 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Şizofren aydın(!)
4 Ocak 2019 02:00
Belli bir grup, Metin Akpınar'ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kastederek "Kutuplaşma ve karmaşadan kurtulmamızın tek çaresi demokrasidir. O noktaya ulaşabilirsek kavga gürültü olmadan bu işin içinden çıkarız. Ulaşamazsak, belki lideri ayağından asarlar, belki mahzenlerde zehirlenerek ölür, belki de başka liderlerin yaşadığı kötü sonları yaşayabilir" demesini Akpınar’ın eleştiri hakkı(!) olarak değerlendiriyor.
Bir “aydın”ın en önemli görevi mensubu bulunduğu topluma geleceğe yönelik bir stratejik ideal tanımlaması yapması ve onunla paylaşmasıdır. Fakat son iki asırdır aydın-halk ilişkisini meydan kavgasına dönüştüren ve parçalanmış bir toplum yapısı ortaya çıkaran, çözümü sehpada aramaya alışmış aydın tiplerinin ürettiği seviyesiz tutumlardır.
Bu seviyesizliğin, hazımsızlık ve hırçınlığın kaynağında ne var?
Türkiye’de misyoner kılıklı aydın tipinin ortaya çıkması tesadüfi değildir. Kriz üretmek, bir medeniyeti (Batı) diğer medeniyetler üzerine hükümran kılmak, kendi isteği ile Batı’ya benzemeyen ama zorla benzetilmeye çalışılan şizofren bir toplum inşa etmek için en pratik yoldur. Hiçbir medeniyet kültürel değişim olmadan dayatma ile kendini çöplüğe atmaz.
Eğer bir değişim yaşanacaksa bunu mümkün ve sürekli kılacak olan değişimin halk tarafından kabul edilmesidir. Bu nasıl mümkün olabilir? Sorusunun cevabını zamanında Batılılaşma kulübünün ateşli savunucusu Abdullah Cevdet şöyle vermişti: “Müslümanların ekseriyeti Müslüman olmayan medeniyete muarız ve muhalif görünüyor. Anı kabul etmiyor ve bundan sonra da etmeyecektir. Hâlbuki aynı medeni esasları Müslümanların içinden bir zümre-i münevvere (aydın kesim)nin elinden ahz ve telakkide hiçbir muhalefet göstermeyeceklerdir. Mesele; bu zümre-i münevvere-i islâmiyyeyi bulmakta, gerisi kolay...”
Bu zihniyetin içerideki adamlarını Vedat Bilgin, Türkiye’nin tarihsel iktidar blokunun iki önemli kanadından “devlet vesayetindeki aydınlar” olarak tanımlıyor ve “İmparatorluk yapısı içinde sivil yapıların tasfiye edildiği ‘Batılılaşmanın’ devlet ideolojisi hâlini aldığı zamandan bu tarafa, kültürel iktidarın zümresel temeli bu beşerî unsurlara dayandığı gibi ideolojik yapısı da Batılılaşma ekseninde şekillenmiştir. ‘Modern’ ya da modernleşmeden söz edilmesine bakmayınız onlar düpedüz anlayabildikleri kadarıyla kendi kimliklerinden uzaklaşarak, kimlik değiştirerek Batılı olmak isteyen bir zihniyetin adamlarıdır” diyor.
Bu parçalanmanın en önemli sebebi belli bir aydın kütlesinin medeniyet birikimine sahip toplumu başka bir medeniyete kuyruk yapmak için yaptığı dayatmalar, toplumun da; bunların tasallutundan kurtulmanın çaresini eğitim ve medya kanalları üzerinden kendi aydın türünü hayatın içine kazanmak yerine şizofren aydınlara karşı laftan ibaret direnmesidir.
Geçtiğimiz yıl ünlü bir yazarımız, dildeki bozulma ve çürüme üzerine konferans vermek için girdiği salonda ilk söz olarak “Beni mazur görün, ayakta konuşmalıyım… Otuz, kırk kişilik gruplara konuşmaya alışmış biri olarak burada beş yüzü aşkın bir dinleyici kitlesini görünce heyecanlandım…” demişti. Yerli ve millî medeniyetimize ne kadar sahip çıktığımızın birinci ağızdan itirafı…
Her iki taraf; ıstırap çeken aydın da ona ihtiyacı olan toplum da aradaki mesafeyi bir türlü kapatamıyor. Kendi tarihini ve toplumunu aşağılayan, Batılıların dünyasında yaşayan, Batılı seküler-kapitalist zihinsel ve kültürel kodlarla dünyamızı değişime zorlayan devşirme aydının, takip ettiklerine dön bak!
Onlar dünyanın en zengin medeniyetlerinin köklerini kazıyarak, hiçbirine hayat hakkı bile tanımayan ve o ülkeleri kan gölüne çevirenler... Onlar mı bize demokrasi, adalet, barış, hak, hukuk ve kardeşlik armağan edecek!..
.
“Mikroklima” fırsatlar
7 Ocak 2019 02:00
Derler ki refah ve kalkınma için önemli olan “fikir”dir, gerisi mühendislik. Ancak eylem ve hareket de olmalı, yoksa güçlü fikirler de çöpe gider.
Kalkınmanın artık yerelden başlayacağı üzerine herkes hemfikir. Ancak her yerel aktör kendi ilindeki fırsatları fark etmeli kullanılabilme imkânlarını ortaya koymalıdır. Ancak geçmişte ağır bürokratik geleneğin hantallığı bunu mümkün kılmadı. Son kırk yıldır çöpe giden bölgesel kalkınma ve stratejik plan sayısını ben de unuttum.
İriliği zenginlik zanneden anlayışımız kolay değişmiyor. Bütün dünyada iri değil hızlı hareket edebilen çevre ve ekonomik şartlara hızla uyum gösteren kamu/özel şirket yapısına geçiliyor. Çünkü ürün ömrü çok kısaldı, bir Boeing 737 bile tabiri caizse kırk firmada üretilen parçalar bir araya getirilerek yapılıyor.
Kısacası küçük ve hızlı olanlar kazanıyor.
Şehirler için de geçerli, bölgesel farklılıklar gösteren, özel şartlı özel ve mutedil iklim alanlarına sahip “mikroklima” şehirler şimdilerde büyük avantaja sahip.
Son dönem KUDAKA ve SODES ayrıca AB destekli proje uygulayan bu şehirlerde yeni bir dönem ve kıpırdanma başladı. Ve asıl önemli olan siyaset aktörlerinin de proje koordinatörü olarak sahaya inmesi halkla ve yatırımcı ile birlikte yürümesi oldu. Siyasetçinin azmanlaşmış siyasetçi profilini kırması memnuniyet verici. Bu, balık verme yerine balık tutmayı birlikte öğrenmek gibidir.
Önceki gün yoğun bir ortamda “mikroklima” fırsatların tartışması yapıldı. AK Parti Erzincan Milletvekili Süleyman Karaman kendilerinin sıkça “Ne yapıyorsunuz siz Ankara’da?” sorusuna muhatap olduklarını vurgulayarak bir vekilin ortalama mesai paylaşımının iş arayanlara destek, yatırımcıların isteklerinin karşılanması, kamu projelerinin takibi ve meclis çalışmalarının yürütülmesi ile sınırlı olduğunu, bu arada yerel kalkınmaya liderlik yapacak projeleri üretmeye çalıştıklarını vurguladı.
Karaman daha sonra Erzincan için “Allah bir imkân ve fırsat kapısı olarak burayı 'mikroklima' olarak yarattı, çevremizi saran kuşağın zenginliği -örtü altı sebze yetiştiriciliği- üzerine kurulu bir projemiz var. Onu sizinle paylaşacağım” derken “hani derler ki itiraz eden varsa şimdi konuşsun yoksa ilanihaye sussun…” demeyi de ihmal etmedi.
Sayın Karaman’ın vurguladığı tabana yaygın iş ve istihdam fırsatı yanında kırsal kalkınma ve nüfusun sabitlenmesi için de faydalı olacak konu, daha öncede KUDAKA tarafından çalışma konusu yapılmış ve Erzincan’ın Doğu Anadolu’da mikro-klima iklim özelliklerine sahip üçüncü il olduğu vurgulanarak “Yılın 265 günü Erzincan’da güneşli geçmektedir. İklim özellikleri sayesinde il özellikle Doğu’nun sebzecilik merkezi olmuştur. Erzincan’da her türlü sebze yetiştirilebilmektedir. Yapılabilirlik çalışmasına göre Erzincan’da yapılacak sebze fidesi üretim yatırımı kendini 1 yılda amorti edebiliyor ve kalan 9 yılda yatırımcısına yüz binlerce dolar kâr bırakıyor. Ayrıca, yine Devlet Planlama Teşkilatı tarafından 2009 yılında yaptırılan 'İllerde Öne Çıkan Sanayi Sektörleri' araştırmasına göre ise Erzincan’da öne çıkan sanayi sektörlerinden biri de gıda ve içecek imalatıdır” denmektedir.
Bugün dünyanın gerçeği şu ki; Avrupa ülkeleri tarımı ekonomik ajandalarının üst sıralarına aldı. Biz de çelik ve betonun arasında sıkışıp kalmadan tarım için uygun coğrafi ve demografik özelliklere sahip şehirlerimizde bu avantajları kullanmak zorundayız. Hepimizin bildiği üzere Türkiye'nin sorunu doğal kaynaklarındaki yetersizlik değil, üretimdeki planlama problemi ve kırsal kalkınma politikalarındaki eksik ve yanlışlar.
Sayın Süleyman Karaman mühendis ve yerleşik hemşehri gözüyle mikroklima alanlarda başlatılacak “örtü altı sebze yetiştiriciliği” üzerine kurulu projelerin, bölge kalkınmasına faydasına inanıyor. İleriki çalışma bunun sahada lokal toplantılarla halka inmesidir.
Bence konu tartışma safhasından icraat safhasına geçmiştir. Ama yine de Sayın Karaman’ın ifadesiyle söyleyelim: "Daha iyi bir fikri olan varsa söylesin ya da hani derler ya, itiraz eden varsa şimdi konuşsun yoksa ilanihaye sussun…”
.
Cinnet Mustatili!..
14 Ocak 2019 02:00
Üzerimizden bir çığ gibi geçen modernizmin “Yalnızca aileyi değil, elimizin dokunduğu her şeyi bölüp parçalayıp ötekileştiren dayatmaları" altında hayat kimsenin kendini güvende hissetmediği büyük, devasa açık bir “Cinnet Mustatili”ne evrildi. Evdekilerle, dostlarla, komşularla olan ilişkimiz sadece bir araya geldiğimizde “Ben buradayım” imzasından ibaret.
Evet, “Bu gönül coğrafyasının diriltici adalarını, limanlarını, sığınaklarını oluşturan aile çatırdıyor, toplum çözülüyor hızla... adım adım ölüyoruz aileler ve toplum olarak; çürüyoruz...” Modernliğin medeniyet birikimine karşı giriştiği saldırıya, sabitelerimizi “reddimiras" yapan aydınlardan önce o değerlerin vârisleri olan halkın karşı durması lazım.
Kavgamız reddimirasçılardan önce kendimizle… Üstad Necip Fazıl’ın “Yılanlı Kuyu” olarak tanımladığı 1950’lerin başında girdiği hapishanede, dört duvar arasında yaşadığı çile dolu günlerini anlattığı zindan hâtıraları 1955 yılında “Yılanlı Kuyudan” ismiyle neşredilmiş, daha sonra bu kitabın ismi alt başlığa alınarak, “Cinnet Mustatili” (dikdörtgen) olmuştu.
Merhum, günümüz çakma aydınının vazifesini "Varlık ve ruh hisarımızı baştan başa; taş taş yokladıktan sonra, bizi en zayıf bulduğu noktadan vurmak istiyor. O da kendisini Müslüman sanan ve şuursuz bir Şehadet kelimesi ve kalbin refakat etmediği beş vakit namazın sesi altında uyuyan insanları uyandırmak kabiliyetinde bir adam çıkınca, onu lekelemek, bu oyuna kolayca inandırmak ve asırlar boyunca aldatılmış ve apıştırılmış olan bu kitleyi yine aldatıldığı vehmiyle dağıtmak, teker teker nefis deliğine kaçırmak, başsız ve rehbersiz bırakmak...” olarak tarif ediyor.
Yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen aynı travma devam ediyor ve Üstad'ın çığlığının muhatabı değişmedi... “Zindanın anahtarı bizde; içinde de biz varız!”
Burada mesele, elitlerin (aydın, sanatçı akademisyen gibi sıfatlara sahip olan belli bir zümrenin) kendi halklarına uzaklığıyla beraber, o halkın kendi değerlerine uzaklığıdır. Modernizmin kurbanı, düşünce biçimleri felç olan halkın çözümü dışarıda aramasıdır. Sorumluluk; onları büyütüp besleyip semirtip semirdikçe azmanlaşan, onlar azmanlaşıp kendi değerlerini törpüledikçe savunmada kalıp onların merhametine sığınan kompleksli ve ezik sözde muhafazakârlarındır.
Muhafazakâr siyasal iktidarların şemsiyesi altındaki marka muhafazakârları, meşruiyetlerini çakma aydınlara tasdik ettirmek için yüksek bedeller ödeyerek onları halkın önüne sürenler sahnede, sinemada ve ekranda kendi cellatlarını alkışlayarak ne kadar demokrat olduklarını ispata çalıştılar.
Önceki gün Kültür ve Turizm Bakanlığı Özel Ödülleri töreninde konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, kültür sanat meselesini; en az terörle mücadele, dış politika ve temel hizmet alanları kadar önemli bir beka meselesi olarak gördüğünü vurgularken
“Hükûmetlerimiz döneminde de kültür sanat alanına hep özel önem verdik. Bu yöndeki projeleri özellikle himaye ettik. Kültür ve sanat insanlarımızla sürekli istişare hâlinde olmaya, onların birikimlerinden istifade etmeye ihtimam gösterdik. AK Partili belediyeleri de bu doğrultuda teşvik ederek medeniyet değerlerimize sahip çıkılmasını sağlamaya çalıştık. Buna rağmen hep söylediğim gibi geçtiğimiz 16 yıla baktığımda kültür sanat alanında yeteri kadar mesafe katedememiş olmamızdan dolayı hep hayıflanırım, iç geçiririm” dedi.
Sayın Cumhurbaşkanı “İnşallah yeni dönemde bu eksiğimizi giderecek, ülkemizde kültürü, sanatı, mimariyi, şehirciliği hak ettiği seviyeye getireceğiz" derken meselenin püf noktası bu hayati meseleleri ihtiyaç ve dert edinen toplumsal talebin yerel yönetimler/aktörler tarafından seslendirilmesidir.
Umudumuzu diri tutacak, “kültürümüzü” canlandıracak projeleri hayata geçirmek hükûmetin boynunun borcu ama bu hamleyi yapacak kadroları sahiplenmek ve ortada bırakmamak gerekir. Etrafı boşaltılan, sahiplenilmeyen fikir ve fikir adamlarının üstü küllenir, hayatın dışında kalır. Kendine ait fikri sahiplenmeyenler/olmayanlar başkalarına ait olanları kullanır. Sonuçta “Buyur, 'cinnet mustatili' içinde tepe tepe kullan…” derler
.
ABD kendi geleceği ile yüzleşiyor...
18 Ocak 2019 02:00
ABD Başkanı Donald Trump'ın “Türkiye'nin Suriye'de Kürtleri vurması durumunda Türkiye'yi ekonomik yıkıma uğratacaklarını” söyleyerek Türkiye’nin Fırat'ın doğusundaki YPG'ye yönelik muhtemel operasyonunu hedef alan açıklamalarına tepkiler sürüyor.
Trump’ın yön değiştiren bu şaşırtıcı beyanı ilk değil sonuncusu da olmayacak.
Çünkü bölgedeki ABD operasyonları, ABD’nin 1997'de oluşturduğu işgal tasarımı “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi''nden Orta Doğu’ya düşen paydır. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), Kuzey Afrika’dan İran Körfezi’ne, Pakistan’a, Filistin’e, Orta Asya’ya ve Kafkaslara uzanan bölgedir. Bu bölgede ARAP ÜLKELERİ, İSRAİL, PAKİSTAN, BANGLADEŞ, AFGANİSTAN, İRAN, ERMENİSTAN, AZERBAYCAN, GÜRCİSTAN ve TÜRKİYE yer almaktadır.
Projenin hedefi, İsrail’in varlığını ve güvenliğini garanti altına almak için Terörist devlet olarak kabul ettikleri devletlerin elindeki kitle imha silahlarını yok etmek. Petrol alanlarını kontrolü altında tutarken, sevkiyatının aksamasını önlemek. Terör odaklarını ve destekçilerini ortadan kaldırmak görüntüsü altında ABD’ye yönelik muhalif unsurları ortadan kaldırmak.
Böylesine devasa bir projenin Trump’ın bir sözü ile yön değiştirmesi ve kabullenilmesi mümkün değildir. Trump’ın her söylemi ABD’nin bölgeye dönük dış politikası çemberi içinde kalır ve kalmaya mahkûmdur.
Dünyadaki petrol rezervlerinin yüzde 64'üne sahip Orta Doğu, ABD ve tüm Batı için olağanüstü ve vazgeçilmez bir zenginliğe sahiptir. Bölgede var olan PKK/PYD, YPG, DEAŞ gibi terör örgütleri, uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı yapan örgütlerin tamamı ABD ve Batı çıkarlarına hizmete yönelik olarak tasarlanmış, beslenmiş ve sahaya sürülmüştür.
‘Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi'' için ABD, büyük ekonomik ve askerî gücüne dayanarak bölgede istediği dönüşümü yaptırabilme, engel olarak gördüğü tüm tehditleri ortadan kaldırma iddiasındadır.
BOP'un önündeki iki güçlü ülke Türkiye ve İran’dır. Ambargo çemberindeki İran’ın uçakları yedek parça ve bakım imkânı bulamadığından patır patır dökülürken Türkiye ekonomik krizlerle test edilmeye zorlanmaktadır.
Bölgede yaklaşık 32 kilometrelik bir güvenli bölge oluşturulacağını söyleyenTrump, Kürtlerden de Türkiye'yi provoke etmemelerini istiyor.
Twitter'da Trump'a cevap olarak "Suriyeli Kürtleri ABD'nin terörist listesindeki PKK ve onun Suriye uzantısı PYD/YPG ile aynı görmek ölümcül bir hatadır. Türkiye teröristlerle savaşır, Kürtlerle değil..." diyen Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın Türkiye’nin bölgedeki terör kuşatmasına karşı duruşunu tekrarladı..
ABD’nin nihayetinde saldırgan Neo-Con tavrının sonuçları ile yüzleşmesi kaçınılmaz. Çünkü izlediği politika, Türkiye’yi bölgesinde sağlam basmaya mecbur kılıyor. Varacağı yer kendi geleceğidir ve bu gelecek onları mutlu etmeyecektir.
ABD'nin eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Brezinski’nin (NPQ) dergisi editörü Nathan Gardels'e 1 Ağustos 2006 tarihinde verdiği mülakatta dediği gibi: "İsrail'in de benzerlerine sahip olduğu Neo-Con reçeteler, Amerika ve İsrail'i ölümcül sonuçlara doğru götürüyor. İzlenen politikaların Orta Doğu halklarının ezici çoğunluğunu ABD aleyhine çevirmesi kaçınılmaz. Irak'ın dersleri ortada. Eğer Neo-Con politikalarda ısrar edilecek olursa ABD bölgeden kovulacak ve bu İsrail için de sonun başlangıcı olacaktır."
.
Beton ve çelik arasında
21 Ocak 2019 02:00
Zamana “İletişim Çağı” diyorlar, oysa gerçek farklı. Zamanın adı “Yalnızlık Çağı”dır.
Uçurtma uçurmayan, bilye ve çelik çomak oynamayan, telden arabalar yapmayan, mahalledeki boş arsalarda top koşturmayan, çocuk kütüphanelerini tanımayan çocuklar…
Çevreyle uyum sorunu yaşayan, bakıcı kollarında anne kokusu almayan, sanal bir dünyanın “tecrit odaları”nda soru soramayan, ruhsal ve zihinsel dünyaları köreltilen yalnız kalan çocuklar...
“Hayatınızda bir şeyi yok etmek istiyorsanız, bütün yapmanız gereken onu kalın duvarlarla çevrelemek. İçeride kuruyup kalacaktır.”
Çünkü yalnızlık öldürür…
Sevdiklerimizi, bağımlılık yapan esrar, eroin, tiner gibi uyuşturuculara karşı korumaya çalıştığımız gibi sanal bağımlılık yapan TV ve internet aracılığı ile mahkûm kılındığı bu “tecrit odaları”ndan da korumalıyız.
İnternet okyanusundaki sanal adalara bir uğrayın, iki milyar internet kullanıcısından bir saniyede bunlara takılan 56 bin, her kullanıcıdan bu iğrençliğe düşen ise internet kullanıcılarının dörtte biri olduğu belirtiliyor.
