dan başka mevcut yoktur" demeye başlar. Vakıâ, ehl-i sünnet ve'l-cemaat "Hakâiku'l eşyâ sâbitetün", "Allah var, Allah'ın yarattığı eşyâ da var" diyerek, eşyânın varlığını kabul etmişlerdir; ama vecd insanına göre, bunda hiçbir beis yoktur. Zira, eşyâ O'nunla kâimdir. O var olduğu için eşyâ da vardır.
Ehl-i Sünnetin bu mevzûdaki değiştirilmez, sâbit hükümlerine rağmen, veli, vecd ve istiğrak halinde verdiği bu hükmü, bu dun.ımdan ayıldıktan sonra "sahve" haline de tatbik eder. Meselâ, Muhyiddîn İbn-i Arabi, Fütühat-ı Mekkiye ve Fusus-ul Hikem'inde; Suhreverdî, Heyâkil'un Nur'da ve daha başkaları pekçok kitapta, "Sen ben herşey hayalât, sadece Allah var" gibi sözleri ve benzerlerini tekrar eder dururlar. Ancak, bu büyük zâtlann bu mevzûdaki düşünceleri vahdet-i mevcutcular "monist"in mütâlaalarıyla karıştırılmamalıdır. Evet bunlar, "Vahdet-i vücûd" erbabıdır, "vahdet-i mevcûd" değil. Vahdet-i Mevcûd bir bakıma, Epikür'le başlamış, Hegel'le geliştirilmiş, 'târihî maddeciliğin elinde ayn bir şekil almış "ruh-i küllî" esasına dayanan, istismâra müsâit bir nazariyedir. Vahdet-i vücûd bir hal ve istiğrak ifâdesidir. Maddecilikle de hiçbir alâkası yoktur. Aksine, o, Allah adına, bütün kâinatın nefsi ve inkârıdır. Bundaki kusur, sadece sünnet mîzânları ile ölçülüp biçilmeden, müşâhede ve duyuşa göre hüküm vermekten ileri gelmektedir. Bu kusuru niçin yaptılar diye aklınıza gelebilir. Evet, "Muhyiddin İbni Arabî, hayatı boyunca vecd ve istiğraklannı yazdı. Keşke kendine geldiği ve yakazaya döndüğü zaman bunları tashih etseydi. Neden iltibasa müsâit bu mülâhazaları olduğu gibi bırakdı?" diyebilirsiniz. Bence, evvela, büyüklüğünü ölçemeyeceğimiz bu kimseler hakkında, hücum ve teşnî yerine daha dikkatli olmak icâb eder.
Evet bunların, şeriatın ruhuna muhalif beyanlan karşısında insanın "Hazret, bunları niçin daha sonra tahkik ve tashih etmedin?" diyesi gelebilir. Ancak, onlar, asıl âlemi, vücud olarak, kendi sekir ve istiğraklarıyla yaşadıkları âlem kabûl ediyor, bizim âlemimize döndükleri, veya diğer tabirle, kendi âlemlerinden ayrıldıklan zaman, onu uykuya dönmek kabûl ediyorlarsa, neyi ve niye tashih ve tahkik edecekler ki..!
Onun için Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri gibi zâtlar, Cenâb-ı Hakk'ın tecellileriyle, başbaşa kaldıkları zaman, müncezib oluyor, o âlemi, hakiki âlem olarak 'görüyor; bize göre rüyâ, onlara göre hakikat sayılan bu âlemde kalemi ellerine alıyor, o âlemde düşünüyor, o âlemin ölçü ve kıstasları içinde yazıyor; yazdıkları şeyleri biçimlendiriyor ve katiyyen bu âleme âit hususiyetlerle telif etmeyi düşünmüyorlardı. Şayet onlar, bu âlemi hakiki âlem olarak bilselerdi, herhalde, o âlemdeki hataları, bu âlemde tashih edeceklerdi. Etmediklerine göre, demek ki, bizim âlemimize hiçbir zaman hakiki âlem nazarı ile bakmadılar.
Mevzûu böylece, icmal ettikten sonra, diyebiliriz ki, hiç bir mutasavvıfa, maddeci demenin imkânı yoktur. Aksine maddeciler ile vahdet-i vücûdcular arasında tam bir zıddiyet vardır. Maddeciler, madde ve kâinat hesabına Allah'ı inkâr ederler. "Sadece madde ve atom vardır; her atom parça ve parçacığı da şuurlu olarak hareket etmektedir" demelerine mukâbil, mutasavvifînden vahdet-i vücûdcular Allah hesabına kâinatı nefyeder, "herşey O'na dayalıdır, O'ndan başka herşey fânidir. Öyleyse biz de bunların fâniliğine hükmetmeliyiz ki, huzurumuzu ihlâl etmesinler. Çünkü O'ndan ayrı olan herşey fânidir" derler. Aradaki bunca zıddıyete rağmen, hâlâ da ikisini "bir" göriap göstermek, doğrusu anlaşılır gibi değildir.
Bazı tenkidciler, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretlerinin eserlerinin içine, bir kısım Batılı panteistlerin fikirlerinin sokulduğunu iddia ederler. Bıi arada Afzal-i Kasi'ye âit olduğu söylenen, pek çok panteistce düşüncenin, Islâm ruhunu tahrif niyetiyle, İslâm düşmanları tarafından bu eserlere karıştırıldığını ileri sürerler.
Evvela Hz. Mevlânâ'ya isnat edilen bütün eserleriin ve O'nun eserleri içindeki her parçanın ona âit olduğu söylenemez. Günümüzde Mevlânâ'ya âit olduğu söylenen eserlerden bazılarının başkalarına âit olduğu şimdiye kadar çokları tarafından ortaya kondu.
Bunlardan, "Fih-i mafih"i için, Afzal-i Kasi'nin adından bahsedilmektedir. Afzal-i Kasi'nin kendisi neoplatonistdir ve hayatı boyunca Eflatunculuğu tekrar ihyâ etmeyi düşünmüştür. Hatta bu hususu hayatına gâye edinmiş olduğu da söylenebilir. Bu zât aynı zamanda, hurûfîdir. Harfleri kâinatın atomları gibi telakki eden FazlullahiI Hurufî'nin mezhebinden...
Hadis-i şeriflerin bile arasına, bir süri.i şeylerin sokulmak istenilmesi yanında, Mevlânâ ve Muhyiddin-i İbn-i Arabî gibi zâtların sözleri arasına bir kısım yalan ve uydurma şeylerin sokulması mevzûunda kanaatimce, biraz müsâmahalı düşünmek lâzımdır. Yani, girebilir demek iktizâ eder.
Buharî gibi, yüzlerce hadis imamı, önünden hadisler geçerken, o söz Resûl-ü Ekrem'in (sav) mi, değil mi, onu bilebiliyordu. Bu mevzûun mütehassısı olan bu zâtlar, tahkik ettikleri sözlerde, âdeta. Resul-ü Ekrem'in (sav) sözleri kokuyor mu, kokmuyor mu, bunu hissedebiliyordu. Onur için hadisler, sağlam mihenklere vurulup ayıklandı; ama. tasavvuf büyüklerinin sözleri için böyle bir garantiden bahsedilemez
Ayrıca Muhyiddin İbn-i Arabî: "Bizim durumumuzda olmayanın ve hâlimizi bilmeyenin, bizim kitaplanmızı okuması haramdır" demiştir.
|
| Bugün 137 ziyaretçi (226 klik) kişi burdaydı! |
|
 |

| |
|
 |

|
|
| Bugün 135 ziyaretçi (222 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
Asrın Getirdiği Tereddütler 4

Asrın Getirdiği Tereddütler
HER DA’VÂNIN ZUHÛRUNDA O DA’VÂNIN
FERDLERİ MUKADDES GÖÇ İLE EMROLUNMUŞLARDIR. GÜNÜMÜZDE BİR BELDEDEN BİR BELDEYE GİTME, ORADA HAKK’A HİZMET ETMEYE ÇALIŞMA, MUKADDES GÖÇ SAYILABILIR Mİ?
Mukaddes Göç’ten kastımız Hicret’tir. Hicret, altında çok büyük ma’nâ ve büyük hakikatlar yatan oldukça büyük bir mes’eledir. Bu kelime, insanın, bir beldeden bir beldeye hicret etmesini ifade ettiği gibi, insanın bir düşünceden başka bir düşünceye hicret etmesini de ifade eder. Ve, yine insanın kendi özünden kendi özüne hicretine de delâlet eder. Ben bu çok geniş, çok derin, çok muhtevalı kelimeyi, hem kelimenin kâmet-i kıymetine uygun şekilde hem de bugünkü önemi ölçüsünde ifade etmeye muktedir olabilir miyim bilemem, ama, Rabb’imin ihsanı ölçüsünde arzetmeye çalışacağım.
Hicret, her yüce da’vâda çok önemli bir esastır. Evvelâ şu kaziyye ile başlayalım: Hicret etmedik büyük bir da’vâ adamı, büyük bir mefkûre adamı, büyük bir vazifeli ve ideal adamı yok gibidir (dikkatli konuşuyorum). Bugüne kadar hemen herkes, doğduğu yeri, o yüce da’vâsı uğruna terketmiş ve başka bir yere gitmiştir. Hicretin, Allah emri olarak yapılmış olması, onun en bereketli, en ağırlıklı tarafıdır. Çünkü, hicret eden şahsın, ileride vereceği hizmet adına bu göçle gelen bir kısım ma’nâlar var ki, o yönüyle de çok ehemmiyetlidir. Hz. İbrahim (as)’a, -şimdiye kadar O’na bu ismi hiç kimse takmamıştır ama- O’na “Seyyah Nebî” dense sezâdır. Nakil imkânlarının çok dar olduğu bir dönemde Babil’de sesini duyuyoruz. Bakıyoruz ki, Hz. İbrahim (as) Babil’i velveleye vermiş. Sonra Kenan ilinde kendisini görüyoruz. Sonra bakıyoruz ki Suriye’de... Hz. İbrahim Aleyhisselam Suriye’de bulunan Firavun’un, -bir kısım tarihçilerin kaydettiklerine göre Saduk denen zalim hükümdar-karşısında ve yanında da pâkize eşi Sârâ orada şöyle niyaz ediyor: “Allahım bu mücadelede, bu yaka-paça olmada, eğer bizi mağlub edersen, yeryüzünde Senin adını anacak kimse kalmayacak.” Demek, yanında mübarek zevcesi, belde belde, diyar diyar dolaşıyor ve herkese birşeyler fısıldamaya çalışıyor. Sonra O’nu, yerle bir olmuş Harem-i Şerif’in başında görüyoruz... Evet Hz. İbrahim Aleyhisselam ,yeryüzünde bütün canlıların, ezelden ebede kadar hem mihrabı hem de göbeği sayılan ve bağrında Hz. Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’ı geliştiren, kıyamete kadar da saygıyla anılacak olan, hatta yıkılışı da kıyametin en büyük alâmeti sayılan Mekke-i Mükerreme’ye de uğradı...
Evet, Hz. İbrahim (as) Harem-i Şerif'e kadar gelmiş ve orada maddî-ma’nevî sellerin önüne katıp sürüklediği yığın yığın çerçöple karşılaşmıştı. Yani küfür ve dalâlet selleri ile Betha’nın dağlarından coşup gelen maddî seller omuz omuzaydı. Sanki, karanlıkların karanlıklarla savaştığı o kapkara günlerde Cenâb-ı Hakk, Ka’be’yi maddesiyle, ma’nâsıyla nezdine almış gibiydi.. İbrahim Aleyhisselam bunları gördükten sonra, Ka‘be’nin bilinen bir kalıntısına işaret buyurmuş ve oğluyla beraber, orada Ka’be’nin yeniden inşâsına çalışmış.. sonra insanları O’na çağırmış, vicdanıyla insan olan insanlar Hz. İbrahim’in sesine icabet etmiş ve Ka’be’ye koşmuşlardı. Bu arada şunu da kaydedelim: Ezan-ı Muhammedî’nin yine Hz. İbrahim’in o çağrısından istinbat edildiğini muhakkıkîn söylüyor. “Ve ezzin finnâsi bilhacci...” (Hac Sûresi, 22/27). “Çağır herkesi, ata binerek, süvari olarak, koşa koşa gelsinler ve burayı ziyaret etsinler.” Bu makam öyle bir makam ki; insanlar buradan açılan bir menfezle, Allah ile münasebete geçebilirler. Zira Ka’be, Sidret’ül-Münteha’ya kadar rûhanilerin, meleklerin metafı (tavaf yeri)’dır. İnsanların bu metafta dönüp durmaları tasavvurlar üstü bir mazhariyettir. Efendimiz Aleyhissalatü vesselam: “İmam, veleddâllîn” deyince, siz “amin” deyin. Çünkü veleddâllîn’e gökte melekler “amin” derler. Kimin amin’i meleklerin amin’ine denk gelirse, onun geçmiş günahları mağfiret edilir. Tavaf öyle bir hâdisedir ki, biz o tavafı ifâ ederken Allah (cc) oraya bakar, Enbiya-i izâmın ervahı o tavafa iştirak eder.. ve tâ Sidret’ül-Münteha’ya kadar melekler de bu nûranî amud etrafında döner dururlar. Evet, tavaf eden her insan bilmelidir ki, o tavaf ederken, sağında solunda rûhâniler, yerin altına doğru cinlerin mü’minleri, Sidret’ül-Münteha’ya kadar da meleklerin, çevresinde tavaf ettikleri, Allah’ın: “Beytim” dediği bir kudsî bina etrafında dönüyor.
Efendimiz Sallallahü aleyhi ve sellem, böyle mukaddes bir yerde dünyaya teşrif buyuruyor.. ve bu yer Hz. İbrahim hicretinde önemli bir konaktır. Evet, Hz.İbrahim (as) uzun seyahatı neticesinde oraya gelmiş, orada karar kılmış, orada oturmuş ve sanki bu mukaddes göçü de orada bitirmiş.. ve derken göç orada göçe gaye tohumla buluşmuş, tohum ulu bir çınara dönüşmüş ve çınar iki önemli dalıyla ebediyete yönelmiş. O iki daldan biri birkaç fasıl meyve vermiş ve kökle bütünleşmiş; diğeri ise “ezeliyetin hakkıdır” deyip ebediyete uzanmıştır. Evet, İsmail dalı da öyle bir meyve vermiştir ki o meyve terazinin bir kefesine konduğu zaman, bütün Enbiya-ı izâmdan daha ağır gelecek ve arkasından gelenler için vesile-i iftihar olacaktır. Bu muhteşem meyve insanlığın Emîn’i, büyük Fetânet, büyük Sıdk Sahibi Hz.Muhammed Aleyhissalatü vesselam’dır ve Hz. İbrahim (as)in seyahatı olan mukaddes göçün de neticesidir.
Hz. İsa (as)’a niye Mesih dediler? “Mesih” in ma’nâla-rından biri de seyahat eden demektir. Evet, Mesih, fail sığası olarak çok mesheden, yani çok gezen, çok seyahat eden insan demektir. Hz. İsa (as) da hep hakikate aşina, hakikate dilbeste gönül ve çehre aramış, sağda solda dolaşmış durmuştur. Bu uzun seyahatları neticesinde, 12 havari elde etmiş, rahle-i tedrisine aldığı bu insanlarla cihanın fethine koyulmuş ve Allah’ın kendine tevdi ettiği mukaddes emanet ve büyük da’vâyı onlarla tahakkuk ettirmeye çalışmıştır. Bir de bunlardan bir tanesinin de ihanetini düşünecek olursak, sadece 11 insanla cihanın fethine çıkmış olduğunu anlarız. Seyyidina Hz. Mesih (as)’in nerede doğduğu bilinmiyor ama, mukaddes göçü, hicreti biliniyor. Hatta tâ Anadolu içlerine kadar geldiğini bazı tarih kitapları haber veriyor. O, Filistin çevresinde dolaşmış, Arap Yarımadası’nı gezmiş ve 33 yaşında, bizim buudlarımız, bizim ölçülerimiz içinde, bu fâni âlemden ayrılıp, kendine has bir âleme yükselirken, dünyanın büyük bir kısmını, en büyük seyyahlardan daha çok gezmiş ve âşina gönül, temiz simâ aramış durmuştu...
Hz. Musa (as), Firavun’un sarayında büyümüş ve belli ölçüde sarayın sımsıkı ve yumuşak hayatına alışmış olmasına rağmen, O da hicret etmiştir. Evet, eğer araştırabilsek, bütün Enbiya-ı izâmın hayatında, hicreti bir esas olarak görürüz.
Hiç şüphe yok ki bu kudsî muhacirler arasında en büyük Muhacir, Efendimiz sallallahü aleyhi ve Sellem’dir. Çünkü hicret, her şey gibi O’nunla (sav) tam doruğa ulaşmıştı. Efendimiz (sav)’le ubudiyeti, ibtidâ ile intihayı cem’ buudluydu. Evet O, kullukta, en mübtediyane mebde’li ve en müntehiyâne edâlıydı. Semavî sofrasında Cibril (as) bir bedevi ile aynı kaşığı kullanabiliyordu. O’nun hicreti de bu çizgide cereyan etmişti. Evet, Mekkeli Medine Efendisi’nin göçü çok meşakkatli ve o kadar da derin, çok muhataralı ve o kadar da muhtevalı gerçekleşmişti. Başka Peygamberlerde hicretin ne seviyede ele alındığını bilemiyoruz; ama O, “Hicret etmen şartıyla.” deyip herkesin elini sıkıyordu. Hatta hicret etmeyene o gün, münafık nazariyle bakılıyordu. Ancak, Velid İbn-i Velid, Ayyaş İbn-i Rebia, Seleme İbn-i Hişam gibilere hicret etme fırsatı verilmemişti ve bunlar mâzur görülmüşlerdi. Evet sadece bu üçü hicret edemeyen talihlilerdendi. Onların hayatlarında meydana gelen bu gayr-i iradî boşluğu da Allah Resulü (sav) dualarıyla doldurmaya çalışıyordu. Ve bu hâl “O mevzu seni çok alâkadar etmez” buyurulacağı ânâ kadar da devam etti.. evet, Efendimiz (sav) hiç durmadan ellerini kaldırıyor: “Allahım Velid İbn-i Velid’e, Allahım Seleme İbn-i Hişam’a, Allahım Ayyaş İbn-i Rebia’ya necat ver!” diye yalvarıyor ve inliyordu. Zira bunlar ilk müslüman olanlardandı. Ayyaş, Ebu Cehil’in anne bir kardeşiydi. “Lâilâhe illallâh Muhammedurrasulüllâh” dediği andan itibaren zincire vurulmuştu. Mekke fethedilinceye kadar da ayağında zincir, boynunda bukağı, yer yer ağabeyi Ebucehil’in tokatlarıyla inleyip durdu; zaman zaman da -İslâm’la şereflenince Yermuk’un kahramanları arasına katılan- yeğeni İkrime’nin tekmeleriyle... Seleme İbn-i Hişam, Ebu Cehil’in baba bir kardeşidir ve O da zincirli ve bukağılıydı. Velid İbn-i Velid de Halid İbn-i Velid’in büyük kardeşi ve Velid İbn-i Mugîre’nin oğludur. İşin garibi, bunların hepsi de Mahzum oymağından müslüman olmuş kimselerdi. Bütün güç ve kuvvetlerini sarfetmiş, Aleyhissalatü Vesselam’a ulaşmaya çalışmış, hicret etmek için uğraşmış, fakat bir türlü engelleri aşamamışlardı. Onun için de Allah Resulü (sav) sabah namazında rukudan kalktıktan sonra, ellerini kaldırıyor, bunlara dua ediyor ve “Necat ver!” deyip inliyordu. Hatta; öğlen, akşam ve yatsıda da duâ ettiği oluyordu.
Hicret o kadar önemlidir ki, bir taraftan Efendimiz Sallallahü aleyhi ve Sellem, elini sıktığı herkese “Göç edeceksin” buyurur, diğer taraftan da bu göçü, iradesiyle yapamayan kimselere göç edebilmeleri için de duâ ediyordu.
Sa’d İbn-i Ebi Vakkas Fetih’ten sonra Mekke’de hastalanınca, çok ürperdi, ve fevkalâde rahatsız oldu. Öyle ki Efendimiz (sav) kendilerini ziyaret ederken; meâlen:“Ya Resûlallah! Arkadaşlarım hicret etti ve Medine’ye gittiler, ben ise ölüp burada kalacağım. Halbuki bizim için hicret yeri çok önemliydi. Biz oraya Allah için gitmiştik. Şimdi Mekke’de vefat edip kalacağımı düşündükçe çok üzülüyorum” diyordu. Mekke o kadar mukaddes, o kadar mübarek olmasına rağmen hicret ettikleri yurdu terk etme endişesi her an onlar için en büyük endişe kaynağı olmuştu.
Hicret, gerçekten Allah‘ın hoşuna giden makbul bir ameldir. Çünkü hicret eden kimse Allah için çok büyük bir fedakârlığa katlanmaktadır. Evet, dünyada bir insan ailesini, evlad ü ıyâlini, doğduğu yeri çok sever. Dâussıla (sıla hasreti) dediğimiz şey, şairlerin şiirlerine kadar girmiştir. Pekçok insan bu hasreti terennüm etmiş, pek çok kimse bunu şiirleştirmiştir. Bu his hemen herkeste vardır. Tabiî ve fıtrî olduğu için de insanın bunu içinden söküp atması mümkün değildir. Nitekim Seyyidina Hz. Bilal, Medine-i Münevvere o kadar güzel olmasına rağmen, kalkmış Peygamber köyünde hıçkıra hıçkıra ağlamış ve Mekke için destanlar koşmuştur. Hz. Ebubekir dahil başkalarının hasreti de bundan geri değildi. Bunlar bir da’vâ uğruna Medine’ye gelmişlerdi ama, dâussıla içlerini yakıyordu. Mesela; Hz. Ebu Bekir Efendimiz (ra) gibi, bir lahzâ Efendimiz (sav)’den ayrılmayı düşünmeyen bir insan bile, Mekke’yi özlüyor ve müşrikler hakkında için için intizarda bulunuyor, “Bizi yurtlarımızdan yuvalarımızdan ettiniz” diyor ve inliyordu. En mevsûk hadîslerde Efendimiz (sav) bile şöyle diyordu: “Mekke! Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- ben senden çıkmazdım.” İşte bu duygu, bir dâussıla duygusudur. Evet, hicreti ele alırken, mes’eleye bir de bu zâviyeden bakmak lâzımdır. Şimdi bir düşünün, Sahabi Mekke’de doğmuş, orada büyümüş ve oraya alışmışlardı. Hele orada ataları Hz. İbrahim (as)’in bir evi vardı ki, her sene binlerce ve binlerce insan, dünyanın dört yanından kopar gelir ve orayı ziyaret ederlerdi. Onlar da bu Ka’be’nin efendileriydi. Çünkü kimisi orada yeme-içme işini üzerine almış, kimisi zemzem suyu işini idare ediyor, kimisi de hacıların kurban kesme işiyle meşguldu.. işte hemen hepsinin böyle alışageldikleri güzel şeyler vardı. Aslında hepimize, alışageldiğimiz şeylerden ayrılmak zor gelir: Mesela Ramazan’da alıştığımız iftarları, imsakları, teravihleri ve oruçları içimizde derin derin hissederiz.. ve yine Ka’be’ye giderken, Ka’be’den de buraya dönerken, şu muvakkat ayrılışlarda ve firaklarda, içimizde ne türlü hicran esintilerinin bulunduğunu, çoğumuz kimbilir kaç defa yaşamışızdır. Halbuki hicrette Ashab Efendilerimiz, yurtlarını yuvalarını, evlâd ü ıyâllerini de terkediyorlardı. Mesela, Hz.Ömer (ra) giderken zevcelerini götürmüyor. Hz. Ebu Bekir (ra) giderken, O’nun yanında da, Hz. Aişe (r.anh.) yoktur. Efendimiz (sav)’le arasında küçük bir bağın teessüs etmeye başladığı o dönemde, evet o azîzelerden azîze olan kadının ayrı bir izzet kazandığı o dönemde nerededir acaba Hz. Aişe (r.anh.) validemiz? Nerede isimlerini bile bilmediğimiz Hz. Ebu Bekir‘in zevceleri, nerede o çok yaşlı ve gözleri görmeyen babası Ebu Kuhafe..? Nasıl bunları bırakıp gitmişti? Bu şefkat kahramanlarının şefkatsiz olduklarını söyleyebilir miyiz? Hayır, onların hepsi de birer merhamet âbidesiydi ve her türlü takdîrin üstünde kuvvetli aile bağlarına sahip idiler.. ama Hakk mülâhazası ve Hakk yolunda hicret herşeyin önüne geçiyordu.. geçiyordu da, kimileri böyle bütün varlıklarını Mekke’de bırakıp ayrılıyor.. kimileri güpegündüz ve herkese meydan okuya okuya Medine yollarına dökülüyor.. kimileri de Allah yolunda hicretin dışında hiçbir şey bilmeden bir meçhûle doğru “şedd-i rihâl” ediyordu. Ayrıldıkları yerde yurt-yuva, evlâd u ıyâl, mal-menâl her şeye sahip idiler; gidecekleri yerde ise onları, yalnızlık, gurbet, fakr u zaruret bekliyordu. Medine’deki babayiğitlerin, evlerini onlara tahsis edip, onları bağırlarına basacakları henüz belli değildi. Bu itibarla onlar bir insanlık kıvamını temsil ettikleri gibi, aynı zamanda müstesna bir topluluk olan Ensar cemaatinin ortaya çıkmasına da yardımcı oluyorlardı.. ve böylece Ensar kudsiler ölçüsünde havarileşiyor, Muhacirler de Ensar oluyordu. O gün için bu iki cemaatin hayat stilleri birbirini tutmuyor, düşünce ufuk ve kutupları birbirinden farklıydı. Muhavere ve müzakere seviyesi ise kat’iyyen aynı derecede değildi. Ve işte Muhacirin-i Kirâm bütün bunların yanında daha nelere nelere katlanmış, hayatlarını Hicretleştirmişlerdi. Ve bu işten hiç mi hiç dönen de olmamıştı. Evet, talihsiz bir şairden başka yeniden Mekke’ye gitmeyi düşünen olmamıştı. Onun da imânı henüz içine oturmamıştı.
Ashâb-ı Kirâm’ın müslümanlığını derinleştiren ve müslümanlığı bir başka türlü renklendiren Hicret, günümüzde de ayniyle bahis mevzuudur.
Ayrıca Hicret’in, Kur’ân talebesine kazandırdığı çok şey vardır. Çünkü herkes doğup büyüdüğü yerde, iyi şeylerle beraber bir kısım menfi izler de bırakır. Evet, her insan doğduğu köyde, şehirde, kasabada, onu tanıyan emsallerinin, yaşıtlarının arasında bıraktığı menfi izler vardır. Kavga ettiği günler, yumruk salladığı zamanlar vardır. Ma’rifet olsun diye yapıp sergilediği şarlatanlıklar vardır. Halbuki bütün bunlar, daha sonra Rabbin, ihsan-ı İlâhi olarak onun omuzuna yükleyeceği vazifenin tebliğinde, o iş için gerekli olan vakar ve ciddiyet ile telifi kat’iyyen imkânsızdır. Çünkü daha sonraki dönemde da’vâsı itibariyle, onun bidâyet-i hayatındaki bu çocuksu tavırları, bir kısım kimselerin kafalarını bulandırabilir, vazifesine gölge düşürebilir ve o döneme ait kaçınılması imkânsız bazı tavırlar onların çevrelerinde menfi değerlendirmelere sebep olabilir. Nitekim Efendimiz’e Mekkeliler Ebu Tâlib’in yetimi diyorlardı. Evet, Cihanların uğrunda fedâ olması gerekli O Zât (sav)’a, O Dürr-i Yektâ’ya (binler rûhumuz olsa fedâ olsun) Ebu Tâlib’in yetimi diyorlardı. Aslında onların böyle düşünmesi O’nun getirdiği mesaja karşı bir tavrın ifadesiydi; ama onlar, bu yetimliği kullanmak istiyorlardı. Yani, “yahu dün sokakta bizimle beraber koşuşuyordu. Şimdi kalkmış semâların üstünde dolaştığını iddia ediyor, bizim aklımızın eremeyeceği şeyler getiriyor.” diyorlardı. Kaldı ki, O nezîh rûh ve O dâmen-i muallâ (sav), daima Allah tarafından korunmuş ve Peygamberliğe hazırlanmıştı. Yani tâ ilk günlerinde, bir gaybî inayetle sonraki vazifesine göre hazırlanmıştı. Buyuruyor ki “Ben hayatımda iki defa düğüne niyet ettim, çıktım giderken, yolda bir gaflet bastı, bir yerde çömeldim oturdum, ancak güneşin ışınlarının başımı okşamasıyla uyandım. Bir başka sefer yine bir düğüne gitmeye teşebbüs ettim.. yine yolda uyuyakaldım, anladım ki Allah benim düğüne gitmeme müsaade etmiyor.” Evet, Allah Celle Celalühü O’nu birşeyler için hazırlıyordu. 25 yaşlarındaydı. Ka’be-i Muazzama yıkıldıktan sonra inşâsı için çalışılıyordu, O da taş taşıyordu. Zaten böyle şerefli ve kıymetli bir işte, O’nun çalışmaması da düşünülemezdi. Bir aralık amcası ve sırdaşı Hz. Abbas (ra) O’na (sav): “Belindeki peştemalin bir ucunu omuzuna koy, taşlar omuzunu incitmesin.” Peştemalin ucunu omuzuna koydu ama, vücudunda açılmaması gerekli olan bazı yerleri açılmıştı. O esnada gözüne melek göründü.. ve O birdenbire sırtüstü yere yıkıldı, derken gözleri yukarıya dikildi... O günden sonra da bir daha dizinin üstünden itibaren vücudunu açtığı müşahede edilmedi. Allah O’nu büyük da’vâ için hazırlıyor ve onu gelecekteki vazifesi adına zararlı herşeyden koruyordu. Koruyordu ama, Mekke’liye göre yine de O, Ebu Tâlib’in yetimiydi. Ve işte Aleyhissalatü Vesselam’a, Efendiler Efendisi’ne “Ebu Talib’in yetimi” dendiği ve kendisine bu nazarla bakanlardan destek bulamadığı bir dönemde, Ensar Efendilerimiz O’na sînelerini açtılar.. sîneleriyle beraber yurtlarının yuvalarının kapılarını da açtılar. Yetmiş şu kadar erkek ve birkaç kadın O’na: “Medine’ye gel Ya Rasulüllah!” dediler. “Malını malımız, canını canımız gibi bilip koruyacağımıza ve İslâm uğrunda herşeye katlanacağımıza söz veriyoruz” dediler. Ve Allah Rasulü (sav) kendini, böyle kuşluk güneşi hüviyetinde pırıl pırıl tanıyan, tepeden tırnağa hürmet hisleriyle dopdolu bir cemaatin sımsıcak kucağında buluyordu. Bu cemaat O’nu tanıdığı gün Peygamber olarak tanıyor, peygamberliğe has vakar ve ciddiyet içinde görüyor ve çocukluğunu da hiç bilmiyorlardı...
Ashâb Efendilerimiz (r.anhüm) de ilk memleketleri olan Mekke’de hep hor ve hakir görülmüştü. Hz. Bilâl-i Habeşî’yi anlamaları ancak Mekke fethinden sonra müyesser olmuştu. Bilâl-ı Habeşî ve onun gibi temiz ruh, sağlam karakter nice kimseler vardı ki, Mekke’deki içtimaî telakki ve o günkü bakış açısından dolayı hep horlanıp hakir görülmüşlerdi.. ve bunların Medine’de el-üstü bir cemaat oldukları ortaya çıkmıştı. Diğer Ashab Efendilerimizi de böyle kabul edebiliriz. Mekkelilerin yukarıdan baktıkları kimseler için Medineliler ağlıyor, “Ya Rasulallah! Malımıza, evimize, barkımıza ortak olsunlar, şu fedakâr arkadaşlarımız, hicret edip geldiler, biz de malımızdan, canımızdan fedakârlıkta bulunmak suretiyle katkıda bulunalım istiyoruz” diyorlardı. Bu da hicretin bir başka yanı...
Kaldı ki onlar, ısmarlama Nebî’nin hususî ihtimama mazhar cemaatiydi... Hicretin başını çeken o şanlı Nebî ise, en küçük yaşından peygamberlik dönemine kadar hep korunmuş, hep himaye altında yetişmiş ve gelişmişti.
Bizler için de hizmet adına hicret çok önemlidir. Evet, her birerlerimiz, mukteza-yı beşeriyet olarak bazı karışık işlere girdiğimizden ve elimizde olmayarak bazılarının hakkımızda bir kısım bulanık şeyler söylediğinden ve söyliyeceğinden ötürü bulunduğumuz yerden hicret edip ayrılmamız elzemdir. Zira niyetler ne kadar halis de olsa, tam bir emniyet ve güven telkin edebilmek için, muhatapların dimağlarında en küçük bir bulantıya meydan vermeyecek şekilde nezih bulunmamız, şarttır. Bu da ancak, bizim, yanlış ve eksiklerimizi bilmeyenlerin yanında mümkün olur ki, dilimizde bunu “gökten inmiş gibi” sözcüğüyle ifade ederiz ve böyle olmamız, böyle görmemiz hizmetin te’siri açısından çok önemlidir.
Allahü Teâlâ gönderdiği bütün müceddîdleri, mürşîdleri hicret ettirmesi de bunun ilâhî bir kanunu olduğunu gösteriyor. Allah bu kanunla bütün mürşîdleri, mübellîğleri âdeta hicrete mecbûr kılıyor.. biri şarkın yalçın kayaları arasında zuhûr ediyor, sesi orada değil de daha ziyade Batı Anadolu’da ve İstanbul âfâkında yankılanıyor. İmam Gazali’nin gezmediği yer kalmıyor. İmam-ı Rabbani Hazretleri bir baştan bir başa Hindistan’da seyahat ediyor. Bu müstesna büyüklerimizden hangisinin mücadelesini tetkîk etsek, hayatlarında hicretin ağırlık ifade ettiğini görürüz. Mukaddes göç, hizmetimiz açısından eski devirlere nisbeten daha da önemlidir. Evet, bir mü’min kardeşimiz, buradan kalkıp diyar-ı küfre hicret ediyorsa, biz buna küçük nazarıyla bakamayız. Bugün bir Medine yoktur ama, her yere Medine’nin boyasını çalmak, Medine misal şehirler kurmak vardır.. bir diğer tâbirle, Medine sahibinin huzûruna çıkabilmek için, pek çok Medine meydana getirmek vardır. “Medineleri arkamıza bırakıp, senin ‘Medine’ ne koştuk ya Rasulallah!” diyebilmek için, bugün hicrete, hicret beldelerine ihtiyaç vardır. Sırf Allah rızası için ve İslâm’ı neşretmek için dünyanın dört bir yanına göç edenlerin durumunu hafife alamaz ve basite ircâ edemeyiz. Çünkü bu muhacirlerin herhangi bir maddi çıkarları ve menfaatleri yoktur; yaptıkları ve yapacakları şey sadece İslâm’ı tebliğ ve bekledikleri de sadece ve sadece Allah’ın rızasıdır. Türkiye’nin içinde ve dışında ve âlem-i İslâm’ın sair yerlerinde, Hakk da’vâsı için hicret eden kimseler, “innemel-a‘mâlü binniyat ve innemâ liküllimriin ma nevâ” fehvasınca niyetlerine göre mükafaat elde edecek ve ilk hicret edenlerin arkasında -inşaallah- yerlerini alacaklardır! Yani Allah, muhacirleri muhacirlerle Ensar’ı da Ensar’la haşredecektir! “Muhacirler toplansın!”dendiğinde bu mukaddes göçün heyecanıyla yollara düşmüş olanlar, muhacirlerin arkasında yerlerini alacaklardır. Kimbilir sizde herhangi birinizin önüne Ebu Bekir (ra) mı rastlayacak, Ömer (ra) mı rastlayacak, Osman (ra) mı rastlayacak.?! Bunları, Rabbine hesap verme mevkiini her an idrâk, bir ayağının mezarda bulunduğunu his ve idrâk eden bir insanın ağzından dinliyor gibi dinleyin; eğer bu mevzûda hilâf-i vâki ve mübalağalı beyânda bulunuyorsam, Allah’a hesap vereceğim demektir...
Uğrunda hicret ettiğimiz yüksek mefkûreyi her zaman tahakkuk ettiremeyebiliriz. Ama hâlis bir niyetle, “Keşke bize de nasip olsa, biz de gitsek, hiç olmazsa gidip bir kaç hafta kalabilsek.. kalabilsek de yüksek mefkûremize hizmet edebilsek” niyetlerini içlerinde yaşattıkları sürece kazanırlar. Efendimiz (sav)’in bir beyânıyla izâh edeyim, buyuruyorlar ki, “Bir insan yürekten, ihlâsla şehâdeti taleb ederse, yatağında ölse dahi şehid olur.” Evet bir insan, sadece ve sadece Allah da’vâsı için, Rabb’imizin yüce adının en ücrâ yerlerde dahi şehbâl açması için, kafasında hicret kurup duruyorsa, “Gidelim, görelim, gezelim, anlatalım, İbrahim’lerin yolunda, Musa’ların, Mesih’lerin (Alâ Nebiyyinâ ve aleyhimusalâtu vesselâm) yolunda ve insanlığın İftihar Tablosu’nun yolunda, biz de bu vazifeyi yapalım” düşüncesiyle yatıyor, kalkıyorsa, o kimse memleketinde de kalsa, orada ölse, ümid ediyoruz ki Allah (cc) bu düşünce sahibini muhacirler defterine kaydeder. Rabbim, boyunduruğun yere konduğu bu devirde, İslâm dünyasına sahip çıkanları hem muhacirlikle, hem de şehâdet sevabıyla serfirâz kılsın! Evet bu yönüyle de “Mukaddes Göç” çok önemlidir ve üzerinde daha çok şey söylenebilir...
.
Belalara karşı sabır istemek
“ALLAHÜMMECALNÂ MÎNESSÂBIRÎN” DİYE DUÂ EDİYORUZ. BELÂLARA KARŞI SABIR İSTENDİĞİNDEN, BU DURUM ZİMNEN BELÂ İSTEMEK MA’NÂSINA GELİR Mİ?
Sabır, insanda bir dayanma gücüdür. Yani insan, irâdesini ancak sabırla gösterir. Hem insan sabırla öyle bir hâl ve keyfiyet kazanır ki, bu sayede rûhunda meknûz güç zuhûr eder...
Sabır, sabredilen şeyler itibariyle birkaç türlü olur. Bu şeylere karşı sabır, insanın kemâli ve terakkisi, hakiki insan yani insan-ı kâmil olması istikametinde yükselmek için basamaklar hükmündedir. Bunlardan birisi ibadet ü taata karşı sabırdır. “Afdal’ül-ibadeti edvemühâ vein kâlle.” Yani, “ibadetin en faziletlisi, az dahi olsa, devamlı olanıdır.” Hiç ara vermeden yapılan işler, suyun deldiği gibi, zamanla mermeri delecek kadar tesir icrâ eder. Aişe-i Sıddıka validemiz buyurur ki: “Efendimiz (sav) bir ibadete başladıysa, onu bir daha bırakmazdı. Hatta ikindiden sonra nafile kılarken gördüm. Zira bir gün ikindi namazının o ilk sünnetini kılamamış, üzerimde kaldı diye ikindiden sonra onu kaza etmişti.” Mezhep imamlarının, delilleri değerlendirmeden kaynaklanan farklı mütalâaları bir yana, insanlığın Efendisi ve Efendimiz (sav), başlattığı bu işi sonuna kadar devam ettirmek istemişti. Ashab’da da bu hâl vardı... Evet, eğer Efendimiz (sav) bir gün yorgun düşer de gece ibadetine kalkamazsa, gündüz onu katlamalı eda ederdi; yani 8 yapacaksa 16, 10 yapacaksa 20 yapardı. Evet O (sav), başlattığı bir şeyi hayatının sonuna kadar kat’iyyen bırakmadı. Hadîsler arasında bu mevzûa delâlet edecek bir hayli rivayet var: Bu cümleden olarak Hz. Aişe (r.anh.) Validemizin şu sözünü zikredebiliriz: “Öyle namaz kılardı ki, rükûunun, kıyamının, secdesinin, kavmesinin, celsesinin uzunluğunu ne sen sor ne ben söyleyeyim!” Efendimizin (sav) arkasında eğer cemaatte zayıf kimseler olursa, o merhametkâni, o perverdigâr, onları düşünür ona göre davranırdı. Buyuruyor ki, “Bazen istiyorum ki, namazda uzun uzun Kur’ân okuyayım, ne varki, bir çocuğun ağladığını duyunca, anasının heyecanını düşünüyor, namazı hızlı kılıyorum.” Bir seferinde O, Bakara Sûre-i Celîlesini okumaya niyet etmiş, derken bir çocuğun sesini duyunca “Vessemâi vettarık” deyip kıraata son vermişti. Aman Allahım, bu ne rikkattir! Bu nasıl bir inceliktir! Kadrini tam bilmesek de, biz nasıl talihli insanlarız ki, bütün insanlar arasında, şansımıza O (sav) düşmüş. Evet Hz.Aişe (r.anh.): “O’nun kıldığı namazın uzunluğundan, güzelliğinden ne sen sor, ne de ben söyleyeyim!” diyor. Evet O, ibadetinde hep derinlerden derin oldu.. ve bu derinliği hayatının sonuna kadar da devam ettirdi. Ne yaşlılık ne de “enkada zahrek” fehvasınca, insanı iki büklüm eden musibetler, sıkıntılar, O’nun ibadetteki incelik ve derinliğine hiç mi hiç tesir etmedi.. aksine O, sıkıştırıldıkça Allah’a karşı kulluk vazifelerinde daha bir derinleşti. Hayat-ı seniyyelerinin son yıllarında -Aişe-i Sıddıka’nın rivayetiyle- bu uzun namazların bir kısmını oturarak eda ediyor.. uzun uzun Kur’ân okuyor ve rükûa gideceği zaman ayağa kalkıyor, kıyamdan rukûa varıyordu. Farz namazları bütün hayatı boyunca, bir-iki durum müstesna hep ayakta eda etmişti. O da hastalığının şiddetinden bayılıp düştüğü ve kendinden geçtiği zamanlarda...
Bazı zamanlarda da O (sav), âyetleri oturarak okuyordu, ne zaman ki, okuma niyetinde olduğu miktardan 30 veya 40 âyet kalıyordu, bu sefer kalkıyor ve onları ayakta okuyor sonra da rükûya gidiyordu. Çünkü tâ bidayette ibadeti böyle başlatmıştı ve sonuna kadar Rabb’imizle arasındaki bu münasebeti bozmadan, aynı seviyede götürmek istiyordu. O bakımdan ibadet ü taatta, sabır çok önemli bir mes’eledir ve bu sabrı sürdürebilenler önemli bir terakkidedir.
İkincisi, ma’siyyete karşı sabırdır. Bu sabır hususiyle günümüzün gençleri için çok ehemmiyetlidir. Bilhassa sokakların birer kanal haline gelip ma’siyyetle aktığı ve göz yoluyla kalbimize giren, günahların vicdanlarımızı yaraladığı bir dönemde, ma’siyyete karşı dişini sıkıp günaha girmeme ve günahlar karşısında sarsılmama çok önemli bir husustur. Bu da insanın terakkisi için ikinci bir merdivendir, bu merdiveni kullanan adam arş-ı kemâlata ulaşabilir.
Üçüncüsü sabır, sabırların en çetini, musibetlere karşı sabırdır. Yani Allah’ın insanın başına verdiği şeylere karşı onun sabretmesidir.
Dördüncüsü, dünyanın zinet ve depdebesine ve nefsi gıcıklayan müştehiyâta sabırdır ki, amudî kahramanlık yoludur.
Beşincisi, maddî-mânevî füyuzat hislerine karşı sabırdır ki, sadece kâmil insanlara müyesserdir.
Soruda, “sabır istemek bir bakıma belâ istemek gibi midir?”, deniyordu. Sadece sabır belâya karşı olursa doğrudur. Belâ gelmeden sabır isteme, belâ isteme ma’nâsına geldiğini ehl-i tahkîk söylüyor. Fakat burada dikkatimizden kaçan ayrı bir husus var, o da, başta izah edildiği gibi sabrın sadece belâlara karşı münhasır bulunmadığı keyfiyetidir. Bu itibarla, ma’siyyete karşı olanın dışında:“Allahım! İbadet ü taatta bana sabır ver, caydırma! Allahım! ma’siyyete karşı sabır ver, ruhlarımıza ibadet ü taati şirin ve ma’siyyeti çirkin göster!” demeliyiz.. ve böyle demenin belâ istemekle alâkası yoktur. Bu ma’nâlar mahfuzdur ve bunlara karşı Allah’dan sabır istememizde hiçbir sakınca yok.. ama bir kısım belâlar endişesiyle sarsılıp,“Allahım! Belâlara karşı bize sabır ver!” demeye gelince, bu, ehl-i tahkîkin beyânına göre belâya davetiye çıkarma demektir. İşte bu nokta-i nazarı mülâhazaya alarak, belâlara karşı, belâ gelmeden -ki gelmesin Allah’ın inâyet ve keremiyle- Allah’dan sabır istemeyi muvafık görmüyorlar.
.
.
Cenab-ı Hakk'ın huzuruna girerken
CENÂB-I HAKK’IN HUZÛRUNA GİRERKEN NE GİBİ FİKRÎ BİR HAZIRLIK YAPMALI VE O’NUN HUZÛRUNDA NELER DÜŞÜNMELİYİZ?
Huzûr derken daha ziyade namaz gibi ibadetlerdeki huzûr kasdediliyor zannediyorum. Eğer sorudaki huzûr bu ma’nâda sorulmuşsa, zaten namaz bizzat kendisi huzûrdur. Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, Mi’rac gibi huzûrun en mükemmel ve en münevveriyle şereflendirilmişti.. bu çok önemli hâlin bizim mahiyet menşûrumuza aksi namaz şeklinde olmuştu. Evet O’nun Mi’racdan bize getirdiği en kıymetli hediye namaz olmuştur. Bizler için mikro plânda namaz bir Mi’rac demektir. Bunu duyup doyabilmemiz için, bir rahmet eseri olarak, günde beş defa namazla huzura alınıyor ve Rabbimiz’e muhatap olma bahtiyarlığıyla şereflendiriliyoruz.
Efendimiz’in Mi’rac’da semaları dolaşması, Rabbimiz’le bizzat vicâhî olarak, perdesiz konuşması ve kendi idrâki vüs’atinde Cenâb-ı Hakk’ı, minvechin, perdesiz hicapsız müşâhedesi ve ardından namazı, bir armağan ve hediye olarak bize getirmesi, evet bu iki hâdise birbiriyle o denli irtibatlıdır ki,namazı Mi’rac’tan ayrı düşünmek mümkün değildir. Evet, namaz, Mi’rac’ın ve herkes için bu kavsî urûcun, semere ve meyvesidir.
Tüccarlar, sağa-sola gider; alış-veriş yapar ve gelirken de birşeyler alır, öyle dönerler. Allah Rasulü de tamamen ebediyyet gamzeden bir mukaddes alış-veriş için Rabb’inin huzuruna çıkmıştı. Kudsî yolculuğun daveti.. bu âdetâ bir alış-verişti; Cenâb-ı Hakk’dan gelmişti. Bu alış-verişte Rabb’imizin bizden istediği de sadece itaat ve kulluktu. Buna mukabil O da, namazımızı, Efendimiz’in Mi’racı gibi kabul buyuracaktı. Biz O’nun yolunda olacaktık, O da bizim elimizden tutacak ve bizi zâyi etmeyecekti. Biz görmeden O’na inanacaktık, O’da bir ma’nâda namazımızda bize görünerek gözlerimizi aydın kılacaktı. Ortada böyle bir alış-veriş vardı; ama, hiç bir surette pazarlık yoktu. Çünkü verilenlerin hepsi bir lütuftu...
Allah (cc) lütfuyla O’nu huzûruna aldı. Ve en çok sevdiği bu insanı bizim nâmımıza konuşturdu. Tahiyyatı ile O’na selâm verdi ve bize de selâm gönderdi. Efendimiz (sav) istifade ettiği gibi, biz de o teveccühten istifade ettik. Namaz işte böyle bir huzûru sembolize eder.
İnsan namaza gelirken, bu anlayış ve bu düşünce ile gelmelidir. Böyle kudsî bir işe hazırlanma çok önemlidir. Herşeyden evvel namaza hazırlanırken abdest alınır. Bazı hallerde de abdest yerine gusül yapılır. İnsan, abdestte her uzvunu yıkayışıyla ayrı bir mesafe alır, ayrı bir aydınlık idrak eder ve ayrı bir canlılığa ulaşır.. abdest içinde okunan duâlarla da belli bir metafizik gerilim içine girer. Bu arada camiye giderken yapılacak bir kısım duâlar da vardır ki, insan bunlarla adım adım Rabb’-inin huzuruna gelişini hisseder ve yaptığı duâlarla âdeta semavîleşir. Bu kapı, herkese olmasa bile çoklara açıktır. Hz. Ali (ra) gibi insanlar her namaz vakti sararıp solar ve âdeta bayılacak hâle gelirlerdi...
Zira namaz İlâhî huzûra ermek ve o âdeta, vicâhî olarak Hakk’la görüşmek demektir.
Bir insan düşünün ki, kendisine çok mühim bir mes’elede, seçkin bir topluluk karşısında, bir konuşma teklifi yapılmıştır.. ve o insan ilk defa böyle bir topluluk huzuruna çıkacaktır. Dinleyenler arasında her sınıfın en üst seviyedeki temsilcileri de bulunmaktadır. O insan böyle bir durum karşısında nasıl sararır, solar, bocalar, kem-küm eder ve müthiş bir heyecan içine girer; öyle de kul, namazında bu kişinin durumundan bin misli daha fazla bir heyecan ve helecan içine girer.. tabiî ne yaptığının şuurunda ise... Çünkü biraz sonra onun konuşacağı meclis, sadece misâl olsun diye sözünü ettiğimiz meclisten kıyas kabul etmeyecek ölçüde daha mehabetli ve daha yücedir.
Evet bu insan, her an ayrı bir şe’n ve tecellide olan Rabb’in huzûruna girecektir. Ve daha önceki namazdan bir sonraki namaza ülfet adına intikal edecek heyecan yatıştırıcı müsekkinlere karşı dikkatli olmalıdır.
Düşünmeli ki, Hz. Musa (as) gibi ulü’l-azm bir peygamber, Cenâb-ı Hakk’a ait mehabetle dopdolu olduğu halde, yine de Firavunun yanına girmeden evvel (Rabbişrahlî..) (Tâhâ, 20/25) demek suretiyle bir iç hazırlık yapıyordu; vicdanını konuşturuyor ve mukavemetini arttırması için Cenâb-ı Hakk’a duâ ve niyazda bulunuyordu...
Mü’minin abdesti ve mescide gidişi bir ilk hazırlıktır sanki. Hayalinde Allah Rasulü (sav) temessül etmiş ve biraz sonra da namazında O’na cemaat olacaktır... Bu şuur ve bu iştiyak içinde namaza duracak.. ve namazında okuduğu Kur’ân’ı bizzat Cenâb-ı Hakk’a takdim ediyor gibi okuyacaktır. Belki yer yer, mescidin dışında bırakmaya çalıştığı uygunsuz düşünceler onu rahatsız edecek; fakat o böyle eşkiya ve yol kesicilere kat’iyyen teslim olmayacak ve yoluna devam edecektir. Ayakta durmaya dermanı kalmadığını hissedince de, Rabb’in azameti karşısında iki büklüm olup rüku’a varacak, rüku’dan kalkarken de vicdanında Cenâb-ı Hakk’ın kendisine Rahmet nazarıyla bakışını yakalamaya çalışacak.. çalışacak ve o bakışı yakalamış gibi, hayretinden dizlerinin bağı çözülecek, tam ve ciddi bir teslimiyet içinde, kulun Rabb’ine en çok yaklaşabileceği sınır nokta olan secdeye kapanacak. Ümmetlerin âhirette diz çöküp oturmasına mukabil, o, bu ızdırarî hâli ihtiyarî olarak dünyada yapacak ve diz üstü çöküp, yalvarış ve yakarışlarla Rabb’ine müracaatta bulunacak ve gönül dünyası huzurun ışıklarıyla dolup taşacaktır. O, böyle yapıp ve bunlara mazhar olunca, âhirette böyle bir duruma düşmekten de -İnşaallah- kurtulacaktır. Zira Allah (cc) iki korkuyu bir arada vermiyeceğini va’d etmektedir. İki emniyetin bir arada verilmediği ve verilmiyeceği gibi.
Bu seviyeyi elde edebilmenin kendine göre yolları vardır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralamamız mümkündür:
Birincisi: Âfakî ve enfüsî tefekkürde ısrar... İnsan hiç durmadan âyât-ı tekvîniyeyi düşünmeli, âfâktan enfüse ve enfüsden âfâka düşünce mekiğini gezdirip durmalıdır. Evet insanın tefekkürü, onu, bir taraftan semânın yıldızlarla yaldızlanmış ufuklarına götürmeli, diğer taraftan da mahiyetinin derinliklerinde seyahat ettirmelidir ki “kör ve sağırların” yediği damgayı yemiş olmasın. Çünkü böyle olanlar, kalblerini terk ve rabbanî latîfelerini ihmâl ettiklerinden dolayı, körler, sağırlar ve dilsizler gibi yaşamaktadırlar. Kendi mahiyetlerini görüp dururken de durumları daha farklı değildir.
İnsan tefekkürle, bir saatlik ibadetini bin senelik ibadet hükmüne getirebilir ve bu seviyede sevap kazanabilir. Ve işte, bu tefekkür şuuruyla namaz onu, esmâ dâiresinden sıfat dâiresine, oradan da Zât dâiresine sıçratır ve insan âdeta sonsuzluğa yelken açmış gibi olur.
İkincisi: “Râbıta-i mevt” dediğimiz ölümün düşünülmesidir. Bu yapılırken de ihtimal ve faraziyelerle değil, bizzat ölümle burun buruna gelmiş bir insan hâletiyle yapmalıdır. Zaten Kur’-ân-ı Kerim’de “Küllü nefsin zâikatü’l-mevt” (Âli İmran 3/185) âyetiyle bu hakikata arzedilen çizgide parmak basmaktadır. Bir kısım tefsir ve mealcilerin söylediği gibi âyetin ma’nâsı “Her nefis ölümü tadacaktır” şeklinde ifade edilmesi oldukça eksik bir ma’nâdır. “Her nefis bilerek veya bilmeyerek ölümü tadıp-durmaktadır” şeklindeki ifade öncekinden daha tutarlıdır. Çünkü Türkçe’de “Her nefis ölümü tadacaktır” ifadesinin arapça karşılığı “Küllü nefsin seyezûku’l-mevt” şeklinde olur. Halbuki âyetteki ifade yukarıda söylediğimiz şekildedir. Âyetin Türkçeye en yakın ve az kusurlu meâli ise “Her nefis ölümü tatmaktadır” şeklinde olmalıdır. (Âli İmran, 3/185). Evet, her nefis her an ölümü tadıp durmaktadır ve burada başka herhangi bir ma’nâ da bahis mevzuu değildir.
Bu hususu da kısaca izâh etmek uygun olacak:
Biz her an ölüp dirilmekteyiz. Zira bizler, Cenâb-ı Hakk’ın tecellilerinin akislerinden ibaretiz. Bu tecelliler o kadar seri bir şekilde ve peşipeşine gelmektedir ki, biz, kendimizi inkıta’sız ve devamlı kabul ederiz. Bu aynen sinema şeridindeki karelerin çok hızlı dönüşüyle, oradaki nesnelerin hareketli görünmesi gibidir. Aslında, biz, her an -ki an kelimesiyle zamanın en küçük parçası neyse onu kasdediyoruz- var olup yine yok olmaktayız. Bu tecelliler O feyz-i akdesten geliyor ve biz de daimî bir var ve yok olmayla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu durumda sanki biz, saatin akrep veya yelkovanı üzerindeymişiz gibi oluruz. Yani ilk hareketin bizi her an öbür tarafa atması ihtimaliyle karşı karşıya bulunuruz.. ve zaten sonunda da bu durum kaçınılmaz bir netice olacaktır. Öyleyse, ölümü, istikbalde vâki olacak bir hâdise gibi değil, her an yaşanmakta olan bir vak’â gibi değerlendirmeliyiz.
Bu değerlendirme bizi, daima âhirete hazır hâle getirecek ve namazımızı da, âhiret hazırlığı içinde olan bir insan edâsıyla kılmaya vesile teşkil edecektir.
Üçüncüsü: Namazı huzur dolu insanların yanında kılmak da bir yoldur. Zira, başını secdeye koyduğu zaman soluklarında Muhammedîlik esip duran birinin yanında kılınan namaz da insanın o havaya bürünmesine bir vesiledir. Ondandır ki, cemaat olma tavsiye ve emredilmiştir. Çünkü ferdin iç mukavemeti her zaman huzur temin etmeye yetmeyebilir. Bu durumda, cemaat içindeki fertlerin ma’nevî desteği onun imdadına yetişir ve ona da huzur kazandırır.
Göz yaşı içinde namaz kılan bir insanın hâl ve durumu, en azından, onun yanında namaza duran insanın da kalbini yumuşatır, hatta bazan ona da göz yaşı döktürür. Bir çoğunuz müşahede etmişsinizdir? Ravza-i Tâhire’de ve Beytullah’da öyle namaz kılan, secde ve ruku’uyla öyle ubudiyette bulunan insanlar vardır ki, bizler onları seyrederken kalbimiz duracak hâle gelir...
“Ruku’ edenlerle beraber siz de ruku’ edin” (Bakara, 2/43) âyetinin işaretinden biz bunu anlıyoruz. Kişi sevdiğiyle beraberdir. Onun için evvela bu türlü ibadetle Rabb’ine kulluğunu takdim edenleri sevecek ve sonra da hep onlarla beraber olmaya çalışacağız. Bu arada namazlarımızı da onlarla beraber kılacak ve onlarla huzur-bahş olan bir iklimde bulunmaya çalışacağız.
Hz. Aişe (r.anh) validemiz, Allah Rasulü’nün namazını anlatırken şöyle der: “Allah Rasulü’nün iki rekat namazına şahid oldum. Öyle bir kıyamda durdu ve kıyamını öyle uzattı ki, o kıyamın güzelliğini ne sen sor ne de ben söyliyeyim. Sonra ruku’u da böyle oldu. Ardından secde etti; secdesi de en az ruku’u kadar güzeldi...” İşte biz de bir taraftan namazımızı Allah Rasulü’nün bu namazına benzetmeye çalışacak, diğer taraftan da namazı Hakk dostlarıyla beraber kılacak ve onların kulluk keyfiyetini gönüllerimizde yakalamağa çalışacağız.
Dördüncüsü: İrâdemize hürmet ve saygı duyarak ve irâdeli bir varlık olmanın gereğini yerine getirerek, namazımıza biraz çeki-düzen vermeliyiz. Evet irâdemize temrinler yaptırmalı ve huzûra giden yolda biraz da onun mevcudiyeti esasına göre yürümeliyiz.
Namaz, öyle dünyevî işlerimiz arasından geçiştiriliverecek kadar ehemmiyetsiz bir vazife değildir. O bizim için en mühim bir meşgaledir. Namaz ciddiyetle ele alınmalı ve öyle edâ edilmelidir. Değil başka bir iş yüzünden onun ihmâle veya aceleye getirilmesi, gerektiğinde her türlü işimiz ona fedâ edilmelidir.
Aynı zamanda cemaatin ehemmiyeti de unutulmamalıdır. Sadece Hanefî mezhebinde cemaat sünnet-i müekkededir. Halbuki diğer üç mezhebe göre cemaat farz veya vaciptir. Onlar “Ferke‘û maa’rrakiîn” âyetinden bu hükmü çıkarmışlardır.
Son olarak şunu da ilâve edeyim ki, huzur içinde ve erkânına riâyet edilerek kılınan bir namazın mü’minde hasıl edeceği haz ve zevki,ona başka hiç bir mazhariyet kazandıramaz.Yeter ki insan, bu mazhariyetin şuurunda olabilsin ve namazın kıymet ve değerini idrâk etsin!...
.
DARWİN NAZARİYESİNİN BU KADAR ÇOK YARA ALMASINA RAĞMEN ISRARLA YAŞATILMAYA ÇALIŞILMASININ TEMELİNDEKI ANA DÜŞÜNCE NEDIR? (*)
Dünyada Darvinizm kadar “ba’sü ba’de’l-mevt-öldükten sonra dirilme”si olan ikinci bir hâdise göstermek mümkün değildir. Ölmüş ölmüş dirilmiş ve belli bir koma devrinden sonra şimdi yine hortlatılmak istenmektedir. Bir kısım ilim adamları var gücüyle Darvin’e ait düşünceleri müdâfaa ederken, yine bir kısım ilim adamları Darvin’i ve düşüncelerini yerden yere vurmakta ve artık bugün böyle şeylere inanmanın, bir aldanmışlık olduğunu ifâde etmekte... Bugün dünya ilim mahfillerinde görünen manzara budur; fakat yine de Darvinizm, belli bir süre daha gündemi işgal edeceğe benzer. Dünden bugüne batıda ve doğuda bu mevzûda binlerce kitap yazılmıştır, yazılmaktadır ve gelecekte de yazılacaktır.
Şunu hemen ifâde edelim ki, günümüzde batı ve doğu kültürü bütünüyle maddeci bir temel üzerine oturtulmuş ve tamamen materyalist felsefenin kâideleri üzerinde durmaktadır. Rusya ne kadar maddeci ise, Amerika da en az o kadar maddecidir. Zaten bu gün batı kültürü büyük bir çoğunlukla Amerikan kültürüne kaymış durumdadır. Sadece ilk bakıştaki coğrafî farkı işaretlemek için söylediğimiz doğu tabiri, düşünce bakımından değildir. Bir başka soru münasebetiyle de söylediğimiz gibi (1), bugün doğu ve batı artık coğrafî sınırları aşmış durumdadır. Onun için biz, Rusya’yı da bu yönüyle batılı kefesinde mütalaa etmekteyiz.
Her iki tarafın dine bakışı da, ilimlere bakışı da aynı paralellik üzerinde seyretmektedir. Batı, dine, Russo’nun ve Renan’ın bakışı içinde, içtimâî hayat için gerekli küçük bir ünite nazarıyla bakar. Yani din hiçbir zaman onlar için gaye ve hedef değildir; sadece bazı insanların mutluluğuna diğer vasıtalar gibi bir vasıtadır. Onun için dine de ruhsat verilmelidir. Zaten Rusya da bugün aynı çizgiye gelmiş durumdadır. Ancak bu yeni telakki bir çözülme kabul edilse bile, bizim anladığımız ma’nâda bir din anlayışı değildir.
Bunların ilimlere bakışı da, ilmin bütün bölümlerini kasdederek söylüyorum, aynı şekildedir.
Bugün dünyanın durumu budur. Buna rağmen, materyalist düşünceli insanlar dahi Darvin Nazariyesini ele almış, bir çok yönleriyle onu örselemiş, hatta çürütmüş ve kabul edilebilecek bir tarafını bırakmamışlardır. Bu hususta görüş ve düşünce tarzının değişmesi Amerika ve Avrupa’da açıktan açığa, komünist blokta da şimdilik kapalı olarak cereyan etmektedir.
Evet, bugün Rusya ve ona bağlı ülkelerde hâlâ bu görüşte ısrar edilmektedir. Çünkü bunlar, çürük devlet temellerini tarihî maddecilik üzerine kurmuşlardı ve bunlar için Darvin’in söylediklerinin doğru olması çok mühimdi. Şu bir gerçektir ki, materyalizm ve tarihî maddecilik yıkıldığı zaman, metafizik ortaya çıkacak ve insanlar, ihtiyaçlarının bütününde artık iktisat ve maddî yapılanmadan daha çok mânevî esaslara müracaat edeceklerdir. Bu da bağlı oldukları sistemin ölümü demektir. Onun içindir ki dünden bugüne sık sık Darvinizmi sahneye sürmüşler ve daha da süreceklerdir.
Türkiye’de de bu işi bayraklaştıranlar, o zihniyete hizmet eden bir kısım öğretim görevlisi ve öğreticilerdir. Onlar her biyoloji dersinde Darvinizmi, büyük bir hakikatmış gibi ele alır, işler ve körpe dimağları onunla zehirlemeye çalışırlar.
Ben, burada mes’elenin geniş çapta tahlilini yapacak değilim. Daha önce, bir konferans vesilesiyle bu mevzuu tafsilatıyla ele alıp takdim etmiştim. Daha sonra bu mevzu, inanç cephesinde değişik arkadaşlar tarafından ele alınıp incelendi ve hakikaten hacimli ve verimli eserler vücuda getirildi. Mevzuun tafsilini bu gibi eserlere bırakarak, sadece, soru-cevap sütununun kapasitesi ölçüsünde bir-iki hususu arzetmeye çalışacağım.
Bu düşüncede olan insanlar derler ki: Canlıların ana maddeleri, suda evvelâ amino asitler hâlinde, sonra amip veya hücre, daha sonra da çeşitli canlılar halinde teşekkül etmiştir. Sonra da bu canlılar evrim geçire geçire maymun (bazılarına göre köpek) sonra da insan olmuştur. Söylediklerine delil olarak da bazı yerlerde bulunan fosilleri göstermişler ve gösterdikleri bu fosilleri de çeşitli cinslere menşe yapmışlardır. Meselâ bunlardan bir kısmı, atın bir kısmı, denizanasının ve diğer bir kısmı da su yosunlarının anasıdır. Aradan geçen şu kadar bin sene sonra onlar bugünkü hallerini almışlardır...
Halbuki ilim adamlarının son buluş ve tesbitleri onların bu dediklerini tekzib etmektedir.
Evet, evrimcilerin, inatçı mahluk dedikleri haşerât, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün hâlâ 350 milyon sene evvelki hallerini devam ettiriyorlar. Böcekler de bu kadar yıl sonra aynı durumlarını koruyorlar.
Eklem bacaklıların, süngerlerin ve deniz akreplerinin, 500 milyon sene evvel, taşların altında kalmış fosilleri ne ise, bugünküler de aynı şekildedir. Arada en küçük bir farklılık dahi yoktur.Bunu söyleyenler de yine zoologlardır. En küçük varlıklarda dahi herhangi bir değişiklik yoksa, o zaman darvinistlerin iddia ettiği gibi, atın ayağı da değişmiş değildir. İnsan ilk yaratıldığı günkü fizyonomik şeklini aynen korumakta ve muhafaza etmektedir.
Evet, evrimcilere göre, bütün bu saydıklarımızın ve daha binlerce sayamadıklarımızın hepsinin değişmesi ve belli bir hal alması gerekirken, karşımıza 500 milyon sene evvelki varlıklar çıkıyor ve evrimcileri tekzip ederek, “Hayır, biz hiç değişmedik” diyorlar.