İnsanlar Odessa hikâyesindeki başkahramanı ve askerlerinin savaş sonrası uğradıkları Lotus adasındaki zavallı bağımlılara dönüşüp gerçek hayattan kopuyor. Savaştan dönerken Odyseus ve mürettebatı denizdeki fırtınadan kendilerini zar zor kurtarıp bir adaya sığınırlar. Bu adada Lotus isimli bir çiçek vardır ve yiyenler müthiş bir zevk alıp bağımlısı olmaktadır. Lotus yiyenler müthiş bir haz alırken mücadele azmini kaybeder, "zevkkolik" olup bir ömür boyu adada yaşar. Odyseus hiç vakit kaybetmeden adamlarını toplayıp, çareyi adadan kaçmakta bulur.
Bilhassa genç neslin önünü kesen nice Lotus çiçekleri vardır. Bütün bunlara karşı savunmanın yasal mücadeleleri aşan bir yönü olduğu açıktır. O da bu tehlikelere karşı bütün bir nesli uyarmak ve kötü alışkanlıklardan korunmaları için savaşmaktır.
Kötünün de iyinin de kaynağı sosyal çevre ve hayat şartlarıdır.
Fiziksel hareketler nasıl aynı hareketi tekrar etmekle oluşursa; ruhsal alışkanlıklar da öyle oluşur ve insan zaman içinde zıvanadan çıkar.
Alışkanlık yoluyla oluşan kötü huyların tutsaklığı boyunduruk altındaki öküzlerin tutsaklığından daha ağırdır. Dikkat edelim ki bu esarete bir adımla girilir ve çıkmak girmek kadar kolay olmaz.
Terbiyenin bir yüzü düşmüşü kurtarmak ise, diğer bir yüzü de düşmeyeni bu tehlikeden korumaktır. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil diyor ki:
“Düşündükçe ve tecrübem arttıkça anladım ki dinî terbiyenin ve Allah sevgisinin huy ve ahlak üzerinde paha biçilmez etkisi vardır. Allah duygusundan ve sevgisinden uzak bir terbiye yalnız fayda ve çıkar düşüncesine dayanır. Fakat din terbiyesi gönüllü, karşılıksız ve yücedir. Bu terbiye insanı yükseltir, iyiliği ve adaleti çıkar düşüncesine saplanmadan sevdirir."
Yaşadığımız dünyaya sırt dönemeyiz, ama onun zararlı ve zehirli cereyanlarından kendimizi ve sevdiklerimizi koruyabiliriz.
Bu mücadelede aileler, okullar, eğitimciler, sivil toplum kuruluşları, adı her neyse her teşekkül, yerel idareler tümden sorumludur. Sorumluluk gençlerin ve yetişkinlerin yüreğine yüksek idealler, hedefler ve dinî inanç yerleştirmekle olur.
Yerel yönetimler şehirleri inşa ve imar ederken insanı ihmal etmemeli, önümüzdeki “Gönül Belediyeciliği” programları da çelik ve beton arasında sıkışmış insanı yalnızlıktan kurtarmak olmal
.
İçerideki Savaş “İSRAF”
25 Ocak 2019 02:00
Ticaret Bakanlığı koordinasyonunda, bir araştırma şirketi ve Hacettepe Üniversitesi akademisyenleri iş birliğiyle Türkiye genelinde 26 ilde 2 bin 209 tüketici ile yapılan anket verilerine dayanılarak “Türkiye İsraf Raporu" hazırlandı.
Araştırma, aylık ortalama hane giderleri, konut, otomobil ve eşya sahipliği, bireylerin israf algısı, gıda, ekmek, giyim, tüketim davranışı ve bireylerin tasarruf, birikim ve borçlanma davranışları gibi pek çok başlıkta önemli tespitler içeriyor.
İki başlık üzerinden Türkiye’yi içeriden kemiren “israf” hastalığının boyutu rahatlıkla görülür.
İlki, araştırma sonuçları dikkate alındığında bitirilemeden çöpe atılan ekmek-yemek miktarındaki artış. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye’de, her yıl 1,7 milyar ekmek, 18 milyon ton meyve ve sebze çöpe atılıyor ve bu gıda israfının bedeli 214 milyar lira.
Bu parayla, “beş kişilik 104 bin aile, 162 bin asgari ücretli kişi bir yıl boyunca geçinebilmekte, 460 bin üniversite öğrencisine 12 ay boyunca aylık 280 TL burs verilebilmektedir. Ya da; 100 yataklı 80 hastane, yıllık 500 bin yolcu kapasiteli 18 havaalanı, 16 derslikli 500 okul, 300 öğrenci kapasiteli 250 yurt, 500 kilometrelik bölünmüş yol gibi hizmetlerden herhangi biri yapılabilmektedir” deniyor.
İkinci başlık, İsraf yalnızca gıda, kıyafet ile sınırlı değil daha büyük hasar teknolojik ürünlerde yaşanıyor. Liderliğini de “cep telefonu kıyımı” yapıyor. Türkiye’de ortalama 3,7 yılda bir cep telefonu değiştiriliyormuş. Değiştirme nedenleri olarak da; öncelikle bozulma ve piyasaya çıkan yeni modele sahip olma isteği gösterildi.
Tam da "havalar nasıl olursa olsun havanız iyi olsun" dedikleri cinsten.
Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu (TESK) Genel Başkanı Bendevi Palandöken, israfın ne olduğunu açıklarken “Cari açığın kapanmasından, ihracatın artması gerektiğinden söz ediyoruz. Fakat ülkemizde en çok dövizle alışveriş yaptığımız sektör teknoloji sektörü. Herkesin cep telefonu, bilgisayarı, laptopu, tableti son modelleri ile mevcut. Henüz ömrü bitmeden, yalnızca bataryasının değiştirilerek kullanılabilecek ürünleri hemen atıp yenisini alıyoruz. Ya da bir üst modeli çıkar çıkmaz hemen elimizdekini bırakıyoruz. Teknolojik ürünler bozulmadığı sürece tamir edilebilir ama yalnızca üst modeli çıktığı için sürekli değişim büyük bir israftır” demişti.
Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan da önceki gün, ekmek israfının önlenmesi ile ilgili olarak “büyük mağaza, zincir mağaza ve tedarikçiler tarafından alınan ekmek ve diğer unlu mamullerde, %23-30 olan geri iade oranının %5'e indirildiğini ve bunun, ekmek israfına karşı önemli bir hamle olacağını” açıkladı.
Bu keyfe keder telefon yenileme harcamasının bize maliyetinin ekmek israfının kaç katı olduğu hakkında henüz bir tespit yok. Ama teknolojik hurda ambarına dönmemek için bu israfı frenleyecek bir yasal düzenleme yapılması ihtiyacı ortaya çıkmakta.
Bundan beş yıl önce zamanın Bakanı “Geçen yıl Türkiye'ye 14,3 milyon cep telefonu geldi ve bunlara 1 milyar 744 milyon dolar ödendi. Ben bunu söylerken insanlara 'gidip telefon almayın' demiyorum, zaten diyemem. Ama sesli düşünüyorum; Biz 11 ayda bir kez cep telefonu değiştirecek kadar zengin bir ülke miyiz?'' demişti.
Yakın zaman araştırmaları ise bu sürenin daha uzadığını ve Türkiye’de cep telefonu değiştirme sıklığının 2,5 yıl olduğu söyleniyor. Uzmanlar, akıllı veya akılsız olmasından bağımsız olarak cep telefonları için kullanım ömrünün beş sene olduğunu belirtiyor.
Ama sorun halledilmiş değil, eski Bakan’ın dediği gibi “insanlara 'gidip telefon almayın' demiyorum, zaten diyemem. Ama sesli düşünüyorum; Biz 11 ayda bir kez (şimdilerde ise ömrünün yarısı dolmadan) cep telefonu değiştirecek kadar zengin bir ülke miyiz?''
.
Yiğidim yiğit olsun, evim çalı dibi olsun…
28 Ocak 2019 02:00
Dünya ağır sıklet şampiyonu boksör unvan maçı öncesi konuşmasında “Burada söylediklerimizin bir kıymeti yok, maç başladığında, rakibiniz vurmaya başlayınca refleksleriniz konuşur ve değeriniz ortaya çıkar…” demişti.
Başkan adayları hep havanın iyi olduğunu, olacağını varsayarak seçmenle konuşuyor. Oysa yağmur yağar sel gelir, bazen yer sallanır.
Bu yorumlama önceki gün Antalya’da yaşanan tabii afet sonrası akıllara geldi. Bir arkadaş Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel’in sunum yapmasına saatler kala gündemin değiştiği, hortum ve aşırı yağış sonrası kökünden sökülen ağaçlar, devrilen direkler ve uçan araçlardan bahisle “Başkanın en zor günü…” diyor.
Tabii herkes alışmış Antalya’nın sokaklarında turist görmeye, bu uçan arabalara kimse alışkın değil. Yaşadığınız şehrin ciddi bir doğal afet yaşaması durumunda acaba şehri yönetme sorumluluğunu emanet ettiğiniz kadrolar enkazın kaldırılması, yaraların sarılması ve hasarın tamiri için nasıl bir performans gösterir?
Antalya'nın Kemer, Kumluca ve Finike ilçelerinde etkili olan hortum ve fırtınanın ve 3 gün süren aşırı yağışlar ve şiddetli fırtına nedeniyle şehrin tanınmaz hâle gelmesi bu soruyu gündeme getiriyor.
Bizim Erzincan’da yaşadığımız (13 Mart 1992) deprem tecrübesinin merkezî hükûmetin güçlü olmasının önemi kadar afete muhatap yerel yöneticilerin de afet bölgesindeki hâkimiyetinin ne kadar önemli olduğunu ortaya çıkarmıştı.
Merkezî hükûmetin afet bölgesine aktaracağı insan ve malzeme yardımının önceliği ve miktarı ile bunların önceliklerine göre dağıtımı ve kullanılması da hayati önem arz ediyor. Bugün yaptıklarımız ileride yaşanması muhtemel afetler için de yol gösterecektir.
Allah beterinden saklasın, ben Antalya örneğinden daha fazlasını söyleyeyim; altı üstüne gelmiş bir şehirde, kendi kardeşinin, sevdiklerinin hemşehrilerinin enkaz altından cesetlerini çıkaran, ceset çıkaranlara yardım eden, yardım isteyenlere koşan, yerel aktörleri yöneten, Ankara’ya laf yetiştiren bir Başkan gördüm.
Afetzede şehir halkını ayakta tutan; "ilin Valisi merhum Recep Yazıcıoğlu ve Belediye Başkanı" Talip Kaban’ın afetin mağduru olduğunu aşarak olay üzerinde hâkimiyet kurması ve yardıma gelen aktörleri yönetmesiydi.
Ne kendisini ne kadrolarını asla bir acziyet ve teslimiyet içinde kimse görmedi.
Hayat böyledir, yağmur yağar sel gelir, rüzgâra esme, toprağa sallanma diyemeyiz. Bazen hayat bizi zorla imtihan eder.
Şimdi yerel seçim atmosferi ısındıkça adayların hedefleri, iddiaları hayalleri görücüye çıkıyor. Dünya sürekli değişiyor, siyaset anlayışı da öyle, ancak siyasetin sabitesi sırtını halka verme mecburiyetidir. Bu da ancak adayın seçmen üzerinde telkin edeceği güvenirlilik ile mümkün.
Anadolu’da derler ki: “Yiğidim yiğit olsun, evim çalı dibi olsun…”
.
Rehavetin ödülü “Mongongo fıstığı”
1 Şubat 2019 02:00
CHP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Ekrem İmamoğlu’na Erdoğan fotoğrafı gösteren teyze bu hareketiyle çok şey anlatıyor. AK Partili seçmen kendini Sayın Erdoğan ile güvende, rahat, cesaretli ve mutlu hissediyor. Bu duygusal zenginlikle ilgilidir ve zaman içinde kazanılır.
Ne var ki önümüzdeki yerel seçimlerde bu itibara kendisinden değer katmadan Ersoy Dede’nin dediği gibi; "Nasıl olsa Reis sahaya iner, benim için de oy ister, rahatlığıyla yarışa giren adaylar büyük bir sürpriz yaşayabilir.”
“Felaketin tohumları, rahatlık zamanında atılır” diye çok bilinen bir söz vardır. Yeteri kadar rahatsızlık insanın kabiliyetlerini diri tutar. Bu bazen, gelecek için taşınacak endişe de olabilir.
Araştırmacı William Ury’nin; dünyanın en uzun kum denizi, bitmek tükenmek bilmeyen bir taş ve çakıl alanı, ateşin, rüzgârın ve kumun olağanüstü gücüyle oluşmuş olan Kalahari Çölü’nde yaşayan Bushmanların (San Kabilesi) hakkında dikkat çekici bir hikâyesi var. Ury diyor ki:
Kalahari Çölü’nde bir ay kadar vaktimi bu topluluk içinde geçirdim. Karınlarını; bölgede bolca bulunan, kolayca toplanan mongongo fıstığı ile doyurabilen bu kabileye “sebze ve meyve yetiştirmek için niçin bir çabanız yoktur?” diye sordum, verdikleri cevap dikkat çekici:
“Bu kadar mongongo fıstığı varken neden başka bir şey için uğraşalım ki?”
Mongongo fıstığı, alışılmış hayatımızın keyif vericiliğini ifade eder. Çoğumuz, mongongo fıstığı ile hayatımızı tamamlarız. Kolay bir yoldur, kısa vadede keyif verir ama uzun vadede geleceğimizi de karartır...
Bu rahatlığın adını Sayın Erdoğan “metal yorgunluğu” olarak tanımlamış ve paslananları oyunun dışına almıştı. Pas tutmanın bir sürü yolu var. Siyasetçi ayağını sokaktan çekerse paslanma başlar. Siyasetçi klasik yöntem olarak yorumladığı halkla teması arkaya atar aracı kullanmaya başlar, sırtını liderin itibarı ve sosyal medyanın rahatlığına verirse 1 Nisan sabahı baş ağrısı ile uyanabilir.
Bir anket sonucuna göre Ankara’da yaşayıp da oy kullanma hakkına sahip olanların yüzde 26’sı “Kararsızım” diyormuş. Yani, seçimin kazananını “Kararsızım” diyenlerin yapacağı tercih belirleyecek, kim kararsız seçmeni ikna ederse öne geçecek.
CHP ve ortakları yerel seçimlerde muhtemel bir büyüme sağlamayı demokrasinin son dönem kazanımlarını tartışmaya açmak için aralanacak bir fırsat kapısı olarak görüyor. Sayın Erdoğan ve Sayın Devlet Bahçeli ise müteaddit defalar adı "yerel" olan bu seçimlerin sonuçlarının bir “beka” tartışması olduğunu her ortamda söylüyorlar.
Buna mukabil seçimlerin sonuçlarını, özellikle seçmeni rehavete sürüklemek isteyen muhalefet “eninde sonunda bir yerel seçim yapıyoruz” diyerek küçültmek isterken veya “Alternatifsizliği” bir avantaj olarak kullanmak isteyenler seçmeni gevşeterek paslanmaya itiyorlar.
Milleti çapsızların eline düşürmemek için sosyal medya rehavetinden daha fazla itina ve ciddiyet gerekir. Nuh Albayrak’ın dediği gibi: "Aksi takdirde iktidar kaybedilmekle kalmayacak, nefsine yenilen partililerle birlikte, bütün muhafazakârlar da yenilmiş sayılacak.”
.
Mezarlık bekçisi
4 Şubat 2019 02:00
Çoğu seminerde Less Brown’ın sorusunu hatırlarım.
“Bu şehrin en zengin yeri neresi?” Farklı cevaplar gelir ama kimse doğru cevaba yaklaşamaz.
Doğru cevap “mezarlıklardır”...
Hayatta gün yüzüne çıkmamış nice yetenekler sahipleriyle birlikte toprak altında yatmaktadır.
Çoğu insan neden yeteneklerini kullanamadan kendisiyle birlikte göçüp gitmektedir?
Bunun kabul gören cevabı: "Çoğu bencillik yapar, insanlardan saklanır, güçlü ilişki kurmazlar, fırsat bulamadığını söyler. Hayat ise insanlarla iletişimden ibarettir. Eğer insanlarla iletişim kurmada başarısızlık varsa yetenekler saklı kalır, bütün hayatı olumsuz etkiler. İlişkilerin etkinliği yer çekimi kadar geçerlidir.”
Araştırmalara göre mühendislik gibi teknik alanlarda bile başarının yaklaşık yüzde on beşi bilgiye, kalan seksen beşi ise kişinin insan ilişkilerindeki kabiliyetine bağlı olduğu belirlenmiş.
Eğitim, hayat şartlarına uyum gösterebilme kabiliyetini geliştirmek içindir. Ancak, eğitim kurumları insan ilişkilerini “halkla ilişkiler” gibi bir programla sınırlamakta, pozisyonu farklı da olsa her insanın hayat kalitesini, ilişkilerdeki başarısının belirlediğini göz ardı etmektedir.
İnsanların, bilgi ve kabiliyetlerinin saklı kalması bunların çürüyüp gitmesine sebep olmakta; bu da yoksulluk, işsizlik, tatminsizlik ve hayata küskünlük olarak bize geri dönmektedir.
Eğitimciler de bunu kabul ediyor ve “Biz çocuklarımıza ortalama on yedi yıl fizik, matematik, tarih ve farklı disiplinleri veriyoruz ama en önemli şeyi ihmal ediyoruz. O da hayallerini kurgulamayı ve hayatta kendilerini konumlandırma becerisini geliştirmelerine yardımcı olmak” diyorlar.
İş dünyası, uyum problemini aşarak, saklı yeteneklerini ortaya çıkarıp kendilerini konumlandırmayı başarmış insanların ilginç hikâyeleri ile doludur. Bunlardan biri de "Moris Şinasi" adıyla tanınmış Manisalı Musa Eskenazi'nin (1855-1928) hikâyesidir.
Tütün endüstrisinde faaliyet göstermiş Osmanlı kökenli Amerikalı bir iş adamı olan Moris Şinasi, Manisa'da doğup büyüdü. İş dünyasına çocuk yaşta Yahudi mezarlığında bekçilik yaparak başlayan Moris Şinasi’ye günün birinde kalburüstü bir Yahudi, maşatlıkta yakınlarının yerini sorar. Okuma yazma bilmediği için cevap veremeyince Moris'in hesabı kesilir ve kovulur.
Okuryazar olmadığı için işten çıkarılan Moris 15 yaşındayken kardeşi Salamon ile birlikte yoksul bir şekilde Manisa'dan ayrılarak sığır taşıyan bir gemiyle İskenderiye'ye gitti. Burada gemilerin yük alma ve indirme işlerinde görev aldı. Garafollo adında zengin bir tütün tüccarı yanında otuz yaşına gelene kadar çalışarak tütün ticareti konusunda kendisini geliştirme fırsatı buldu. Daha sonra da Garafollo'nun kendisine verdiği 25 bin dolar borç parayla Amerika Birleşik Devletleri'ne gitti.
Amerika'ya göç edince küçük yaşta yakalandığı difteri hastalığında kendisini tedavi eden Türk Doktor Şinasi Bey'e duyduğu vefadan dolayı "Morris Schinasi" adını aldı. 1893 yılında patentine sahip olduğu sigara sarma makinesi ve bu makinede sarılmış bir paket sigarayla Kolomb Dünya Fuarı'na katıldı. O dönemlerde sigara içenlerin sigaralarını elle sarmalarından dolayı Moris Şinasi'nin bu makinesi devrim gibi bir yenilik olarak görüldü. Moris Şinasi fuar sonrasında kardeşi Salamon'la birlikte 1893 yılında "Schinasi Brothers Company" adında küçük bir sigara fabrikası kurdular. Fabrika işçilerini ise Manisa'dan getirttiler. İkili, Osmanlı İmparatorluğu'ndan tütün ithal ederek makineden geçirip hazır sigara olarak sattı ve yüksek bir servete ulaştı.
Rivayet edilir ki bir gazeteci milyarder, Moris'in okuryazar olmadığını öğrenince pek şaşar. "Pes doğrusu" der ve kendisine sorar: "Bir de okuma yazma bilseniz ne olurdunuz acaba?"
Moris’in cevabı zekicedir: "Mezarlık bekçisi, n'olucak!"
.
"Temeller yıkıldığında üstte bir şey kalmaz!"
8 Şubat 2019 02:00
Önceki günden sarkan flaş haber: “İstanbul Kartal'da Cevizli Mahallesi Sema Sokak'ta, altında bir tekstil atölyesinin bulunduğu, toplam 14 daireli 8 katlı bir bina çöktü.. İstanbul Valisi Ali Yerlikaya, binanın çökmesi sonucu 3 kişinin öldüğünü, 13 kişinin yaralı kurtarıldığını bildirdi. Kartal Belediye Başkanı Altınok Öz, bina hakkında yıkım kararı olduğu iddialarını yalanlarken, İstanbul Valisi Yerlikaya ise 'Binanın 3 katı kaçak yapılmış' dedi. Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı, binanın çökmesine ilişkin soruşturma başlatmış..."
Yıkımın sebebi olarak herhangi bir patlama olduğu söylenmiyor. Yer de sallanmadığına, zeminde obruk oluşmadığına göre yıkımın akla gelen ilk sebebi temelleri beş kata göre atılan bina üzerinde kaçak yapılan üç katı taşıyamadı. Ya da iddialara göre 20 kişinin çalıştığı tekstil atölyesinde alan genişletmek için zemin/temel kolonlarla oynandı. Nereden çıkıyor derseniz biz bunu yaşadık.
13 Mart 1992 tarihinde yerel saatle 19.08’de Erzincan’da büyüklüğü 6,8 olarak ölçülen Depremde 653 kişi ölmüş, 8057 bina hasar görmüş veya yıkılmıştı. Kayıp ve hasar raporlarında dikkat çekici olan; aynı cadde üzerinde kat sayısı aynı olan, birbirinin benzeri bazı binalar yıkılıp ciddi can kayıplarına sebep olurken bazılarının da hafif hasarla depremi atlatmasıydı...
Sebep basit ve anlaşılır: Afet raporlarına göre yıkılan binalar temelden başlayarak ucuz proje, ucuz malzeme, sorumsuz işçilik ve kontrolsüzlük yüzünden içindekilere mezar oldu. Daha keder verici olan ise yıkılan bazı binaların temellerinin, tadilat ve alan açmak nedeniyle yıkılmış olmasıdır.
Yer çekimi kanunu gibidir: “Temeller yıkıldığında üstte bir şey kalmaz...”
İstanbul’un göbeğinde bir binaya kaçak olarak 3 kat çıkılıyor, sanki Kop Dağı’nda ağıl yapıyorsun soranı yok! Yapana da bunu sormalı görmeyene de!..
Bu tablonun kanunu aşan bir ahlak (kültür) meselesi olduğunu düşünüyorsanız kantara çıkmak için hemen bir misal verelim...
Haftanın diğer olayı ise geçtiğimiz hafta sonu oynanan Antalyaspor-Beşiktaş maçında oyuna girer girmez ilk topla buluşmasında meşin yuvarlağı ağlarla buluşturan Japon yıldız Kagawa’nın 3 dakikaya 2 gol sığdırması oldu.
TV yorumcuları tartışıyor, biri diyor ki: “Bu adamı artık tutamazsın, piyasası arttı gevşeyebilir!..” Öbürü de diyor ki: “Mümkün değil, işlerini ciddiye alır, çünkü adam Japon!..”
Aynı fikirdeyim, çünkü Japonlar “Temeller yıkıldığında üstte bir şey kalmayacağını" en iyi bilenlerden. Akılda kolay kalan bir bilgiyi sizinle paylaşalım.
Araştırmacı Dan Buettner’ın TED Konuşmalarında anlattıkları, Japon kültürü hakkında bize bir fikir veriyor. “Uzun yaşamanın sırlarını bulmak için National Geographic uzun ömürlü bireylerin yaşadığı, coğrafi olarak tanımlanmış dört bölgeye uzmanlardan oluşan bir ekip göndererek oradaki insanların, bizlerden farklı olarak neler yaptıklarını incelemiş. Bunlardan biri, dünyanın diğer ucunda, Japon Okinawa’da dünyadaki en uzun ömre sahip insanlar ortalama 100 yıl yaşıyor ve genellikle uyku sırasında ölüyorlar. Peki, ne yapıyorlar? Bitkisel besleniyorlar. (Özellikle Kudret Narı salatası) Ne yediklerinden daha önemli olan şey ise, nasıl yedikleri. Fazla yememek için küçük tabaklar kullanıyorlar.
Uzun ömür ile ilişkilendirebileceğimiz birkaç sosyal yapısı var. Eğer, Okinawa'da doğacak kadar şanslı olsaydınız, ömrünüz boyunca sizin yanınızda olacak 6 arkadaşa otomatik olarak sahip olmanızı sağlayan bir sistem içinde yaşıyor olacaktınız. Buna "Moai" diyorlar. Eğer bir Moai'ye dâhilseniz ve işler kötü gider iflas ederseniz, çocuğunuz hastalanırsa veya ebeveynlerinizden biri ölürse, daima size destek olacak birileri vardır.
Japon dilinde emeklilik anlamına gelen bir sözcük bile yok. (Herhâlde -gevşeme- manasında da yoktur) Bunun yerine, hayatınıza anlam katan bir sözcükleri var: "İkigai"... Bu sözcüğün yaklaşık olarak anlamı: "Sabahları yataktan kalkmanızın sebebi nedir?"
İş, eğitim, spor, siyaset hayatlarının tamamı geleneksel kültürleri üzerinde duruyor. "Kültür kolonları"nı kestiklerinde yıkılacaklarını biliyorlar!..
.
Suç ortakları...
11 Şubat 2019 02:00
“Tüm medeni toplumlarda ceza kanunlarının ortak bir yanı vardır. Başka birini cinayete azmettiren cinayetin işlendiği silahı sağlayan suça, şu ya da bu şekilde karışmış olan herkes suçludur…”
Kartal’da 21 kişiye mezar olan üzerine kaçak olarak üç kat atılan binanın yapımında deniz kumu ve çürük demir kullanılmış. Nereden baksan dökülüyor. Olay mahallinde çöken bina hakkında bilgi alan Başkan R. Tayyib Erdoğan “Bu olay afet değil” diyor. Toplumsal kanaat de bu yöndedir, afet kabul edildiğinde sorumlular aklanmış olur.. Bozuk malzeme, kaçak çıkılan katlar, kontrolsüz inşa hepsi üst üste konduğunda kolay kazanç kovalamanın ortaya çıkardığı bu felaketin ceza hukukundaki karşılığı nedir?
Bir binanın dış tesire bile maruz kalmadan göçmesi için kaç kurumun ihmalinin uç uca eklenmesi gerekir? Acaba sürekli gündemde tutulan muhtemel bir “Büyük İstanbul Depremi” vukuunda nasıl bir vahamet tablosu ortaya çıkar?
Bir toplumun nereye gideceği ile ilgili gözlemlerde “tüm aydın”ların rolü çok büyük ve bu onları sorumlu kılıyor. Hatta sorgulanan felaketler öncesi ve sonrası süreçteki suskunlukları onları suç ortağı yapıyor. Ancak “Kartal Faciası” öncesi ve sonrası aydınların feryadının karşılığı yok.
Aydınların dili, “Bilimsel yayınlar” üzerinden yürütebileceği tanıklığı yeterli ve cesurca olduğunda bir ulusun geleceğini aydınlatabilir ama muhatabında karşılık bulursa! Mesela;
“Zelzeleye karşı elden ne gelir? Demeyiniz. Elden pek çok şey başta sağlam yapı gelir. Tabiatın hiçbir taarruzuna mâni olmak elde değil, fakat hepsine karşı insanın mukavemetini artırmanın bin çaresi vardır. İster tabiattan ister cemiyetten gelsin bütün kasırgalar zelzeleler, tufanlar, harpler, isyanlar, istilalar, salgın hastalıklar, çürüğü ayıklayıp sağlamın zaferini ve refahını temin eden korkunç bir tasfiye kanununun emrindedir. Ve bu bakımdan sağlam ev, sağlam para, sağlam vücut, sağlam ordu ve sağlam kültür millî müdafaanın birbiri kadar zaruri şartlarıdır..." diye devam eden yazı yakın zaman felaketleri ardından yazılmış değil. Bu yazı “1939 Büyük Anadolu Zelzelesi" sonrası 1940 yılı başında merhum Peyami Safa’nın “Derece Şuuru” başlığı ile yazdıklarıdır. Tam 78 sene, neredeyse bir asra yakın bir zaman öncesinden bugüne seslenmiş. Ama hâlâ üst üste koyduğumuz felaket olaylardan ders çıkarmayı konuşuyoruz.
Ders çıkarmak nedir?
Bunun adını koyalım; öncelikle deprem riskli bölgelerde “Bütün binaların sağlık taramasından geçirilmesi” gerekir. Pazar yerindeki seyyarın burnundan kıl geçiren Kartal Belediyesi!.. Milyon dolarlık bu işgalden kim sorumlu? İmar affı dediğimiz yapının hukuksal meşruiyetini temin eder, afete karşı sağlamlığını garanti etmez.
Temeli çürük, malzemesi bozuk, üstüne kaçak kat çöreklenmiş yapıların hayatımızdan çıkarılması gerek. Sayın Erdoğan’ın ifadesiyle “acaba, müsaade eder misiniz" filan dememek lazım. Yoksa onlar bizi hayattan çıkarıyor!..
Artık, “Bu da geçer ya hu!” demeyelim. Rüzgâra “Esme”, sulara “ Taşma” toprağa “Sallanma” diyemeyiz. Zaten bazı binalar toprak sallanmadan “Ben yoruldum” demeye başladı.
.
Tencere dibin kara!..
15 Şubat 2019 02:00
Sebze ve meyve fiyatlarını düşürmek için yeniden hayata geçirilen tanzim satış noktaları Ankara ve İstanbul'un pek çok bölgelerine kuruldu. Giderek yaygınlaşan satış noktalarında vatandaşlara, tarladan toplanan ürünün fiyatı yansıtılacak.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Esnaf Buluşması'nda yaptığı konuşmada milletin de kendilerinin de fırsatçılar karşısında öfkeli olduğu için tanzim satış noktaları kurduklarını belirterek, "Milletimizin sırtına kene gibi yapışan fırsatçıların yola geldiğini gördüğümüzde artık bu tür yöntemlere ihtiyaç kalmayacaktır" dedi.
Meyve ve sebzelerdeki fiyat artışını frenlemek için tanzim satış noktalarının ilk kurulması 1977 yılında yaşanmıştı. Zamanın belediyeleri temel gıda maddelerindeki karaborsa ile mücadele edebilmek için tanzim satış mağazaları kurmuşlardı. Çünkü ortada mal yoktu. Amaç, tanzim satış yoluyla, temel tüketim maddeleri piyasasını, tüketici lehine düzene sokmaktı.
Bugün de, belediyeler üzerinden hükûmeti bu operasyona iten sebep, serbest piyasa ekonomisinin halkın zararına dönüşmesinin önünü almakla beraber haklı olarak arka planda halkın fırsatçılara olan öfkesinin muhalefet tarafından iktidara yönelmesini önlemek vardır.
Nitekim uygulamalar market fiyatlarını aşağı çekti, vatandaş buna sevindi ama “70’li yıllara geri döndük” diyen muhalefet rahatsız oldu. 70'li yıllar dedikleri Ecevit Hükûmeti döneminde, hükûmet Tarım Satış Kooperatiflerinin bütün bayilik sözleşmelerini iptal edip, ürünlerini kendi satış mağazalarında pazarlamaya yönelmişti. Daha sonra Tarım Satış Birlikleri ürünlerinin perakende satışında, belediyelerin (Belediye Tanzim satış Mağazaları) kurma fikri ortaya çıkmıştı.
Ama yokluğu çekilen sadece gıda maddeleri ile sınırlı değildi.
O günlerde akaryakıt bayilerindeki kuyruklarda sabahlayan ve levyeyle kolunu kıran şoförlerin öfkesi kendi sosyal demokrat iktidarlarının yüz karasıydı. Kendi dönemlerinin markası “yoklar ülkesi Türkiye” algısını yayarak kafa karışıklığı üretme derdindeler.
Bunlara ve unutanlara hatırlatmakta fayda var. Mahalle bakkalı Rahmetli Bakkal Sami’yi dükkândaki yarım çuval kesme şeker yüzünden “stokçu”lukla itham edip içeri almışlardı. Şimdi, nasıl da beceriyorlar; vatandaşın teveccüh etmesini kendi dönem kuyruklarına benzeterek bağlamayı…
Bugün ise, tanzim satışlarında oluşan kuyrukları, 1970’li yıllardaki gaz, tüp, yağ, şeker, benzin kuyrukları ile mukayese ediyor ve kuyruğa ekliyorlar. Maksatları, tencere tava üzerinden iktidara hasar vermek, sandıktan parça koparmak. Hızlarını da Süleyman Demirel’in “Tencerenin düşüremeyeceği hükûmet yoktur!” sözünden alıyorlar. Demirel’in dirisine rahat vermediler şimdi de ölüsünü bihuzur ediyorlar.
Derler ki: "Unutanın gözü çıksın...” Mesela kendileri için Demirel’in “Bunları iktidar edersiniz ineklerin sütü kesilir” dediğini...
.
Eğri Tarla mı, Dallas Çiftliği mi?
18 Şubat 2019 02:00
Son aylarda meyve ve sebze fiyatlarındaki yükselişe dur demek için belediyeler, büyük kentlerden başlayarak vatandaşa düşük fiyatla ürün satacak Tanzim Satış Mağazaları ve araçlarını hizmete açtı. Tanzim Satış Mağazaları uygulaması, ürünü üreticiden yerinde alıp halka ucuz fiyatla satmaya, açıkçası aracıları aradan çıkarmaya dayanır.
Böylece sebze, meyvenin hak etmediği fahiş fiyatla pazara çıkması önlenecek. Bu çözüm üreticiyi değil tüketiciyi rahatlatmakla sınırlı. Çiftçinin sorunu ise sadece ürettiğini pazara sürmekle değil, ne ürünlerin maliyetini kontrol etme ne de pazarda satış fiyatını belirleme şansı yok. Hâliyle fiyatları, organize olamayan üreticinin karşısında sektörün aracıları yönetiyor.
Köylü, şehir merkezinden uzak alanda ürettiği ürünü şehirdeki halka nasıl satabilir? Ya yol, taşıma, konaklama masraflarını karşılayarak pazarda kendi tezgâhını kuracak veya tarlanın başında aracıya satacak. Birincisi çok daha pahalı ve uygulaması zordur. Bizde köylü arazisi "Dallas Çiftliği" değil ki! Tarımsal arazilerin çok parçalı ve dağınık yapısı üretim-satış maliyetlerini artırmakta, ulaşım ağının inşasını zorlaştırmakta olduğundan aracı sınıf teşekkül eder. Bu defa da aracıların fiyatlar üzerindeki tüketici aleyhine oynamaları onları hedef yapar.
Çözüm devletin belediyeler üzerinden aracıları terbiye etmesi olarak görülür. Bu uygulama 1977'li yıllarda devletin ticaretten el çekmesi münakaşaları sürerken Tanzim Satış Mağazaları kurularak denenmiş uzun bir süre sonrasında piyasadan çekilmişti.
Burada önemli konu üretici köylü ve çiftçinin tohum temini, gübre, sulama, depolama ve pazara uzanan üretim ve satış süreci üzerine oturmuş adı tarım, köylü, çiftçi kelimeleri ile başlayan bir sürü kurum, dernek, kooperatifin çözüm paydaşı olarak isminin geçmemesi. Zaten belki yaşanan sorunun temelinde bunların yeterince fonksiyonel olmaması var.
Sektör temsilcileri ne zaman kendi tabanlarına ait bir sıkıntı vuku bulsa ortadan kaybolurlar. Bunlar kovboy filmlerindeki kurmaca kasabaların binalarına benziyor, sadece kameranın gördüğü tarafta bir duvar, seyirci bina zanneder ama arkası boştur. Domates, biber, patlıcan üretiminden pazar fiyatlarına kadar olan süreçte belediyelerin sorun çözücü olarak ortaya çıkmasını nasıl izah edeceğiz?.
Başa dönersek mevcut üretim kapasitesi ile köylünün hepten pazara inmesi mümkün değil, bu ihtimal zor görünüyor. İkinci yol kaçınılmaz göründüğünde bu defa yakayı fırsatçılara ve doğal olarak büyük kentlerde aracılar devreye girmek zorunda kalacak.
İşte Tanzim Satış Mağazaları belki bu noktada düşük kâr payları kullanarak köylünün ürünlerinin halka ulaşabilmesini sağlamak adına daha verimli kullanılabilir, Ancak!..
Belediyelerin domates, biber, salatalık satması için yeni organizasyonlar kurması yerine doğrudan çiftçinin ve çiftçi kooperatiflerinin vatandaşlara satış yapabilecekleri satış alanları tahsis etmesi, mevcut tanzim satış mağazalarının da tarım sektöründe faaliyet gösteren STK'lara devretmesi en çıkar yol görünüyor.
Türkiye'de tarım sektöründe faaliyet gösteren STK'ların önemli bir kısmının görevini hakkıyla yerine getirmesi ve üreticilerin haklarını savunması gerekir. Tabii, Et ve Süt Kurumu (ESK), Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), Tarım Kredi Kooperatifleri ve Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM) ve benzeri kurumların yönünü ithalattan önce “yerli üretici ile nasıl iş birliği yapabilirim?”e çevirmesi gere
.
Garip bir hastalık…
22 Şubat 2019 02:00
Hasta, "dışarıda havanın sıcak olduğunu anlıyorum ama ateş ya da duştan akan kaynar suyu hissedemiyorum. Bir defasında, soğuk bir günde odun sobasının yanında oturdum ve tüm sırtımda ikinci derece yanıklar oluştu..." diyor.
Beynin vücuttaki tehlike sinyallerini almasını engelleyen ender bir genetik bozukluğu. Ağrı ve acıları hissetmemek kulağa hoş gelse de, hayati tehlikeyle sonuçlanabilir. Beyin dışında kalan ve vücudumuzu âdeta yaygın bir internet şebekesi gibi saran sinir sistemi çalışmayınca kafa aşağıda ne olup bittiğinden haberdar olmuyor. Sinirlerin topluca hastalanmaları ve iflas etmelerine tıpta “polinöropati” deniyor ve bu kalıtımsal polinöropatilerin bugün için bilinen bir ilaç tedavisi yoktur.
Kurumlar, şirketler özellikle siyasi partilerde insan vücudu gibi tehditlere açıktır ve sinir sistemi, iyi çalışmadığında tehlike başlamıştır. Tavanın tabandan haberi olmaz, tutuşma tabandan başlar. Siyasetçi belli bir dünya görüşünü, ideolojiyi, siyaset tasavvurunu hayata hâkim kılmayı hedefine koyduğunda, eğer tabanla temasını keserse “polinöropati” başladı demektir.
Siyaset yaparken her siyasi partinin arkasında durduğu bir temel/diyalektik var. Kimi, halkın memnuniyetini, kimi, hizmeti, proje ve icraatı kimi halkın değerlerini merkeze alır.
Mesela, geçmişte ANAP'ın varlık sebebi, statükocu kurulu düzeni halkın lehine çevirmekti. CHP’nin ise statükocu düzene bekçilik yapmak. ANAP yönetim katları, teşkilatlarındaki çözülmeyi ve kokuşmayı fark edip müdahale etmediği için iflas etti. CHP ise sadakat ve inatla statüko bekçiliği görevini yürütüyor. Karşılığında kavruk muhalefet çatısı altında varlığını devam ettiriyor ve iktidar olmayı düşünmüyor.
Bu anlamda, AK Parti felsefesinin Muhafazakâr Demokrasi olarak tanımlanan “hem belli bir değer dünyasından ve fikrî tasavvurdan hareket ederek siyaset yapmak, hem de bunu yaparken halkın/ülkenin gelişim ve kalkınmasını hizmet/icraat odaklı olarak gerçekleştirmeye çalışmak” olduğu biliniyor. Uzun soluklu iktidar dönemi milletçe de kabul gören bu ilkelere sadakati ile mümkün oldu geleceğinin de buna bağlı olduğu biliniyor.
Geçmiş seçim dönemlerinde AK Parti oylarındaki dalgalanmalar merkezden “seçmen mesajı” olarak takip edildi ve değerlendirilmeye çalışıldı. Sayın Erdoğan, AK Parti’yi gelecekte de Türkiye siyasetinde birinci konumda tutmanın şartının, milletin verdiği mesajı doğru okunması, seçmen mesajının gereğini yerine getirmeye bağlı olduğunu bilenlerden.
Bu nedenle Genel Başkanı seçildiği 18 Ağustos’tan bu yana gayreti, partideki yıpranmaya dikkat çekerek adına nezaketen “metal yorgunları” denilen içerideki kemirgenleri bertaraf etme oldu. Önümüzdeki mahallî seçimler öncesinde merkeze ulaşan referanslar ile adaylar belirlenirken sinir sisteminin ne kadar sağlıklı çalıştığı bölgelerdeki seçim sonuçları ile ortaya çıkacaktır.
Çünkü siyaset “polinöropati” hastalığının geç fark edildiği bir alandır.
Doğal olarak Sayın Erdoğan aday belirleme süreci öncesinde “Siyasetin bir hasbiliği vardır, bir de hesabiliği vardır. Hasbilik ideal olandır. Hesabilik menfaat çetelerinin hâkim olduğu yerdir. Ne çektiysek hesabi olanlardan çektik. Ve onlar hep gölgelediler, hep lekelediler ve onlarla da yol yürüyemedik. Onlar yol ve dava arkadaşı olmadılar, yolda bıraktılar. Eğer bir aday hesabiyse kusura bakmasın biz onlarla yol yürümeyiz ama hasbiyse onlarla yol yürürüz” diyerek yolları ayırmıştı.
31 Mart seçim sonuçları liderinin ifade ettiği memnuniyetsizliklerin karşılığı olarak, hasbilerin arasına sızmış hesabileri ayıklama çabalarının sonuca ne kadar ulaştığının da göstergesi olacaktır.