Onlar bir de şunu iddia ediyor ve diyorlar ki: Varlıklar tamamen tesadüfi olarak değişmektedir. Bu değişme, zamanla ve yavaş yavaş olmaktadır. Her varlığın değişme durumu, içinde bulunduğu yer ve şartlarla yakından alâkalıdır. Güneşle dünyanın bir biriyle olan münasebeti, uzaklık veya yakınlığı, dünyanın dönüş keyfiyetindeki değişmeler ve buna paralel olarak mevsimlerin değişmesi, bütün bunlar mutasyonlara müsbet veya menfi tesir eden faktörlerdir. Ve dolayısıyla meydana gelen değişiklikler bu şartlara göre tahakkuk etmektedir. Meselâ, atlar milyonlarca sene evvel küçücük hayvanlardı ve beş tırnakları vardı. Sonra üzerlerinden bu kadar zaman geçince, büyüdüler ve derken tek tırnaklı hâle geldiler...
Aslında, bunların ellerinde mevzû ile alâkalı ciddi bir vesika da yoktur. Geçmişe ait bir varlıktan bahsediyor ve onun at olduğunu iddia ediyorlar. Halbuki bahsettikleri yaratıkla bizim bildiğimiz at arasında hiç bir münasebet yok. Allah (c.c.) o devirde bir hayvan yaratmıştır.. ve o hayvanın belli bir süre sonra da nesli tükenmiştir. Şu anda da öyle bir hayvan yoktur. Şimdi onu biz niçin at olarak kabul edeceğiz? Cenâb-ı Hakk (c.c.) o devirde öyle bir hayvan yarattı, daha sonraki devirlerde de atı yarattı. Bunları birbirine niçin dayayalım ki..?
Milyonlarca sene evvel tesbit edien arı ve ballar var. Görülüyor ki arı 100 milyon sene evvel, aynı hendesî ölçü içinde bal yapmış. Aradan 100 milyon sene geçtikten sonra bakılıyor ki arı yine aynı şekilde bal yapıyor. Demek, dünden bugüne ne arının beyni ne de bal yapmak şekli değişmiştir. Fizyolojik yapısında da bir değişiklik yoktur. Eğer bir değişme söz konusu ise bu değişme nerede ve nasıl olmuştur? Her halde bunu göstermek lazımdır.. ve göstermek de onlara düşer.
Birkaç sene evvel, Neodarvinistlerden biri kalktı ve yarısı insan yarısı maymun bir kafayı, maymundan insana geçişe bir delil olmak üzere dünyaya ilan etti. Tabiî ki kısa zamanda işin üçyüzü anlaşıldı. Yapılan şey şuydu: Hakikaten bir insana, bir de maymuna ait iki kafatasından yarı yarıya alınmış; bunlar birleştirilerek tek bir kafatası haline getirilmiş.. bu kafatası bir müddet asitte bekletilmiş ve bazı yerleri de, yıpranmış hissini vermek için biraz eğelenmiş ve böylece mutavassıt-ata diye bütün dünyaya ilan edilmişti. İşte bir muzibin, yaptığı böyle bir muziplik nerde ise maymunla insan arasındaki geçiş dönemine ait bir varlık diye bütün ilim mahfillerine kabul ettirilecekti. Ancak hemen mes’eleye müdahele eden ilim adamları, kısa zamanda, bu sahtekarlığı gün yüzüne çıkardı ve bunu gazete ve dergilerde neşrettiler. Aynı mevzû Türk basınında da uzun uzadıya işlendi ve üzerine makaleler yayınlandı..
Mutasyona gelince; mutasyon: Canlı varlıklardaki soy çekiminin atlama şeklinde de değişebileceğini ve bu değişmenin, türlerin meydana gelmesine esas teşkil edebileceğini ileri süren bir nazariyedir...
Günümüzde, genetik ve biyokimyanın bir kısım keşifleriyle, iyice anlaşılmıştır ki, tesadüflere dayalı mutasyonlarla, tekamüle gitmenin, evolüsyona uğramanın imkânı yoktur.Dolayısıyla böyle bir iddia da artık çıkmazdadır.
Meselâ, senelerden beri, güvercin ve köpekler üzerinde durmadan melezlemeler yapılıyor. Fakat, köpek inadına köpek kalmakda devam ediyor. Belki fizyonomik değişiklikler oluyor, diyelim ki burnu, ağzı bir çeşit oluyor; ama hiç bir zaman bu köpek bir merkep olmuyor. Güvercin de saksağana dönüşmüyor ve güvercin olarak kalıyor...
Daha önce de drosafilla sineği üzerinde aynı deneyleri yapmışlardı: Bu sinek de sinek kalmakta diretmiş ve araştırmacılar, elleri boş, canları sıkkın ve ümitsiz bir halde araştırmayı terketmişlerdi..
Fakat bu araştırmaların bir faydası oldu; ilim adamları iyice anladılar ki, bir nev’den diğer bir nev’e geçmek mümkün değildir.. türler arasında atlanması mümkün olmayan sütreler mevcuttur. Kaldı ki, orta nev’in akim kaldığı da herkesin malumu olan bir husustur. Bilindiği gibi, katır ne erkektir ne dişidir. Bu durumda katırın neslinin devam etmesi imkânsızdır. Nasıl oluyor da böyle bir orta varlıktan, mutasyonlar neticesi insan gibi bir varlık, hem de kıyamete kadar nesli devam edecek olan mükemmel bir varlık vücuda gelebiliyor? Böyle bir neticeyi değil düşünmek, hâyal etmek dahi insanı kendinden utandıracak derecede komik bir hezeyandır ve ciddiye alınacak bir tarafı da yoktur.
Madagaskar civarında bir balık fosili bulundu. Araştırdılar ve bu balık nevinin 60 milyon sene evvel yaşamış olduğu tesbit edildi ve çok acele bir kararla, bu balığın, türü tükenen balıklardan olduğu kararına varıldı. Aradan çok kısa bir zaman geçmişti ki, aynı ada civarında bir balıkçı, onların dediği balıktan birini yakalayıverdi. Görüldü ki, 60 milyon sene evvel yaşamış balık ne ise, son yakalanan balık da aynı şekildeydi. Bu mevzûda da evrimcilerin arzuları kursaklarında kalmıştı.. yaşayan balık, fosille senarize edilmek istenen oyunu bozmuştu. Yani silah geri tepmiş ve evrimcilerin elinde patlamıştı...
Fakat, bütün bunlara rağmen, tarihî maddeciliğin temel unsurlarından biri olan evolüsyon, materyalizme dayanak olması Marx ve Engels’in de ısrarla üzerinde durmalarından dolayı, maddeciler, körü körüne bile olsa; hatta ilim ve fenne ters düşse dahi, kat’iyyen bu düşünceden vaz geçmeyecekler ve vaz geçmeye de niyetleri yok gibidir.
Onların düşüncesine göre, her mes’ele mutlaka, materyalizmle izah edilmelidir. Onlar katiyyen “Bu mes’eleyi izah edemedik, öyleyse buna müdahale eden manevî ve haricî bir güç vardır” demeyeceklerdir; ve zaten, bütün çırpınışlarının altında da böyle bir itiraftan kurtulma gayreti gözükmektedir. Bu gayret ve çırpınış onları o kadar akıl, mantık ve mutedil davranıştan uzaklaştırmıştır ki, bazan değil bir ilim adamına, sıradan bir insana dahi yakışmayacak sahtekarlıklara ve çeşitli mantık oyunlarına tevessül edebilmektedirler. Ancak her defasında, yüzü kızaran ve girecek delik arayan da yine onlar olmaktadır.
Maalesef, bu arada bazı körpe dimağlar ve saf beyinler, onların te’siriyle bulanmış ve bozulmuş olmaktadır ama; “yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış” derler. Aslında bunların mumu daha akşam üstü veya ikindi vakti sönüverdi.
Ne diyelim; bir deli kuyuya bir taş atarmış da, kırk akıllı onu çıkaramazmış ya, bu mes’ele de öyle oldu.
Darvin’in kendi bilmeden ilim dünyasına faydası da olmuştur. Türlerin belli bir tertibe ve tasnife tabi tutulması, onun çalışmalarının bir ürünüdür. O istemese de buldukları, kainatta mevcud baş döndürücü âhenk ve düzeni isbat eder mahiyettedir. Bu âhengi kuran ve kurduğu âhengi kimsenin bozmasına müsade etmeyen Allah (c.c.) ne yücedir!.
Hidayet bütünüyle O’nun elindedir. Darvin’in buldukları bizim imanımızı arttırırken, o kendi bulduklarıyla dalalete gitmiştir.
(1) Bkz. “Batının üzerimizde oynadığı siyasi ve ekonomik oyunlar” sorusu. Sayfa, 200.
(*) Bu soru, 1980-81 yıllarında sorulmuş ve cevaplandırılmıştı.
..
Yoktan var olmaz, vardan yok olmaz
“YOKTAN VAR OLMAZ, VARDAN DA YOK OLMAZ” DİYORLAR. ZAMANIMIZDA GEÇERLİ MİDİR?
Lavoisier’e dayandırılan bu söz sadece bir iddiadır. Diyorlar ki: “Madde enerjiden mürekkeb ve enerjinin şekillenmiş halidir. Madde-enerji, enerji-madde bir devr-i daim halinde sürer gider. Demek ki, var yok olmaz, yok da var olmaz. Meselâ, yeryüzünde insanlar var olurlar, öldüklerinde çürür ve bu sefer de toprak olurlar. Ve varlıklarını toprak şeklinde devam ettirirler. Güneşteki hidrojen helyuma çevrilir, ondan çıkan şua, radyasyon ve çeşitli boydaki dalgalar, dünyanın yedi bucağına yayılır hatta birçok sistemlere kadar gider, ve onlar da kendilerine göre bunlardan istifade ederler. Yani, değişen sadece varlığın keyfiyetidir; yoksa bizzat varlık hep devam etmektedir.”
Evvela, Lavoisier “Var yok olmaz, yok da var olmaz” derken bunu eşyanın kendisine nisbet ederek söylemektedir. Yani, hiçbir varlık kendi kendine yok olmaz. Yok olan da yine kendi kendine var olamaz. Aynı zamanda, var ve yok etme gücüne sahip olamayan, sebepler, tesadüfler; hatta varlık içinde en kabiliyetli olan insanlar dahi, bu hükme dahildirler.. onlar da bir varı yok, bir yoku da var edemezler. Onların eliyle sadece terkipler değişir; varlık varlığını devam ettirirken, yok da ebediyyen yok olarak kalır. Ancak, mes’ele Cenâb-ı Hakk (c.c.) ’a isnad edildiğinde bu hüküm tamamen tersine çevrilir. Allah (c.c.) varı yok eder, yoku da var eder. Her baharda binlerce, yüz binlerce, yoktan ve hiçten yaratılan bunca nebâtatı gördüğü halde, yok var olmaz diyen muannid evvelâ kendisi yok olmalıdır. Evet, Allah (c.c.) varı yok eder yoku da var eder. Zaten Lavoisier’nin de buna bir itirazı yoktur.
İkincisi: Varlık veya yokluk bizim mâlumatımızın dar mahbesine sıkıştırdığımız şeylerden mi ibarettir ki böyle bir iddiada bulunmak doğru olsun!
Epikür ve Tales’ten bu yana maddenin en küçük parçası olarak bilinen atom bugün daha küçük parçalara ayrılmış olarak bilinmektedir. Atom, kendi çekirdeğinin etrafında dönen, eksi yüklü elektronlar, artı yüklü protonlar ve yüksüz nötronlardan müteşekkildir. Dün bilinmeyen bu husus bugün herkesin malumudur; ve bugün yine her kesin malumudur ki, bunlar durmadan dalga neşretmektedirler. Görülüyor ki, bilgilerimiz daima yenileniyor ve bilgi dağarcımıza her an yeni bilgiler ilâve oluyor. Atom nazariyesi bir çok değişikliğe uğraya dursun, belli bir dönemde foton nazariyesi ortaya atıldı ve ilim adamları artık bütün mesâilerini partiküller üzerine teksif etmeye başladılar. Biz çok şey bildiğimizi zannediyoruz; halbuki çok şey bilmiyoruz. Varlık hakkında bildiklerimiz, bilmediklerimize nisbetle deryada katre kalır...
Biz yine düne kadar, herşeyin atomdan meydana geldiğini kabul ediyorduk. Ancak bugün anti-madde nazariyesiyle atomun karşısında da bir anti-atom olduğu söylenmektedir ki, “Daha bilmediğiniz şeyleri de çift yarattı” (Yasin, 36/36) ma’nâsına gelen âyetin içinde bu ma’nâyı düşünmek de mümkündür.
Kur’ân-ı Kerim’in ortaya koyduğu ilmî gerçeklere ve telkin ettiği îmana bakınız ki, “Atomdan seyyarata kadar, herşeyi Cenâb-ı Hakk (c.c.) çift olarak yarattı. Tek olan birisi vardır o da Allah (c.c.)’tır.” Sadece O tek olan Zât’tır ki, parçalanmaz, bölünmez, yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez, kemmî ve keyfî olarak ele alınmaz. O zâtında vardır ve bir Zât-ı ecell-i âlâdır. Tebeddülden, tağayyürden, elvan u eşkâlden münezzeh ve müberrâdır.
Anderson’dan Asimov’a kadar, fizik ve astrofizik dünyasında yeni bir görüş olarak üzerinde durulan, anti-madde, anti-atom, anti-proton ve anti-nötron hususu bilgi sınırımızı tesbitte ve bilgi kapasitemizin azlığı mevzûunda düşüncelerimize bir buud daha kazandıracak mahiyettedir. Çok şey bildiğini zanneden insan, hiçbir şey bilmediğini bu yeni gelişmelerle daha iyi anlamış durumdadır. Zaten okudukça insanın, bir taraftan ilmi, diğer taraftan da cehâleti artmaktadır.
Anderson, pozitronu bulduktan sonra, elektron yerinde dönen başka bir şey buldu. Çünkü bu bulduğu artı yüklüydü. Halbuki elektron eksi yüklü olması gerekiyordu. Bu, maddenin karşısında zıt bir maddenin olduğunu isbat ediyordu. İlim dünyası şimdi bu sırrı çözmekle meşgul ve yoğun bir faaliyet içinde çalışıp durmaktadır. Bir de sıralamayı devam ettirirsek, bakın iş nereye kadar uzayacakdır: Anti-x, anti-partikül, anti-proton, anti-nötron, anti-elektron, anti-molekül. Ondan sonra da canlılara gelelim. (Yalnız şimdilik böyle bir tabir bilinmiyor) anti-bitki, anti hayvan, anti-insan ve anti-dünya...vs.
Çok sözleri kehânet derecesine varan Einstein demiştir ki, “Görünen üç buudlu mekanın dördüncü bir buudu daha vardır; o da zamandır.” Tabii ki bu sezip görebilmeye bağlıdır. Siz o mekanın içinde bulunsanız, eşyaya bakışınız başka türlü olacaktır. Öyleyse, içinde bulunduğumuz mekânın dışında bu mekandan başka bir mekân vardır. Ve bu mekan hiçbir zaman başka bir maddenin değişmesinden teşekkül etmiş değildir.
Madde ile anti-madde arasındaki münasebet nedir? Bu sorunun cevabında deniliyor ki, bunlar birbirini yok edebilecek bir mahiyette yaratılmışlardır.
Ve yine ilim adamları, birgün bütün kâinatta, maddenin anti-maddeye galebe edeceğinden bahsetmektedirler. Halbuki onların sözlerini te’yid eden hiçbir delilleri de yoktur. Bunu şunun için söylüyorum; acaba ilim adamları her şeyi biliyorlar mı ki, böyle bir neticeyi hemen kestirip atıyorlar.
Haydi onların bazı dediklerini kabul edelim. Yeryüzünde madde daha çoktur, anti-madde ise daha azdır. Ama bir de ileri sürdükleri hususlar üzerinde düşünelim. Meselâ onlar diyorlar ki, kâinat yaratılırken madde ve anti-madde birbirine mukâbil yaratıldı. Diyelim ki madde tarafında ikibin iki tane madde vardı; anti-madde tarafında ise bu oran ikibin taneydi. Sonra madde anti-maddeyi yedi, tüketti. Sonunda madde, anti-maddeden sadece iki tane fazla kaldı ve bu fazlalıktan dolayı, kalan iki fazla maddeden bu âlem vücuda geldi. Böylece de, madde anti-maddeye galebe çalmış oldu. Aslında hiç de böyle bir durum yoktur. Çünkü, eğer böyle bir şey olsaydı, yeryüzünde anti-maddeden bahsetmeye imkân olmazdı. Zira, iddiaya göre anti-madde baştan bütünüyle yok edilmiş sayılıyordu.
Bir de şöyle düşünelim. Anti-madde düşüncesi maddenin karşısında; anti-atom düşüncesi atomun karşısında bize sırlı bir âlemden bahsetmektedir. Biz maddî ve görünen varlıklarız. Niçin acaba cinler, anti-maddeye yakın bir şeyden yaratılmış olmasınlar? Neden meleklerin nurdan yaratıldığını kabul etmeyelim? Neden onlar bizi yokedebilecek güçte olmasınlar?
Acaba geçmiş peygamberlerin serencamesi arasında bu tür hâdiseleri görmek mümkün değil midir? Halbuki Kur’ân-ı Kerim’de ve bilhassa Hıcr Suresinde meleklerin bir yerde madde adına görünmelerinin orayı mahvettiği anlatılmaktadır. Demek ki Allah (c.c.) ’ın emir ve müsaadesi olsa, melekler zincirleme reaksiyonlarla, kâinatı yok edebileceklerdir. Binaenaleyh, bir yerde madde bir nesic, bir kaneviçe meydana getirirken, bir yerde de anti-madde, meselâ; cinler ve ruhânîler gibi bir kaneviçe meydana getirmektedir. Madde-anti madde; mekân-anti mekan, zaman-anti zaman çarpışması neyse, dünya da âhiretin karşısında aynı durumdadır. Onun içindir ki Efendimiz (s.a.v.), gerçekten Cenneti görüyor, üzüm salkımına elini uzatıyor, Cehennemi müşâhede ediyor ve gördüğü o dehşetli manzaralardan irkiliyordu. Evet O, madde âlemindeyken de anti-madde âlemiyle münâsebet içindeydi...
İşte âlemin varlığı, maddesiyle anti-maddesiyle bu kadar karmaşıklık arzederken, kalkıp birisinin, yüz sene önce söylenmiş bir söze dayanarak, “var yok, yok da var olmaz” gibi laflar etmesi ilmî hiçbir mesnede dayanmayacağı gibi, tutarlı da olmayacaktır.
Burada, âlem hakkında çok şey bilmediğimizi bir kere daha tekrar etmek durumundayım. Bir zamanlar, esir maddesi etrafında da fırtınalar koptu. Var diyenleriyle bir grup, esir maddesinin mevcudiyetini çeşitli delillere istinad ederek isbat ederken, Michaelson ve daha başka bazı ilim adamları araştırmalarının neticesini, esir denen bir madde yok diye noktaladılar. Bu sefer Lorenz devreye girdi ve hayır, yok diyemezsiniz dedi: Bunların hepsi de söylediklerini, araştırmalarının onlara verdiği malumata dayandırıyorlardı. Durum böyle olunca ve bu bilinemeyenlere bir de insanın kendisi eklenince, varlık veya yokluk hakkında hüküm mâhiyetinde sözler söylenmesi biraz tuhaf değil mi?
Bir gün gelecek, İsrafil sûra üfleyecek madde veya anti-maddeden bir tarafı yok edecektir. Bu defa beriki diğerine göre belki gelişecek ve siz öyle varlıklarla karşılaşacaksınız ki, sizin gibi insan görünecek, ama elinizi vurduğunuzda bir tarafından öbür tarafına geçiverecektir. Siz ona, ister cin, ister melek, isterse ruhânî deyin. Ancak denmesi gereken bir şey daha vardır; o da varlığın maddeden ibâret olmadığı hakîkatıdır. “Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiştir; göz ise ma’nâya karşı kördür.” Maddenin ötesinde, bütün ihtişamıyla maddeye zıt ayrı bir varlık sahası vardır ki, gerçek ma’nâ, İlahî nûr ve Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın tecelli ettiği âlem de işte bunun ötesindedir.Bu mevzûda hiç bir şey bilmiyoruz. Çünkü ilmin eli oralara uzanmaktan henüz uzaktır.
Üçüncüsü: Hepimiz müşâhede ediyoruz ki, var yok olmakta, yok da var olmaktadır. İşte gözümüz önünde Allah (c.c.) bir anda ışığı var ediyor, sonra onu yok ediyor ve onun yerine karanlığı var ediyor. Sonra karanlığı yok edip ışığı var ediyor. Biz de gözümüz önünde cereyan eden bu hâdiseleri müşâhede edip duruyoruz. Her mevsim yoktan varlık sahasına çıkarılan bunca nebatat ve hayvanat bize yoktan nasıl var edildiğini gösterip dururken bir gün de gelecek bütün bunlar yok olmakla, bu sefer de varın nasıl yok edildiğini yine görmüş olacağız. “Küllü men aleyhâ fân” (Rahman, 55/26) sırrı zuhur edecek ve dünya üzerinde ne varsa maddelerine ait yönleriyle yok olacaklardır.
Evet, herşey fânîdir; ancak bir Bâkî vardır. O da hiç şüphesiz Allah (c.c.) ’tır. Ve o Allah (c.c.) , varı yok; yoku da var etmeye muktedirdir.
Hasılı; maddeciler, varı yok, yoku da var eden ve kâinattaki baş döndürücü icraatıyla varlığını hissettiren yüce Yaratıcı yerine maddî bir ilâh, daha açık ifadesiyle de, bir (İlâh-Madde) ikâme ederek bir kısım bulanık düşüncelere sığınmak istemekteler. Zira, iddialarına nazaran âlemi idare eden sadece maddedir. Kimyevî ve mihanikî kuvvetler ise, maddenin vasıfları ve hususiyetlerinden başka birşey değildir.
Ne var ki, onlara göre bu herşey olan maddenin hakikatı meçhuldür. Ne acıdır ki, idrak edilemediğinden ötürü hakikat ve künhünü bilemedikleri Allah (c.c.)’ı inkâr eden materyalistler, hakikatını bilemedikleri maddeyi herşeye esas kabul etmekte hiçbir beis görmemekteler..? Onların bu gibi pek çok tenakuzları üzerinde durmayacak sadece sistemleriyle alâkalı bir-iki söz edeceğiz:
Materyalistler, yaratılış ve varoluşda en birinci âmil olarak maddeyi görürler. Onlara göre madde herşey üzerinde hâkim, kuvvet de onun esiridir. Âlemin idaresini, kâinattaki nizam ve âhengin muhafazasını, herşeyin esası sayılan bu kör ve şuursuz zerrelere, ilimsiz, idraksiz atomlara havale ederek varlık hakikatını izah etmeye çalışırlar.
Bu utandırıcı ve gayr-i ilmî hurâfeleri kabul etmek için insanın hakikaten kör ve şuursuz olması lazımdır.
İşte, maddecilerle aramızdaki en bâriz farklılık da burada ortaya çıkar. Maddeciler güya tecrübe ve müşahedeye dayanarak, maddenin, herşeyin esası, hareket ve şekillenmesinin de kendinden olduğunu iddia ederler. Bizse, yine ilim, fen ve müşahedeye dayanarak, maddenin kör, âtıl, şuursuz bir mevcut olduğunu, hareket ve değişik terkipler içindeki hizmet ve gücünü varlığı kendinden, herşeyi ilim ve Kudretiyle idâre eden bir Zât(c.c.)’tan aldığına inanırız. Günümüzdeki temsilcileriyle beraber bütün materyalistler tamamen doğmatistdirler. Henüz isbat edilememiş ve bedihî olmayan şeyleri, isbat edilmiş ilmî mes’eleler gibi gösterir ve göz boyamaya çalışırlar. Hristiyanlıkdaki doğmatizme başkaldırarak herşeyi inkâr eden maddeciler neticede bir başka yoldan aynı girdaba kapıldı ve aynı gayyâlara sürüklendiler.
Materyalistlerin, binbir tantana ile ilân ettikleri esasların hemen hepsi de bir kısım fasit kıyas ve yakıştırmalara dayanmaktadır.
Varın yok, yokun var olması iddiası da yine onların bu yakıştırmalarından biridir. Birgün ilim adamları onların bu iddialarını da iki kere iki dört eder kat’iyetinde isbat etseler; onlar, inkâra esas teşkil edebilecek yeni yeni iddilar üreteceklerdir.
..
Bakara suresinin 155. ayeti
BAKARA SÛRESI 155. ÂYETİNİ NASIL ANLAMALIYIZ?
Çoklarının çok yerlerde anlattığı bu hususun tafsilini anlatanların anlatmasına havale ederek sadece sual soran şahsın sualine saygı ifâdesi olarak kısaca ve ancak meâl çapında, bu mübarek âyet üzerinde duralım: Belki de bir çok arkadaşlarımız itibariyle, anlatacaklarımız, “malûmu ilam” kabilinden olacaktır. Ancak, Kur’ân’a ait her mes’ele bizim için çok mühimdir. Mevzua bizim vereceğimiz cevabın ehemmiyeti noktasından değil, Kur’ân’la alâkası cihetinden bakılmalıdır.
Âyette meâl olarak şöyle buyurulmaktadır: “Andolsun ki, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey Peygamber!) Sen sabırlı davrananları müjdele.”
Kasem olsun ki, sizi, içinize salacağımız bir kısım korkularla imtihan ve ibtilaya tâbi tutacağız. Defaatla başınıza korku salacak, ehl-i dünyayı size musallat edecek, böylece kim korkuyor, kim korkmuyor, haricî vucud noktasında bunu ortaya çıkaracağız. Evet, kimin korkup korkmadığını ilim noktasından Cenab-ı Hakk (c.c.) biliyor. Fakat, kudret ve iradenin taalluk sahası olan haricî vücud noktasında kimin korkup kimin korkmadığını ortaya koymak için O sizi durmadan imtihana tâbi tutacaktır.
Bu imtihanlardan biri de korkudur. İnsan, zelzeleden, açlıktan, susuzluktan, maddî-mânevî düşmandan korkar ve bunlar onun için bir imtihan olur..
İmtihanın ikinci çeşidi de açlıkla yapılandır. Ümmet-i Muhammed belli devirlerde bu imtihanın en şiddetlisine maruz kaldı. Günümüzde böyle bir imtihan sözkonusu değildir. Vâkıa, bugün de bir kısım açlıklar, sefaletler yok değildir ama, bunlar, günümüz insanının israf ve suistimallerine terettüb eden bir kısım tokatlardır. Oysaki bizden evvelki nesiller, hususiyle de son iki asrın insanı, hârici ve dâhili düşmanların tasallutuyla, açlığın en acımasızına maruz kalmışlardır. Evet, bugün de belki bazı Afrika ülkelerinde de açlık vardır; ancak bu onların su-istimalinden kaynaklanan bir tokattır. Başka vesilelerle o hususu, uzun uzadıya anlattığım için burada temas etmeyeceğim.
Mal noksanlığı, bir bakıma gelecek çeşitli âfetlerle olabileceği gibi, bereketin kaldırılmasıyla da olabilir. Bu da imtihan çeşitlerinden biridir. Ve günümüzde enflasyon bu imtihanların en zorlu olanıdır.
Nefislerdeki noksanlık ise, hem öldürülme hem de insanca yaşama haklarından mahrum bırakılma gibi ma’nâlara gelebilir. Dıştan gelen taarruz ve istilâlara karşı yapılan mücadelede İslâm âlemi şehidler vererek nefiste noksanlık imtihanı görebilecekleri gibi dahilde, İslâmi hayâtı yaşayanlar, cemiyet hayatından tecrid edilip ve onlara üçüncü sınıf vatandaş muâmelesi yapılmak suretiyle de imtihandan geçirilebilirler. Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın ibtila ve imtihanıdır. Ve mü’minler imtihan olmaktadırlar.
“Semerat”, meyveler demektir. Allah (c.c.) bağ ve bahçelerimize verdiği ve vereceği âfetlerle bunlarda noksanlıklar meydana getirir ve bizi imtihan eder. Bir de her türlü çalışma ve gayretin netice ve semeresiyle bizi imtihan eder ki, bu da yine semeratla imtihandır. Bu imtihanlar ya bizim çeşitli günahlarımıza terettüb eden imtihanlardır.. Allah (c.c.) bunlarla bizi uyarmak ve kendimize getirmek istemektedir; ya da derece ve mertebemizin artması içindir ki, bu da bizlere Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın bir lütfu demektir.
Sabır ve sadakat ancak imtihanlarla belli olur. Her türlü imtihan karşısında, Hakk (c.c.) kapısından ayrılmayanlar ve orada kalmaya kararlı olanlar, kapının her açılıp kapanışında, başı kapının eşiğinde bekleyenler bu imtihanı kazanmış olacaklardır. Az bir sıkıntı ile yol-yön değiştirip, kapının önünden ayrılanlar da kaybetmiş olacaklardır.
Efendimiz (s.a.v.) bir bela veya musibete maruz kaldığında hemen abdest alır ve namaza dururdu. “Sabır ve namazla Allah (c.c.)’tan yardım isteyin” (Bakara, 2/153) âyeti bize bu hakikatı anlatıyor. Musibet sizi çepe çevre sardığı ve ufkunuzu kararttığı zaman bu girdaptan çıkmanın ve kurtulmanın yolu sabır ve namazdır. Evvelâ dişini sıkarak sabredeceksin; sonra da kullukta ısrar ederek, Rabb’inin dergahına yüz süreceksin.
İhtimal ki, Cenâb-ı Hakk (c.c.) bu imtihanlarla, bizim, sabır, tahammül, vefa ve sadakatımızı ortaya çıkarmakta böylece hem kendi lütûflarını hem de bizim gerçek değerlerimizi ihtar etmek istemektedir. Evet O, sabır ve sadakatınızı geçirdiğiniz imtihanlar karşısında gösterdiğiniz tavır mezurasıyla ölçecek ve kendinizi kendinize tanıttıracaktır. Ta ki, kimsenin Allah (c.c.) ’a karşı bir delîli kalmasın. Belki de kul böyle bir ölçü ve tartı ile kendini deneyip ölçtükten sonra, şu itiraflarda bulunacaktır: Ya Rabbi, meğer ben ne dönek insanmışım. Sen beni bir kere imtihan ettin, kapıyı yüzüme bir kere kapadın, dümenimi bir kere bozdun, ben de artık bu iş olmaz dedim, ayrılıp gittim. Oysa ki bu bozgun, hiç durmadan tekerrür edip dursaydı, bana düşen vazife, yerimde sebat etmek ve.. senin düşmanlarınla yaka paça olmaktı. Sen belki, yüzlerce defa benim ordumu bozguna uğratacaktın; ama ben hep “Seni, Seni” diyecektim. Sen evimi başıma yıkacak, evlad ve mal acısıyla yüreğimi yakacaktın; ben hiç tavır değiştirmeden “Seni, Seni” diyecektim. Sen tepeden tırnağa vücuduma hastalıklar salacaktın, ben de dayanamayarak inim inim inleyecektim; ama, biraz derman bulunca ve iki kelime konuşma fırsatı yakalayınca yine “Seni, Seni” diyecek ve hep Seni isteyecektim. Bunları demem gerekirken, diyemedim, sarsıldım, döndüm ve ayrılıp gittim. Meğer ben ne dönek biriymişim..!
Kul, hak ve istikamet üzerinde olduğu demlerde de imtihan olur. Bir çok hadisin beyanıyla, Allah (c.c.) kulunu imtihan eder, başına çeşitli belâ ve musîbetler yağdırır, tâ ki kul, Rabbi’nin huzuruna tertemiz gidebilsin ve Cennet yamaçlarında huzur ve itminanla tenezzühten tenezzühe koşsun-dursun...
Evet, bizler de bir çok defa elenecek, kalburlara konacak, eleklerden geçirilecek ve imtihan olacağız. Böylece, has hamdan, kömür de elmastan ayrılmış olacak. Bilhassa günümüzde böyle bir imtihana zaruret vardır. Zira ilerde muhtemel dönekliklerin önünü almak ancak bu gün görülüp geçirilen imtihanlarla mümkün olabilecektir. Onun için, İlâhî da’vâyı omuzlamaya, taşımaya namzet olanlar arasında imtihan çok önemli bir faktördür; bunu da bizzat Cenâb-ı Hakk (c.c.) yapmaktadır ve yapacaktır.Bize düşen sadâkatla bu kapıdan ayrılmamaktır.
.
Dindar talebelerin alay edilme korkusu
BİLHASSA ORTA VE LİSE MEKTEPLERİNDE DİNDAR TALEBELERİN ALAY EDİLME KORKUSUYLA MEYDANA GELEN EZİKLİĞİNİ NASIL TELAFÎ ETMELİYİZ?
Şu anda yaşadığımız böyle bir dünyada, bunu normal kabul etmek lâzım. Alay ve istihza etmek bize yakışmaz ve mü’minin işi değildir de ondan. Öteden beri alay ve istihza kâfirlerin vasfı olmuştur. Evet, alay ve istihza bir kâfir sıfatıdır. Kur’an-ı Kerim bir çok âyetinde onları bize bu sıfatlarıyla tanıtıyor: “Gemiyi yaparken, milletin inkârcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla (Nuh) alay ederlerdi. O da: “Bizimle alay ediyorsunuz; ama biz de size mukabelede bulunacağız. Rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini göreceksiniz.” dedi. (Hud, 11/38-39)
Kafirler “Rabbimiz bizi buradan (Cehennemden) çıkar, tekrar günaha dönersek, doğrusu zalimlerden olmuş oluruz.” derler. (Bunun üzerine Cenab-ı Hak onlara şöyle karşılık verir):
“Kesin sesinizi, benimle konuşmayın. Kullarımdan bir topluluk, (dünyada) “Rabbimiz îmân ettik, artık bizi bağışla, bize merhamet eyle, Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.” diyordu. Siz ise onları alay alıyordunuz. Bu yaptıklarınız size Beni anmayı unutturuyordu. Onlara hep gülüyordunuz. Sabretmelerine karşılık bugün onları mükâfatlandırdım. Doğrusu onlar kurtulanlardır”. (Mü’minun, 23/107-111)
“Günahkarlar, muhakkak (Dünyada) mü’minlere gülerlerdi. Yanlarından geçtiklerinde ise birbirlerine kaş-göz işareti yaparlardı. Taraftarlarına vardıklarında bununla eğlenirlerdi.” (Mutaffifin, 83/29-31)
Görüldüğü gibi istihza edip alaya almayı Kur’ân, bir kafir sıfatı olarak kaydediyor. Müslüman ise ne kimseyi alaya alır ne de istihza eder. Kâfirlerin istihzasına ise, Cenab-ı Hak mukabele edecektir. Onlar esasen alaya alınacak durumda bulunanın kim olduğunu, âhirette tam ma’nâsıyla görecek ve kendilerine bin nefrin edeceklerdir. Öyle ise şu kısacık dünyada mukabele-i bil misil yapmanın hiçbir mânâsı ve yararı yoktur. Zararı ise pek çoktur. Onun için bizler, onların davranışlarına onlar gibi karşılık veremeyiz. Mü’min oluşumuz, buna mânidir. Ve biz de böyle bir mâni oluştan hoşnut ve memnunuz.
Gelelim sorunun diğer şıkkına: Allah’a inanma ve O’nun karşısında kulluğunu ilan ve itiraf etme, dünyanın en büyük şeref madalyasını boyna takma demektir. Bu her zaman bizim için bir onur vesilesidir. Eğer caiz olsaydı biz bu durumumuzdan gurur duyacaktık.
Onlar bizim namazımızla yani miracımızla ve bizi Allah’a yaklaştıran en büyük vesile ile alay ediyorlar!.
Onlar bizim abdestimizle; yani bizim, havz-ı kevser yanında Allah Rasûlü tarafından tanınmamıza vesile bulunan en göz kamaştırıcı ışık tayflarıyla alay ediyorlar!.
Onlar bizim sarığımızla; yani insanların en şereflisi Hz.Muhammed (a.s.m.)’ın, mübârek başına koyduğu ve insana en az 27 kat sevap kazandıran ve erkeğin zineti olarak vasıflandırılan meleklere ait giysimizle alay ediyorlar!.
Bunların hiçbirisi alay edilecek meselelerden değildir. Aksine gıpta ile kabullenilecek uhrevî değerde şeylerdir.
Halbuki, Allah’ı inkarla hayvandan daha aşağı bir derekeye düşen insanın hali; evet, eğer alay edilecekse onunla edilmelidir. Sarhoş ve ayyaşlar, cemiyetin yüz karası kimselerdir; alay edilecekse onlarla edilmelidir.
Faizci, karaborsacı, monopolcü, ihtikarcı; ticari hayatın en yaman hırsızlarıdır; alay edilecekse onlarla edilmelidir.
Açık-saçıklık ve ahlâksızlığa gömülüp gidenler; iffet ve namuslarını pazara dökenlerdir, alay edilecekse onlarla edilmelidir.
Utanmazlığı alışkanlık haline getirip insanımıza telkin edenler ve neden utanılacağını, neden utanılmayacağını bilmediklerinden dolayı, dindar gençlerle alay ediyorlar. Ama bütün bunlara karşı onlara düşen “Ve iza merru billağvi merru kirâma” (Furkan, 25/72) esasına riâyet etmektir. Evet, onlar da, Kur’ân’ın tebcil ettiği bir cemaat olarak, o kendini bilmez, ne idüğü belirsizlerin yanından geçerken; âlicenabane, kerîmane tebessüm ederek geçmeli ve hakiki müslümanın gerçek ufkunu göstermelidirler. Alay eden kendi küçüklüğünü gösterirken, müslüman genç de ciddi, vakarlı ve tavrını hiç bozmadan, hâlâ da onların hidâyetini düşünen, böylece de Muhammedî bir yolda olduğunu gösteren bir eda ve bir üslupla kendine düşeni yapmalıdır. Çünkü sonunda herkes yaptığı şeylerle haşr ve neşr olacaktır. Bugün müslümanlarla alay edip gülenlere, o gün gülünecek; bugün alaya alınanlar ise, o gün Cenâb-ı Hakk’ın lütûf ve keremleriyle onurlandırılacaklardır. Şimşek gibi sıratı geçip, Firdevs cennetlerine de yine onlar ulaşacaktır.
Rabbim, bu türlü taarruz, istihza ve alaylara maruz kalan günümüzün inanmış delikanlılarını, Din-i Mübin-i İslâm’da sabit kadem eylesin! Yıldırmasın, usandırmasın, bıktırmasın, geriye döndürmesin, sarsmasın ve sonuna kadar bu işi götürmede kendilerine güç ve kuvvet ihsan eylesin! (Amin)
.
Batının üzerimizde oynadığı oyunlar
BATININ ÜZERİMİZDE OYNADIĞI SİYASÎ VE EKONOMİK OYUNLAR BÜTÜN ÇIPLAKLIĞI VE ÇİRKİNLİĞİYLE ORTADADIR. GÜNDEMİ ONLAR HAZIRLAMAKTA VE İSLÂM ÂLEMINE DE SADECE BU GÜNDEMİ YERİNE GETİRME VAZİFESİ DÜŞMEKTEDİR. BU DURUMDAN KURTULABİLMEMİZİN ÇARE VE METODU SİZCE NEDİR?
Batı, bir düşünce ve bir sistemin adıdır. O, yer ve zemin bildiren bir coğrâfî sınır değildir. Nitekim bugün, doğu denince, insanın aklına belli bir yer ve mekandan daha ziyade, İslâm Âlemi gelmektedir. Öyleyse biz, İslâmî düşüncenin dışında kalan bütün sistem ve düşünce şekillerine aynı ismi veriyor ve ona batı düşüncesi veya doğrudan doğruya batı diyoruz. Bizce, coğrafî doğu ve batının önemi yoktur. Bize göre izafî olarak doğu sayılan Rusya veya Çin-i maçin gerçekte batıdır ve bunların hayatına hâkim sistemler de batı sistemleridir. Bütün bu sistemlerde, kuvvet esas, menfaat gâye, yaşamak en önemli mes’ele ve üstünlük de en birinci hedefdir. Bu i’tibarla, günümüzde bütün bâtıl akım ve bâtıl sistemlere, batı sistemleri, nazarıyla bakılabilir. Zaten Allah Rasûlü de, İslâm’ı bir millet, küfrü de ayrı bir millet olarak kabul etmektedir.
Batının ve batılının bize bakışı hiç bir zaman değişmemiştir. Değişen isimler ve devletlerdir. Dün kuvvetli olan bazı batı devletleri bugün eski güçlerini koruyamadıklarından sahneden çekilmiş ve siyasi ipler muvakkaten iki süper gücün eline geçmiştir.
Aslında ne Rusya’nın ne de Amerika’nın bize bakışında bir fark yoktur. Dış görünüş itibariyle biri kapitalist diğeri de komünist sistemin öncülüğünü yapsalar bile, bu iki sistem de bir göbek ötede koyu maddeciliğe dayandığından, aralarında önemli bir fark yoktur. Hatta, hiç fark yoktur dememiz daha yerinde bir tabir olacaktır. Ne var ki, biri dine ve dînî düşünceye karşı biraz daha toleranslıdır ve bu yönüyle diğerinden daha az dezavantajlı sayılır. Buradaki ifâdeyi bilerek ve isteyerek kullanıyorum. Hiçbirinde bizim için fayda ve avantaj yoktur; tercih ettirici tek sebep hangisinin daha az zararlı olacağı hususudur. Zaten bugün Rusya’da da dînî açıdan çözülmeler başlamıştır (1). Ard arda verilen tavizler bunun en açık şahitleridir. Belki de bir gün o, Amerika ile arasındaki bu farklılığı tamamen sıfırlayacak ve böylece bize olan düşmanlığı da Amerika’yla aynı seviyede olacaktır. Ama ısrarla söylüyoruz ki her ikisi de bizim aman bilmez düşmanlarımızdır.
Biz, daima batının zulmüne maruz kaldık. Önce Avrupalılardan çekiyorduk, daha sonra içtimaî yapılanmada değişiklikler oldu ve Avrupanın yerini kısmen Rusya, kısmen de Amerika aldı. Yukarıda da söylediğim gibi, bunların ikisinin de dayandığı sistem materyalist felsefedir. Onlar için diğer mes’elelerin hepsi ikinci ve üçüncü derecede ve tali mes’elelerdir. Meselâ Amerika’da din sadece küçük bir ünitedir. Rusya’da buna verilen yer ise daha azdır. Her ikisinde de idare-i maslahat nev’inden bir kısım dindarların dinî düşüncesine, geçici olarak göz yumulmaktadır. O da devlet tekeli ve felsefesi içinde eritilmekte, tüketilmekte ve yok edilmeye çalışılmaktadır. Materyalist sistem üzerine kurulan dünyanın diğer devletlerinde de durum bundan farklı değildir.
İslâm Âlemi asırların mağduru ve mazlumudur. Avrupalı, haçlı seferleriyle işgâl, istilâ ve müstemlekecilik düşüncesini birinci Dünya savaşına kadar sürdürdü.. şimdi de soğuk harp şeklinde aynı kavgayı devam ettirmektedir. Yoksa, İtalyanların Libya’da; İngilizlerin Mısır ve Pakistan’da; ve bütün batı zihniyetinin Osmanlı topraklarında ne işleri vardı?! Bunlar gittikleri yerleri müstemlekecilik ruhuyla kemirmiş ve ayrılırken de oralarda zihniyetlerine ait bir sürü erâcif bırakıp öyle ayrılmışlardır.
Bu mes’ele sadece Cumhuriyet tarihiyle kayıtlı değildir. Sultan Abdülaziz döneminde de, Abdülhamid döneminde de bugünkü tahakküm aynen vardı. Onun içindir ki, Abdülaziz, donanmasını Haliç’te çürümeye terkediyor, hem de Ruslarla amansız bir kavgaya tutuşan ve kırk yıl bu kavgasını, azminden hiçbir şey kaybetmeksizin sürdüren Şeyh Şamil’e yardım gönderemiyordu. Şeyh Şamil tam kırk sene ve ümit dolu gözlerle Osmanlıya baktı durdu; ama beklediği yardım ona hiç bir zaman ulaşmadı ve ulaşmayacaktı da.. zira, zâhiren güçlü bir donanmamız vardı ama; bu donanma düvel-i muazzamanın (2) baskılarıyla Karadeniz’e açılamıyordu. Onun içindir ki, hâlâ o yörenin insanında Osmanlı’ya karşı bir kırgınlık vardır. Osmanlı’dan gördükleri vefasızlık onların kalbinde, onulmaz bir yara açmıştır; ve o yara zaman zaman kanamaktadır.
Merhum Şeyh Şâmil’in torunu Said Şamil’le Medine’de görüştüğümde, Devlet-i Âliyye’ye karşı, kapalı da olsa, aynı burukluğu onda da hissetmiştim.
Elbette ki mes’ele, hiç de onların zannettiği gibi değildi. Bir kere, Osmanlı donanmasının kalkıp oradan hareket etmesine imkân yoktu. Eğer o gün donanma oradan hareket etmiş olsaydı; zaten üzerimize çullanmak için aç kurtlar gibi bekleyen batılılar, saldırmalarını o gün başlatacak ve cihan harbiyle başımıza açtıkları gaileleri o gün başımıza açacaklardı. Yani, o gün Şeyh Şâmil’in sadece Ruslarla çarpışmasına mukabil, Osmanlının; hem de zayıf ânında, bütün dünya ile çarpışması gerekecekti... Nitekim, Abdülaziz ve Abdülhamid’in güttükleri dâhiyane siyasetle bu musîbetin önü bir müddet daha alınmıştı. Şayet, daha sonraki mirasyedi çapulçuların, kimisinin hiyanet kimisinin de gafletleri olmasaydı, belki de onların güttüğü politika sonuna kadar devam edecek ve Cihan harbinin tek galibi biz olacaktık. Ne var ki, her devirde olduğu gibi, o devrede de bir kısım ne dediğini ve ne istediğini bilmeyen insanların hırsları o Büyük Cihan Devletinin yıkılmasına sebep oldu. O devrede Şeyh Şamil’e yardım gönderilemeyişini, bir vefasızlıktan çok, İslâm Âlemine gelmesi muhtemel çok daha korkunç “Batı saldırısını önleme çaresi” olarak değerlendirmek, herhalde en salim ve en doğru karar olacaktır.
Batının bizi tanıması oryantalistler vasıtasıyladır. Onlar bizi nasıl tanıtırsa, batı bizi öyle tanır. Gidin bir Amerikalının ruhunun analizini yapın ve müslümanlar hakkındaki kanaatını öğrenmeye çalışın. Karşılaşacağınız tablo şaşırtıcı olacak ve hiç de bizler hakkında iyimser olmadıklarını göreceksiniz. Batı, bizi araştırma ihtiyacını duymadan, kendi kanaatının mahbesine hapsetmiştir: Onlara göre biz din ile uzaktan yakından alâkası olmayan dinsizleriz. Tabiî ki dini bizim, dinden anladığımız ma’nâda söylüyorum. Yoksa onlara göre bizim de bir dinimiz vardır; fakat bu din tamamen beşerîdir ve bedevi insanları idare edebilmek için uydurulmuştur (Hâşâ). Evet, batının bizim hakkımızdaki kanaatı, öteden beri budur ve bu gün de aynı kanaat devam etmektedir. Dün yazdığı bir kitapta, hiç yüzü kızarmadan, müslüman kanı içtiğini ve çok da lezzetli olduğunu söyleyen ve yanlışlıkla kendisine Arslan lakabı verilen, esasında -ter-biyem müsaade etmediği için- ne yürekli olduğunu söyleyemeyeceğim Rişar’ın sadist zihniyetiyle, bugünkü batılının zihniyeti arasında hiç bir fark yoktur.
Ve işte biz bugün siyasî platformda böyle zihniyetlerin tasallut ve tahakkümü altında bulunuyoruz. Ve bu acı realiteyi görmemezlikten gelip inkâr etmek de bence faydalı değildir. Emperyalist güçlerin bizi çepeçevre sardığı bir dönemde yaşıyoruz. Böyle bir dönemde, elbette bize, kendi kültür, mefahir ve millî şahsiyetimizden bahsettirmeyeceklerdir. Bir de, içimizde tenasüh görmüş onların ruhları dolaşıp duruyorsa, kolaylıkla yapacakları bu işi niye yapmasınlar ki..? Yüz işmizazlarımız, sadece ezikliğimizi ele veriyor. Karşı cepheden insanî davranış beklemek beyhudedir ve hayâlperestliğe düşmenin de hiçbir anlamı yoktur. Evet, kıyamete kadar onlardan insanî bir tavır görmemiz mümkün değildir. Bu mevzuda mazi istikbâlin tam aynasıdır. Onlardan göreceğimiz muamele, hiç bir yönüyle mazidekinden farklı olmayacaktır. Onlar kuvvetli olduğu müddetçe bizi ezmek isteyecekler; kuvvet yer değiştirip bize geçtiğinde de, dünü hemen unutup, yine atımızın üzengisini öpmeyi kendilerine şeref bildiklerini ilan edeceklerdir. Çünkü makyavelist düşünce onlara sadece bunu öğretmektedir..
Ancak, itiraf edelim ki, Kanuni devrini yaşamıyoruz.Hatta hasta adam dedikleri devri bile yaşamıyoruz. O devir ki, Paris’te Volter’in, Efendimiz (s.a.v.)’e dil uzatan piyesi oynanmak istendiğinde, Abdülhamid’in gönderdiği küçük bir ültümatom, bu piyesin sahneden çekilmesine yetiyordu. Evet, bugün, o devir kadar dahi haysiyetimizin varolduğu söylenemez.
Köstebek deliğinde yürütülmeye mahkum edilmişiz. Şu günlerde sarayımızı bunun içinde kuracak, düşüncelerimizi orada kristalleştirecek ve farelerin arasında bulunmamıza rağmen insanca yaşama kavgasını vereceğiz..
Bugün karşımızda, zayıf ve güçsüzleri ezip sömürmek için, her türlü hileyi, oyunu, aldatmayı, mübah sayan öyle uğursuz bir dünya var ki, bu dünya ile yiğitçe ve göğüs göğüse hesaplaşmamız mümkün değildir. Tenasübü illiyet prensibine göre kuvvetler arasında dengenin bulunmadığı zamanlarda, teknik davranmada zaruret vardır. Biz şimdi, bizim dışımızda müdâhalelerle açılıp kapanma arasında, bize rağmen yürüyen merdivenlerde yol alma durumundayız. Kapıların açılıp kapanmasını değerlendirip öyle yürüyecek, merdivenlerin inip-çıkışıyla çarpışmayacak.. başka maksatlar için harcanan enerjiden kendi hesabımıza yararlanmasını bilecek.. böyle sırla dönen kapılar, sırla işleyen elektrikli merdivenlerde yürürken, adımımızı attığımız yeri bilecek ve kendi kendimizi yok yere bitirip tüketmeyeceğiz.
Onların kurduğu bu düzen içinde kendimiz olarak yürümemiz çok zordur. Ama, yürümeyi de bütün bütün terkedemeyeceğimize göre, bir durum ayarlaması yapma zarûreti vardır. Mes’elelere objektif bakmayanlar, buna taviz deseler bile, biz ona ifadeleri ebed kadar taze ve yeni olan İlâhî kelâmdan mülhem “Telattuf” diyeceğiz.
Günümüzde hakikata sahip çıkan nesiller, çok hassas bir durumda bulunuyorlar. Kendilerine çok nazik vazifeler düşmektedir. Evet, bu noktada sağ duyu sahibi bütün insanların dikkat etmesi gereken bir kısım hususlar vardır ki, ihmale aslâ tahammülü yoktur. Aksine, faturasını bütün bir milletin, hatta bütün İslâm Âleminin ödemesi gibi büyük bir risk de bahis mevzûdur. Bugünkü hâlimizden bizi ancak bu prensip ve düsturları pratiğe dökmemiz kurtaracak ve arzu ettiğimiz hedefe de bu sayede ulaşmamız mümkün olacaktır.
Kuvvetler arasında bir denge olduğu zaman, ringe çıkma ve rakiple yaka paça olup hesaplaşma makul olabilir. Fakat henüz böyle bir denge mevcud değilse; yani, bir tarafta silahsız güçler, zayıf birlik ve topluluklar; beri tarafta sırtını dünya milletlerine dayamış sistemli ve mekanize edilmiş güçler söz konusu ise, böyle bir durumda açıktan mücadele hezimet, yenilgi ve dağılma demektir ki, millî düşünce adına tam bir felâket sayılır. Zira, bozguna uğramış bir gücü tekrar bir araya getirip toplamak yeni bir güç dengesi kurmaktan çok daha zordur.
Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz (s.a.v.) haysiyet ve şereflerin en büyüğünü taşıyordu. Buna rağmen kendisine yapılan her türlü küstahlık ve hakareti sîneye çekiyor.. ve ilk günlerde mücâdelesini açıktan bir kavga şekline getirmekden fevkalâde sakınıyordu. O’nun bu taktiğini anlayamadıklarından ötürü bazı sahâbi Efendilerimiz (r.a.) müslümanların sayısı kırka bâliğ olunca hemen çıkıp açıktan mücâdele etme yoluna girdiler. Kâbe’ye gidip, inandıkları yüce hakikatları orada haykırıyor tabii her defasında da yedikleri sille ve tokatlarla kan revan içinde kalıyorlardı.
Elbette onlar bunu, dinî gayretlerinden yapıyorlardı; ancak bu hareket, müslümanlığa hizmet adına şartlarını ağırlaştırıyor ve manevra kabiliyetlerini gün geçtikçe daraltıyordu. Evet, gün geçtikçe hava ağırlaştı.. ve Mekke’de müslümanların yaşaması âdeta imkânsız hâle geldi. Onun için de hicret etme mecburiyeti hâsıl oldu. Ve o gün için mücâdeleyi açıktan sürdürmeyi bir metod olarak kabul edenler de anladılar ki, kuvvetler arasında bir denge olmadan şahsî kuvvet ve cesaretle bir yere varmak mümkün değildir..
Kur’ân bize bu mevzûda yol öğretiyor. Kâfirler karşısında açıktan mücâdele verme gücünü elde edememiş olanlar, şarj olma, ruhda derinleşme, İslâmî duygu ve düşünceleri evvelâ kendi sînelerine birer ilham olarak doldurma, sonra da onu götürüp başkalarının sînelerine boşaltmada tıpkı Ashâb-ı Kehf gibi davranmak zorundadırlar: Onlar, önce bir mağaraya çekildiler ve orada belli bir süre kaldılar. Sonra ma’nevî bir güç ve kuvvetle ortaya çıktılar.. çıktıkları zaman da yine birbirlerine “telattuf” etmeyi tavsiye ettiler.
Esasen, telattuf kelimesinin köküyle alâkalı kelimeler de bu prensibin ana kaidelerini ifâde eder mahiyettedir. Lütûfkâr ve latîfane hareket etmek diyebileceğimiz bu düstur, hareketlerini Kur’ân’a uydurmak durumunda olanlar için vaz geçilemez bir umde ve bir esasdır.
Latîf, Esma-i Hüsnâdandır. Yani Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın yüce isimlerinden biridir ve Kur’ân’da da zikredilmektedir. Bu ismin şerhinde bilhassa Fahreddin Razî ve İmam Kuşeyrî çok önemli hakikatlar anlatırlar.
Allah (c.c.) Latîftir. O, lütûflarını insanların içine, onlara hiç hissettirmeden akıtıverir. İnsanlar hissetmezler; ama, onları İlâhî esintiler sessiz sessiz sarıvermiştir. Bazen çok cüzî bir hâdiseyle, içinizin aydınlandığını görürsünüz; halbuki tenasübü illiye prensibiyle mes’eleye baksanız, yaptığınız o cüzî şeyle elde ettiğiniz büyük lütûf arasında bir münasebet kuramazsınız. Bir diğer zaviyeden Latîf ismi, İlâhî tecellilerin, akdes feyizlerin bilmediğimiz bir noktadan gelip, bizim ruhumuzu sarması demektir. Böylece insan îman adına birden bire bir inşirah ve inbisat hissetmeye başlar. Artık, îman onun için en zevkli bir keyfiyet, küfür ise, yılan ve çiyanın kucağına düşmek gibi en kerih ve çirkin bir duygu haline gelir.
İşte, bu ma’nâda telattuf, yapılan hareket kime karşı yapılıyorsa, tavrımız onlar tarafından hiç hissedilmeden ve sezdirilmeden yapılmasıdır ki, bunu gidip, hedefi vurma ve yara almadan da dönme, gibi bir ifâdeyle arzetmemiz de mümkündür.
Yemliha, şehre gidecek olan arkadaşlarına, telattufu emrediyordu. Onlar toplumun içinde öyle gezmeli ve öyle dolaşmalıydılar ki, toplumdan hiç kimse onları tanımamalıydı, sezmemeliydi, ve onlara muttali olmamalıydı.
Birgün elbet sezecek ve muttali olacaklardır; ama o gün, düşman dünyanın yapacağı birşey kalmayacağı birgün olmalıdır.
Arapçada “Zahara” fiili “alâ” ile kullanılırsa ya muttali olma ya da galebe çalma ma’nâlarına gelir. Bize göre burada bu ma’nâlardan biri lâzım diğeri de melzumdur. Yani, eğer size muttali olurlarsa galebe çalarlar demektir. Demek ki, onların galebe çalmasına engel olmanın tek yolu, kendinizi onlara sezdirmemektir.
Âyet devam ediyor: Eğer size muttali olurlar ve galebe çalarlarsa, “Yercumûkum” sizi taşa tutarlar, size çamur atarlar, boynunuza çeşitli yaftalar asarlar ve sizi öyle bir fânusun içine sokarlar ki artık başkalarıyla temasa geçmeniz, onlarla difüzyonunuz mümkün olmaz. Görüşeceğiniz kimseler, sizinle görüşmeyi istikbâlleri adına tehlikeli bulur.. ve siz, milletler çapında tecride mahkum olursunuz.
Ferdî planda, bütün civanmertliğinize, ve vatanperliğinize rağmen, kendi toplumunuzda, bir suçlu gibi muamele görür ve zamanla siz de onların bu bakışını kabullenir ve inancınızı, îmânınızı dahi gizleme zorunda kalır ve öz vatanınızda birer parya durumuna düşersiniz. Belli yer ve belli kademelere getirilmenize, çok basit şeyler bahane edilerek engel olunur ve sözüm ona, demokrasi havarisi geçinenler, söz konusu siz olunca, hiç çekinmeden antidemokratik bir hüviyete bürünür, yaptıkları bu haksızlığı da vatanperverlik hânelerinde kaydeder ve puan toplarlar. Tabiî ki onlara puan verecek olanlar da diğer ülkelerde kendi vatandaşlarına aynı muameleyi reva gören perde arkası ve gizli servislerin sadık uşaklarıdır.
“Ev yuîdûkum fî milletihim”: Veya sizi tutar, derderst eder, kendi duygu ve düşünce dünyaları içine sokarlar. Yükselmek mi istiyorsun? Falan Locaya kaydolacaksın.. bir derece daha almak mı istiyorsun, dininden şu tavizi vereceksin derler. Verecekleri her payede onun ruh dünyasından bir parça koparırlar.. taviz vermeyene gelince, değil yükseltmek, o güne kadar binbir zahmetle tırmandığı yerinden de ederler. Böylece o mü’min iki bela ve ateş arasında kalır. Onların dediğini yapsa din elden gidecek; yapmazsa insan olmaktan mahrum edilecektir.
Öyleyse bir tek şey kalıyor: “Ve’l-yatalattaf.” Süper güçler karşısında “Ve’l-yatalattaf.” Onların içimizdeki piyonları karşısında “Ve’yatalattaf.” Sayıları yüzlere ulaşan çeşitli yabancı okullarda yetişmiş, düşüncede bize yabancı, tasavvurda ecnebi, anlayışta tamamen onlar gibi olmuş insanlar arasında yaşarken: “Ve’l-yatalattaf.”
Ve Allah Rasulünün (s.a.v.), baştan beri bize ait sözlere ilham kaynağı olan baş döndürücü şu ifadesi: “Hakka, onu yabancılardan gizlemekle yardımcı olun.”
Hakk (c.c.) ve hakikatlara yardımcı olmak mı istiyorsunuz? Duygu ve düşüncenizi hasımlarınızdan ketmetmeye bakın!. Ayetle bu hadîsi bütünleştirdiğiniz zaman, hizmet yolu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Son bir hatırlatma ile şunu da ilave etmek de yarar var: Siz, Türkiye’de idare eden ve edileniyle, hayata ait bütün müesseseler de istenilen merhâleye ulaşsanız ve herşey arzu edilen seviyeye gelse dahi, dünyanın böyle bir durum karşısında, eli kolu bağlı kalacağını zannediyorsanız, dünyanın, dünden bugüne başımızda oynadığı oyunları bilmiyorsunuz demektir. Şanlı bir devleti yerle bir etmiş bu alabildiğine düşman güçlerin, bizi kendi hâlimize bırakacaklarını zannetmek biraz değil, aşırı safderunluk olur. Evet, onlar hiçbir zaman yıktıkları ve öldürdükleri bir milletin tekrar dirilmesini istemeyecektir.
Evet, Rabbimiz’e olan tevekkülümüz tamdır; sizin adınıza böyle bir teminatta bulunabilirim. Fakat, Rabbimiz’in Kur’ân diliyle bize tâlim edip öğrettiği şu duâdaki ders de en az tevekkül kadar mühimdir: “Rabbimiz, bizi kâfirler için bir fitne ve bir imtihan sebebi yapma, bizi affet” . (Yunus, 10/85)
Efendimiz (s.a.v.), tevekkül adına insanların en mütevekkili idi. Buna rağmen bütün icraatında fıtrî kanunlara uygun hareketten asla ayrılmıyordu. Hicretini gece yapıyor; “Ve cealnâ min beyni eydîhim sedden” (Yasin, 36/9) iklimi içine giriyor, kâfirlerin gözlerine bir avuç toprak saçıyor ve ardından üç gün bir mağarada, yılanlar çiyanlar arasında kalmayı, onlara görünmeme adına göze alıyor ve hicretini bu şartlar altında tamamlıyordu. Hicret bütünüyle esbab dairesi içinde cereyan etmiş ve Allah (c.c.) inâyetini esbab dairesi içinde göstermiştir. Bu inâyet örümcek ağı ve güvercin şeklinde tezahür etse de, âdet perdesi bütünüyle yırtılmamışdır..
Cenâb-ı Hakk (c.c.) , O’nu koruyacak ve O’na bir vazife gördürecekti. Bunun için de belli bir süre, insanların arasında kalmasında zaruret vardı. Bu i’tibarla Cenâb-ı Hakk (c.c.) , O’nu korumayı bizzat üzerine almış ve O’na “Allah (c.c.) seni insanlardan koruyacaktır” (Maide, 5/67) demişti. Bütün bunlara rağmen Uhud’a giderken sadık dostu Cibrîl yetişti ve “Ya Rasulallah” dedi, “bir zırh daha giy ve harbe öyle iştirak et.”
Aslında, Allah Rasûlü’nün şahsında bizlere esbaba riâyet öğretiliyordu.
Büyüklerimiz, tevekkülle sebeplere riâyeti mezcedip birleştiren çok güzel bir söz söylemişlerdir: Esbaba tevessül, mâni-i tevekkül değildir (Sebeplere tevessül etmek tevekküle mâni bir durum değildir).
Hatta, sebep dairesi içinde yaşayan, sadece tevekküle bakarsa cebrî olur. Sebep dairesi içinde bulunduğumuz sürece, cebrî ve itizâlî olmamak için, sebeplere riâyet edecek, neticeyi de Allah (c.c.) ’tan bekliyeceğiz.
(1) Bu görüşler 1982 yıllarında ortaya konmuştur.
(2) Düvel-i Muazzama: Büyük Devletler.
.
Osmanlının yıkılışında medrese ve zaviyenin tesiri
OSMANLI’NIN YIKILIŞINDA MEDRESE VE ZÂVİYENİN TESİRİ VAR MIDIR?
Medrese, aklî ve şer’i ilimlerin talim edildiği yerdir. O, hem aklı, hem kalbi, hem de vicdanı kanatlandırdığı günlerde gerçekten fonksiyonunu eda ediyordu. Zaviyeler ise Efendimiz (a.s.m.)’ın ruhani hayatının temsil edildiği mukaddes Allah evleridir. Bu evlerde Allah anıldı, tefekküre giden kapılar aralandı, kalp delindi ve Cenab-ı Hakk’ın varlığına oradan menfezler açıldı. Bu evlerde tabiatın cidarları parça parça oldu ve onun tenteneli perdesi arkasında, Cenab-ı Hakk’a ait lahuti ışık parıltıları bizlere göz kırpmaya başladı. Bu evler, günümüzde bir kısım evlerin eda etmeye çalıştığı fonksiyonları eda ediyorlardı. Mescidler de, yer yer bu evlerde yapılan vazifeyi omuzladı ve çok buudlu, çok ciddi hizmetler verdiler.
Bu iki mübârek müessesenin millet-i İslâmiyeye olan hizmetleri hiçbir zaman inkar edilemez. Daha sonra ise, bu müesseseler yıkılan bir dünyanın enkazı altında kaldılar. Veya bir dünya onların külleri altında kaldı. Bizim esas problemimiz, imparatorluğun yıkılması değildi; esas problemimiz, ruh planındaki iflasımızdı. Ne acıdır ki, devleti idare edenler bunu bir türlü anlayamamışlardı ve anlayamıyorlar. Yoksa, bazılarının iddia ettiği gibi bizim yıkılmamızı hazırlayan sadece medrese değildir. Aksine medrese ne zaman yıkıldıysa, millet o zaman yıkılmıştır. Çünkü medrese bizim tarihimizde, ortaokulun, lisenin, üniversitenin ve daha üstündeki akademilerin yaptıkları vazifeleri yapıyordu. Râşid Halifeler, Efendimiz’in (a.s.m.) açtığı medresede ders görmüş ilk ve en büyük çıraklardır. Dev âsâ bu çırakların yetiştikleri mektep de Mescid-i Nebeviydi. Bu ilk Mescitle, mabetlere mektep olma yolu açıldı ve öyle devam etti. Mescitlerde Tefsir, Hadis, Fıkıh öğreniliyor, usul-ü kelâmiye müzâkeresi yapılıyor ve bütün kâinat, eşya ve hadiseler didik didik ediliyordu. Rönesans nasıl ki, Avrupa’da eşya ve hadiselerin hallac edildiği aydınlık bir devredir, bizim Rönesansımız da Hz.Muhammed (a.s.m.) ile başlamış, Râşid Halifeler ile geliştirilmiş ve dördüncü asırda birdenbire amudi (dikey) ve çok hızlı bir derinleşme vetiresine girerek devam etmiştir.
Düşünün, İbn-i Sina, Biruni gibi kimseler, daha Hicri 4.-5. asırlarda yetişmişlerdi. Efendimiz (a.s.m.) den sonra, henüz dört asır geçmemişti ki, İslâm büyükleri öyle kitaplar yazdılar, öyle eserler ortaya koydular ki, bunlar kendilerinden sonra asırlarca Avrupa Üniversitelerinde okutuldu. Avrupalı büyük ölçüde Rönesans düşüncesini ve sanayi inkılâbını bu eserlere borçludur. Evet batı, yeryüzünde hâkimiyetini bu eserlerden istifade ile kurdu. Bilhassa tıp sahasında İbn-i Sina, Razî ve Zehravî gibi ilim otoritelerinin eserlerinin, Batının ilmî yapılanmasında önemli katkıları olmuştur. Daha sonra binbir iddia ile hazırlanıp ve en debdebeli bir eda ile ortaya sürülen kitaplardan hiçbirisi bin sene, hem de kıymetinden hiçbirşey kaybetmeden ellerde dolaşma bahtiyarlığına ermemiştir ama, İbn Sina sekiz asır, Zehravî tam bin sene batıda otorite olarak kabul edilmişlerdir.
Nizamülmülk medreseleri, mescid veladetli ilim yuvalarının en düzenlisi sayılabilir; zira oralarda bir taraftan Gazâli’nin getirdiği ruh ve ma’nâ temsil ediliyor, diğer taraftan, çağın ilimleri değerlendirilip ta’mim edilmeye çalışılıyordu. Akıllar, fen ve tekniğe ait ilimler ile kalbler dînî ilimlerle nurlandırılıyor ve talebenin himmeti coşturuluyor ve bu kalb-kafa izdivacından İbn-i Sinalar, Raziler, Birûnîler, Battanîler, Zehravîler yetişiyordu. Bunlardan herbiri kendi sahasında ve önemli bir konuda başı çekiyor; kimisi astronomiyi geliştiriyor, kimisi fizikte kanunlar koyuyor, kimisi de o devirde, iptidai vasıtalarla,“sinüs”, “kosinüs” prensipleriyle arzın çevresini ölçmeye çalışıyordu. Ve, yine o devasa insanlar dünyanın, güneşin etrafında döndüğünü, hem de tam 700-800 sene evvel ortaya koyuyordu ki, o günlerde henüz Kopernik ve Galile’nin yedinci dedesi bile mevcut değildi. Cihanın garbı vahşetler içinde yüzerken, bizim aydınlık dünyamızda, hidrolik sistemle çalışan araçlardan saatlere, onlardan da iptidai robotlara kadar, ancak, son asırlarda tanıyabildiğimiz bir kısım teknolojinin ürünleri, şurada-burada âdiyattan nesneler olarak teşhir ediliyordu. Karaamidli (Diyarbakırlı) İ.El-Cezeri, 800 sene önce hidrolik sistemle pekçok otomatik eser ortaya koymuştu. Ta o zamanlar biz, yaptığımız robot atlara, hareket kabiliyeti verirken, batılılar henüz saatin işleme keyfiyetini bile bilmiyor ve “Acaba içinde cin mi var?” diyorlardı. İşte o devirde medrese bu denli çağının önündeydi...
Bunun yanıbaşında, gönüllere nûr saçan ve insanları maddî âlem ötesi iklimlerde dolaştıran tekye ve zâviyeler daha bir başkaydı. O zamanlar tasavvuf ehlinden öyleleri vardı ki; nazarları zaman ve mekanların en karanlık noktalarına kadar ulaşabiliyordu. Ve bunlar sayılamayacak kadar da çoktu. Bunların içinde öyleleri de vardı ki: “Ben bir lahza Efendimiz (a.s.m.) mulahazasından ayrı kalsam mahvolurum” diyordu. Yine bunlar arasında “Yakaza halinde, ben Efendimiz (a.s.m.)’ı temessülen 75 defa gördüm.” diyenler vardı. Bazıları, sahabelerle görüşüyor, ve enbiya-ı izama misafir gidiyordu. Niceleri gönüllerindeki derinleşme ve mazhar oldukları vâridat-ı sübhâniye ile çağlayanlar haline geliyor ve ma’şeri vicdana boşalıyorlardı. Nasıl ki Cenab-ı Hakk, Nil-i mübâreki çöle bağlayıp onunla o kum deryasını suluyordu öyle de, mukaddes feyizler halinde nezdinden gelen deryaları onların gönüllerine bağlamıştı. Artık vicdanî terbiyenin olgunlaştırmasıyla, Allah onları katre iken derya yapmış, zerre iken güneş haline getirmiş, hiç ender hiç iken de onlara kâinatlar kadar inbisat vermişti. Meselâ; bunlardan Muhyiddin-i İbn-i Arabi, 4. Murat’ın Revan seferinin 6 ayda olacağını hem de adını vererek bildiriyordu. Ve yine Abdülaziz’in kolları kesilmek suretiyle katledileceğini asırlar önce haber veriyordu. Evet, Şeceret’ün Numaniye bu kabil pek çok vak’ayı buğulu bir cam arkasından seyrettiren enteresan bir esrar hazinesidir.
Evet, tekye, medrese ile iç içe girmiş ve insanı ruhuyla, kalbiyle, aklıyla ve bütün letaifiyle en kâmil ma’nâda ele alıyor, ve “İnsan-ı kâmil”e giden şehrahlar hazırlıyordu.
Görülüyor ki bu dönemde hem tekye, hem zaviye hem de medrese tam tekmil fonksiyonunu eda ediyor. Ne var ki gün geliyor, bu muhteşem devir de kapanıyor. Artık medrese yeni birşey bulma, yeni birşey verme yerine, eskilerin nakliyle meşgul olmaya başlıyor. Meselâ İbn-i Sina, Battani ve İmam Gazâli ne dediler diye, onlara şerhler haşiyeler yapmakla iktifa ediliyor. Tabii, böyle bir medreseden de artık ne İmam Gazâli, ne de Battanî çıkar oluyor. Her yanı papağan gibi öncekilerin fikirlerini söyleyen kimseler işgal etmişti. Gerçek ilim adamı yetişmediğinden dolayı da ufkumuz kararıyor, yolumuz tıkanıyor. Her taraf birer kara delik haline geliyor ve bu kara delikler milleti yutuveriyor. Bugün olsun tarih önünde herşeyin hakkını vermek mecburiyetindeyiz. Onun için diyoruz ki, gerçekten 10-12 asır tekye ve zaviye fonksiyonunu tastamam eda ederek Anadolu’yu nura garkettiği ve insanların sînelerini aşkla şevkle coşturan bir altın çağdı. Bilmem ki, yıkılış dönemimizde, tekye ve medrese aynı seviyede miydi..? İçlerinde, yerde dururken Arş-ı Âzamı müşahede eden var mıydı? Cemaat-i İslamiye onların temsilinde miydi..? Yoksa sadece, eskilerin yerini onlara ait kerametleri söyleyerek teselli olan insanlar mı almıştı? Dînî hayat sırf bir folklor, medreseler “Kil-ü kal yuvası,” tekyeler, zaviyeler de sadece merasim yapılan yerler haline gelmişdi ise bu iş çoktan bitmiş sayılırdı.
Evet, Medresenin belli zamandan sonra fonksiyonunu eda etmediği rahatlıkla söylenebilir. O, aldığı şeyleri koyun gibi hazmedip süt halinde çömezlerine verdiği sürece vazifesini eda ediyor sayılırdı.. ve bu süre hiç de kısa değildi.
Vazifesini eda etmediği devirlerde ise herşey gibi medrese de kendi devletinin, kendi milletinin, kendi hükümdarının başına bela oldu.
Dininin, ruhuyla, devletiyle bütünleşmeyen medrese hiçbir zaman medrese olamadığı gibi tekye de tekye olamamıştır. İlim yapmayı bırakıp diniyle devletiyle uğraşan müessesenin adı ne olursa olsun, hakiki mânâda o müessese içten içe bozulmaya uğramış ve dolayısıyla da tekrar kendisini yenileyip eski hüviyetine dönmedikçe, ondaki çöküntü devam edecektir. Temeldeki ârıza, sonunda elbetteki duvarları ve çatıyı da saracaktır. Mektep ve medrese içtimai hayatın temeli demektir. O temel sağlamlaştırılmadıkça, devletin ayakta durması mümkün değildir. Osmanlı’da da bu olmuştur.
Yani, medrese ve tekyeler bizzat Osmanlıyı yıkan güçler değildir. Aksine onlar Osmanlıyı ayakta tutan dinamiklerdir. Ancak kendileri yıkılınca, onlara dayalı olan devlet de ister istemez çökmüştür. Bu acı fakat gayet tabii bir neticedir. Zira Kur’ân “Bir toplum kendini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez” buyurmaktadır.
.
Fuhşun zararlarını anlatır mısınız?
FUHŞUN ZARARLARINI ANLATIR MISINIZ?
Fuhşun zararları anlatılmayacak kadar çoktur. Fuhuş, bir insanın gayr-ı meşru zevk ve lezzetlere kendisini kaptırması demektir. Yoksa insanın meşru dairedeki dünyevî zevklerden istifadesi fuhuş değildir. Evet, “Meşru dairedeki lezzetler keyfe kâfidir, harama girmeye ihtiyaç yoktur.” Efendimiz (a.s.m.) “Ne fuhşa dair bir söz söyledi, (Peygamberliğinden önce bile) ne de fuhşun semtine sokuldu.” denilmektedir. Hadd-i zatında O bir Peygamber olarak kendisinde ismet sıfatı vardı. İsmet günaha girmeme, harama bakmama ve harama mey-letmemedir. Eğer Efendimiz’de (a.s.m.), bunlardan bir tanesi bir kerecik tezâhür etseydi, onu her fırsatta çürütmeyi planlayan hasımları bunu çok iyi değerlendirecek ve serrişte edeceklerdi. O’na sihirbaz, şâir, kâhin, yetim, fakir diyenler, şunu yapmak bunu yapmak istiyor diyenler, bunu demediler, diyemediler, diyemezlerdi de; çünkü bu iftiralarını kimse tasdik etmeyecekti. İffetiyle yaşamıştı. Ağzından böyle bir şey sâdır olmamış ve kulağına bu sözlerden bir tanesi girmemişti. Hatta o galiz söze bile, reaksiyon gösteriyordu. Bir seferinde Yahudiler gelip “Sana ölüm!” mânâsına “Es sâmu aleyküm” demişlerdi. Aişe validemiz, “Es sâmu aleyküm - sana ölüm!” dediklerini anladığı için onlara “Ve aleyküm sâm” karşılığını vermişti. Efendimiz ise, gayet kibarca ve kendisine yakışır şekilde, “Ve aleyküm” “Sizin üzerinize de olsun” diyordu. Sonra da “Ya Aişe sert olma, haşin olma” diye ona tenbihte bulunuyordu. Hz.Aişe: “Görmedin mi Ya Rasulallah! Sana ne dediler?” deyince de Efendimiz (a.s.m.): “Ben de onlara sizin de üzerinize olsun!” dedim, cevabını veriyor, fakat kötü lafı ağzına almıyordu. Diyebiliriz ki kötü söz Efendimizin ağzına misafir olarak dahi girmemiş ve kafasından geçmemiştir.
Nasıl geçer ki kendisi şöyle buyuruyor: “İnnallahe lâ yuhibbu fahişel bezî.” “Ulu orta ve sağda solda uygunsuz uygunsuz laf eden, fuhşa ait şeyler söyleyen ve sevimsiz kelimeler sarfeden kimseyi Allah sevmez.”
Maalesef fuhuş günümüzde çok revaçtadır. Halbuki fuhuş her yönüyle, her haliyle, her ünitesiyle, her müessesesiyle şeytana hizmet eder. Fuhşa karşı İslâm’ın ortaya koyduğu bir kısım düsturlar ve esaslar vardır. İnanan insanlar bu düsturlara başvurdukları sürece, fuhuş girdabına kapılmayacak, fuhuş seylaplarıyla sürüklenip yok olmayacaklardır. Ama İslâm’ın esâsât ve düsturlarına riayet edilmediği zaman, insanların tıpkı kütükler gibi bu fuhuş seylaplarına kapılıp sürüklenmeleri mukadderdir. Kendimiz dahil, bütün inanmış arkadaşlarımız, kardeşlerimiz hakkında endişe ettiğimiz en mühim mesele, bir gün şeytanın onları bu damarlarından vurmasıdır. Ehl-i dalâlet ve ehl-i dünya; henüz yollarda emekleyen ve tam oturaklaşmamış bir kısım genç ve safderun arkadaşlarımıza kadın musallat ederek onları baştan çıkarmak için çok ciddi gayretler göstermektedirler. Onlar para ile halledebileceklerini para ile, makamla baştan çıkaracaklarını makamla, ahlâksızlığa sevketmekle batağa sürükleyeceklerini de onunla baştan çıkarmak için hep gayret içindedirler. (Allah bizleri muhafaza etsin!)
İslâm’ın bu mevzudaki esaslarını şöyle sıralayabiliriz. İslâm, beşere ait herşeyi realite olarak kabul eder. Meselâ beşerde gazab, hırs ve inad gibi duyguların bulunması birer realitedir. Fakat, bunlar yerinde kullanıldığı zaman yümün, bereket ve bir kısım hayırlara vesile olabilirken, aksine insanı şerre sürüklerler. Aynı şekilde İslâm insanın şehvetini de bir realite olarak kabul eder. Çünkü şehvet, insanda şahsî hayatın ve neslin devamı için verilmiş bir avans, bir İlâhî armağandır. İnsan bu avansı kullanıp, değerlendirerek, yeryüzünde Allah’ın halifesi olan Ümmet-i Muhammed’in çoğalmasına vesile olacaktır. Efendimiz (a.s.m.): “Tenakehu tekaseru feinnî übahi bikümül-ümeme yevm el-kıyameh.” buyurur. Yani “Evlenin, çoğalın, ben sizin, çokluğunuzla iftihar ederim.” O, iftarı demhânede, bayramı puthânede, orucu meyhânede olan insanların çokluğu ile değil; namazımızı kılan, kıblemize dönen, bizim dediğimiz şeyleri söyleyen ve hakka dilbeste olan kimselerin çokluğuyla iftihar ediyor. Binaenaleyh bu açıdan gayet rahatlıkla denilebilir ki, insandaki şehvet hissi, mukaddes bir histir; zira bu hiss sayesinde beşerin en müstesnâ ve mümtaz kimseleri dünyaya gelmiş ve bizim için vesile-i iftihar olmuşlardır. Efendimiz de bunlardan biridir.
İslâm her meselede olduğu gibi bu meselede de bir ölçü ve denge getirmiştir. Esas olan insanın günaha girmemesidir. Bunun için de çeşitli vesileler kullanılabilir. Evlenme bunların en başında gelir. İnsan gücü yettiği an evlenmelidir. Evlenmeye imkanı olmayan ise, Allah Rasûlü’nün tavsiyesine göre oruç tutmalıdır. Zira oruç günahlara karşı bir kalkandır. Ancak oruç da bütün şartları yerine getirilerek tutulmalıdır ki, fuhşa mani fonksiyonunu yerine getirebilmiş olsun.
Meselâ insan, bütün gün aç durup da akşam vakti tıkabasa karnını doyursa, sahurda da yine iftar vaktiyle yarışır gibi yemek yese bu insan, elbetteki oruçtan beklenen neticeyi elde edemiyecektir. Zira oruçtan gaye şehveti kırmaktır. Halbuki günde belli kalorinin üstünde alınan gıdalar şehvetin kırılması şöyle dursun, şehvete payanda olmaktadır. Dolayısıylada böyle yiyip-içen bir insanın oruçtan fayda görmesi imkansızdır.
İnsan normal vakitlerde de yeme ve içmesine dikkat etmelidir. Az yeme, az içme ve az uyuma değişmeyen İslamî bir prensiptir. Efendimiz en âzamî midenin üçte birini yemeğe üçte birinin de suya ayrılmasını tavsiye eder. Geri kalan üçtebirlik yerin ise, boş bırakılmasını öğütler. Allah katında en sevimsiz kabın dolu mide olduğu da yine Efendimiz tarafından ifâde buyurulmaktadır. Öyle ise oruçta da aynı ölçülere riâyet etmek mecburiyetindeyiz.
İstenen ölçülere riâyet etmediği halde, oruçtan beklenen neticeyi elde edemediğini söyleyen bir insan, oruca iftira ediyor, demektir. Oruç mutlaka faydalıdır ama, o insan yalan söylemektedir.
Allah Rasûlü’ne birisi gelir, kardeşinin şiddetli bir karın ağrısına tutulduğunu söyler. Allah Rasulü ona bal şerbeti içirmesini tavsiye eder. Adam ertesi gün gelir ve karın ağrısının daha da arttığını söyler. Efendimiz yine aynı tavsiyede bulunur. Üçüncü gün adam aynı şeyleri söyleyince, Allah Rasulü “Allah doğru söylüyor; fakat senin kardeşinin karnı yalan söylüyor.” karşılığını verir. Bir hikmet vardır böyle olmasında bu sözün söylenmesinde. Kimbilir, belki de onun i’tikad ve düşüncesinde bir bozukluk vardır. Evet, niyetini sağlamlaştırıp, sağlam bir moralle insan zehir bile içse, şifa ve derman olur, ama konsantre olma, tam inanma ve tevekkül gibi hususlar çok önemlidir. Bunun gibi, Efendimiz orucu bizim için bir kalkan, sütre ve fenalıklara karşı da bir koruyucu olarak görüyorlar da, biz bu mevzuda tam frenlenemiyorsak, yalan söyleyen biziz. Allah Rasulü ise her zaman doğru söylemektedir.
Bununla beraber bazı kimseler hususi mahiyette yaratıldıkları için beşeri garizaları çok yüksektir. Böylelerinin, onları cinnete sevkedecek kadar şiddetli evlenme arzuları olabilir. İhtimal ki, oruç onları tam frenliyemiyecektir. Bu türlü kimseler, fakir ve geçim sıkıntısı içinde de olsalar derhal evlendirilmeli ve günahlara girmelerine meydan verilmemelidir.
İslâm, bir taraftan gence oruç tut veya evlen derken, diğer taraftan da beşinci kol faaliyetleri adına toplumu kemiren hastalıklara karşı, ciddi vaziyet alıyor, bunların hepsini yasaklıyor ve bunlara karşı müeyyideler koyuyor. Hem o kadar yasaklıyor ki, şayet bir yerde bir genç, başkalarının baştan çıkmasına sebep teşkil ediyorsa, bulunduğu yerden fitne olmayacağı bir başka yerde ikameti yeğleniyordu. Meselâ Efendimiz, bir kadını böyle bir meseleden ötürü Medine’den uzaklaştırıyor. Hz.Ömer (r.a.)’de bir delikanlıya Medine hâricini gösteriyordu. Nefyedilen genç soruyor: “Ya Ömer! Günahım neydi?” Cevap veriyor: “Hiçbir günahın yoktu. Ancak seni cemaatin selameti için, “seddi zerayı” “Medine’den uzaklaştırıyorum.” Binaenaleyh göze, kulağa ve daha başka uzuvlara seslenen, ve tahrik unsuru olan şeylerin hepsinin yok edilmesi lazımdır ki, fuhuştan da, tefahhuştan da uzak kalmış olalım.
Günümüzün insanı çok ciddi bir tehlike ile karşı karşıya bulunmaktadır. Efendimiz yer yer bu tehlikeye dikkat çekmiş, “Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, kadın fitnesidir.” buyurmuştur. Başka bir hadiste, “Ümmetim için kadından daha büyük bir fitne bırakıldığını hatırlamıyorum.” demiştir. Kadın fitnesi, pek çok geçmiş milletleri hâk ile yeksan etmiştir. Evet, pek çok eski cemaat ve milletler kadın yüzünden mahv-u perişan olmuştur. Roma ve Bizans şehvet ve şehevânî duygular altında kalarak ezildi. O güzelim Endülüs de öyle.. El-Hamra sarayının hamamlarındaki utanç verici resimleri gören hemen herkes bunu kabul eder zannediyorum. Evet, sanat adına sağa sola çizilen ve şehevânî duyguları ifâde eden resimler, ahlâkın o dönemde ne derece sukût ettiğini açıkça göstermektedir. Haşa, Allah zalim değildir. Zalimler Allah’ın kılıcıdır, Allah, zalimlerle intikam alır. İşte bu hikmete binaen “Ezzalimu seyfullah yentekimu bihillah sümme yüntekamu minhu.” denilmiştir. Allah onların başına zalim Ferdinand’ı musallat ettiği zaman, onlar çoktan şehevânî duygularının altında kalıp ezilmişlerdi. Aynı şekilde Cenab-ı Hak, Yunan’ı Bulgar’ı daha başka kafir ve zalimi bize musallat ettiği zaman da, bazı dindar bölgenin bir kısım insanları oturak âlemleri yapıyor ve gece âlemleri düzenliyorlardı. Halbuki bu bölgelerin insanları daha sonra, o güne kadar yaptıklarına göre daha hafif olan serpuşa karşı isyan edeceklerdi. O zaman o oturak ve gece âlemlerinin mânâsı neydi? Niye o ahlaksızlıklara karşı isyan edilmiyordu? İsyan edilmedi ve derken Allah zalimleri musallat etti; böylece yoldan çıkmış kimselere “Hizaya gelin!” mesajını verdi.
Evet, fuhuş milletleri yerle bir eden korkunç bir hastalıktır. Selçukî’den, Abbasi’den sonra, şanlı Osmanlı İmparatorluğu da bu devvar-u gaddarın pençesinde can vermiştir. Bundan sonra kimleri hâk ile yeksan edecek şimdilik belli değil. Bugün bir kısım yanlış iddialar var. Eğer bu iddiaların arkasında bir kısım safderun kimselerin iğfali olmasaydı aşağıda ele alacağımız meseleyi ele almayı hiç düşünmüyordum. Onların iddiasına göre, fuhşun önünü almak için erkek ve kadının ihtilatı ve bir arada bulunmaları lazımmış. Böylece her iki tarafta birbirine alışacak, dolayısıyla da ortada hiç bir tehlike kalmayacaktır. Onların bu iddiası çok korkunç, çok kuyruklu bir yalandır. Öyle korkunç bir yalandır ki bu yalan gençlerin yüzde 50-60 ını yanlışlığa sevketmiştir. İlmî araştırmalar ve istatistikler gençlerimizin yüzde 60’ının içki aldığını ortaya koymuştur. İçkinin gençlerin yavaş yavaş fuhşa yöneltecek bir şehvet tahrikçisi olduğu da bilinmektedir. Şimdiye kadar kimse cesaret edemedi ama, eğer ciddi bir araştırma yapılsa, içimizdeki beşinci kol faaliyetlerini yürüten, dış irtibatlı güç odaklarının, gençlerimizi birinci planda ve ilk hamlede fuhuşla avladıkları apaçık ortaya çıkacaktır.
İçki ve fuhuş gençlerimizin kanının içine giren bir anemidir. Evet, şehvet avcılığı açığı ve kapalısı ile tıpkı kan kanseri gibidir. Onların bizim odumuzu-ocağımızı söndürmek için ileri sürdükleri bu muhakemesiz ve muvazenesiz iddialar, yani insanların şehvetini tahrik ederek şehvet söndürmeye gidilmesi, deniz suyu ile insanların susuzluğunu giderme teşebbüsü gibi çok ters bir müdahaledir. Çünkü içirdikçe yakacak ve içi yananlarda daha da içme arzusu uyaracaktır. Üstelik İslâmi ölçülere uymayan her türlü çıplaklık, sadece kadına karşı değil, erkeklere karşı da çok kötü arzular uyaracaktır. Vücutları göre göre, müstehcen sözleri duya duya, ve hayalinden bir türlü silemediği açık saçık vücutları düşüne düşüne durmadan erkeklik hormonları üreten ve her gün biraz daha şehevânî duyguların baskıları altına giren bir sürü genç, maalesef kanunlarla da yasak edilmediğinden dolayı cinsî sapıklığa doğru sürüklenip gitmekte ve toplumumuzun yüz karası haline gelmektedir. Pek çok kötülük gibi bu da bize Avrupa’dan gelmiştir. Avrupa belki soğuk bir memleket olduğu için (gerçi bu meselenin de münakaşası yapılabilir) bizdeki kadar birdenbire salgın bir hastalık olmayabilir; fakat sıcak memleketlere doğru gidildikçe bu mesele çok düşündürücüdür. Ne bir dinde, ne bir kitapta, ne de sıhhatli bir muhakemede yeri olmayan böyle bir iddiayı ilim adamları ileri sürüyorsa, oturup halimize ağlamamız icabeder. Mektepte bir öğretmen bunu söylüyorsa, bu milletin ve bu devletin düşmanlarına ve beşinci kol faaliyetlerine yardımcı oluyor demektir. Çünkü kadına karşı zaafı olana, ahlâksızlık davetinde bulunuyorlar. Cemiyeti derdest edip ve onu her gün biraz daha başka emellere hizmet edebilecek hale getiren beşinci kol faaliyetleri ile, devletçe, milletçe uğraşmamız gerekmektedir. Rabbim bu millete ve bu milleti idare edenlere basiret ihsan eylesin! Maalesef günümüzde, gençler, ideolojik saplantılara düşmesin diye bilhassa bu faaliyeti hızlandırdılar. Halbuki bilmiyorlar ki, cihanın şarkındaki münafıklar da, gençleri çekmek için -Komünizmi ilk defa ilan ettikleri zaman- kadın ve erkekleri müşterek olarak hamamlara doldurdular. Komünist ve anarşistlerin bir silah olarak kullandığı gayr-i meşru bir yolu denemek suretiyle, gençleri onlardan uzaklaştıracaklarını zanneden kimseler, katmerli bir yanlışlık içinde bulunmaktadırlar. Arzu ederiz ki bu yanlış anlayıştan geriye dönsünler.
Müslümanların, şahsi hayatlarında bu meseleye çok dikkat etmeleri gerekir. Çünkü bu haramlar zamanla kalbini istila ve işgal ede ede, (Bel râne ala kulûbihim) “Artık kalpleri pas tutmuştur.” (83/14) sırrı zuhur edecek, kalp duymaz ve duygulanmaz hale gelecektir. Günahlar kalbi kararttıktan sonra bir insanda, islâmi aşk ve heyecan bulunması mümkün değildir.
Demek oluyor ki, fuhşun önünü almak için iki çare ve vazife vardır. Bunlardan birincisi: Ferdin kendisine düşmektedir ki, o da evlenmek, oruç tutmak veya başka dinamikleri kullanmak suretiyle fuhşa düşmekten korunmaktır. İkinci çare ise, bütün bir millete ve devlete düşmektedir. O da cemiyeti fuhşa teşvik eden her türlü beşinci kol faaliyetlerini durdurmak ve kurutmaktır. Beşinci kol faaliyeti ki, bir milletin yıkılışına tesir eden en şer bir karanlık güçtür. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de bilhassa bu karanlık güce dikkati çekmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Müminler arasında fuhşun yayılmasını arzu edenlere, işte onlara dünya ve ahirette can yakıcı azab vardır. Allah bilir, siz ise bilmezsiniz” . (Nur, 24/19)
Usulüne uygun olarak bu karanlık güçlerle mücadele etmek mecburiyetindeyiz. Unutmayalım ki, hem kendimizin hem de milletimizin kurtuluşu buna bağlıdır
.
Boş kaldığımız zaman şeytan çok çeşitli şüphe, tereddüd ve sıkıntılarla hücum ediyor
BOŞ KALDIĞIMIZ ZAMAN ŞEYTAN ÇOK ÇEŞİTLİ ŞÜPHE,
TEREDDÜT VE SIKINTILARLA HÜCUM EDIYOR. İRADEMİZ HİSLERİMİZİN ELİNDE OYUNCAK OLUYOR. VE BU GİBİ DURUMLARDA MASİYETE KARŞI SABRIMIZ AZALIYOR, TAVSİYELERİNİZ?
Evvelâ, şeytanın, saptırıcı fitne ve vesveselerine, fena şeyleri tezyînine karşı, namaz -niyazla yüzümüzü yerlere sürerek, secde ile gururumuzun hortumunu bükerek, “Akrebu ma yekunul abdu min Rabbihi fehüve sâcid” “Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde halidir” gerçeğiyle başımızı yere koyup, “Allahümme euzu bike mink” “Allahım Senden Sana; azamet, celâl ve ceberutiyetinden Rahmet ve Rahmâniyetine sığınırım” demeli ve Rabbimizin himayesine girmeliyiz.
“Boş kaldığımız zaman şeytan bize musallat oluyor” ifadesi tam gerçeği anlatıyor. Gerçekten şeytan, daha ziyade âtıl insanlara hücum eder hiç bir iş yapmayan, din adına aktif olmayan ve din adına yer yer dolup boşalmasını bilmeyen kimselerle uğraşır. Öyleyse biz de bu noktadan hareketle, ataletten kurtulma ve aktif olma yollarını araştırarak işe başlamalıyız.
Madem şeytan, daha ziyade ataletimizden istifade ediyor, boş durduğumuz zamanlarda içimize uygun olmayan kuruntular atıp, fena şeyleri düşündürerek bizleri fena şeyler yapmaya zorluyor; öyle ise biz de lâhuti bir meşgaleyle sürekli onun kurcalayıp durduğu boşlukları doldurarak ona karşı koymalıyız; yani ister düşünce, ister fiille, tepeden tırnağa dolmak ve ona, içimizde el atacağı bir yer bırakmamalıyız.
Afâkî ve enfüsî tefekkürle, sürekli Rabbiyle irtibatını yenileyip duran bir insana, şeytan yol bulup vesvese veremez.
Rabıta-ı mevtle iki büklüm bir insanı da şeytan kendine ait oyunlarla dize getiremez.
Gece, gündüz Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın dörtbir yanda bayraklaşıp şehbâl açması uğruna çırpınıp duran bir dava adamını da şeytan kendine ram edemez.
Bütün his ve duyguları, yakîni imanla itmînana kavuşmuş bir insanın, İlâhî vâridat kaynağı gönlüne de şeytanın uğursuz eli uzanamaz.
Hasılı biz, Rabbimizle irtibat içinde olursak, O da bizi, bizim ve O’nun düşmanı olan şeytana terketmeyecektir. Evet, hiç mümkün müdür ki biz vefalı davranıp O’nun dinine omuz verelim de, (Haşa) Cenab-ı Hak bize karşı vefalı davranmasın?.. O vefalıların en vefalısı olduğuna göre, elbette bizi arzularımızla başbaşa bırakmayacak ve çürümeye terketmeyecektir. Evet O, kitabında: “Evfu bi ahdi ûfi bi ahdiküm.” (Bakara, 2/40) “Siz, sözünüzü tutun Bana karşı vefalı olun ki Ben de size vefalı olayım” diyor. O halde biz, Allah’ın dinine yardım edip dururken hiç Allah bize şeytanı musallat eder mi? Hayır ve asla! Aksine O, böyle bir durumda en azından bir âyetini lisanımızda temessül ettirecek, bizi kendimize getirecek ve o şeytanî girdaptan uzaklaşdıracaktır. Tıpkı, Allah Resulü’nün bir kısım güzide ashabını uzaklaştırdığı gibi. Evet, onların da, insan olarak bakışlarının bulandığı, başlarının döndüğü anlar olmuştur ama, hemen Rabbin bürhanı karşılarına çıkmış ve nazarlarını meâliye ve uhrevîliklere çevirmiştir. Hak dâvâsında samimi olarak gönül veren herkes hayatına az dikkat etse görecektir ki, irâdesini kötüye kullandığı veya bilmeyerek bir uçurumun kenarına süreklendiği nice zamanlar olmuştur ki, bir inâyet eli uzanıp onu tutmuş, desteklemiş ve düşmesine imkân vermemiştir. Evet herbirerlerimiz, Cenab-ı Hakk’a karşı sadâkat ve vefamız ölçüsünde mutlaka O’nun desteğini görmüş ve “İn tensurullahe yensurküm” sırrını irademizin nasiye ve çehresine yazıldığını müşâhede etmişizdir.
Bizim irâdemizin çerçevesi yok denecek kadar dardır. Buna rağmen, O bizim bu irâdemizi şart-ı âdi yapmış ve şeytana ait bütün iğfalleri ters-yüz etmiştir.
Evet, şeytan ve nefsin içimize attığı şeylerin ta baştan önünü kesersek, bir ölçüde onların muharebe zeminine hakim olmuş oluruz. Çeşitli zamanlarda, sizi ciddi bir baskı altında tutup, artık altından kalkamayacağınız hale gelen hayalleriniz; bazen de bir an altında kalsanız da hemen sıyrılıp uzaklaşabileceğiniz hayallerinizi bir düşünüp, muhakeme edin; zannediyorum dediklerime hak vereceksiniz. Çünkü öyle yerler, öyle durumlar vardır ki, orada kendi kalbimizin hayatiyet ve canlılığı bizi canlı ve diri tutmaya yetmeyebilir. Bir de çehresi hakikat gamzeden ve iradesinde Allah’ın iradesi çağlayan öyle kimseler vardır ki, onların yanına gittiğimiz zaman sanki Nebi ile diz dize oturmuş gibi kuvvet kazanırız. Onların söz ve sohbetleri bir iksir olur; içimizde buz bağlamaya başlamış kötü duygu ve düşünceleri bir anda eritir. Bazen de biz, kendimiz aynı hal ve havaya mazhar oluruz. Bu defa da bir başkası bizim atmosferimize sığınır, bize dayanır ve varlığını sürdürmeye çalışır. Allah insanı topluluk içinde yaşayacak bir fıtrat üzere yaratmış ve sonra da onu toplumun içine salmıştır. İnsan, maddi-mânevî dünyasını ancak ve ancak kendi gibi bir toplumun içinde yaşayabilir. Bu noktada bize düşen vazife iyi arkadaşlardan uzak kalmamaktadır. Çünkü iyi arkadaş, her zaman nasihatlarıyla yüreğimizi hoplatıp içimizde aşk ve heyecan uyandırabilir. Böyle bir arkadaşlığı, çarşıda-pazarda gezerken ve uzun yola çıkarken hep devam ettirmek lazımdır. İnşaallah, bu şekildeki bir arkadaşlık fanusu, serası içimize şeytanların girmesine fırsat vermeyecektir.
Bir diğer husus da, mümkün mertebe, kalbleri inceltecek nasihatlara kulak verilmelidir. Evet, dinleyince ahiretle bütünleşeceğimiz ve öteler arzusuyla coşup heyecanlanacağımız nasihatlar çok önemlidir.. ve bu ma’nâdaki nasihat aynen dindir. Seleflerimiz vâz-u nasihat ederken, cami aşkla, heyecanla dolardı. Koca Fahruddun-i Râzi, felsefe kitaplarını devirmiş bir insandı ama, kürsüye çıktığında hıçkırıklarından ne dediğini adetâ kimse anlayamazdı. Biz bu türlü nâsihleri, dinlemeden mahrum, bu itibarla da bir bakıma talihsiz bir cemaat sayılırız.
Oysa ki insan aynı zamanda, yüreği hoplamaya, gözü yaşarmaya muhtaç bir varlıktır. Evet, insan iç alemi itibariyle hergün birkaç defa incelmeye, incelip kendi içinde derinleşmeye ihtiyacı olan bir yaratıktır. Ağlamak da o ihtiyaçlardan biridir. Kur’an “Onlar ağlar ve yüzüstü kendilerini secdeye atarlar.” diyerek hep iç inceliğinden, yaşaran gözden, rikkatli kalpten bahsediyor.
Binaenaleyh, mümkünse, hergün Sahâbî, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn Efendilerimize ait, evet, gerçekten İslâmi hayatı yaşamış o insanlardan bir kısım sayfalar mütalaa ederek, hayatımızı onlarla renklendirmeli ve çarşıya, pazara öyle çıkmalıyız. Bu sayede, hem zaman zaman gönül dünyamız düzelecek hem de gerçek gönül insanları olan sahabe, tabiin ve tebe-i tabiinle kendimizi mukayese etme fırsatını bulacağız: “Onlar da müslümandı, biz de müslümanız; onlar nasıl öyle olmuştu, biz neden böyleyiz?” gibi mülâhaza ve murakabelerle yenilenebileceğimizi tahmin ediyorum; hiç olmazsa haftada bir kaç defa bu şekilde bir incelme ve kalplerin yumuşaması, -inşaallah- içimizde yer yer mevcudiyetini hissettiğimiz pasları izale edip giderecektir. Biz de bu sayede kalbimize akseden İlâhî tecellileri, bütün aydınlığıyla duyacak ve şeytanın vesveselerinin dışında, uzağında kalabileceğiz. Bu durum ba’zen bir şahsı dinleme, bazan Kur’an okuma, bazen de tefsirleri karıştırma şeklinde olabilir... Yenilenme şeklinde sınır yok ama, bizim buna en az hava, su ve ekmek kadar ihtiyacımız var.
Evet, yüreğimizi hoplatacak bir insanı dinlemek, onunla diz dize gelmek, “Bize nasihat et” demek; kalbimizde, Efendimiz (a.s.m.) ve sadık dostlarını bir kere daha duymak, bizi ayakta tutacak dinamiklerdendir. Sakın sakın, ülfet ve ünsiyet hastalığı ile: “Ben bunu biliyorum, bir kere daha, okusam ne olur okumasam ne olur.” demeyelim! “Dinlesem ne olur, dinlemesem ne olur” demek bir gaflet, bir aldanmışlıktır. İhtiyacın tekerrür etmesiyle, yemenin içmenin tekerrür etmesi gibi, mânevî hayatımızın, kalb, vicdan ve sair duygularımızın da bu türlü şeylerle, beslenmeye ihtiyacı vardır.
İşte bütün bunları düşünerek her zaman kendimizi, bir rehberin kucağına atmalı ve onun bütün fenalıkları eriten kudsî atmosferi içine girerek, kendimizi yenileme yollarını araştırmalıyız. Bu, bazan okuma, bazan tefekkür ve bazan da ölümü düşünme ile olabilir. Bunları yapabildiğimiz ölçüde de insî ve cinnî şeytanlardan korunmuş olacağız. Her zaman dua ve niyazımız, Cenab-ı Hakk’ın bizleri nefis ve şeytanın şerrinden koruyup muhafaza etmesi istikametinde olmalıdır.. olmalıdır ki, hayatımızı hep inayet seralarında sürdürebilelim.
.
İmama itaatin hükmü nedir?
İMAMA İTAATIN HÜKMÜ NEDİR? KUR’ÂN, ULÜ’L-EMRE İTAAT EDİN, BUYURUYOR.
Evet, Kur’an Ulu’l Emre itaatı emrediyor: “Ey iman edenler! Allah’a, Rasûlü’ne ve sizden olan buyruk sahiplerine itaat edin.” (Nisa, 4/59) diyor. Yani, “Ey iman edenler, Allah’a itaat ve inkıyad dairesi içine girin. O’na karşı başkaldırıp serkeşlik etmeyin. Allah’ın Rasûlü’ne -harf-i tarifle anlatılan o belli Rasûle- de itaat edin.” (Biz, diğer peygam-berleri de sever ve kabulleniriz. Zira biz, onlara itaat ve sevgiyi, o belli Rasûl ile öğrendik. Peygamberlerin kadr-u kıymetini, O’nun elimize uzattığı ölçü ile ölçüp anladık. Mesih, O’nun nûrlu beyanı içinde, bizim gözümüzün önünde büyük bir peygamber olarak abideleşti, yoksa O, teslisle karartılmış ve kilisede, evet o karanlık zeminde tamamen tanınmaz hale gelmişti. Hz. Mesih’ten Hz. Adem’e kadar bütün peygamberleri O’nun sayesinde tanıdık. Öyleyse, diğerlerini tanımak istiyorsanız, evvela o belli Rasûl’ü tanıyınız, O’na itaat ve inkiyad ediniz!. Ve yine O’nun aydınlık ikliminde ışıktan birer yumak haline geliniz. İşte o zamanı herşey aydınlığa kavuşacaktır.
“Medyun O’na cemiyyeti, medyûn O’ne ferdi;
Medyundur O masuma bütün bir beşeriyyet.
Ya Rab! Mahşerde bizi bu ikrar ile haşret!”
“Ve uli’l emri minküm” Yani “Rasul’ün aydınlık yolunda, O’nun yürüdüğü şehrahı bulmuş, sizden olan emir sahiplerine de itaat ediniz.” Üç-beş kişiyi idare edenden, binlercesini, milyonlarcasını idare edenlere kadar, Allah’ın gös-terdiği, Rasûl’ün elindeki meşalenin aydınlattığı yolda yürüyen ve o yoldan ayrılmamaya azimli, kararlı olan bütün önderlere, bütün liderlere tabi olunuz! Yerinde ve belli ölçüler içinde. Öbürlerinin de sözü dinlense, onlara da başkaldırılmasa hatta bir ölçüde müdârat ve mümâşat yapılsa bile; mutlak itaat edileceklerin peygamber çizgisinde olmaları şarttır.
Âyet, birbirine bağlı, Allah’a, Rasûl’e ve ulu’l emre olmak üzere üç itaattan bahsediyor. Peygamber, bütün büyüklüğünü, ihtişam ve celadetini, Allah’ın elçisi olmada kazanmıştır. O bir insandır, fakat bizim Allah’a ulaşmamız yolunda, gaye çapında bir vesiledir. Biz de bu vesileye tutunmuş gidiyoruz. Efendimizin elinde bulunan vesile öyle bir iptir ki, biz o ipe tutunduğumuz zaman Allah’a ulaşırız. Zira bu ipin öbür ucu Allah’ın elindedir. Efendimiz (a.s.m.) Kur’an’ı anlatırken öyle buyuruyor: “Kur’an öyle bir iptir ki bir ucu Allah’ın elindedir, kim ona tutunursa, Allah‘a yükselir.” İşte, Nebi Cenab-ı Hakk’ın emirleriyle ve bizim Allah’a karşı vazifelerimizle böyle içli dışlı olmuş ve böyle bütünleşmiştir. Nebi, Allah değildir. Hıristiyanların Hz.Mesih için dedikleri gibi, Allah’ın tahtının bir yanına oturmuş da değildir. Fakat yeryüzünde O, “Bir Mir’at-ı mücella dır ki, O’nda Allah görünür daim.”
Zatıma mir’at edindim zatını,
Bile yazdım adım ile adını.
diyen Süleyman Çelebi’nin ifadesi içinde, O’na bakmadan Allah’ı görmek imkansızdır.
Şimdi, bu yol buraya kadar aydın olduğu gibi O’ndan sonra da aydın olarak devam edecektir. “Ve uli’l emri minküm” Rasul nasıl Allah hesabına hükmeder, karar verir ve itaat ister, aynen öyle de “Ulu’l emr” dediğimiz kimseler de evvelâ, Rasulullah’ın yolunda olacak, O’nu dinleyecek, O’na itaat edeceklerdir.. İşte Sıddık-ı Ekber Ebu Bekir, işte Faruk-u Âzam Ömer, işte Zinnureyn Osman, işte Haydar-i Kerrar, Şah-ı merdan Hz.Ali (r.anhüm). Bunlar, bir göz açıp kapayacak kadar dahi Efendimiz (a.s.m.)’e muhalefet etmemişlerdir. Muhalefettense, yerin dibine girmeyi yeğlemişlerdir. Sonra da mü’minler bu türlü emirlere itaat ve inkıyad edeceklerdir. Aksine çok büyük hizmetler yapsalar da Allah Rasulü’ne muhalefetleri nisbetinde inkıyad edilme hakkını kaybederler. Onun için emir olma mutlaka itaatı gerektirmez. Emir, emirliğinin yanında eğer Rasulullah’a sımsıkı bağlı ise ona da itaat edilir. Hem de ibadet neşvesi içinde. Şimdi eğer mü’minler, yukarıdaki ölçülere uygun hareket etmiyorlarsa, bildikleri şer’î maslahatlar, ve mecbur oldukları zaruretler vardır. Dine hizmet, ve “i’lâ-i kelimetullah” sulholmayı, inkıyadı ve müsbet hareket etmeyi emrediyorsa, bütün dünya toplansa, onlara menfî hareketin en küçüğünü dahi yaptırtamaz.
İkincisi; itaat dairesi, çok geniş ve mütedahildir. Efendimiz (s.a.v.) buyururlar ki: “Eğer bir yerde üç kişi bulunursa, bir tanesi onlara emîr olsun.” Üç kişinin birisi emîr olacak ve diğer iki kişi onu dinleyip ona itaat edecekdir. Bir yolculuğa çıkarken, içlerinden biri emîr seçilecek; oturma-kalkma, yatma-oturma, kalma-gitme, hareket etme veya durma, hepsi ona sorulacaktır. İşte, itaat dairesi ta buradan başlar!
Namaz bize itaatı talim eder. Çünkü imam, “yat” der yatarız, “kalk” der kalkarız. Böylece bir askerin talim ve terbiye ile disipline edilişi gibi, namaz da temel hedefinin yanında bizi disipline eder. Esasen cemaatle namaz kılarken de söz dinlemeye alışırız.
Bilhassa yüce bir davaya gönül vermiş olan mü’minler, müslümanlığı alakadar eden mevzularda, kat’iyyen kendi başlarına hareket edemezler. Görüşürler, konuşurlar, meşveret ederler; gerekirse, meşveret söz kesen birine götürülür, iş onun tesbitiyle bağlanır ve ondan sonra ortaya konan her ne ise, herkes o hususda itaat ve inkıyad eder. Hadd-i zatında, meşveretle hareket eden bir ulu’l emrin arkasındaki mü’minler onu kabullenme içinde Hakk’a itaat etmiş olurlar.
Evet, Hakk’ın hatırı için, Efendimiz’in beyanıyla “saçları kıvırcık, üzüm gibi siyahi bir köle dahi olsa, dinleyin ve itaat edin.” “İsmeû ve etîû velev üstü’mile aleyküm abdün habeşiyyün keenne re’sehû zebîbetün”le anlatılan kimselere dahî itaat edeceğiz. Tarihi gelenekleri itibariyle Kureyşli bir efendi için, siyahi bir köleye itaat mümkün değildi. Ama Efendimiz bütün cahiliye adetlerini ortadan kaldırmak için gelmişti. Ve O’nun bu ifadeleri aynı zamanda; “İmam mutlaka Kureyş’den mi olacak, yoksa Habeşli bir köle de imam olabilir mi?” meselesine de beraberinde getirmişti. Demek ki Habeşli bir köle imam olabilecekti...
Hülâsa, mü’minler, iman ve Kur’an hizmeti adına yapacakları her meseleyi meşveret edecek, neticede meseleyi bir hükme bağlayacaklar ve bir söz kesen de bu hükmü noktalayacaktır. Bundan sonra ise artık itaat ve inkıyad faslı başlar. Aksi takdirde herkes kendi kafasına göre hareket ederse, ondan anarşi doğar. Kalbler bir noktada ittihad ve ittifak edemediğinden dolayı da Cenab-ı Hak, cemaate lûtfedeceği şeylerden onları mahrum bırakır. Ferd hususi meziyet ve fazîletleriyle belli şeylere taliptir ve Allah onları verir. Ama cemaate Allah’ın vereceği bazı şeyler vardır ki, onlar ancak cemaat halinde istendiği zaman verilir. İnsanlar şayet cemaat yapısını bozmuş ve parçalamışlarsa, teker teker ve münferit hareket ediyorlarsa, Allah’ın, cemaata terettüp eden lütûflarından mahrum kalırlar. Bir istiska duası, bir hüsuf ve küsuf namazı, bir bayram namazı, bir Arafat’ta toplanma vazifesi.. evet bütün bunlar, cemaatle yapılır, cemaatle eda edilir. Zaten bu mükellefiyetler de müslümanların cemaat olma seviyesine ulaşmalarından sonra bahismevzuu olmuştur.
Namaz Mekke’de farz kılınmış olmasına rağmen, Cuma namazı Medine’de farz kılınmıştır. Zira Mekke’de henüz bir cemaat teşekkül etmiş değildi. Ne zaman ki mü’minler hicretle cemaatleşti, işte o zaman Cuma namazının farziyeti söz konusu edildi.
Halbuki Medine’de bu merhale daha önce katedilmişti. Gerçi Cuma farz değildi; ama Es’ad b. Zürare, cuma günleri, Medine müslümanlarını toplar ve onlara cuma namazı kıldırırdı. Çünki Medine cemaatleşme adına, o gün için Mekke’den daha müsaitti.
Belki de kader, Es’ad b. Zürare, Allah Rasulü’nün arkasında cuma namazı kılamayacak diye onu bu nasipten mahrum bırakmak istememiştir! Zira Allah Rasûlü’nün şeref kudüm buyurduğu dakikalarda, Esad b. Zürare ebedî yolculuğa çıkmış bulunuyordu. Seniye-i Veda’da söylenen türküleri o, berzahtan dinleyecekti. Bera b. Azib (r.a.) ne zaman Esad b. Zürare’yi hatırlasa ağlardı. Niçin ağladığı sorulunca da bunları anlatırdı.
İtaat, cemaat olmaya has bir hal ve keyfiyettir. İnsanlar cemaat halinde hareket etmeye başladıkları andan itibaren büyük veya küçük her dairede itaat ve inkıyad da önem kazanmıştır.
Bir mü’min, itaatın ne demek olduğunu bilmeli ve mutlaka etmelidir. Efendimiz, kemal-i hassasiyetle bu iş üzerinde durmuş ve bu duygunun gelişmesi için lazım gelen her şeyi yapmıştır. Biz bu mevzuda sadece bir-iki misal arzedeceğiz.
Ammar b. Yasir ve Halid İbn-i Velid beraberce bir birlikte bulunuyorlardı. Bunların aralarında bir huzursuzluk çıktı. Halid, Ammar’a biraz sert konuştu. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.) ikisinin de hakkını verdi: (Ammar Sabikûn-u evvelinden yani ilk müslüman olanlardandı. Fakat Halid de o birliğin başında kumandandı.) Ammar’a “Kumandanınıza itaat edeceksiniz.” dedi. Fakat beri taraftan da Halid’e: “Sakın sakın Ashabıma ilişmeyin” dedi. Çünkü o daha önce iman etmişti.
Allah Rasûlü bir seriyye gönderiyordu. Onlara, kumandanlarına itaat etmelerini emretmişti. Daha sonra yolda seriyye kumandanı, arkadaşlarında hissettiği bir şeyden ötürü, hemen bir ateş yaktırıp, onlara kendilerini ateşe atmalarını emretti. Orada bulunanların bir kısmı “Hemen kendimizi atalım; zira Allah Rasûlü mutlak itaatı emretti” dediler. Diğer kısmı ise, “Biz ateşten kurtulmak için müslüman olduk. Gidip Rasûl-i Ekrem’e (a.s.m.) soralım. Eğer bu hususda da kumandana itaat edilecekse o zaman kendimizi ateşe atalım” karşılığını verdiler. Medine’ye dönüldüğünde durum Allah Rasûlü’ne intikal ettirildi. Efendimiz: “Eğer kendinizi ateşe atsaydınız, ebediyyen ondan çıkamazdınız” buyurdu. Yani Cehenneme giderdiniz. Allah’a isyanda mahluka itaat olmaz. Demek ki, Allah’la isyanın dışında herşeyde Emîre itaat edilecek..!
İtaat anlayışını kuvvetlendirmek için, Efendimiz (a.s.m.), Hudeybiye’den sonra, Mu’te’ye gönderdiği ordunun başına azadlı kölesi ve evlatlığı Zeyd İbn-i Hârise’yi kumandan tayin etti. Oysa ki, ordunun içinde Cafer İbn-i Ebu Talib vardı. Cafer çok büyük bir insandı. O, yaptığı işler itibariyle eşsizdir ve ona hayranlık duymamak mümkün değildir. O, Hz.Ali Efendimiz’den tam 8 yaş büyüktü. Müslümanlığı önceden tanıyanlardandı. Habeşistan’a hicret etmiş ve orada Necaşi’nin karşısında Kur’an okumuş, konuşmuş ve ona te’sir etmişti.
Zaten nâfiz’ül kelâmdı, tesirli konuşurdu. Şimdi de kılıcını kullanma zamanı gelmişti. Doğrusu o, bu mevzuda da hatırı sayılırdı. Ama Efendimiz, bütün bu meziyetlerine rağmen Cafer’in başına Zeyd İbn-i Hârise’yi kumandan tayin etmişti. Mute’de düşman ordusunu hesap eden mağazi yazarları, üçyüzbin kişi olduklarını söylüyorlar. O kadar olmasa bile, zannediyorum yüzbin olduğunda şüphe yoktu. Bu yüzbinlik ordunun karşısında da sadece üçbin müslüman vardı. Bir insanın kaç kişiyle dövüştüğünü lütfen bir düşünün. İşte Cafer’i adım adım takip edenler derler ki, başına, gözüne, kulağına inen her kılıç darbesi, ağaç buduyor gibi onu budarken, bir an olsun yüzünü düşmandan çevirmedi. Bu manzarayı mânevî bir ekranda seyrediyor gibi seyreden Efendimiz, Medine Mescidinde oturmuş ve olanları teferruatıyla Ashabına anlatıyordu. Bir ara, Cafer’i cennette gördüğünü, diğerlerinin boynunda birer tasma olduğu halde, onun kayıtsız, dümdüz yürüyüp gittiğini haber verdi ve tablonun diğer yüzündeki durumu da şöyle izah etti: Diğer komutanlar sıkışdıklarında, başlarını hafif sağa-sola çevirdiler. Cafer işte, yaşama endişesine hiç düşmeden dosdoğru yürüyüp gitti... İşte Cafer buydu. Ama yine de ordunun başında Cafer değil de Zeyd İbn-i Hârise vardı. Bu azatlı köleye herkes itaat etti ve dinledi. Hatta bir aralık, “Bu kadar düşman karşımıza çıkınca Efendimiz’e haber versek de sonra yapacağımızı yapsak” diyenler oldu. O zaman Zeyd İbn-i Hârise öne atıldı ve dinleyip, itaat etmelerini söyledi ve “ne olursa olsun Efendimiz bize geri gelin diye birşey söylemedi. Öyleyse dayanacak ve burada hepimiz şehid olacağız!” dedi. Mute’de üç kumandan şehid olmuştu. Ondan sonradır ki, Halid zuhûr etti. Âdeta o ana kadar akan kanlar Halid’i yiyip bitiriyordu. Şimdi artık O konuşacaktı. Müslümanların ilelebed iftihar edecekleri Halid bin Velid’in müslümanlığı kabullenmesinin üzerinden henüz bir kaç ay geçmemişdi ki, kendini bu çetinlerden çetin muharebenin ortasında buldu. Buldu ve savaşa iştirak için adetâ yanıp tutuşuyordu. Bazı meğazi yazarlarına göre, Efendimiz önce Halid’in savaşa iştirakını istememiş, fakat, sonra bu düşüncesinden vazgeçip izin vermişti. Şimdi soralım acaba Halid, Kur’an’dan 60 gün içinde ne öğrenmişti? Efendimiz’i ne kadar tanımıştı? Tanımıştı ki, içtimaî mevkiine rağmen, kendinden evvelki zatların emrine girip çalışmış ve bilmeyerek kaderin kendi hakkındaki hükmünü beklemişti. Birinci kumandan şehid olduktan sonra sıra ile Cafer İbn-i Ebu Talib ve dili kadar kılıcı da keskin Abdullah İbn-i Revaha da şehid düşmüş ve peşipeşine cereyan eden hadiseler adetâ, şanlı bir geleceğe namzet olan büyük kumandanın ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştı.
Şimdi bir de meseleye cemaat ruhu ve itaat açısından bakalım: Efendimiz (a.s.m.) bir azatlı köleye itaat ve inkıyadı, onu kumandan nasbederek öğretmiş oluyordu. Tabii böyle bir operasyonu günümüzün şartlarına görede değerlendirmemek icab eder. Zira o gün, köle hayvan muamelesi görüyor, efendileriyle beraber oturup yemek yiyemiyor, üçüncü sınıf bir insan olarak kabul ediliyordu. İşte Efendimiz (a.s.m.) öyle birisini, onların başına getirdi; “itaat ve inkıyad edin” buyurdu. Bu mevzuda Efendimiz (a.s.m.), o kadar ısrarlıydı ki, vefat etmeden bir kaç gün evvel babasının intikamını almak ve düşmanlara ders vermek üzere, Bizans’a teşkil buyurdukları bir ordunun başına, 20 yaşını henüz doldurmuş, Üsame İbn-i Zeyd İbn-i Hârise’yi kumandan tayin etmişti. Halbuki bu orduda Ebu Bekirler, Ömerler birer nefer olarak bulunuyordu. Bununla da Efendimiz, yine bir cahiliye düşüncesini yıkmak; itaat ve inkıyad ruhunu oturtmak istiyordu. Çünkü Üsame, bir kölenin evladı ve fakirlerden fakir bir insan idi. Efendimiz (a.s.m.) de işte böyle fakir, genç ve bir köleden doğma birisine itaat ettirmek suretiyle, itaatin ne demek olduğuna dikkat çekiyordu. Allah Rasulü, bütün hayatı seniyeleri boyunca itaat ve inkıyada çok ehemmiyet vermişti...
Yeniden onun düşünce dünyasında hizmet-i imaniye ve İslâmiye ile gerilen ve yeni bir diriliş hazırlayan günümüzün kudsileri, evet bu güzideler kadrosu da -inşallah- aynı şuurla meseleye sahip çıkarlar. Aksi taktirde her türlü perişanlık, dağınıklık, itaatsızlık, müslümanları uzun zaman tünelde iki büklüm yürümeye mecbur ve mahkum edecektir.
Halbuki, insanımızın uzun süre beklemeye tahammül ve gücü yoktur. Kudsiler doğrulmak ve bu tüneli en kısa zamanda geçmek zorundadırlar. Ta ki, itaat ve inkıyatları bereketiyle, canı dudağına gelmiş insanların gönüllerine biraz ümit üflemiş olsunlar!
.
“DİNDE ZORLAMA YOKTUR” ÂYETİNİ İZAH EDER MİSİNİZ?
Dinin ruhunda ve özünde zorlama yoktur. Çünkü zorlama dinin ruhuna zıttır. İslâm irade ve ihtiyarı esas alır ve bütün muâmelelerini bu esas üzerine kurar. İkrah ile yapılan bütün amel ve fiiller ister inanç, ister ibâdet ve isterse muamele açısından kat’iyyen makbul ve muteber kabul edilemez. Zaten böyle bir durum, “ameller niyetlere göredir” prensibine de uygun düşmez.
Din, kendi mes’eleleri için ikrahı caiz görmediği gibi başkalarının İslâm’a girmelerini de ikrah esasına dayandırmayı hoş karşılamaz. O, muhatabını tamamen serbest bırakır. Meselâ zımmîler cizye ve haracı kabul ettikten sonra, İslâm dini onların hayatlarını garanti eder. Evet, İslâm’da musamaha ufku bu derece geniştir.
Zaten din, zorla kabul edilebilecek veya zorla kabul ettirilebilecek bir sistem değildir. O’nda herşeyden önce îmân esastır. Îmân ise, tamamen vicdanî ve kalbe ait bir mes’eledir. Hiçbir ikrah teşebbüsü kalb ve vicdana tesir edemez. Dolayısıyla insan ancak içinden geliyorsa ve gönlü imana yatkınsa îmân edebilir. Bu ma’nâda da dinde zorlama yoktur.
Hz. Adem’den günümüze kadar, din hiç kimseyi dehâlete zorlamamıştır. Bu mevzûda zorlama daima küfür cephesinin ahlâkı olmuştur. Onlar insanları dinlerinden çıkarmak için zorlamışlardır; fakat hiçbir mü’min bir kâfiri zorla müslüman yapmaya çalışmamıştır.
Burada akla, şöyle bir soru daha gelebilir. Kur’ân-ı Kerim’de kıtâl ve cihadın farziyetiyle alâkalı birçok âyet mevcuttur. Peki bunlar bir ma’nâda zorlama değil midir?
Hayır, değildir. Çünkü, cihad, karşı cepheye ait zorlamayı bertaraf içindir. Böylece insanlar, İslâm’ın değişmeyen bir kâidesiyle girdikleri İslâm dinine kendi arzu ve iradeleriyle gireceklerdir. İşte İslâm’ın farz kıldığı cihadla, böyle bir anlayışa zemin hazırlanmış olacaktır. İrade hürriyeti, İslâm’ın cihad emriyle yerleşmiştir.
Bu meseleyi bir başka açıdan da şöyle bir değerlendirmeye tâbi tutabiliriz:
Bu âyetin hükmü belli devrelere aittir. Belki her kemal ve zeval fâsılalarının da birbirini takibinde bu devreler yine bulunacaktır; ama, hüküm sadece o devreye münhasır kalacaktır. Nitekim Kâfirûn sûresinde bildirilen “Sizin dininiz size, benim dinim de bana” hükmü de aynı şekilde belli bir devreye mahsustur.
Bu devre ve bu dönem, meseleleri çözme ve anlatma dönemidir. Mes’eleler sözle anlatılacak ve kabulde muhatap kat’iyyen zorlanmayacaktır. Ve yine bu dönem, başkalarının dalâlet ve sapıklığıyla ilgilenmeme, onları tahrik etmeme ve kendi hidayetini muhafaza ile ferdî hayatında dini tatbik etme dönemidir.Bu dönem ve devrelere ait hükümler ise, bütün zaman dilimlerine şamil değildir; tabiî bu ma’nâda şamil değildir. Yoksa bu hüküm artık hiçbir zaman tatbik edilmeyecek demek yanlış olur. İslâm’ın her devresinde böyle bir zaman parçası -realite olarak- yaşanmıştır ve günümüzde de yaşanmaktadır.
Ancak aynı âyetin bütün zaman dilimlerini kuşatan bir hükmü daha vardır ki, bu hüküm her zaman ve zeminde geçerliliğini devam ettirecektir. O da İslâm diyarındaki azınlıklara ait hükümlerdir ki, hiç kimse İslâm dinine girme mevzuunda zorlanmayacaktır. Herkes kendi dinî inancında serbest olacaktır.
Tarihe bir göz attığımızda açıkça görürüz ki, bizim aramızda daima Yahudi ve Hristiyanlar bulunmuştur. Batılıların bu mevzûdaki itiraflarına göre, Hristiyan ve Yahudiler kendi devletlerinde bile, bizim içimizde yaşadıkları kadar aziz yaşayamamışlardır. Onlar zimmetimizi kabul ederek cizye ve haraç ödemişler; müslümanlar da onları teminat altına alıp korumuşlardır. Fakat hiç bir zaman onları İslâm dinine girmeye zorlamamışlardır. Düne kadar bunların hususi mektepleri vardı ve kendilerine ait hususiyetlerin hepsini, dinî âyin ve yortularına varıncaya kadar muhafaza ediyorlardı. Bizim en muhteşem devirlerimizde dahi onların yaşadığı muhite girenler, kendilerini Avrupada zannederlerdi. Hürriyetleri bu kadar genişti. Sadece bizi iğfal etmelerine imkân ve fırsat verilmemiştir. Evet, gençlerimizi ve kadınlarımızı saptırmalarına göz yumulmamıştır. Bu da bizim kendi toplumumuzu korumamızın gereğidir.
Bu kabil dinin caydırıcı bazı hükümleri, hiçbir zaman dinde zorlama değildir ve sayılmamalıdır da. Bu gibi hükümler, serbest iradeleriyle dine girenlere aittir ki, onlar da zaten bu hükümleri kabul etmekle İslâm’a girmişlerdir. Meselâ, bir insan, İslâm dininden irtidat ederse ona mürted denir ve verilen süre içinde tevbe etmezse öldürülür. Bu tamamen daha önce yapılmış bir akde muhâlefetin cezasıdır. Ve tamamen sistemin muhafazasıyla alâkalıdır. Devlet, belli bir sistemle idare edilir. Her ferdin hevesi esas alınacak olursa devlet idaresinden söz etmek mümkün olmaz. O’nun içindir ki bütün müslümanların hukukunu muhafaza bakımından, İslâm, mürtede hayat hakkı tanımamıştır.
Ayrıca İslâm dinine giren insanlar bazı şeyleri yapmakla bazılarını da yapmamakla mükellef kılınırlar. Bunun da zorlama ile bir alâkası yoktur. Nasıl ki, namaza duran bâliğ bir insan namaz içinde, sesli olarak gülecek olsa ceza olarak hem namazı hem de abdesti bozulur. Ve yine ihramlı bir insan, üzerindeki haşeratı öldürse veya dikişli bir elbise giyse çeşitli cezalara çarpıtırılır. Halbuki aynı insan namazın dışında gülse veya ihramsız bir zamanda bunları işlese hiçbir cezası yoktur. Aynen bunun gibi, İslâm, dine girme mevzuunda kimseyi zorlamamakla birlikte, kendi iradesiyle dehâlet edeni de başıboş bırakacak değildir. Elbette onun kendine göre emir ve nehiyleri olacak ve müntesiplerinden, bunlara uygun hareket etmelerini isteyecektir. Bu cümleden olarak, namazı, orucu, zekatı ve haccı emredecek; içki, kumar, zina ve hırsızlığı da yasaklayacaktır. Bu yasakları ihlal edenlere de suçlarının cinsine göre ceza verecektir ki, bütün bunların zorlama ve ikrahla hiçbir alakası yoktur.
Esasen biraz düşünüldüğünde, bu türlü caydırıcı tedbirlerin de, insanların yararına olduğu idrak edilecektir. Çünkü ferd ve cemiyet böyle müeyyidelerle, dünya ve ukbalarını korumuş olacaklardır. İşte bu ma’nâda dinde bir zorlama vardır. Bu da insanları zorla Cennet’e koymak istemekle aynı anlamda bir zorlamadır..
.
BİR MÜSLÜMANIN MÜSAMAHA ÖLÇÜSÜ NE OLMALIDIR?
Müsamaha bir müslüman sıfatıdır. Her müslüman bu sıfatla muttasıf olmalıdır. Müsamaha gönülleri yumuşatıcı bir unsurdur; hakikatları kabul ettirme de ancak onunla olur. Mamafih, müsamaha ne kadar güzel bir haslet olursa olsun, ifrata-tefrite düşülmeden dengeli ve belli bir ölçü içinde olmalıdır.
Allah Rasûlü kendi şahsına yapılan her türlü bed muameleye karşı alabildiğine müsamahalı davranırdı. Ancak bir başkasının hakkı veya dinin esaslarına saldırı söz konusu olduğunda, kükremiş arslanlara döner ve o hak yerine gelinceye veya o bela defedilinceye kadar da yerinde duramazdı.
Uhud’da emri dinleme nezaketini tam kavrayamamış ve geçici dahi olsa bir bozguna sebep olmuş sahabiye karşı tek kelime söylememiş ve kat’iyyen sert davranmamıştı.. yakasına sarılıp hak isteyene, tebessümle mukabelede bulunup ve yanındakilere, “buna hakkını verin,” demişti ki; bunlar O’nun müsamaha ikliminin genişliğini isbat etmesi bakımından, ibretle seyredilmesi gereken tablolar arasından sadece bir-iki misâldir. Mekke fethinde ilan ettiği umumî af ise, bugünün insanının henüz hayâl edemeyeceği kadar derin ve baş döndürücüdür. Evet, Allah Rasûlü’nün müsamahası bu kadar geniştir.