.
Hemşehrim!.. Biraz bakar mısın?
25 Şubat 2019 02:00
Gruplar hâlinde siyasiler, merkezlerinde adaylar hemşehri ziyaretleri yapıp önümüzdeki seçim için kendilerini ve hayallerini anlatıyorlar. Halka sevimli ve ikna edici gelen “hemşehrim, biraz bakar mısın, seni dinlemeye geldim. Şehrimiz için bana hayallerini anlatır mısın?..” diyenlerdir.
Bana göre seçimler çok daha önce kazanılır veya kaybedilir.
Şehirle-siyaset arasındaki ilişkiyi sadece seçim süreci dediğimiz üç beş ay içine ve adayların arasına sıkıştırmak doğru değil. Belki daha doğrusu şehirlerin geleceğini sadece siyaset aktörlerine havale etmek şehirlerin kendi gelişim serüvenlerinde, “ben bilirim” havasına girip, hemşehri sorumluluğunu dışarıya atıp, sorumluluğu siyasi tercih ile sınırlamak şehirlerin köklerini bağlar.
“Seçimleri kazanan aday değil halk olmalı” dediğimizde kimsenin itirazı yok. Ama bu sözün gerçek hayatta karşılığı olmalı. Halkın kazanması ne demek? Eğer yaşadığı şehrin hormonlu patlıcan gibi kontrol dışı gelişmesine hemşehrilerinin seçim öncesi zamanlarda müdahalesi yoksa halkın kazanması kimin neyine!
Seçimler yaklaştıkça sonuçları ile ilgili olarak konuşulan tek şey “hangi adayın” kazanacağı üzerine. Sebebi genellikle bellidir, çünkü konu şehirlerin değil hangi adayın daha önemli olduğunu konuşanın geleceği ile ilgili.
Peki, şehirler, şehirlerin kimliği, şehirlerin yapısı, geçirdikleri değişimler, şehirlerin karşılaştıkları problemlerin; daha çok konuşulması gerekmez mi?
19. yüzyılın ortalarında yazdıkları bugünün yerel politikalarına da yön veren Siyaset Bilimci Toucqueville’in “Hemşehrilik" tanımı günümüzle çok örtüşüyor: "…Yaşadıkları yerleri bir yabancının malı gibi görmektedirler... Yaşadığı mekânlara sahip çıkmak, onları güzelleştirmek ve düzeltmek çabası akıllarından geçmemektedir… Bu davranış biçimini o denli ileri götürdüler ki, kendileri veya çocuklarının hayatları tehlikeye düşse bile kollarını bağlayıp tüm ülkenin kendilerine yardıma gelmesini beklerler..." ve bu tespitleri hâlâ geçerli.
Şehirler, nüfusunun ticaret, sanayi ve hizmetle ilgili işlerle geçimini sağladığı toplumsal ve kültürel bir örgütlenmenin olduğu, insanların barınmadan, eğlenmeye tüm ihtiyaçlarının karşılandığı ve sürekli bir gelişim gösteren, bütünleşme derecesinin yüksek olduğu yerleşim yerleridir.
Şehirlerin büyüme ve gelişmesi sadece enine boyuna değil ruhları, karakterleri de değişiyor. Bu değişime “şehir aklı” müdahale etmediği, yön vermediği zaman bir süre sonra insan şehri içinde yabancılaşır, hayat alanı daralır.
Yerel yöneticiler şehri dinlemediği zaman yönetici-halk-şehir yabancılaşır.
Geçtiğimiz yıl, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yapılan Şehircilik Şûrası'nda Yerel Yönetimlerin Rolü üzerine konuşan Özhaseki “Şehirlerimiz canlı bir organizma gibidir. Değişir, gelişir, yeni ihtiyaçlar baş gösterir. Zamanın ihtiyacına göre yenilenme zarureti belirir. Şehirlerimizin geleceği, yerel yöneticilerin ufkuyla doğru orantılıdır. Yerel Yönetimler bazındaki çevre-şehircilik faaliyetlerine nasıl ufuk ve yol açabiliriz…” demişti.
Aranan ufuk için fazla uzaklara bakmaya lüzum yok. Adaylar yaşadıkları mekânı dinlesinler yeter. Hayata nasıl bakıyorsak, yaşadığımız şehirlerde öyle şekil veririz. İnsan inşa ettiği şehirlerde kendini de ortaya koyar, sakinlerinin âdeta aynası gibidir.
Şehir bize sesleniyor!..
Hemşehrim! Biraz bakar mısın? Sokağı, kaldırımı, çarşısı, pazarı, eğlence mekânları, camileri, hanları hamamları, spor alanları, parkları bahçeleri ile. Ne görüyorsak o kendimiz...
Beğendiklerimiz katkımız, beğenmiyorsak suskunluğumuzun bedelidir...
.
28 Şubat darbesi ve aydınların tanıklığı
1 Mart 2019 02:00
28 Şubat “Postmodern” darbesinden 22 yıl sonra darbeye giden yolun taşlarının darbecilerin talimatıyla manşet atan medya ve aydınların suskunluğu ile döşendiği söyleniyor.
Darbe öncesi aydınların susması darbecilere CESARET verir. Soljenitsin’in “Cesaret kavramı altında yalnız madalyaları şıngırdayan kimseleri anlamaya alışmışızdır. Diğer cesaret türünü ya da medeni cesareti unuttuk…” sözü umum içindir ama öncelikle aydınlar ve siyaset eliti için olmamalı.
15 Temmuz başarısız darbe girişiminde kuluçkadaki darbecilerin fiiliyata geçmesinin ardında da bu suskunluk yatar. Darbelerin hâkim bulunduğu ortamlarda ilan ve itiraf edilmeyen bir “suskunluk yasası” geçerli bulunmakta, darbeler yıkıcı etkisini sosyal, kültürel ve bilimsel alanlarda göstermektedir.
28 Şubat ve 15 Temmuz darbeleri öncesinde darbenin gerçekleşmesini engelleme ve meydana gelmesi durumunda ise hasarı azaltıcı müdahalelerin yapılması yönünde ne aydınlar ne de siyaset elitler yeterli çaba gösteremediler.
Oysa darbe sonrası ortaya çıkan yeni siyaset düzeni, ekonomik politika ve uygulamalar uzun vadede kimseyi mutlu etmediği gibi darbelerin öncül aktörleri bile suskun aydınlarla birlikte varlıklarını devam ettirmek için demokrasinin savunma haklarına sığındılar.
“Bu darbe ve bütün darbelerde darbecilerin talep ve talimatlarına uygun manşet atanlar anayasayı ilgaya teşebbüs suçunun ortaklarıdır.”
Stanley Kramer'in gerçek olaylara dayanan 1961 yapımı Nüremberg Duruşması (Judgment At Nüremberg) filmi savaş öncesi Almanya’sında aydınlar ve siyaset eliti tarafından gelecekte acı verici olaylara yol açacak antidemokratik uygulamalara neden müdahale edilmediğinin sorgulanması ve aydınlarla yapılan bir yüzleşmedir.
II. Dünya Savaşı sonrasında Müttefikler, Üçüncü Reich (Naziler) döneminde “hâkim” olarak hizmet eden isimleri yargılamaktadır. Davalılar "kanun adına" işledikleri suçlarla itham edilmektedirler. Yargılanan hâkimler ise, yaptıkları adaletsizlikleri "ülke çıkarları" gerekçesiyle savunmaktadır.
Yargıç Dan Haywood karar duruşmasında hükmü açıklamadan önceki gerekçe konuşması, darbelerin kuluçka döneminde baskı altındaki “aydınların” nerede durması gerektiğine ışık tutmaktadır:
“... Herr Rolfe çok başarılı bir avukat, Almanya’da meydana gelen olayların sorumluluğunu paylaşması gereken bir sürü insan olduğunu belirtti. Bu sözlerinde gerçek payı var. Ancak mahkeme heyeti, sanık sandalyesinde oturan kişilerin yaptıklarından sorumlu olduklarını söylüyor. Başka adamları yargılarken siyah cübbelerini giyen, maksadı insanların yok edilmesi olan yasaların ve emirlerin uygulanmasını sağlayan, Almanya’nın asıl yasalarına aykırı olduklarını bile bile yeni yasaların uygulanmasında yüksek mevkide aktif olarak görev alan bu adamlar!.. Tüm medeni toplumlarda ceza kanunlarının ortak bir yanı vardır. Başka birini cinayete azmettiren cinayetin işlendiği silahı sağlayan suça şu ya da bu şekilde karışmış olan herkes suçludur…”
Bir toplumun nereye gideceği ile ilgili gözlemlerde “aydın”ların rolü çok büyük ve bu onları sorumlu kılıyor. Hatta sorgulanan darbelerde Yargıç Dan Haywood’ın görüşüyle darbe sürecindeki suskunlukları onları suç ortağı yapıyor.
Darbe öncesi şartların olgunlaşması ve darbeci yasaların yürümesi sürecinde aydınların dili, yeterli ve cesurca olduğunda bir ulusun geleceğini aydınlatabilir...
.
Mongongo fıstığı ile doyanlar
4 Mart 2019 02:00
“Felaketin tohumları, rahatlık zamanında atılır” diye çok bilinen bir söz vardır. Yeteri kadar rahatsızlık insanı, insanın kabiliyetlerini diri tutar.
Bu bazen, gelecek için taşınacak endişe de olabilir. Buna siyasette “dip dalga” diyorlar.
Araştırmacı William Ury’nin; dünyanın en uzun kum denizi, bitmek tükenmek bilmeyen bir taş ve çakıl alanı, ateşin, rüzgârın ve kumun olağanüstü gücüyle oluşmuş olan Kalahari Çölü’nde yaşayan Bushmanlar (San Kabilesi) hakkında dikkat çekici bir hikâyesi var:
Kalahari Çölü’nde hayat mücadelesi öylesine zordur ki (bize göre tabii) insanlar kurumuş nehir yataklarını ve tuz havzalarını kazarak su arar ve bulduğu suları da deve kuşu yumurtaları içinde depolar. Avcı-toplayıcı topluluklar olan Bushmanların erkekleri görülmedik derecede kabiliyetli avcılardır ve günlük besinleri arasında birçok hayvan ve bitki türü bulunur. Avlanırken kullandıkları oklarının ucuna koza hâlindeki böceklerden elde ettikleri zehirleri sürerler.
Yazar diyor ki:
“Bir ay kadar vaktimi bu topluluk içinde geçirdim. Bütün erkekleri avlanmak için ölümcül oklar kullanan bu topluluk; farklılıkları, çatışmaları ile nasıl başa çıkıyorlar diye merak ettim. Öğrendiğim şu ki bu topluluklarda ne zaman sinirler gerilse kabile liderlerinden birisi gidip bütün zehirli okları toplayıp çalıların arasında bir yerlere saklıyor. Ondan sonra bir çember oluşturup oturarak konuşmaya başlıyorlar. Konuşuyorlar, konuşuyorlar ve konuşuyorlar. İki gün sürebilir, iki veya üç gün sürebilir. Ama dinlenmiyorlar, ta ki bir çözüm bulana dek. Gerginlik çok yüksekse o zaman taraflardan birini uzaklarda bir yakınının yanına gönderiyorlar. Sakinleşmesi için ona zaman tanıyorlar.
Ancak karınlarını; bölgede bolca bulunan, kolayca toplanan mongongo fıstığı ile doyurabilen bu kabileye araştırmacının “sebze ve meyve yetiştirmek için niçin bir çabanız yoktur?” sorusuna verdikleri cevap dikkat çekici:
“Bu kadar mongongo fıstığı varken neden başka bir şey için uğraşalım ki?”
Mongongo fıstığı, alışılmış hayatımızın keyif vericiliğini ifade eder.
Mongongo fıstığı iş ve siyaset hayatında sırtımızı verdiğimiz iradeyi temsil eder.
Çoğumuz, Mongongo fıstığı ile hayatımızı tamamlarız. Kolay bir yoldur, kısa vadede keyif verir ama uzun vadede geleceğimizi de karartır. Değişim risk taşır ve rahatsızlık verir. Ama değişimin ihtiyaç hâline gelmesi için ya içeride kuvvetli bir arzu (açlık) veya dışarıdan güçlü bir tehdit gelmesi gerekir.
Hayatta kendisi ve sevdikleri için kayda değer bir şeyler yapmak isteyen aç olmalı. Düştüğü yerden kalkmak için de aç ve incinmiş olmak gerekir. Rahatlık, insanların potansiyellerini heba eden bir tuzaktır.
Jim Rhon, hayat tarzı ile örnek gösterilebilecek bir arkadaşından bahseder. “Liseyi bitirir bitirmez ilk işi bir gece bekçiliği idi. Biri ona neden gece bekçiliğine razı olduğunu sorduğunda cevabı kısa ve netti: Açlık…”
Aç iseniz her türlü işte çalışırsınız, neler olduğu çok da fark etmez. Yıllar sonra bu gece bekçisi arkadaşım Horatio Alger Ödülü’nü kazandı, şimdi zengin ve güçlü biri.
Eğer insan yeteri kadar rahatsa büyümeyi ve bir şeyler istemeyi bir yana bırakır. Önlerine hedef koymazlar ve buna ihtiyaç duymazlar.
Yeteri kadar rahatsızlık, başarının anahtarıdır. Rahatlık, insanı dünyada artık yapacak hiçbir işi olmayan biri hâline getirebilir. Herkesin hayatında bir "dip dalga” gerek…
.
Derin muhalefet ve Batı’nın Büyük Türkiye korkusu
8 Mart 2019 02:00
“Beka tartışmaları”nın politik ajitasyona dayalı hayalî bir kurgu olduğunu söyleyen derin muhalefet, tarihi de inkâr ediyor. “Beka Tartışması” dünün bugünün meselesi değil bu ülkede çok daha eskiye dayanıyor.
Kendi yonttuğu putlarının kölesi hâline gelmiş Batı mevcut sömürgelerini korumanın onların umut kapısı olan Türkiye’yi baskılamaktan geçtiğini biliyor. Bildiğimiz bütün siyasal, ekonomik, dış ilişkiler üzerinden yapılan saldırıların arkasında Batı'nın bu korkusu var.
Son olarak, Türkiye’nin, yurt dışındaki soydaşları ve vatandaşlarının “dilini, kültürünü ve dinini” unutmaması için bazı Avrupa ülkelerinde “hafta sonu okulları açma” projesi bazı Avrupa ülkelerinin karşı çıkarak ayağa kalkması da bu yüzden.
Oysa bu okullar Hollanda ya da başka Avrupa ülkelerinin vatandaşları için değil kendi gurbetçi vatandaşlarımız için. Buna rağmen, belli ki kendi ülkelerindeki Türklerin kendi dilini, dinini öğrenmesini onlarda kendi “Beka”ları için tehdit görüyorlar.
Avrupa ve diğer ülkelerde yaşayan Türk nüfusu toplamda çoğu Avrupa ülkesinden daha fazladır. Türk nüfusunun en yüksek olduğu ülke olarak Almanya’da yaklaşık 3 milyon Türk yaşıyor ve bunların bir bölümü Alman vatandaşlığına geçmiş. Fransa’da 800 bin Türk vatandaşı, İngiltere’de 500 bin civarı Hollanda’da 480 bin Türk yaşıyor.
5 milyonu aşkın gurbetçi vatandaşın “dilini, kültürünü ve dinini” unutmaması için Türkiye’nin hem diyanet hem kültür alanında sahiplenmesi hem büyük sorumluluğu hem en tabii hakkıdır. Geçmişteki terk edilmişliğin, boş vermişliğin devamı asla düşünülemez.
Batılıların yüzyıllık temel stratejisi İslâm’ı hem fiilen hem ruhen tarihten silmektir. Muhammed Hüseyin, (Modernizmin İslam Dünyasına Girişi, İnsan Yayınları-İstanbul 2004) Batılılaşma fikrinin İslam âlemine nasıl girdiğini anlatırken “modernizm veya Batılılaşma” tabirlerini sömürgecilik anlamında ele alarak Batılıların nasıl sızma ve tahrip plan ve programı yaptıkları, kendi sömürgeci emellerine hizmet edecek içeriden devşirdikleri yerli ilim ve din adamları (Derin Muhalefet) hakkında da bilgiler vermiştir.
Dikkat çekici olan sömürgeci saldırıların siyasi muhalefetin arkasından kültürel muhalefetle de desteklenmesidir.
Bu kültürel saldırılara göğüs geren bir avuç kültür neferi “Değerlerimiz hızla aşınıyor, genç kuşak nihilizmin eşiğine sürükleniyor, bu ülkeye ve bu toprakların ruh köklerine aidiyet bağlarını yitiriyor... Aile, çatırdıyor... Cinsiyet eşitliği denen insan türünü bile yok edecek, aileyi yerle bir edecek ithal projeler geleceğimizi tehdit ediyor...” derken bazı aydınların suskunluğu devam ediyor.
Her cephede mücadele devam ederken “Beka tartışmalarını" bizim medeniyet dinamiklerimiz etrafında toparlanma çağrısı olduğunu düşünüyorum.
Sabitelerini yitiren, taptığı liberal ideolojiye rakip tanımayan, barbarlaşmış, canavarlaşmış Batı, buharla sıkışmış kızgın bir kazan gibi patlamanın eşiğinde. Fransa’daki "sarı yelekliler hareketi", geleceklerini bekleyen büyük kırılmanın ilk çatlakları.
Bizim derdimiz hem içeride hem gurbette insan yeşertmek. Domates fiyatları iner çıkar ama zıvanadan çıkmış, suça bulaşmış, insana ihaneti meslek edinmiş, kaybolmuş bir insanı geri getirmek çok zordur. Bizim kavgamız insanı yeşertmektir. Bu dalgaya karşı durmanın yolu ilim, fikir, zikir, sanat ve ahlak tohumlarını ekmekten geçer...
.
Seçimleri kim kazanır?
11 Mart 2019 02:00
Pasteur’ün hayatta kazananlar için bir sözü var, spor, siyaset, sanat fark etmez; Aspirin gibi herkes için geçerli. Şöyle diyor:
“Bilim alanında rastlantılar, ancak hazırlıklı olanlar için mümkündür.”
Bir işe yapacağınız hazırlık, o işte ne kadar başarılı olacağınızı belirler; kestirme yolların sonu, hayal kırıklığı ve başarısızlığa çıkar.
“Yeterli hazırlık” spor için de siyaset için de geçerli.
Eğer bir futbol fanatiği iseniz hikâyesini anlatacağım 1950'li yıllarda Guinness Rekorlar Kitabı'nda kornerden en çok gol atan futbolcu olarak geçen Türk futbolcusunu da hatırlayacaksınız.
Guinness'e göre 32 köşe golüne imza atmıştır. Bu rakamın 39 veya 35 olduğu da söylenir.
Futbol hayatını o yılların, Sabrili, Şerefli, Baba Hakkılı Beşiktaş'ında sürdüren uzun boylu oldukça kilolu her köşe atışı tehlike olan bu futbolunun kapısı bir sabah sürpriz bir ziyaretçi tarafından çalındı. Gelen bir menajerdi. Teklif 8.000 dolar peşin Roma'da bir daire, primler hariç 2.500 lira aylık.
1950 yılında gerçekleşecek olan bu transferi daha önce Beşiktaş'ı çalıştırmış olan Giuseppa Meazza'nın tavsiyesi ile ünlü İtalyan kulübü Lazio yapıyordu. Transfer yapıldı fakat daha sezon başlamadan teknik direktör Mario Sperone ile yaşadığı anlaşmazlık onun başka bir İtalyan kulübü Palermo'ya kiralanmasına yol açtı.
Sperone aşırı kilosu ile dikkat çeken Şükrü için "Bu adam bu kilo ile hücum oyuncusu olarak başarılı olamaz, santrhaf olarak oynasın” diye ısrar etmesine karşı çıkmıştı.
Kiralık gittiği Palermo'nun Lazio ile yapacağı maç öncesi takımın hocası Viani'ye “Sinyor beni santrafor oynatın, sizi mahcup etmeyeceğim” dedi. Gerçekten de maçta biri kornerden iki gol atarak takımının 2-1 galip gelmesini sağladı ve Sperone'den acısını çıkardı.
Maçın bitimi ile birlikte seyirci sahaya indi ve "Viva Turko” diye onu omuzlarına aldı. Kornerlerin ustası, Göbekli Şükrü’yü Guinness Rekorlar Kitabı'na taşıyacak kadar başarılı kılan en önemli etken nedir?
Cevap basit. Hepimizin bildiği ama hepimizin yapamadığı şey. İşini önemsemek, işini sevmek ve antrenmanları (siyasette seçmeni) ciddiye almaktır.
Tek başına heves bize kornerden gol attırmaz. Şükrü Gülesin bu başarıyı bir gecede yakalamış değildir. Bunun için de büyük bir sabır ve inat göstermeniz gerekir.
Şükrü Gülesin her antrenman sonrası arkadaşları duş almaya giderken sahada kalır ve ortalama 100 köşe atışı yapardı...