İffeti gökteki melekleri dahi gıptaya sevkedecek kadar temiz ve pâk olan anamız.. evet, binlerce yüzbinlerce anayı uğruna feda edeceğimiz ve bastığı toprağı gözümüze sürme diye çekeceğimiz anamız Hz. Aişe’ye, iftira atan ve o muallâ dâmene çamur sıçratanlar arasında, kandırılmış müslümanlar da vardı. Bunlardan biri de Hassan b. Sâbit’ti. Allah Rasûlü’nün bu mübarek şairi nasılsa bir münafık tarafından iğfal edilmiş, kandırılmış ve O da onların sözüne inanarak iftira şebekesinin arasına girmişti. Daha sonra âyet nazil olup da; anamızın iffeti vahiyle tesbit edilince bunlara iftira sopası (Haddi kazif) tatbik edildi. Ve aradan seneler geçti. Hassan b. Sabit iyice yaşlanmış ve gözleri görmez hâle gelmişti. Hz. Aişe validemizin yanında methiye okuyordu. Orada bulunanlar arasında Hz. Aişe’nin yeğeni Urve de vardı. Hâdiseyi bildiği için de Hassan b. Sabit’e karşı içinde gizli bir nefret taşıyor ve teyzesine çıkışıyordu: “Ne diye bu adamı huzuruna kabul edip dinliyorsun?” Ve anamız cevap veriyordu: “Sus Ya Urve! Ben Allah Rasûlü’nün O’na duâda bulunup: “Ya Rabbi O’nu Ruhu’l-Kudüs ile teyid et” dediğini duydum.”
Bu şebekeye girenlerden biri de Mistah’dı. Halbuki Hz. Ebu Bekr O’nun bakım ve görümünü üzerine almış ve o aileye her türlü yardımını aralıksız sürdürüyordu. İftira hâdisesine onun da ismi karışınca, Hz. Ebu Bekr, bir daha asla Mistah’a yardım etmeyeceğini söyledi. Canı iyice yanmıştı. Fakat derhal gökten bir mesaj geldi. Âyet şöyle diyordu: “İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah (c.c.) yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar, ferağat göstersinler. Allah (cc.)’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah (c.c.) Gafur’dur, Rahîm’dir”. (Nur,24/22)
O yeminle Mistah’a bir daha yardım etmeyeceğini söyleyen insan, bu hitap karşısında derhal dediğinden vaz geçiyor; yemin keffaretini ödüyor ve sanki hiçbirşey olmamış gibi Mistah’ı himayeye devam ediyor..
Bunlar, şahsa karşı yapılan en çirkin muamelelere karşı bir mü’minin verdiği müsamaha örnekleridir. Hakikaten çok zor olan böyle bir imtihanı onlar en muvaffak bir şekilde atlatmışlardır. Ve hakkı neşir vazifesini omuzlayan insanlara onlarda nice ibretler ve dersler vardır.
Günümüzün da’vâ adamları da kalblerinin yumuşaklığı ile vicdanlara girip hakikatı anlatacak ve kalbleri fethedeceklerdir. Huşûnet, sertlik ve kabalık hiç bir devirde faydalı olmadığı gibi günümüzde de faydalı olacağı düşünülemez. Müsamahanın sıcak iklimi ise, nice buzdan dağlar eritmiştir. Allah Rasûlü’nü öldürmek için yola çıkan nice düşman, O’nun müsamahası ile hayat bulmuş, İslâm’a girmiş ve Allah Rasûlü’nün en sadık dostu olmuştur. Ömer’i dize getiren Allah Rasûlü’nün bu müsamahası değil midir? Ya Halid’i bitirip tüketen ve gönlündeki karanlıkları gideren bütün bunlar Efendimiz (s.a.v.) in müsamaha dünyasından esip gelen aydınlık tûfanı değil midir?
Zaten Cenab-ı Hakk (cc.) da kendi dinini neşredenlerden bunu talep etmekte ve bunu istemektedir. O, Firavunun hidayete gelmeyeceğini ezelî ilminde bildiği halde Hz. Musa ve Harun’u (a.s.) ona gönderirken, Firavuna karşı yumuşak bir dil kullanmalarını emretmekte ve “Ona tatlı dille konuşun. Belki o aklını başına alır veya korkar” (Tâhâ, 20/44) demektedir.
Evet, biz bize karşı bağnazca, fanatikçe ve küfür hesabına mürteciyane hareket edenlere, müsâmahalı, esnek ve bir mü’mine yakışır mürüvvet edebini takınarak mukabele etmek zorundayız. Kur’ân’ın bize öğrettiği ahlâk anlayışı böyle olmamızı gerektirmektedir. “Onlar (mü’minler) ki, boş birşeyle karşılaştıklarında oradan vakarla geçip giderler”. (Furkan, 25/72)
Bir mü’minin ferdî plânda daima göz önünde bulundurması gereken düstur Rabb’imizin şu ifadeleri olmalıdır: “Eğer affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız bilin ki Allah (c.c.) Gafûrdur, Rahîmdir”. (Teğâbûn, 64/14)
Cenab-ı Hakk (c.c.)’ı kendisine karşı Gafûr ve Rahîm bulmak isteyen, O’nun bu ahlâkıyla ahlâklanmalı ve müsamahayı, karakterinin ayrılmaz bir parçası kılmalıdır.
Müsâmahalı insan, hayatın her safhasında daima kazanır ve hiçbir zaman kaybetmez. Bugününü yaşarken aynı zamanda yarın olmak, ancak müsamahalı insanlara mahsus bir ilâhî mevhibe ve hikmet buududur.. buna mazhar olanlar da geleceğin dünyasının biricik mirasçılarıdırlar.
.
BUGÜNKÜ ŞARTLARDA DÜNYAYI DEĞERLENDİRME NASIL OLMALIDIR? DÜNYA-ÂHİRET MUVÂZENESİ KURAMIYORUZ, ASRI SAADETTE NASIL KURMUŞLARDI?
Dünya, uğranılıp geçilen bir çok menzilden biridir. Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet ve Efendimiz (s.a.v.)’den şerefsudur olmuş pek çok hadîs bize bunu anlatmakta ve ihtar etmektedir. İnsan ruhlar âleminden anne karnına, oradan dünya hayatına ve derken çocukluk, gençlik, orta yaşlılık ve ihtiyarlık devrelerini aşarak, kabre, berzah ve haşir âlemine, oradan da ebediyete intikal eden upuzun bir yolda sadece geçici bir kaç günlüğüne dünyaya uğramaktadır. Evet dünya, onun geçtiği menzillerden sadece biridir. Allah Rasûlü bir hadîs-i şeriflerinde bunu, “bir ağaç altında gölgelenme” olarak tasvir eder. İnsan bir yolcudur ve gideceği bu uzun yolda biraz istirahat etmek gayesiyle, işte böyle bir ağacın gölgesinde biraz dinlenmek istemiştir. Yoksa bu dünya onun için dâimi kalınacak bir konak, bir menzil değildir. Aksine, kısa bir müddet misafir edileceği bir konaklama yeridir.
Asıl vatanımız, ruhlar âlemidir. Biz oradan cesed urbasını giyip dünyaya geldik. Burada ebedî hayatımızı şekillendirecek ve tekrar asıl vatanımıza döneceğiz. Dünyanın, bizim yanımızdaki kıymeti işte bu zâviyeden değerlendirilmelidir.
Mü’min denge insanıdır.Her mevzûda olduğu gibi bu mevzûda da ifrat ve tefritin öldürücü darbelerinden kendini korumasını bilmelidir. Dünyaya dünyada kalacağı müddet kadar, âhirete de yine orada kalacağı müddet kadar ehemmiyet verme, herhalde dengeyi bulmanın mihengi olacaktır. İşte bu muvâzeneyi Kur’ân bize şöyle talim etmektedir: “Allah (c.c.) ’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu gözet; ancak dünyadan da nasibini unutma.” (Kasas, 28/77)
Rabbimiz bize neler vermiştir? Akıl, kalb, ruh, cesed, sıhhat, sağlık, gençlik ve daha binlerce nimet, bütün bunlar birer anapara ve sermâyedir. Ahiret de işte bunlarla satın alınacaktır.
Başka bir âyette bu husus şöyle ele alınır: “Allah, (c.c.) mü’minlerden, mallarını ve canlarını onlara (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe, 9/111)
Bu mevzuda fâni ve zâil emtiayı veren, insan oluyor, bâki ve lâyezal şeyleri bahşeden de Allah (c.c.). Böyle bir akid ve anlaşmadan ötürüdür ki, Kur’ân bize âhiret yurdunu araştırmamızı tavsiye eder. Evet, bizim perspektifimizde olması gereken ve bütün hareketlerimize mihrak nokta teşkil etmesi şart olan ancak âhireti kazanma cehd ve gayretidir. Çünkü orada ebedî kalacağız. Ve âhireti kazanma adına açılmış biricik zemin de dünyadır.
Ayette, dünyadan da nasibimizi unutmamamız tavsiye ediliyor. Ancak, buradaki eda ve ifade üslubu da yine esas gaye ve hedef olarak seçmemiz gereken tarafın âhiret yurdu olduğunu ihtar mahiyetindedir. Zira insan bütünüyle orada inkişaf edecektir. Dünya hayatı itibarıyle onu, bir tohum ve çekirdeğe benzetecek olursak, âhiret itibariyle o, semaya doğru ser çeken ve ihtişamla esip duran bir ağaç gibidir. Evet, Cennet’te bütün duygular nâmütenahi inkişaf edecekdir. Görme, tatma, zevk alma o denli inbisat edecektir ki bu, belki de binde binlere ulaşacaktır. Halbuki dünyada bu oran ancak binde bir-ikidir. Ayrıca mü’minler Cennet’ten, Cemalûllah’ı da seyredebileceklerdir. Ve O’nun cemalinin bir an görülmesi, binlerce sene Cennet hayatından daha lezzet vericidir. Öyleyse insan, her iki hayattan hangisini tercih etmesi gerektiğini bu ölçüyle değerlendirmelidir. Bir kul için kendi Hâlık’ını görme bahtiyarlığı, başka neye değiştirilebilir ki? Hele, Rabb’in rıza ve hoşnutluğunu kazanmak bir insan için hiçbir pâye ve mansıpla değiştirilmeyecek kadar öyle büyük bir nimettir ki, Cennet bile bütün ihtişamıyla bu büyük nimetin yanında sönük kalır.
Kur’ân-ı Kerim de bunu en büyük nimet ve lütûf olarak bildirmektedir. “Rabbinin rızası ise en büyüktür.” (Tevbe, 9/72). Hatta hadîste şöyle anlatılmaktadır: Allah (c.c.) mü’minleri Cennet’e, kafirleri Cehennem’e koyduktan sonra mü’min kullarına hitaben soracaktır: “Kullarım benden razı mısınız?” Cevab verecekler: “Bu kadar nimete mazhar kılınmışken nasıl olur da Sen’den razı olamayız?” Bunun üzerine Cenab-ı Hakk (c.c.) şöyle buyurur: “Bundan böyle size daha büyük bir lütûfta bulunacağım: Sizden ebediyyen razı olacak ve size hiç gazaplanmayacağım..”
Hayat bu şekilde düzene konursa, dünya da ihmal edilmemiş olur. Çünkü bu durumda, dünya bizzat kendisi için değil, bizi âhirete götüren bir vasıta olması açısından sevilmiş, veya onunla ilgilenilmiş olacak ki, esasen böyle bir alâkanın hiçbir mahzuru da yoktur. Zaten hadîste de, bu ifâde edilmekte ve “Dünya âhiretin tarlasıdır” denmektedir.
Mes’eleyi biraz daha ileriye götürerek şöyle de diyebiliriz: Ahirete ehil hâle gelme ancak dünya ile mümkündür.Zira bütün his, duygu ve lâtifelerimiz burada inkişaf ve inbisat etmektedir. Cenab-ı Hakk (c.c.)’ı görmeye de ancak bu şekilde ehil hâle gelebileceğiz...
İnsan dünyada iken, böyle bir mahiyetle hazır olmadığı için Cenab-ı Hakk (c.c.)’ı göremiyor. Çünkü henüz bu istidadı kazanmış değildir. Mes’elenin zaman, mekan ve diğer buudlarla bir alâkası yoktur. Allah (c.c.) bize daima şah damarımızdan daha yakındır. Lütûflarıyla başımızı okşamakta ve iradesiyle bizim işlerimize müdahele etmekte ve sonsuz kudretiyle tasarrufta bulunmaktadır. Tasavvufî bir eda ile söyleyecek olursak,
“Hakk’tan âyan bir nesne yok, gözsüzlere pinhân imiş.”
bir görmeme işi varsa, o bizdeki kusurdan dolayıdır. Bu kusuru giderme de Allah (c.c.)’ın elindedir. Orada, bu kusuru giderecek ve insanlar da O’nun Cemalini seyrederek asıl muradlarına ereceklerdir.
İşte, dünya böyle neticeleri meyve veren bir tarladır. Dünyadan ukbaya intikal edince, nurdan perdeler bir bir açılacak ve insan Rabbini müşahede edecektir.
Dünya Cenab-ı Hakk (c.c.)’ın isimlerinin tecellisinden ibarettir. Bu ma’nâda dünyanın hiçbir şeyini hor ve hakir göremeyiz. Çünkü hakiki “hakaik-i eşya” Cenab-ı Hakk (c.c.)’ın isimlerinin cilvelenmesinden ibarettir. Mevlânâ’nın ifâdesiyle, olup biten her şey, bizler ve iradelerimiz, Hakk (c.c.) tarafından çok yüksek bir direğe asılmış bayrak gibidir. O bayrakta yazılar vardır ve o bayrak dalgalanmaktadır. Dalgalandıran da bizzat Ezel ve Ebed Sultanı Hz. Allah (c.c.)’tır. Binaenaleyh, biz eşya ve hâdiselere tamamen Cenab-ı Hakk (c.c.)’ın tasarrufunda, esmâ ve sıfatlarının cilvelerinden ibâret bir bostan nazarıyla bakar, baktığımız her çiçekte, çiçek üzerinde her şebnemde, O’na ait güzellikleri seyrederiz. Mevlâna, biraz da, başkalarına pek açık olmayan bir ifadeyle, bu hususu şöyle anlatır: Evliyanın ayağına zincir, beyinlerine pıranga vuran şey, onları Hakk (c.c.)’a dilbeste eden, bağlayan ve onları derdest eden husus, Cenab-ı Hakk (c.c.)’ın bostanında gezip dolaşan ay yüzlülerin akislerinden ibarettir...
Vâhidiyet tecellisiyle Cenab-ı Hakk (c.c.), Kendi zatında, bir kısım güzellikleri meşher halinde önümüze sergilemiştir. Daha sonra ehadiyet sırları gereğince, bahşettiği hususi lütûflar sayesinde de, kâmet-i kıymetimize göre birşeyler alma liyakatına ulaştırılmışızdır. Dolayısıyla, Cenab-ı Hakk (c.c.)’ın esas bostanı olan Vâhidiyet bağ ve bahçesinde tecelli eden o ay yüzlüler, görebildiğimiz şu âlemde bizim nazaramıza arzedilmiştir ve biz onlarda Cenab-ı Hakk (c.c.)’ın isimlerinin cilvesini görüyoruz. Vurulanlar, O’na vuruluyor, dilbeste olanlar yine O’na dilbeste oluyor; ve Mecnûn olup sahraya düşenler-Yunus’un dediği gibi-deryalarda mahinin, sahralarda âhunun diliyle hep O’nu çağırıp duruyorlar. Hz. Musa’nın asâsı gibi hep Hakk (c.c.)’ı gösteren işaretler, O’nun bostanında bizim ruh aynamıza akseden hakikatlardan ibarettir.
Burada, bu derin ve ince meselenin şerhini yapma niyetinde değildim. Dolaylı olarak girdiğimiz bu husustan arzetmek istediğimiz husus şudur: Dünya Cenab-ı Hakk (c.c.)’ın bir bostanıdır. Ve bu bostanda ay yüzlülerin akisleri bizim mirât-ı ruhumuza tecelli etmektedir. Durum böyle olunca, bizim dünya adına gördüğümüz şeyler de, değişik boyda O’ndan gelen tecellî dalgalarından ibarettir. Elbette mes’eleyi bir vahdet-i vücudçu ve bir vahdet-i mevcudcu gibi ele almıyoruz. Almıyoruz ama bir ma’nâda İmam Rabbanî’nin; “hakiki hakayık-ı eşya, Cenab-ı Hakk (c.c.)’ın isimlerinin cilvelenmesinden ibarettir,” sözüne de aynen iştirak ediyoruz.
Evet, biz dünyayı terkedemeyiz. Çünkü âhiret namına bulacağımız pek çok şeyi, dünya vasıtasıyla elde edeceğiz. Doğrudur, o bir erâcif ve pislik yığınıdır; ancak nice hakikat cevherleri de o erâcifte saklıdır. Hani, Mahmud Gaznevî Hazretlerine ait Mesnevi’de bir kıssa anlatılır. Tabii ki bu ve benzeri kıssalar kıyas-ı temsîlî olarak nakledilmektedir. Esasen, Lafonten’den evvel Beydaba hayvanları hikmet diliyle konuşturmuş ve daha sonra bir çok İslâm alimi de bu usulü eserlerinde sıkça kullanmışlardır. Mevlâna da bunlar arasındadır. O, Gazneli Mahmud’la O’nun kapısının eşiğindeki bir köpeği konuşturur: Köpek durmadan sarayın önündeki mezbelelikte eşinip durmaktadır. Bazan hiç birşey bulamamasına rağmen ertesi gün yine gelmekte ve yine akşama kadar orada eşinip durmakta. Birgün Sultan Mahmud bu köpeğe sorar: “Günlerdir bu çöplükte eşinip duruyorsun; halbuki birşey de bulamadın, bıkıp usanmadın mı ki hâlâ, aramaya devam ediyorsun?” Köpek kendi diliyle cevap verir: “Ben, birgün bu çöplükte eşinirken bir kemik bulmuştum. İşte onun hatırına her gün buraya uğrar ve birşeyler ararım. Belki birgün yine bir kemik bulurum...”
İşte hakikat ehlince dünya böyle bir eracif yığınıdır. Cenab-ı Hakk (c.c.) burada iyiyi kötüyle, güzeli çirkinle hallaç edip karıştırmıştır. Eşyanın çirkinlikleri doğrudan kendisine isnad edilmesin diye, araya sebepler perdesini koymuş ve zâhiren akla çirkin gibi görünen hususlar hep o perdelerin arkasında kalmıştır. Fakat bütün bunları yaratan yine Allah (c.c.)’tır. Orada da yine O’nun, sayısını bilemediğimiz isimleri tecelli etmektedir. (Esma-i İlâhî sonsuzdur onun için sayısını ancak Allah (c.c.) bilir. Bazı isimler vardır ki, onları Cenab-ı Hakk (cc) sadece kendi ilminde saklamış ve peygamberlerine, hatta mukarreb meleklerine dahi o isimleri ta’lim etmemiştir.) İşte biz dünyanın bu yüzünde eşinirken, bulduğumuz hakikatlar adına, acaba daha bulabilir miyiz düşüncesiyle, başkasının çöplük gördüğü yerlerde dolaşıyor ve yaptığımız işi de severek yapıyoruz.
Dünyanın bir diğer yüzü daha var ki, doğrusu, ondan biz de nefret ediyor ve kaçıyoruz. O da dünyanın kendine bakan yönüdür ki, fânidir, geçicidir, bir üzüm yedirse yüz tokat vurur. O’nun bu yüzü sadece oyun ve oyuncaktan ibarettir. Ehl-i dünyanın perestiş ettiği bu yüz, bizim için menfurdur ve ne kadar nefret edilse yeridir.
Dünya ve âhiret muvazenesini bu açıdan kuracağız. Dünya muvakkat, âhiret ise ebedîdir. Allah Rasûlü dünyayı hiç terketmemiştir; ama halk içinde daima Hakk (c.c.)’la beraber olmuştur. Zaten nurlu beyanlarında da şöyle buyurmuştur: “İnsanların içinde bulunup onlardan gelecek sıkıntılara katlanmak, bir dağ başında inzivaya çekilmekten daha hayırlıdır.”
Biz de öyle davranmalıyız. Irmak ırmak eracif yığınlarının aktığı çarşı-pazarda dolaşacak.. hoca va talebe olarak okul ve üniversitelere gidecek.. bir kısım manevî sıkıntılara katlanacak, maddî-manevî füyuzat hislerinden fedakârlıkta bulunacak, hatta, çok defa Cenab-ı Hakk (c.c.)’a yakınlık ve kurbiyetin ma’nâsı olan, velayet yollarını îradî-gayrı îradî kendi hesabımıza tıkayacak ve öyle diğergam olacağız ki, Efendimiz (s.a.v.)’in, cennetlere dahi cezbedilip kalmadığı, halkın içine döndüğü gibi, biz de O’nun bu ahlâkıyla ahlâklanacak ve Allah Rasûlü’nün getirdiği büyük hakikatı temsil etmeye çalışacağız. Böyle, ateş üzerinde duruyorcasına dünyada duranlar, hiçbir zaman dünyanın fena ve fâni yüzüne gönül kaptırmaz ve onunla meşgul olmazlar. Onlar daima halk arasında durur; ama hep Hak’la beraber olurlar..
Efendimiz (s.a.v.), cihan ayağının altına serilirken dahi dünyadan istifadeyi düşünmemişti. Dünyaya teşrifiyle dünyadan ayrılışı aynı çizgide olmuştu.. teşriflerinde bir beze sarıp-sarmalayıp beşiğine koymuşlardı.. irtihalinde de kaba bir beze...
Allah Rasûlü, bütün hayat-ı seniyelerince medeniyetlere medeniyet dilendirecek bura ve öteler dengeli bir dünya kurma gayretinde oldu; ve ömrünün sonuna kadar da bu yüce da’vâdan zerre kadar taviz vermedi. Bütün hayatı boyunca nefsini Allah (c.c.)’a teslim etmiş olmanın huzur ve itmi’nanı içinde, O’nun rızasını kazanma ve insanlığı kurtarma yolunda oldu. Ne dünyanın zevk-u safası, ne de yaşama sevdası hiçbir zaman O’nun bakışlarını bulandırmadı.
Evinde, ailesinde aynı disiplinleri yerleştirdi. Hanımlarından, küçük dahi olsa, dünya ile alâkalı talepler gelince rahatsız olmuş ve onlardan muvakkaten uzak kalma yemininde “îlâ” bulunmuşdu. Hatta, Kur’ân’ın emriyle, bir aralık, Resulullah’ın yanında kalma veya gitme mevzuunda muhayyer bırakıldıkları da oldu: Ya Allah Rasûlü’nün verdiği ile iktifa edecek veya bu haneyi terkedip gideceklerdi. O zaman bütün hanımları Allah Rasûlü’yle en ağır şartlar altında yaşamayı dünya nimetlerine tercih etmişlerdi.
Tam o esnadaydı ki, Hz. Ömer hücre-i saadete girdi ve İki Cihan Efendi’sini bir hasır üzerinde yatıyor gördü. Rikkate geldi ve ağladı. Allah Rasûlü, niçin ağladığını sorunca da şöyle cevap verdi: “Bizanslar, kisralar kuş tüyünden yataklarda yatarken, sen Allah Rasûlü olduğun halde böyle hasır üstünde yatıyorsun, işte buna ağlıyorum.” Bunun üzerine Allah Rasûlü şu ölümsüz ifadeleriyle mes’eleyi izah etti: "İstemez misin Ya Ömer! Dünya onların âhiret de bizim olsun..!”
Allah Rasûlü dünyayı terk etmemişti. Gül gül, çiçek çiçek her şeyin sîmasında hakikatı görmüş göstermiş; duymuş duyurmuş.. teşkil ettiği ordularla dünyanın dört bir bucağında İslâm’ı bayraklaştırmış ve kendi hakikatını bütün ruhlara duyurmuştu.
Günümüz sosyologlarının vardığı bir neticeyi burada zikretmeden geçemiyeceğiz:
Beşeriyet, Hz. Muhammed aleyhisselam’a kadar yüzde yirmibeşlik bir terakki kaydetmiştir. O’nunla birlikte, yani yirmiüç sene gibi kısa bir zaman içinde bu rakam yüzde elliye ulaşmıştır. Günümüze kadar buna ancak yüzde yirmibeşlik bir ilave yapılabilmiş ve yüzde yüze de ancak bundan sonra ulaşılabileceği beklenmektedir. Düşünün: İnsanlığın asırlarca uğraşarak katedemediği bir mesafeyi O çeyrek asırda katediyor ve böylece kıyamete kadar gelecek nesillere mutlak Rehber olduğunu gösteriyor.
O dünyayı terk etmiyordu. Bu sözümüzü bir daha tekrar etmiş olalım. Sadece neye ne kadar ehemmiyet verilmesi gerektiğini biliyor ve ümmetini de bu doğrultuda yönlendiriyordu..
.
Dünyada nelerle imtihan olmaktayız
DÜNYADA NELERLE İMTİHAN OLMAKTAYIZ? BİRLİK VE BERABERLİĞİN BOZULMASIYLA İMTİHAN OLUNUR MU? SÂHABÎ BİRBİRİYLE İMTİHAN OLMUŞ MUDUR?
Cenâb-ı Hakk (cc) bir âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Biz onların bir kısmını diğerleri ile imtihan ettik” (En’am, 6/53). Demek oluyor ki, insanlar birbirleriyle de imtihan olabiliyorlar... Bu mes’eleyi de birkaç madde halinde sıralamak mümkündür:
Birincisi: İnsanlar içinden bir peygamber gelir ve diğer insanlar için o bir imtihan sebebi olur. Efendimiz (s.a.v.)’in gönderilişinde de aynı durum olmuştur. Meselâ, o gün bazı insanlar şunları söylemişlerdir: “Taif’te, Mesud b. Urve; Mekke’de Velid b. Muğire gibi insanlar varken ve bunlar peygamberliğe daha layık iken, nasıl oluyor da Ebu Talib’in Yetimi gibi fakir ve kimsesiz bir insan peygamber olabiliyor.?”
“Hem, Kureyş kabilesi asil olmakla birlikte o günün en güçlü kabilesi değildir. Halbuki bir peygamber en güçlü kabilenden gelmelidir. Tâ ki kabilesi onu koruyabilsin...”
“Ayrıca bizim gibi yiyip içen, çarşılarda dolaşan bir beşer, nasıl olur da peygamber olduğunu söyleyebilir? O bir melek olmalı değil miydi?”
Bazı kimseler içinse, imtihan hâlâ devam etmektedir: “Dokuz kadınla evlenmiş bir insan nasıl peygamber olur?”
Bu ve benzeri sözler hep aynı noktada birleşmektedir ve insanlar birbiriyle imtihan olmaktadır...
İnsanın dünyaya geliş gayesi imtihandır. O sık sık elenecek, kalburdan geçirilecek ve saf ruhlar saf olmayanlardan ayrılacak; elmaslar kömürden tefrik edilecek ve şeytan yapılı insanlarla melek yapılı insanlar ortaya çıkacak ve böylece dünyanın kuruluş gayesi tahakkuk etmiş olacaktır. Eğer böyle bir imtihan olmasaydı, elmas ruhlu Ebu Bekr, kömür ruhlu Ebu Cehil’den ayrılmaz ve herkes aynı seviyede kalır giderdi. Evet, eğer böyle bir imtihan olmasaydı, Mâhiyet-i Ahmediyedeki hakikat, hiç bir zaman parlamaz, ortaya çıkmaz, incilâ etmez ve göz kamaştırıcı bir güneş hâline gelmezdi...
Allah Rasûlü insanları ele alırken onları madenlere benzetmiştir. Cahiliyede hayırlı olan, müslümanlıkta da hayırlıdır; elverir ki dînin ruhunu kavramış olsun. İslâm insanları alıp belli bir süre belli potalarda eritip şekillendirir. Sonra da onları ruhlarıyla bütünleştirerek özlerine ulaştırır, yani esasen mahiyetlerinde mevcut olan Hakk (c.c.)’a aynadarlık hususiyetini kuvveden fiile çıkarır. Ama madenlerin asıl yapıları her zaman hususiyetlerini korur.. altın yine altın, gümüş yine gümüş ve bakır yine bakır olarak kalır.. fark, hepsinin som ve sâfi hâle gelmiş olmasındadır. İmtihanlar, insanın asli madenine girmiş bulunan yabancı unsur ve tortulardan onu temizler ve her insanı kendi istidadının zirve noktasına çıkarır.
İkincisi: Şeytan bazı şerleri süslü gösterip hiç ümid edilmedik şahısları kandırabilir. Şeytana âlet olan insanlar içinde, bazen ma’nevî yapısı itibariyle çok seviyeli olanlar da bulunabilir. İyilikleri sevimsiz ve kerih, fenalıkları sempatik ve şirin gösterme gibi, basit fakat tahripkâr pekçok kisbî şeyler vardır ki, bunlar şeytana nisbet edilebilir. Sahib-i Şeriat tarafından ona, kötülükleri güzel gösteren ma’nâsına “Müzeyyin” denmesi de işte bundandır.
Ayrıca, nefsânilik ve şeytan ruhlar da rekâbet hissini tahrik eder ve bizler de bununla imtihan oluruz. Hatta gıpta gibi, ilk başta mâsum görünen ve hizmette insanları yarışa sevkeden bir duygu dahi eğer neticesi îtibariyle rekâbet hissine dönüşecekse burada da bir imtihandan söz etmek mümkündür.
Meselâ; bir şahsın insanların hidayetine vesile olucu çaba ve gayretleri, semere bakımından bir başkasından daha çok olabilir. Eğer az olan çok olanı kıskanıyor veya gıpta ediyorsa, bilmelidir ki ciddi bir imtihan geçiriyor.
Halbuki Allah (c.c.), bir âyetinde “Muhakkak Sen insanları doğru yola iletirsin” (Şûrâ, 42/52) dediği hâlde başka bir âyetinde “Sen istediğini hidayete erdiremezsin; fakat Allah (cc) istediğini hidâyete erdirir” (Kasas, 28/56) demektedir. Demek ki asıl hidâyete erdiren Allah (c.c.)’tır. Mürşid, doğru yolu açar ve icabında onu bir şehrah haline getirir, yanlarına ışıklar, reflektörler kor ve insanlar sapmadan o yolda yürür ve doğruyu bulurlar; fakat neticede “hâsılı bi’l-masdar” olarak îmânı gönüllere koymak tamamen Allah (c.c.)’a ait bir keyfiyettir. Biz ve irademize bırakılan “ma’nâ-yı masdarîdir.” Bunun da hâricî vücudu yoktur, yani kudret ve iradenin taalluk ettiği sahada ona “var” denemez. Ancak onun ilmî ve izafî bir vücudu vardır.
Yine bu imtihan cümlesinden olarak, birisine Cenab-ı Hakk (c.c.), beyan gücü verir ve o insan îmânî ve Kur’ânî hakikatlara en güzel şekliyle tercüman olur. Bir başkası da bunu kıskanır.. ve “niçin bana da aynı haslet verilmedi?” diye hayıflanır durursa; işte bir imtihan daha ve işte onun fena âkibeti!
Cenâb-ı Hakk (c.c.), peygamberlerin hepsini seçmiş ve peygamber kılmıştır ama, “Peygamberlerin bazısını diğer bazısından üstün kıldık” âyetinin ifadesince, bir kısmını diğer bir kısmına tafdil etmiştir. Bazı peygamberlere verdiği öyle hususî fazîletler vardır ki, diğerleri o mevzûda onun topuğuna bile yetişemezler. Ancak umumî ma’nâda ve mutlak olarak peygamberliğe verilen bir fazîlet başka hiç bir fazîletle kıyas kabul etmeyecek kadar büyüktür. Bu hususî fazîletler, diğer pey-gamberlerin peygamberliğini hiç bir zaman küçültmez.
Evet, yukarıda zikrettiğimiz şikâyet ve rekâbet ma’nâsını taşıyan “Niçin”leri çoğaltmak mümkündür. Niçin ben daha fazla hizmet edemiyorum? Niçin ben maddî yönden daha fazla destek olamıyorum? Niçin ben daha fazla dinlenmiyorum? Ve daha binlerce niçinler.. Aslında bunların her biri, birlik ve beraberliğe indirilen darbelerdir.
Cenâb-ı Hakk (c.c.), inananları böyle niçinlerden sakındırıyor ve nizaya götüren bütün yolların, daha işin başında kapanmasını istiyor.
“Velâ tenâzeû..” (Enfal, 8/46) ile başlayan âyet madde madde bu hususu tenvir etmektedir.
Bu âyet bir ma’nâda inanan kesime, şu tavsiyelerde bulunmaktadır:
“Kat’iyyen maddî veya manevî çekişmeye girmeyin! Daima aranızda “hayt-ı vuslât” denen birlik noktaları bulunduğunu düşünerek müşterek hareket etmeye çalışın. Müsbet dahi olsa nizâa düşmeyin. Hased, kıskançlık veya gıpta sizi nizaya sevketmesin. Aksi halde bütün gayret ve çalışmalarınız fiyasko ile neticelenir. Kuvvetiniz de zâil olur gider.
Ferdi çalışmaların mükâfatı fert planında kalır. Halbuki birlik ve beraberlik içinde yapılan amellere, Cenâb-ı Hakk (c.c.) umumî rahmetiyle mükâfat verir ve böylece her ferd bir cemaat sevabı kazanmış olur.”
Evet, teker teker her birerlerimiz, kulluğumuz neticesinde birer mükâfat urbası giyebilmemize karşılık; toplu ibâdet, ellerin Allah (c.c.)’a toplu olarak kalkması, yüreklerin toplu çarpması, toplu olarak herkesin aynı sancıyı çekmesi ve Allah (c.c.) ’tan aynı şeyi istemesi başımıza öyle İlâhî bir saadet kubbesinin konmasına sebep olur ki, tek başımıza onu yakalamamız mümkün değildir. Ferdî harekette olsa olsa insan ancak, kendi ailesinin reisi olur; halbuki yürekler toplu atar ve aynı hat üzerinde fertler omuz omuza verirse, bu kuvvet devlet çapında ve devlet planında bir derinlik kazanır. Bu sağlam kubbenin altında binler ve yüzbinler korunur ve her ferd bir ölçüde mensubu bulunduğu milletin gücünü temsil eder.. dışa karşı da işte bu güçle korunur. Şayet fert, bu birlik ve beraberlikten kopar ve müstakil bir korunma ve barınak yapmaya kalkarsa, gök kubbe kadar geniş olan bu İlâhî şemsiye ellerinden alınır ve her ferd elindeki yelpaze ile başbaşa kalır. Daha sonra da “Nasıl olursanız öyle idare edilirsiniz” hakikatı zuhûr eder. Derken bütün bir millet, bu hakikatın tokatını yer ve sarsılır.
Toplum iyi, Cenâb-ı Hakk (c.c.)’la münâsebeti de kavi ise, o zaman öteler başımızı okşar ve Efendimiz (s.a.v.)’in, mağarada, Hz. Ebu Bekr’e dediği gibi, iki iseniz üçüncüsü, üç iseniz dördüncüsü, dört iseniz beşincisi, altıncısı, yedincisi ilh.. Allah’tır. Ve Allah (c.c.) dostlarını koruyup kollamayı tâahhüt etmiştir.
Biz, tek başımıza hareket ettiğimiz, yani iki kişi ile dahi olsa, omuz omuza vermediğimiz zaman o ölçüde, Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın cemaate olan hususî lütuflarından mahrum kalırız. Yani hiç bir zaman Cenab-ı Hakk (c.c.), ikinin üçüncüsü olup bizi desteklemeyecektir. Bu mevzuda terakkî tarîkıyle bir mâiyet ve bir çeşit bütünleşme sözkonusudur. Yani birinci, ikinci, üçüncü..vs. fert sağlam olacak ve bu sağlam fertler üzerine sağlam bir cemiyet kurulacak ve Cenâb-ı Hakk (c.c.)’da bu cemiyeti koruyup kollayacak, hususî himayesine alacak, inâyet kubbesi altında toplayıp muhafaza edecek.. böylece fertler şahsî şemsiyeleriyle kendilerini korumağa çalışmak gibi bir külfetten kurtularak semavî bir emniyet ve güvene ereceklerdir.
Evet, cemaatleşme önemli bir faktördür ve Tevfik-i İlâhî’nin de en büyük vesilesidir. Evet, bir insan tek başına bir inzivâhanede veya bir dağ başında hiç durmadan namaz kılsa, oruç tutsa, eline geçen herşeyi sağa-sola infak etse, gidip hac yapsa, Hacer-ül Esvede yüz sürüp gözyaşı dökse; Ka’be’de, Ravza’da birleri binler haline getirme kapılarını zorlasa, yine de Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın ona lütufları fert plânında olacaktır.
Ne zaman ki o, “himmetim milletimdir”, der ve gönlünü bir millet ve ümmet çapında genişletir, gelecek rahmet de o derece vüs’atli gelir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrahim’den bahsederken “İbrahim bir ümmetti” der (Nahl, 16/120). Ve himmetini âli ve yüce tutan Hz. İbrahim’i tek başına bir millet olarak kabul eder.
Himmeti bu denli âli insanların meydana getireceği cemaate, Allah (c.c.)’ın lütfu da o seviyede büyük olacaktır.
Müminlerin himmetleri âlidir, ancak; yine de insanlar birbiriyle imtihan olmada çok başarılı sayılmazlar. Fazla sayılmasa bile, şahsî iş ve küçük hesaplar umumî dengeye te’sir edip bozmakta ve çakıl taşları kadar âdi ve basit mes’eleler, Kâbe hürmetinde büyük ve muazzam birleşme, bütünleşme sebeplerine tercih edilebilmektedir. Bu ise, her an, her lahza gelmesi muhtemel İlâhî inayetten mahrum kalmayı netice vermektedir.
Eskiler, “Bi kader’il-keddi tükteseb’ül-meâli” derlerdi. Hadîs değildir; fakat “cevami’ül-kelim” gibi bir sözdür. Bunu, “çekilen sıkıntı, katlanılan meşakkat, maruz kalınan sancı ve ızdırap nisbetinde yükselme mukadderdir” şeklinde ifâde etmek mümkündür. Değiştirip şöyle de diyebiliriz: Maddî, manevî her türlü muvaffakiyet ve adım adım ilerlemek; her türlü mahrumiyet ve sıkıntıyla doğru orantılıdır. Evet bir tohum toprağın altından başını çıkaracağı âna kadar, kimbilir ne sancılar çeker, nasıl yarılır, nasıl çatlar.. rüşeymler toprağı nasıl zorlar, güneşe karşı nasıl hazırlıklı olur.. bütün bunlar varolma yolunda, dirilme çağında verilen kavgaları gösterme bakımından çok mühimdir.
Rabb’imiz, lütûf ve ihsanlarıyla, bizi serfiraz kıldıkça, imtihanlar da ağırlaşacaktır. Şayet O, bize Kendi keremiyle, Kendisine dost olma pâyesini bahşetmişse, bunu kat’iyyen şahsımıza ait bir fazîletten dolayı verilmiş kabul etmemeliyiz. Bize düşen bütün bunları Allah (c.c.)’ın lütfu görüp öyle değerlendirmek olmalıdır. Evet, iyilikler, güzellikler gelip geçiyor ve geçerken de bize uğruyor; çünkü o güzelliklere biz, herkesten daha çok muhtaç bulunuyoruz. Aynı zamanda biz, kendi şahsımızla o güzelliklerin mazharı olamayız. Bütün bu güzellikler bizde, damlalar üzerinde güneşin ışınlarının aksetmesi gibi, akıp akıp gitmektedir. Kat’iyyen unutmamalıyız ki, gelen bu lütûflar sağnak sağnak başımızdan aşağı yağıp, iliklerimize kadar varlığını hissettiren bu rahmet ve bu ihsanlar hep cemaat adına gelmektedir. Hiç kimsenin tek başına bunları sahiplenmesi de mümkün ve doğru değildir.
Üçüncüsü: Maddî menfaat ve kelepir sevdası da cemaat hayatındaki imtihanlardan biridir. Bilhassa, siyasîler arasındaki boğuşmalar hep bu menfi, tahripkâr ve fena düşünceden kaynaklanmaktadır. Bir makam ve mansıba çoklar gözlerini dikdiğinden ve doyma bilmeyen hırslarla şahsî çıkar peşine düştüklerinden çok defa vifak, ihtilafa; birlik ve beraberlik de tefrikaya dönüşüp durmaktadır. Halbuki, yapılan her iş ve gösterilen her fedâkarlık, bir karşılık görme düşüncesiyle değil; Rabbin rızasını kazanma arzusuyla yapılmalıdır ki, bence, çoklarını boğuşmalara sevkeden bu maddî menfaatler imtihanını kazanmanın yolu da bu olsa gerektir.
Soruda birlik ve beraberlikle alâkalı imtihan sorulduğu için cevabımız da o yönde oldu. Yoksa, mutlak ma’nâda insanın başından geçmesi muhtemel imtihan çeşit ve şekillerini belli bir adedle sınırlandırmak mümkün olmadığı gibi, onları burada teker teker saymamız da mümkün değildir. Soru sahibi, sahabinin birbiriyle imtihan olup olmadığını da soruyor. Şimdi de bir nebze bu husus üzerinde durmak istiyorum:
Böyle bir imtihandan sahabi vareste tutulamaz. Onlar manevî hayatın en ileri saflarında yerlerini aldıkları gibi, imtihanın en ağırına da yine onlar maruz kalmışlardır. Hele daha sonraki dönemde, idare keyfiyetindeki farklı içtihatlar, onlara imtihanların en ağır ve altından kalkılmazlarını yaşattırdı. Ancak imtihan ne kadar sert olursa olsun hiçbir sahabi hakperestlikten ayrılmadı. Kılıçların, kınlarına konmayacağı yerde bile, çok rahatlıkla, haksız olduklarını anlayınca geriye dönmesini bildiler.
Hz. Aişe validemiz, Hz. Ali’nin karşısına çıktığı esnada, seneler önce Allah Rasulü’nün üstü kapalı olarak belirttiği, hata işleyecek hanımının kendisi olduğunu anlar anlamaz, derhal devesine binip geriye dönmesini bilmişti.
Hz. Zübeyr b. Avvam, mert, cesur bir insandı. Müslüman olduğunda henüz dokuz yaşındaydı. Amcası onu hasıra sarar, sonra hasırı tutuşturur; ve Zübeyr’in dininden dönmesini söylerdi. Bu kadar eza ve cefa O’na, asla taviz verdirememişti. Allah Rasûlü “Her nebînin bir havarisi vardır. Benim havârim ise Zübeyr b. Avvam’dır” buyurmuş ve onun şecaatına dikkatleri çekmişlerdi. Zübeyr, Allah Rasûlü’nün halası Safiyye’nin oğluydu. İşte bir gün bu şanlı sahabiyle, yine Allah Rasûlü’nün amcasının oğlu, Haydar-ı Kerrar, Damad-ı Nebi, Hz. Ali (r.a.) Medine sokaklarından birinde el ele geziyorlardı. Derken Allah Rasûlü karşılarından geliverdi, o esnada mı daha önce mi bilinemez.. birbirini bu derece seven bu iki gencin istikbâlde nasıl karşı karşıya geleceklerini Cenâb-ı Hakk (c.c.) O’na gösterivermişti. Allah Rasûlü, Hz. Ali ve Hz. Zübeyr’i karşısına almış ve şöyle demişti: “Zübeyr! Bir gün Ali’nin karşısına çıkacaksın; fakat o gün sen haksızsın!.”
Aradan seneler geçti. Zübeyr kendisine söylenen bu sözü her nasılsa unutmuş ve gelip Sıffîn’de Hz. Ali’nin karşısına dikilmişti. Bir ara Hz. Ali’yle karşı karşıya geldiler. Her ikisinin de kılıcı kınından sıyrılmıştı. Tam o esnada Hz. Ali, Zübeyr’e “Atından in, sana söyleyeceğim şeyler var” dedi. Zübeyr b. Avvam atından indi. Hz. Ali ona, senelerce evvel Allah Rasûlü’yle aralarında geçen konuşmayı hatırlattı. İşte Allah Rasûlü’nün haber verdiği günün, bugün olduğunu söyledi. Zübeyr beyninden vurulmuşa döndü. Evet, hatırlamıştı Allah Rasûlü’nün senelerce evvel haber verdiği şeyi.. derhal kılıcını kınına soktu. Hz. Ali’ye sarıldı ve helallik diledi. Atına bindi ve harp meydanını terketti. Fakat gözü dönmüş bir talihsiz onu arkadan vurdu ve şehit etti. Sonra da başını kesip Hz. Ali’nin çadırına getirdi. Büyük bir mükâfat bekliyordu. Nöbetçi durumu Hz. Ali’ye söyleyince, Hz. Ali hıçkırıklarını tutamadı ve bir çocuk gibi ağladı. Sonra da dudaklarından şu sözler döküldü: “Zübeyr’in katilini Cehennemle müjdelerim. Allah Rasûlü’nün havârisini öldüren bir insanın yeri ancak Cehennem olabilir..” Hz. Ali kendinden konuşmuyordu... O, aynen Resulullah’tan böyle duymuştu.
Görüyorsunuz ki sahabi de birbiriyle imtihan oluyor ama, onlar sadece ve sadece Hak namına birbirleriyle vuruştukları gibi, haksız olduklarını anlayınca da anlaşıp sulh olmasını biliyorlardı.
Hiçbiri kaderi tenkid etmedi, arkadaşını suçlamadı ve böyle yapıp da musibeti ikileştirmedi. Allah (c.c.) onları imtihan ettikçe onlar, Kur’ân’ın aydınlatıcı tayfları altında, Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın kendilerine verdiği muhteşem fetâneti kullandılar ve doğruyu bulmaya çalıştılar.
Bir keresinde de Hz. Ebu Bekr (r.a.) ile Hz. Ömer arasında küçük bir anlaşmazlık olur. Hz. Ömer kırıcı bir söz söyler veya dargınlığını ifâde eden bir hareketle ayrılır ve evine gider. Her ikisi de bir iki dakika sonra olanlardan üzüntü duyar ve birbirlerini aramaya başlarlar. Nihayet her ikisi de birbirinden habersiz gidip durumu Allah Rasûlü’ne arzetmeyi düşünürler. Evvel gelen Hz. Ebu Bekr olmuştur. “Ya Rasulallah” diye söze başlar ve devam eder “Ömer'le aramızda bir münakaşa oldu; fakat ben haksızdım ve Ömer’in kalbini kırdım.” Daha o bunları konuşurken ileriden Hz. Ömer görülür. Telaş içindedir. O da Allah Rasûlü’ne, aynı şekilde, Hz. Ebu Bekr’in gönlünü kırdığını ve ne yapması gerektiğini sormaya gelmiştir. Gerçi Allah Rasûlü mes’eleyi dinledikten sonra bütün cihana Hz. Bekr’in kim olduğunu anlatacak ve şöyle diyecektir: “Arkadaşımı bana bırakın. Vallahi hepiniz beni inkar ettiğinizde O bana iman etmişdi.. hepiniz beni kovduğunuzda evini ve sînesini Bana O açmıştı...”
Ancak burada bizim söz konusu etmek istediğimiz husus, her iki sahabinin de kendisini suçlu görüp, Hakk (c.c.)’ın hatırını herşeyden âli tutmaları gerçeğidir. Evet, onlar ateşin içinde dahi birleşmek gerekseydi, hiç şüphesiz oraya, Cennet’e girer gibi girerlerdi.
Hz. Ali, ilk altı ayında Hz. Ebu Bekr’e biat etmemişti. Çevresi onun hilafete sahip çıkmasını istiyor ve durmadan ısrarda bulunuyorlardı. Altı aylık düşünme müddetinden sonra ve Hz. Fatıma validemizin vefatını müteakip mescide geldi ve herkesin meraklı bakış ve heyecanlı bekleyişleri karşısında şunları söyledi: “Altı aydır biat etmeyişim, Hz. Ebu Bekr’e muhâlefetimden değildi. Şimdi gelişim de korkumdan değildir. Ancak şimdi, hakkın ona ait olduğu kanaatına vardım ve onun için de biat etmeye karar verdim.”
İnsan hak karşısında “vakkâf” olmalıdır. Sahabi bu sözü Hz. Ömer için söylerdi. O herhangi bir mes’elede, şahsî olarak ne düşünürse düşünsün, biri gelip de ona, âyet veya hadîsle o hususdaki doğruyu söyleyince hemen fikrini değiştirir ve eski düşüncesinden vazgeçerdi.
Halifeydi ve minberde hutbe irad ediyordu. Kız baba ve velilerine hitapla evlenmenin kolaylaştırılması gerektiğini anlatıyordu. “Gençlerden fazla şeyler istemeniz doğru olmaz” diyordu ki; bir ihtiyar kadın arka saflardan şöyle seslendi: “Ey Allah Rasûlü’nün Halifesi! Bunları kendi fikrin olarak mı söylüyorsun yoksa bizim bilmediğimiz bir âyet veya hadîs mi biliyorsun da böyle bir hükme varıyorsun!”
Ömer, “Hayır” dedi, “Kendi fikrim ve düşüncem olarak söylüyorum.” Bunun üzerine kadın bir âyet okudu ve “Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın müsaade ettiği bir şeyi sen nasıl yasaklarsın?” dedi. Âyet şöyle diyordu: “Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahi hiç bir şeyi geri almayın”. (Nisa, 4/20) Demek ki yüklerle mehir almak bir kadın için caizdir.
Hz. Ömer, bu ihtiyar kadını edeple dinledi. Aslında bir tavsiye olarak Hz.Ömer dediklerinde haksız da değildi. Ancak O’ndaki titizlik ve hassasiyettir ki, ona şöyle dedirtiyordu: “Ya Ömer sen yaşlı bir kadın kadar dahi dinini bilmiyorsun!.” Hâşâ ki, Ömer dinini bilmemiş olsun. Ancak O’ndaki hakperestlik anlayışı o derece geniş ve derin idi ki, bir ihtiyar kadının böyle bir itirazı karşısında, her türlü tevile açık sözünde, kendini müdafaa ve görüşünde ısrar yerine derhal hakkı kabul ediyordu.
Yüce işler, büyük mes’eleler, daima aynı çapta insanlar tarafından halledilmiştir. Bizler sahabi ruhuna sahip çıktığımız ölçüde Cenâb-ı Hakk (c.c.)’dan beklediğimiz muvaffakiyeti elde etme imkânı doğacaktır.
Tenâsübü illiyet prensibine göre bir dönemde belli ağırlıktaki bir yükü kaldırmak için gerekli olan kuvvetli pazular -ki öyledir- başka bir dönemde de aynı yükü, aynı ölçüde kuvvetli pazular kaldırabilecektir. Cılız ellerin o yükü kaldırması mümkün değildir.
Nasıl ki, bir kiloluk ağırlığı, karşısına konacak aynı miktardaki bir başka ağırlık dengeleyebilir -ki bu sabit bir kanundur-, asla değişmez. Aynen öyle de bu yüce hakikatlar ve yüce mefkû-reler, eğer bir dönemde Sahabi gücündeki insanlarla tahakkuk ettirilmişse, bir başka dönemde onu, çelimsiz ve cılız insanlardan beklemek muhaldır ve doğru değildir... Öyleyse, hakperestlik anlayışında, birlik ve beraberlik şuurunda sahâbi gibi olmalıyız ki, hasımlarımız fitne kapılarının sonuna kadar sürmeli olduğunu görmeli ve biz ümitle çoşarken, onlar da ümitsizlikten kendilerini yiyip bitirecek hâle gelmelidirler. Bu da ancak nefisperestliği bırakıp hakperestliğe dilbeste olmakla mümkündür... Birlik ve beraberliğe giden yol da bu şuur ve bu düşünceden geçer..
.
Cehennemin cehennmedeki insanlari terbiye edici rolü
CEHENNEMİN, CEHENNEMDE İNSANLARI TERBİYE EDİCİ ROLÜ VAR MI?
Cehennem bir cezadır, kötü amellerin cezası.. Orada, buradaki kötü işlerin cezası çekilecektir. Burada mü’min belli şeylere katlanarak, Cennet’e girme hüviyet, hal ve hususiyetini kazanamamışsa, bu iş bir mânâda tamamlanacaktır. Bütün bütün istidat ve kabiliyetlerini küfürle kaybetmiş kimselere gelince, onlarda en küçük bir maya olmadığından dolayı, Cennet hesabına onlarda bir mayalanma olmayacaktır. Bir şeyin içinde alkolleşmeye dair bir hususiyet varsa, onda bir fermantasyon olur, fakat, hiç böyle bir hususiyet yoksa, onda hiç bir ekşime görülmez. Aynen öyle de, Efendimiz (a.s.m.): “Zerre kadar imanı olan, cennete girer.” buyurur. Çünkü onun içinde onu Cennet’e ehil hale getirebilecek böyle önemli ve hayati bir cevher var..
Demek ki, burada seyrini tamamlayamamış, kavsiyelerini bitirememiş, mi’raclarını yapamamış olanlar; buna karşılık, kabirden başlamak üzere, bir azab, bir işkence silsilesi içinde değişik bir seyre tâbi tutulacaklar. Buna göre bazı kimseler, hesaplarını kabirde bitirecekler. Meselâ; rüyalarına girdiği kimselere bazı hak dostları diyorlar ki: “Altı ay çektik bitti...” Tabii rüya doğru ise, maksat mukarrebin hesabıdır. Daha başkaları, kabir hırpalamasıyla hesap ve mîzan dağdağasından kurtulacaklardır. Bazılarının işi mahşere kadar devam edecek. Mahşerde sorgu-suale ya çekilecek veya çekilmeyecek. Sonra bazıları, cehenneme girecek -Allah bizi muhafaza buyursun- Onlar da burada fevtettikleri şeyleri tedarike çalışacaklar. Allah orada çalıştıracak, sonra çıkaracak.. ama cehennemlik olarak yadedilecek ve cennete girecekler. Böylece burada almaları gerekli olan hüviyeti almış olacaklar.. Yani özlerine ulaşacak ve fıtratı asliyelerine kavuşacaklar. Neticede, dünyaya ilk geldikleri gibi temizliği yeniden elde edecekler.. ve Allah da onları Cehennem’den alıp Cennet’e koyacak...
.
A’RAF NERESİDİR? HAKKINDA BİLGİ VERİR MİSİNİZ?
A’raf, arfın çoğulu ve yüksek bir yer demektir.
A’raf, tefsirlerde Cennet ile Cehennem arasında kurulu olan sur olarak zikredilmektedir. Zaten bu kelime bir sûreye de ad olmuştur. A’raf suresi, A’raftan bahsettiği için bu ismi almıştır.
A’raf esasen orta menzil, orta yer demektir. Âyetten anlaşılan ma’nâsıyla Cennetle Cehennem arasındadır; fakat keyfiyeti hakkında hiç bir malumata sahip değiliz.
Burada bulunan şahıslar kimlerdir? Bu soruya verilen birçok cevap vardır. Fakat verilen cevapların hepsi de dirayetle alâkalıdır. Zira hem A’raf hem de A’rafta bulunanlar hakkında Kur’ân’da zikri geçen hususun dışında herhangi bir rivayet bilmiyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de ise üç ayrı tablo sergilenmekte ve bu arada A’raftaki insanlardan bahsedilmektedir.
Birinci bölümde, Cennet ehlinin Cehennem ehline sorusu yer alıyor. Cennet ehli soruyor: “Biz Rabb’imizin bize vaadettiğini gerçek olarak bulduk; siz de Rabb’inizin size vaadettiğini gerçek olarak buldunuz mu?” Bu soruya Cehennem ehli “Evet” diye cevab veriyor.
Tam bu esnada aralarından bir münâdi şöyle seslenir: “Allah (c.c.)’ın laneti zalimlerin üzerine olsun!.” (A’raf, 7/44)
İkinci tabloda devreye A’raf ehli giriyor. Cennet ehline bakıp “Selam size” diyorlar. Cehennem ehlini gördüklerinde de “Ey Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma!” diyorlar.
Daha sonrada tanıdıkları Cehennem ehlinin ileri gelenlerine dünyadaki sözlerini hatırlatıyor ve onlara ne mallarının ne de çocuklarının hiç bir fayda vermediğini yüzlerine vuruyorlar. Bu sahne değişir gibi oluyor ve son olarak A’raf ehlinin Cennet ehline şu sözleri duyuluyor: “Girin Cennete artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz” (7/49).
Üçüncü tabloda ise, Cehennemdekilerin Cennet ehline verilen nimetlerden kendilerine de vermelerini talep ederek “Suyunuzdan veya Allah (c.c.)’ın size verdiği nimetlerden bizim üzerimize de dökün” diye seslenişleri yer alıyor. Cennet ehlinin verdiği cevap ise şu oluyor: “Allah (c.c.) bunları kafirlere haram kılmıştır..” (7/50).
Demek oluyor ki A’raf ehli bir yönüyle Cennet ehliyle diğer yönüyle de Cehennem ehliyle münasebet içindeler. Her iki tarafı da yakından tanımakta ve bilmekteler.
Bu arada bazı sahabiden a’rafın sıratın şerefeleri ve a’rafdakiler de günahı, sevabı müsavi olanlar.. diğer bazılarından da, bunlar Peygamberler, Şehidler, Âlimler ve âdeta melekleşmiş yüksek ruhlu insanlar olup, ötelerden bakar her iki menzilde olup bitenleri görür ve yukarda bahsi geçen muhavereye iştirak ederler, şeklinde rivayetler var ise de tahkik ehlince şayan-ı kabul görülmemiştir.
İsrailiyatta bunlar günah ve sevapları eşit olan insanlar şeklinde yer almaktadır. Bazıları da bunların insan suretinde melekler olduğunu söylemektedir. Bu son kısım doğru kabul edilecek olursa âyette geçen “Ve hüm yatmeûn” “Onlar Cennet’e girmeyi umuyorlar” ifadesi Cennet ehline râci olur. Yani Cennet ehli Cennetlik olduklarını bildikleri halde daha henüz girmedikleri bir anda.. demek olur.
Bazılarına göre de, Cennet’e bakıp ümitle dolan, Cehennem’e bakıp korkudan ürperen bu insanlar orada Cennet’e tam ehil hâle gelebilmeleri için bir müddet böyle bir sıkıntı ve iç geçirmeyi tatmaları gereken kimselerdir.
Evet günahkârların bazılarına dünyada çektikleri sıkıntılar keffaret olurken, bazılarına da kabir azabı keffaret olmakta ve onları günahlardan temizlemektedir. Ancak bunlarla temizlenmeyecek durumda olanlar ise ahirette böyle bir temizlenme ameliyesinden geçeceklerdir.
İşte bunlardan bir grup da Cennet ehli Cennet’e girdikten sonra bir müddet kalacak ve Cennet umudu ve Cehennem endişesiyle A’rafta ömür süreceklerdir. Bu hayat şekli de onlar için bir keffaret ve günahlardan arınma olacaktır. Ve daha sonra da Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın rahmet ve inayetiyle Cennet’e gireceklerdir.
Her şeyin hakikat ve içyüzünü Allah (c.c.) bildiği gibi, A’rafı ve A’rafdakilerini de ancak ALLAH bilir...
.
FETRET DEVRİNDEN BAHSEDİLİYOR. BİZ FETRET DEVRİ INSANI MIYIZ? FETRET DEVRİNİN HÜKMÜ NEDİR?
Fetret devri, peygamberler arasındaki boşluk demektir. Daha çok da, peygamberimizle Hz. İsa arasındaki boşluk kasdedilir. Evet, Hz. Mesih’in getirdiği esaslar unutulup, onunla gelen ışık hüzmelerinin Efendimiz (s.a.v.)’e kadar ulaşamadığı o dönemdir ki, insanlık o dönemde karanlıklar içindedir veya o dönemdir ki, Hz. Mesih ile Efendimiz (s.a.v.)’in aydınlıkları birbirine bitişememiş ve arada karanlık bir boşluk kalmıştır ve işte bu boşluk devresi fetret devri, bu karanlık devrede yaşayan insanlar da fetret devri insanlarıdır.
Bu devrin insanları, ne tam ma’nâsı ve orjiniyle Hz. Mesih’in getirdiği dini anlamış, onun envar ve esrarından istifade edebilmiş ne de vahyin aydınlatıcı tayfları altında ilerleyerek Efendimiz (s.a.v.)’e ulaşabilmişlerdir. Ancak, bunlar, gidip bir puta tapmamış, herhangi bir putu kendilerine ilâh edinmemiş iseler, Allah (c.c.)’a inanmamış olsalar dahi affedilecekleri mevzuunda icma vardır. Efendimiz (s.a.v.)’in anne-baba ve dedesinin bu akide itibariyle affa mazhar olacakları kesindir; zira onlar da fetret devri insanlarıdır. Vakıa, bir hadislerinde Efendimiz (s.a.v.), anne ve babasının ihya edilerek kendisine îmân ettiklerini söylemiştir. Hadîs, hadîs kriterleri açısından zayıf olmasına rağmen, İmam Suyutî gibi, Allah Rasûlü’yle 20 küsur defa yakazaten görüşen büyük bir müceddid bu hadîsi kabulle, Allah Rasûlü’nün anne ve babasının îmân ederek kurtulduklarını ifade etmektedir. Gerçi İmran b. Husayn’ın babası olan Husayn’a Allah Rasûlü: “Senin baban da benim babamda cehennemde” demişti. Husayn Resulullah’a “Sen mi hayırlısın baban mı?” deyince Allah Rasûlü de ona bu cevabı vermişti. Ancak bu durum, o sözün söylendiği zamana münhasırdır ve daha sonra Allah Rasûlü, anne ve babasının kabrine gelip duâ etmiş ve Cenab-ı Hakk (c.c.)’dan onların kendi ümmeti içine girmeleri talebinde bulunmuştur. İşte bu duâ, Allah (c.c.) tarafından kabul edilmiş ve Allah Rasûlünün hem annesi hem de babası îmân ederek ümmet-i Muhammed arasına dahil olmuşlardır.
Aslında, mevzua esas teşkil eden cevap açısından mes’eleyi bu hadîse dayandırmaya bile gerek yoktur. Zira ister Amine validemizin, isterse Efendimiz’ (sav) in muhterem pederleri Abdullah’ın, puta taptıklarına dair hiçbir delil yoktur. O devrede çeşitli muvahhidlerin olduğu ve bunların asla putlara tapmadığı ve Hz. İbrahim’in dini üzere yaşadıkları bilinen gerçeklerdendir. Hem bunlar fetret ehlidir. Ve bütün fetret devri insanları bu şartlar altında ehl-i necattır. Fetret insanları Cennete girecek de Efendimiz (s.a.v.)’in anne ve babası bundan mahrum edilecek; olacak şey mi bu?
Hem, hiç bir şeyi zayi etmeyen, insanın bedenine giren maddî atom ve elektronları dahi zayi etmeyerek ahirette onlara kıymet ve değer verip, onları âhiretin bâki binasında kullanacak olan ve abes işten, israf etmekten münezzeh bulunan Allah (c.c.) Efendimiz (s.a.v.)’in maddi yapısının dünyaya gelmesine vesile anne-babasını hiç zayi edip cehenneme atar mı?..
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, o devirde yaşayan Zeyd bin Amr gibi-ki Hz. Ömer’in amcasıydı-Varaka b. Nevfel gibi insanlar da zayi olmayacaklardır. Onlar vicdanlarında bir olan Allah (c.c.)’ı duymuş ve inanmışlardı. Belki inandıkları Allah (c.c.)’a, “Allah’ım” diyemiyor hatta bu ismi de bilemiyorlardı; ama, ma’nâ olarak böyle bir Allah (c.c.)’a inanıyorlar ve dualarını ona yapıyorlardı. Efendimiz’ (s.a.v.) in gelmesine yakın, hava o kadar yumuşamıştı ki, Efendimiz (s.a.v.) bir yüksek basınçla âdeta onların iklimini tesir altına almıştı. Sanki bir yağmur geliyordu da, bu yüce ruhlar ellerindeki his, duygu, hafi, ahfa âletleriyle gelecek bu İlâhî yağmuru önceden seziyorlardı. Seziyor ve etraflarındaki insanları müjdeliyorlardı. Şefaat atmosferi o kadar geniş olan Allah Rasûlü ümit edilir ki, kendisini böyle candan ve yürekten istikbâl eden bu insanları da unutmaz ve âhirette, ellerinden tutarak onları da kendi nûrlu ve mutlu dünyasına yükseltir ve saadetlerine vesile olur. Bu muşahhas zevat gibi, fetret karanlıklarını, hanîf olarak aydınlıkta yaşıyanların yanında, fetret devrinde bulunan insanlar, eğer açıktan bir puta tapmaları sözkonusu değilse, biz onların da kurtulacaklarına inanıyoruz.
Bu, mes’elenin düne bakan yönüdür. Bir de bugüne bakan yönü var ki, soruda ele alınan husus da bu olsa gerek.
Kelam kitaplarının anlattığına bakılırsa, devrimize fetret devri, bu devrin insanına da fetret insanı demek oldukça zordur. Ne var ki, mes’eleyi hemen sarıp sarmalayıp bir tarafa bırakmak, hem ehl-i sünnet ve’l-cemaatın görüşüne hem de Cenâb-ı Hakk (c.c.) ’ın engin rahmetine karşı saygısızlık olsa gerek...
Biz, öyle bir devir idrak ettik ki-hele başka memleketlerde-İslâm güneşi tamamen söndürülmüş, kalblerden Allah Rasulü’nün güzel ismi silinmiş ve ilim adına ortaya konan her şey, âdeta birer yalancı dil gibi Allah (c.c.) ’ı inkarda kullanılıyordu. İrfan yuvalarından Marifet-i İlâhînin solmaz renkleri fışkıracağına, küfrün ziftli çehresi hortlatılıyordu. Binbir hikmetle îmâna payanda olması gereken ilim, îmân kalesini enkaz haline getirmede âdeta bir dinamit vazifesi görüyordu. İşte, gençlik, böyle bir küfür gayyası ve dalâlet anaforu içinde mescid ve mabedin yolunu bütün bütün unutmuştu. İlim mahfillerini ellerine geçiren bir şirzime-i kalîl, gözlerini kendi mefâhirlerine kapamış ve hep batının türküsünü söylüyordu. Kimisi tekamül nazariyesiyle insanımızın hilkat ve yaratılış hakkındaki düşün-celerini bozuyor; kimisi Freud’un libidosu ile milletin ruh ve dimağlarını cinsiyete bağlı gösteriyor ve her şeyi şehvetten bir dünya içinde çözmeye çalışıyor. Kimisi de serserilik ve baş kaldırma felsefesiyle milleti ifsad ediyordu. Bu sistemlerden her biri, bazen toptan, bazen de münferiden, milletimizi ve bizimle aynı çizgiyi paylaşan diğer milletleri kıskacına alıyor, zehirliyor, özünden uzaklaştırıyor ve serserileştiriyordu. Yıllarca, bir baştan bir başa bütün ülkede gazete, mecmua ve kitaplar da hep aynı havayı estirdiler. Bu itibarla, günümüz insanı, bütün bütün fetret devrinin dışında kabul edilemez. Aksi düşünce, vak’alara ve realitelere göz yummak olur.
O devrede yaşanan olaylardan birini naklederek neslin maruz kaldığı mahrumiyeti göstermek isterim: Bir arkadaş, gençlere sohbet ediyor. Dinin ulvî meselelerini şerh ve izahla başlayan sohbetin mecrası bir ara günlük hâdiseleri dile getirmeye kayıyor. Komünist blokun yaptıkları ve yapmak istedikleri bir bir sıralanıyor. O sırada, sohbet dinleyen gençlerden biri heyecanla “Bu insanları kesmeli, paramparça etmeli, hepsini öldürmeli” gibi laflar ediyor. Fakat bir köşede oturmuş derin bir vecd ve iştiyakla söylenenleri dinleyen ve ilk defa böyle bir havayı teneffüs etmekte olan başka bir genç biraz evvelki heyecanlı gence, aynı heyecanla ve yangın görmüş bir insan telaşıyla şöyle karşılık veriyor: “Arkadaş, öldürelim diyorsun. Bak eğer dün bu dediğini yapmış olsaydın, ben talihsiz bir insan olarak onların arasında ölüp gidecektim. Çünkü dün ben de onların arasındaydım. Fakat görüyorsun ki, bu gün bu temiz ve nezih arkadaşların içindeyim.. dünden bu güne yerden göğe bir mesafe katettim. Ve şunu kasemle temin edebilirim ki, sizin karşı cephe dediğiniz insanlar arasında benim gibi kurtuluş bekleyen binlerce insan var! Onlar sizden tokat değil, şefkat bekliyorlar. Eğer onlara el uzatırsanız, onlar da sizin gibi olacaklar. Esas vazife, öldürmek midir diriltmek mi?” Bu sözler orada bulunanları rikkate getirdi ve hıçkıra hıçkıra ağladılar. Evet, biz, böyle bir nesil gördük ve onların dalâleti karşısında kanlı göz yaşları döktük. Bunların bir çoğu masumdu. Müsbeti bilmediğinden menfiye takılıp kalmıştı. Bunları fetret devri insanı saymamak, şahsen bana, Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın geniş rahmetine zıt gibi geliyor...
Buhari ve Müslimde şöyle bir hâdise nakledilir: Esirler getirilmiştir. Esirler arasında bir kadın vardır. Durmadan sağa sola koşuyor ve gördüğü her çocuğu alıp bağrına basıyor.. ve aradığı çocuğun o olmadığını görünce, onu da bırakıyor, yine aramaya koyuluyor. O esnada, Allah Rasulü de bu manzarayı göz yaşları içinde seyrediyor. Nihayet kadın aradığını buluyor ve onu, iliklerine kadar şefkat kesilmiş bir duyuş ve hissedişle bağrına basıyor. Söz Sultanı, kadını, yanında bulunanlara gösteriyor ve soruyor: “Şu kadın bağrına bastığı evladını ateşe atar mı?” Cevap veriyorlar: “Hayır, Ya Rasulallah, bu şefkatli kadın çocuğunu aslâ ateşe atamaz.” Ve Allah Rasulü hikmet gamzeden bir edayla: “Allah (c.c.) o kadından daha şefkatlidir” buyurdular.
Binaenaleyh biz de biraz müsamahalı düşünmek zorundayız. Bunu söylerken merhamet-i ilâhîden daha fazla merhamet gösterip Cennet havariliği yaptığımız zehabına varılmasın. Mes’eleye, ehl-i sünnetin umumî prensipleri zâviyesinden ve (İnne rahmetî sebekat alâ gadabî) adesesiyle bakmak istiyoruz.
Bir de bu mes’elenin bize bakan yönü vardır ki çok önemlidir: Biz gençlerimize, onları doyuracak şekilde hakikatları takdim edemedik. Hem kendi gençliğimizi ihmal ettik hem de bizim götüreceğimiz mesajlara su ve havadan daha muhtaç bütün dünya gençliğini... Çok kısa bir zamanda dünyanın dört bir yanına elimizdeki hakikatları duyurmaya muvaffak olan sahâbî ve onlardan sonra gelenlerin çalışma ve gayretlerine çalışmalarımızı kıyas ettiğimizde, nasıl bir atâlet ve tembellik içinde olduğumuzu daha iyi anlamış oluyoruz. Onlar, gece-gündüz ellerindeki hakikatlara muhtaç sîne ve gönül aradılar ve bunu hayatlarına gaye ve ideal yaptılar! Burada yine bir arkadaşımızın başından geçen şu hâdiseyi nakletmeden geçemeyeceğim:
Bu arkadaşımız, Almanya’ya gitmişti. Orada hak ve hakikatlara tercümanlık yapıyordu. Evlerinde pansiyoner olarak kaldığı evin genç sahibi, gün geldi, bu arkadaşımızın dırahşan çehresi ve temiz nasiyesinin tesirinde kaldı ve o da nurdan o halkaya girdi. Gün geçtikçe malumatını artırıyor ve her geçen gün dinî hayatında mesafe kaydediyordu. Bir gün hidayetine vesile olan arkadaşla sohbet ederken kendini tutamıyor ve ona şunları söylüyor:
-“Vallahi seni çok seviyorum, çünkü benim kurtuluşuma sebep oldun. Ama sana aynı zamanda çok kızıyorum. Çünkü eğer sen bu eve iki-üç ay evvel gelmiş olsaydın, benim babamın da hidayetine vesile olacaktın. Hayatını ahlâkî değerler itibariyle tertemiz geçirmiş olan babam, maalesef İslâm’ın güzel yüzüyle tanışamadan gitti ve hidayete eremedi. Buna da senin bu gecikmen sebep oldu..”
Aslında bu feryad bütün bir dünyanın feryadıdır. Muhatap ise bütün müslümanlardır. İşte, mes’elenin bir de bize bakan ifritten böyle bir yönü var... Acaba biz, müslüman olarak bize düşen vazifeyi yapabildik mi? Yapmadı isek bize de sorulacak çokşey var demektir.
.İSLÂMİYETİN KISA ZAMANDA YAYILMASININ,
1300 SENE GİBİ UZUN ZAMAN YAHUDİ VE HRİSTIYAN DÜNYASI TARAFINDAN MAĞLUB EDİLEMEYIŞİNİN SEBEPLERİNİ ANLATIR MISINIZ? AYRICA BUGÜNKÜ MAĞLUBİYET VE HEZİMETİMİZİN SEBEBİ NEDİR?
“Müslüman” kelimesi, Türkçemize Farsçadan geçmiş bir kelimedir. “Müslim” kelimesini acemler, kendilerine göre cemileştirmek için “-an” harflerini ilave etmiş, “müslüman” demişlerdir. Biz de öyle kullanıyoruz.
İslâm ve îmân kelimeleri üzerine farklı farklı mütalâalar yürütülmüştür; ama biz burada o hususdaki nüanslara girmeyeceğiz. İslâmı îmânla beraber ifade edecek olursak, müslüman Allah’a ve inanılması gereken esaslara, hem de aksine ihtimal vermeyecek şekilde inanmış ve Allah’a teslim olmuş insandır. Yani müslüman, Cenab-ı Hakk’ın ona şahsî, ailevî, içtimaî hayatını düzenlemesi adına ne kadar emirleri varsa, hepsini yürekten samimiyetle, ihlasla temsil eden insandır. Bazı devirlerde, müslümanlar İslâmiyeti, elifinden ye-sine kadar temsil etme fırsatını bulamamış olabilirler, onu temsil aşk ve iştiyakıyla yanar, onu yaşama arzusuyla kıvranıp dururlarsa, inşaallah mes’ûl olmazlar ve muâheze de edilmezler. Zira bir kere boyunduruk yere konmuştur. Bir hamlede onu kaldırıp yerine koymak mümkün değildir. Düşünce, plan, azim ve karar yeter.. evet eğer onlar, fevkalâde bir iştiyak ve cinnet derecesinde bir arzuyla bu işin arkasına düşmüş ve ölesiye onu takip ediyorlarsa mes’ûliyetten kurtulurlar. Zaten mes’ûliyetten kurtulmak içinde, ya İslâmı bütünüyle yaşamak ya da yaşamak arzu ve iştiyakıyla yanıp-yakılmak şarttır.
Aksi davranış ise, hem dünya hem de âhiret mes’ûliyetini kaçınılmaz kılacaktır. Dünyada hep zillet çekecekler; zira İslâm’dan kopuk yaşamaları onları içtimaî, iktisadî, ticarî ve askerî hayata ait bütün saha ve ünitelerde küfrün sultası altında kalmaya mahkum edecektir. İlim ve teknik planda da mağlup düşeceklerdir. Ahirette ise, bunun hesabını verecek ve orada can yakıcı bir azapla karşılaşacaklardır.
Belki 1300 sene değil ama, en az 1000 sene müslümanlar, mânevî helezonlarla hep yükselişten yükselişe sıçradı ve başdöndürücü zirvelerde dolaşdılar. Bilhassa Raşid Halifeler devrinde bu yükseliş, adetâ semavî bir keyfiyet kazanmıştı. Zaten Allah Rasûlü’de, bu gül devriyle alâkalı şöyle buyuruyorlardı:
İslâm ordusu bir beldeye gelir ve oranın ahalisi, “Sizin içinizde peygamberi gören var mı?” diye sorar. Eğer “Evet, var.” denilirse kapılar ardına kadar açılır.
“Sonra bu soru “Allah Rasûlünü görenleri gören var mı? ” şeklinde de sorulabilir. Yine “Evet, var” denirse kapılar ardına kadar açılır.
“Daha sonra ise “Sahabeyi görenleri, yani tabiini gören var mı?” diye sorulur. Cevap “Evet, var” olursa, yine kapılar açılır ve fetihler sürer gider.
Zaten başka bir hadiste Efendimiz bu üç devreyi en hayırlı devreler olarak vasıflandırmakta ve şöyle buyurmaktadır:
“En hayırlı nesil benim içinde bulunduğum nesildir. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenleri takip edenlerdir.”
İslâmi geçmişimize bakınca bütün tarihi vak’aların, Efendimiz’in bu ifadelerini doğruladığını görürüz.
Râşid Halifeler devri bütünüyle 30 senedir. Bununla beraber daha Hz. Osman döneminde Müslümanlar dünyanın dört bir yanına yayılmışlardı. Bir taraftan Erzurum’a kadar varmış, diğer taraftanda Aral gölüne uzanmışlardı. Halbuki o devirde ihtilaflar doruk noktadaydı. Buna rağmen, cihad ruhu onlarda devamlı hamle şuurunu besliyordu. O dönemde Afrika, bir baştan bir başa fethedildi. Ukbe b. Nâfi, oraya giren ilk müslüman kumandan olarak, koca Afrika’nın fethini kendi hayatının günlerine sıkıştırabilmişti. Vefat ettiği zaman 50 yaşındaydı. Bu elli senelik dar zaman dilimi içinde bir baştan bir başa bütün berberîlere sözünü dinletmiş, o günkü arapların karanlık deniz dedikleri Atlas Okyanusuna dayanmış ve atını yarı beline kadar suyun içine sürüp yeryüzünde ideal bir insanın söyleyebileceği en güzel sözü söylemişti: “Allah’ım bu karanlık deniz karşıma çıkmasaydı, Senin adını denizler aşırı ötelere de götürecektim.” Onların transatlantikleri, uçak gemileri, hatta fırtınalı zamanlarda, denizlerde yüzecek vapurları da yoktu. Bu uzak ülkelere atın, devenin sırtında taşınıyor, deniz aşırı ülkelerede sallarla ulaşmaya çalışıyorlardı. Buna rağmen dünyanın dört bir bucağında hem de çok kısa zamanda at oynatabilmişlerdi. Meseleyi riyazî olarak arzetmek icabederse, dört Halife döneminde İslâm adına, gönüllerin fethedilmesini hedef alan fütuhat, daha sonra ki bütün Emevî, Abbasî, Selçukî ve Osmanlı dönemlerinde fethedilen yerlere denk idi, belki daha da fazladır.
Kaderin mahrem bir sırrıdır ki, bugün dünyanın dört bir yanında, nerede müslüman varsa, orası mutlaka Sahabi döneminde fethedilen yerlerdir. Endülüs, 8 asır müslümanların elinde kalmış olmasına rağmen, gözdoldurur bir şey bulmak çok zordur. Fakat Türkistan’da, Dağıstan’da, Mengücistan’da, Özbekistan’da hâlâ camiler, medreseler vardır. Çünkü buralar Sahabe tarafından fethedilmiştir. Aynı zamanda buralar, Buhari’den, Müslim’e, Müslim’den Tirmizi’ye, ondan İbn-i Sîna’ya, Fârâbi’ye kadar hem ilim sahasında hem de sahasında en muhteşem sîmaları yetiştiren yerlerdir. İslâm buralarda hakkıyla yaşanmıştır.
Şimdi, ihlasla temeli atılmış, samimiyetle tohumu saçılmış ve harcında Sahabenin kanı olan bu yerler inşaallah bir gün yeniden İslâmın “yed-i beyza”sına teslim olacaktır. Evet, milletçe, bu eski ülkelerde yeniden varlığımızı hissettireceğimiz günleri bekliyoruz. Ve inanıyoruz ki, gün gelecek oralarda kaybolan İslâmi hava, İslâmi ruh ve şuur mevce mevce yeniden dalgalanacaktır. Bu ayrı bir fasıldır ve aynı zamanda bizim de bam telimizdir. Şimdilik bu konuya bir nokta koyup geçiyor ve sadede dönüyoruz.
Sahabi çok kısa bir zaman içinde cihanı fethe muvaffak olduysa her halde bunun kendine göre bir hesabı ve değerlendirmesi vardır. Sahabi ki, teker teker hepsi, İslâm davasını birer mecnûnu idiler. Evet, dıştan ve zâhiri gözle bakanlar onlara deli derdi. Çünkü onların yaptıkları aklı durdurup, hayali donduracak çapta şeylerdi.
Hz.Ali, Allah Rasûlü hicret esnasında Mekke’den ayrılırken O’nun yatağına yatmıştı. Bu, kılıç darbeleri altında paramparça olmayı baştan kabulleniş demekti. Müşrikler elleri havada kaldılar. Zira yataktaki Efendimiz değil, Hz.Ali’ydi. Ellerinin havada kalması ise hayrettendi. Bu işe akıl erdirememiş ve donup kalmışlardı. 17 yaşındaki bir genç, nasıl olur da hayatını hiçe sayarak böyle bir fedakarlık yapardı? Ebu Cehil dahil bütün Mekke müşrikleri küçük dillerini yutmuşlardı. Ve, yine Ebu Cehil, Abdullah İbni Cahş’ın damının üzerine çıkıyor, içerde koyunların melemesini, kedilerin miyavlamasını duyuyor ve dehşetten dehşete düşüyordu. Çünkü evde insan adına hiç kimse kalmamıştı. Dostun (a.s.m.) kendisi Medine’ye gidince, herkes de arkadan koşup gitmişti. Ebu Cehil, Hz.Abbas’a hitaben: “Hayret! Bu senin yeğenin, aramıza öyle bir iftirak attı ki, bunu ne izah etmek ne de anlamak mümkündür!..” diyordu.
Yurt-yuva, mal-menal, evlad-u iyal herşey terkediliyordu. Bunu müşrikler nasıl anlayabilirdi ki?
Evet, Hz.Ebu Bekir Mekke’den Medine’ye hicret ederken, yanında hiç kimseyi götürmüyordu. Hanımını, babasını ve canı kadar sevdiği evlatlarını Mekke’de bırakıyor, öyle gidiyordu.
Hz.Osman, Allah Rasûlü’nün kerîmesi Hz.Rukiye validemizi dahi yanında götürememişti. O Rukiye ki, onun hanımıydı ve iki cihan serverinin gözünün nuruydu. Bizden kime: “Rukiye için bir can lâzım” denseydi zannediyorum herkes bin canıyla onun imdadına koşardı. Fakat gel gör ki, bu Rukiye Mekke’de kalıyor ve Hz. Osman Medine’ye hicret ediyordu.
Bu dönem, Efendimiz’e sadakatla bağlanmaların dönemiydi. Gerçekten, onlar öyle sadakatla bağlandılar ki, Hudeybiye’de Sehl b. Amr, Efendimiz (a.s.m.) ile bir anlaşma akdedip Mekke’ye döndüğünde aynen şöyle dedi: “(Sehl henüz İslâm’a girmemişti. O İslamiyete en son girenlerdendir. Yumuşak, mülayim bir insandı. Orada Efendimiz (a.s.m.)’a karşı da hırçınca davranmamıştı. Allah’ın lütfûyla kalbinin yumuşaklığının mükafatını görmüş, daha sonra İslâm’ın nûruyla nurlanmış ve hayatının son senelerinde (a.s.m.)’ın mübarek halkasına girmişti.) Beyhude uğraşmayın! Siz O’nunla başa çıkamazsınız. Ben Kisra’ların, kayserlerin saraylarında bulundum, her tebaanın büyüklerine karşı ihtiramına şâhid oldum.Fakat benim bu Zât ve etrafındakilerde gördüğüm şeyi hiç bir yerde görmedim. Abdest alıyordu, uzuvlarından damlayan suların bir damlası bile yere düşmüyordu.. herkes ellerini tutuyor, ellerine damlayan damlacıkları yüzlerine gözlerine sürüyordu.” Evet, Sahabeler Efendimiz’e (a.s.m.) karşı o derece tazimkâr ve bağlılık içindeydiler! Halbuki Efendimiz kendisine ayağa kalkanlara şöyle diyordu: “Lâ tekumu kema tekumul eâcim” “Acemlerin büyüklerine ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayın.” diyordu ama yine de kalkıyorlardı. Tevazu gösterdikçe büyüyor büyüyor ve başı meleklerin bulunduğu makamları dahi aşıyordu. Efendimiz’in Hz. Cibril’i görünce korktuğu rivayet edilmektedir. Vahyin bidayetinde öyle olmuştu. Fakat, bir Rasulûllah aşıkının dediği gibi “Eğer Cebrail (a.s.) hakikat-ı Ahmediyenin perde arkasını müşahede etseydi, kıyamete kadar bayılır kalır ve bir daha da kendine gelemezdi.” Efendimiz (a.s.m.) Allah ile irtibatının kuvveti nisbetinde daima büyüyordu. Ama her büyüme, onda katlanıp katlanıp daha derin tevazua bürünüyordu. Evet O kendisini insanlardan her hangi bir insan sayıyor, ondan öte muameleden de rahatsız oluyordu.
Bu dönem, Ashabın, Efendimiz (a.s.m.) ile kaynaşıp bütünleştiği dönemdi. Ruhları, gönülleri kalpleri ve kalıpları o kadar birbirine yaklaşmıştı ki, Efendimiz (a.s.m.) onlara “Kanınız kanım, canınız canım” yani “Siz Benim uğrumda öleceksiniz, Ben de sizin uğrunuzda” diyordu. Öyle bütünleşmişti. Bu sözler sadece onların gönlünü almak için söylenmiş sözler değildi. Aslında var olan böyle bir bütünleşmeye, (a.s.m.) tercüman oluyordu. Gün gelip de İslâmı neşir ve temsil için, dünyanın dört bir yanına hicret bahis mevzûu olunca, “niçin ve neden” demeden yukarıdan gelen emre uyup İran’a-Turan’a dağıldılar. İslâm uğrundaki bu hicretten sonra da, bir daha eski vatanlarına dönmeyi düşünmediler; düşünmek şöyle dursun; o samimi hicret niyetine gölge düşürme endişesiyle, eski yurtlarında ölüp, oraya gömülmek korkusuyla tir tir titrediler.
İşte Sa’d b. Ebi Vakkas Mekke’de sıtmaya tutulmuş ve tir tir titrerken, üzülüyor, teessür izhar ediyordu. Efendimiz (a.s.m.) “Niçin üzülüyorsun?” buyurunca da, “Ya Rasulallah! Hicret ettikten sonra Mekke’de öleceğim diye korkuyorum.!” cevabını veriyordu. Yani Senin böyle melekût kokan, mübarek ikliminde Medine’de ölmeyeceğim de burada öleceğim, bu yüzden de hicretim eksik olacak diye üzülüyorum. (Bu hâdise Buhari ve Müslim’de anlatılmaktadır.) Efendimiz (a.s.m.) Medine’ye yerleşip ve hep orada kalmayı düşündüğü için onlar da Medine’ye o kadar bağlılık duyuyorlardı. Aslında insan Medine’ye ne kadar bağlansa değer. Ve, onlar, Medine’ye değdiği kadar bağlıydılar ama, bir gün dünyanın dörtbir yanına gidip İslâmiyeti neşredeceklerine dâir emir sâdır olunca, hiçbiri en ufak bir tereddüt geçirmeden “evet” demişti. Onlar hakikatın delisiydi, delice İslâm hakikatına bağlanmışlardı. Leylâ’nın peşine düşen Mecnun’un hali neyse, İslâm hakikatını cihana neşretme ve Allah’ın rızasını, Rasûlullah’ın hoşnutluğunu kazanma mevzuunda, onların hali de oydu. Evet, emir gelince hemen Tebük’e azmirah eden, Yemen’e koşan, Hadramut’a yönelen ve dünyanın dört bir bucağına, tebliğ için çıkan bu Hak sevdalıları cennete gidiyor gibi güle-oynaya gidiyorlardı.
Gün gelip de değişik imparatorluklar, İslâmiyetin yayılışını engellemeye ve mücahitleri durdurmaya kalkınca; müslümanlar da kılıca başvurma zorunda kalmışlardı. Zira onlar hakikatı neşredip cihanı aydınlatacaklardı.. hasımlar maddi güç ve kuvvetle karşılarına çıkınca, onlarda aynı silahı kullanma mecburiyetinde idiler.
Evet, şimdi tam maddi cihad zamanıydı. Kılıcını kapan meydana atıldı. Öldürdü veya öldürüldü. Fakat meydanı terkeden olmadı. Her cebhede, kendilerinden beklenenin çok üstünde muvaffakiyetlerle gidip Çine-Maçine ulaştılar. Onlar hem toplum olarak hem de teker teker ferdler olarak destanlara mevzu insanlardı...
Allah Rasulü hiç kimseden tâkatının fevkinde bir talepte bulunmuyordu. Bununla beraber sahabi her fırsatta tâkat sınırını zorluyor ve adetâ yükün altına biraz daha girebilmenin kavgasını veriyordu.
Hayber’e çıkılırken Hz. Ali’nin gözleri ağrıyordu. Allah Rasûlü onu, bu mazareti sebebiyle Medine’de bırakmak istedi. Ama Hz.Ali buna razı olmadı. Ve “Beni kadın ve çocuklarla beraber mi bırakıyorsun ya Rasulallah!” dedi. Nitekim daha sonra Hayber O’nun eliyle fethedildi.
Ve bir defasında da Efendimiz (a.s.m.) Medine’den ayrılırken kendi yerine Hatice Validemizin akrabası olan Ümmü Mektum’u bırakmıştı. Demek ki ancak, böyleleri cihaddan geri kalabiliyordu. Gözleri görmüyordu, mazurdu. Hiçbir zaman cihada iştirak etmeyebilirdi, ama, Efendimiz’in (a.s.m.) vefatından sonra, kendisine “Senin gözlerin görmüyor, sen mazursun cihada gitmeyebilirsin” diye karşı koyan olmadığını değerlendirdi ve dünyanın dört bir yanına cihada gidenlerle beraber o da yola çıktı. Evet, İbn-i Ümmü Mektûm bir fırsat yakalamıştı. Kadiseye’ye ordu giderken, çok yaşlı olmasına rağmen o da orduya iştirak edecekti. Rivâyetlere göre o gün onu ordunun arka saflarında tutmak istemişlerdi de, bir yerde Sa’d b. Ebi Vakkas’ı (Ordunun kumandanını) yakalayıp şöyle dedi: “Muğire bin Şu’be benim Allah yolunda cihad etmeme mani olmak istiyor. Eğer Allah yolunda bugün benim ölmeme mani olursanız ben de sizin hepinizi Halife Ömer ’e şikayet ederim.” Bakın şikayet mevzuuna! “Allah yolunda ölüp kanımla yunmama, yıkanmama mani olursanız sizi halifeye şikayet ederim.” “Ne istiyorsun?” diye soruyorlar. “Gözüm görmüyor ama, ordunun önünde sancağı ben tutmak istiyorum.” cevabını veriyor. İşte Allah yolunda ölme mevzuunda hem de cinnet derecesinde kendini ölümlere atan insanlar!..
Sanki Efendimiz’in olmayışını İbn-i Ümmü Mektûm büyük bir fırsat biliyordu. Zira Efendimiz hayatta olsaydı ona “Sen evinde otur” diyecekti. Halbuki şimdi ona böyle diyen ve diyecek olan yoktu. Onun için de çok seviniyor ve ordunun en ön saflarında cihada iştirak ediyordu.
Ebu Talha iyice yaşlanmış, güçten kuvvetten düşmüştü. Torunlarını çağırıyor “Kıbrıs fethedilecek. Bu sefere ben de katılmak istiyorum. Ama at üzerinde durmam mümkün değil. Onun için beni ata iyice bağlayın.” diyor. Torunları itiraz ediyor ve onun sefere katılmasına mani olmak istiyorlar. “Sen ihtiyarsın, yaşlısın, mazursun” diyorlar. O diretiyor “Kur’an genç-ihtiyar ayırmadan herkesi malıyla canıyla cihada davet ediyor. Ben bu emirleri mutlak mânâda anlıyorum.” cevabını veriyor. Nihayet söz dinletemiyor ve ata iyice bağlayarak onu da ordunun içine salıveriyorlar. Daha harbe iştirak etmeden, yolda vefat ediyor. Zaten o kadar uzun ve ağır yolculuğa dayanacak halde de değildi.. Ama, o, dünyada aradığını bulmuştu.. vefat ederken, herhalde: “Çok şükür Rabbim Sen’den istediğim bu şeyi de bana lutfettin.” diyordu. Ve, Hz. Halid Ebu Eyyub el-Ensarî Hazretleri, çok yaşlı olmasına rağmen, ta Yezid’in emir olduğu döneminde İstanbul kapılarına kadar geliyor. O, Efendimiz Medine’ye teşrif ettiğinde evliydi, çoluk çocuk sahibiydi. Hz. Muaviye dönemi ve Yezid’in kumandanlığı zamanına gelinceye kadar en az 40-50 sene geçmişti. Bütün bunlar nazara alınacak olursa o son savaşa iştirak ettiğinde en az 75-80 yaşlarındaydı. Bu yaştaki bir insan, yine torunları tarafından atın üzerine bindiriliyor.. ve at üzerinde tâ İstanbul önlerine kadar geliyor. Burada bir noktaya işarette fayda var: Sözkonusu sahabeler ve benzerleri acaba neyin peşindeydiler? Onlar hakkında Kur’an ve hadislerde nice takdirkâr ifadeler mevcuddu. Bizzat Cenab-ı Hak onlara Ensar veya Muhacir demiş ve tebcil etmişti. Onlar Tevrat ve İncil’de dahi vasfedilen insanlardı. Bununla beraber Allah Rasulü’nden bir söz duymuşlardı: “İstanbul mutlaka fethedilecektir” diye başlayan bu sözün sonunda da şöyle deniliyordu: “Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden ordu ne güzel ordu!” İşte onların bütün gayesi, Allah Rasulü’nün ifadesindeki bu güzel orduda sade bir nefer olabilmek ve Allah hoşnutluğunu kazanmaktı. Bunca tehalüke katlanmalarının başka hiçbir sebebi yoktu. Allah Rasulü İstanbul’u fethedecek ordunun Allah katında makbuliyetine işaret ediyor, onlar da böyle bir ordu içinde bulunmak için âdeta birbirleriyle yarış ediyorlardı.
Evet Ebu Eyyub el-Ensarî Hazretlerinin derdi de buydu. O’nun için tâ Medine’den kalkmış ve İstanbul önlerine kadar gelmişti. Aylar, haftalar geçmiş fakat fetih müyesser olmamıştı. Şimdi ise O, yorgun ve bitkin bir halde ölümünü beklemekte. Herhalde bütün hastalığı süresince, en çok tekrar ettiği şey: “Fetihten ne haber?” sözüydü. Nihayet ölüm ruhunu sarınca, ordu kumandanı soruyor: “Ey Allah Peygamberinin Sahabesi, bir isteğin var mı, yerine getirelim?” Diyor ki: “Beni alın götürebildiğiniz kadar ileriye götürün. Hatta imkan varsa surların içine girin ve beni oraya gömün! Biz İstanbul’u fethetmek için geldik, ama bana nasip değil. Ne varki bir gün Efendimiz’in bu haberi mutlaka çıkacak ve bu müjdesi mutlaka tahakkuk edecektir. Ben burada gömülü olayım. Yanıbaşımdan geçen İslâm süvarilerinin kılıçlarının, kalkanlarının şakırtılarını işitmek hoşuma gider. Bırakın hiç olmazsa o leventlerin seslerini duyayım.” Aradan 5-6 asır geçiyor, Cenab-ı Hak o muştuyu, yağız Türk Levend’i 22 yaşındaki Hz. Fatih’e nasip ve müyesser ediyor. Çağ açma-kapama, Nebinin iltifatına mazhar olma, Avrupa’ya açılacak Hayber kapısı gibi demir kapıyı kırma ve Muhammedî ruhu tastamam temsil etme, kaderin tatlı cilvesi ona nasip oluyor. Allah’ın takdiri ya; adı bile Mehmet, yani Muhammed Fatih olmuştur. Evet O, Muhammedîliği adetâ bir Mehdi mahiyetinde temsil etmiştir. Eba Eyyûb-el Ensarî Hazretlerinin duyduğu nâra, Fatih’in nârası ve takdirle karşılayıp “Hoş geldiniz” dediği ordu da onun ordusudur.
İşte, ister irşad ve tebliğ, isterse maddi cihad adına, böylesine delice kendisini bu işe adamış kimseler, cihanı fethederler ve fethettikleri yerleri de asırlarca ellerinde tutabilirler. Efendimiz’in bir hadislerinde buyurdukları gibi, daha sonra, müslümanların ruhunu “Vehen” yani “ölüm korkusu” sarınca, elde edilen herşey, teker teker kaybedilmeye başlar. Bizim 2-3 asır öncesine kadar insanlık tarihinde ağır ve büyük bir yerimiz vardı. Bugün ise bu durumu kaybetmiş bulunuyoruz. Bu meselenin tek izahı vardır: O da üstün olduğumuz zaman İslâmi bir ruh taşıyor Allah’a inkiyad ve teslimiyetimizi sağlam tutuyorduk. Gerilediğimiz dönemde ise ruhlarımızı “Vehen”in, korkunun, zaafın, hayat sevgisinin ve istikbâl endişesinin sardığını görüyoruz.
Kısa zamanda, dünyanın dört bir bucağına yayılan müslümanlar, takriben 1000 sene kadar, en yüksek bir idare şeklini dünyada hâkim kılmışlardı. Bu muvaffakiyet, müslümanların maddi mânevî herşeylerini Allah yoluna adamış olmalarından başka ne ile izah edilebilir ki?
Biz, İslâm aleminde zuhur etmiş bütün cihangirlerde aynı ruh halini görüyoruz. Onlar yaşatma arzusuyla, yaşama zevkini kendilerine haram kılmış insanlardır. Bütün dertleri, intisabıyla şeref duydukları dinin i’lâsıydı.
Alparslan’da bu vardır, Kılıçarslan’da bu vardır, Murad Hüdavendigar’da bu vardır, Fatih’te, Yavuz’da ve daha nicelerinde hep bu ruh, hep bu şuur mevcuddur...
Alparslan, Malazgirtte üzerine giydiği beyaz urbasıyla ordusunun karşısına çıkıyor ve irad ettiği hutbesinde bu cübbenin ona kefen olmasını niyaz ediyordu. Yani o harp meydanında muzaffer olmaktan daha çok şehid olmak için gelmiş bulunuyordu. Ve bunu, giydiği kefeniyle de bizzat gösteriyordu. Onun için de kendi ordusunun birkaç misli düşmanla tereddütsüz yaka-paça olabilecekti. Ve olduda.. oldu ama, günün sonunda içi biraz buruktu. Zira şehid olmak istemiş, fakat olamamıştı.
Murad Hüdavendigar, “Allah’ım ordunu muzaffer ve beni de şehid eyle!” diye dua etmiş ve harbe öyle çıkmıştı. Duası makbuldü. Ordu muzaffer o da şehid olmuştu. Bağrından yediği hançerle upuzun yatarken, etrafındakiler son buyruğunu sordular. Dudaklarında bir cümle söyleyecek kadar ancak derman vardı.. ve onu söyledi sonra da gözlerini yumdu. Son cümlesi: “Attan inmeyesüz” olmuştu.
İşte, onlar tarafından kurulan bu muhteşem ve şanlı devletin her devirde dünya muvâzenesinde bir ağırlığı vardı. Herkes ona bakıyor ve kendisini ona göre ayarlıyordu. Evet, böylesine Hak yolunda tehalük gösterme, O’nun dışında herşeyi hakir görme, Allah’ı daima birinci plânda mütalaa etme, ve bu yüce dava, yüce mefkûrenin delisi olma sayesinde, Cenab-ı Hakk sınırlarımızı daima korudu, biz de aziz olarak yaşadık. Bu ruhu kaybedince de bizi dört bir taraftan sardılar ve, aheste aheste çürütüp, ruhumuzu aldılar. Evet, biz evvelâ ruh planında, sonra haysiyet ve şeref planında, daha sonra da madde plânında öldük. Şimdi de süper güçlerin ağzına bakıyor ve desteklerini bekliyoruz. Hatta onlara karşı borçlarımızı erteletmeyi, biraz geciktirmede muvaffak olmayı çok büyük başarı sayıyoruz.
Eğer bu millet, tekrar eski ihtişamına kavuşmak istiyorsa, onu mâzide haşmetli kılan faktörleri, hem de hiçbirini ihmal etmeden hepsini yerine getirmelidir. Zira “İnsan için ancak çalıştığı vardır. Ve o çalışmasının neticesini muhakkak görecektir” (Necm, 53/39).
.
KALB-İ SELİM NEDİR?
Selim “Selime”den gelir. İslâm kelimesiyle aynı köktendir. Lügat ma’nâsı itibariyle kalb-i selim, hastalıksız ve arızasız kalb demektir. Daha has ma’nada ise o, İslâm’dan başka herşeye kapalı olan kalbdir.
Kalb-i selim sahibi olmak, Kur’an’da bir mü’min adına ortaya konan vasıfları yaşamaktır. Bu tarif umumidir ve herşeyi içine alır mahiyettedir. Hz. Aişe validemize sorarlar: “Allah Rasûlü’nün ahlakı nasıldı?” Cevap verir: “Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz?” “Okuyoruz”, derler. Ve sözüne devam eder: “O’nun ahlakı Kur’an’dı.” Evet, Kur’an, evvelâ Ra-sûlullah (a.s.) kendi hayatını ona göre düzenlesin, tanzim etsin diye indirilmiş bir kitaptır. Daha sonra da imam nasıl yapıyorsa arkadaki cemaat da öyle yapacak ve bütün Ümmet-i Muhammed düşüncelerini, tasavvurlarını hayat ve ahlâkını ona göre tanzim edecektir. Bir de biz, selim kalbi, daha ziyade insanlara zarar veren şeylerden salim olan kalb olarak düşünürüz .Çünkü bir hadisde “El-Müslimu, men selimel müslimûne min lisânihi ve yedihi” “Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kişidir.” buyurulmaktadır. Bu biraz hususi, fakat enfes bir tariftir. Müslüman, eliyle ve diliyle kimseye zarar vermeyecektir.
“Kalb-i Selim”, Kur’an-ı Kerim’de iki yerde geçer. İkisi de Hz.İbrahim ile alâkalıdır.
Hz.İbrahim kavminin ve bilhassa babası Azer’in dalaleti ve sapıklığı karşısında iki büklümdür ve ızdırap içinde kıvranmaktadır. Bunun böyle olması gayet tabii ve fıtridir. Zira her insanda cibilli olarak, yakın çevresine karşı bir sevgi ve alâka vardır. Hele bu çevre daraldıkça sevgi ve alâka daha bir artmaktadır. Hiçbir sâlih evlad babasını sapıklık içinde görmek istemez, istemek bir yana, onun sapıklığı sâlih evladı herşeyden daha çok üzer ve dilgir eder. Hele bu Hz.İbrahim gibi şefkatin doruk noktasında bir peygamber ise; Onun ızdırabı herkesten fazla olur. İşte Hz.İbrahim böyle ızdıraptan iki büklüm bulunmaktadır.
Birgün yine, içinde babasının da bulunduğu bir topluluğa tevhid dersi vermekte ve onları hak dine davet etmektedir. Ancak kavmi ve babası ona karşı diretir, onun davetine icâbet etmez. Atalarının dini üzere olduklarını söylerler. Bu hemen her devirde, gerçeğe inanmayan insanların mazeretler veya dayanakları olmuştur. İşte böyle bir manzara karşısında Hz. İbrahim ellerini kaldırır ve Rabbine şöyle yalvarıp yakarır:
“Ey Rabbim! Bana hikmet ver ve beni sâlihler arasına ilhak eyle. Sonradan gelenler arasında beni yâd-ı cemîl yap ve “Naîm” cennetine vâris olanlardan kıl. Babamı da bağışla o şüphesiz sapıklardandır. İnsanların diriltileceği gün, Allah’a selim bir kalple gelenden başka kimseye malın ve oğulların fayda vermeyeceği gün, beni rezil etme!” (Şuara, 26/83-89).
Hz.İbralim selim bir kalbe sahipti. “Nitekim Rabbine selim bir kalple geldi” (Saffat, 37/84) âyeti bize bu hakikatı anlatmaktadır. Ve O, ahirette insana ancak selim bir kalbin fayda vereceğini söylüyordu. Yani küfrün hakim olduğu bir kalbin, selamete ermesi kat’iyyen düşünülemezdi. Kafir olan kimsenin evladı Hz.İbrahim (a.s.) bile olsa, eğer onun kalbine küfür hâkimse, Hz. İbrahim de olsa ona bir yararı dokunmayacaktır. Evet, O İbrahim Halilullah ki, pek çok Peygamberin babasıdır ve ihraz ettiği makam itibariyle, âhir zamanda gelecek, en büyük Nebi, Nebiler Sultanının, ben ona benziyorum diyerek iftihar ettiği bir insandır. İşte bu Zatın babası Azer’in kalbi küfürle doludur ve O’nun babasına hiçbir yararı olamamaktadır. Efendimiz (a.s.m.) buyuruyor ki: “Hz. İbrahim ahirette de aynı ızdırapla kıvranacak ve babasını ayaklarının dibinde görecek, “Rabbim! Ne olur bu benim babam!” diyecek... Fakat Allah, Azer’i meshederek, Hz.İbrahim’in içindeki alâka ve sevgiyi silecek ve ona babasını unutturacak.” Böylece “Halîlim, Dostum” dediği ve rahmetinin bağrına bastığı İbrahim’ine değişik bir buudda rahmetiyle tecelli edecek.
Mes’eleye bu zâviyeden bakınca kalb-i selimin ne demek olduğunu daha iyi anlamış oluruz. Kalb-i selimin, evvelâ küfürden, tereddütten, şirkten salim olması lâzımdır. İçinde küfrün kol gezdiği bir kalp ne kadar insanca davranışlar içinde de bulunsa selim olamaz. Günümüzde çok hümanistler var, “Benim kalbim temiz, zira ben insanları çok seviyorum, hep onlar için hayra koşuyorum.” diyorlar, ama boştur; çünkü inkâr içindeki bir kalb kat’iyyen selim ve salim olamaz. Çünkü o kainatın sahibini inkâr etmekte ve kalbi küfür içinde bulunmaktadır. Aslında insânî değerlere saygılı olmak çok önemlidir. Ancak hem o değerleri gerçek yüzleriyle idrak hem de bu idrakin sürekliliği, insanın insanlığının esası olan îmâna bağlıdır. Îmân olmayınca bütün iyilikler, güzellikler, fazîletler ya yalan veya süreksizdir. Dolayısıyla da değersizdir.
Hem, nasıl bir insan memleketine, hatta insanlığa çok faydalı bazı hizmetlerde bulunsa; fakat o memleketi idare edenleri ve o memlekettin kanununu, nizamını tanımayacağını söylese, zannediyorum böyle biri hemen derdest edilir ve cezalandırılır. Daha önceki faydalı işleri, hizmetleri hiç nazara alınmaz. Öyle de, Kâinatın Sâhip ve Mâliki’ni tanımayan bir insan, vatan ve milletine ne kadar faydalı olursa olsun, âhirette derdest edilip cezalandırılır ve yaptıkları ona hiçbir fayda getirmez. Siz Ebu Talib’e bakın ki, Efendimizi (a.s.v.) ta çocukluğundan itibaren yanına aldı, 48 sene himaye etti.. Ve hep O’na arka çıktı. Kimseyi O’na dokundurtmadı. Ama buna rağmen, îmân etmediği için O İlâhî teminatı kazanamadı. Hatta Ebu Bekir, başı bir kuşun tüyleri gibi kıvırcık kıvırcık bembeyaz olmuş, babası Ebu Kuhafe’yi alıp, Efendimizin huzuruna getirdiğinde Ebu Kuhafe Efendimiz’in dizlerinin dibine oturmuş, geç de olsa oğlunun girdiği nurlu yola girmiş ve müslüman olmuştu. Bunun üzerine de Hz.Ebu Bekir ağlamaya başlamış ve Rasulullah (a.s.m.) de: “Niçin ağlıyorsun, baban hidayete erdi ya” diye sormuştu. Hz.Ebu Bekir’in cevabı da şu olmuştu: “Ya Rasulallah! Babamın yerine şu kelime-i tevhidi söyleyenin Ebu Talib olmasını ne kadar arzu ederdim!” Çünkü Ebu Talib Efendimiz (a.s.m.)’ı himaye edenlerin başında idi, O’nu bağrına basmış ve: “Git, bildiğini yap, ben sağ olduğum müddetçe Sana kimseyi dokundurmam.” demişti. Ayrıca çocuklarından Haydar-ı Kerrar Hz.Ali’yi ve Mute’nin kahramanı Cafer’i Efendimiz (a.s.m.)’ın emrine vermiş, vermiş ve onları en emin ele teslim etmişti. Ama, bütün bunların Ebu Talib’e bir faydası dokunacak mıydı? İşte bütün mesele burada! Eğer îmânla gitmişse, evet. Şayet îmânla gitmemişse, o zaman işi çok zor ve kurtuluşu mümkün değil.
Bu ma’nâda kalb selimliği çok önemli bir husustur. İnsanlar birçok iyilik yapabilir; civanmert davranabilirler. Fakat evvelâ kalbin şirkten, küfürden ve dalâletten kurtulması gerekir.
İkincisi ise, o kalbin İslâmiyet ile mamur ve Kur’an ahlâkı ile donanmış olması lazımdır. Şayet, kalb Kur’an’ın tarif buyurduğu ve teklif ettiği ahlâk ile mamur değilse, o kalb selim değildir. Bütün bunlardan sonra Efendimiz (a.s.m.)’in yüce ahlâk ve ulvî seciyeleri de kalb-i selimin tezahürleridir. Bir insan ahlâkını Efendimizin ahlâkına uydurduğu ölçüde selim kalbe sahip sayılır. Aksine kendi kendini aldatmış olur. Ümid ediyoruz ve Rabbimizden niyaz ediyoruz ki bizi onun yüce ahlâkıyla serfiraz kılsın.
Bugün, İslâmiyete hizmet eden mü’minler, öyle ümit ediyoruz ki -İnşaallah- ellerinden geldiğince ibadet-ü taatta bulunmakta ve onunla gönüllerini mamur kılmaya çalışmaktadırlar. Aynı zamanda insanların dünyevî ve uhrevî saadetlerini temin maksadına matuf olarak da çok defa kendi maddi-mânevî füyûzat hislerinden fedakarlıkta bulunmakta ve kendi yaşama zevklerini, yaşama hazlarını bir tarafa iterek başkalarını yaşatma, onları mesud etme arzu ve iştiyakıyla gerilime geçmekte ve küheylanlar gibi koşmaktadırlar. Bir yerde bir araya geliyorlarsa, bu sadece ve sadece hizmet düşüncesini, hizmet azmini kuvvetlendirmeye matuftur. Gerçekten kulak verip onların heyecanlarını dinlediğiniz zaman, sînelerinin “ilâ-i kelimetullah” mülâhazasıyla attığını duyacak ve bunların o -va’dedilen zatlar olduklarını- anlayacak ve hissedeceksiniz. Müslümanlık bu fedakar ruhlarla her zaman iftihar edecektir. Zira onlar gelecek adına dirilişimizi tekeffül etmiş, desteklemiş ve omuz vermiş gerçek mü’minlerdir. Ve işte bunlar, selim ve salim kalb sahibi insanlardır.
Selim ve salim kalb mevzuu çok mühimdir, çünkü Kur’an âyetleri onu mal ve evladın karşısına koymuş ve: “Mal ve evlad fayda vermez, o gün ancak kalb-i selim fayda verir” buyurmuştur.
Sanma ki ey hace senden sim-ü zer isterler,
Yevme lâ yenfe’uda kalb-i selim isterler.
İyi yaşamış mısın? İyi ölmüş müsün? İyi dirilebilecek misin? Liva-ül hamd’in yolunu bulabilecek misin? Kevserin başına ulaşabilecek misin? Efendimiz seni uzaktan görüp, tanıyacak mı? Senin ahiretteki durumun, bu sorulara ve daha başkalarına vereceğin cevaba bağlıdır. Zira Allah Rasûlü: “Ben benimkileri tanırım” buyuruyor. Nasıl tanıyacağı sorulunca da “Sizin alnı beyaz, ayakları sekili atı, yüzlerce ve binlercesi arasından tanıdığınız gibi ben de benimkileri abdest azalarından tanırım.” cevabını verir. Allah Rasûlü sizi, alnınızdaki “Sîmahüm fî vücuhihim min eserissücûd” (Feth, 49/29) âyetiyle mühürlenen damgadan tanıyacaktır. Ebû Hureyre (r.a.), kollarını omuzlarına kadar yıkıyordu. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca da: “Abdest azalarının nûrunu arttırmak istediğim için” cevabını veriyordu. İşte bu selim bir kalbe sahip olmanın tezahürüydü.
.
Cenab-ı Hak hem bir tane, hem de her yerde
CENÂB-I HAKK HEM BİR TANE HEM DE HER YERDE, İZAHI NEDİR?
Cenab-ı Hak, hem bir tanedir, hem de her zaman ve her mekanda ilmiyle, kudretiyle, hâzır ve nâzırdır. Biz böyle demekle, Allah’ın zatıyla, bir cisim gibi yer tuttuğunu, bir hayyiz işgal ettiğini düşünmüyoruz. Allah bir tanedir derken, celâlinin ve azametinin ifadesini söylüyoruz. Allah her yerdedir derken de, Rahmâniyetiyle, Rahîmiyetiyle, ilmiyle, kudretiyle yani -benzetmek olmasın- güneş şualarıyla başımızı okşadığı halde, biz ona yetişemiyecek kadar bizden uzak olduğu gibi, Cenab-ı Hak’da bu sıfatlarıyla bizi kuşattığı ve bize bizden yakın olduğu halde, bizim O’na ulaşmama buudumuzla da bizden nâmü-tenahi muallâdır. Evet, Cenab-ı Hak “Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16) buyuruyor. Bana şah damarımdan daha yakın olan Allah, demek ki keyfiyetsiz, kemmiyetsiz olarak her yerde hâzır ve nâzırdır. O, “İnsanla kalbi arasına girer” (Enfal, 8/24). Demek ki bana kalbimden de yakın. Eğer ben desem ki, “Kalbimde Allah vardır” doğrudur. Çünkü O beni benden daha iyi bilir. Ben kendi kalbimi anlıyamamış olabilirim. Ve yine: “Attığın zaman sen atmadın, attığını Allah attı.” (Enfal, 8/17) buyurulduğuna göre, demek ki Bedir’de ve daha başka yerlerde Efendimiz adına atan da Allah (c.c.) idi. Öyleyse atmaya varıncaya kadar herşeye doğrudan tesir ediyor. Öyleyse Allah her yerde... Bu ve benzeri ayetler, Rabbimizin, Rahmaniyet ve Rahîmiyetiyle, Cemaliyle, Celaliyle, Kemaliyle, Kudretiyle, İlmiyle, İradesiyle ve diğer sıfat ve isimleriyle her yerde hâzır ve nâzır olduğunu gösteriyor.
Ve, Allah aynı zamanda da bir tanedir. Bir tane olması, hem kâinattaki hakikatların, hem de Kur’an’ın nasslarının ifadesidir. Eğer, -haşa!- kâinatta iki ilah olsaydı, yer gök fesada giderdi. Zaten Allah Kelamı da bundan başkasını söylemiyor. “Allah’dan gayri göklerde ve yerde bir kısım ilâhlar bulunsaydı, yer-gök fesada gider, her yeri bir kaos alırdı” (Enbiya, 21/22) Yani yıldızlar müsademe eder, zerreler ve küreler birbiriyle çarpışırdı. Öbür taraftan güneşten gelen şualar ve radyasyonlar karşısında yeryüzündeki uranyum inkılablara girerdi, zincirleme reaksiyonlarla her şey yok olur giderdi. Eski kelâmcılar buna “Bürhan u temanü” diyorlar. Yani bu delîle göre, Allah bir tanedir. İki olmaz. Çünkü en küçük bir şey dahi, meselâ bir vapurun dümenine iki el karışsa karıştırır. Bir arabanın iki tarafında iki tane direksiyon olup da, iki şöför tarafından idâre edildiğinde, yollara rağmen keşmekeşliğe girileceği gibi, kâinat’da, iki muhtar güç tarafından idâre edildiğinde fesat ve kargaşaya gireceği kaçınılmazdır. Binaenaleyh ahenk içinde devam eden şu kocaman kâinat mekânizması içinde, gizli bir kaderin işlediğini görüyoruz. Makro âlemden normo âleme, ondan mikro âleme kadar, her şeyde başdöndürücü bir nizam ve ahengin varolduğu seziliyor. Bu ahenk ve nizam, ilmî bir plân ister. Bunun, ilmî plândan varlık sahasına çıkması için de bir kudret ve irade gerekir. Sonra da devamlı görüp-gözetme şarttır. Bunun için de bir tek elden başkasının karışmaması. Zira insanlar bile kendi işlerine başkasını müdahale ettirmek istemezken -ki buna “Redd-i müdahale kanunu” denmektedir- nasıl olur da Cenab-ı Hakk’ın bu kâinat çapındaki içiçe işlerine başkası karışabilir. Onun için diyoruz ki, şu kocaman kâinat kitabının, fabrikasının veya saatinin içine iki el birden uzansaydı mutlaka herşey karışacaktı. Karışmadığına göre, kâinatın Sâhibi, Mâliki, İdarecisi bir tanedir.
Şimdi, meseleyi bir de vicdan yönüyle ele alalım:
Çevremizde cereyan eden olaylar, hem bizim iç dünyamızda hem de realite plânında, Allah’ın biricik dayanak, biricik sığınak ve biricik melce olduğunu isbat etmektedir. Çünkü, meselâ, ben âciz ve fakir bir insan olarak, acz ve fakrımı idrak şuuru içinde, kırılmış bir tahta parçası üzerinde, denizin müthiş dalgaları arasında, ellerimi kaldırıp “Ya Rabbi Ya Rabbi!” diyorum. Vicdanımın derinliklerinde biliyorum ki beni duyacak birisi var.. Beni duyması için de O’nun her yerde hâzır ve nâzır bir Rabb’ül Âlemîn olması lazımdır. Öyle bir Rabb’ül Âlemîn ki, benim niyazımı işittiği aynı anda bir karıncanın kendisine has ızdırar diliyle yaptığı duâ ve taleplerini de işitir.
Demek ki O, karıncaya da şah damarından daha yakın. Dünya çapında kabul olan bütün duâlar bu gerçeği ifade de güçlü birer beyandır.
Allah Rasûlü anlatıyor: -Geçmiş Peygamberlerden biri kavmini topladı, yağmur duâsı için yola çıktı. Yolda bir karınca gördü. Karınca sırtüstü yatmış el ve ayaklarını hareket ettiriyor ve kendine has diliyle duâ ediyordu. O Peygamber yanındakilere hitaben: “Artık geri dönebilirsiniz. Çünkü Allah sizden başkasının duâsı sebebiyle yağmur gönderecektir” dedi. Sonra da ihtiyaç veya ızdırar diliyle o duâyı yapanın karınca olduğunu bildirdi.
En küçüğünden en büyüğüne kadar muztar kalan her varlık Allah’a karşı duâ ve niyazda bulunur, Allah da bu duâlara cevap verir. Cenab-ı Hak “Muzdar duâ ettiği zaman onun duâsına icabet eden kimdir?” (Neml, 27/62) âyetiyle bize bu hakikatı talim edip haber vermektedir. Zaten vicdanlarımız bunun şahidi değil mi?
Öyleyse Allah her yerde hâzır ve nâzırdır. O, herkesin her halini görür, her sesi duyar, herkesin imdadına koşar, herkese Rahmâniyet ve Rahîmiyeti ile tecellî eder. Binaenaleyh, azametlidir, başka yardımcıya ihtiyacı yoktur. O, herşeyi tek başına yapar; cenneti, baharı yaratma kolaylığı içinde yaratır. Bu O’nun azamet, Celâl ve Vâhidiyetinden kaynaklanan bir neticedir. Ve Allah her yerde, her mekanda hâzır ve nâzırdır, ama cisim olarak ve mekan tutarak değil, O, esma ve sıfatlarıyla keyfiyet ve kemmiyetten müberra ve münezzeh olarak, hâzır ve nâzırdır. Bu da Cenab-ı Hakk’ın Ehadiyetinin, Cemâlinin, Rahmaniyet ve Rahîmiyetinin cilvesidir. Meselâ, işte şahid!
Eğer benim gözümden suyu çekip kurutsa, ve onu hiç sulandırmasaydı, bir hastalık olan göz kuruması gibi bir illete maruz kalacaktım. Demek ki O, her dakika gözümü görüyor ki, hastalıktan korumak için onu sulandırıyor. Gözü bana veren ve eşyayı görmeme onu vesile ve vasıta kılan aynı zamanda gözümü de, gözümün gördüklerini de bilen, birisi olması lazımdır ki, bu işler olsun. Ve yine, meselâ; yediğimi hazmedebilmem için, ağzımda lokmayı sulandıran, mideme şifre gönderen, kafamı harekete geçiren, vücudumdaki gıda maddelerini muhtaç olan hücrelere, hemde en âdil bir şekilde taksim eden bir zât olması lazımdır ki, şu benim hayatım devam edebilsin. Onun içindir ki, “Rabbimizin isimleri bizim üzerimizde Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle tecelli ediyor.” diyoruz. Eğer Rabbimiz her yerde hâzır ve nâzır olmasaydı, lokma ağzımızda kurur kalırdı, mideye inen şey taş gibi inerdi ve hiçbir şey hücrelere âdilane taksim edilemezdi. İşte bütün bunlarla biz, Allah’ın bize bizden daha yakın olduğunu anlıyoruz. Evet, Cenab-ı Hak isim tecellileriyle bize şah damarımızdan daha yakındır. Fakat biz, bize ait hususiyetlerimizle O’ndan çok uzağız...
Şimdi, bunu nasıl tevfik edeceğiz, onu bir misalle izah etmeye çalışalım: Meselâ güneş bize bizden yakındır. Ama biz ondan çok uzağız. Güneş haddizatında bir tanedir, fakat hergün çeşitli boydaki dalgalarıyla başımızı okşar, her gün ağaçların dallarında bizim hesabımıza meyvaları kendi kazanında pişirir, durur.. Güneşin harâreti, ziyası, ışığı, renkleri tıpkı onun sıfatları gibidir. Eğer harareti onun kudreti, ışığı ilmi, yedi rengi de görmesi, duyması vs. gibi duyguları olsaydı bize bizden daha yakın olarak, bizde tasarruf yapacaktı. Kaldı ki güneş, kesif ve maddi bir varlıktır. Onun bünyesinde her zaman Hidrojen helyuma dönüşüp bundan hasıl olan ve milyonlarca tona tekabül eden ışın ve radyasyonlar da gelip bize, küremize, küremiz gibi daha nice yerlere ulaşmaktadır. Kaldı ki, Güneş, netice itibariyle maddeden ibaret bir varlıktır. Halbuki Allah maddeden münezzeh ve müberradır. Allah; ışın, radyasyon veya atom değildir. O, bunları yaratandır. Onun için bunlardan başkadır.. Allah-u Teâlâ Münevvirunnur’dur. Nura fer veren O’dur; nuru tasvir eden, şekillendiren O’dur; nura kaynak olan O’dur; nuru yaratan O’dur. Bütün ziyalar, ışıklar, harâretler, renkler, O’nun kabza-ı tasarrufundadır. Allah’ın yarattığı güneş öyle olunca, elbette Allah (c.c.) evveliyetle hem bir tane, hem de her yerde hâzır ve nâzır olacaktır. Kaldı ki Nur ismine mazhar ehlullah’tan, “Abdal” dediğimiz bir kısım zatlar, “vücud-u mevhibe-i Rabbaniye” leriyle, yani ruh buudlu ikinci vücudla bir anda yüzlerce yerde bulunabiliyorlar. Sözlerine îtimad edilir pek çok kişinin şehadetiyle bir zat, aynı günde hem İzmir’de hem Eskişehir ve hem de Ankara’da görülebilmektedir. Ve onu, kimbilir daha nerelerde görenler vardır! Allah’ın maddeden mürekkeb âciz bir kulunun, ikinci varlığı olan dublesi, bir anda böyle yüz yerde görülürse, onu bu kadar kâbiliyet ve istidatlarla donatan, maddeden münezzeh ve müberra olan Hâlık, birliğiyle beraber niçin isim ve sıfatları ile her yerde hâzır ve nâzır olmasın ki! Değil mü’min veliler ve onlardaki “vücud-u mevhibe-i Rabbani”, bugün Avrupa’da ruhî tecrübeleriyle bir kısım spritualistler ve medyumlar aynı şeyi yapıyorlar. Gün geçmiyor ki, gazetelerde, mecmualarda bunlara dair pek çok enteresan hâdise neşredilmiş olmasın.
Evet, bunlara dair, her gün bir sürü şey duyuyor ve okuyoruz. Bunlardan birisi diyor ki: “Ben Londra’da bir seansta bulundum, aynı anda Fransa’da bulundum, aynı anda Belçika’da da bulundum.” Hakikaten o şahsı oralarda görüyorlar. Melâike-i Kirâm bir anda pek çok yerde bulunabiliyor, cinler bir anda bir çok yerde görülebiliyor, büyük şeytan, büyük kimselerin hepsine tesir etme yolunda, bir tane olmasına rağmen, tahtını bir yere kuruyor.. ve bilhassa baştakilerin hepsine bir anda sinyaller göndererek, hepsini bir ölçüde tesir altına alabiliyor... Allah’ın en aciz, en hakir varlıkları bu kadar hârika şeylere mazhar olurlarsa, acaba bunları var eden, varlıklarını devam ettiren, O Hayy-u Kayyum olan Allah (c.c.), isim ve sıfat tecellileriyle her yerde hâzır ve nâzır olamaz mı?
.
Sıyamım yok, kıyamım yok, gözde yaş gönülde heyecanım yok
SIYAMIM YOK KIYAMIM YOK, GÖZDE YAŞ GÖNÜLDE HEYECANIM YOK. HİZMETTE GÖRÜNME RİYAKÂRLIĞI MEVCUT. KAPIDAN DA AYRILAMIYORUZ..
Yoklarla çepeçevre sarıldığını düşünen bir dertlinin gönül ızdırabı.. Soru değil, bir bakıma hepimize ait bir vak’a raporu.. Bir büyük şöyle der ve bu sözlerini sıkça tekrar ederdi:
“Ne ilmim var ne âmâlim
Ne hayr u tâata kaldı mecalim
Garîk-i isyanım çoktur vebalim
Acep rûz-ı mahşerde n’ola halim.”
Gözyaşları, ihlaslı ve samimi insanlar için, başka bir ifadeyle, daima ciğeri ve bağrı yanan insanlar için bir boşalma ameliyesidir. Âdeta, sînesinde cehennem korları ve içi cayır cayır yanarken, onun duyguları dışa, göz yaşı şeklinde dökülür. Onun içindir ki, Allah Rasulü tarafından, cehennemle göz yaşı arasında bir muvazene kurulmuştur. Cehennem kıvılcımlarının mahşerde insanları kovaladığı zaman, Cibril elinde bir bardak su ile görünür. Ve Allah Rasulü ona sorar: “Elindeki nedir?” Cibril’in cevabı şu olur: “Mü’minlerin göz yaşı.. cehennemi söndürsün diye!”..
Başka bir hadîslerinde bu muvazeneyi şu sözleriyle ifade ederler.. “İki göz cehennem ateşi görmez: Düşmana karşı nöbet bekleyen ve Allah (c.c.) korkusundan ağlayan gözler”. Evet, Cehennemin korkunç kıvılcımlarını söndürecek ancak göz yaşıdır.
Allah Rasulü bu ve benzeri hadîsleriyle, dışa karşı mücadele ve mücahede eden insanın bu durumuyla,içe karşı mücadele yapan ve nefsiyle yaka paça olan, bu yüzden de göz yaşı döken insanın amelini aynı mütalaa ediyor.
Kur’ân-ı Kerim, ağlayan insanların durumunu bir ibret vesilesi olarak nakleder. Ayrıca, az gülüp çok ağlamayı, kazanılan günahlar karşısında iki büklüm olmayı emreden nice âyetler vardır.
Ruh inceliğinin şâhidi durumunda olan göz yaşının her damlası, bir rikkat ürpertisidir ki, Cennetteki kevserlere denk kıymete sahiptir. Göz yaşının kuruması cidden acınacak bir zavallılık örneğidir. Allah Rasûlü, şeytandan sığındığı gibi, kurumuş gözden Allah (c.c.)’a sığınmaktadır.
Keşke her mü’min kendini sıkı bir kontroldan geçirip, bu acı hakikatı itiraf ederek şöyle diyebilseydi: Ne ilmim var, ne âmâlim; ne hayr u tâata kaldı mecâlim. Ne gözümde yaş, ne de yürekte dermanım. Ve ne de irade de ferim...
Ve yine, keşke her mü’min kendini şuna ikna edebilseydi: Ben bir hiçim. Eğer Cenab-ı Hakk (c.c.)’ın bir kısım lütuflarına mazhar olmuşsam, bunlar benim liyakatımdan değil, aksine muhtaç oluşumdandır. Benim bu müflis hâlim Cenab-ı Hakk (c.c.)’ın rahmetini ihtizaza getiriyor ve bütün bu lütuflar da onun için geliyor.
İnsanın kusurlarından sıyrılmasının ilk yolu, kusurun kusur olarak bilinmesidir. Bu bilmeyi daima bir ürperti takip etmelidir ki, insan kusurlarından kurtulmayı becerebilsin.
Îmâna ait mes’eleleri sevmek.. küfür, isyan ve günahtan nefret etmek, Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın insanlara ve bilhassa mü’minlere verdiği en büyük nimetlerdendir. Bu sayede insan imanda ve insan olmada zirveye doğru tırmanır ve onu aşağıya doğru çekmek isteyen her türlü engel ve engebeden kurtulur. Âyette bu husus bir nimet olarak şöyle anlatılır: “Fakat Allah (c.c.) size imanı sevdirmiş; ve onu kalplerinize zînet yapmıştır. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. Bu Allah (c.c.)’dan bir lütuf ve nimetdir. Allah (c.c.) Alîmdir, Hakîmdir” (Hucurat, 49/7-8).
Allah (c.c.) inananlara imanı sevdirmiş ve kalplerinde imanı süslü göstermiştir. Onlar iman adesesiyle baktıklarından dolayı, sanki Cenneti, hurileri ve hepsinin ötesinde Cenab-ı Hakk (c.c.)’ın cemalini görüyor gibidirler.
Eğer âyetteki ifadelere muhatap sahabî ise, zaten onlarda bu hâl değişmeyen karakter haline gelmişdi. Onlar îmana ait bütün mes’eleleri, ibâdete müteallik bütün hükümleri, delicesine seviyor; küfürden ve küfre götüren şeylerden de alabildiğine nefret ediyorlardı. Onlar imanları sayesinde daha dünyada iken Cennete girmiş ve Cennet ikliminde yaşamaya başlamışlardı bile.. onlar için tekrar küfre dönmek ise, Cehennemde cayır cayır yanmayı Cennette reftâre dolaşmaya tercih etmek olurdu. İşte onlar bu sayede rüşde erenlerden olmuşlardı. Ve bu da, Rabb’in büyük ihsan ve lütufları arasında sayılması gereken nimetlerdendi...
Evet, biraz evvel de ifade ettiğimiz gibi, insan kusurlarını hissedebiliyor ve onları görüyorsa, hatalardan sıyrılma adına ilk adımı atmış demektir. Ve eğer insan kendini kusursuz görüyor ve müslümanlık adına, yapılması lazım gelen her şeyi tam ve eksiksiz yaptığı zan ve kanaatını taşıyorsa, o da yavaş yavaş batıyor demektir.
İmam Kastalânî, ondört kadar sahâbînin, nifaktan tir tir titrediğini ve münafıklar listesine kaydolup olmadıkları hakkında ciddi endişe taşıdıklarını nakleder. Bu endişe ve korku onlardaki imanın ayrı bir buuda ulaştığının alâmetidir. Onlar arasında Hz. Ömer ve Hz. Aişe validemiz gibi sürekli zirvelerde dolaşan insanlar da vardır.
Hz. Ömer Cennetle müjdelenmişti, fakat bir türlü kendinden emin olamıyordu O Büyük İnsan. Allah Rasulü’nün: “Benden sonra peygamber gelseydi, Ömer olurdu” takdiriyle serfiraz olmasına rağmen, gidip Huzeyfe’nin yakasından tutuyor ve “Huzeyfe, Allah (c.c.) aşkına söyle, Ömer de münafıklardan mı?” diyordu..