Şimdi önümüzdeki yerel seçim sonuçlarını malzeme yapan anketörler muhtemel sonuçları bugüne göre değerlendiriyor hepsi o kadar. Geçmişe baktığı yok. Hâlbuki sahadaki siyasetçi hakkında seçmenin geçmişteki, ilişkiler üzerinden uzun zaman içinde oluşmuş bir kanaati var. Bunu değiştirmek günübirlik, ha diyenden olacak iş değil, normalde sandık sonuçlarına yansıyacak olan da budur.
Seçim sonuçlarını lehine değiştirmek isteyenler için “adayların öncelikle seçmenleri ile aralarındaki ilişkiyi güçlendirip, köprüleri yeniden inşa etmeye ihtiyaçları var” diyen arkadaşım bu saatten sonra herhâlde beş yıl sonrası için tavsiyelerde bulunuyor.
Bugün için, kimin kazanacağı bilinmeyecek şey değil, eğer sahanın içindeyseniz ve iyi bir siyaset fanatiği iseniz bunu görebilirsiniz.
.
Bize ne oldu?
15 Mart 2019 02:00
Ne olacak, toplumu çökertmek için içeriden vuruyorlar.
Sosyal medyada ciddi bir paylaşım bir medeniyeti yok etmek isteyenlerin üç temele saldırdıklarına dikkat çekiyor: “Ebeveyni itibarsızlaştır aileden vur, öğretmeni itibarsızlaştır eğitimden vur, kanaat önderlerini itibarsızlaştır toplumun çatısını çökert!..”
Aile içinden vuruldu mu, gerisini söylemeye lüzum yok, peşinden komşuyu, sokağı, şehri ve geleceği kaybettik demektir. Sokaktan gelen fırtınalara karşı insanın dimdik ayakta durmasını sağlayan sığınak ailedir. Aileyi kaybettik mi nereye sığınacağız? Sevgisiz, acımasız ve ruhsuz kalan topluma mı?
Televizyonlar, cinayet, tecavüz, şiddet haberlerinden geçilmiyor diyerek cımbızla çekip ajitasyon yapmıyoruz. Yangının en hassas ve hayati alandan başladığına dikkat çekmeye çalışıyoruz.
Fransız yazarın “19. asır sonlarında üç yıl kaldığım İstanbul’da tek bir cinayet vakasına rastladım; o da Galata’da gayrimüslimler arasında yaşandı. İdama mahkûm edilen katilin infazı için cellat bulunamadı, kendi aralarından cellat seçtiler” dediği bu toplumda bir gazete sayfasında bir güne sığan şu haberlere bakın.
İlk haber “Anne kızı öldüren katil zanlısı yeğenleri çıktı. Yengesiyle annesinin ağızlarına çorap geçirerek öldüren ve olaya hırsızlık süsü veren zanlı dikkat çekmemek için cenazeye katılmış...” İkinci haber, “Para vermedi diye annesini öldürdü. Babasının mezarını ziyaret edecekleri bahanesiyle annesini arabasına bindirerek köyden uzaklaşan M.T., daha sonra annesini boğarak öldürdüğünü ve cesedi toprağa gömdüğünü itiraf etmiş...”
Bu olaylar bir ormanın içine atılmış kıvılcım gibi. Gelecekte işlenecek muhtemel benzer suçları meşrulaştırmak için “Bu da bir şey mi, bizde neler oluyor!..” dedirtecek cinsten.
Ne yapılması ile ilgili çare Yusuf Kaplan’ın “Gece orduları gerek bize" diye aşağıda tanımladığı aileye kadar inecek bir ahlak eğitimi seferberliği hayati önemde görülüyor.
Nizamülmülk, büyük bir eğitim devrimi yapmıştı; binyılı inşa eden, Batı üniversitelerine de kaynaklık eden muazzam bir medrese devrimi. Bazı kişiler, Nizamülmülk’ü, Melik Şah’a şikâyet ederler. Şöyle derler: “Sultanım! Nizamülmülk’ün eğitime yaptığı bu devâsâ yatırımla, İstanbul’u fethedebiliriz!”
Melik Şah, vezirini çağırır, hesap sormaya kalkışır. Nizamülmülk’ün Melik Şah’a verdiği cevap, bizi de silkeleyip kendimize getirmeye yetecek niteliktedir:
“Sultanım! Ben, gece orduları yetiştiriyorum. İlim, fikir, zikir ve ruh orduları. Maddî ordularının ulaşamayacağı yerlere onlarla ulaşabilirsin. İnançlarımızı, ruh köklerimizi her daim diri tutacak, biz yok olsak bile inançlarımızın yaşamasını sağlayacak tohumları ekiyorum...”
Bu irfan ordusunun sahada hâlâ görünmemesi saldırganların cesaretini artırmaktadır.
Küfür, dayak, kavga, yaralama, öldürme, dolandırıcılık, hırsızlık, gasp, mafya hesaplaşmaları, işkence, yargısız infaz, baskın, yakma, yıkma, silahlı çatışma olaylarının medya ve kitle iletişim araçlarıyla toplumu bombardımana tutmak, George Simmel’in sözünü ettiği gibi “toplumun olaylara karşı hassasiyetinin körelmesine yol açmaktadır.”
İnsanların çoğunluğunun olanları önemsiz, sıradan günlük hayatın ayrılmaz parçası olarak görmesi, duyarsızlaşıp, tepki vermez duruma gelmesi “ormanın tamamının tutuşması” demektir.
Mesele ruh köklerimizi, ahlakımız diri tutacak tohumları ekmekte.
Bir gün gecikmek bile ciddi bir kayıp büyük vebaldir. “Bu ormanı kim yaktı?” diye bir gün sorulursa kim, kendini nasıl aklar…
.
Batı’nın melanet halkaları!
18 Mart 2019 02:00
Yeni Zelanda’daki Chirstchurch kentinde iki ayrı camiye cuma namazı esnasında düzenlenen silahlı saldırıda en az 50 kişi hayatını yitirdi, 20 kişi de ağır yaralı. Bu saldırı, Batıyla ilişkilerimizde nerede durduğumuzu bize hatırlatan ilk saldırı değil. Batı hükûmetlerinden, siyasetçi, akademisyen, sanatçısından İslam düşmanlığının farkına varılması ve buna karşı her türlü tedbirin alınmasını beklemek tam bir hayaldir. Çünkü “Batı’nın barıştan anladığı, karşı tarafın (İslam dünyasının) kayıtsız şartsız teslim olmasıdır.”
İslam düşmanı saldırgan cani Tarrant yayınladığı bildiri ile Türkiye üzerinden İslâm dünyasına sınırlar çizen, onu sömürge yapmak isteyen Batı’nın yüz yıllık tezini tekrarlıyor.
“Avrupa'ya gelirseniz sizi öldüreceğiz! Konstantinopolis'e gelir, tüm cami ve minareleri yıkarız. Ayasofya, minarelerden kurtulacak ve Konstantinopolis hak edildiği gibi tekrar Hristiyan şehri olacak” diyen saldırgan ile saldırıdan saatler önce yayınladığı Türkiye raporunda “tarihî-dinî Ayasofya anıtının fizyonomisini değiştirmeyi öngören her türlü aşırı görüşe ve bu yapının camiye dönüştürülmesine karşı çıkmaktadır…” diyen Avrupa Parlamentosunun olaya bakışı arasında ne fark var?
Aynı kalemden ve kafadan çıkmış benzer ifadelerin her biri “melanet halkalarının” baklaları gibi.
Japon asıllı ABD’li Francis Fukuyama 1992’de yayınlanan “Tarihin Sonu” kitabında bu savaşı ilan ederken “İnsanlık ideal düzenini liberalizmde bulmuştur. Artık sadece kapitalizm vardır ve ulusal kültürler erimeye, uluslararası standartlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Kültürel alanda çok ulusluluk artık vazgeçilmezdir. Zaman içerisinde Batılı hâkim devletler bu ideolojik değişimi hızla özellikle üçüncü dünya ülkelerine yayacaklardır" diyordu.
İşte “Yeni Dünya Düzeni” dedikleri budur.
Batı’nın akademik, sanat ve siyaset dünyasındaki tehditleri ile saldırganın eylemi ne kadar örtüşmektedir.
Felsefesi “işgal ve sömürü” üzerine kurulu Batı dünyasından bu katliam sonrasında da kayda değer bir tedbir almasını beklemek hayaldir. Göreceksiniz, İslam düşmanı Tarrant’ın bu alçakça eylemine ya “İslamcı terörün doğurduğu olağan toplumsal refleks” diyecekler ya da caninin akıl hastası olduğunu söyleyerek üstünü çizecekler.
Türkiye bir asırdır kendisini başka bir medeniyetin kuyruğu yapmak isteyen bu saldırganlarla ve kendi içindeki elit taklitleri sahtekârlara karşı güçlü bir medeniyeti sürdürme mücadelesi veriyor.
Buna karşın Batı, İslam coğrafyasını harp sahasına, harp sahasını camilerin içine kadar taşıdılar. Sonu nereye varır bu savaşın?
Samuel Huntington’a sordular “Türkiye’de bu şizofreni yapıya direnip İslam medeniyetinin lideri olabilme yeteneği var mı, Osmanlının vârisi olabilir mi?
Hantington itiraf etmek zorunda kaldı: “Şüphesiz İslam toplumu geçmişte bir çekirdek devlete sahipti ve bu açık bir şekilde Osmanlı imparatorluğuydu. Fakat hiçbir şey statik şekilde kalmaz. Sonra Batı muazzam şekilde genişlemeye diğer medeniyetler üzerinde de yıkıcı etki göstermeye başladı... Ancak şuna inanıyorum ki, Batı, dünyanın en güçlü medeniyeti olsa da artık gerilemektedir. Ve bir sesin azalarak kaybolması gibi dünya üzerindeki etkisini kaybedecektir.”
Hantington korkusunda haklıdır. "Türk Einstein’ı" olarak bilinen Oktay Sinanoğlu “Hedef Türkiye” kitabında diyor ki: “Avrupa’da fazla bir şey yok, hiç korkmayalım. Avrupa’nın insanına bakın, rakamlarına bakın, gençliğine bakın. Pek bir şey yok. Hepsinden iyi oluruz. Onlar bunu biliyor, ödleri patlıyor, onun için bir sürü dümen çeviriyorlar...”
Bu korku onları Türkiye ile hesaplaşmayı “İslâm’la Savaşa” dönüştürmenin kapısına getirdi, her geçen gün bu korkusu yüzünden tam bir ırkçı-nefret sarmalına gark oldu.
Onların korkusu ve zayıflığı bizim gücümüzdür.
“İslam, Avrupa’yı işgal edecek” diyen Amerikalı siyaset yorumcusu Pat Buchanan, "Batının Ölümü" “Death of the West” adını taşıyan kitabında Batı dünyasının sonunun geldiğini ve ABD’nin yakın gelecekte üçüncü dünya ülkeleri arasında yer alacağını savunmuştu. Buchanan, Birleşmiş Milletler'in nüfus araştırmalarına dayandırdığı görüşünde, 2050 yılına varmadan dünya nüfusunun sadece yüzde 10’unun Avrupa kökenli olacağını, Avrupa halkının üçte birinin 60 yaşın üzerinde olacağını ve her 10 kişiden birinin 80 yaşının üstünde olacağını söylüyordu.
Hastalıklı Batı kendi içinde çürüyecek…
.
Kıyameti getiren atlılar!..
22 Mart 2019 02:00
Avrupa’da yaşayan göçmenler için “istilacı” diyen Brenton Tarrant adlı bir terörist, Yeni Zelanda’nın Chirstchurch şehrinde cuma namazı esnasında 50 kişiyi El-Nur ve Linwood Camii'nde katletti, 48 kişiyi de yaraladı.
Saldırıdan kısa süre önce bir manifesto yayımlayan saldırgan çarpık ideolojisini ve saldırıyı neden düzenlediğini anlattı. Belli ki, Türkleri “kıyameti getiren atlılar, dünyanın sonunu getirecek ırk” şeklinde tanımlayan Protestan Kilisesi'nin kurucusu Martin Luther’in duyduğu korku ve nefreti taşıyor ve nefreti/korkuyu günümüze taşımaktadır.
Türkler hakkında araştırmaları bulunan Alman Sosyolog Dr. Margarete Spohn; Avrupa’nın “Türk korkusu” üzerinde kapsamlı bir araştırmaya girerek, korkunun sebebini araştırmış ve “Her şey Türk işi-Alles Getürkt” isimli kitabını hazırlamıştı.(*)
Dr. Margarete Spohn, kitabında, Türkler hakkındaki bu korku ve nefretin sistemli karalamaya dayandığını ve Türklere atfedilen bu sıfatların tamamen asılsız, planlı bir siyaset olduğunu ortaya koyuyor.
Dr. Spohn 2003 yılında Yeditepe Üniversitesinde gerçekleştirilen bir konferansta kitabı ile ilgili bilgi verirken bu karalama propagandasının altında yatan temel sebebin 16. ve 17. Yüzyıllarda Avrupa’da büyük vergi yükü altında ezilen bir halk, çiftçi ayaklanmaları varken, üst kesimlerinde halkı sömüren ve kendi kurallarına göre yaşatmaya çalışan asiller, kilise ve Ordu’nun saltanatını kaybetme endişesi olduğunu belirtir.
Çünkü “Bu durum büyük bir adaletsizliğe yol açıyordu ve asla sınıflar arası bir atlama söz konusu olamazdı. İşte bu kaotik durum içinde, bir de Viyana kapılarına kadar dayanan, güçlü, sosyal sınıf ayırımları olmayan Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’nın feodal yapısına karşı çok büyük bir tehlike olmaktaydı” tespitinde bulunur.
Batı 16. ve 17. Yüzyıllarda kendi halkları üzerine uyguladığı sömürü düzenini son bir asırdır İslâm Dünyası üzerinde kan dökerek uyguluyor. Ne var ki, hâlen devam eden Orta Çağ vebası bu hastalıklı sömürge zihniyet için en büyük tehdit “Güçlü Türkiye”dir.
Olay Yeni Zelanda'da oluyor manifesto ve arkasından Türkiye hedefe konuyor. Büyük Türkiye bütün İslâm dünyası için sömürgecilik tehdidine karşı en büyük engeldir. İçerideki teslimiyetçi kafalar inkâr etse de gerçek budur.
Olay sonrası İslâm Dünyasından gelen tepkilere bakın, petrol zengini kabile şeyhleri nerede? Krallar, prensler, neden yüksek tonda “haçlı terörü” diyemedi? Coğrafyaları ve isimlerinden başka, İslâm ile ilgileri nedir?
Neden hiçbiri bu vahşete meydan okuyamadı? Bu suskunlukları neyin karşılığı?
Saldırganın iddia ettiği “büyük korku” ve arkasına sığındığı “Büyük İkame” terimi farklı olsa da her zaman Batılı yazarlar tarafından politik maksatla kullanıldı. Bunlardan biri camilerdeki katliama “tamamen karşı olduğunu” söyleyen Fransız Yazar Renaud Camus’tur. Camus, cuma günü verdiği röportajda, hakkında ki (katliamın fikir babası olduğu) iddialarına karşı çıkarak aksine “En az 50 kişiyi öldüren cinayetleri savunduğu iddiasının tamamen aksi görüşte” olduğunu söyledi.
Ama 72 yaşındaki Camus, göçmenlerin Fransa'daki ve diğer yerlerdeki yerlileri değiştirdiği fikrini sağlam tutarak vazgeçmedi. Tedbirin şiddetle değil, “yeniden göç etme” dediği şeyle birleştirilmesinin olduğunu söylese de 20 yıl önceki teorisini geliştirmenin peşinde.
Dünyanın öbür ucundan bir teröristin Türkiye’yi hedefe koyması ferdî bir refleks değil ve boşuna değil. Dertleri, İslam dünyasında kurdukları sömürgeci Batı kuklası Kral, Şeyh veya askerî diktatörler üzerinden yürüyen sömürge düzeni gibi Türkiye’de de bir gedik açmaktır. .
Ancak karşılarında 'dur' diyen, 'hayır' diyen, kökleşmiş, kireçlenmiş kompleksleri atan, teslimiyetçiliği kıran bir Türkiye var. ABD, AB ülkeleri ve İsrail’in korkusu şudur: “Ya bütün İslâm dünyası Türkiye örneği üzerinden 'Hayır' demeye başlarsa?.."
.....
(*) HER ŞEY TÜRK İŞİ-Margarete SPOHN: YKY, 1996-İSTANBUL
.
Yeni nesil seçmen ve prangalı siyasetin sonu
25 Mart 2019 02:00
Yeni nesil seçmeni ikna etmek kolay değil. “Hayattan muhacir, eşyadan öksüz” dönemler çok geride kaldı. Geçmiş dönemlerdeki gibi seçmenin yüzde sekseni kırsalda yaşamıyor. Zaten artık kırsal diye bir şey kalmadı. En ücra köşedeki Kartalkaya köyündeki seçmen ile Şişli'de yaşayan arasında bilgiye ulaşma imkânı arasında fark yok. Dünyada olup biten ne varsa herkesin parmaklarının ucunda.
Bilgi ve iletişimin sınır tanımaması mahremiyeti ortadan kaldırdı. Kimsenin gizlisi saklısı yok. Fısıltı gazetesi ile “dedi ki, demiş" ile toplumlara yön vermek, siyaset kurgulama, adam karalama, sahtekârı evliya diye tanıtma devri kapandı. İyi ki de böyle oldu...
Bu durum iyi niyetli siyasetçinin işini zorlaştırmaz onun avantajadır. Seçmen için de öyledir.
27 Mayıs darbesini yaşayanlar bilir, darbe gecesi Eskişehir yolunda rahmetli Menderes'in tutuklanma haberinin altına rahmetliyi milletin gözünden düşürmek, darbeye meşruiyet kazandırmak için MBK tarafından Menderes'in yurt dışına kaçarken beraberinde 12 uçak dolusu altın, mücevherat ve parayı kaçırmakta iken yakalandığı haberini yaydılar. Yayınladıkları bir tebliği matbaası olan herkesin basıp yayınlaması emrini vermeye kadar işi götürmüşlerdi.
“Pazar çantasında fil taşıdığını” söylemek kadar akıl ve izan dışı böyle bir iddiayı bugün seçmene söylemeye kalkan bir siyasetçi veya darbeci en yakın tımarhaneye tıkılır.
Vesayetçi muhalefet seçimlerde kullandığı en önemli malzeme olan “yalan haber yayma” yeteneğini kaybetti. Seçmen her siyasetçinin çapını, vaatlerini neyi ne kadar yapabileceğini hem adayın hem sırtını verdiği siyasi zemininin MR’ını çekiyor.
Yalan devreden çıkınca 31 Mart Yerel Seçim sonuçları mevcut siyaset haritamızı yüzde on bile değiştirmez. Muhalefetin iktidar partisi ve ittifak üzerinde büyük hasar beklemesi tam bir hayaldir. Emin olun bunu kendileri de biliyorlar. İktidar olma hayalleri geçmişte olduğu gibi sadece “Soft veya Hard” darbe ile sınırlıdır. Bunu kendileri biliyor ama sermayeyi kaybedince göle maya çalmayı da bir umut olarak görüyorlar.
Bu durum, mevcut yerel yönetimlerin tamamından sınırsız memnuniyet olduğu ve değişmeyeceği anlamına gelmez. Ancak bu seçmen bu değişimi siyasette makas değiştirerek yapmaz her değişim bundan böyle “İttifak Sınırları” içinde olacaktır...
İttifakın öneminin seçim gulgulesi içinde yeterince tabana anlatıldığı kanaatinde değilim.
Siyaset tarihimizin yazılı kaynakları gazete sayfaları ile sınırlı olduğu için 1960-1980 döneminde birbirine benzeyen insanların alan kapma mücadelesinin Türkiye’ye neler kaybettirdiğini anlatmakta zorlanıyoruz. Dolayısıyla “Cumhur İttifakı”nın değeri ancak o yıllardaki kayıplarımızın tartılması ile anlaşılabilir.
Türkiye düşmanlığında hedef artık Türkiye sınırlarına sığmıyor.
Değerli Nuh Albayrak önceki gün “Türkiye düşmanlığı” sebebinin sadece “İslam ülkesi” olmakla sınırlı kalmadığını çok daha hacimli olduğunu vurgularken Eski CIA Şefi Graham Fuller’in, 2010 yılında çıkan “İslamsız Dünya” kitabında Vehhabilerle ortak çalıştıklarından, Şiileri kullandıklarından bahsediyor. Fuller, Türkiye’yi küresel hedefleri önündeki tek engel olarak gösteriyor ve “Sünni iktidarların yıkılması Sünniliğin kalesi olan Türkiye’nin yıkılması ile mümkündür” diyor.
Bu ifadeleri görmezden gelerek, bizi hayali düşman üretmekle suçlayanlar, Türkiye, iki asırdır, içeriden ve dışarıdan kuşatmalara karşı “Beka” mücadelesi veriyor.
Yakın zamanda herkes anlayacak ki Türkiye düşmanlarının önünü kesen, onların "bölme, parçalama, yutma" heveslerini kursaklarında koyan bu birliktelik olmuş, Sayın Erdoğan ve Sayın Bahçeli’nin tarihî ittifak hamlesi yeni nesil seçmende karşılık bulmuştur. İnsan ömrü için çok uzun ama devletler için çok kısa olan bu sürecin sonunda geldiğimiz yer geleceğimiz açısından çok önemlidir.