Hz. Aişe Hâne-i saadete girdiğinde, belki rüşdünü yeni idrak ediyordu. Erkek olarak Allah Rasulü’nden başka kimseyi görmemiş ve tanımamıştı. Günah onun ruhuna hiçbir zaman misafir olmadı. Hayaline Efendimiz (s.a.v.) den başka bir insan da girmemişdi. O Allah Rasulü ki, O’nun silüetinde daima Hakk (c.c.) mütecelli idi. Demek ki o müstesna kadın Hakk (c.c.)’ın tecellisinden başka bir yere bakmamış ve Hakk (c.c.) ’la bu denli bütünleşmişti. Mir’atı Muhammed’de daima Hakk (c.c.)’ı müşahede ediyor ve düşüncesiyle ötelerin yamaçlarında geziyordu. Gözü-gönlü itminan içinde ve doygundu. Bulunduğu eve sağnak sağnak vahiy yağıyor; zaten ilham yüklü bulutlar çatıdan hiç mi hiç eksik olmuyordu. Yusuf’un güzellik dileneceği bir Efendiye sahipti ve birgün bunu ifade etmişti. “Mısır kadınları Yusuf’u görünce ellerini kestiler; eğer benim Efendim’i görselerdi ellerindeki bıçakları kalblerine sap-larlardı.” İbadetteki hassasiyeti ise herkesce müsellemdi. O’nun bir vakit namaz veya bir günlük oruç-kadınlık hallerinin dışında-borcu yoktu. Ve bütün bunların yanında o, Allah Rasulü’nün en çok sevdiği insan olma pâyesine ulaşmıştı. Şimdi bütün bu dediklerimizi ve daha yüzlerce denebilecek şeyi bir araya getirin.. Hz. Aişe validemizin büyüklüğünü anlamaya çalışın. Sonra da şu tabloya ibretle bakın: Ağlıyordu. Hıçkırıkları düğüm düğümdü gırtlağında.. Allah Rasulü sordu: “Aişe seni ağlatan nedir?” Cevab verdi: “Ya Rasulallah, biraz evvel, Ve in minküm illâ vâridühâ-ister istemez hepiniz Cehenneme uğrayacaksınız’ âyetini okudum. Ve onun için göz yaşlarımı tutamadım.” Ve sözlerine devam ediyor: “Acaba o gün ehlinizi hatırlar mısınız?” Allah Rasulü cevap veriyor: “Üç yer var ki, orada kimseyi hatırlayamam. Sıratta, mîzanda ve defterlerin herkese verildiği anda; evet, buralarda kimseyi hatırlayamam..!”
İşte kendisinden şefaat ümit ettiğimiz, anamız Hz. Aişe, böyle bir endişeyle yaşıyor ve acaba ben münafık mıyım, kuşkusunu içinden bir türlü çıkarıp atamıyordu..!
Bir insanın kusurunu bilmesi kadar büyük irfan olmaz. Kusurunu itiraf edeni müjdelemeli ki, bu haliyle o kurtuluşa doğru ilk ve en çalımlı adımını atmıştır.
Sıyam, kıyam, gönül heyecanı ve göz yaşı denilen şeyler insanın mânevî hayatını kurup inşa edeceği esaslardır. Elbette bunlara ilave edilecek hususlar da vardır. Meselâ insanın malıyla fedakarlık yapması, günümüzde farzlar ötesi farz durumunda olan cihadda bulunması gibi mes’eleler, mânevî çatının vazgeçilmez rükünleridir.
Bunlardan biri eksik olursa, insan, namazın rükünlerinden birini eksik yapmış gibi, Cenab-ı Hakk (c.c.)’ın rahmetiyle rezonans olamaz. Rabbimizin rahmetiyle tam temasa geçmemiz ve aynı frekanstaki alıcı verici durumunu elde edebilmemiz için, O’nun bize, ferdî, ailevî ve cemiyet hayatımıza dair teklif ettiği bütün emirlerini arızasız ve kusursuz yerine getirmemiz icab etmektedir. Aynen bunlar, bir kilidin içine giren anahtarın dili gibidir. Dişlerden bir tanesinde herhangi bir arıza, bir bozukluk bulunsa, diğer bütünü uysa ve tutsa bile kapıyı açamazsınız. Ne olursa olsun, mükellefe düşen şey “kilide göre anahtar” deyip, sebepler planında sorumluluklarını kusursuz yerine getirmektir.
Aslında kulluğun ma’nâsı da budur. Evet, kulluk bir ısrar ve kapıda durup beklemedir. Kul kapıda duracak, belki de bir ömür boyu kapının açılmasını bekleyecek; fakat hiçbir zaman kapıyı terketmeyecektir. Hem de ilk günkü iştiyakı hiç eksilmeden, ülfet ve alışkanlıklar aşkını, şevkini alıp götürmeden, ibâdetleri ruhsuz birer cimnastik haline getirmeden.. ilk günkü tazelik, ilk günkü havf ve reca ile dopdolu olarak zamanla yarışmak, işte gerçek kulluk! Kur’ân’ın âyetleri bize bunu öğretiyor: “İman edenlerin Allah (c.c.)’ı anma ve O’ndan inen gerçek için kalblerinin saygıyla yumuşama zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalbleri katılaştı. Onlardan bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir” (Hadid, 57/16).
Bu âyetin ilk muhatabı durumunda olan sahabenin, her an yenilenen atmosferini ve her defasında sanki gökten mânevî birer sofra inmiş gibi, hep ter-ü taze şeylerle yüzyüze gelmelerini, bunun ruhlarda hasıl edeceği değişiklik ve metafizik gerilimi de nazara alarak bu ifadeye muhatap olmaları düşünülürse, âyetin bize hitap etme yönü daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Zira onları ülfete götürecek şartlar henüz tamamlanmış değildi. Durmadan yeni âyetler nazil oluyordu. Ve onlar, İslâm adına herşeyi orijinalitesiyle yaşıyorlardı. Meselâ bir gün ezan sesini ilk defa duyuyor, onun heyecan verici nefesiyle camiye koşuyorlardı. Bir başka gün Allah Rasûlü onlara yeni bir tesbih ve dua öğretiyor; bu sefer de zindeliklerini onunla sürdürüyorlardı...
Buna rağmen, yine de âyet onları ikaz ediyor ve onlardan kalb heyecanı ve gözyaşı istiyordu.
Eğer heyecanlarımız, iç burkuntularımız ve göz yaşlarımız, Kur’ân’ın talep ettiği ölçüde ve onun istediği keyfiyette değilse, bizim kendi kendimizi kınamamızdan ve levmetmemizden daha normal ne olabilir ki?
Evet, boyunduruğun yere konduğu şu dönemde, din-i mübin-i İslâm’ı i’lâ etmek için koşup cihad etmiyor veya edemiyorsak; küfrün savleti altında ezildiğimiz bir dönemde, hakkı batılın satvetinden kurtarmak için uykularımız kaçmıyor ve ciddi bir ızdırap duymuyorsak, kınanacak birisi varsa o da biziz. Ve bu mevzûda herkes kendini ayıplamalı ve kendine levmetmelidir.
Biz bu kapının azat kabul etmez köleleriyiz. Hizmet kapısından asla ayrılamayız. Zaten gidecek başka kapı mı var ki ayrılıp oraya gidelim? Sonuna kadar diretecek ve asla bu kapının eşiğinden yüz çevirmeyeceğiz.
Allah (c.c.)’ın veli kullarından biri, senelerce Rabb’e kullukta bulunur. Nice müridler yetiştirir. Yetiştirdiği her müridin bir gün gelir ki gözünden perde açılır ve şeyhinin durumunu müşahede eder. Ne acıdır ki Levh-i Mahfuzda şeyhleri “Şakî olarak” yazılmaktadır. Bir bir onu terkederler. Sonunda sadece sadık bir mürid kalır. Durumu çok iyi bilen; fakat bir ders daha vermek için sabırla olanları seyreden şeyh bu müride sorar: “Arkadaşların niçin dergâhı terkettiler; artık gelmiyorlar.” Mürid, utanarak, hicab ederek cevab verir: “Efendim, der. Sizi şaki olarak gördüler ve onun için halkayı terkettiler.” Şeyhin dudaklarında buruk bir tebessüm belirir. “Yavrum, der, ben onların daha henüz gördüklerini kırk seneden beri görmekteyim. Ama başka kapı mı var ki oraya gideyim?” Şeyhin bu sözü semayı ihtizaza getirir. Levha birden değişmiştir. Şimdi o, elden ele bir gül gibi koklanan bir mutlu ve bir saiddir. Sahâbîden sonraki devirlerde, toprak öyle münbit ve verimli hâle getirilmiştir ki, binlerce Allah (c.c.) dostu, Hakk (c.c.) yârânı yetişmiştir. Ve bunlardan hiçbiri o kapıyı terketmemiştir. Bak onlardan biri, İbrahim b. Edhem hazretleri ne diyor:
“İlâhî isyankâr kulun Sana geldi ve hep Sana gelir
Günahlarını itiraf eder ve Sana yalvarır
Affedersen bu Sen’in şanındır, Sana yakışır
Kovarsan, beni Sen’den başka kim affedebilir?”
Riya endişesi, eskiden beri en büyük zâtların da, içlerinden atamadıkları bir endişedir. Elbetteki onların riya anlayışı bizimkilerden çok farklıydı ama, yine de o endişe vardı. Bundan kurtulmanın belli yolları vardır: Evvela, yaptığımız her işe Rabbimiz muttali olduğunu ve içimizden geçenler dahil bütün amel, fiil ve düşüncelerimizin Cenab-ı Hakk (c.c.) tarafından bilindiğini hiç bir zaman unutmamalı ve daima her hareketimizi bizzat O’nun murakabesi altında yapıyor gibi yapmalıyız. Ayrıca, kalbimize hüşyarlık kazandıracak evrad, ezkar ve kitapları her an mütalâadan uzak kalmamak, bizi neticeye götürücü çareler arasında değerlendirilebilir.
Başka bir soruya cevap faslında, arîz ve amîk anlatılmış olan bu hususu oraya havale edip kısa kesiyorum.
.
İBADETLERDEN FEYİZ ALMAK,
İBÂDETİN TAM OLARAK YAPILMASINA BAĞLI MIDIR? MESELÂ NAMAZLARDA TADİL-İ ERKÂN OLMAZSA, MÂNEVÎ DERECELER ELDE ETMEYE TESİRİ OLUR MU?
Sorudaki “Feyiz” kelimesini, “haz” ve “zevk” şeklinde değiştirmek herhalde daha muvâfık olacak. Zira, “feyiz”in ne olduğunu anlamak mümkün değildir.
Feyiz, dünyada, insanın kalbî ve ruhî hayatı ile alâkalı olarak gelen Vâridât-ı Sübhaniyedir. Ahirette ise feyiz, insanın cennete ulaşması, Rıza’ya kavuşması ve Cemâlullah’ı görme şerefine nâil olması gibi mazhariyetlerdir. Durum böyle olunca, “feyiz” kelimesinin ifâde ettiği muhtevâyı idrak ve ihâta bizler için imkansızdır. Belki dörtbir yanımızdan feyizler taşıp geliyor ve ruhumuzu sarıyordur da biz bunun farkında olamıyoruzdur. Belki de bizim farkında olamayışımız yine bize Cenab-ı Hakk’ın bir ihsan ve lütfudur. Zira O’nun en büyük ihsanı, ihsanını hissettirmemesindedir.
Mes’ele bu yönüyle ele alınınca, denebilir ki: Cenab-ı Hakk’a karşı yapılan bütün ibadetlerde mutlaka bir feyiz ve bereket vardır. O’nun Rahmet kapısına yönelen bir insanın mahrum kalması düşünülemez. Ancak insan yapacağı ibadetlerini, alacağı feyze, daha doğrusu haz ve zevke bağlamamalıdır. Bazan öyle namaz olur ki, siz onu kabz halinizde, yani ruhunuzun sıkıldığı, gönlünüzün daraldığı bir anda eda etmiş olursunuz. Zahire göre ve acele ile hüküm verecek olursanız, böyle bir namaz hakkında kötümser düşünebilirsiniz. Halbuki o en makbul namazlardan biri olmuştur. Zira maddi-mânevî füyûzat hislerinden tecerrüd etmiş olduğunuz bir zamanda dahi siz, kulluğunuzu unutmamış ve Cenab-ı Hakk’ın huzuruna gelmişsiniz. Size hiç avans verilmiyor; fakat bu durum aynı zamanda sizin sadakatinizden birşey de eksiltmiyor.. ve işte hâlis kulluk da budur.
“Madem Cenab-ı Hak, “Üd’ûnî estecib leküm” buyurarak dudaklarımızdan dökülecek her duaya icabet edeceğini bildiriyor; öyle ise ben de O’nun kapısının eşiğini aşındırmaya devam etmeliyim.” deyip oradan ayrılmamak bir bağlılık ve sadâkat ifadesi olacaktır. Eğer bir insan hayatı boyunca, hiçbir haz ve lezzet duymadan böyle bir kulluk yapıyorsa, bütün hayatı boyunca ihlas ve samimiyet içinde, ömrünü sürekli, en halisane kullukta geçirmiş sayılır.
Diğer taraftan, mânevî dereceler elde etmek de kulluğa hedef ve gaye yapılmamalıdır. Onun içindir ki, cennet arzusuyla kulluk yapanlar için Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri “İbadül-Cennet” demiştir. Yani “Cennetin kulu” demektir. Halbuki Cennet, amel ve ibadet için maksat olmaz. İbadet, Hak emrettiği için ve O’nun rızasını elde etmek maksadıyla yapılır. Evet, ibadetin gerçek sebebi, Allah’ın emridir. Yani biz ibadeti Allah emrediyor diye yaparız. Evet, cehennem endişesiyle tir tir titreyerek, kalkıyor, Allah (c.c.) karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde iki büklüm oluyor.. namaz kılıyor.. böyle birine “Abdünnar” yani “Cehennemin kulu” deniliyor. O zaman, Allah’ın kulu nasıl olacak? Kişi ibadetini, ne cennet sevdası ne de cehennem korkusundan değil, belki sırf Allah’ın kulu olduğu ve Allah o vazifeyi ona emrettiği için yapacaktır.
İnsan, maddi-mânevî bütün füyûzat hislerinden mahrumiyet içinde bulunduğu kabz halinde de mutlaka namazını kılmalıdır. Hatta insanın ağlama ve sızlaması bir feyiz ve bereket vesilesi olabileceği gibi, bazan bir ibtila ve imtihan da olabilir. Kesin hüküm veremeyiz. Evet, kalbini her an fikir ve murakebe elinde tutamayan bir insanın ağlaması, sızlaması bile onun için ciddi bir tehlike olabilir. Çünkü o, kalbinin derinliklerine çok vakıf ve nigehbân olamaz. Hatta bu haller tamamen namaza verilmiş atiyye ve ihsanlar da olsa, bu yüzden de insan namaz kılarken hep onları takip etse, ihlasa dair çok mühim bir kısım noktaları kaybetmiş olur. Zira, kapalı bir sandık gibi, Allah huzuruna, sadece Allah rızası duygusuyla meşbû ve meşgul olarak gitmek çok önemlidir. Rabbimizden dileyelim, samimiyette, kendisine bağlılıkta, ihlasta bizi zirvelere ulaştırsın... Buna karşılık, durumumuz halkın nazarında varsın mukassî, yıkık-dökük ve hırpani olsun. Böyle bir dış görünüşün pek önemi yoktur. Bu noktaya parmak basan Efendimiz (s.a.v.) “Allah’ım! Beni halkın nazarında büyük, kendi nazarında küçük etme” diyor. Çünkü halkın nazarında nice şişirilmiş insanlar vardır ki, Allah nazarında sinek kanadı kadar kıymetleri yoktur. Önemli olan Allah’ın nazarında büyük olmaktır. Bu noktada herkes endişe ile iki büklüm olmalı ve “Allahümmec’alnî fi ayni sağiran ve fi aynike kebiran” yani “ Allah’ım beni kendi nazarımda küçük yap, Nazar-ı Uluhiyetinde de olabildiğince büyük yap!” diye dua etmelidir.
Bir diğer husus da şudur ki, ibadette Cenâb-ı Hak rûhani zevkler ihsan edebilir. Evet, bazı büyük kimseler vardır ki, bunlar ucb denen şeyi kalplerinden silip atmış ve tam tevhide ermişlerdir. Onlar mazhar oldukları bütün güzellikleri, o güzellikleri sırtlarına bir urba gibi giydiren Zat’tan bilirler. Onun için, bu gerçeği gürül gürül söylemeyi de tahdis-i nimet sayarlar. Meselâ Efendimiz (s.a.v.) şecaat-ı kudsiyesi ile Huneyn’de kükrediği zaman, amcasının oğlu Harise bin Ubeyde veya amcası Hz.Abbas atının zimamından tutup engellemeye çalışır. O, öyle kükremiştir ki düşmana doğru tek başına gider. Orada: “Ene-nnebiyyü la kezib Ene-bnü Abdilmuttalib Lâ fahra” Yani “Ben Peygamberim, bunda yalan yok; ben Abdülmuttalib’in torunuyum bunda fahr yok” der. Allah Rasûlü (s.a.v.) bunları söylerken, makam-ı imtinanda söyler. Ve yine aynı makam içinde buyurur ki; “Herkes haşrolduğu zaman, ben Liva’ül Hamd’in sahibi olarak haşrolacağım.” ve yine makam-ı imtihanda buyururlar ki: “Allah bana beş şey verdi ki başka Peygamberlere vermedi.” Bunlar imtinan makamında söylenen şeylerdir. Bir tanesi bana güzel bir urba giydirmiş, gezdiğim her yerde, o zatın bana karşı cemilesini, hediyesini, ifade ediyorum. Avazım çıktığı kadar bağırıyor ve diyorum ki: “Bu sırtımdaki elbise güzel, hatta bana da güzellik katıyor, Rabbimin yarattığı hilkattaki güzelliğe ayrı bir buud kazandırıyor. Ama bu elbiseyi bana giydiren Zâtı anlatıyorum.” İşte bu mânâda, Rabbimizin, başımızın üzerinde olan ikramlarını söylemede beis yoktur; hatta çok defa onları gizlemek belki nankörlük olur. Bu noktada Üstad Bediüzzaman Hazretleri yazdığı kitaplar için “Avazım çıkdığı kadar bağırıp diyecektim: -Yazılan sözler güzeldir, ama benim değildir, çünkü onlar Kur’ân’ın bağrında çimlenip geliştiler” diyor. Bunu Hassan bin Sabit’in Efendimiz (a.s.m.)’ı senâ sadedinde söylediği bir sözden iktibâsen alır. “Allahümme eyyidhü bi rüh’il-kudus” sözüyle teyid edilen koca şâir, Hassan İbn-i Sabit, her yanıyla, ince ve nârin bir şâirdir.. onun için, Nebîler Nebisi, İslâmiyeti medh-ü sena ettiği, göklere çıkardığı, Kur’ân’ı müdafaada bulunduğu ve o büyüleyici sözleriyle müşriklerin kuvve-i mâneviyesini kırdığı için Mescid-i Nebevi’de kürsü tahsis ederdi. İşte, kendisi için kürsü konulan bu Hassan bin Sabit o kılıçtan daha keskin sözleriyle, kâfirlerin başlarına darbeler indirir ve mü’minleri sevindirirdi. Bir kere de şöyle demişti:
Ve mâ medahtü Muhammeden bi makâletî
Velâkin medahtü mekâletî bi Muhammedin (a.s.v.)
Yani “Ben güzel söz söylüyorum ve bu sözlerimle Hz.Muhammed’i medh ediyorum zannetmeyiniz. Benim perişan ve derbeder sözlerim, O’nun medhine dair mevzular içine girdiğinden dolayı güzellik kazanıyor.” İşte bu, Hassan bin Sabit adına, tahdis-i nimettir. Bunları Allah’ın Peygamberine emretmiş olduğu: “Ve emma bi nimeti Rabbike fehaddis” Yani “Habibim! Sen Rabbinin nimetini dile getir!” emrine tam muvâfıktır. Hani şeytan gibi bir kadın olan (Ümmü Cemil) dedi ki, “Muhammed’in (haşa!) şeytanı artık gelmiyor.” Allah Rasulü’nü teselli için buyuruldu ki, “Mâ veddeake Rabbüke ve mâ galâ” Yani “Rabbin seni kat’iyyen terketmedi. Ve Rabbin sana darılmadı, arkasını dönmedi, göreceksin Habibim, çok yakın bir gelecekte, bugüne göre yarın, dünyaya göre âhiret, senin için daha hayırlı olacak.” Birgün geldi ki, insanlığın beşte biri ve arzın yarısı O’nun getirdiği hidayet hediyesiyle serfiraz oldu. O muhteşem hidayetle şahlandı, küre-i arzın her tarafında minareler dikildi, çil çil kubbeler inşa edildi. Hergün 5 defa, Ezan-ı Muhammedî yeryüzünde ilan edilir oldu. Yerin bir diliminde biterken, öbür diliminde sürekli “Eşhedü enne Muhammederrasulullah” sözü çınladı durdu. Her tarafta Ruh-u Revan-i Muhammedî şehbal açdı ve dalgalandı. Evet, Duha Suresiyle hem müjde hem de müşriklere cevap veriliyordu: “Allah seni hiç terketmedi. Esasen şeytan onlara musallat olmaktadır.” İsterseniz evvelki cümle “Ve lesevfe yu’tîke Rabbüke fe terdâ” Yani “Allah sana öyle verecek, öyle verecek ki, artık razı olacaksın.” “Velleyli” suresinden “Vedduha” suresine geçerken de -zaten iki sure arasında çok ciddi bir mutabakat var- önceki sure “Allah seni razı edecek, hoşnud edecektir.” ile biter, bu surede de hemen “Allah seni hoşnud edecektir.” der.. ve bu iki sure arasında tam bir birlik olduğunu ortaya koyar. Yani, dünyada ve ahirette sana öyle verecek öyle verecek ki, hoşnud olacaksın. Bu hoşnudluk Mahkeme-i Kübra’da ve ahirette de devam edecektir. “İrfa’ re’seke işfa’tüşfa’ sel tu’te” Yani “Kaldır başını, iste, istediğin verilecek, şefaat et, şefaatin kabule karîn olacaktır.. kimseye verilmeyen şeyler sana verilecektir. O dakikada sana “Habib-i zîşanım, artık razı mısın?” diye sorulsa sen “Evet râzıyım.” diyeceksin. Öyleyse: “Fe emmel yetîme felâ takhar” “Sen yetime kahretme” “Ve emme’s sâile felâ tenhar” “Dilenciyi de kovma” “Ve emma bi nimeti Rabbike fehaddis” “Rabbinin ni’metini tahdis et.” Evet, şu mübarek ve muhteşem ümmete bak, tahdis et. Aradan 14 asır geçmiş olmasına rağmen peşinden gelenlere bak..!
Evet Ravza-i Tahire’ye girildiğinde, insanın içini bir his kaplamaktadır. Sanki Allah Rasûlü hayatta da, huzuruna varılınca O da görülüverecekmiş gibi olur. Bu ne eskimezlik!. Bu ne tazelik!. Bu ne yeniliktir ki, zihinlerimizde ve kalplerimizde, üzerinden 14 asır geçmiş olmasına rağmen, O (a.s.m.) vicdanlarımızda hâlâ taptazedir. Bugün O’na karşı duyulan saygı, O’nun daima vicdanlarda taptaze yaşadığını göstermektedir. İşte bunlar, Allah’ın O’nu hoşnud etme istikametinde, O’na lutfettiği nimetlerdir. Ve Cenab-ı Hak O’na nimetlerini tahdis etmesini emretmiştir. O da bir tahdis-i nimet olarak, yukarıda kısaca işaret ettiğimiz sözlerini ifade buyurmuştur. İşte yine böyle bir tahdis-i nimet sadedinde, “Namaz benim şehvetimdir” demiştir. Ancak Efendimiz, hiçbir zaman namazdan aldığı ruh-i haz için namaz kılıyor değildir. Belki müstaidlere bu mevzuda işaret yapılmaktadır. Himmet âli tutulacak ve namaz o hale gelinceye kadar çalışma ve gayret devam edecektir.
Bütün bu söylenenler mahfuz olmakla beraber, namazın ta’dil-i erkânla kılınması ekser fukahaya göre farzdır. Ebu Yusuf’un dışında Hanefi Mezhebi ta’dil-i erkâna vacip demiştir.
Ta’dil-i erkân, namazdaki rükûnların sükunetle yerine getirilmesi ve uzuvlarda itmi’nan hasıl olacağı âna kadar devam edilmesidir. Bu, insan cesedinin maddi olarak namazda alacağı vaziyettir ki, ona riayet etmeden namaz tamam olmaz. Kanaatımce, ta’dil-i erkâna farz diyenlerin görüşüne uymak ihtiyata daha muvafıktır. Madem bunu söyleyen zâtlar, kendilerini tamamen Kur’ân’a vermiş; Kur’an ve Sünneti anlamayı hayatlarına gaye edinmiş büyük insanlardır, onların aralarında ihtilaf ettikleri hususlarda ihtiyatla amel etmek en doğru hareket tarzıdır.
Ayrıca, mü’minlerin ibadet-ü taatlarındaki zâhirî hallerine bakarak onlar hakkında hüküm vermek bize düşmez. Kaldı ki: “Senin haccın beyhûde; meşakkat çekme, namazın yatıp kalkma, geceleri kıyamın sırtında bir yük olmadan başka birşey değil, orucun ise ancak bütün gün aç durmaktan ibarettir” gibi su-i zannın ifadesi olan sözlerle, sanki bir meçhulün müdafaasını yapıyor gibi davranma, mü’minlikle bağdaştırılamaz. Zira insan nefsine karşı bir savcı gibi davranmalı; fakat, diğer mü’min kardeşlerinin avukatlığını yapmalıdır. Kendimiz için: “Doya doya namaz kılıp, namazlarımdan feyiz ve bereket alamıyorum. Acaba şu haliyle namazım kabul olur mu olmaz mı?” diye, günahlarımızı da hatırlayarak bu tür şeyler düşünebiliriz. Fakat başka mü’minler hakkında meseleyi hep hüsn-ü zann zaviyesinden ele alma mecburiyetindeyiz. Zira Efendimiz (a.s.m.), ondan sonraki sahabe ve tâbiîn efendilerimiz böyle davranmışlar, hiçbir zaman mü’minlerin hallerini günaha, fesada hamletmemişler, ehl-i kıble, ehl-i salat bir mü’minin bir takım fena yönlerini serrişte edip onu tecrim etme yoluna gitmemişlerdir. O’nun hakkında hep güzel düşünüp ve hasenatını bayraklaştırmışlardır. Onlar adeta gül bahçesinde gezerken, ellerine, ayaklarına dikenlerin batıp kanatmasına mukabil “Huz ma safa da’ ma keder” prensibiyle hareket etmiş, güllerin güzelliğine ait türküler söylemişlerdir. İşte o güzide topluluk arasında bir Nuayman vardı. -Bedir’de bulunduğu da rivayet edilir.- İçki yasak edilmiş olmasına rağmen, koruk gibi şeylerden ve üsarelerden içki imal ediyor ve içiyordu. Defaatla sarhoş olarak yakalandı ve birkaç defa da Huzur-u Risalet Penâhî’ye getirilerek te’dib edildi. Yine böyle bir durumdan dolayı Efendimiz’in huzurundaydı. Orada bulunanlardan birisi Nuayman’ı kastederek: “Allah cezanı versin. Sen ne kötü adamsın. Bu kaçıncı oldu, böyle huzura geliyorsun” gibi sözler sarfetti. Bunu duyan Allah Rasûlü (s.a.v.) “Mü’min kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın! Yani: Onun yüzüstü düşmesini, perişan ve derbeder olmasını arzu eden şeytandır. Allah onun böyle olmasını istemiyor” buyurarak onu ikaz etti.
Başka bir rivayette ise itab edene: “Sus! O Allah ve Rasulullah’ı sever.” diyordu ve böylece Allah ve Rasulü’ne karşı kalbinde muhabbet taşıyan ve fakat defaatle de olsa sürçmüş-düşmüş birisine el uzatıyordu. Sebep de O’nun Allah ve Rasulü’nü sevmiş olmasıydı. Allah ve Rasulü de sevdiklerini derbeder etmezdi. O’nun için bu mevzuda çok insaflı ve iz’anlı olmak lazım...
Allah (c.c.), adaletli mizanında, hayır ve şerrin birbirine rüçhaniyetine göre hüküm verecektir. Hepimiz O’nun huzuruna gideceğiz. O gün sağımıza, solumuza bakacağız. Orada Everest tepesi gibi yığın yığın günahlara girdiğimizi göreceğiz. O günahların cesameti karşısında belki ümitsizliğe düşecek ve her birimiz orada çok küçük amellerimizi hatırlayacağız. “Bir kere anama su vermiş, babamın ayakkabısını çevirmiştim. Başka bir zaman salih bir kişinin cenaze namazında bulunmuştum. Bir defa da iki secde arasında, kalkınca -Rabbiğfir verham- demiş ve bunu tâ yüreğimde duymuştum” diyecek ve sonra da, “Rabbim! Acaba bunlarla Senin gufranına mazhar olur muyum.” diye ümit besleyeceğiz. Eğer orada Rabbimiz bizi mağfiret ederse, biz de “Mağfiret Sana ne güzel yakışıyor.” diye zevkle gerilecek ve huzura ereceğiz.
Hakkımızda bugün veya yarın tasarladığımız bu güzel şeyleri her mü’min kardeşimiz hakkında da tasavvur etmeli ve onların bazı eksik gibi görünen hallerine karşı: “İhtimal ki, Cenab-ı Hak bu kardeşimize ahirete ait semereleri dünyada yedirmek istemiyor. Onun için bunlar çok parlak görünmüyorlar.” deyip, meseleyi hüsn-ü zan zâviyesinden ele almalıyı
..
Allah'a hakkıyla asker olmayı,askerlik anlayışı içinde anlatır mısınız?
ALLAH’A HAKKIYLA ASKER OLMAYI, ASKERLİK ANLAYIŞI İÇİNDE ANLATIR MISINIZ?
Mü’minlerin en mümeyyiz vasfı askerliktir, bizler Allah’ın askerleriyiz. -Rabbim kabul buyursun!- Hakk’a öyle asker olsak ki, kapının arkasında durup, başımızı ilelebed kaldırmamak üzere o kapının eşiğine koysak, beklesek beklesek.. arasıra mahzun, mükedder, mağmum, fakat ümitli nazarlarımızı sonsuza çevirerek, o kapının tokmağına bir kere daha dokunsak; cevap gelmeyince de “Ya Sabûr” deyip yeniden beklemeye dursak. Bu uzun bekleyişte arasıra kapı aralanır gibi olsa, sonra da tekrar yüzümüze kapansa “Yine çağrılmadık, demek ki, izharı liyakat edememişiz” diyerek, hiçbir şey olmamış gibi, dopdolu vefa hisleriyle bu ızdıraplı, fakat zevkli intizarı devam ettirsek... Bu sadakatin neticesinde ümid edilir ki, bir gün gelecek -biz farkına varalım varmayalım- “Liyakatınızı izhar ettiniz” deyip mutlaka içeriye “buyur” edeceklerdir. Kur’an’da:“Evfu biahdî ûfi biahdiküm = Bana verdiğiniz sözde sebat edip mevzi değiştirmeyin, cephe değiştirmeyin, muvakkat hâdiseler karşısında yılgınlık göstermeyin, Ben de size verdiğim sözü îfa edeyim.” buyuruluyor. Bu ifade ile deniliyor ki: Aramızdaki mukaveleyi nakzetmek, Benim tarafımdan katiyyen sadır olmaz.
O mukaveleyi bozarsanız siz bozarsınız. Öyleyse, bu mevzuda sebat edin ve mukaveleyi bozmayın! Bozmayın ki, Allah kapısı bir gün mutlaka açılacaktır.
Ama, soralım kendimize acaba biz, bu ölçüde sadâkat ve vefâ ile, hiç ayrılmadan o kapının önünde devam edebildik mi? Yılmadan, yılgınlık göstermeden, darılmadan o kapıda dişimizi sıkıp dayanabildik mi? Yoksa bir kere kapı yüzümüze kapandı diye bozulduk mu? Kâinattaki hâdiseler bizim çürük hendesemize göre cereyan etmedi diye sadâkatsizlik yaptık mı? Halbuki “Lâ tecrissüfün alâ ma teştehin nüfüs = Gemiler, nefis, heves ve arzulara göre cereyan etmez.” Ayrıca onların dümeni başkasının elindedir, o derya başkadır.. o deryada umum sefinelere hükmeden de başkasıdır.. onlar hevesâtımıza göre cereyan etmezler, O’nun istek ve emirlerine göre cereyan ederler. “Maşaellahü kân, vema lemyeşe’ lem yekün = O, neyi dilerse o olur, olma dediği şey de olmaz.” Bu, Allah Rasûlü’nün bize, Cenab-ı Hakk’a teslim olmayı ifade eden nurlu beyanlarından bir beyandır ki, sabah akşam virdlerimiz içinde tekrar eder dururuz.
Allah’a asker olmak istiyorsak, tasavvufi ifadesiyle, “fenafillah” olma mecburiyetindeyiz. Ayrıca bütün güzellikleri, bütün mehâsini Allah’tan bilme, hizmetteki bütün duraklamaları, bütün tevakkufları, bütün falso ve fiyaskoları da nefsimizden bilme mecburiyetindeyiz... Zaten Kur’an da öyle buyuruyor: “Ma esabeke min hasenetin feminallah vema esabeke min seyyietin femin nefsike.” (Nisa, 4/79). Başka bir yerde de mealen: “Başınıza ne musibet geldi ise, o ellerinizin kazancı iledir; kaldı ki Allah çoğunu da affediyor” deniliyor. Musibetler günahlarımızdan, hatalarımızdan, içimizin kararmasından, benliğimizin altında kalıp ezilmemizdendir. Kaldı ki Allah çok merhametli olduğu için, her kötülüğümüzden dolayı, hemen bizi muâheze de etmiyor.. Hatta çoğunu affediyor. Bu itibarla O’nun affına, gufranına karşı minnet ve şükran hisleriyle meşbu bulunmalıyız. Her ne ise, Rabbim bizi, meccani olarak af buyursun.
Allah’a gerçekten asker olmak lazım. Allah’a asker olunca rahat ederiz. Bunu vicdanında çok iyi yaşayan insanlar vardır. Evet mal, menal, evlad-ü iyal, her şeyi gözünden silmiş, sadece “Seni, Seni isterim!” diyen Yunus gibi, ne cennet hurî-gılmânı ne de başka şey, bana Seni gerek Seni! diyebilecek kadar bu mevzuda, tamamen Allah’a teslim olmuş mü’minler vardır. Zannediyorum ki benim, bu anlattıklarımın ötesinde onlar bu beyanlarımdan kendi ruh ve vicdanlarında geliştirdikleri bu mes’elenin gerçeğine intikal eder, kendi mir’ât-ı ruhlarında onu görür, o büyük hakikatın ihtişamı karşısında, hayret ve hayranlığa düşer ve bir zevk-ü neşve içinde askerliklerini sürdürürler.
.
Malınızla canınızla cihad ediniz"
MALINIZLA CANINIZLA CİHAD EDİNİZ” BUYURULUYOR. HALBUKİ BİZ İMKANLARIMIZ NİSBETİNDE VEREMİYORUZ. VEREMEDİĞİMİZİN SEBEBİ NEDİR?
Kur’an’da, Allah-u Teâlâ “Malınızla canınızla cihad edin” diye pek çok yerde emir buyuruyor. Evet, Kur’an’da şahsi hayatımızın tekamülü, ailevi hayatımızın müslümanca teminat altında olması, cemiyet içinde İslâmi hayatın üfül üfül esip durması ve bulunduğumuz memlekette İslâmi ruh ve şuurun hakim olması mevzuunda açık kapalı pek çok emir mevcuttur. Esasen, böyle bir ruh ve şuur hâkim olmadıktan sonra insanın beş başı mamur bir müslüman olması, müslüman kalması, müslümanlığı yaşaması mümkün değildir desek, mübalağa yapmış olmayız. Bilhassa günümüzde İslâmi hayat çok fena darbelenmiş ve âdeta onun her müessesesi temelinden sarsılmış gibidir.. Oysaki İslâm içtimaiyatçıları, gerçek bir müslümanlığın ancak İslâmi bir toplum içinde mümkün olabileceği hususunda ittifak halindedirler. Çarşı İslâmî düşünceye göre tanzim edilmemişse, pazar ona göre değilse, insanlığı, insanlığa yükseltme müesseseleri sayılan maarif yuvaları, aynı duygu ve düşüncede elinizden tutmuyor ve bir Hızır gibi dâima gideceğiniz yolda önünüzde yürümüyor ve sonsuzluk yolunda size ışık tutmuyorsa, bir kaç adım yürüseniz bile bir yerde takılır kalır, bir yerde düşer, bir yerde sürçer, bir yerde müslümanlık adına çok tâvizler verirsiniz.. Ve neticede beş başı mamur müslüman olarak yaşamaya muvaffak olamazsınız. Çünkü bir yerde toplum önünüzü keser, bir yerde sokak önünüzü keser. Hepsinden fenası da bir yerde öğretilen yanlış şeyler ve eğitimdeki yanlışlıklar dev gibi, ejderha gibi önünüzü keser. Binaenaleyh, müslümanca yaşamanın yolu, ancak, müeyyidâtın kemal-i ciddiyetle ele alınması ile mümkün olacaktır. Müeyyide; dinin anlatılması, insanların vicdanlarının uyarılması, insanın bu dünyada bir yolcu ve burasının da uğrayacağı çok yerlerden sadece bir yer olduğunu; onun için de buraya geldiği gibi, buradan da esas yurduna gideceğinin kendisine hatırlatılmasıdır. Evet, müeyyide olarak bu hatırlatma işinin yapılması lazımdır ki, insan, diğer bir müeyyide olan malıyla canıyla cihad vazifesini eda edebilsin.
Bu işe teşne gönüller için, bu mevzuda söylenecek her şey fazladandır. Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu olarak diyebiliriz ki, bugün İslâmiyete hizmet eden öyle fedâkar müslümanlar var -hüsn-ü zannımıza verilsin- Sahabenin arkasında yerlerini alabilecekleri her zaman söylenebilir... Cenab-ı Hakk’ın bu nimet ve ihsanını yadeder, minnet ve şükranla O’nun huzur-u kibriyasında iki büklüm oluruz. Çünkü çok kurak bir dönemde; evet zeminimizin hiç bir şey bitirmediği; semamızın bir damla yağmur vermediği bir dönemde, Cenab-ı Hak bu kadar hiss-i semâhatle coşmuş, îmâna ve Kur’ân’a hizmetle gerilmiş mü’minleri, yeniden İslâm’a ve Kur’ân’a bağışladı.. Ve bir milleti geriye döndürdü, haristanımızı yeniden bir bağistana, bir bostana ve âdetâ bir cennete çevirdi -O’na binlerce hamd ve sena olsun!- Umumiyet itibariyle, sînesi bu mevzuda coşmuş ve ciddi gerilime geçmiş, samimi vicdanların sorduğu bu sorunun altındaki maksat -hissettiğim kadarıyla- şu olsa gerek: Acaba ma’şeri vicdanda, malla ve canla hizmet duygu ve düşüncesini nasıl uyarabiliriz? Nasıl uyarabiliriz ki, geçmekle mükellef olduğumuz zaman tünelini, biraz daha hızlı aşalım. Hariçte ve dahilde müslümanın her halini gözetleyen ve kontrol eden, onun her müsbet davranışını engellemek isteyen, Kur’an’ı Kerim’in “Hâinet’el-a’yün = Hâin gözler” dediği gözler (Mümin Suresi, 40/19) görmeden, varılacak yere varılsın, aşılması gerekli olan sarp tepeler aşılsın, geçilmesi gerekli olan tehlikeli yerler ve kandan-irinden deryalar da geçilmiş olsun. Yoksa binbir mâniâ arasında yürüyen müslümanların karşısına bütün bir dünya çıktığı zaman şimdi bir senede aşabildikleri yeri, belki o zaman 10 senede ancak aşabileceklerdir. Ayrıca, küfrü de uyardıklarından dolayı, varacakları yere kat’iyyen varamayacaklardır. İşte bu noktadan, müslümanların mes’eleyi daha hızlıca ele almaları îcabetmektedir. Diyelim ki, şimdi ellerindeki imkanlarla neslimize hizmet verecek bir irfan yuvasını bir senede dikebiliyor, ihya edebiliyorlarsa, kendilerini biraz daha sıkıp bir senede iki tane ihya etmelidirler. İhyâ etmeleri lazımdır; çünkü, onlar böyle yapmakla yarınları, daha sonraki nesiller de kendilerinden sonraki devirleri ihya etmiş olacaklardır. Eğer bugün, bugünün insanına düşen vazife bihakkın yapılmazsa, yarın bizim şu andaki güç ve kuvvetimiz şu haliyle kalsa bile yine hiç bir şey yapılamayacaktır. Zira, yarın karşımıza daha güçlü engeller, daha kuvvetli mâniâlar çıkabilir ki, bu güçle, onları aşmamız mümkün değildir. Bu itibarla, Sahabe-i Kiram’ın kendilerinden sonra 30 sene içinde fethedip Rasulüllah’ın zimamdarlığına teslim ettikleri bir dünya, kemmî ve keyfî buudlarıyla kendilerinden sonra gelen Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılarınkine hemen hemen denktir. İsterseniz dünya haritalarına bir bakıverin. Bu kadar geniş bir saha 4 büyük halife döneminde elde edilmiştir ki, izah etmek mümkün değildir. Hatta denebilir ki, hayret edilen bu noktaya tâ seyyidina Hz. Osman döneminde ulaşılmıştır. Bu, mes’elenin bir yönüdür. İkinci yön olarak şunlar ifade edilebilir: Bu fetihler zâhiri bir istibdat ve zorbalık ile elde edilmiş değildir. Bu fütuhat esnasında kat’iyyen kalblere ve vicdanlara baskı yapılmamıştır. Bilakis kalplerin teshiri, İslâm’ın gönüllere sevdirilmesi, akılların emre âmâde kılınması şeklinde olmuştur. Dolayısiyle de Sahabelerin gittikleri yerlerde müslümanlık adeta çığ gibi gelmiş ve bu gelişmeyi bir kültür, bir ilim ve irfan devri tâkip etmiştir. O gün yapılanlar hâlâ dünyayı hayran bırakmaktadır. Diyeceksiniz ki, bıraksa ne olur, bırakmasa ne olur; ama, bu bir fazilettir ve düşman dahi bu fazîleti îtiraf etmektedir. Evet, dünyayı hayran bırakacak bir ufka, bir noktaya, bir kuşağa ulaştırdıkları kültür ve medeniyet eserleri, İslâmiyeti iyi temsil, insanları cezbetmiş ve müslümanlaştırmada da rol oynamıştır. Bugün dahi oralarda, müslümanlık hesabına bir kaynaşma varsa, onların, o mübarek, nurlu, bereketli, ihlaslı elleriyle atılan tohumların neticesidir. Bence bu mes’ele çok önemlidir. Evet, Sahabelerin bu samimiyetleri karşısında insanın hayranlık duymaması mümkün değildir. Onlar, mal ve can adına her şeyin fedâ edilmesi gerekli olan zamanı çok iyi ayarladılar. Meselâ, bir gün kendilerine “Mekke’den dışarıya çıkın!” dendiğinde, arkalarında ağlayan çocukları, meleyen koyunları, böğüren sığırları vardı. Arkalarına dönüp bakmadan, İbrahimî bir ruhla, Halîlî bir anlayışla çocuklarını, hanımlarını bırakıp gittiler. Eğer Hz.Ebu Bekir’e: “Niçin arkana dönüp bakmadın?” diye sorsalardı, “Bir insanım, Aişe’nin; “Baba, baba!” diye yalvarışlarına dayanamaz ve ihtimal ki, kalbî alâka duyardım.. duyardım da bana denirdi ki “Ya Eba Bekir, bir kalpte iki muhabbet olmaz! Ben de al birini, diyebilirdim.” Bu ruhla hiç tereddüt etmeden, zamanı çok güzel ayarladılar ve o gün için her şeyin feda edilmesi gerektiğinden dolayı, gerekeni yaptılar. Daha sonra, o zaman feda ettikleri şeyler, maddi ve mânevî olarak, kat kat Allah tarafından kendilerine ihsan edildi. Mü’min, Mekke’de servetini bırakmıştı ama, Medine’de Allah, üç-beş sene içinde bıraktıklarının kat katını ona verdi.. Evet, meselâ Mekke’de Efendimizin kerime-i muhteremesi olan Rukiye validemizi dahi bırakıp ayrılan Hz. Osman, Medine’ye gittikten sonra o kadar zengin olmuştu ki, “Ceyşül-usre” dediğimiz, Tebük’e giden orduyu techiz etme mevzuunda, 300 deveyi yüküyle beraber vermişti. Belki aklımız, kısa zaman içinde bu servetin nasıl kazanıldığını almayabilir ama; Allah, Mekke’de bıraktıkları her şeyi Medine’de adeta (Men câe bilhase - neti felehü aşru emsâlihâ) (En’am Suresi, 6/160) yani “Kim bir hasene ile gelirse, karşılığını Allah 10 kat verir” sırrıyla buldular. Aslında bu, geri verişin en asgarisidir. Yoksa Allah 100 verir, 1000 verir... Evet onlar, mevsiminde verilmesi gerekli olan şeyi çok iyi verdiler ve Allah tarafından birkaç katını elde ettiler. Bugün de “Siz Allah için verin, eğer Allah 10 kat vermezse ben vereceğim” diyen fedakâr mü’minler mevcuttur.
Eğer Hz.Ebu Bekir, Hz.Ömer efendilerimizin dünyaya az buçuk meyilleri olsaydı, daha sonra, dünyanın en zengin insanları olurlardı; ama, Efendimizin yolunda, O’ndan (a.s.) ayrılmak istemediler. Bir ellerine geçeni öbür elleriyle hemen tasaddukta bulundular. Böylece, gelen gitti. Yoksa Abdurrahman b. Avf gibi kimseler diyorlardı ki, “Biz servetimizin sayısını bilmiyoruz.” Mesela, Hz.Enes gibi fakir, Efendimizin kapısında büyümüş, Efendimiz (a.s.v.)’in duâsına mazhar olmuş ve bir mevsimde Efendimize hizmet etmiş -zayıf bir rivayette doğrudan doğruya annesi Ümmü Süleym tarafından “Ya Rasulallah! Herkes sana armağanla geldi, benim verecek birşeyim yoktur, ben de Enes’i sana armağan ediyorum. Lütfen kabul buyurun.” denilerek-10 yaşında Efendimiz’in hizmetine takdim edilmiş bu insan, halifeler döneminde zenginler arasında sayılıyordu. Efendimiz dar-ı fenâya gözlerini kapadığı zaman Hz.Enes 20 yaşındaydı. Bu şanlı sahabi gün gelip şöyle diyecekti: “Çocuğumun çocuğunun çocuklarını gördüm. Belki torunlarımdan elimle gömdüklerimin sayısı 100’ü aşkındır. Servetime gelince, ne koyunlarımın hesabını biliyorum, ne de başka varlığımın.” Demek ki, Enes o kadar Allah’ın lütfuna mazhar olmuştu. Bütün bunlar mallarını ve canlarını vermeleri gerekli olan mevsimde vermiş, mevsimi gelince de, dünyevî ve uhrevî semerelerini dermişlerdi. Nasıl bahar mevsiminde toprağın bağrına tohumlar atılır.. kilerde, ambarda ne varsa hepsi toprağa emanet edilir.. ve sonra toprak daneyi başak veya başaklar haline getirir ve iade eder. Öyle de insan, bütünüyle toprağa dökülmeli, bütünüyle tohum haline gelmeli ve onun vefalı bağrına kendini salıvermelidir. Böyle olduğu takdirde göreceğiz ki, her bir tohum mevsimi gelince beşer-onar başakla karşımıza çıkacak ve Kur’an’ın ifade ettiği gibi ve belki de 70 dane ile arz-ı endam edecektir. Evet, o gün Allah’ın verdiği karşısında herkes şaşkınlığa düşecek ve o tohumu ekenler dahi hayret ve hayranlık içinde kalacaktır. Bazıları da bu bereket ve kilerlerin, ambarların dolması karşısında gayz içinde yutkunacaktır ve “Liyağîza bihimül küffar” (Feth, 49/29) sırrı zuhur edecektir. Öyleyse, “şimdi, bahar mevsimidir” deyip döküleceksiniz, vereceksiniz, “Ben şu kadar verdim yetmez mi?” demiyeceksiniz. İlle de sizin önünüzü almak için bir ta’dil bahis mevzu ise, ta’dil eden insanlar önünüzü almalı ve “Hayır o kadar ileri gitmeyin demeli.” Şimdi o kadar infak etmeyin ki, ilerde infak edeceğiniz anlar gelecektir. Eğer yarınlara ait infak mülâhazası olmasaydı, size, “bugün herşeyinizi harcayın” diyebilirdik. Pekala, “yarın ne olacak?” mes’elesine gelince? Yarın Allah’ın taahhüdü altındadır. İşte Halîlane bir ruhla, yani nasıl Halil İbrahim (a.s.) evladına, zevcesine arkasını dönüp gitmiş ve geriye dönüp bakmamışsa.. bize de öyle yapmak yaraşır. Allah Rasûlü (a.s.) buyuruyor ki: “Eğer Allah için Ashab içinde birisini dost edin denseydi, ben Ebu Bekir’i dost edinirdim. Ama Allah benim için Kendisi’nden başkasının dostluğuna râzı değil.” İşte Hz.Ebu Bekir’de öyle bir dostluk mevkiini ihraz etmiş ve İbrahim (a.s.) Halîlürrahman olduğu gibi, o da halîlürrasül olmuştu. Efendimiz sormuş: “Ebu Bekir! Çoluk çocuğuna birşey bırakmadın mı?” Sıddıkiyete yakışır bir eda ile cevap vermişti?: “Onları Allah’a bıraktım!” Evet Sıddık-ı Ekber’in bu tavrı hadd-i zatında zamanı çok iyi değerlendirmenin ifadesidir. “Ve câhidü bi emvâliküm ve enfüsiküm fî sebîlillah” (Tevbe, 9/41) âyetinden anladığımız da, mevsimin çok iyi değerlendirilmesidir. Bu yüce anlayışın bugün çokları tarafından, çok iyi değerlendirildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Evet, eğer, bugünkü mü’minlerin civanmertliklerini destanlaştırmak için Firdevsî’nin Şehnamesi gibi dâsitâni bir havada, bir destan yazılacaksa, o destan altmış bin beyitlik değil, altmış milyon beyitlik bir destan olarak yazılmalıdır. Bu asırda böyle civanmert davranışlara karşı, kadirşinaslığın ifadesi de ancak bu olabilir. Rabbim semâhat hissiyle coşmuş ve gerilmiş mü’minlerin cömertliklerini kat kat arttırsın. Biz bu işin baharını yaşıyoruz ve baharda açan çiçeklerin arasında bulunuyoruz. Bu bizim için beklenilen bir mevsimdir. Şimdi gençler her yerde kendilerine tevdi edilen vazifeyle kendilerine düşeni yapsınlar! Tohumu 60-70 sene önce saçıp giden büyük ruh ve yüce kâmetin etrafında pervaz eder-döner gibi hizmetlerini sürdürdükçe, herhalde o da olduğu yerde bütün bunları hissedecek ve belki de: “İşte şimdi bahar hediyeleriyle kapıma geldiler.. Ben de, senelerce evvel kendilerine vadettiğim, “Henien leküm” sadâsıyla onları karşılıyorum” diyecektir.
Evet, zannediyorum şimdi manzara ve durum budur. Ama İslâmî hizmetlerin hızlandırılması seviyesini, böyle bir fedakârlık ve civanmertliğin, Cenab-ı Kibriyanın huzurunda nasıl kabule karin olduğunu, Hz.Cenab-ı Rasulullah’ın huzurunda nasıl hora geçeceğini ve bu çığırı açan, bu mevzuda bize ışık tutan ve en karanlık dönemde bir ışık ordusu hazırlayan büyük dimağların nasıl hoşlarına gideceğini, nasıl memnun ve mesrur olacaklarını; ruhaniler âleminde bu işin nasıl karşılanacağını ben kendi idrak ve isti’dadımla ifade etme gücünde değilim. Onu sizin yüksek tasavvurlarınıza, idraklerinize havale ediyorum..
Bu mes’elenin diğer bir yanı da: “Malımızla, canımızla nasıl mücadele edeceğiz” hususudur. Bu da herşeyden evvel yine, inanca bağlı bir şeydir. Çünkü çiftçiler eğer saçtıkları tohumların toprağın altında çürümeyeceğine inanıyorlarsa, ellerindeki bütün tohumları tereddüt etmeden toprağın bağrına döker-saçar; sonra da beklemeye dururlar. Eğer bahçıvanlar diktikleri fidelerin ve fidanların hepsinin tutacağına inanıyorlarsa, hiç durmadan ellerindeki fidanların bir tanesini dahi ihmal etmeden, hepsini toprağın bağrına gömmeye çalışırlar. Elinde yumurtaları ve civciv makinası olan kimseler de, ellerindeki yumurtaların boş yere kokuşmaması ve çürümemesi için, hepsini ya o kuluçka makinasına kor veya bir kuluçka hayvanının altına yerleştirir. Ama dediğimiz kişilerin inancı bu seviyede değilse.. bazı tohumların çürüyeceğinden endişe ediyor; bazı yumurtalardan civciv çıkmayacağı kanaatını taşıyor veya o mevsimi, tam tohum atma mevsimi olarak görmüyorlarsa, elbetteki böyleleri, bütün tohumu kullanmıyacak ve geriye bir şeyler bırakacak, kenz yapacak hatta torunlarına bile birşeyler bırakmayı hedefleyip bu mevzuda civanmerdane davranamayacak ve vicdanlarında böyle mânevî bir gerilim ve heyecanı duyamayacaklardır.. bu bakımdan, diyebiliriz ki, Allah yolunda, dökülüp saçılma, Allah’a çok iyi inanmaya bağlıdır. Şu anda, mevcudiyetimize inandığımız kadar, O’nun mevcudiyetine inanma ve O’nun uğrunda, şu anda yaptığımız her şeyin kat kat ve muzaaf şekliyle, dal budak salmış, çiçek açmış, meyve vermiş hüviyette, öbür âlem hesabına çalışan bir çark olduğuna.. hadisin beyanıyla “Ed-dünya mezratül-âhirah” dünyanın tamamen ahiretin bir tohum yeri, bir tarlası, bir ekin yeri, bir bağı, bir bahçesi olduğuna inanmamıza bağlıdır. Evet, kim ne kadar inanıyorsa, o kadar gerilime geçecek, o kadar açılacak, o kadar saçılacak, o kadar toprağın bağrına tohum dökecektir. Müslümanların şu âna kadar gösterdikleri cömertlik, izhar ettikleri hiss-i semahat bize, bu mevzuda daha büyük şeyler yapabilecekleri fikrini vermektedir. Bildiğiniz gibi Muhbir-i Sâdık’ın gelecek hakkında, beşaretleri ve müjdeleri var. Onlara mazhar olmaya çalışalım ve öyle davranalım ki, gökten bakanlar, desinler ki: “Ya Rasulallah! Acaba bunlar, onlar mıdır?” Evet Melekler de sorsunlar, “Bunlar onlar mıdır?” Evet, İslâm’a hizmet edenler ne kadar gerilir, ne kadar açılır, ne kadar koşar, ne kadar küheylanlar gibi şahlanırlarsa, gelecekte varılması mutasavver olan noktaya o kadar hızlı, o kadar derli-toplu ve o kadar avantajlı olarak ulaşacaklardır..
.
mertebesinden üstün olmasının sırrı
SIDDÎKİYET MERTEBESİNİN ŞEHİDLİK MERTEBESİNDEN ÜSTÜN OLMASININ SIRRI VE HİKMETİ NEDİR?
Sıddîk, tasdik eden, doğrulayan ve doğru olan insan demektir. Şehid ise, hazır olan ma’nâsına gelir ki, herhalde, ruhâniyetiyle burada, Cenab-ı Hakk (c.c.) 'ın huzurunda ve aynı zamanda dünyevî hayat şartlarına çok yakın bir hayat içinde hazır bulunmasından ötürü ona bu kelime isim olarak verilmiştir. Ve her iki mertebe de Cenâb-ı Hakk (c.c.) ’ın en büyük lütuflarındandır.
Öteden beri inanan insanlar âdeta bu iki mertebe için birbirleriyle yarış yapmışlardır. Zaman zaman şehidlik mertebesine ulaşan çok insan olmuştur. Bilhassa Sahâbe devrinde pek çok şehid verilmiştir. Hatta dört büyük halifeden üçü şehid, biri de sıddîkiyet mertebesinin âzam derecesini tutmaktadır.
Biz önce bu mevzûdaki nisbet ve izâfeti anlatalım; sonra da gönüllerde bu iki mertebeye karşı bir iştiyak uyarılması bakımından onların hususiyetlerinden bahsedelim.
Her insan seviyesine göre bir bakıma sâdık ve sıddîktir. Ve birçok ölüm çeşidi var ki, hadîslerde zikredilen keyfiyetleriyle insana şehidlik kazandırır. Fakat bu iki mertebenin de bir en yüksek ve kusvâ derecesi vardır ki, sanki orası sınır taşı gibidir ve daha ileriye gidilmesi de mümkün değildir.. çünkü, onların ötesinde nübüvvet vardır.
Bir ağacın çekirdekten meyveye kadar dereceleri olduğu gibi, îmânın da öyle farklı mertebeleri vardır ve bu mertebeler arasında, önemli derece atlamaları gösteren sadâkat ve şehâdet de ehemmiyetli ayrı buudlar teşkil etmektedir.
İslâm’ı dil ile ikrar, kalb ile tasdik eden her insan bir bakıma sıddîkiyet kapısından girmiş sayılır. Zirâ ortada bir tasdik söz konusudur. Bu kapıdan girenlerin arasında bulunmanın dahi insana kazandıracağı büyük bahtiyarlıklar vardır. Onun içindir ki, Buhâri ve Müslim’deki bir hadîsde, Efendimiz (s.a.v.) bizlere şöyle bir hâdise naklederler: Cenâb-ı Hakk (c.c.) ’ın, yeryüzünü dolaşan, “Tavvâfûn” melekleri vardır. Bunlar zikr meclislerini dolaşırlar. (Zikir denince sadece tesbihle Rabb’imizi zikretmeyi anlamamalıyız. Ulûhiyet ve Rubûbiyete ait meselelerin müzâkere edildiği, kulluk adına derinlemesine tefekkürün yapıldığı ve daima böyle meselelerin konuşulduğu yerler de birer zikir meclisleridir. Hatta buralarda hem zikir vardır hem tefekkür, hem de şükür. Dolayısıyla, zikir meclislerini çok geniş anlamda kabul etmeliyiz.) İşte melekler, bu ma’nâda zikir meclislerini dolaşırlar. Sonra da Cenâb-ı Hakk (c.c.) ’ın huzuruna çıkarlar. O herşeyi bilmesine rağmen meleklerine sorar:
-Kullarım ne yapıyorlardı?
-Ya Rabb, Seni tesbih, tahmid ve temcid ediyorlardı. (Yani Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahu ekber, diyorlardı. Onlar Senin kusursuzluğunu ve noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu düşününce, kalp ve gönülleri dolu dolu Sübhanallah; tepeden tırnağa, onları, nîmetlerinle perverde etmene mukabil Elhamdülillah.. âfâkî ve enfüsî delillerle azamet ve kibriyanı müşâhede ettiklerinde ise hayret ve hayranlıkla “Allahu ekber” diyor ve zikrediyorlar.)
-Peki onlar Beni gördüler mi?
-Hayır, Ya Rabb, görmediler.
-Ya görselerdi!..
-Yani, o zaman delicesine ve en şiddetli iştiyakla bunları söyleyeceklerdi.
-Kullarım ne istiyorlar?
-Cennetini istiyorlar.
-Onlar Benim cennetimi gördüler mi?
-Hayır, görmediler.
-Ya görselerdi!..
-Evet, görselerdi çok daha şiddetli bir şekilde isterlerdi.
-Onları hangi şeyden korumamı istiyorlar?
-Cehenneminden.
-Onlar cehennemi gördüler mi?
-Hayır, görmediler.
-Ya görselerdi?
-Tabii, şiddetle ondan kaçar ve korunmak için çok daha fazla yalvarırlardı.
-Meleklerim, sizler de şâhid olun, Ben onların hepsini affettim.
Meleklerden biri dayanamaz ve sorar:
-Ya Rabbi, onlar arasında birisi daha vardı ki, o, bu meclise başka bir iş için gelmişti; niyeti zikir değildi. Cenâb-ı Hakk (c.c.) ferman eder:
-Onlar bir topluluktur, onlarla oturan mahrum bırakılmaz..!
İşte kelime-i tevhid ile İslâm’a girmiş bir insan, derece ve mertebesi ne olursa olsun bir cemaatin içine girmiş demektir. Dolayısıyla bu da bir sıddîkiyettir. Âmiyâne dahi olsa bunda da bir sadâkat, bir bağlanma söz konusudur. Fakat bir de bunun kusvâsı, en üst derecesi vardır ki orayı Hz. Ebu Bekr (r.a.) tutmuştur. Bu ma’nâda O’na “sıddîk” denmesine sebeb olarak, şöyle bir hâdise nakledilir:
Efendimiz (s.a.v.) Mi’râc hâdisesini anlatınca, Mekke müşrikleri koşarak Ebu Bekr’in yanına geldiler:
-Duydun mu, dediler arkadaşın neler söylüyor?
Sordu:
-Ne söyledi?
-Mescid-i Aksâ’ya gittiğini ve göğe çıktığını söylüyor.
-Bunu O mu söylüyor?
-Evet, bizzat kendinden duyduk.
-O zaman doğrudur. Hem bunlar da birşey mi? Ben O’nun sabah akşam bizzat Cenâb-ı Hakk (c.c.)’la konuştuğuna inanıyorum.
İşte bu söz üzerine mü’minler ona Sıddîk (menendi olmayan) tasdikci demeye başladılar.
Mi’râc’tan dönerken Allah Rasûlü, Cibril’e sorar:
-Kavmim beni yine yalanlayacak. Benim mi’râcımı kim tasdik eder?
Cibril cevab verir:
-Ebu Bekr tasdik eder. Evet Çünkü o, çoktan sıddîktır.
O, büyük da’vânın büyük tasdikçisidir. Sıddîkiyette öyle bir dereceye varmıştır ki, artık orası sınır taşıdır. O sınırdan sonra peygamberlik başlamaktadır. Her mü’min de, imandaki derecesine göre Hz. Ebu Bekr’in arkasında yerini alacaktır. Bu da “İlmel yakîn”den “aynel yakîn”e, oradan da “hakkal yakîn”e sıçramakla mümkün olacaktır ki, imânî mes’eleleri, âyât-ı tekviniyeyi mütâlaa etmek de oralara ulaşmaya vesilelerden biridir.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, şehidlik de derece derecedir. Bir yerde bina yıkılır, altında kalıp ölenlerden, mü’min olanlar şehid olurlar. Dünyâda onlara şehid muâmelesi yapılmaz ama, onlar yine de şehiddir ve âhirette şefaat edecekler arasında onlar da vardır. Vebâdan, taundan, karın ağrısından ve bunlara benzer hastalıklardan ölenler de aynı katagoride mütalaa edilmektedirler. Ayrıca hadîste sayılanlar arasında bir de suda boğulmak sûretiyle ölenlerden bahsedilmekte ve onların da şehid olacağı söylenmektedir. Bütün bunlar insanı şehidliğin bazı mertebelerine çıkarır; ancak, bir şehidlik daha vardır ki, ona sadece, Rabb’imizin yüce adının ufkumuzda bayraklaşması için canını adayanlar aday olabilirler. Hatta gece-gündüz dinin i’lâsı için çalışan ve samimi bir gönülle şehidlik talep eden bir insan, rahat döşeğinde dahi ölse, şehid kabul edilir, buna dâir rivâyetler pek çoktur.
Öyle zannediyorum ki, şehidlik mertebesinin kusvâsını da fârukiyetiyle beraber Hz. Ömer (r.a.) tutmaktadır. Evet, bu işin doruğunda o vardır. Zaten hayatı boyunca hep bunu talep etmiş ve nasib olmaz diye de hep gözyaşı dökmüştür. Hz. Ebu Bekr’in vefatından sonra bütün hutbeleri Hz. Ömer veriyordu. Ve bazan hutbelerinde bu inkisarını dile getiriyordu.
Ömer (r.a.)’ın hutbeleri her biri kendi başına bir hâdise olacak çaptaydı. Hatta ümmetin allâmesi, Allah Rasûlü’nün “Allah (c.c.)’ım onu dinde fakîh kıl ve ona te’vili öğret” diye dua ettiği Abdullah b. Abbas (r.a.), kendisi Mekke’de olsa ve Hz. Ömer’in Medine’de hutbe vereceğini duysa her işi bırakır ve o hutbeyi dinlemeye gelirdi. Zaten hutbelerinin çoğu dinleyenlerce yazıya geçiriliyordu ki, bugün elimizde Hz. Ömer’in pek çok hutbesi bulunmaktadır. Ulemâ ve fakihler herbiri kendine göre onun konuşmalarından not alır ve söylenenleri birer kanun ve birer prensip kabul ederlerdi.
İşte o hutbelerinden birinde, önce Peygamberliği anlattı. Efendimiz (s.a.v.)’i evsaf-ı âliyesiyle yâdetti. Sonra da tatlı bir reveransla Allah Rasûlü’nün mübarek merkadine döndü ve “Ey bu kabrin sahibi ne mutlu Sana!” dedi. Ardından sıddıkiyete geçti. O mevzunun da ince bir tahlilini yaptı sonra da Hz. Ebu Bekr’in kabrine dönerek ona da aynı eda ve aynı tonda “Sana da ne mutlu ey şu kabrin sahibi!” dedi. Sıra şehidliğe gelmişti. Onu da anlattı. Daha sonra kendine döndü: “Nerede şehidlik nerede sen Ya Ömer!” dedi. Ancak bu işin havf tarafıydı. Bir de recâ tarafı olmalıydı. İşte bu mülâhaza ile de şunları söylüyordu: Sana imanı nasib eden, seni hicretle şereflendiren Allah (c.c.); ümidini kesme, sana şehidliği de lûtfeder...
Evet, biz de kendi nâmımıza isteyebiliriz. Çünkü Cenâb-ı Hakk (c.c.) o engin keremiyle verirken, liyakata değil ihtiyaca bakar. Biz muhtaç olduğumuzu O’nun dergâhının kapısını çalarak gösterdikten sonra, O’nun, hiç kimseyi kapısından geri çevirdiği görülmemiştir. Elbette bize de istediğimizi verecektir...
Evet, Hz. Ömer iştiyakla şehidliği talep etti. Cenâb-ı Hakk (c.c.)’da ona bunu en yüksek şekliyle nasib buyurdu. Bir iranlı ateşgedenin eliyle şehid oldu.