Seçimlerde istediği sonucu alamayan içerideki ve dışarıdaki muhalefetin hedefi, bu defa ittifakta hasar açmak olacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Ama önümüzdeki dönem içerideki muhalif cephenin buharlaşması dönemi olacaktır. Bunu hep birlikte göreceğiz.
.
Sor ki “Niye kararsız?”
29 Mart 2019 02:00
Yerel seçimlere son iki güne girdiğimizde, hâlen önemli sayıda sonuca etki edecek kararsız seçmen olduğu (yüzde 8-10) söyleniyor. Kararsız seçmen dedikleri, kaybeden siyasetçiler ve yanılan anketçiler için nefes alma payı. Siyasi danışmanlar, hâlâ bu kararsız seçmenin gönlünü çelmekte etkili olabilmenin yollarını arıyor. Oysa gerçek, kanaatimce çok farklı. Her seçmen nerede durduğunu ve nereye gideceğini biliyor, kararsız diye bir şey yok; ama baskı yediğinde “Kararsızım" demek güvenli bölgeye sığınmak gibi.
Seçime iki gün kala siyaset ustaları ve anket firmaları muhtemel sonuçlar eğer dedikleri gibi çıkmazsa kendilerini mazur gösterecek suçluyu buldular. Herkes parmağı ile “kararsız seçmeni” işaret edecek;
İşte suçlu o! Ne yapacağını iyi okuyamadık(!) diyecekler.
Kasabanın belediye başkan adayına veya mahalle muhtarına verilecek oyu bile temsil ettiği siyasi harekete sadakat ile eşleştirmek, seçmenin hareket alanını daraltıp onu “kararsız”lar grubuna sığınmak zorunda bırakıyor.
“Kararsızlık” bölgesi seçmen için ağaç gölgesi gibi. Gideceği yer belli iken biraz dinleniyor o kadar.
Ne var ki; İstanbul ve Ankara’daki kararsız seçmenle Anadolu’daki kararsız seçmenin yerel seçimlere bakışı farklı. Özellikle İstanbul merkezli büyük şehir seçmeni “İstanbul’u alan Türkiye’yi alır, İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder” söyleminde mutabıktır. Türkiye siyasetinin ve Cumhur İttifakı'nın sağlam zeminde kalmasının bu şehirlerdeki sonuçlara bağlı olduğunu herkes biliyor ve seçmen bu tartışmaya yol açacak eğreti sonuçlara müsaade etmeyecek ve katlanmayacaktır.
Bu seçimde İstanbul ve Ankara merkezli büyükşehir seçmeninin neye oy vereceği sorusunun cevabı “Türkiye’ye yönelen tehditlere karşı ortaya konulan siyasetini, özellikle Cumhur İttifakı'nın sahiplenildiğini göstermek” olacaktır. Nihayetinde İstanbul’da Binali Yıldırım, Ankara’da Mehmet Özhaseki'nin seçimi rahat kazanması doğal sonuç olacaktır.
Ancak şehir küçüldükçe siyasi rekabet ortamı güçlenip büyüyor. Büyük şehir seçmeninin profili giderek yerelleştiğinde, yerel projelerin, yapılanların yapılamayanların yanı sıra meselelerin çapı ulusaldan yerele inmekte, tercihlerde siyasi aidiyetle birlikte, hemşehrilik, akrabalık, ortaklıklar, komşuluklar gibi faktörler de etkili oluyor. İşte “Kararsız Seçmen” statüsü bir cankurtaran olarak imdada yetişiyor. Niçin kararsız olduğu sorulduğunda ise; sizin ulaşamayacağınız, sorumluluk taşımadığınız bir müsebbip göstermek en kolay yol.
1 Nisan sabahı kazanan veya kaybeden ile yüzleşmek için bazen “kararsız kalmak” hayatın idamesi için kaçınılmaz görülüyor.
Hastanedeki kayınpederini ziyarete giden arkadaş başucuna oturmuş hastayı teselli ederken büyük deprem başlamış. Bina sallanıp sıvalar dökülmeye başlayınca, arkadaş hastaya eğilip “Babacığım!.. Seni Allah’a emanet ediyor ve ben kaçıyorum…” diyerek kendini hastanenin dışına atmış.
Yerelde “kararsız kalmak" da işte böyle bir şey…
Seçim sonuçlarına gelince; iktidarı rahatsız edecek, muhalefete umut verecek bir sonuç çıkmaz bu seçimlerden.
.
Nasıl başardılar?
1 Nisan 2019 02:00
Bu satırları yazarken sandıkta oy verme işlemi devam ediyordu. Mevcut veya yeni başkan, seçilen her kimse isimlerde değişiklik olsa da başarılı olmak isteyenler için kurallar siyaset üstüdür, değişmez ve başarılı olmuşların tavsiyelerini dinlemek en akılcı yoldur. Ne demişler; “Soran dağları aşar…”
“Mükemmel bir şehir nasıl olur?” sorusuna cevap arıyorsanız vatandaşın sesine kulak verin. Başarılı olanlar bunu yapanlardır. İnsanlar fikren ve ruhen katıldıkları projelere destek verir, karşı durmaz.
Başkanım; “Kentler arasındaki yarışma bisiklete binmek gibidir: Eğer pedalı çevirmezseniz düşersiniz.” Pedalı çevirecek olan da sensin.
Başarılı olmuş birkaç başkanın hikâyesini paylaşalım...
En yaşanabilir kentler sıralamasında ilk 5'te yer alan Toronto, ekonomik zenginliği, yemyeşil doğası, temiz havası, güvenli ve sakin ortamı ile bir cazibe merkezi. Kuzey Amerika’nın en büyük ikinci finans; Los Angeles’tan sonra dünyanın en büyük ikinci film üretim merkezidir.
Başkan David Miller ve ekibi, Toronto’yu yaşanabilir ve refah seviyesi yüksek bir kent hâline getirmek için iktidara gelir gelmez, komisyonlar oluşturmuş. “Agenda for Prosperity”, (Refah Programı) adı verilen bir proje kapsamında kalabalık grupların katıldığı “arama toplantıları" düzenlenmiş. Binlerce Toronto’lu, bu toplantılarda nasıl bir Toronto hayal ettiklerini dile getirmişler.
Akademisyenler, iş, finans, kültür ve sanat dünyasının önde gelen temsilcileri Toronto’nun sorunlarının çözümü için fikirler üretmişler. Bütçenin nasıl kullanılacağı konusunda öncelikleri belirlemişler. Strateji komite tarafından yazıldığı için, mecliste de oy birliğiyle kabul görmüş, halkın da büyük desteğini almış.
Hiçbir yerel yönetim bu iş birliğinden kaçarak şehrini ileri taşıyamaz. Bunu yapacak olan birlikte çalışacağınız ekibinizdir.
Bununla ilgili olarak Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın tavsiyeleri “Çalışma ekibinizi iyi seçin. Suistimale karışan personeliniz varsa hemen idari ve hukuki işlem başlatın. Devletin malını suistimal edenlere sakın ola göz yummayın, anında gereğini yapın. Halkın içinde olun kapınızı ve telefonunuzu sürekli açık tutun. Zorunlu olmadıkça yurt dışı gezilere çıkmayın. Kentinizi boş bırakmayın. Yurt dışına giderseniz bile seyahati kısa tutun. Ankara'ya geliyorsunuz, görüşmelerden sonra hemen kentinize dönün. Ankara'da uzun kalmayın. Yarım kalan projelerinizi, devam eden projelerinizi kendi kaynaklarınızla bitirin” şeklinde.
İlkeler ve doğrular coğrafya ve zamanla sınırlı değil. Her yer için geçerli.
Sayın Erdoğan’ın “Zorbaların ve fırsatçıların kamu kaynaklarını keyfî kullanmalarına asla izin vermeyin” tavsiyesi çok önemli ve her alan için geçerli. Zira meydana gelen bir işgale zamanında müdahale edilmez “göz ardı edilirse”, kelebek etkisi yaparak tetikleyici olaylar zincirine yol açabilmekte ve geriye dönüşü de çok geç olmaktadır...
1994-2001 dönemi New York’un Belediye Başkanı Giuliani diyor ki: “Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından biri bile kırılsa, o camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırar. Ben ilk cam kırıldığında hemen tamir ettirdim. Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine, biri, bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen oradan kaldırmazsanız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Ben ilk konan çöp torbasını kaldırttım.”
Bunlar ve çok daha fazlası yazıldı ve konuşuldu.
Özetle şehircilikteki hâlen büyük eksikliklere ve yanlışlarımıza rağmen içinde bulunduğumuz dünya bize emanet edilen şehir ve topluma ortaklık, önderlik ve hamilik yapmaya bizi mecbur kılıyor.
İsmet Özel’in ifadesiyle; “Toparlanın! Gitmiyoruz...”
Bana kalırsa en önemli önceliğiniz, kuracağınız kadroların ehliyet ve liyakatidir. Ufkumuzu, hayallerimizi geleceğimizi ancak ehliyetli kadrolarla inşa edebiliriz.
Unutmayın; “Şeyhi uçuran mürididir…
.
Gözlüklü Galip Efendi’nin dönüşü
5 Nisan 2019 02:00
Sandığa emanet edilen “Millet İradesinin” sahiplenilmesi, korunması bir zincirin baklaları gibi uzun bir süreçtir. 31 Mart İstanbul seçim sonuçları zayıf halkayı bir daha ortaya koydu ki, insan faktörünün olduğu her alan istismara açıktır. “Derin Tarih” dergisi mart sayısında geçmiş seçimlerde kendi iradesini milletin iradesi ile takas etmek isteyenler olduğu gibi bugün de farklı yollardan aynı hamleleri yapmak isteyenler olabileceğine dikkat çekmişti.
Dergide, “Türkiye’deki ilk çok partili seçim olan 14 Ekim 1930 yerel seçimleri sırasında cereyan eden ilgi çekici olayları hatırlamaya ne dersiniz?" denilen makalede;
Seçimlere o döneme kadar devam edegelen tek parti Cumhuriyet Halk Fırkası ile “güdümlü” ve "göstermelik” muhalefet partisi hükmündeki Serbest Cumhuriyet Fırkası arasındaki seçimde yaşanan sandık skandalını (12 Ekim 1930 tarihli Son Posta) şöyle aktarmış.
“… Günün başlıca hadisesi, sandık başında memur sabık Emanet Memurlarından Gözlüklü Galip Efendi’nin ceplerine doldurduğu reylerle birlikte cürmü meşhut (suçüstü) hâlinde yakalanması olmuştur. Bu memur donuna varıncaya kadar yaptırdığı ceplere hep Halk Fırkası’na ait rey pusulası doldurmuş, zaman zaman ve fırsat buldukça bunları sandığa atıyormuş. Hadise, Serbest Fırka murahhasları tarafından görülmüş, kaymakam, merkez memuru, polis komiseri, polisler ve diğer memurlar huzurunda üzerinin aranması istenmiştir. Galip Efendi’nin üzeri arandığı zaman ceplerinden 400 kadar Halk Fırkası rey pusulası çıkmış, zabıt tutulmuş ve bu adam sandık başından uzaklaştırılmıştır.”
31 Mart seçimlerinde İstanbul seçim bölgesinde AK Parti oylarına fren yaptırmak isteyenler, ceplerinden sandığa oy pusulası dökmediler ama çok sayıda sandık sonuçları üzerinden kaydırmalar yaparak öne geçme hamlesi yaptıkları anlaşılıyor.
AK Parti’nin oyları tutanaklara doğru geçirilmemiş, çoğu dikkat çekmesin diye başka ve farklı partilere yazılmış. Ne var ki mızrak sandığa sığmadı!..
İstanbul seçim bölgesinde sandıklar üzerinden ciddi bir operasyon yürütülmüş, açılan sandık sayısı yüzde 98,8 oluncaya kadar önde giden AK Parti oyları bundan sonra demir atmış gelenler hep CHP hanesine yazılmaya başlanmış.
Ebette ki YSK’da başlatılan yeniden sayım ve mazbatalara geçen seçim sonuçlarının incelenmesi, sandıktaki hasarın boyutunu ortaya koyacak. Ancak insana dokunan bu sandıktaki oy gasbı nasıl önlenebilirdi?
Ortaya çıktı ki, İstanbul’da sandıkların bir bölümünde tahrifat yapılmasında maalesef teşkilat, sandıkları ve kendilerine emanet edilen oyları korumakta çok zayıf kalmış. Bu hendek kazılırken sandığa emanet edilen millet iradesine sahip çıkmakla görevli ve sorumlu olanların duyarsızlığı, dikkatsizliği kabul edilebilir değil.
Bu operasyon ile kurgulanan da İstanbul üzerinden Türkiye’ye yapılmış bir darbedir. Bu planlamayı yapıp uygulayanlar, “İstanbul’u düşürelim bir sonraki adımda Türkiye’yi düşürürüz” demişler.
Bütün gözler şimdi YSK’ da. YSK üzerinden yapılacak aklama ve düzeltmenin, hasarlı sandıklarda görev alanlar üzerinden açılacak bir soruşturma ile birlikte kamuoyuna açıklanması gerekir. Sandıktan çıkan 125 rakamını YSK'ya verilen birleşik pusulaya 0 (sıfır) olarak nasıl geçtiğini sormak gerekir.
Burada tartışılan mahalle muhtarlığı değil. Söylenen o ki, bir partinin iktidara yürümesi ve iktidardan düşmesinde İstanbul seçimleri belirleyicidir. 1994’te Erdoğan, Refah Partisi’nden belediye başkanı seçildiğinde bazı gazeteler “İstanbul düştü” manşetini atmışlardı. Şimdi Yunan gazetelerinin “Konstantinopolis kurtuldu…” diye başlık atmaları mücadelenin hangi zeminde, hangi hedefe yönelik olduğunu anlamak için yeterlidir.
Tabii, anlayana!..
Gözlüklü Galip Efendi’nin dönüşü
Sandığa emanet edilen “Millet İradesinin” sahiplenilmesi, korunması bir zincirin baklaları gibi uzun bir süreçtir. 31 Mart İstanbul seçim sonuçları zayıf halkayı bir daha ortaya koydu ki, insan faktörünün olduğu her alan istismara açıktır. “Derin Tarih” dergisi mart sayısında geçmiş seçimlerde kendi iradesini milletin iradesi ile takas etmek isteyenler olduğu gibi bugün de farklı yollardan aynı hamleleri yapmak isteyenler olabileceğine dikkat çekmişti.
Dergide, “Türkiye’deki ilk çok partili seçim olan 14 Ekim 1930 yerel seçimleri sırasında cereyan eden ilgi çekici olayları hatırlamaya ne dersiniz?" denilen makalede;
Seçimlere o döneme kadar devam edegelen tek parti Cumhuriyet Halk Fırkası ile “güdümlü” ve "göstermelik” muhalefet partisi hükmündeki Serbest Cumhuriyet Fırkası arasındaki seçimde yaşanan sandık skandalını (12 Ekim 1930 tarihli Son Posta) şöyle aktarmış.
“… Günün başlıca hadisesi, sandık başında memur sabık Emanet Memurlarından Gözlüklü Galip Efendi’nin ceplerine doldurduğu reylerle birlikte cürmü meşhut (suçüstü) hâlinde yakalanması olmuştur. Bu memur donuna varıncaya kadar yaptırdığı ceplere hep Halk Fırkası’na ait rey pusulası doldurmuş, zaman zaman ve fırsat buldukça bunları sandığa atıyormuş. Hadise, Serbest Fırka murahhasları tarafından görülmüş, kaymakam, merkez memuru, polis komiseri, polisler ve diğer memurlar huzurunda üzerinin aranması istenmiştir. Galip Efendi’nin üzeri arandığı zaman ceplerinden 400 kadar Halk Fırkası rey pusulası çıkmış, zabıt tutulmuş ve bu adam sandık başından uzaklaştırılmıştır.”
31 Mart seçimlerinde İstanbul seçim bölgesinde AK Parti oylarına fren yaptırmak isteyenler, ceplerinden sandığa oy pusulası dökmediler ama çok sayıda sandık sonuçları üzerinden kaydırmalar yaparak öne geçme hamlesi yaptıkları anlaşılıyor.
AK Parti’nin oyları tutanaklara doğru geçirilmemiş, çoğu dikkat çekmesin diye başka ve farklı partilere yazılmış. Ne var ki mızrak sandığa sığmadı!..
İstanbul seçim bölgesinde sandıklar üzerinden ciddi bir operasyon yürütülmüş, açılan sandık sayısı yüzde 98,8 oluncaya kadar önde giden AK Parti oyları bundan sonra demir atmış gelenler hep CHP hanesine yazılmaya başlanmış.
Ebette ki YSK’da başlatılan yeniden sayım ve mazbatalara geçen seçim sonuçlarının incelenmesi, sandıktaki hasarın boyutunu ortaya koyacak. Ancak insana dokunan bu sandıktaki oy gasbı nasıl önlenebilirdi?
Ortaya çıktı ki, İstanbul’da sandıkların bir bölümünde tahrifat yapılmasında maalesef teşkilat, sandıkları ve kendilerine emanet edilen oyları korumakta çok zayıf kalmış. Bu hendek kazılırken sandığa emanet edilen millet iradesine sahip çıkmakla görevli ve sorumlu olanların duyarsızlığı, dikkatsizliği kabul edilebilir değil.
Bu operasyon ile kurgulanan da İstanbul üzerinden Türkiye’ye yapılmış bir darbedir. Bu planlamayı yapıp uygulayanlar, “İstanbul’u düşürelim bir sonraki adımda Türkiye’yi düşürürüz” demişler.
Bütün gözler şimdi YSK’ da. YSK üzerinden yapılacak aklama ve düzeltmenin, hasarlı sandıklarda görev alanlar üzerinden açılacak bir soruşturma ile birlikte kamuoyuna açıklanması gerekir. Sandıktan çıkan 125 rakamını YSK'ya verilen birleşik pusulaya 0 (sıfır) olarak nasıl geçtiğini sormak gerekir.
Burada tartışılan mahalle muhtarlığı değil. Söylenen o ki, bir partinin iktidara yürümesi ve iktidardan düşmesinde İstanbul seçimleri belirleyicidir. 1994’te Erdoğan, Refah Partisi’nden belediye başkanı seçildiğinde bazı gazeteler “İstanbul düştü” manşetini atmışlardı. Şimdi Yunan gazetelerinin “Konstantinopolis kurtuldu…” diye başlık atmaları mücadelenin hangi zeminde, hangi hedefe yönelik olduğunu anlamak için yeterlidir.
Tabii, anlayana!..
.
Tır şoföründen hayat dersi
19 Nisan 2019 02:00
“Rol model", hayatta başarılı olmak isteyenler tarafından davranışları örnek alınan kişiler için kullanılan bir tanımlamadır. Kişilerin başkaları tarafından örnek alınan bir rol model olması için genel geçer kurallardan bahsetmek zor. Kişinin davranışları, mesleki ya da özel hayattaki başarıları gibi faktörler diğer insanlar tarafından "rol model" olarak benimsenmesinde etkili olabilmektedir.
Genelde “rol model” olan kimselerin akademik eğitim almış, ileri yaşlardan çıktığı zannedilir. Oysa genç kuşak içinden de fark edilenler çıkar. İlber Ortaylı’nın ifadesiyle; “Bir toplumda elit insan illa iyi hukukçu, iyi filozof veya iyi hekim demek değildir. Bir cemiyetin nitelikli insanı bir yazar kadar üstün nitelikli bir marangoz da olabilir.”
Nitekim önceki gün genç bir “Rol model” ile Esenboğa Havalimanı servisiyle giderken tanıştım. Oldukça genç yaştaki bu adam emsallerinin “ne iş olsa yaparım abi…” dediği bir çağda, tecrübe olarak “hayat yolunu” yarılamış olgunluktaydı. Temiz giyimi, düzgün konuşmasıyla mesleğinin tır şoförü olduğunu söylediğinde doğrusu beni şaşırttı.
Genç yaşta uzun yollara düşmüş ardından “zamanı geldi deyip” direksiyon başında ülkeyi defalarca katetmiş. Sayısız tecrübe yaşamış, yaşadıklarından dersler çıkarmış ve kendine rehber edinmişti. Kendisiyle hem katettiği uzun yollar hem de “hayat yolu” üzerine sohbet ettik.
Seminerlerde misafirlerle paylaştığım önemli bir konu şudur. “Başarının asansörü yoktur; bazen merdivenle bazen de sürünerek çıkılır. Kimin üzerinde çizik varsa ona ödül var. Ama çıkmak istediğiniz yer için hak ettiği emek ve alın terini harcamalısınız, kestirme yollar sizi zora sokar” diye anlatmaya çalıştığım “başarı için bedel ödeme” ilkesi üzerine mükemmel bir tecrübesini paylaştı.
Tırlar ve yük araçlarının seyir sırasında girmek zorunda olduğu “kantar”lar üzerine konuşurken “yollarda 'kara delikler' var. Taşıma kapasitesinin üzerinde yük alan bazıları, yük atanın da baskısıyla bazen kantarlardan kaçmak için bu 'kara delikler'i kullanır. Kendince 30-40 kilometre fazla yol gider ve cezadan kurtarmaya çalışır. Mesela Şanlıurfa çıkışında kantardan kaçmak isteyen şoför Suruç üzerinden dolaşarak kantarın önüne çıkar. Böylece kurtulduğunu zanneder. Oysa bu kâr değildir” dedi.
Hayatımız da “kara delikler” ile doludur. Benim hemen aklıma gelen ise emek harcamadan veya kolay yoldan hedefe ulaşmak isteyenler, bunu alışkanlık hâline getirenlerin de, 'kara delikler'e saklanıp “hayatın kantarlarından” kaçarak kâr ettiğini zannetmeleri oldu. Oysa hayatın kanunu yer çekimi gibi acımasızdır ve böyle kolaycı tipleri acımasızca yere çarpar.
Nitekim kantardan kaçanlar çoğu zaman ihbar edilir ve jandarmaya düşerler. Sonuç çok daha fazla ve ağır cezayla karşılaşmalarıdır. Hayat da böyledir...
Bu genç adam ilerleyen sohbette açılan bir kadro imtihanı için geldiğini ve başarılı bir mülakattan geçtiğini söyleyince şaşırmadım. Kendisine kazanmasının güçlü bir ihtimal olduğunu ve bunu hak ettiğini söyledim. Bundan sonra da aşacağı mesafeler için zaten emek ve bedel ödemiş.
Hayatta başarı, hazırlıklı olanlar içindir
.
Yerel yönetimlerde reform olsaydı!
22 Nisan 2019 02:00
Eğer Başkanlık sistemine geçerken buna paralel olarak mahalli idareler için de uyum yasaları çıkarılsaydı İstanbul başta olmak üzere “murdar” olan birçok seçim sonucu bugün hayatımızda olmayacaktı. Başkan bir partiden, meclis ekseriyetinin diğerinden olması gibi garip bir sonuç ortaya çıkmazdı.
Ön teker bir yana arka teker başka yana gitmesinden ibaret tablo ve bugün şiddetlenen bu problemin tartışma süreci doksanlı yıllara dayanır. Bu tartışmaya sıkça giren Merhum Vali Recep Yazıcıoğlu’nun belediye yönetimi ile ilgili görüş ve önerileri tam da bugünkü tabloya işaret ediyor.
“İcra organı olan belediye başkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi ve aynı zamanda karar organı olan meclise başkanlık etmesi modeli hilkat garibesidir. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir model yoktur. Eğer Başkanlık sistemi söz konusu ise belediye meclisi de kendi başkanını seçerek kuvvetler ayrılığı ilkesi geçerli kılınmalıdır… Yerel idarelerde de çift turlu seçim sistemi geçerli olmalı, (halk belediye meclisini) belediye meclisi kendi içinden ve (ihtiyaç duyarsa) farklı olarak dışarıdan profesyonel bir kişiyi belediye başkanı seçmelidir." (SİL BAŞTAN-Aralık 1999)
Mahallî idarelerde yapısal reformlar bugüne geldiğimizde ne için gereklidir? Sorusunun cevabı mevcut durumun 31 Mart seçim sonlarında üç büyük ilde ortaya çıkardığı meclislere bakarak anlaşılabilir.
31 Mart Mahallî İdareler Genel Seçimleri'nin (kesin olmayan sonuçlara göre) büyükşehir belediye meclislerinde İstanbul ve Ankara'da belediye meclislerindeki en fazla temsil sayısını Cumhur İttifakı, İzmir'de ise Millet İttifakı kazandı.
İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi'nde çoğunluk AK Parti ve Cumhur İttifakı'nda. 2014 yerel seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi, başkanla birlikte 310 üyeden oluşmuştu. Meclis'te AK Partili 180, CHP'li 123, Saadet Partili 1, İyi Partili 2 ve 4 bağımsız üye görev yaptı.
Bugünkü dağılım da dünden farklı olmayacak. 31 Mart sonuçlarına İtirazlar henüz netleşmese de AK Parti (Cumhur İttifakı) İstanbul ve Ankara'da ciddi bir şekilde Meclis'te çoğunlukta olacak. AK Parti açısından başkanlığın kaybedildiği birçok ilde de durum aynıdır.
Bu durumun, meclisleri nasıl tıkayacağına bakalım.
“Meclis'te kimin çoğunluğu varsa Birinci Başkanvekili ve İkici Başkanvekilini o grup seçer. Başkanlık divanı, başkan vekillikleri ve divan kâtiplerini meclis seçeceğinden ötürü çoğunluk kimdeyse o seçer. Komisyonlarda da AK Parti'nin çoğunluğu olacak…”
Önümüzdeki günler İstanbul seçimlerinin yenilenmesi için AK Partinin yaptığı itiraza YSK’nın vereceği karar beklenirken asıl tartışmalar “meclis-başkan çatışması”nı ortadan kaldıracak yasal düzenlemeler üzerinde olacak.
Nitekim yakın geçmişte Sayın Devlet Bahçeli'nin yerel seçimler için önerdiği “Öyle bir sistem inşa edilsin ki sadece büyükşehir belediye başkanını seçelim, o da üstlendiği görev ve yetkiye dayanarak ilçe belediye başkanlarını belirlesin" şeklindeki önerisinin ardından ifade edilen “Büyükşehir belediye meclisi seçilsin ve onlar belediye başkanını seçsin, bu daha çoğulcu, daha katılımcı. Bu da düşünülebilir" fikrinin yeniden gündeme getirilmesi yerel yönetimler için yakın gelecekte önemli yapı değişikliklerini mümkün kılabilir.
Hizmet değil kriz üretecek mevcut durumun bu değişikliği zaruri kıldığı önümüzdeki günlerde daha iyi anlaşılacaktır.
.
Durakta bekleyenler
26 Nisan 2019 02:00
Kendilerine siyaset yapma alanı açılmasını Türkiye’nin istikrarsızlığa düşmesinde en ucuzundan iktidarın hırpalanmasında arayanlar duraklarda beklemeye başladı. Yeni siyasi oluşumları kendi iddiaları ve toplumu ikna edecek fikirler yerine iktidar partisinden kopacak duraktaki kütlelere bağlayanlar geçmişte de yaşanmış ve kendileri açısından hiç de mutlu edici sonuçlar doğurmamıştır.
İktidarın geleceğini belirleyecek olan durakta bekleyenler değil bizzat iktidarın kendi tutumudur. 31 Mart Mahalli İdareler Seçiminde, iktidar açısından ortaya çıkan sonuçlar incelenirken, seçmenin hangi parametrelere göre davrandığının sağlıklı olarak tespiti iktidarın öncelikli meselesidir.
Tartışmalar Başkanlık sisteminin meşruiyeti üzerine değildir. Çünkü taban oyundaki dağılım, sistemin meşruiyeti tartışmalarını bitirmiş ve Devlet Başkanı Erdoğan’ın bu seçimde ikna edici yeter seviyede siyasal destek bulduğunu ortaya koymuştur.
O hâlde duraktakileri ve muhalefeti iştahlandıran nedir?
Bütün zamanlarda ve bütün seçimlerde tartışmasız olarak iktidar olma gücü halk desteğine dayanır. İnsanların oy verme davranışını etkileyen temel faktör siyaset aktörlerinin kendileri ile olan ilişki gücüdür. Arada mesafe açıldı mı muhalefetin yanı sıra dışarıdan ve içeriden birçok unsurun iştahı kabartan çatlaklar ortaya çıkar.
Sonuçta 31 Mart Seçim Sonuçları ve önümüzdeki muhtemel gelişmeler üzerine herkes durduğu yerden bir şeyler söylüyor. Ben, seçim sonuçları için birçok siyasetçi ve yazarın ifade ettikleri “iktidar cenahında rehavet, aşırı öz güven ve rakibi küçümseme, iktidar partisinin sandık müşahitlerinin gevşekliği...” gibi sebepleri yeterli görmüyorum.
Seçmendeki aşınma kısa süre içinde meydana gelmez. “Seçimleri kim kazanır?” başlıklı 11.03.2019 tarihli yazımızda;
“Şimdi önümüzdeki yerel seçim sonuçlarını malzeme yapan anketörler muhtemel sonuçları bugüne göre değerlendiriyor hepsi o kadar. Geçmişe baktığı yok. Hâlbuki sahadaki siyasetçi hakkında seçmenin, siyaset aktörleri ile olan ilişkilerinden beslenen, uzun zaman içinde oluşmuş bir kanaati var. Bunu değiştirmek günübirlik, ha deyince olacak iş değil, normalde sandık sonuçlarına yansıyacak olan da budur.
Seçim sonuçlarını lehine değiştirmek isteyenler için 'adayların öncelikle seçmenleri ile aralarındaki ilişkiyi güçlendirip, köprüleri yeniden inşa etmeye ihtiyaçları var' diyen arkadaşım bu saatten sonra herhâlde beş yıl sonrası için tavsiyelerde bulunuyor. Bugün için, kimin kazanacağı bilinmeyecek şey değil, eğer sahanın içindeyseniz ve iyi bir siyaset fanatiği iseniz bunu görebilirsiniz” diye özetlemiştik.
Dışarıdaki ve içerideki muhalefetin ve topyekûn halk tabanının gözü AK Parti’nin tavandan tabana kadar inen nasıl bir siyaset, nasıl bir parti yönetimi belirleyeceğinde. En güçlü ihtimal operasyonların seçmen üzerinde kısa devreye sebep olan teşkilatlar üzerinden olacağıdır. “Türkiye siyasetinde yeni model” arayışı diye bir beklentide olmamak lazım zira daha önce bilinmeyen, denenmemiş haritalar yok.
Aklın yolu bir, ortalıktaki toz dumana bakmadan AK Parti teşkilatları ait olduğu yere, halkın içine dönmeli. Durakta bekleyenler de, duraktakilerden medet umanlar da buharlaşır gider. Kemal Öztürk’ün dediği gibi: “Bir şehri, belediyeyi kaybetmek önemli değildir. Tekrar kazanılır. Ancak asıl büyük kayıp, AK Parti’nin en büyük sermayesi olan ‘inandırıcılığı’ yitirmesi olur. Bundan sonra bu yarayı iyileştirmeye odaklanmalı AK Parti.”
.
Kendi dünyanı yerinden kendin oynatacaksın
29 Nisan 2019 02:00
Kime sorsam hâlinden ve zamanından şikâyet ediyor ama kimse de kendini, bulunduğu ortamı değiştirmek istemiyor. Alışmışlıkta garanticilik var ve bizi perişan ediyor. Her gün aynı sokaktan geçip, aynı insanlarla konuşup, aynı sebeplere başvurup farklı sonuçlar bekliyoruz. Delilik veya miskinlik dedikleri tam da budur. Aynı pencereden bakan, farklı manzara görmez. Mesele insanın kendine, rahat hissettiği alanın dışında bir pencere açabilmesidir. Bu cesaret ister. Bunu yapabilen o pencereyi açıp dışarıda farklı dünyalar görebilir.
Değişim riskli ve maliyetli. Neticede değişik yerler (insanlar) tanımak, değişik gruplara girmek lazım. Bu her işte geçerlidir. Uzmanlar “Tek bir yere girip kalmayacaksın, kendini geliştirmek istiyorsan farklı yerlere de (farklı yerlerden de) bakacaksın” diyor olsa da, dediğim gibi memlekette garanticilik esastır.
Oysa bunun başlangıcı, ucuz ve kolay yolu kitap okumaktan geçer. Kitap okumak insanın hayal gücünü geliştirdiği gibi; aklını, fikirlerini, hayata bakışını da değiştirip geliştirir, insana kendi dünyasını yerinden oynatır.
Og Mandino’nun (1923-1996) hikâyesi geçenlerde konu oldu. Paylaşalım... Kendisi bir satış uzmanı ve "Dünya'nın En İyi Satıcısı" kitabının yazarıdır. Günümüzde hâlen en fazla saygı duyulan yazarlar arasındadır. Kitapları 50 milyonun üzerinde satmış ve 25 değişik dile çevrilmiştir. Success Unlimited dergisinin 1976 yılına kadar başkanlığını yapmış ve National Speakers Association’ın tüm zamanların en iyi konuşmacıları arasına girmiştir.
Yazar bu başarısını bir ɑndɑ elde etmemiştir. Hayatının nasıl değiştiği hakkında trajik bir hikâyesi var. Meraklıları için paylaşalım. Kim bilir belli mi olur belki birimizin hayatını değiştirir.
Mandino sigortacılık yaptığı bir dönemde, her şeyini kaybeder. Parasız kalınca, eşi çocuğunu dɑ alıp onu terk eder. Kendini alkole vurmuş, hɑyɑtınɑ son vermeye karar vermiştir. Kendisi anlatıyor:
“Yağmurlu, kasvetli, gri, ıssız ve tehlikeli bir sabah kendisini yağan yağmurdan korumak için bir tefeci dükkânının kırık penceresine dayanmış bir adamın sakallı yüzünü birkaç dakika pencerenin camına dayadıktan sonra dükkânın kirli ve tozlu raflarında bir şey dikkatini çekiyor. Küçük bir tabanca ve tabancaya iliştirilmiş sarı bir etiket 29 dolar...
Adam kirli pantolonunun cebinden üç tane ıslak on dolarlık çıkarıyor. Bu dünyadaki tek varlığı ve bütün dertlerimin çözümü bunda!. ‘Bu silahla birlikte birkaç mermi alırım ve o iğrenç odama geri döner, sonra silahı doldurur başıma dayarım… Ve tetiği çekerim gider! Ve bir daha asla aynadaki o korkunç çökmüş yüzümle karşılaşmam’ diyor...”
"… Bu dükkânın dışında ne olduğunu bilmiyordum. Beni kararımdan döndürecek ne bir ses duydum, ne de gözlerimi kör eden bir ışıkla karşılaştım. Tek hatırladığım; arkamı dönüp tefeci dükkânından uzaklaştığım, yağmurlu caddede yürüdüğüm sonra da sıcak ve güzel bir yer olan Halk Kütüphanesine sendeleyerek girdiğim...
Annemin üzerimdeki etkisi sayesinde kitaplar benim daima arkadaşım oldular. Bundan sonra zamanımın büyük bir çoğunluğunu bu sessiz ve huzur dolu sığınakta (kütüphanede) bazı sorularıma tekrar cevap bulmak için harcamaya başladım. Nerede yanlış yapmıştım? Bundan böyle ne yapabilirdim?.."
Mɑndino intihar etmekten vazgeçtiği günden on sekiz ay sonra “The Greatest Salesman-Dünyanın en iyi satıcısı” adlı küçük kitabını yayınladı. Yirmi yıl sonra bu kitap tüm dünyadaki en çok satan kitap unvanını kazandı ve on milyondan fazla basılarak tam on sekiz dile çevrildi.
Bir kitap bir hayatı değiştirdi ve bir hayat da diğerlerini.
“İnsan kalitesi köklü bir kültürden geçer. 'Cultura' demek bir toplumda insanların 'zamanları ve mekânları' avuçları içinde tutması demektir. İktisadi krizler ve problemler bu avucu hiçbir zaman açamaz, onlar geçici şeylerdir.
Bir millet krizle düşmez veya yükselmez. Bir millet ancak insanının eğitim niteliği yüksekse yükselir, gelişir, zenginleşir. Bu da eğitimden geçer. (Değişmek isteyenler!...) Dilinizi, intibaınızı tecrübe ve görgünüzü geliştiren, dünyaya bakışınızı değiştiren insanlar önemlidir. Onlarla bir araya gelmeye gayret ediniz” diyen Prof. Dr. İlber Ortaylı haklı.
"Onları nereden bulacağız ki bir araya gelelim?" diyorsanız en yakın kütüphaneye gidin. Orada sizi bekliyor…
.
Akıl ve vicdanın çöpe gitmesine kimse müsaade edemez…
3 Mayıs 2019 02:00
Bir de kendisinin; dara düşmüş insanlara, yardımcı olmaya çalışan “Yaşam Koçu” olduğunu söylüyor. 4 yaşındaki bir çocuğun uğradığı taciz üzerinden ideolojik saplantılarını zehir gibi akıtmaktan çekinmeyen bu kadına “Yaşam Karartan” demek daha doğru olur.
Sosyal medyada toplumu dehşete düşüren “Yılanın başı küçükken ezilmelidir. O çocuğun ailesi AK Parti’nin yemlediklerinden ise ve bir gün ortalıkta gezinip bilinçsizce AK Parti’yi destekleyenlerden biri olacaksa bunu yaşamış olması daha iyidir. Değmez bu insanların çocukları için bile olsa…” şeklindeki rezil paylaşım ancak hastalıklı bir ruh hâlinden çıkar.
CHP Ankara milletvekili Gamze Taçıer’in de “Bence bu kişinin yargılanması lazım. Bu yazdıkları aynı zamanda halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmektedir.” dediği rezil sosyal medya paylaşımının ortalıkta dolaşması da, sahibinin “yaşam koçu” olarak ortalıkta dolanması da ahlaki ve hukuki sonuçlarından başka sahte doktor, sahte öğretmen, sahte komiser gibi temsil ehliyeti olmayan veya ehliyetini kaybetmiş insanların icrayı meslekte bulunması gibi tehlikelidir.
Türkiye Hukuk Platformundan yapılan açıklamada bu sosyal medya paylaşımının suç unsuru niteliğinde olduğu aktarılarak;
"Siyasetin hiçbir zaman konusu olamayacak kadar korunması gereken çocukların basit bir zihnin ürünü bir açıklamaya konu olması oldukça kötü bir durumdur. Bu açıklama aynı zamanda bir suç niteliğindedir. Türk Ceza Kanunu 103. maddesi çocukların cinsel istismarını önlemek amaçlı tedbirlerini almış ancak bu kişi bununla da yetinmeyip tecavüzün dahi belli şartlar olursa makul olabileceğini söyleyecek kadar ciddi bir suça teşvik açıklaması yapmaktadır. Bu açıklama Çolpan Işın Taner'in aynı zamanda suçu işleyenlerin yanında azmettirici konumuna yer almasına neden olacak kadar şiddetli bir söylemdir. Ayrıca bu kişi yazmış olduğu irade açıklaması ile nefret suçu işlemiş ve ayrımcılık yasağına aykırı beyanlarda bulunmuştur." deniyor.
TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Başkanı Canan Kalsın da “Bu insanın gözünü karartarak bunu söyleyebilmesi normal bir ruh hâlinin işareti değildir. Bu kişinin cezai ehliyeti var mı yok mu önce ona bakmak, akıl sağlığını kontrol ettirmek lazım” diyor. Sonuçta hakkındaki yasal takibat bir yana mesleğin icrası bakımından da tedbir almak gereği ortaya çıkıyor.
Karantina (Osmanlı Devleti karantina usulünü uygulamaya başladığında bu kelimenin yerine daha çok “usûl-i tehaffuz”, tabiri kullanılmıştır.) bulaşıcı bir hastalığa maruz kalmış veya hastalığa yakalanmış olma potansiyeli olan insan veya hayvanların bu hastalığı yaymalarının önüne geçmek için hareketlerinin kısıtlanması, hastalığın görüldüğü bölgeden dışarı çıkmalarının engellenmesidir.
Ne var ki bugüne kadar yapılan karantina uygulamalarında sadece bedensel hastalıklardan bulaşıcı olarak bilinenlerin yayılmasını engellemek için yapılan bir uygulama olarak biliniyor. Oysa toplum için bugünkü tehdit ve tahribat düşünce bozukluklarından kaynaklanıyor.
Gazete sayfalarındaki anlamsız cinayetlere, anne baba ve eşe yönelik şiddete, evlat tacizlerinden düşünülmesi dahi mümkün olmayan artışlara açın bakın. Bütün bunlardan bu hastalıklı bilinçler sorumludur. Daha da tehlikelisi toplumda bu tür olayların giderek daha az rahatsız edici, daha az tiksinti verici ve nefret uyandırıcı olarak görülmeye başlamasıdır.
Bu taşlaşmış vicdanların “bu tür olayların meşrulaştırılmasında giderek daha az rahatsız edici, daha az tiksinti verici ve nefret uyandırıcı olarak görülmeye başlaması için” yaptıkları medyatik saldırılar karşılıksız kalmamalı.
İnsan eylemlerini denetleyen “akıl ve vicdanın” çöpe gitmesine kimse müsaade edemez
.
Muhalefetin sindirilmiş iktidar arayışı
6 Mayıs 2019 02:00
ABD’den yapılan “Türkiye’nin seçim sonuçlarını kabul etmesi gerekir” açıklaması, içeriden muhalefetin YSK üyelerini “iptal kararı verirseniz insan içine çıkamazsınız. Kızılay’da yüzünüze tükürürler” diye baskı altına almaya çalışan yorumları, geçmişte Turgut Özal’ın Türkiye’yi değiştirme modeli ve hamlesine karşı direnen güçlerin açık ve örtülü operasyonlar ile “Sindirilmiş İktidar” arayışının bugün de AK Parti üzerinden devamıdır.