Vakit sabah namazıydı. Ömer mihrabta bulunuyordu. Ve tam secdeye varmıştı ki, hain bir hançer sînesine saplandı. Şimdi bütün bu merhâleleri bütünüyle tablolaştırmaya çalışınız:
Evvela, çok şiddetli bir talep ve arzu; sonra bir namaz ki o Hz. Ömer’in namazıdır. Çok kere, hıçkırıklara boğulduğundan okuduğunu duyurmaz olurdu. Ayaklarının bağı çözülüp namazda yıkıldığı az değildi. Ve işte böyle bir namazın bir de secdesini düşünün. Kulun Allah (c.c.)’a en yakın olduğu; ve Rabb’isine yaklaşmasının son sınırına varıldığı bir ânı tahayyül etmeye çalışın. Bütün şartların tamamlandığı ve bir insanın en yükseğe çıkması için gerekli olan bütün sebeplerin toplandığı bu anda, bir hançer darbesi onun, şehidliği zirvede yakalamasına yetiyordu. Cenab-ı Hakk (c.c.) “Secde et ve yaklaş” demişti. Ömer secde etmiş ve peygamber olmayan bir insanın ne kadar yaklaşması mümkünse o kadar yaklaşmıştı. Bunun bir adım ötesinde Peygamberlik başlıyordu. Aslında buna işaret eden de yine Allah Rasulü’ydü: “Benden sonra peygamber gelecek olsaydı Ömer olurdu” sözleri bu kudsi kuşağa işaret olsa gerek.
Hz. Ömer’in ihraz ettiği bu son makamın altından başlayarak aşağıya doğru inen daha pek çok şehidlik mertebeleri vardır ki, Bedir’de şehid düşenler, Uhud’da şehid olanlar, Mûte’de Rabb’e kavuşanlar ve Çanakkale’den Tarablusgarb’a, oradan Afganistan’da Moskofa karşı kavga verirken şehid düşen Mücahitlere ve nihayet günümüzde hâlâ devam eden Filistinli müslümanların zalim yahudiye karşı savaşırken ölen şehidlerine kadar birer birer hepsini bu derecelerden birine dahil edebiliriz.
Diğer taraftan, dört büyük Halifeden Hz. Osman ve Hz. Ali de şehid olmuştur. Birisi Kur’ân okurken, diğeri ise mescide giderken. Aralarındaki farkı, içinde bulundukları son durumla da değerlendirmek mümkündür. Bir bakıma Hz. Ebu Bekir de şehid olmuştur; derler ki: Hayber’de aldığı zehir tedricen, vücuduna dağılmış ve ondan dolayı vefat etmiştir. Hem ona ne gerek var; o hassas ve incelerden ince insan, Allah (c.c.) Re-sûlünün ayrılığına daha fazla tahammül edemedi.. ayrılık ateşi onu yedi bitirdi. Bu yönüyle de o şehidlik mertebesini elde etti. Ancak onun zirve noktası sıddîkiyetiydi. Nitekim Hz. Ali de kendi hususi durumu îtibariyle kimsenin onunla boy ölçüşemeyeceği kadar büyüktü. Ehl-i Beyti o temsil ediyordu ve bu hususi fazîlette Hz. Ali hepsinden büyüktü. Fakat umumi fazîlet söz konusu olunca birincilik Hz. Ebu Bekr’e ikincilik de Hz. Ömer’e aitti.
Şehid’in şehidlere, sıddîkin de sıddîklere el uzatıp şefaat edeceğine dair mevsuk birşey bilmemekle beraber kalbime yatan odur ki böyle olmalıdır. Daha sonra da onlar kendi yakınlarına ve tanıdıklarına el uzatacaklardır. Her iki mertebeyi elinde tutanlara ise, ümit edilir ki, el uzatan, doğrudan doğruya Rasul-ü Ekrem aleyhisselâm olsun!
Bu mertebelere dair esrara gelince, onları anlatmak benim iktidarımın dışındadır. Zira o mertebenin zirvesini yakalayanlar, ne benim anlatabileceğim ne de başkasının anlayabileceği insanlardır!.
Sıddîkiyetin her mertebesi şehidliğin her mertebesinden üstün değildir. Üstünlük en uç noktalara aittir. Çünkü bunlardan birincisi Hz. Ebu Bekr olmak, diğeri ise Hz. Ömer olmak, demektir.
Burada yanlış anlamaya meydan vermemek için, şöyle bir tavzihde yarar görüyoruz; Hz. Ebu Bekr bizim anlayışımıza göre hem şehiddir, hem de sıddîktır; fakat şehidlik bakımından üstünlük Hz. Ömer’e, sıddîkiyet bakımından büyüklük ise Hz. Ebu Bekr’e aittir. Aynı şekilde Hz. Ömer de hem sıddîktir hem de şehiddir. Ancak sıddîkiyeti Hz. Ebu Bekr’den geri, şehidliği ise ileridir. Mutlak fazilete gelince onu yukarıda da söyledik: Hz. Ebu Bekr mutlak fazîlette, Nebilerden sonra zirve insandır.
.SIDDÎKİYET MERTEBESİNİN ŞEHİDLİK MERTEBESİNDEN ÜSTÜN OLMASININ SIRRI VE HİKMETİ NEDİR?
Sıddîk, tasdik eden, doğrulayan ve doğru olan insan demektir. Şehid ise, hazır olan ma’nâsına gelir ki, herhalde, ruhâniyetiyle burada, Cenab-ı Hakk (c.c.) 'ın huzurunda ve aynı zamanda dünyevî hayat şartlarına çok yakın bir hayat içinde hazır bulunmasından ötürü ona bu kelime isim olarak verilmiştir. Ve her iki mertebe de Cenâb-ı Hakk (c.c.) ’ın en büyük lütuflarındandır.
Öteden beri inanan insanlar âdeta bu iki mertebe için birbirleriyle yarış yapmışlardır. Zaman zaman şehidlik mertebesine ulaşan çok insan olmuştur. Bilhassa Sahâbe devrinde pek çok şehid verilmiştir. Hatta dört büyük halifeden üçü şehid, biri de sıddîkiyet mertebesinin âzam derecesini tutmaktadır.
Biz önce bu mevzûdaki nisbet ve izâfeti anlatalım; sonra da gönüllerde bu iki mertebeye karşı bir iştiyak uyarılması bakımından onların hususiyetlerinden bahsedelim.
Her insan seviyesine göre bir bakıma sâdık ve sıddîktir. Ve birçok ölüm çeşidi var ki, hadîslerde zikredilen keyfiyetleriyle insana şehidlik kazandırır. Fakat bu iki mertebenin de bir en yüksek ve kusvâ derecesi vardır ki, sanki orası sınır taşı gibidir ve daha ileriye gidilmesi de mümkün değildir.. çünkü, onların ötesinde nübüvvet vardır.
Bir ağacın çekirdekten meyveye kadar dereceleri olduğu gibi, îmânın da öyle farklı mertebeleri vardır ve bu mertebeler arasında, önemli derece atlamaları gösteren sadâkat ve şehâdet de ehemmiyetli ayrı buudlar teşkil etmektedir.
İslâm’ı dil ile ikrar, kalb ile tasdik eden her insan bir bakıma sıddîkiyet kapısından girmiş sayılır. Zirâ ortada bir tasdik söz konusudur. Bu kapıdan girenlerin arasında bulunmanın dahi insana kazandıracağı büyük bahtiyarlıklar vardır. Onun içindir ki, Buhâri ve Müslim’deki bir hadîsde, Efendimiz (s.a.v.) bizlere şöyle bir hâdise naklederler: Cenâb-ı Hakk (c.c.) ’ın, yeryüzünü dolaşan, “Tavvâfûn” melekleri vardır. Bunlar zikr meclislerini dolaşırlar. (Zikir denince sadece tesbihle Rabb’imizi zikretmeyi anlamamalıyız. Ulûhiyet ve Rubûbiyete ait meselelerin müzâkere edildiği, kulluk adına derinlemesine tefekkürün yapıldığı ve daima böyle meselelerin konuşulduğu yerler de birer zikir meclisleridir. Hatta buralarda hem zikir vardır hem tefekkür, hem de şükür. Dolayısıyla, zikir meclislerini çok geniş anlamda kabul etmeliyiz.) İşte melekler, bu ma’nâda zikir meclislerini dolaşırlar. Sonra da Cenâb-ı Hakk (c.c.) ’ın huzuruna çıkarlar. O herşeyi bilmesine rağmen meleklerine sorar:
-Kullarım ne yapıyorlardı?
-Ya Rabb, Seni tesbih, tahmid ve temcid ediyorlardı. (Yani Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahu ekber, diyorlardı. Onlar Senin kusursuzluğunu ve noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu düşününce, kalp ve gönülleri dolu dolu Sübhanallah; tepeden tırnağa, onları, nîmetlerinle perverde etmene mukabil Elhamdülillah.. âfâkî ve enfüsî delillerle azamet ve kibriyanı müşâhede ettiklerinde ise hayret ve hayranlıkla “Allahu ekber” diyor ve zikrediyorlar.)
-Peki onlar Beni gördüler mi?
-Hayır, Ya Rabb, görmediler.
-Ya görselerdi!..
-Yani, o zaman delicesine ve en şiddetli iştiyakla bunları söyleyeceklerdi.
-Kullarım ne istiyorlar?
-Cennetini istiyorlar.
-Onlar Benim cennetimi gördüler mi?
-Hayır, görmediler.
-Ya görselerdi!..
-Evet, görselerdi çok daha şiddetli bir şekilde isterlerdi.
-Onları hangi şeyden korumamı istiyorlar?
-Cehenneminden.
-Onlar cehennemi gördüler mi?
-Hayır, görmediler.
-Ya görselerdi?
-Tabii, şiddetle ondan kaçar ve korunmak için çok daha fazla yalvarırlardı.
-Meleklerim, sizler de şâhid olun, Ben onların hepsini affettim.
Meleklerden biri dayanamaz ve sorar:
-Ya Rabbi, onlar arasında birisi daha vardı ki, o, bu meclise başka bir iş için gelmişti; niyeti zikir değildi. Cenâb-ı Hakk (c.c.) ferman eder:
-Onlar bir topluluktur, onlarla oturan mahrum bırakılmaz..!
İşte kelime-i tevhid ile İslâm’a girmiş bir insan, derece ve mertebesi ne olursa olsun bir cemaatin içine girmiş demektir. Dolayısıyla bu da bir sıddîkiyettir. Âmiyâne dahi olsa bunda da bir sadâkat, bir bağlanma söz konusudur. Fakat bir de bunun kusvâsı, en üst derecesi vardır ki orayı Hz. Ebu Bekr (r.a.) tutmuştur. Bu ma’nâda O’na “sıddîk” denmesine sebeb olarak, şöyle bir hâdise nakledilir:
Efendimiz (s.a.v.) Mi’râc hâdisesini anlatınca, Mekke müşrikleri koşarak Ebu Bekr’in yanına geldiler:
-Duydun mu, dediler arkadaşın neler söylüyor?
Sordu:
-Ne söyledi?
-Mescid-i Aksâ’ya gittiğini ve göğe çıktığını söylüyor.
-Bunu O mu söylüyor?
-Evet, bizzat kendinden duyduk.
-O zaman doğrudur. Hem bunlar da birşey mi? Ben O’nun sabah akşam bizzat Cenâb-ı Hakk (c.c.)’la konuştuğuna inanıyorum.
İşte bu söz üzerine mü’minler ona Sıddîk (menendi olmayan) tasdikci demeye başladılar.
Mi’râc’tan dönerken Allah Rasûlü, Cibril’e sorar:
-Kavmim beni yine yalanlayacak. Benim mi’râcımı kim tasdik eder?
Cibril cevab verir:
-Ebu Bekr tasdik eder. Evet Çünkü o, çoktan sıddîktır.
O, büyük da’vânın büyük tasdikçisidir. Sıddîkiyette öyle bir dereceye varmıştır ki, artık orası sınır taşıdır. O sınırdan sonra peygamberlik başlamaktadır. Her mü’min de, imandaki derecesine göre Hz. Ebu Bekr’in arkasında yerini alacaktır. Bu da “İlmel yakîn”den “aynel yakîn”e, oradan da “hakkal yakîn”e sıçramakla mümkün olacaktır ki, imânî mes’eleleri, âyât-ı tekviniyeyi mütâlaa etmek de oralara ulaşmaya vesilelerden biridir.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, şehidlik de derece derecedir. Bir yerde bina yıkılır, altında kalıp ölenlerden, mü’min olanlar şehid olurlar. Dünyâda onlara şehid muâmelesi yapılmaz ama, onlar yine de şehiddir ve âhirette şefaat edecekler arasında onlar da vardır. Vebâdan, taundan, karın ağrısından ve bunlara benzer hastalıklardan ölenler de aynı katagoride mütalaa edilmektedirler. Ayrıca hadîste sayılanlar arasında bir de suda boğulmak sûretiyle ölenlerden bahsedilmekte ve onların da şehid olacağı söylenmektedir. Bütün bunlar insanı şehidliğin bazı mertebelerine çıkarır; ancak, bir şehidlik daha vardır ki, ona sadece, Rabb’imizin yüce adının ufkumuzda bayraklaşması için canını adayanlar aday olabilirler. Hatta gece-gündüz dinin i’lâsı için çalışan ve samimi bir gönülle şehidlik talep eden bir insan, rahat döşeğinde dahi ölse, şehid kabul edilir, buna dâir rivâyetler pek çoktur.
Öyle zannediyorum ki, şehidlik mertebesinin kusvâsını da fârukiyetiyle beraber Hz. Ömer (r.a.) tutmaktadır. Evet, bu işin doruğunda o vardır. Zaten hayatı boyunca hep bunu talep etmiş ve nasib olmaz diye de hep gözyaşı dökmüştür. Hz. Ebu Bekr’in vefatından sonra bütün hutbeleri Hz. Ömer veriyordu. Ve bazan hutbelerinde bu inkisarını dile getiriyordu.
Ömer (r.a.)’ın hutbeleri her biri kendi başına bir hâdise olacak çaptaydı. Hatta ümmetin allâmesi, Allah Rasûlü’nün “Allah (c.c.)’ım onu dinde fakîh kıl ve ona te’vili öğret” diye dua ettiği Abdullah b. Abbas (r.a.), kendisi Mekke’de olsa ve Hz. Ömer’in Medine’de hutbe vereceğini duysa her işi bırakır ve o hutbeyi dinlemeye gelirdi. Zaten hutbelerinin çoğu dinleyenlerce yazıya geçiriliyordu ki, bugün elimizde Hz. Ömer’in pek çok hutbesi bulunmaktadır. Ulemâ ve fakihler herbiri kendine göre onun konuşmalarından not alır ve söylenenleri birer kanun ve birer prensip kabul ederlerdi.
İşte o hutbelerinden birinde, önce Peygamberliği anlattı. Efendimiz (s.a.v.)’i evsaf-ı âliyesiyle yâdetti. Sonra da tatlı bir reveransla Allah Rasûlü’nün mübarek merkadine döndü ve “Ey bu kabrin sahibi ne mutlu Sana!” dedi. Ardından sıddıkiyete geçti. O mevzunun da ince bir tahlilini yaptı sonra da Hz. Ebu Bekr’in kabrine dönerek ona da aynı eda ve aynı tonda “Sana da ne mutlu ey şu kabrin sahibi!” dedi. Sıra şehidliğe gelmişti. Onu da anlattı. Daha sonra kendine döndü: “Nerede şehidlik nerede sen Ya Ömer!” dedi. Ancak bu işin havf tarafıydı. Bir de recâ tarafı olmalıydı. İşte bu mülâhaza ile de şunları söylüyordu: Sana imanı nasib eden, seni hicretle şereflendiren Allah (c.c.); ümidini kesme, sana şehidliği de lûtfeder...
Evet, biz de kendi nâmımıza isteyebiliriz. Çünkü Cenâb-ı Hakk (c.c.) o engin keremiyle verirken, liyakata değil ihtiyaca bakar. Biz muhtaç olduğumuzu O’nun dergâhının kapısını çalarak gösterdikten sonra, O’nun, hiç kimseyi kapısından geri çevirdiği görülmemiştir. Elbette bize de istediğimizi verecektir...
Evet, Hz. Ömer iştiyakla şehidliği talep etti. Cenâb-ı Hakk (c.c.)’da ona bunu en yüksek şekliyle nasib buyurdu. Bir iranlı ateşgedenin eliyle şehid oldu.
Vakit sabah namazıydı. Ömer mihrabta bulunuyordu. Ve tam secdeye varmıştı ki, hain bir hançer sînesine saplandı. Şimdi bütün bu merhâleleri bütünüyle tablolaştırmaya çalışınız:
Evvela, çok şiddetli bir talep ve arzu; sonra bir namaz ki o Hz. Ömer’in namazıdır. Çok kere, hıçkırıklara boğulduğundan okuduğunu duyurmaz olurdu. Ayaklarının bağı çözülüp namazda yıkıldığı az değildi. Ve işte böyle bir namazın bir de secdesini düşünün. Kulun Allah (c.c.)’a en yakın olduğu; ve Rabb’isine yaklaşmasının son sınırına varıldığı bir ânı tahayyül etmeye çalışın. Bütün şartların tamamlandığı ve bir insanın en yükseğe çıkması için gerekli olan bütün sebeplerin toplandığı bu anda, bir hançer darbesi onun, şehidliği zirvede yakalamasına yetiyordu. Cenab-ı Hakk (c.c.) “Secde et ve yaklaş” demişti. Ömer secde etmiş ve peygamber olmayan bir insanın ne kadar yaklaşması mümkünse o kadar yaklaşmıştı. Bunun bir adım ötesinde Peygamberlik başlıyordu. Aslında buna işaret eden de yine Allah Rasulü’ydü: “Benden sonra peygamber gelecek olsaydı Ömer olurdu” sözleri bu kudsi kuşağa işaret olsa gerek.
Hz. Ömer’in ihraz ettiği bu son makamın altından başlayarak aşağıya doğru inen daha pek çok şehidlik mertebeleri vardır ki, Bedir’de şehid düşenler, Uhud’da şehid olanlar, Mûte’de Rabb’e kavuşanlar ve Çanakkale’den Tarablusgarb’a, oradan Afganistan’da Moskofa karşı kavga verirken şehid düşen Mücahitlere ve nihayet günümüzde hâlâ devam eden Filistinli müslümanların zalim yahudiye karşı savaşırken ölen şehidlerine kadar birer birer hepsini bu derecelerden birine dahil edebiliriz.
Diğer taraftan, dört büyük Halifeden Hz. Osman ve Hz. Ali de şehid olmuştur. Birisi Kur’ân okurken, diğeri ise mescide giderken. Aralarındaki farkı, içinde bulundukları son durumla da değerlendirmek mümkündür. Bir bakıma Hz. Ebu Bekir de şehid olmuştur; derler ki: Hayber’de aldığı zehir tedricen, vücuduna dağılmış ve ondan dolayı vefat etmiştir. Hem ona ne gerek var; o hassas ve incelerden ince insan, Allah (c.c.) Re-sûlünün ayrılığına daha fazla tahammül edemedi.. ayrılık ateşi onu yedi bitirdi. Bu yönüyle de o şehidlik mertebesini elde etti. Ancak onun zirve noktası sıddîkiyetiydi. Nitekim Hz. Ali de kendi hususi durumu îtibariyle kimsenin onunla boy ölçüşemeyeceği kadar büyüktü. Ehl-i Beyti o temsil ediyordu ve bu hususi fazîlette Hz. Ali hepsinden büyüktü. Fakat umumi fazîlet söz konusu olunca birincilik Hz. Ebu Bekr’e ikincilik de Hz. Ömer’e aitti.
Şehid’in şehidlere, sıddîkin de sıddîklere el uzatıp şefaat edeceğine dair mevsuk birşey bilmemekle beraber kalbime yatan odur ki böyle olmalıdır. Daha sonra da onlar kendi yakınlarına ve tanıdıklarına el uzatacaklardır. Her iki mertebeyi elinde tutanlara ise, ümit edilir ki, el uzatan, doğrudan doğruya Rasul-ü Ekrem aleyhisselâm olsun!
Bu mertebelere dair esrara gelince, onları anlatmak benim iktidarımın dışındadır. Zira o mertebenin zirvesini yakalayanlar, ne benim anlatabileceğim ne de başkasının anlayabileceği insanlardır!.
Sıddîkiyetin her mertebesi şehidliğin her mertebesinden üstün değildir. Üstünlük en uç noktalara aittir. Çünkü bunlardan birincisi Hz. Ebu Bekr olmak, diğeri ise Hz. Ömer olmak, demektir.
Burada yanlış anlamaya meydan vermemek için, şöyle bir tavzihde yarar görüyoruz; Hz. Ebu Bekr bizim anlayışımıza göre hem şehiddir, hem de sıddîktır; fakat şehidlik bakımından üstünlük Hz. Ömer’e, sıddîkiyet bakımından büyüklük ise Hz. Ebu Bekr’e aittir. Aynı şekilde Hz. Ömer de hem sıddîktir hem de şehiddir. Ancak sıddîkiyeti Hz. Ebu Bekr’den geri, şehidliği ise ileridir. Mutlak fazilete gelince onu yukarıda da söyledik: Hz. Ebu Bekr mutlak fazîlette, Nebilerden sonra zirve insandır.
.EFENDİMİZİN BAŞKA ŞEHİR DEĞİL DE,
HUSUSİYLE İSTANBUL’UN FETHİNİ MÜJDELEMESİ VE BUNUN BİZİM DEDELERİMİZİN ELİYLE OLMASI NEYE BİNAENDİR? DÎNİ VE TARİHİ YÖNÜYLE İZAH EDER MİSİNİZ?
Efendimiz’in müjdesi sadece İstanbul’a mahsus değildir. Meselâ, Amr b. As’ın kurduğu “Fustat”a; Nâfi’nin inşa ettiği “Kayravan”a hatta “Vatikan”a dair de müjde ve işaretler vardır. Ayrıca Basra ile alâkalı rivayetler de mevcuddur. Bununla beraber İstanbul’un yeri bir ayrı ve İstanbul’un müjdesi bir başkadır. Söz konusu ihbar-ı Nebevi Ahmet bin Hanbel’in Müsned’i ve Hâkim’in Müstedrek’inde şu şekilde rivayet edilmektedir: (Le tüftehunnel Kostantiniyyeh fele ni’mel emiru emiruhâ ve le ni’mel ceyşû zelikel ceyşû) “İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan!. Ve onu fetheden ordu ne güzel ordudur!”
İstanbul, Müslümanların eline geçtikten sonradır ki, İslâm âlemi için çok büyük bir ehemmiyettir. Zira o, cihanın dört bir yanına giden fetih ordularının merkezi haline gelmiş.. Cihan devletine payitahtlık yapmış.. batı âlemine karşı İslâm âleminin önemli bir karakolu olmuş kutlu bir beldedir. Evet, Efendimiz’in müjdesine mazhariyeti, biraz da eda ettiği bu fonksiyonlardan ileri gelmektedir.
Bir devrede, bilhassa Raşid Halifeler döneminde Medine merkezdi. Fetih orduları sağa-sola hep Medine’den gönderilirdi. Evet, Medine, yıllar ve yıllar kendi özünde mayaladığı medeniyet, kültür ve devlet düşüncesinin bütün cihana yayılmasında hep birinci derecede bir merkez olarak kaldı.
Medine ma’nâ olarak bu mevkisinden hiçbir zaman düşmedi. Ancak fizîkî coğrafya değişip, gelişip büyüdükçe, devlette, merkezini başka yerlere taşımak zorunda kaldı. Önce Şam, sonrada Bağdat uzun süre bu vazifeyi ifa ettiler. Daha sonra ise İstanbul bu vazifeyi onlardan devraldı. Şimdi, Mekke, Medine, Şam ve Bağdat’ı koruma işi onun omuzlarındaydı. Hem de sadece muhafazası değil, bakım görümü de:
Her sene Sürre alayları İstanbul’dan hareket ediyor ve şehrin çıkışına kadar bizzat padişah tarafından hem de yaya olarak uğurlanıyor ve Hicaz insanına hedâyâ ve behâya taşınıyordu. Başta Nebi torunlarına, sahabe ahfadına ve daha sonra da bütün Medine fakirlerine dağıtılmak üzere gönderilen altın, gümüş, inci, mercan ve elmasların haddi hesabı yoktu. İstanbul her sene Peygamber köyüne, sahâbi beldelerine hizmet edebilmenin bütün hazzını bir talihlilik payesi olarak iliklerine kadar bir kere daha yaşıyordu.
Evet, işte onun ileride yapacağı bu büyük hizmet, asırlarca önce Allah Rasulü tarafından tebcil ediliyor ve hüsn-ü kabulle karşılanıyordu. Fetihten sonra sanki Medine ve İslâm’a payıtahtlık yapmış Şam ve Bağdat gibi beldeler, hayırlı ve sâlih bir evladın mürüvvetini, civanmertliğini gören ana-baba gibiydiler. Onlar böyle bir evlad yetiştirmiş olmanın İstanbul da onlara layık bir evlad olabilmenin hazzını paylaşıyorlardı. Medine’de doğup, Şam da, Bağdad’ta derinleşen İslâm nurunu, İstanbul, aşk-u şevk menşurundan ve yeni bir düşünce prizmasından geçirerek, o güne kadar henüz ulaşılamayan karanlık dünyalara aksettirmeye çalışıyordu.
Bu itibarla, Mekke ve Medine’nin kudsiyetleri müsellem olmakla beraber, İstanbul’un da, Mekke ve Medine’ye ve bütün İslâm alemine hizmet etmesi açısından, çok yönlü böyle bir büyüklüğü vardır.
Tarihte, yeni bir çağın açılması ve bir çağın kapanması, İstanbul’un fethiyle olmuştur. Avrupa’ya giden İslâm orduları, İstanbul’da hazırlanarak gitmişlerdir. Hatta bir-iki defa Bağdat bile İstanbul’dan fethedilmiştir. Son, Revan Seferi 4. Murat tarafından, İstanbul’dan giden bir ordu ile gerçekleştirilmiş ve bir kere daha Vahdet-i İslâmiye İstanbul vasıtasıyla temin edilmiştir. İstanbul bütün bunlarla çok uğurlu ve mübarek bir belde haline gelmiştir. Ve yine İstanbul, müslümanlar tarafından fethedilmeden önce, evvela Eba Eyyüb el-Ensari Hazretlerini bir misafir olarak kabul etmiş, bağrını ona açmıştır. Eba Eyyüb el-Ensari ki, Efendimiz’e mihmandarlık yapmış, O’nu misafir etmiş bir insandır. Kaderin cilvesine bakın ki, Medine’de Efendimiz’e mihmandarlık yapan bu insan, İstanbul’a gelmiş, gömülmüş; sonrada İstanbul ona mihmandarlık yapmaya başlamış.. Evet, Büyük Hünkar, İstanbul’u fetheder etmez, henüz Fatih camiini yapmadan, Ayasofya’yı camiye çevirmeden, İstanbul adına tasarladığı plânları ele almadan evvel, yanında ma’nâ gözü açık ve “Fekeşefnâ anke gıtâeke fe basarukel yevme hadid.” (Kaf, 50/22) sırrının dünyadaki temsilcilerinden Akşemseddin Hazretlerine, “Allah Rasûlü’nün Mihmandarı, Sahabe-i Güzinden, Eba Eyyub El-Ensâri Hazretlerini bana bul.” demiş.. O zat da keşfen, bulup çıkarmış.. sonra da yanıbaşına kendi ismiyle, hem İstanbul’un hem de bütün İslâm dünyasının en güzide ma’betlerinden biri inşâ ettirilmiştir.
Evet, bir yönüyle İstanbul, Efendimiz’e ait (s.a.v.) çok mühim bir emaneti bağrında saklamakta ve adetâ cihad adına gelen bu şanlı sahabi cihad şehrinin bir remzi olmaktadır. Büyük cihadlar umumiyetle İstanbul’dan şahlanan insanlarla gerçekleştirilmiş ve İstanbul merkezli nice fetihler görmüşüzdür. Evet, şayet üç Avrupa’da at oynatmışsak, bu Allah’ın lütfuyla İstanbul’dan yola çıkan ordularla, olmuştur. Bu mübarek ve uğurlu belde için “Beldetun tayyibetun” âyetinden de büyüklerimiz, ebced hesabıyla İstanbul’u çıkarmışlar ve ona “Tertemiz belde” demişlerdir. Gerçi, “Beldetün tayyibetün” daha evvel “San’a” için, buyurulmuş ama, böyle olması, Mekke’nin, Medine’nin de kasdedilmesine ve İstanbul’a işarette bulunulmasına mani değildir. Evet, “Beldetun Tayyibetun” “temiz belde”, sözü İstanbul’u da içine alabilir. İstanbul maddi-mânevî şirinliği, güzelliği ve evliyaların merkadlarını, hatta çok kimselerin makamlarını bağrında barındırmasıyla, gerçekten mübarek bir beldedir. İnşaallah hâlâ o mübarekiyetini devam ettiriyordur. Ettirmese bile, bir gün -İnşaallah- tam ma’nâsıyla arzu edilen o mübarekiyete yeniden ulaşacak ve orada Ruh-u Revan-ı Muhammedî hakiki ma’nâda yeniden esmeye ve dalgalanmaya başlayacaktır. Efendimiz zaten, İstanbul’un bir kere daha fethedileceğine işaret buyuruyor. Yani asırlardan beri kendinden, kendi ruhundan kaçan insanımızın, yeniden kendi özüne sahip çıkacağını, kendi ruhuyla bütünleşeceğini, kalp ve ruhun hayatına yükseleceğini, Allah ile münasebete geçeceğini, müjdeliyor. Ümid ediyoruz bu da olacak ve ikinci bir fetih mutlaka gerçekleşecektir. Efendimiz İstanbul’la Deccal’ın zuhûru arasında ciddi bir münasebet buluyor ve bu noktaya parmak basıyor. Vakti gelince o da görülüp müşahede edilecektir. Ve daha kimbilir nice sırlar içindir ki, Allah Rasûlü İstanbul’a hususi ma’nâda bir ilgi ve alâka göstermiş ve İstanbul’un fethini asırlarca önce müjdeleyip beşaret vermiştir!.
.
Tebliğ ve irşad vasıtaları olan şeylerden şahsi kazanç temin edilebilir mi?
“İN ECRİYE İLLÂ ALELLAH”
(YUNUS, 10/72) AYETİNİN İFADE ETTİĞİ NEŞRİ HAK İÇİN ENBİYAYA İTTIBAI İFADE EDEN İSTİĞNA DÜSTURU DOLAYISIYLA TEBLİĞ VE İRŞAD VASITALARI OLAN ŞEYLERDEN ŞAHSI KAZANÇ TEMİNİ OLABİLİR Mİ?
“Ecrimiz, mükafatımız Allah’a aittir” âyetinin geçtiği yerde bunu Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Şuayb ve Hz. Lut gibi, beş büyük peygamber kendi kavimlerine karşı söylemişlerdir. Başka yerlerde Hz. İbrahim ve Hz. Musa da araya girer. Fakat, “mükafatımız sadece Allah’a aittir” ifadesinin geçtiği yerlerde yalnız bu beş büyük zâtı görüyoruz. Bir de Sûre-i Yasin’de anlatılan ve büyük ızdırap çeken kahraman (Habib-i Neccar) da “Sizden yaptıkları tebliğ karşılığında ücret ve mükafat istemeyenlere tâbi olun” demek suretiyle, yine bu ayetin ma’nâsına işaret etmektedir. Hz. Nuh başka bir yerde yine, değişik bir ifade ile, aynı hususa dikkati çekmektedir. Yani enbiya-ı izam, yaptıkları tebliğ vazifesi karşısında, insanlardan birşey istememe esası üzerinde yürüdüklerine dikkat çekilmektedir. “Ve mâ es’elüküm aleyhi min ecrin in ecriye illâ alellah” yani “Ben yaptığım tebliğ vazifesi karşılığında sizden birşey istemiyorum, ücretim ve mükafatım münhasıran Allah’a aittir.” Bu söz, her peygamberin adeta, Cenab-ı Hakk’a karşı, verdiği bir ahd-ü peyman ve bir yemindir. Onlar, peygamberlik vazifesini yapacaklarına ve bunun karşılığında hiçbir şey almayacaklarına söz veriyorlar.
Neşr-i hak vazifesinde ne zaman olursa olsun, her devrin mürşidleri, enbiyayı izama iktida etmekle mükelleftirler. Hizmetini Allah için yapan hemen herkes; vaaz ve nasihat ederken, bir yerde sohbette bulunurken, gezerken, köy-köy, kasaba-kasaba dolaşırken, hak ve hakikatı neşretme karşılığında kat’iyyen birşey almayacaktır. Evvela, sözün tesir etmesi, Allah’ın elindedir. Allah bu kimselerin sözlerinin tesirini, büyük bir ölçüde, onların hasbiliğine, diğergamlığına ve yaptıkları irşad vazifesi karşılığında hiçbirşey beklememelerine bağlamıştır. Enbiya-ı izâmın sözü tesirlidir, asfiyanın sözü tesirlidir. Günümüzde sözler tesir etmiyorsa, tesir için gerekli olan bir kısım şartları yerine getirmediğimizdendir. Evet, mükafatını dünyada almak isteyenlerin sözleri için Allah, sînelerde tesir yaratmamaktadır. Bu çok önemli bir meseledir. Diğer bir önemli mesele de şudur; neşr-i hak hizmetinde bulunan kimseler, enbiya-ı izâma iktida edip vazifelerinin karşılığında bir şey almamalıdırlar; almamalıdırlar ki, ehl-i dünya tarafından tenkide maruz kalmasınlar. Çünkü ehl-i dünya diyecektir ki, “Bunlar neşr-i hak vazifesi yapıyorlar ama, aynı zamanda temettü hakkı da arıyor ve geçimlerini bu yolla temin edip gidiyorlar.” Mevlitçi niçin tenkid ediliyor? Çünkü gırtlağına hakk-ı temettü arıyor. Bir ilâhi okuyor, bir Allah’ı methediyor, sonra da sanki: “Methettim Allah’ını, ver bakalım şunu” diyor. Onun için de sînelerde, ma’şeri vicdanda bir tesir uyarmıyor. Niyet bu olduğu sürece uyarmamaya da devam edecektir. Bir yerde, bir köşeyi veya bir kürsüyü tutmuş samimi bir insan görürsünüz; hasbidir, diğergamdır, Allah için yaşıyordur. Bakarsınız, sesi cılız çıksa bile, ma’şeri vicdanda kendine göre bir tesiri vardır. Bu da, neşr-i hak vazifesinde onun, insanlardan istiğna etmesine bağlıdır. Gönül ne kadar arzu ediyor ki, bu işe omuz verenler, İslâmî hizmetler içinde bulunanlar, Kur’ân ve iman hizmetine sahip çıkanlar; geleceğin gerçek mimarları kudsîler, aydınlar ve ışık ordusu mübarekler dünyanın malına, menaline meyil göstermesinler, eteklerini kire, lekeye bulamasınlar, istiğna içinde hareket etsinler ve neşr-i hak hizmetinde kimseden bir şey istemesinler. Kifaf-ı nefs edecek kadar bir şey bulurlarsa, onunla geçinsinler ve kendileri çekip gittiklerinde, arkalarında bir ev bile bırakmasınlar. Çünkü hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki ilklerden günümüze kadar, dünya çapındaki büyüklerden hiçbirinin ciddi bir evi yoktu. Medine-i Münevvere’de, Ravza-i Tahire’ye girerken, “Ömer Kapı”sı diye bir kapı var, “Bab-ı Ömer.” Devletin başında bulunduğu ve Aral gölüne kadar ordular sevkettiği, ülkeler fethettiği halde, nerede Hz.Ömer’den kalan ev..? Evet, neşr-i hak vazifesinde bulunanlar, arkada ev, han, hamam, halı kilim bırakmamalı ve çoluk çocuklarını zengin etme düşüncesiyle yaşamamalıdırlar. Evet, neşr-i hak vazifesi yapanlar mutlaka müstağni yaşamalıdırlar. Bu hizmet çığırını açanlardan birisinin vefatında, cüzdanında 25 tane 25 kuruş çıkmıştı... Hepsi bu kadar. Ne güzel misal.. Böylece dost ve düşman herkes bildi ve inandı ki, İslâm hizmetkârlarının dünya adına zerre kadar tamahları ve arzuları yok.
Evet, neşr-i hak hizmeti yapanlar sadece çoluk çocuklarını, dilenci etmesinler, okutsunlar veya bir işe koysunlar... Ayrıca bizzat İslâm’ı anlatanlar, bunun karşılığında kat’iyyen hakk-ı temettü aramasın ve şahsi arzularını yaşamasınlar. Yaşamak şöyle dursun, sürekli maddî-mânevî füyuzat hislerinden fedakarlıkda bulunmalıdırlarki, güvenilirliklerini koruyabilsinler. Evet onlar, yaşama arzusuyla değil, yaşatma arzusuyla dolup taşmalıdırlar.. dolup taşmalıdırlar ki, bir an bile dünya onların hayallerine girmesin.. gözlerinin içinde dünya hayâli bir an-ı seyyale bile yer etmesin. Yoksa kazandıkları safvetlerini kaybeder ve sonra da iflah olmazlar. İslâmi hizmetlerle dünyalık peşinde koşanların kötü akibetleri kendilerine dokunmasa bile, çoluk çocuklarına veya torunlarına öyle dokunur ki, dokunduğu gün iki büklüm olur, inlerler.
Neşr-i hak vazifesinde bulunan kimseler gerçekten ihlaslı ve müstağni bir yaşayış sergilemelidirler ki, bütün âlem hatta mele-i a’lâ’nın sakinleri: “İşte bunlar onlardır.” desinler. Dünyayı aşamayan insan, ahireti aşamaz. Dünyanın altında kalmış olanlar, önlerindeki sarp tepeleri aşamaz. Her zaman dünyaya hükmeden kimseler, kendini ve dünyayı aşmış kimseler arasından çıkmıştır. Öncekilerin çoğundan geriye kalan, tavlasında atı, sadağında oku, ve atının eğeriydi.. Halid öldüğü zaman, iki devleti yere sermiş bir insandı ama, “Atımdan, kılıcımdan başka geriye bir şey bırakmadım” diyordu. Gerçekten onları anlamak çok zor. İnsan diyor ki: “Sen melek misin, sofi misin, derviş misin, söyle Allah aşkına sen nesin?” Evet görüyoruz ki iki devleti (Bizans ve İran’ı) yere sermiş bir insan, atıyla kılıcından başka birşey bırakmadan göçüp gidiyor. Ama o, sînelerimizde yaşıyor, kıyamete kadar da yaşayacak.
Netice olarak diyebiliriz ki, neşr-i Hak, istiğna ile bu kadar bütünleşmiştir ve onu ondan ayırmak kâbil değildir. Artık, bugün ikbâl ve istikbâl düşüncesini aşmış hasbiler üç asırdan beri yeryüzünde sahipsiz olan Kur’ân-ı ve bir fecir nesli bekleyen Rasulüllah’ın ruhaniyetini düşünmeli (s.a.v.). Hem öyle bir düşünmeli ki, duyguda-düşüncede başka şeylere yer kalmasın... Bugün bütün dünya yepyeni bir devir bekliyor. İslâm ve Kur’an davasını temsil edenler de yepyeni bir diriliş türküsü söylüyorlar. Benim ifade etmeye çalıştığım şeyler de bu diriliş bestesini terennüm edeceklerin sadece bir tek vasfıdır.
Bu meselenin bir diğer yönü şudur: Hizmet-i imaniye ve Kur’âniyede bulunanlar, medar-ı maişetleri ve geçimlerini o hizmete bağlamamalıdırlar. Bu millet hamiyyetperverdir, hiçbir zaman sahip çıkanları yalnız bırakmamıştır; şöyle veya böyle mutlaka onlara destek olmuştur. Ama, onlar da müstağni davranmalı ve hiç birşey talep etmemelidirler. Sadece geçinecek ve kifaf-ı nefs edecek kadar eline birşey geçmesinde de -inşaallah- bir mahzur olmasa gerek. Bunu söylerken de “Vel âmilîne” (Tevbe, 9/60) kelime-i kudsiyesini esas alıyor, zengin dahi olsa, müslümanlar hesabına vergi toplayan bir insanın, o vergiden istifade edebileceği prensibine dayanıyorum. Bunun için de kendilerine yetecek kadar almalarında da mahzur görmüyorum. Ama tekrar ediyorum; hizmet erleri için evvel ve ahir müstağni kalma esas olmalı.. onlar kat’iyyen ele-âleme el açmamalı, müntazırane bir hal içinde bulunmamalı ve birşey beklememelidirler. Evet işte bu, geleceği kuracak mimarların mümtaz vasıflarından önemli bir vasıfdır.
..
TEVBE-İ NASUH NEDİR?
Tevbe-i Nasuh ile alâkalı bir âyette inanan insanlar muhatap alınıyor ve şöyle deniyor: “Ey iman edenler! Kendi nefsiniz hakkında hayırhahlık düşüncesiyle Allah’a tevbe edin” (Tahrim, 66/8).
Ayette üzerinde durulması gereken üç kelime var. Bunlar sırasıyla: İman, tevbe ve nasuh kelimeleridir.
Birinci kelime imandır. İman, İslâm’ın bütününü dil ile ikrar kalb ile tasdik etmek, demektir. İnanılması gereken meselelerin hepsine inanmadıkça insan iman etmiş sayılamaz.
Bizim için mühim olan imanın şer’i ma’nâsıdır. Bununla beraber “İman” kelimesinin lügat ma’nâsı nazara alınacak olursa, her iman eden insan Allah’ın teminatı altına girmiş olur. Evet, dünyada, dağlar gibi hadiselerin altında kalıp ezilmekten; ahirette ise dünyanın en büyük musibet ve belasına rahmet okutacak kadar dehşet verici azabın pençesine düşmekten, insan ancak imanı sayesinde kurtulur ve emniyete erer.
İkinci kelime tevbedir. Tevbe kişinin kendini yenilemesi ve bir iç-onarımdır. Yani, sapdırıcı düşünce ve davranışlarla bozulan kalbî muvânezeyi, yeniden düzene koyma uğrunda, ferdin, Hak’dan Hakk’a kaçması, daha doğrusu, O’nun gazabından lütfuna, hisabından rahmet ve inâyetine sığınmasıdır tevbe.
Tevbeyi, günah duygusuyla, benliğin bir hisablaşması şeklinde ta’rif etmek de mümkündür. Yani, nefsin, hayatı sorumsuzca sevk ve idaresine karşı, benlik ve iradenin, yüce dağlar gibi, günahların karşısına dikilip ona geçit vermemesidir tevbe.
Günah, muvâzenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmekse, tevbe, usûlüne göre bir hamlede hoplayıp oradan dışarıya çıkmakdır. Diğer bir ifade ile, günah; vicdanın muvakkat bir murakabesizliğinden, rûhun aldığı yara ise, tevbe; kalbin, sürekli bir ızdıraba düşmesi ve çok ciddî olarak kendi kendini kontrole koyulması ve böylece duyguların yeniden fer ve kuvvet kazanmasıdır.
Günah, insanda şeytanın hâkimiyeti ve nefsin tesiriyle olduğuna göre, tevbe, şeytana karşı duyguların müdafaası ve ruhdaki âhenksizliği, dezarmoniyi düzenleme gayreti demektir.
Günah, erozyonlarının; ruhu törpüleyip aşındırmasına karşılık tevbe, gönül zeminini, düşünce ve sözlerin en güzeli “kelime-i tayyibe” ile çimlendirmek ve o erozyonların tahribatını önlemekdir. Gözlerin döneyazacağı, yüreklerin hoplayacağı gün gelmeden, yürekleri hoplatan tevbe gayreti ne mübecceldir! Keşke onu, her günahın açdığı gediği kapatacak seviyede, âh-u eninlerle yapmaya muvaffak olabilseydik!
İnsanlar dünyaya günahsız ve masum olarak gelirler. Hiçbir eğrilikleri yoktur. Fıtratın bu temiz ve doğru yolundan ayrılan insanlar, kendilerini kuvve-i inbatiyesi olmayan bir toprağın bağrına atar ve orada çürürler. Evet, günahlar insanları, yolun kenarına atıp çürüten faktörlerdir. Günahtan sonra insanın yeniden rücûu hakkında bir ayette “Ve enîbu ilâ rabbiküm ve eslimû.” (Zümer, 39/54) “Allah’a inâbe edin (döndüm-geldim) deyin, Allah’a teslim olun” buyuruluyor. Öyleyse tevbe, insanın bazen günahlarla temizliğini yitirince, hemen temizlenip asliyetine dönmesidir. Nitekim bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “İnsan günah işleyince, kalbinde bir siyah nokta belirir. Tevbe ile hemen onu silmezse, o nokta kalbinde öylece kalır. Sonra ikinci bir günah işlerse, kalbinde bir nokta daha belirir.” Yani günah işleme fikri artık onun dimağında gelişmiş olur. Nasıl ki merdivenin ilk basamağına adım atan bir insan, ikinci basamağa adım atma fikrine de hazırlanır. İkiye atan, üçe çok rahat adımını atar ve bir kere günah istikametinde perdeyi yırtınca -Allah korusun- artık sıkılmadan, haya etmeden, peşi peşine çok günahlar işleyebilir.. ve günah merdivenlerinden aşağıya, gayyaya doğru gitmeye başlar. Onun için yine büyük bir söz sultanı diyor ki: “Herbir günah içinden küfre giden bir yol vardır.” Tevbe, bu yolları tıkama, aşağıya doğru atılan adımı değiştirme, insanı Allah’a götüren helezona girdirme ve Allah’a yükseltme gayretidir.
Tevbe şaşmışlıktan, yoldan çıkmışlıktan sonra, tekrar dönüp-gelip sahibini bulmadır. Onun içindir ki; Efendimiz Buhari ve Müslim’deki bir hadislerinde bu dönüşü şu şekilde anlatmaktadır: “Allah kulunun tevbesinden sonsuz derecede memnun ve mesrur olur. Şöyle ki, bir insan çölde yolculuk yapıyor. Bütün azığı, eşyası ve suyu üzerinde olan devesi onu bırakıp kaçıyor. Adam sağa-sola koşuşup devesini arıyor; fakat sonunda yorgun ve ümitsiz bir halde bir ağacın altında uyuya kalıyor. Gözlerini açtığında bir de ne görsün; devesi, üzerindeki eşyasıyla beraber başucunda durmaktadır. Adam sevincinden öyle hale geliyor ki, Cenab-ı Hakk’a şükrederken yanlışlıkla, “Ben Senin rabbin, Sen de benim kulumsun” diyor. İşte tevbe eden kulu karşısında Cenab-ı Hakk’ın ferahı bu adamınkinden daha fazladır.”
Elbetteki Hadiste geçen “ferah” tabirini, bizim anladığımız ma’nâda ve bizim ölçülerimiz içinde Cenab-ı Hakk’a izafe ve isnad edemeyiz. O’nun ferahı istiğna-ı mutlakına uygun bir ferah-ı mukaddestir ki, biz onun keyfiyetini idrakten aciziz. Bununla beraber, kulun tevbesi, Cenab-ı Hakk’ı işte bu şekilde memnun etmektedir. Ve bizim için mühim olan da bu ma’nâyı anlamaktır.
Tevbenin iki yönü vardır. Bunlardan birincisi bize, ikincisi ise Cenâb-ı Hakk’a aittir. İşte bu ma’nâ içindir ki, Efendimiz: “Men tâbe tâbellah”. “Tevbe edene Allah da tevbe eder.” buyuruyor. Bizden tevbe Allah’a dönmektir. Allah’ın tevbesi ise rahmetiyle bize teveccüh buyurup, kapısını yeniden açmasıdır. Biz yoldan çıkmakla, Allah’ın bize bakan bütün pencereleri kapanmış, bütün menfezleride tıkanmış oluyor. Sonra da pişmanlık duyuyor ve: “Neden yaptık? Niçin fıtratımıza zıt bir yola girdik?” diyoruz. Biz içimizden kendimizi düzeltmeye başlarken ve nedamet hissiyle çırpınıp bir metafizik gerilime geçerken, birdenbire bakıyoruz ki, kapılar-menfezler bize yeniden açılmaya başlanmış. Birincisi bizim tevbemizdi. Yani o, bir niyet, bir düşünce ve bizi kıvrandıran bir nedametti. İkincisi de Allah’ın tevbesi. O da bize kapıyı ve menfezleri açtı ve “Kullarım Ben sizi unutmadım, terketmedim, siz Beni hatırladığınız sürece; ahd-ü peymanınızı elli defa dahi bozsanız Beni burada bulacaksınız.” dedi... Evet, O Erhamürrahimindir. Ne yaparsak yapalım dilimizden: “Ya Erhamerrahimin irhamna ya Gafûr ya Gaffar veğfirlenâ zünûbenâ ve tecavez ann seyyiatinâ” demeyi düşürmemeliyiz.
Üçüncü kelime “Nasûh”dur. Nasuh, “faûl” vezninde ism-i fail bir kelimedir. Mubalağa ifade eder. Çok ciddi hayırhahlık, nefsine nasihat edicilik demektir. O, nasihat ile aynı kökten gelir. Nasihat, bir insanın iyi düşünmesi, iyi görmesi, başkalarının iyiliğini istemesidir. “Eddînü ennasîha” “Din, nasihattir.” derken, başkaları hakkında hayırhah olarak hareket etmek kasdedilmektedir. Yoldan sapmasınlar diye insanların ellerinden tutma, Allah’ı, Peygamberi anlatma, bunun icabıdır. Bugün, İslâm’a hizmet eden güzide müslümanlar, nûranî kadro, Hz.Mesih’in dilinde “kudsiler ordusu” diye isimlendirilmektedir. Zuhur eden hadiseler karşısında gök parça parça üzerlerine dökülse, yer şak şak olup açılan korkunç kraterleriyle onları yutmaya çalışsa, yine de İslâm’a hizmet eden bu kudsiler, dine sahip çıkacak ve elinde kor taşıyan yiğitlerin ruh haletiyle kendilerine düşen vazifeyi bir lahza hatırlarından çıkarmayacaklardır.
Evet, Allah’ı, Rasûlü’nü, Kur’an’ı, İslâm’ı ve mübarek dinimizi anlatma, itminansız gönüllere itminan kazandırma, ahiret ümidi adına her şeyi kaybetmiş insanların vicdanında yeniden ahiret duygusunu tüttürme ve insanların gönüllerinde cennetin binlerce sene hayatı bir dakika rü’yeti cemaline mukabil gelmeyen Cenab-ı Hakk’ın cemalini görme arzusunu mayalama.. işte bunların hepsi hayırhahlıktır. Ve bunların hepsine bir çırpıda, Efendimiz “En nasîha” buyuruyor. Ve sonra da “Dinin ruhu nasihattır” diyor. Nasûh yukarıda da söylediğimiz gibi, çok hayırhah demektir. İnsanın en fazla hayırhahlığı da kendi nefsine olmalıdır. Kişi en başta nefsini bütün kötülüklerden korumalıdır. Nefsin korunması, temel hukukun beş prensibinden bir tanesidir. İnsan nefsini yani kendisini içkiden, zinadan, küfre ve dalâlete girmeden koruyacaktır. Bu korumalardan her birisi “Usul-ü hamse”den biriyle alakalıdır. İnsan nefsini cehenneme layık bir hatab haline gelmekten muhafaza etmelidir. Eğer odun gibi yaşarsa, odun gibi haşrolur, odunların gideceği yer de bellidir. Kur’an; “İnnehüm hatabü cehennem.” “Onlar, cehennemin odunlarıdır.” diyor. Böyle olunca, her insanın nefsine karşı hayırhahlığı, günahlara karşı çok dikkatli, titiz ve hassas olmasıyla mümkündür. İnsan nefsi için o kadar hayırhah davranmalıdır ki, “Allah onu bir kere küfür ve dalâletten çıkardıktan sonra, küfre ve dalâlete dönme, ona cehenneme girmekten daha ziyade ızdırap verici olmalıdır.”
Bununla beraber insan yine sürçüp kayabilir. Böyle bir durum karşısında da o hemen akıl ve vicdanını harekete geçirerek, “Ben Allah’tan kopmakla bu hâle geldim. Öyle ise, ancak O’na yeniden bağlanmakla bu durumdan kur-tulabilirim.” diyecek ve Cenab-ı Hak’la olan irtibatını kuvvetlendirmeye çalışacaktır. Onun bu cehdi, nasuh tevbenin bir yanını teşkil etmektedir.
Onun diğer yanı da şudur: İnsan bir daha eski günahlarına dönmeyerek, nefsi hakkında hep hayır düşünmüş olmalıdır. İnsan nasıl evlatlarının istikbâlleri hakkında hep hayır düşünür, onların iyi olmasını ve yükselmelerini diler, öyle de kendi hakkında da hep iyi şeyler dilemelidir. Onun için de, daha işin başında günahlara girmemeye azimli olmalı ve günahları açısından nefsini ele alırken, kendisinin Allah’dan uzaklaşmasını affedilmez çok büyük bir cürüm ve kapatılmaz bir uçurum olarak kabul etmelidir ki, böylece nasûh tevbe yapmış sayılsın. Allah (c.c.) bu zâviyeden buyuruyor ki: “Tûbû ilallahî tevbeten nasûha” Yani siz, imanınız sayesinde, emniyet zemininde bulunuyorsunuz evet, iman etmişsiniz, gözünüz açılmış, akı-karayı birbirinden tefrik eder duruma gelmişsiniz; sonra Allah’a güvenmiş ve dayanmışsınız. Bu bakımdan, şayet sürçseniz yada bir an yoldan inhiraf etseniz, katiyyen ye’se (ümitsizlik) düşmemelisiniz; zira ye’se düşmeyi gerektiren hiçbir şey yok; çünkü Allah, şirkten başka her şeyi mağfiret edeceğine söz vermiştir (Nisa, 4/84). Öyleyse düştüğünüz yerde kalakalmamalısınız; hemen harekete geçip, Alah’a yönelerek, eski günahlara da nedamet edip; kendinizi yeniden bulmaya çalışmalısınız ki, zannediyorum “tevbe-i nasûh” denen müstesna yöneliş de bu olsa gerek. Ayrıca, bu tevbe için şu şartları öne sürmüşlerdir:
Birincisi: İşlenen günah kul hakkıyla alâkalı ise, evvelâ o hak sahibine verilmeli ve ondan helallik dilenilmelidir.
İkincisi: Bir daha aynı günaha dönmemek üzere ciddi ve kesin bir kararlılık içinde olunmalıdır.
Üçüncüsü: O günahla tevbe arasında ikinci bir günah işlemeye vakit bırakmamalı, yani elden geldiğince günahlar beş dakika bile tevbesiz kalmamalıdır.
Tevbenin bir başka buudu da şudur: Günah, ruhda bir ızdırap şeklinde duyulmalı, vicdan da o günaha karşı bir nefret, bir tiksinti ve bir ürperti hissetmelidir. Bir insan, işlediği günahlar karşısında hasta olmuyor ve ızdırap çekmiyorsa, alışa geldiği gibi ağzıyla tevbe etse dahi, onun yaptığı tevbe değil, sadece bir merasim ve yararsız bir kaç söz söylemekten ibaret kalır. Tevbe, vicdanın duyduğu nedamet ve bu nedametle insanın iki büklüm olmasıdır. Dil ile söylemek ise, sadece böyle iki büklüm olmuşluğa kavlen iştirak ve bir tercümanlıktır. Evet, tevbe ancak ızdırabın terennümüdür. Ne varki bu terennümü de yine Sahib-i Şeriat’tan öğreneceksin. Yani nedamet ve ızdıraplarını Resulullah’dan öğrendiğin şeylerle soluklayacaksın: “Esteğfirullah el-azîm el-kerîm ellezi lâ ilâhe illahu tevbete abdin zalimin layemlikü linefsihi mevten velâ hayaten vela nüşurâ” “Tevbe ve istiğfar ediyorum. Öyle bir kul, bir bende, bir tasmalının tevbesi gibi tevbe ediyorum ki, kendi kendine, ne dirilebilir, ne ölebilir, ne hareket edebilir, ne yatabilir, ne kalkabilir. İşte ben böyle acizlerden aciz bir zavallı; Sana günah ve zulümlerimden dolayı tevbe ediyorum.” Allah Rasulü’nden mervi bir hadiste, tevbe ve istigfardan önce iki rekat namaz kılmaktan, sonra da tevbe edenin başını yere koyarak tam konsantre olup, Rabbin rahmetiyle münasebete geçeceği ana kadar, secdede “Ya Hayyu ya Kayyum bi rahmetike esteğîsü eslihlî şe’ni külleh velâ tekilni ilâ nefsi tarfete ayn” “Ey Hayy-u Kayyum, benim her halimi ıslah eyle, Sen beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle başbaşa bırakma” gibi dualardan da söz ediliyor. Yani içteki nedametin bu sözlerle soluklanması tavsiye ediliyor. Bu mevzuda yine Efendimiz’den (a.s.m.) şeref südur olmuş, sabah akşam okunan ve “seyyid-ül istiğfar” diye bilinen bir dua daha mervidir ki oda: “Allahümme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente halaktenî ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike mesteta’t euzü bike min şerri ma sana’t, ebuu leke bini’metike aleyye ve ebuu bizenbi feğfirli feinnehu leyağfiruzzunube illa ent” istiğfarıdır. Seleften bazıları, “ente” kelimesinin sonuna “Ya Gaffar, Ya Gafur” isimlerini de ilave etmişler. Bunlar, Efendimiz’den mervi olanlar arasında olmasa da Rabbimiz’in iki mübarek ismini şefaatçi yaparak Allah’a teveccüh etme mânâsında çok güzeldir.
Evet tevbe, kalbin nedamet ve ızdırap duymasıdır. Biz böyle bir ızdırabı, tevbe ve istiğfarda kullanılan kelimelerle eda ettiğimiz sürece makbuldür. Ancak, içimizde günaha karşı hiçbir ızdırap duymadan, dilimiz: “Estağfirullah estağfirullah el azîm el kerîm ellezi lâ ilâhe illahü el-hayyel-kayyum ve etubü ileyh.” veya “Elimle, dilimle, ağzımla, gözümle, kulağımla işlediğim her günahdan tevbe ettim, pişman oldum..” diyor fakat duygu ve düşüncelerimiz bu kelimelere refakat etmiyorsa ve içteki dalgalanmalar soluklarımızı kesecek kadar ağırlıklarını hissettirmiyorsa, boşuna uğraşıyoruz demektir. İnsan hiç olmazsa Allah karşısında günahlarını ifade de, vicdanından gelen sesleri soluklamalıdır. Evet tevbe ve istiğfar ederken şaka ve merasim yapmıyor, herhangi bir folklörü icra etmiyoruz. Bilakis Allah karşısında gerçekten işlediğimiz bir günahtan gerçek bir nedamet duygusunu Allah’a takdim ediyoruz.
Ve son olarak burada şunu da arzedeyim: Camilerde yapılan nikah ve iman tecdidi gibi, aslı esası olmayan, ve bir mânâ ifade etmeyen sözlerin mü’minlere kazandıracağı hiçbirşey yoktur. Hele nikah gibi, ciddi bazı esaslara bağlı bir mesele de, “İnnî üridü en üceddidel-imane vennikahe” demek sadece bir tevbe olarak değil söz, dil kaideleri bakımından da tenkide açıktır. Çünkü adam: “Ben nikahımı ve dinimi yenilemeyi düşünüyorum.” diyor. Yenilediğini de söylemiyor. Yani, düşünüyorum ilerde yenileyebilirim, demek istiyor. Allah korusun, bu çok tehlikeli bir ifadedir. Çünkü bir insan, bilerek veya bilmeyerek kelime-i küfrü telaffuz etmişse hemen anında tecdidi iman etmesi lazımdır. Bunun yegane çaresi vicdanından gelerek, işlediği bütün günahlara, ciddi bir hissi nedametle arkasını dönüp “Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasulüh.” demektir. Bunun ise tehire tahammülü yoktur. Müslümanları boş şeylerle avutmak faydasızdır. Ciddi tevbe edelim. Her hata ve her sürçmelerimizden ürperelim ve Allah’a yönelelim. Bütün bunları yaparken de Allah Resulü’nün ta’lim ve irşad daireleri içinde kalmaya çalışalım.
.ŞEFAAT HAK MIDIR? KİMLER NE ÖLÇÜDE ŞEFAAT EDEBİLİRLER, İZAH EDER MİSİNİZ?
Evet, şefaat haktır. Birçok âyet ve hadîste şefaattan bahsedilmekte ve böylece onun hakkaniyeti dile getirilmektedir. Yeri geldikçe bu âyet ve hadîsleri zikredeceğiz. Biz şimdi önce, sorunun ikinci şıkkı olan “Kimler ne ölçüde şefaat edebilirler?” sorularını cevaplamakla mevzua başlamak istiyoruz. Zaten bu kısma verilecek cevap bir cihetle şefaatın hakkaniyetinin de izahı olacaktır.
Peygamberler, evliyâ asfiyâ ve şehîdler -derecelerine göre- Cenab-ı Hakk’ın onlara bahşettiği seviyede şefaat edebilirler ve edeceklerdir. Ancak, bu mevzuda da yine, zirve Allah Rasulü’dür. O ki fetanet-i âzama sahiptir. Her Nebi kendisine bahşedilen sınırsız, fakat bir defaya mahsus şefaat hakkını dünyada kullanırken o, bunu âhirete saklamıştır.. ve âhirette “şefaat-ı uzmâ”nın sahibi olacaktır. Onun “hammâdun”, denilen ümmeti, “Livaül’hamd”in altında toplanacak ve “Makam-ı Mah-mud”un sahibi ünvanıyla O’nun tarafından yapılacak şefaatte herkes payına düşenle şereflenecek ve kurtuluşa ereceklerdir.
Dünya fâni ve geçicidir. Burada çekilen sıkıntılar da bir cihetle işlenen günahlara keffaret sayılır. Ancak insanların perişan ve derbeder olacakları ve kendilerini kurtaracak yeni bir amele de fırsat bulamayacakları bir gün gelecektir -ki, biz ona ahiret diyoruz-işte o gün, Allah Rasulü bütün insanlığı içine alan şefaatıyla ortaya çıkacak ve “en büyük şefaat” ma’nâsına “şefaat-ı uzmâ”sıyla şefaat edecektir. Elbette Allah Rasulü’nün şefaatının da bir sınırı vardır. Zaten, bütün şefaatlar ancak Cenab-ı Hakk’ın izni ve koyduğu ölçü nisbetinde olacaktır ki “ İzni olmadan katında hiç bir kimse şefaat edemez” mealindeki âyet de bize bunu anlatmaktadır (Bakara, 2/ 255).
Bunun böyle olması da gayet tabiî ve normaldir; zira, şefaat edecek olanlar da hissî davranabilir, ölçüyü kaçırabilir ve merhamet-i ilâhîden fazla merhamet ileri sürmüş olabilir.. böylece de Rabb’e karşı sû-i edepte bulunmuş olabilir. Onun içindir ki, Allah (c.c.) bir mîzan, ölçü ve denge vaz’etmiştir. Kim, kime ve ne ölçüde şefaat edebileceği bir takdire bağlanmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın bütün icraatında bir adalet ve denge olduğu gibi, âhirette vereceği şefâat selahiyetinde de bir adalet ve denge vardır. Eğer bu şekilde bir tahdid ve sınır konulmuş olmasaydı,bazı kimseler şefaatı da dengesiz olarak kullanırlardı. Nitekim belki de sınırsız bir şefaat selahiyeti onların hislerini galeyana getirerek meselâ, bazı insanların Cehennem alevleri içinde cayır cayır yandıklarını görünce, şefkatleri kabaracak, kafir-münafık-mücrim tanımadan herkesin Cennete girmesini talep edeceklerdi. Halbuki böyle bir talep bazen, milyarlarca mü’minin hukukuna tecavüz de olabilirdi.
Çünkü şefaatin, böyle şahısların hislerine bırakılmasında, günahkâr, sapık, kâfir herkesin, bu hissî şefaatten faydalanma ihtimâli vardır. Bu ise, bütün varlıkların hukukuna rağmen, dağlar cesametinde günah taşıyan kâfire de merhamet edilmesi demektir. Oysaki kâfir, kainatta, Allah’a ait bütün güzellikleri, bütün nizamları, bütün hikmetleri inkâr, tezyif ve tahkir ettiğinden, mekanlar çapında cinayet işlemiş olacaktır ki, hayatının her dakikası yüzlerce cinayetle karalanmış böyle kapkaranlık bir ruha merhamet, merhamet adına saygısızlığın en büyüğü olsa gerektir.
Efendimiz, şefaatının büyük günah işleyenlere olduğunu ifade etmişler ve “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir” buyurmuşlardır. O her hususda olduğu gibi bu mevzuda da bir denge ve muvazene insanıdır. Zaten bütün ümmet O’nun bu ifadeleriyle teselli bulmakta ve Allah Rasulü’nün şefaatına nail olmayı ummaktadır.
Hallac-ı Mansur bir gün bu hadîsi şerh ederken, cezbeye gelir ve ölçüyü kaçırarak, Efendimiz’e hitaben “Ey Nebîler Sultanı! Niçin böyle sınır koydun da bütün insanlar için demedin. Sen bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydin, yine de Rabbin Seni mahrum bırakmaz ve Sana bu selahiyeti bahşederdi” gibi laflar eder. Tam bu esnada Allah Rasûlü temessül ederek, başındaki sarığı onun boynuna sarar ve: “Bunu başınla öde, sen zannediyor musun ki ben o sözü kendimden söyledim” der. Hallac kolu kanadı biçilip bir ağaç gibi budanırken dahi tebessüm ediyordu. Çünkü biliyordu ki, bu hüküm âli bir mecliste verildi ve o hükme rıza göstermek gerekirdi...
Evet, belkide Hallac’ın dediği gibi, Allah Rasulü Cenab-ı Hakk’dan bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydi, Rabb’i O’na bu selahiyeti verirdi. Ancak O, Allah’a karşı bizim anlayamayacağımız ölçüler içinde saygılıydı. Rabb’in dediğinden başkasını demiyor ve verilen selahiyet sınırlarını da asla zorlamıyordu..
Rabb’in koyduğu şefaat ölçüsünde, şefaat edilecek şahısların buna hak kazanmış olmaları da yer almaktadır. Nitekim bu ma’nâ ile alâkalı olarak, mealen şöyle buyurulmaktadır: “Artık şefaatçıların şefaatı onlara fayda vermez” (Müddessir, 75/48). Bununla da anlıyoruz ki, şefaat herkese ve sınırsız bir ölçüde değildir. Kim, kime şefaat ederse, muhakkak kabul görür diye bir şart da yoktur. Bütün işlerde olduğu gibi, bunda da İlâhî meşiet esasdır.
Kâfir işlediği küfrüyle ta işin başında, bu şefaat dairesinin dışında kalmıştır. O’na hiç kimse şefaat edemez, etse bile ona fayda vermez.
Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk bize bir dua öğretiyor. Bu dua ile himmetin âli tutulması gerektiği hususuna da işaret ediliyor. Dua şudur: “Rabbimiz, bize gözümüzü aydınlatacak eşler, zürriyetler bağışla ve bizi müttakilere imam kıl” (Furkan, 25/74). Yani, Allah’ım çocuklarımız, hanımlarımız, gözümüzü aydınlatacak hüviyette olsun. Bize öyle hayat arkadaşları ver ki, din adına bize teşviklerde bulunsun. Evlatlarımız da, daima arkamızdan hayırlar göndersin ve onlar sebebiyle rahmet çağlayanları üzerimize doğru çağlasın dursun! Bizi sadece müttaki olmakla da bırakma, onlara imam ve önder kıl. Bize öyle lutuflarda bulun ki, şu, İslam’a hizmet boyunduruğunun yere konduğu dönemde ve dine hizmetin âr kabul edildiği bir zamanda, dinine hizmet ettir ve müttakîler önünde bize, imamlık pâyesi ihsan eyle!
Böyle bir anlayış, himmeti âli tutmanın ifadesidir. Cenâb-ı Hakk’dan O’nun öğrettiği usûl içinde şefaat edebilme selahiyeti talep etmekdir. Zaten O vermek istemeseydi, evvela istemeyi vermezdi. Madem ki istemeyi verdi ve nasıl istememiz gerektiğini de öğretti, öyleyse istediğimizi de verecektir. O’nun sonsuz rahmetinden bunu umuyor ve bekliyoruz. O’nun için burada dikkat edilmesi gereken hususun iyi anlaşılması lazımdır. Evet, Rabbimiz’den sadece Cennetin bir köşesine bizi kabul buyurmasını istemek, himmetin düşüklüğüne delildir. Halbuki Allah (c.c.) bize himmetimizi yüksek tutmamızı öğretmektedir. Evet himmetimizi yüksek tutmalıyız, tutmalı ve O’ndan, müttakilere bizi imam kılmasını, onlara şefaat edebilme selahiyetini vermesini talep etmeliyiz...
Efendimiz bir hadîslerinde, âhiretten bir tabloyu şöyle anlatırlar: Allah (c.c.), Hz. Nuh’a soracak: “Sen, sana düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdin mi?” O büyük peygamber cevap verir: “Evet Ya Rabbi, yerine getirdim. Bana verdiğin tebliğ vazifesini kusursuz edâ ettim.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, Hz. Nuh’dan şahid ister. O da Ümmet-i Muhammed’i şahid gösterir. Bunun nasıl olacağı sorulunca da, şöyle cevap verir: “Sen onları ümmetlere şahid kıldın.. onlar da ellerindeki Kitap’ta gördüler ki Nuh vazifesini yapmış. Ve işte ben de onları bugün kendime şahid olarak gösteriyorum.”
Evet, âyet öyle diyordu: “İşte böylece, sizin insanlar üzerinde şahidler olmanız, Rasul’ün de sizin üzerinize bir şahid olması için sizi ümmet-i vasat (dengeli ve orta bir ümmet) kıldık” (Bakara, 2/143).
Şefaat haktır ve gerçektir. Bütün büyükler Cenab-ı Hakk’ın koyduğu sınır dahilinde şefaat edeceklerdir. Şahid olmak da bir bakıma şefaat kabul edilecekse, eğer, Ümmet-i Muhammed bu ma’nâda bütünüyle şefaat edecektir.
Şefaatı inkar edenlerin, dünyada da ukbada da kazanacakları bir şey yoktur. Çünkü Allah (c.c.) orada kullarına, kulları O’nu nasıl bilip tanımışlarsa, öyle muamele edecektir...
..
Fela.." ayetindeki yıldızların yerlerine kasem edilmesinin hikmeti nedir?
“FELA ÜKSİMÜ BİMEVAKIINNÜCÛM” (VAKIA 56/75) AYETİNDEKİ YILDIZLARIN YERLERİNE KASEM EDİLMESİNİN HİKMETİ NEDİR?
“Hayır!. Yıldızların yerlerine yemin ederim.. Bilseniz, bu, büyük bir yemindir. O, elbette şerefli bir Kur’andır.” (Vakıa, 56/75-77)
Ah kalbi kasvet bağlamış insan.! Cenab-ı Hak ezeli ilmiyle onun bu durumunu biliyor ve ona anlatacağı şeyi, yeminle teyid ederek anlatıyor.
İnsan, utanmalı, hicabetmeli, terlemeli, dudakları titremeli ve bu gibi âyetleri okurken ürpermeli..! Rabbi ona, Kur’an’ın şerefli bir kitap olduğunu söylemek ve kabul ettirmek için bunca tahşidatta bulunuyor ve sözlerine büyük bir yeminle başlıyor...
Kur’an’da bu tür yeminler çoktur. Cenab-ı Hak bazan yıldızlara yemin ettiği gibi, bazan güneşe, aya ve bütün bir semaya da yemin eder. Bazan da yemin yerdekilere yapılır. Zeytine, incire ve Tur dağına yapıldığı gibi. Bazan olur gündüze bazan da geceye yemin edilir. Şüphesiz bu yeminlerin hepsinde binlerce sır ve binlerce hikmet gizlidir.
“Vennecmi iza hevâ” (Necm, 53/1) da kasem yıldıza yapılır. Mânâsı: “O semaya doğru urûç eden veya kavsiyesini tamamlayıp geriye dönen yıldıza yemin olsun ki” demektir. Ki bu sûrede Efendimiz’in miracı anlatılmaktadır. Durum böyle olunca da, üzerine yemin edilen yıldız, tevcihlerden biri itibariyle, bizzat Efendimiz’in kendisidir. Evet O, evvela halktan Hakk’a urûç etmiştir. Sonra da Hak’tan halka dönmüştür. “Hevâ” kelimesinde bu iki mânâ da vardır.
Evet, Allah Rasûlü’nün (a.s.m.), cennet ve Cenab-ı Hakk’ın O’na gösterdiği bütün güzellikler karşısında gözü kamaşmadan, mazhar olduğu nimetlere başkalarını da mazhar etmek için, yeniden bu kevn-u fesada dönmesi, elimizden tutup ötelere götürmek üzere aramıza gelmesi, “Vennecmi iza hevâ” ile anlatılıyor. Burada, bir yıldız diye Efendimiz’in (a.s.m.) mübarek şanına yeminin yapılması çok önemlidir. Evet, o yıldız bir ma’nâda Efendimiz’dir. O’nun taşıdığı ulvî hislerin yanında, miraçta mazhar olduğu nimetlerle bir başka Muhamed (a.s.m.) olarak geriye dönmesi, beşer tarihinde eşi olmayan bir hadisedir. İşte O’nun taşıdığı bütün bu ma’nâlar ve gönlünün içine aldığı bütün hakikatlar adına, Allah (c.c.) Hz.Muhammed (a.s.m.)’a kasem ediyor. Evet, İsra suresinde “Görür ve işitir.” deyip, kendisine ait sıfatları, “İnnehu semîun basîr” ifadesiyle -bazı tefsircilere göre- Hz.Muhammed (a.s.m.)’a isnad ettiği gibi, burada da o payeyi yine O’na veriyor “Vennecmi iza hevâ” diyor ve yemin ediyor.
“Veşşemsi ve duhahâ” da güneşe ve güneşle ortaya çıkan duhaya (Kuşluğa) kasem ediliyor. “Velleyli iza secâ” da ise, mahalli istirahat olması itibariyle, geceye ve geceyi bastıran karanlığa; sonra da yeniden karanlığın yırtılıp, aydınlığın çıkmasına, yani kâinattaki devr-i daimlere kasem ediliyor.
Başka yerlerde de “İncir’e, Zeytin’e, Tur’a” yemin edilmiştir. Tur, Hz.Musa’nın, Cenab-ı Hakk’ın beyan ve tecellilerine mazhar olduğu önemli bir yerdir. Tur’da Hz.Musa’nın bu mazhariyeti, bir cemaatin dirilişinin esaslarını taşıyordu. Hz.Musa emri orada alıyor ve bir cemaat bu sayede diriliyordu. Onun için de Tur, üzerine yemin edilecek bir payeye ulaşıyordu.
Yukarıda da söylediğimiz gibi Kur’an-ı Kerim’de bu tür yeminler çoktur. İşte bu yeminlerden biri de soruda söz konusu edilen yemindir ki, yıldızların mevkilerine yemin edilmektedir. Öteden beri yıldızlara yapılan kasemle ilgili olarak şunları söylemişlerdir:
Birincisi: Yıldızlar her devrin insanı için önemlidir. Zira insanla yıldızlar arasında daima bir münasebet olagelmiştir. Bu münasebetin en asgarisi ise insanların yıldızlar vasıtasıyla yönlerini tayin etmeleridir. İşte aşağıdaki âyet bu hakikata parmakbasmakta ve şöyle demektedir: “Ve alâmâtin ve binnecmi hüm yehtedûn” (Nahl, 16/16). “Bir de Allah bir kısım alametler yarattı. Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar.”
Karada, denizde yön ta’yininin dışında, herbir yıldız ve yıldızlar kümesinin, tıpkı bir Necm-i Kur’an gibi, insana birşeyler fısıldaması, nizâm, âhenk ve ihtişam diliyle, perde arkası hakikatlar adına gönüllerimizi hoplatması yıldızların ayrı bir rehberliği sayılır ki ALLAH: “Ve binnecmi hüm yehtedûn” “Onlar yıldızlarla yollarını buluyorlar.” buyurur. İşte insanlarla yıldızlar arasındaki bu münasebete binaen Cenab-ı Hak yıldızların yerlerine yemin etmiştir. Zira yıldızlar belli yerlerde olmasalardı, insanların onlardan bu şekilde fayladalanabilmeleri mümkün değildi.
İkincisi: Güneş ve güneş sisteminin hal-i hazırdaki duruma ulaşabilmesi, ayrıca dünyanın şu andaki şeklini kazanabilmesi ancak yüzlerce şartın mevcudiyetiyle mümkün görülmektedir. Mesela, atmosferden havanın kaçması, içindeki gazların dengelerinin bozulması derhal atmosferi, hayatı nâmüsait hale getiriverir. Aslında hava ile küre-i arz birbirini iter. Bunların bir araya gelmesi kerhendir. Yani Allah’ın emirleri karşısında ister istemez bu işe bel kırıp boyun bükmüşlerdir. Biz bunları tetkik edip öğrendikçe hayret ve hayranlığa düşüyor.. ve bunlardan Allah’ın varlığına ve birliğine deliller istinbat ediyoruz. Kendi varlığına ve birliğine deliller mahiyetinde olan bu yıldızlara ve onların yerlerine Cenab-ı Hakk’ın kasem etmesi gayet ma’kul ve lüzumludur. Güneş sisteminin dışına çıkalım. Samanyolu içinde, güneş sistemi gibi nice sistemler var ki, bunların hepsi de yerli yerine konmuştur. Bir yerde iki atom bile, birbiriyle çarpışsa, müsademe etse, kızıl kıyamet kopar. Bu kocaman cisimlerin kâinat fezasında, herhangi bir muvazenesizlikle kızıl kıyamete sebebiyet vermelerinin ne demek olduğunu hiç düşündünüz mü? Görülen bu kadar karışıklık ve çokluk muvazenesizliğe sebep olması gerekirken, yıldızlar Cenab-ı Hakk’ın kudretiyle baş döndürücü bir âhenge sahiptirler. İşte izafi bir kısım nâmlar takıp câzibe ve dâfia (çekme-itme) ile izah etmeye çalıştığımız bu âhengin arkasında, Kudret-i Sonsuz’un tasarrufu, nazarlarımıza veriliyor ve “Fela uksimu bi mevakiinnücum” denilerek yıldızların mevkilerine yemin ediliyor.
Üçüncüsü: Bu âyetten şöyle bir hususa da intikal edilebilir; yıldızlar öylesine yerli yerindedir ki, siz bir tek sistem üzerinde yapacağınız araştırmalarla, diğer sistemler hakkında da fikir sahibi olabilirsiniz. Hatta sistemlerle diyaloğa geçebilir ve oralarda kentler kurabilirsiniz. Evet, birini anladığınız zaman, diğerleri hakkında edineceğiniz malumat da isabetli olacaktır. Çünkü bunlar, o kadar esaslı, o kadar yerli yerine konmuştur ki, hiçbirinde başıbozukluk ve gelişigüzellik yoktur. Hepsinde de gayet ciddi bir nizam ve intizam mevcuttur. Dikkat edersek, “Rahman Suresinde” Allah, Rahmaniyetini bu muhteşem denge ve düzenle göstermiştir. Allah isminden sonra, Esma-i Hüsna arasında Cenabı Hakk’ın en mübarek ismi, Rezzak manasına Rahman’dır. Bismillahirrahman’da, Rahman, Allah lafza-i celalinden sonra gelir. Kur’an’da, Rahman sadece besmelenin içinde 114 yerde Allah ismi celiliyle beraber bir ism-i sıfat olarak zikredilir. Lafza-i celalle omuz omuza vererek beraber zikredilen Rahman, Er-Rahman Suresinde en başta gelmekte ve nimetlerin sıralanmasında en önde arz-ı endâm etmektedir.
Evet, başta “Er-Rahman” diye buyruluyor. Sonra da merhamet-i ilahinin tecelli ve tezahürü olarak “Alleme’l-Kur’ân” ifadesiyle deniliyor ki: “Allah Kur’an’ı talim etti.” Bundan büyük merhamet tezahürü mü olur? Evet eğer, Kur’an’ın aydınlatıcı tayfları gözlerinize ziya çalmasaydı ve ondan gelen mesajlar dünyalarınızı aydınlatmasaydı kainat sizin için bir matemhane-i umumi olarak kalıp gidecekti.
Bütün varlıklar, cansız cenaze görüntüleriyle sizlere vahşet ve dehşet verecekti. Bu yüzden de hiç bir şeyin gerçek yüzünü göremeyecek ve hiç birşeyi tam anlıyamayacaktınız. Siz Kur’ân’ın aydınlatıcı ışıkları altında herşeyin mânâ ve hikmetini anladınız. Batılının bilim adına anlayamadığı şeyleri siz Kur’ân nûru ile sezebildiniz. Kur’an’ın ruhuna nüfuz sayesinde başlayan incelemelerinizle, öyle şeyleri farkettiniz ki, başkaları onların isimlerini bile bilmiyor.. siz, kara deliklerin bağrında dahi, öbür âlemlere açılan aydınlık tüneller buldunuz! Evet, O’nun nûruyla nereye bakarsanız bakınız, her yeri aydınlık görüyorsunuz. “Halakal insane allemehul beyan” ve o Rahman, aynı Rahmaniyetini size şununla da gösteriyor: “O, sizi yarattı ve sonra sizi beyanla serfiraz kıldı.” Eğer siz dilsiz olsaydınız, yani gürül gürül ve şakır şakır konuşan şu kâinatın diline tercüman olamasaydınız, beyanı sübhaniyi anlayıp birbirinize ders veremeseydiniz ve bu kâinat şaheserini gene O’nun kelam sıfatından gelen beyanıyla aydınlığa kavuşmuş göremeseydiniz, ondaki ince nakış ve derin mânâlardan hiçbir şey anlayamayacaktınız. “Eşşemsü vel kameru bi husban” Şems ve kamer, çok dakik ve ince hesaplarla öyle mühim noktalara konmuş ve onların öyle mükemmel bir konumları var ki, atmosferinize gelip çarpan ve daha çarparken de çarpılan şahaplardan alın da, çarpıcı herşeyden korunmalarına kadar bu işler çok ince hesaplarla yapılıyor. İşte, böylece Allah size Rahmaniyetini izhar ediyor. Eğer merhamet-i İlâhî çok dakik hesaplarla böyle bir nizam vaz’etmeseydi, birbiriyle çarpışan cisimler arasında heba olup gidecekdiniz. Evet, göklerden bazı taşlar düşüyor ise de bunlar sadece ibret içindir. Zira şimdiye kadar ne kimsenin başını yardı ne de gözünü çıkardılar. Demek ki her çarpan kaya Allah’ın inayetine çarpıyor ve çarpılıyor. Siz sebep olarak isterseniz ona atmosfer deyin, isterseniz tekasüf etmiş gaz yığınları deyin; evet hangi sebebi ileri sürerseniz sürünüz bunlar, Cenab-ı Hakk’ın inayetinin tecessüm etmiş şekilleridir. Allah en dakik hesaplarla herşeyi, fevkalade bir nizam ve ahenk içinde yerlerine yerleştirmiştir. İşte “Mevakiinnücum”da bir de, böyle bir ma’nâ melhuzdur.
Dördüncüsü: Kutup yıldızı, onu yıldızlar arası yeri ve bize yol göstermesi; güneş sistemi, onun samanyolu içindeki yeri ve konumu; samanyolu, onun gökcisimleri arasındaki ihtişamlı yeri ve O’nun bir başka sistemin, veya kümenin yanındaki başdöndürücü, ama öbürüne göre mütevazi yeri, derken bu sistemlerin diğer sistemlerin yanındaki yeri ve onlarla âhenk içinde bulunması.. bütün bunların ötesinde de, ilmin tesbit ettiği şekilde her yıldızın belli bir mesafeyle bir diğerinden uzak durması.. ve nihayet güneşin etrafındaki peyklerin belli mesafelerle ayrı ayrı yerlere yerleştirilmesi gibi.. kâinatta herşey ama herşey fevkalâde ve şiirimsi bir ahenk içinde tanzim edilmiştir ki “Mevakiinnücûm”un bunlara da işareti olabilir.
Beşincisi: “Yıldızların yerleri” Batı ve Doğu’da değişik şekillerde ele alınıyor. Meselâ, Rus alimleri ona “yıldızların konduğu yerler!” diyorlar. Batı’da ise bu ifade daha ziyade karadelikler veya beyaz delikler şeklinde düşünülüyor. Aslında ilmin çözmeye çalıştığı mes’elelerin yanında, hâlâ çözüm bekleyen o kadar çok muammâ var ki, bir meseleyi izah ettiğimizi sandığımız an, izah bekleyen iki veya bir kaç mes’ele birden karşımıza çıkıyor. Meselâ, küre-i arzın atmosferi ile, küre-i arzın kendisi arasında bir zıtlık var. Bu zıt durumun, dünya ve fezada, hatta bütün kâinatta dengeyi tamamlayıcı bir faktör olduğu astrofizikçiler tarafından iddia edilmektedir. Karadelikler ile beyazdelikler, kâinattaki umum denge için çok mühim ve birbirine iki zıt unsurdur.
Modern tefsircilere göre “Mevakiinnücum” ayeti Kuasar ve pulsarlara da işaret etmektedir. Beyaz delikler, çok korkunç ışık ve enerji kaynaklarıdır. Bunlar artık günümüzde görülüp tespit edilebiliyor. İlim adamları bunlar için diyorlar ki: Beyaz delikler adeta diğer yıldız ve sistemlerin onların bağrında büyüyüp gelişeceği birer tarla gibidir. Bunlar öyle korkunç ve muhteşem bir enerjiye sahiptirler ki; samanyolu bir yönüyle yok olsa bile, Allah’ın kudret ve iradesiyle bir beyazdelik, kendi bağrında yeniden bir samanyolunun teşekkülüne medar olabilir. Bunlar, kâinatın bağrına öyle ahenkli yerleştirilmişlerdir ki, hiç şaşırmadan, kendilerine ait o dehşetli vazifeleri hem de en dakik biçimde yerine getirmektedirler. Evet, zâhiren kâinat nizamına çok tesiri olan faktörlerden biride yıldızların mevkileridir. Rus bilginleri bunlara yıldızcıkların, bağrında büyüyüp gelişeceği yerler diyorlar. Onların böyle demeleri bir yönüyle önemli sayılır. Çünkü, böylece Kur’an-ı Kerim’in geçmiş ve geleceği, bugün gibi bildiği tasdik edilmiş, yani bir de bu acaip dünyada “Mevakiinnücum”a işaret edilmiş oluyor.
Altıncısı: ...Ve Karadelikler.. elektronlardan, çekirdeklerden mürekkep olan bu yıldızlar, elektronların enerjilerini kaybetmesiyle çöküyorlar ve çekirdekler üst üste çökünce, bu kocaman dev yıldızlar birer cüce haline geliyorlar. Bunlar güneş gibi veya güneşten daha küçük olursa, pulsarlar meydana geliyor. Aslında kitlesinden, ağırlığından birşey kaybetmedikleri halde cirimleri fevkalade küçülüyor ve dev birer karadelik oluyorlar. Görülmüyorlar ama yanlarından geçen ışıklar kayboluyor, yani bunlar tarafından yutuluyorlar. Zaman, o noktada hızlanıyor. Girdaba uğrayan şeylerin kayboluşu anında çeşitli esrarengizlikler meydana gelmesi gibi bazı sırlı işler de meydana geliyor. Meselâ, güneş gibi bir sistem, bu karadeliklerden birine doğru yaklaşsa, bir lokma olup gider ve sonra yok olur. Astrofizikçilerin bazıları da, işte bu karadeliklere “yıldızların mevkii” diyorlar.
Yedincisi: Yıldız tabiri ile umumiyet itibariyle Enbiya-ı izam kastedilir. Meselâ, Tarık Suresindeki “En-Necmüs-Sakıb” katı kalpleri delen, kapalı kapıları açıp içine nüfuz eden yıldız, Hz.Muhammed (a.s.m.) dır. Her Nebi bir bakıma, kendi asrı için peygamberlik vazifesi itibariyle bir yıldız gibidir. Ve onlara tutunanlar saadet semasına yükselir, Cenab-ı Hak ile münasebete geçerler. Allah (c.c.) yıldızların yerlerine kasem ederken, Hz.İbrahim’in, Hz.Nuh’un, Hz.Musa’nın ve diğer peygamberlerin göz kamaştıran mevkilerine ve Hz.Muhammed (a.s.m.)’ın muhteşem makamına da dikkati çeker. Bilhassa işari tefsiri açısından bu husus çok mühimdir.
Sekizincisi: Ayrıca, daha derine inerek bir başka noktaya da dikkatinizi çekmek istiyorum: Kur’an-ı Kerim’in âyetlerine de “necm” yani yıldız denir. Tefsirciler, “âyetler necm necm inmiştir” derler. Kur’an âyetlerinin de kendilerine göre mevkileri vardır. Bir kere, ilm-i İlâhide Kur’an-ı Kerim’in mevkii tasavvurlar üstü büyüktür. Biz onda kelam sıfatının gücünü, kuvvetini ve ihatasını tam göremeyiz. Bu itibarla da Allah (c.c.) doğrudan doğruya “Mevakiinnücûm” ile kendi kelam sıfatı içindeki Kur’an’ın yerine kasem etmiştir. Evet bu bakımdan yıldızın yerine yemin etmekle “Kaf vel Kur’an-il Mecid”in farkı yoktur. “O şanlı Kur’an’a kasem olsun ki” demek gibidir. Ayrıca Levh-i Mahfuzda da Kur’an’ın bir yeri vardır. Çünkü Kur’an Kadir gecesine kadar levh-i mahfuzdaydı. Ona ancak nazarı oraya ulaşanlar muttali olabiliyordu. Buna göre, “Mevakiinnücum”, Cenab-ı Hakk’ın irade ve kudretiyle meydana gelen ve kâinat kitabının şerhi, izahı olan Kur’an-ı Kerim’in necmlerinin mevkileri demektir. Demek oluyor ki, Kur’an da ayrı bir yıldızdır. Hem de kâinattaki yıldızları izah eden bir yıldızdır. Kâinat ve Kur’an arasında bu şekilde bir benzerlik ve bütünlük vardır.. Diğer taraftan, “İnna enzelnahu fi leyletil kadr” ile “Kadir gecesi, Kur’an’ı, semay-ı dünyaya indirdik” buyuruluyor. Esasen levh-i mahfuzu, hakikatı müşahede edebilen ve nazarı oraya ulaşan her veli, Kur’an’ı orada bütünüyle görüp mütalaa edebilir. İşte “Kur’an’ın bu noktadaki mevkiine ve şerefli yerine kasem olsun” mânâsına “Mevakiinnücûm”a yemin edilmektedir.
Dokuzuncu: Cibrîl-i Emîne eminlik payesini kazandıran Kur’an’ın bir diğer mevkii de Hz.Cibrîl’in emin olan sînesidir. “Mevakiinnücûm”a kasem, O’nun sînesine kasem olsun ki, manasına da gelebilir.
Onuncusu: Bir diğer yönüyle de Efendimiz (a.s.m.)’ın pâk sînesidir.
Onbirincisi: O’na inanmış, Kur’an’ı herşey kabul eden, her okunduğunda, Rabbinin, kendisine hitap ettiğini ruhunda duyan temiz vicdanlar da, Allah’ın kasem ettiği yerlerden biri olabilir. Rabbim evvelkiler gibi, bizim sînelerimizi de öyle pak eylesin. Kasem edilen sîneler haline getirsin!
Bütün bu ve bizim bilemediğimiz nice mânâlar içindir ki, Cenab-ı Hak, “Mevakiinnücûm”a kasem etmiştir. Ve bu kasemin hakikaten büyük bir kasem ve yemin olduğunu da yine kendisi bildirmiştir.
Biz, bilemediğimiz sırlara da en az bildiklerimiz kadar inanıyor ve “Bilseniz bu çok büyük bir yemindir” ifadesini bütün vicdanımızla tasdik ediyoruz.
.
Tevessülü anlatır mısınız?
TEVESSÜLÜ ANLATIR MISINIZ? ŞER’AN CAİZ OLAN VE OLMAYAN YÖNLERİ NELERDİR, İZAH EDER MİSİNİZ?
Tevessül, arapça bir kelimedir. Birini ve bir şeyi vesile ve aracı yapmak demektir. Meselâ çatıya çıkmak için merdiven, bir yere ulaşmak için çeşitli vasıtalar birer vesile; bizim de o maksadı elde etmek için bunları kullanmamız bir tevessüldür. Taiî ki burada söz konusu olan mânevî tevessüldür.
Nebîlere, velîlere, derecesine göre âlimlere ve sâlih kullara tevessül yapılıp yapılamayacağı öteden beri ulemâ arasında münâkaşası yapılan hususlardandır. Bu münâkaşa İbn-i Teymiye ekolüyle yeni buudlar kazanmış ve günümüze kadar da devam ede gelmiştir. Tevessülü şefaat ma’nâsı içinde mütâlaa edenler de olmuştur. Yani ulemâ arasında şefaat ve tevessülü aynı mevzû içinde tahlîle tâbi tutanlar da vardır.
Tevessül hem vardır hem de yoktur. Biz evvela olmayan yönünü izah edelim, daha sonra da var olan cihetini ele alalım.
İslâm’da kul ile Allah arasında hiçbir vasıta yoktur. Kul istediği zaman ve istediği mekânda Allah’a teveccüh eder ve O’nunla vasıtasız ve bir kulluk dili kullanarak konuşabilir.
“İstediği zaman” dedim, çünkü nafile ibadetler için belli bir kayıt yoktur; insan Rabbi’ne her zaman duâ ve münacaatla ve bunu en güzel şekilde sembolize eden namaz gibi ibadetlerle yerine getirebilir.Vaktin kerâhet vakti olup olmaması da mevzûmuzun tamamen dışında bir mes’eledir. Burada biz mutlak olarak kulluktan bahsediyoruz...
“İstediği mekân” dedim. Çünkü Allah Rasûlü, “Yeryüzü bana mescid ve tahûr (temiz) kılındı” buyurmaktadır.
Kul nafile ibadetlerle Rabbi’ne adım adım yaklaşır. Bu yaklaşma onu öyle bir duruma getirir ki, orada Rabbi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli vs... olur. İşte her kulun Cenâb-ı Hakk’la böyle münasebete geçmesi mümkündür ve arada hiçbir vasıtaya da ihtiyaç yoktur. Zira Allah (c.c.) her insana şah damarından daha yakındır. Ve her kulun yalvarış ve yakarışını duyup, onun duâsına icabet etmektedir.
Cenâb-ı Hakk, nasıl Zâtında, Ef’alinde ve Rubûbiyetinde birdir; öyle de insan, O’na mukâbil kulluğunu birleme mecburiyetindedir.
Zaten bütün namazlarımızda Fâtiha’yı okurken aynı şeyleri söylemiyor muyuz? “Sadece Sana kulluk eder ve istediğimizi de sadece Sen’den isteriz.” Bunun ma’nâsı, aradaki bütün vasıtaları silerek Rabb’e muhatap olmak değil midir?..
Kâfirûn sûresinde anlatılan hakikatlar da, arada her hangi bir vesile ve vasıta olmadan doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’a kulluk yapmayı göstermekte ve tevhîdin bu mertebesine işaret etmektedir.
Efendimiz de tevhid adına yaptıkları bir duâda şöyle buyurmaktadır: “Allah’ım Sen’in vermek istemediğini kimse veremez. Evet, Sen ‘verilmesin’ dedikten sonra kimse veremez, ‘verilsin’ deyince de kimse mani olamaz. Sen’in hükmünü kimse geriye çeviremez. Eğer bir hüküm vermişsen mutlaka o yerini bulur ve geriye döndürülemez. Hiçbir soylu, büyük veya şerefli insan Sen’in verdiğin hükme muhalefette bulunamaz.” Mealen arzettiğimiz ve hiçbir tefsîr ve tahlîle girmediğimiz, Allah Rasûlü’ne ait bu dua ve yalvarış da gösteriyor ki, Allah dilemedikten sonra kimsenin kimseye hiçbir faydası, hatta insanın kendine bile faydası olamaz. Bundan da anlıyoruz ki, Allah Rasûlü bize, vesile ve vasıtalardan sıyrılarak hâlis ve sâfi kulluğa ulaşmanın yollarını göstermektedir.
Abdullah b. Abbas birgün Allah Rasûlü’nün terkisinde oturuyordu; Efendimiz ona şu ölümsüz nasihatta bulunmuştu: (Mealen) “Ey oğul! Nerede olursan ol, Allah’dan kork. Allah’a kulluk yap, yaptığın her şeyi karşında ve yanı başında bulursun. Birşey isterken sadece Allah’tan iste. Ve yardım dilerken de sadece O’ndan yardım dile.”
İşte, mealen nakletmeye çalıştığımız bunlar ve emsâli âyet ve hadîslerden de anlıyoruz ki, kul, kimsenin tavassutuna muhtaç olmadan, ellerini kaldırıp duâ için gerildiğinde ve bu uğurda metafizik gerilime geçtiğinde, doğrudan doğruya, Rabb’in rahmetiyle bütünleşebilme; arzularını O’nun huzurunda şerhedebilme ve O’nunla âbid ve Ma’bûd münasebeti içinde alâka kurabilme imkân ve şansına sahiptir. Evet işte bu ma’nâda tevessül ve vesile arama yoktur.
Ancak bütün bunlar, bu mevzû ile alâkalı perde önü mes’elelerdir ve gerçeğin sadece zâhir yüzünü aksettirmektedir. Bir de işin perde arkası var ki, merhum İbn-i Teymiyye ve talebeleri gibi, günümüzdeki bazı zevat, işin bu yanını bir türlü görmek istememektedirler. Evet, nedense, İbn-i Teymiyye taraftarları buraya kadar söylediklerimize sımsıkı yapışırken, daha sonra söyleyeceklerimize kulak kapamaktadırlar:
Rica ederek soruyorum: Kur’an’ın vesileliğini inkâr etmeye imkân var mıdır? Kur’ân olmasaydı biz, ebedî hayat ümidini hangi kaynaktan alacaktık?
Dünya hayatımızı nasıl tanzim edecek ve Cennet haritasını nasıl görecektik? Fazîletlere hâhişkâr gönüllerimizi ne ile tatmin edecek ve o fazîletlere nasıl ulaşacaktık?
İstirham ederim, mi’râca dahi çıktığı zaman “ümmetî ümmetî” diyerek geriye dönen Aleyhissalâtü vesselâm’ın vesileliğini inkâra imkân var mıdır? Kur’ân’da “Biz, seni âlemlere rahmet olmak üzere gönderdik” denilen ve kâfirlerin dahi küfrünü şek ve şüpheye çevirmekte, bir rahmet yönü bulunan bu yüce ve büyük Zât’ın vesileliği nasıl inkâr edilir?
O öğretmeseydi biz dinimizi kimden öğrenecektik? En güzel ahlâkı biz O’ndan öğrendik. İnsanlığın gözündeki perdeyi O kaldırdı ve bizleri aydınlık ufuklara O götürüp ulaştırdı. Bu şuuru vicdanının en derin yerinde duyan sahabî “Minnet Allah’a ve Rasûlü’nedir” diyordu...
Diyordu ve ona ait herşeyi mübarek ve kurtuluş vesilesi sayıyordu. Saçından, sakalından düşen her mübarek tüyü, Cennet’ten gelmiş gibi kabul ediyor, ipekler, kristaller içinde, evlerinin en mutena yerinde muhafazaya çalışıyorlardı. O, abdest alırken, abdest uzuvlarından akan su damlalarının tekini dahi zâyi etmeden kapış kapış ediyor, yüzlerine gözlerine sürüyor ve bunun değdiği yerlere âdeta, ateşin dokunmayacağına inanıyorlardı.. ve Allah Rasulü de onları böyle davranmaktan men etmiyordu. Bazılarının dediği gibi, eğer onların böyle davranmaları şirk olsaydı, evvela, yeryüzünden şirki kazıyıp atmak için gelen Allah Rasulü, onları böyle yapmaktan menederdi.
Burada başka vesilelerle söylediğim bir hususu tekrar arzetmek istiyorum. Koca Hâlid, sarığında Allah Rasulü’nün mübarek sakalından bir kıl taşıyordu. Bir gün, başından sarık yuvarlanıp, düşman safları arasına kayıp gidince, gözü dönmüş gibi oraya doğru koştu ve askerlerin ihtarına kulak asmadan sarığını alıp giydi..ve sonra da bu kadar tehâlükünün sebebini soranlara şöyle cevap verdi: “O’nun içinde Allah Rasulü’ne ait bir mübarek tüy vardı.” Bunu diyen insan, dünyanın en büyük kumandanlarını kapıkulu olarak kullanacak çapta bir insandı.
Afrika’yı bir baştan bir başa fetheden büyük insan Amr b. As, büyük siyaset ustası ve dehâ çapında bir idare kabiliyetinin adamıydı. Vefat ederken dilinin altına Allah Rasulü’nden hâtıra kalmış mübarek bir kıl koyuyor ve bununla sorulan suallere kolay cevap vereceğine inanıyordu. Tekrar rica ederek soruyorum; eğer sahabi de tevhidi anlayamadıysa, yeryüzünde tevhidi anlayan kim vardır? Eğer bu şekildeki tevessüller şirk ise, ondan ilk kaçınması gerekenler Allah Rasulü’nün gökteki yıldızlara benzettiği ve “hangisine uysanız hidayeti bulursunuz” diye tebcil ettiği, bu mümtaz ve müstesna insanlar olması gerekmez miydi? Halbuki görüyorsunuz ki onlar bu ma’nâda tevessülde bulunmayı kat’iyen mahzurlu görmüyorlar...
Hz. Ömer devrinde bir kuraklık olmuştu. Hz. Ömer, bu belanın kendi yüzünden ümmete musallat olduğuna inanıyordu. İki büklümdü ve yüzü bir türlü gülmüyordu. Bir gün aynı düşünceli eda ile evine gidecekti, fakat birden durdu. Geriye döndü ve koşar adımlarla bir istikamete doğru yürüdü. Geldiği ev Hz. Abbas’ın eviydi. Kapıyı Hz. Abbas açtı ve O’nun, ne olduğunu sormasına bile fırsat bırakmadan elinden tuttu ve bir tepeye doğru götürdü. Orada Abbas’ın elini havaya kaldırarak şöyle dua etti: “Allah’ım biz hayatta iken, Rasulünün aziz varlığını şefaatçı yapar ve isteyeceğimizi O’nun adına isterdik. Fakat artık O aramızda değil. Ancak bu gün Sen’in huzuruna, Habibin’in amcasıyla geldim. Şu el hürmetine bize yağmur ver!” Sahabi diyor ki, daha onların elleri havadan inmemişti ki gökten sağnak sağnak yağmur boşalmaya başladı.
Ve yine Hz. Ömer devrinde kuraklık ve kıtlık olmuş, müslümanlar yağmursuzluktan bunalmışlardı. Bir sahabi Allah Rasûlü’nün nurdan kabrine vardı ve: “Ya Rasulallah, Allah aşkına ümmetin için Allah’a müracaatta bulun da yağmur versin” diyerek teveccühte bulundu. Sonra da evine gidip yattı. Rüyasında ona: “Git Ömer’e söyle Allah yağmur verecektir” denildi; derken ardından da yağmur geliverdi...
Bir başka vak’a: Gözleri görmeyen bir zât, Allah Rasulü’ne gelerek, gözlerinin görmesi için dua istedi. Allah Rasulü de ona: “Gidip iki rekat namaz kılmasını ve namazın ardından da Allah Rasulü’nü vesile yaparak gözlerinin açılması için dua etmesini” söyledi. Bu adam denilenleri yaptı ve gözleri birden açılıverdi... Dünden bu güne ümmet herhangi bir hastalıktan kurtulmak istediklerinde iki rekat namaz kılıp bu duâyı okumuş ve Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla da hep şifa bulmuştur...
Mevzuu şöyle hülasa edebiliriz: Kendisiyle tevessül edilen şahıslar esas gaye ve maksat yerine geçirilmediği ve onların sadece bir vesile ve vasıta olmaktan öte hiçbir selahiyetlerinin bulunmadığı unutulmaz ve bütün bunlarda Meşîet-i İlâhî’nin esas olduğu nazardan kaçırılmazsa tevessül vardır ve olmuştur. Nitekim yukarda misâllerini arzettik. Bunun şirkle, uzaktan - yakından herhangi bir alâka ve irtibatı da yoktur. Ancak her ma’sum düşüncenin su-i istimali mümkün olduğu gibi, bunu da kötüye kullananlar olabilir. Fakat, onların bu art niyeti, tevessülün zatında ma’sum bir hareket oluşuna asla zarar veremez. Bizim tevessül anlayışımız budur. Böylece tevessül ettiğimiz şahısları kendi duâmıza iştirak ettiriyor ve böyle birçok ağızdan yapılan duâların Allah katında kabul görmesinin daha kuvvetli olduğuna inanıyoruz. Böyle bir tevessülde de bereket umuyoruz.
.
Edep Nedir? Edepli Olmak Ne Demektir?
EDEB NEDİR? EDEBLİ OLMAK NE DEMEKTİR?
Edeb, arapça bir kelime olup Türkçe karşılığı saygıdır. Ancak, o da terbiye ma’nâsına artık Türkçeye mâlolmuş kelimelerden biridir.
Edeb, dine ait prensibler sayesinde ruhta kazanılan ikinci bir fıtrat veya daha geniş ma’nâsıyla ruhun dinle bütünleşerek istikrar kazanmasıdır. Ne var ki her din, insanı edebli kılmaz, İslâm edebli kılar. Aslında biz din deyince hemen İslâm Dini’ni kasdederiz.
Edeb, aynı zamanda ihsan mertebesine ermenin de adıdır. Yani bütün iş ve mükellefiyetlerimizi Allah (cc) görüyor ölçüsü altında yapmak ve davranışlarımızda Allah’ı görüyor gibi davranmak; bu da edebte bir ihsan şuurudur.
Daha husûsi ma’nâda edeb, Efendimiz’in (sav), farz ve vacibin dışındaki davranış ve hareketlerine aynen ittiba ve yaşantıyı O’nun hayatına göre ayarlama ameliyesidir.
Eskiler, bütün bu ma’nâları kasdederek edeb hakkında nice cevher gibi sözler söylemişlerdir:
Edebtir kişinin daim libası
Edebsiz insan üryana benzer.
“Edeb insan için bir urba, bir elbisedir. Edebli olmayan ise, çıplak demektir.”
Edeb bir tâc imiş Nur-ı Hüdâ’dan
Giy ol tâcı emin ol her belâdan.
“Edeb, bir tâcdır. O tâcı giyen her belâdan kurtulur. Sen de belâlardan emin olmak, kurtulmak istiyorsan daima edebli olmaya çalışmalısın.”
Edeb ehl-i ilimden hâli olmaz
Edebsiz ilim okuyan âlim olmaz.
“Edeb varsa ilim de var demektir. Fakat edebsiz bir insan kütüphaneler yutsa yine âlim sayılamaz. Çünkü Yunus’un dediği gibi:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır.
Kendini keşfedip tanıyamamışsan, okuduğun ilimlerden sana ne fayda!”
Edebi son şekliyle temsil eden Allah Rasulü’dür (sav). İster mes’eleyi terbiye ma’nâsına ele alalım, isterse söz söyleme gücü ve iktidarı ma’nâsına; netice değişmez ve Efendimiz (sav) hep zirvededir.
Hz. Ebu Bekr (ra) Allah Rasulü’ne (sav) sorar:
-Ey Allah’ın Rasûlü. Seni böyle kim edeblendirdi? Cevab verir:
-Beni Rabb’im edeblendirdi ve güzel terbiye etti!..
Hz. Ebu Bekr’in kızı ve Efendimiz’in zevcesi, hepimizin de kıyamete ve oradan da ebede kadar anası Hz. Aişe (r.anha) validemize sorulur:
-Allah Rasûlü’nün ahlâkı nasıldı?
-Siz hiç Kur’ân okumadınız mı? “Okuduk” derler. Cevap verir:
-O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.
İşte Mürebbîsi Allah olan Efendimiz (sav), böyle edebin ufuk noktasındadır. Demek ki edeb öğrenmek isteyen O’na bakmalı ve O endam aynasında edebi kendi kâmetine uygun şekilde seyretmelidir.
Cenab-ı Hakk O’nu bütün insanlara örnek olacak bir edeble yaratmış, öylece edeblendirmiş ve terbiyeli kılmıştır. Yoksa Peygamberlik gibi bir yükün altından nasıl kalkabilirdi... Eğer bu terbiye olmasaydı ve muhalfarz O’ndan da, bizim gibi hatalar meydana gelseydi.. bunlar O’na münhasır kalmayacak; O’nun en küçük hatası milyarlarca insana aksedecekti. Onun içindir ki, Rabbi, O’nu hususi bir terbiye ile terbiye etmiş ve bizler için misâl kılmıştı.
Peygamber olmadan önceydi. Kâ’be tamir ediliyor ve Allah Rasûlü (sav) de bu işte fiilen çalışıyordu. Zaten O bütün ömrü boyunca hep hayrın ve hayırlı işlerin yanında olmuştu. Amcası Hz. Abbas (ra), eteğini omuzuna atmış ve taşın omuzunu zedelemesine mâni olmaya çalışmıştı. Allah Rasulü’nün (sav) omuzu ise iyice zedelenmişti. Hz. Abbas (ra) kendi yaptığını Allah Rasulü’ne (sav) de tavsiye etti. Halbuki mahrem yerlerinden bir kısmı böyle yapılınca açılacaktı. Bu tavsiyeye uyan Allah Rasulü (sav) eteğini kaldırır kaldırmaz, birden gözüne melek göründü. Dehşetinden yere düştü. Bir daha da görülmesi uygun olmayan yerlerini hayatı boyunca açmadı. İşte O, ta işin başında böyle bir teminat altındaydı...
“Hayatımda,” diyor Allah Rasûlü (sav), “iki defa düğüne gitmeye niyetlendim. İkisinde de üzerime öyle bir uyku çöktü ki, uyudum kaldım. Her ikisinde de uyandığımda düğünün çoktan bitmiş olduğunu gördüm.”
Bunlar peygamberliğinden önce olan hâdiselerdir. Cenab-ı Hakk O’na hayatının hiç bir devresinde günah işleme fırsatı vermemiştir. Ve bu tamamen Allah Rasûlü’ne ait istisnaî bir keyfiyettir.
Nasıl olmasın ki, O’nun daha çocukluğunda (O’na çocuk demekden de utanıyorum. O her zaman kâmildi.) sadrı açılmış ve melekler O’ndaki lümme-i şeytaniyeyi çıkarıp atmışlardı. Her insanda var olan ve şeytanın çeşitli oklarına hedef bulunan bu siyah nokta, Allah Rasulü’nden (sav) alınmış ve atılmıştı. Bize vesvese veren, kan damarlarımızda dolaşan şeytan, Allah Rasulü’nün (sav) semtine dahi yaklaşamıyordu. Evet O, müstesnâ bir insandı...
Cenab-ı Hakk O’na peygamberlik öncesi günah işletmediği gibi, daha sonra da günah işletmedi. Ve O, doğduğu gün kadar temiz ve berrak bir hayat yaşayıp öyle gitti. O, edebin tecessüm etmiş şekliydi...
O’nun edebi bütün bir hayatı kucaklamıştı. Nerede ve nasıl hareket ederse işte O, o hususla alâkalı edebti. Meselâ bazen Allah Rasûlü (sav) celallenir, öfkelenir, dalgaları göğe yükselen bir deniz haline gelirdi. Çünkü orada öyle davranması edebti. Zira ortada bir haksızlık vardır; Allah Rasulü (sav) ise haksızlığın en amansız düşmanıdır. O, hakkı yerine getirinceye kadar dinme bilmeyen bir öfkeyle kükrerdi. O anda âdeta ormanları velveleye veren arslanlara benzerdi. Fakat, hiçbir zaman kendisine yapılan en büyük haksızlık karşısında dahi yüzünü ekşittiği görülmemişti. Çünkü orada da edeb, O’nun öyle davranmasını gerektiriyordu.
Sahabî safları arasında bulunmasına rağmen, henüz bedeviyeti üzerinden atamamış birisi gelmiş, Allah Rasûlü’nün (sav) yakasından tutmuş ve hakkını taleb etmişti. Öyle ki, bu şiddetli hırpalamada Allah Rasûlü’nün (sav) sert yakalığı, mübarek boyun köklerinde iz meydana getirmişti. Sahabeyi galeyana getiren bu davranışa, Allah Rasûlü (sav) sadece buruk bir tebessümle mukabele ediyor ve “Bu adama istediğini verin” demekle yetiniyordu. O’nun müsamahası bu kadar engindi...
Çok seçkin insanların dahi öfkeleneceği ve öfkelenmelerinde de mazur sayılacakları nice yerler vardır ki, Allah Rasulü (sav) oralarda dahi müstesna edebini güneş gibi ortaya koymuştu. İşte bunun en çarpıcı misâllerinden biri:
Uhud’a gitmeden evvel gördüğü rüya üzerine, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapmanın daha uygun olacağına kanaat getirmişti. “O’nun rüyası ki bu vahiy demektir”. O rüyalarında herşeyi apaçık görürdü. Nübüvvetinin ilk altı ayında hep böyle rüyalar görmüştü. Gördüğü rüyalar, o kadar hayatın kendisiyle ayniyet içindeydi ki, akşam gördüklerinin hepsi gündüz bir bir çıkıyordu. Uhud’dan evvel de bir rüya görmüş, hatta en yakınlarından birinin orada şehid düşeceğini istinbat etmiş ve rüyanın te’vilinde ifade buyurmuşlardı. Ayrıca dışarıya çıkmak ashab arasında bir gedik açacaktı ki, bunu da O, rüyada müşahede etmişti.
Önce ısrar etti: Medine’den çıkmayalım. Ancak, ashab o kadar coşkun idi ki, sıdk ile, İslâm’a hizmet etme düşüncesi emre itaattaki inceliği kavramalarına engel oldu.. Evet, onların bu davranışı başka türlü ifâdelenemez. Bir yola koyulmuşlardı. O yolda koşarak ölümün üzerine yürümek istiyorlardı. Ve bilhassa Enes b. Nadr gibi, Bedir’de bulunamayışın ızdırabını bir sene, sînelerinde hem de yanan bir ocak gibi taşıyanlar, kınından sıyrılmış kılıç gibiydiler. Yalvarıp yakarıyor ve çıkmakta ısrar ediyorlardı. Burada da Allah Rasulü’ne (sav) ait ayrı bir içtimâî edebi görüyoruz. O, ashabıyla oturmuş meşveret ediyordu. Meşverette ağır basan görüşe karşı ısrarda bulunmuyordu. Bu da idareciye ait bir edebti. Ayrıca, ısrar etseydi, sahabi mutlaka O’nu dinlerdi, fakat, binde bir dahi olsa muhalefet ihtimali onların mahvına sebebiyet verebilirdi. İşte Allah Rasûlü (sav) bu ince noktaya da böylece riâyet etmiş oluyordu. Çünkü aynı zamanda O, bir şefkat âbidesiydi. Ashabının böyle bir durumda, Allah Rasûlü’ne (sav) muhalefet gibi bir hüsrâna düşmelerini elbette istemezdi. Bir müddet sonra Sahâbi de razı oldu. Ancak Allah Rasûlü (sav) bir kere zırhını giymişti. Artık onu çıkaramazdı.
Uhud’a gidildi. Allah Rasûlü (sav) ordunun tanzimini bizzat kendileri yaptılar. O bir erkan-ı harpti. Orduyu en güzel şekilde tanzim etmişti. Nitekim düşman ilk müsademeyle darmaduman olmuş ve kaçışmaya başlamışlardı. Ancak, buradaki stratejiye de muhalefet edilmişti. Yani sahabi yine emir dinlemedeki inceliği tam ma’nâsıyla yerine getirmedi. Meselâ okçulara, yerleştirdiği yerden ne olursa olsun ayrılmamalarını söylemiş ve şöyle tahşidatta bulunmuştu: “Kartalların, cenazelerimizi kaldırdığını görseniz yine yerinizden ayrılmayın. Bizi ganimet taksim ederken görseniz yine yerinizden ayrılmayın...” Buradaki inceliği de kavrayamadılar ve kendilerince; ihtimalki bu düşman mukavemetini devam ettirdiği süreceydi. Halbuki şimdi düşman kaçacak yer arıyor. Bizim burada beklememiz beyhude. Gidip arkadaşlarımıza yardım edelim... vs. diye düşündüler.
Ve netice herkesin malumu. 69 insan kütükte doğranır gibi doğrandı ve şehid oldu. İçlerinde Hz. Hamza (ra) da vardı. Zaten yara almayan kalmamışdı. Bunlardan bir kısmı aldıkları yaranın ızdırabını bütün ömür boyu çektiler. Daha mühimi de İslâm’ın onurunun kırılmış olmasıydı. Bu müslümanlar adına alınan en büyük bir yaraydı.
Bütün bu olanlar, aslında, cemaatın lideri durumundaki insanı öfkelendirebilirdi. Normalde Allah Rasûlü (sav) bu olanlara canı sıkılır ve hiddetlenebilirdi. Fakat derhal, Allah (cc) O’nun geleceğe ait, böyle ihtimal dahilinde işleyebileceği bir hiddet emaresine dahi meydan vermeden, O’nu koruyor, muhafaza ediyor ve O’na şöyle diyordu:
“O vakit Allah’tan bir rahmet olarak onlara yumuşak davrandın! Şayet Sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; (umuma ait) işlerde onlarla istişare et. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah tevekkül sahiplerini sever” (Âli İmran, 3/159).
O öyle saygılı bir insandır ki, Cenab-ı Hakk da O’na böyle ifadelerle hitap etmektedir. Meselâ O’na: “Sen kaba ve öfkeli olma!” demiyor; “Eğer öfkeli ve katı kalpli olsaydın” ki böyle değilsin, diyor.
Farzı muhal öyle olsaydın onlar Senin etrafından dağılır giderlerdi. Onun için Sen, onlara o muallâ edebine göre davran; haşin ve sert olma!..
Böylece Cenab-ı Hakk geleceğe ait bir günahın önüne geçiyor ve Habibi’ne günah işletmiyor. Bunu kim için yapıyor? Bir cemaatı ilelebed temsil edecek Zât için yapıyor!. O da Kur’ân’ın emrine uymada öyle hassas davranıyor ki, ileride dahi olsa içine gelebilecek şeyler birden gönlünden zail olup gidiyor.
İş bununla da bitmiyor. Cenab-ı Hakk: “Onları affet ve onlar için istiğfar et! ” buyuruyor. Çünkü onların da kendi ulviyetlerine gölge düşürecek hareketlerden kaçınmaları gerekir. Onun için onlar namına Allah’tan mağfiret dile.
Bir de, Sana muhalefet ettiklerinden ötürü, suçluluk ruh haletine girdiler. Bu hâl devam ettiği müddetçe kendilerini hep suçlu kabul edecekler. Öyleyse, onları çağır ve hiçbir şey olmamış gibi onlarla yeniden meşveret et...
Cenab-ı Hakk, en kritik anda, bağırıp çağırmanın beklendiği safhada, Rasûlü’nü (sav) öyle bir davranışa zorluyor ki, bir taraftan O’nun geleceğe ait günah işlemesine set çekiyor, diğer taraftan da O’na edebin en mükemmelini öğretiyor. İşte Allah Rasulü (sav) de böyle bir edeble edebleniyor..!
Hz. Enes anlatıyor: On sene Allah Rasulü’ne (sav) hizmet ettim. (Zaten Allah Rasulü’nün (sav) hizmetine girdiğinde de on yaşlarındaydı). Bir defa dahi, yaptığım bir iş için “Neden yaptın?”, yapmadığım bir iş için de “Neden yapmadın?” dediğini duymadım. Hatta bir defasında beni bir işe göndermişti. Sokakta oyuna daldım. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Bir ara arkadan birinin kulağımı tuttuğunu hissettim.. döndüm baktım ki Allah Rasûlü (sav). Yüzünde yine aynı tebessüm. “Hemen gidiyorum, Ya Rasûlallah” dedim ve koşarak bana verdiği işe gittim.
O, Allah (cc) ahlâkıyla ahlâklanmış ve ümmetinin de aynı ahlâkla ahlâklanmasını emir buyurmuştu. Bunu öğreneceğimiz iki ana kaynak vardır; onlar da Kur’ân ve edeb-i Rasûlullah diyeceğimiz Sünnet.
Edeb, eğer farzıyla, vacibiyle, sünnet ve müstehabıyla Efendimizin (sav) hayatı seniyyeleri ve bize bıraktıkları en önemli miras da kendi nurlu yaşayışlarıysa, bizim de o edeble edeblenmemiz bir zaruret ve bir mecburiyettir. Tabii ki, farzıyla edeblenmek farz; vacibiyle edeblenmek vacib; sünneti ile edeblenmek sünnet ve müstehabıyla edeblenmek de müstehabtır. Çünkü Allah (cc) O’nu, bize hayatı öğretmesi için göndermiştir. Biz, yemenin, içmenin, yatmanın ve bütün fıtri ihtiyaçlarımızı gidermenin edebini hep O’ndan öğrendik. Hekimlik açısından O’nun dediklerinin hikmet yönleri araştırılabilir ve bu tamamen ayrı ve müstakil bir konudur. Biz mevzûu dağıtmamak için, mes’elenin o yönüne hiç girmeyeceğiz. Burada üzerinde durduğumuz husus, Allah Rasulü’nün (sav) bizlere herşeyin edebini talim ettiği hususudur.
Biz, bu edebe tam riayette bulunur, ferdî, ailevî ve cemiyet hayatımızı hep o edebe göre tanzim edersek, Kur’ân’ı hayatımıza hayat yapmış oluruz. Böylece de sorudaki “Kimlere ve nasıl edebli davranılır?” kısmı kendiliğinden cevaplanmış olur.
Sahabi, Allah Rasûlü’ne (sav) karşı çok saygılı ve çok edebliydi. O’nu dinlerlerken sanki başlarında kuş varmış da onu kaçırmak istemiyorlarmış gibi, bir hassasiyet ve titizlik içinde dinlerlerdi. O’nu tanıdıkça bu sevgiden kaynaklanan saygıları kökleşiyor ve bilme çapına göre de, saygıları derinlik kazanıyordu. Ekseriyet itibariyle O’na soru sormaya cesaret edemezlerdi. Dışarıdan bir yabancının gelip soru sormasını ve verilen cevabı doya doya dinleme fırsatını bulmayı çok arzu ederler ve böyle bir fırsatı dört gözle beklerlerdi. Efendimizle (sav), şöyle rahat bir iki kelime konuşan sahabi çok azdı. Bu, Efendimiz’in (sav) onlar üzerindeki baskısından ileri gelmiyordu. Belki O’nun mübarek şahsiyetine ait mehabet, ciddiyet ve vakardan kaynaklanıyordu...
Hudeybiye Musalahasında, murahhas, Efendimiz’e (sav) karşı ashabın tavrını görünce, başı dönmüş, şaşırmış ve Mekke’ye dönüp şöyle demişti:
“Ben Kisra saraylarında bulundum. Bizans saraylarında misafir oldum ve nice hükümdarlar gördüm. Bunların içinde, zalim ve müstebitler de vardı. Fakat yüreğinden gele gele hiç kimsenin, ümmetinin Hz. Muhammed’e (sav) saygılı olduğu kadar saygılı olduğunu görmedim. Abdest alırken, ağzının suyunu alıyor, tükürürken o suyun tek damlası dahi yere düşmüyor ve bu mübarek damlacıkları kim alıyorsa kim kapıyorsa yüzüne gözüne sürüyor. (Ah, keşke bulsaydık ve biz de sürseydik. Bilmem ki o pâye bizlere nasip olur mu?) yüzünden sular aşağıya doğru akarken tek katresini yere damlatmıyorlardı.”
Dünyayı dirayet ve kiyasetleriyle idare eden bu insanlar arasında öylelerini görüyoruz ki, O’na saygıyla dopdolu ve âdeta kapısında kapıkulu.
Amr b. As, dünyanın belli başlı ve en çaplı siyasîlerinden biriydi. Vefat edeceği an, telaş içinde birşey çıkardı ve “bunu dilimin altına koyun” dedi. Sordular bu nedir? Cevap verdi: “Allah Rasulü’ne (sav) ait muy-i mübarektir.” (Efendimizin mübarek kıllarıdır.) O’nunla hesabı rahat vereceğine inanıyordu.
Hayatında hiç mağlubiyet görmemiş ve İslâm’ın hep yüzünü güldürmüş büyük kumandan Halid b. Velid, Akkad’ın tabiriyle “eşi bulunmaz büyük deha” bir muharebede, başındaki sarık yuvarlanınca, sarığına doğru koşar. Askerler arkasından bağırırlar: “Kumandan düşman saflarına giriyorsun, dikkat et”. O, arkasına dahi bakmadan ve gelecek kılıç darbelerine hiç aldırmadan seslenir: “Hayatın da sözü mü olur? O sarığın içinde Efendimiz’in (sav) mübarek kılı var!.”
Efendimiz (sav) onların ruhlarına bu derece işlemişti.
O geldiğinde edeble ayağa kalkar ve O oturmadan da kimse yerine oturmazdı. O, kat’iyyen onlardan böyle bir hareket talep etmezdi. Talep şöyle dursun daima ikaz eder ve “Acemlerin ayağa kalktığı gibi siz de ayağa kalkmayın” buyururlardı. Ancak her defasında sahabi, içinden gele gele O’na ayağa kalkar ve bunu da sadece bir vazife telakki ederlerdi.
Hz. Ebu Bekr (ra) ile bir yahudi arasında münakaşa çıkar. Her ikisi de kendi peygamberinin daha üstün olduğunu söyler. Bir ara yahudi, Efendimiz (sav) hakkında uygunsuz bir laf söyleyince, Hz. Ebu Bekr (ra) sıddîkiyetinin gereği, yahudiye bir tokat aşkeder. Yahudi, yemez içmez derhal Allah Rasûlü’nün (sav) huzuruna gelerek durumu haber verir. Efendimiz (sav) bu hâdise vesilesiyle ashabına şöyle ferman eder: “Beni Musa’dan (as) üstün tutmayınız. Çünkü haşir için sur üflenince, ilk kalkan ben olacağım. Kalktığımda Hz. Musa’yı (as) Arşın kaideleri altında yalvarırken bulacağım.. Bilemeyeceğim, bu benden evvel bir harşr u neşir midir yoksa tur sâikası bedeli midir?”
Ve yine Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Hakk O’na hitaben: “Velâ tekün ke sahib’il-hût” (Sen hut sahibi Yunus gibi olma) (Kalem, 68/48) deyince, hemen ashabının aklına bir peygamber hakkında uygunsuz bir düşünce gelmemesi için “Beni Yunus b. Metta’ya tercih etmeyin” buyurmuşlardır.
Bu da O’nun, peygamberlere karşı edeb ve saygısıydı. Cevher kadrini cevherfüruşan olmayan bilmez. Bizler Hz. Musa’yı, Hz. İsa’yı ve diğer bütün peygamberleri nasıl bilip nasıl tanıyacağız! Onlar, Hz. Muhammed’e (sav) sormalıdır ki hakiki cevap alınmış olsun. Efendimiz’i (sav) de onlara sormalı... Onun içindir ki, Hz. İsa (as), O’nun geleceğini müjdelemeye beşyüz sene evvel başlamış ve “geliyor, geliyor; bütün âlemlerin reisi geliyor” diyerek tebşiratta bulunmuştur. Çünkü onlar O’nun büyüklüğünü biliyorlardı. Fakat Efendimiz (sav) de tevazu kanatlarını yerlere kadar seriyor ve biraz evvel naklettiğimiz sözleri söylüyordu...
Evet, bütün bunlar Aleyhissalatü Vesselâm’ın edebiydi. O bu derece mütevaziydi. Tevazu izhar buyurdukça da Cenab-ı Hakk O’nun derecesini yükseltiyordu. Yüksele yüksele makam-ı Mahmud’a ulaştı. O makam ki, bir insanın, başkalarına el uzatma makamının doruğudur. Bir hususa dikkat çekmek isterim. Makam-ı Mahmud, en geniş ma’nâda muhtaçlara el uzatma makamının en zirvesidir. Zaten ta baştan O’na Muhammed ve Ahmed demişler.. evet O’nun bu makamın sahibi olacağı ta baştan bellidir. İşin başında Cenab-ı Hakk, O’nun bu makamı elde edeceğini bilmiş ve istikbaline bakarak O’na bu isimleri verdirmiştir.
Zaten hiçbir peygambere nasip olmayan paye yine O’na aittir. Her peygamber Cenab-ı Hakk’la vasıtalı veya vasıtasız konuşmuştur. Ama, hiçbir peygamber Efendimizin (sav) serfiraz kılındığı Mirâc’la şereflendirilmemiştir.
Evet, bütün arşı-ferşi velveleye verme, kader kalemlerinin yazışına şahid olma, Cennet ve Cehennemi gezip görme gibi fazîletleri kendinde toplayan tek peygamber, Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’dir. Ve işte biz de böyle mirâcla şereflendirilmiş O peygamberin ümmetiyiz. O, mirac seyahatından Rab-b’imizin bir hediyesi olarak bize turfanda bir hediye getirmiştir. Bu hediye namazdır. Namaz da mü’minin mirâcıdır. Bunu da Cenab-ı Hakk bize en kâmil ve mükemmel ma’nâda ihsan etmiştir.
Burada edebin müşahhasından yani, Efendimiz’in edebinden bahsediyoruz. Sözün akışını bu noktaya getiren sebep ise, sorudaki “Nasıl” a cevap teşkil etmesidir. Aslında bu mes’elenin nasılını düşünmeye, hiç gerek bile yoktur. Cevap gayet kısa ve nettir: “Allah Rasulü (sav) kime nasıl davranmış ve nasıl davranılmasını istemişse, işte öyle ...” demek yeterlidir.
Durum böyle olunca, insan büyüğüne, mürşidine, muallimine, kumandanına, başındaki âmirine, onlara, kendi hudutları dışında bir pâye vermemek kaydıyla ve onlar da daima hak ölçüsü içinde kaldıkları müddetçe, itaat etmeli, saygı göstermelidir ki, bu da bir edebtir. Ancak edebi tek taraflı düşünmek bir hatadır. Büyüklerin küçüklere ve üsttekilerin de alttakilere karşı bir edeb tavrı vardır. Ve zaten hakiki edeb bu iki kanadın kendilerine düşen edeb vazifesini tam yerine getirmeleriyle mümkündür.
Efendimiz (sav), arkadaşlarıyla beraber yapılması gereken işlerde bizzat aktif olarak çalışırdı. Ev işlerinde de hanımlarına yardım ederdi. Kimseye emr-i vâki yapıp şahsi işlerini gördürmezdi. Belki arkadaşları, O’na ait bir işi yapmak için âdeta birbirleriyle yarışırlardı. Fakat her defasında iş yapmaya ilk teşebbüs O’ndan gelirdi.
Meselâ, bir yolculukta, yemek yapılacaktı. Sahabiden biri, “koyunu kesmek bana ait”, dedi. Diğeri “yüzmek de bana ait” deyince, Efendimiz (sav) hemen ayağa kalkıp “odun toplamak da bana ait” buyurdular ve odun toplamaya koyuldular. Hendek kazımında bizzat bulunduğu, mescid yapımında herkesle beraber kerpiç taşıdığı hepimizin mâlumudur. O, böyle davrandı ve arkadaşlarını da böyle yetiştirdi. Onun içindir ki, Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler (r. anhüm), müstesna bir titizlikle, kılı kırk yararak, adalet ölçüsünde yaşayabildiler. Bunu onlara, Muallim ve Mürşidleri olan Allah Rasulü öğretmişti.
Amr b. As’ın (ra) bu mevzuda hassas davranamadığını duyan Hz. Ömer (ra) O’na hitaben şiddetli bir dil kullanıyor ve mektubunda şöyle diyordu: “İnsanlar analarından hür olarak doğdular. Ne zamandan beri onları köle olarak kullanıyorsunuz?!..”
Bu ölçüyü bulabilme de onların, Efendimiz’den öğrendikleri edeble mümkün oluyordu.
Demek oluyor ki, günümüzün ve yarının insanının da önünde bir Edeb Rehberi vardır. O edebe riayet, ferdin ve cemiyetin kurtuluş beraatı olacaktır. Ancak biz, böyle bir sütunda O’nu tafsilatıyla sunamadığımızdan ötürü üzgünüz. Sunmamız da mümkün değildir. İmkân elverirse, bu mevzuu, müstakil bir eserde ele alıp incelemeyi düşünürüz. Burada sadece mevzûun felsefesine küçük bir işarette bulunmuş olduk.
Bunun ötesinde, O’nun giyim, kuşam, yeme-içme, yatma-kalkma gibi günlük yaşantısı, yüzlerce ciltlik eserlerle anlatılmış ve bize kadar da nakledilip gelmiştir. Mevzuun bu kısmını böyle mümtaz eserlere havâle ile beraber, son olarak şunu da arzetmek istiyoruz: Efendimiz’in (sav) hayatı, fıtratın ayrılmaz bir parçasıydı. O, hayatı en tabii haliyle yaşamıştı. Zaten, her insanın benimseyeceği ideal hayat da işte bu fıtrî ve tabiî hayattır. İnsanlık böyle bir hayatla kurtulacaktır. Sözün başında da dediğimiz gibi, hayatı bütünüyle kuşatan, nizam, intizam ve âhenk bir edebtir. Bu edebin en güzel örneğini de Efendimiz (sav) vermiştir...
|
| Bugün 138 ziyaretçi (229 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
| |
| |
 |

|
|
| Bugün 336 ziyaretçi (1097 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|
|
| Bugün 335 ziyaretçi (1095 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|
Bugün 333 ziyaretçi (1090 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|
|
| Bugün 330 ziyaretçi (1082 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|
|
| Bugün 19 ziyaretçi (55 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|