İçeriden ve dışarıdan seçmen tabanın da AKP karşısına alternatif bir siyasi ekip çıkarma ve muhalefeti AK Parti içinden malzemelerle tahkim etme gayreti depreşti. Muhafazakârlık, toplumbilim, gazetecilik, ekonomik bunalım, gibi pek çok kavram üzerinden yürüyen bu gruplar AK Parti’nin gidişine yön vermek istiyorlar.
Yeni muhalefet kurgulayanlar, AK Parti’yi hedef almakta, burada meydana gelecek irade boşluğuna kendi oturarak temsilde takası hedeflemektedir. Yüzleri halk tabanına değil doğrudan AK Parti kadrolarınadır. Ne AK Parti tabanından ne kadrolarından vazgeçiyorlar.
Buna mukabil kendi içinde hasarlı alanları sürekli tamir etme gayretindeki AK Parti, kendisini iktidarda tutmanın yegâne yolunun tabana sadakat ve halk desteği olduğunun bilincinde. Bunu askıya almadığı sürece desteklerin devam edeceğinin farkındadır.
Türkiye’de iki önemli hamle her zaman yeni siyasi organizasyonları ortaya çıkardı ve iktidara taşıdı.
İlki, süratle kent nüfusuna evrilen ve ardından kent taşrasında sıkışan kırsal nüfusun kentin merkezinde ve yönetiminde pay almak isteğine karşılık vermesi. Refahtan pay almak isteyen “nisbi mağdurları” oluşturan sayısal çoğunluğu temsil edecek siyasetçi profilinin halk tabanında karşılığını vermek. “Çoban Süleyman” “Karaoğlan” ve “Reis” gibi.
İkincisi ise demokratik paylaşımın “muhafazakârlık” ile bütünleşmesi.
Ancak yerleşik siyasi düzen dediğimiz “statükoculuk” sermaye ve siyaset elitleri hiçbir zaman merkeze taşınmak isteyen kırsal tabana uzun vadeli tam iktidar çoğunluğunu vermedi. Bu durum karşısında part-time iktidar kadroları kendilerine verilen bu süreleri değerleri hâkim kılmaktan çok refahtan pay almak üzerine kullandıkları görüldü. Zayıf iktidarlar statükonun koruma çemberini (siyasi partiler, yargı, bürokrasi, akademik dünya) aşmak yerine onlarla uzlaşmayı ve paylaşmayı tercih ettiler. Bu da seçmen tabanında “teslimiyet” olarak algılandı. Bunun istisnası kesintisiz ve uzun iktidar süresince AK Parti olmuştur.
Geçmiş günün şartlarında sürekli olarak Demokrat Parti ve Menderes tecrübesi AP ve ANAP için bir tehdit referansı olarak kullanıldı. Zayıf iktidarlar ve zayıf siyasi partiler o günün şartlarında sindirilmiş iktidarların parçaları olarak yorgun düşüp ülkeyi koalisyonlara teslim etti. Tam da iç ve dış muhaliflerin aradığı şey.
Bugün Türkiye’nin itilmeye zorlandığı ortam budur. Koalisyonlar, zayıf ve teslimiyetçi iktidarlar.
Güneyimizdeki sıcak ortam ve ekonomik müdahaleler üzerinden kurgulanan dış tehdit sarmalında AK Parti’yi törpülemek için içeriden parça koparma yolu deneniyor. Sayın Erdoğan bunu en iyi fark eden ve tedbir geliştirendir. Geçmişte AK Parti kadrolarında hizmet vermiş çoğu siyasetçinin de bu muhalif hamleyi fark ederek iştah kabartıcı söylemlerden uzak durması gerekir.
Muhalefete laf yetiştirmek zaman kaybıdır. AK Parti, kendi siyasi hareketine karşı içeriden geliştirilmek istenen çürütme hareketini ayıklamak, metal yorgunlarını dışarı atma hamlesini tamamlamalıdır.
Türkiye geçmişte “sindirilmiş iktidarlar” ve güdümlü siyasetçiler üzerinden heba olan zamanı, kaynakları ve patinaj yapmaktan düştüğü yorgunluğu unutmadı. Muhalefet yapmak fikri düzeyde bir eleştiriye dayanır ve sorumluluk gerektiren bir iştir.
Onu karalama aracı ve iktidara çıkma asansörü zannedenler yerde yatanlara bakmalıdır.
.
İstanbul’u hileyle rehin alamadılar
10 Mayıs 2019 02:00
İştah kabartacak ortamlar suçu meşrulaştırmaz. Çalıntı bir mal üzerinde de mülkiyet hakkı iddia edilemez.
Zamanında personel şefi olmayı çok isteyen bir çalışana arkadaşları “kara mizah” türü, ağır bir tezgâh kurdu. Personel müdürü yıllık izne ayrılınca sahte bir tayin yazısı düzenleyip postaya verdiler. Sonra yazı arkadaşlarına ulaşınca hepsi sıraya girip yeni görevini tebrik ettiler. Mevcut müdürün gelmesine kadar bu şaka devam etti ama müdür göreve dönüp durum ortaya çıkınca hepsi karakolluk oldu. Sonuçta şaka olduğu anlaşıldı ama ortada daha ciddi bir sorun vardı.
Şaka mağduru olayın şaka olduğunu kabul etmiyor, odayı ve koltuğu terk etmiyordu...
31 Mart yerel seçimlerinde İstanbul bölgede faili çok da meçhul olmayan bir cürüm var. Ülke için ciddi maliyetlere sebep olan bu sandık hırsızları elbette ki yargıda hesap vermeli. Şimdilik daha önemli görünen milletin yenilenecek seçimde koltuğu kime emanet edeceği.
Seçmen iradesini ortadan kaldıran ve seçimin yenilenmesine sebep olan cürüm “hem sandık başkanları ve sandık kurulu memur üyeleri konusunda hem de oy sayım ve döküm cetvellerinde" yapılan usulsüzlüklerdir. YSK 42 bin şüpheli oy pusulasının varlığının seçim sonucunu doğrudan etkileyeceğine hükmetti ve seçimleri yenileme kararı aldı.
Ancak CHP ve İmamoğlu bu travmayı kolay atlatamaz, ikna etmek zaman alacak gibi görünüyor.
YSK kararı turnusol kâğıdı gibi, herkesin ne mal olduğunu ortaya döktü. Seçimlerin yenilenmesi yönünde irade koyan üyelere çete mensubu muamelesi yapanlar, İmamoğlu’nu başkanlığı elinden alınmış mağdur siyasetçi olarak pazarlayanlara kadar geniş bir pazar sergisi.
En dikkat çekeni de partisini bir türlü kuramayan Sayın Abdullah Gül’den geldi. YSK’nın seçim yenileme kararını 2007 yılındaki kendi hakkını gasbeden 367 kararına benzetiyor.
Bu acayip garaip değerlendirme karşısında hâlen AK Parti çatısı altındaki çok sayıda sözde AK Partili “mıyy… mıyy…” karnından konuşurken Sayın Gül’e cevap “İstanbul’u hileyle rehin alamadılar” diyen MHP lideri Sayın Devlet Bahçeli'den geldi.
Sayın Bahçeli “367 tezini ortaya koyup kendi Cumhurbaşkanlığını engellemeye çalışan bir zatın görüşünü şimdiki ile benzeştirip, iki üzüntü yaşadığını söylemesi mümkün değildir. Kendisinin cumhurbaşkanı olması için üçüncü turu deneyen AK Partiye vefasızlık yapıyor.”
Sayın Gül’ün bir öfkenin dışa vurumundan ibaret bu açıklaması şüphe yok ki 367 yoklamasında o gün kendisini engelleyenleri çok mutlu etmiştir.
Şimdi İmamoğlu’nu mağdur siyasetçi olarak vitrine sürme zamanı. Buradan da bir taban oluşturmaya çalışacaklar. Oysa gerçek resim, YSK karar gerekçesine bakıldığında mağdurdan ziyade durumdan istifade ile koltuk işgalcisine benziyor.
Burada dikkat çeken şey (sözüm ona) bugün aktif olmayan bazı siyasetçilerin AK Parti il teşkilatlarının sandıkların sahiplenilmesinde gösterdikleri zaafı bu işgal için masumiyet karinesi olarak ileri sürmeleri. “Sandığa sahip çıksaydın” diyorlar. Aslında bu tavırlar hakkı teslimiyet değil içeride kalmış öfkenin geri dönüşümü gibi geliyor.
Bu sataşmaya mukabil, satmaya eş değer bir ihmalkârlıkla sandıkları sahipsiz bırakmak, "itimadı nefs” ve gevşeklikle izah edilemez. Bunun hesabı da elbet gündeme gelir.
Seçmen davranışları üzerinden analizler yapan AK Partinin ana hedefi 31 Mart’ta sandığa gitmeyen bir milyon 700 binin üzerindeki seçmeni sandığa götürmek olacak. Küsen ve sandığa gitmeyen seçmene “tek bir oyun bile ne kadar önemli olduğu” anlatılırken “Vatandaşla aranıza duvar örmeyin" diye sürekli olarak ikaz edilen AK Parti teşkilatlarının da yaşananlardan ders çıkarması şart.
.
Kendi diline tercüman arayan nesil!..
13 Mayıs 2019 02:00
Dün gazetemizin “Geniş Açı” sayfasında değerli N. Aydoğan Ünal “esas beka meselesi; dilimiz” başlıklı yazısında Uydurma Türkçe hamlesi ile dilimizin nasıl kabile lisanına döndüğünü anlatmış.
Ünal “Bundan 30-40 sene önce uydurma dille mücadele eden çok kıymetli edebiyatçılarımız, yazarlarımız vardı. Maalesef bugün Türkçemiz sahipsiz ve garip kaldı. Dilimiz fakirleştirilerek kabile lisanına döndü. Artık gençlik 1950'den önceki kitapları gazeteleri okuyup anlayamıyor. Hâlbuki bir Fransız genci Victor Hugo’nun, bir Rus genci Tolstoy’un kitaplarını okur ve anlar” diyor.
Bu “Dil kıyımından maksadın” geçmişle irtibatın kesilmesi ve dil üzerinden köklerin kurutulması olduğu açıktır. Ama daha fazlası var, Türkçeyi kurutanlar, sadece geçmişi değil geleceği de gömüyorlar.
Dil kurutulduğunda fikir de kurur. Yazar George Orwell (1903-1950) ünlü romanı “1984”te despot bir yönetimin hükümranlığı altında yaşayan kahramanı Winston Smith’in dünyasında insani değerler teker teker yok edilirken Dil’in de nasıl ve niye katledildiğini şöyle anlatıyor:
Winston, "sözlük nasıl gidiyor?" diye sordu. Syme hemen cevapladı: "Dile son biçimini veriyoruz, başka bir dil konuşan hiç kimse kalmadığında alacağı biçimi. Sözlüğü tamamladığımızda senin gibilerin dili yeni baştan öğrenmeleri gerekecek… Sözcükleri yok ediyoruz, her gün onlarcasını, yüzlercesini ortadan kaldırıyor, dili en aza indiriyoruz… Maksadın düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşünce suçunu tam anlamıyla imkânsız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük kalmayacak… Tüm gerçek bilgiler silinip gitmiş olacak, tüm eski edebiyat ortadan kalkmış olacak…" Winston, kendi kendine; “Çok zeki, her şeyi çok açık seçik görüyor ve sözünü sakınmıyor. Çok gitmez bu adamı buharlaştırırlar… ”
Orwell’in hikâyesi 1920-1950 arası sürdürülen ara dönem frenlerine rağmen tekrar azıya alan dil kıyımının niçin yapıldığı hakkında bir fikir veriyor.
Bir insanı istediğiniz gibi düşündürmek, düşüncü havuzunu daraltmak istiyorsanız, ona istediğiniz dili öğretin, böylece bu kişinin düşünce dünyasına hâkim olabilirsiniz. Araştırmalarda insanların; ana dili ile düşündükleri ortaya çıkmıştır, bu da şunu gösterir insanların düşünmesi için ana dillerinin olması gerekir.
Ancak bu ana dilin üzerinde bir hâkimiyet (yok etme, daraltma) kurulursa ne olur?
Yazar Hayati İnanç bir konuşmasında serbest avukatlık yaptığını, ancak eski Türkçeden bugünün Türkçesine tercüme yapmaktan büyük keyif aldığını dile getirirken;
“Edebiyatın ustalarıyla 45 yıldır sohbet ediyorum. Bizlere harika şiirler, mısralar bırakarak gitmişler. Fakat biz onların kullandıkları dili, lisanı unutmak için özel bir gayret sarf etmişiz. Kendi dilini -tercümesi olmadan anlayamayan bir nesil- yetiştirmek üzere akıllara ziyan bir gayret göstermişiz” demişti.
Oxford Üniversitesi'nin önde gelen Türkçe araştırmacılarından, Profesör Geoffrey Lewis’in bizdeki dil üzerindeki operasyonları anlattığı “Trajik Başarı-Türk Dil Reformu” konulu ciddi bir çalışması var. Lewis, diyor ki:
“Bir metnin kaleme alındıktan otuz küsur yıl sonraki nesillerce anlaşılmaması hakikaten trajik bir durum. O zamanlar yazılan kitapların şimdiki insanların okuyabilmeleri için ‘modern Türkçeye yapılan çevirilerinin’ bulunması sadece basit bir dil dönüşümü olarak açıklanamaz. Çünkü dil özünde bu kadar hızlı bir değişime açık değildir. Bu açıdan dil muhafazakârdır diyebiliriz. Her dil bir gelenektir ve gelenek, haksız yere yapılan müdahale durumunda manasız bir hâl alır, ortaya bir ucube çıkar.”
Öyle de oldu, kendi dilinde tercümesi olmadan anlaşılamayan ucubeler üretmeyi başardılar
.
Bir musibet bin nasihat...
20 Mayıs 2019 02:00
İhtiyaçsızlık azgınlığa sebep olur derler. “Sekülerleşme ve kentleşme seçim sonuçlarını muhafazakâr-liberal partiler aleyhine değiştiriyor, 31 Mart seçimlerinde CHP lehine gelişen sonuçlar da bu yüzden" diyenler sosyoloji bilmeyenler.
Aslında sekülerleşme ve iktidar olmanın dayanılmaz cazibesi çoğu zaman muhafazakâr demokrat partilerde kendi içinde değişime, çözülme ve kırılmalara yol açar. Ancak, tahribat, misyondan sapmalar ve kanal değiştirme seçmen tabanından çok siyasetçide yaşanabilir.
Buradan bakarsak seçmeni terbiye etmek isteyen siyasetçi işe kendinden başlamalıdır. Nitekim 31 Mart seçimleri sonrası yaşanan da budur.
Önce bir gerçeği teslim edelim. İnsanın; dört başı mamur bir hayatı olunca, Hakka, hakikate, adalete, insana saygıya, vatana, vatandaş olmaya, güven içinde gelecek korkusu olmadan yaşamaya ihtiyacı kalmıyor mu? Tam da aksine;
Sahiplendiğimiz varlık arttıkça onları kaybetme korkusu bizi kuşatır. Yükseldikçe düşme korkusu artar. Çünkü zenginlik ve iktidar hırsı deniz suyu içmeye benzer, insan ihtiyacı arttıkça bağımlılığı da artar. İhtiyaç duyduğu şey hayatına egemen olur. İşte sekülerizm denilen dünyevileşmenin kontrol edilmediğinde insana getirdiği budur. Eşyanın kutsanması…
Dünyevileşme dediğimiz çember içine sıkışmış “hakikatin dünyasına duyarsızlaşmış, yabancılaşmış, omurgasını yitirmiş dünyada kendini tehdit altında hisseden insanlar için” AK Parti’nin kendini üzerine bina ettiği, “muhafazakâr demokrat" kimliği ve duruşu aydınlık bir kapı olmuştur. AK Parti bu duruşla toplumda karşılık bulmuş, kimseye nasip olmayan bir siyasi yelpazede oy alması ekonomik kalkınma programlarından çok bu zenginleşme dönemine geçişte manevi değerleri heba etmemek için gösterdiği duyarlılık olmuştur.
Seçmen kalkınma programları üzerinden hoşnutsuzluk göstermiyorsa sıkıntı nerede?
AK Parti yenilenen seçimlere sadece sandık güvenliği ile ilgili tedbirler, günübirlik ekonomik tedbir paketleri geliştirerek girmiyor, böyle de olması lazım. Tedbir sahası, fabrika ayarları dediğimiz “kurucu ilkeler, kurucu kimlik üzerinde" de yoğunlaşıyor.
İnsan durduğu yeri değiştirirse herkesin yerini değiştirdiğini zanneder. Siyasetçiler için de öyledir.
YSK, İstanbul seçimlerinin yenilenmesi kararını aldıktan sonra, AK Parti "küskün seçmenler”den sonra “küskün partililere” dönük bir seri tedbir almanın içinde. Parti kurulduğundan bu yana İstanbul’da görev yapmış teşkilat yöneticileri de devreye sokuluyor.
“Vefa Buluşmaları” adı altında eski partililerin, teşkilatlarda emeği geçmiş ama hâlen aktif olarak görevde olmayanların da seçim çalışmalarına katılması isteniyor.
Artık şunu merak etmeye lüzum yok: “İstanbul’da yenilenecek seçim sonuçları AK Parti açısından geçmişteki 7 Haziran’dan 1 Kasım’a geçiş gibi olur mu?" Bunu belirleyecek olan AK Parti teşkilatlarının seçim sonuçlarını nasıl anladığı ve karşılık olarak göstereceği performansla birlikte seçmen tabanının da bunu yeterli ve ikna edici bulup bulmadığıdır.
AK Parti lehine ortaya çıkacak olan fark, farklı kaynaklardan çeşitli yönlendirmeler olsa da milletin verdiği mesajın seçmen tabanında nasıl algılandığı ve gereğinin ne kadar yapıldığının da puanı olacaktır.
.
“Son Cemre” toprağa düştü
24 Mayıs 2019 02:00
“Son Cemre” toprağa düştü. Eğitimci-yazar ve dost Hamdi Ülker de önceki gün uzun süredir muzdarip olduğu amansız hastalıktan kurtulamayarak aramızdan ayrıldı. Perde arkasından çağrıldıkça gidiyoruz, etrafımız boşaldıkça arkasından koştuğumuz dünya daralıp küçülüyor ve tıpkı şairin deyimiyle “Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; Gittikçe artıyor yalnızlığımız.”
“Bir gün öleceğini hatırlamak kaybedecek bir şeyin olduğu tuzağından korunmak için bildiğim en etkili yol. Onun için her günü son günün olarak yaşa mutlu olursun” diye insanları ikna etmeye çalışırken bunu kendine söylemek kolay; asıl zor olan “sevdiklerine” söylemek.
Hamdi Ülker kalemine mürekkep diye yokluk, darlık, sıkıntı ve alın terini çekmiş bir arkadaşımızdı. Yüzüne bakınca kızaran, herkese karşı utangaç, hepimiz kadar ürkek hepimiz kadar delikanlıydı. Yazdıkça açıldı, hepimize yeni kapılar açacak hikâyeler yazarak olgunlaştı ve en verimli çağındaydı.
“Son Cemre”yi yazmadan önce sosyal medyada paylaştığım puslu ve silik çocukluk günlerinin arkasında kalmış bir hatıramı yayınlayınca aynı gün telefonda arayarak ağlamaktan zorlukla konuşarak bu hikâyeyi “Son Cemre” isimli yeni kitabının merkezine koymak istediğini söylemişti. "Büyük mutluluk olur" dedim.
Biz yazarların dünyası kendi aralarında geçişkendir. Bizi en iyi anlayan yine bizim gibi biridir. Semazenler gibi kendi etrafımızda döner dururuz. Gidenin arkasından yazmak daha zor, her ölüm kendi dünyasını yıkarak gider ve her biri kendine özeldir.
Hamdi kardeşimin ayrılığı da aynen "Bir Kızılay Mahallesi Hikâyesi” kahramanı gibi çok mütevekkil, davete icabet eden bir kabul içinde oldu. Sizinle tekrar paylaştığım bu hatıra “Son Cemre”nin toprağa düşüş hikâyesidir.
“Kızılay Mahallesinde komşularınız size hayalinizden daha yakındır.
Dört duvarın kapı, pencere taşıyan iç avlunuza diğer duvarları komşularınıza bakar, çünkü müşterek duvardır. Çatının tamamı tekdir, kedi, baştan girdimi bütün mahalleyi gezer. Yangında da öyle, yanınca Allah korusun hepsi birden...
Bir evde yaşanan bir keder de tüm evleri sarar alevden daha hızlı.
Bizim evin arka komşusu yaşlı bir nine ile kızıydı. Kızı hayal meyal hatırlıyorum zayıf, nahif, ince yapılı utangaç bir kızcağızdı. Keriman Abla derdik.
Bir akşam annem elimden tutup Keriman Ablalara götürdü, mahallenin diğer hanımları bizden önce gelmiş yaprak sarılacakmış. Meğer hafta sonu Keriman Ablanın düğünü varmış. Düğün nerede nasıl oldu hatırlamıyorum ama kış geçmedi Keriman Abla tekrar yaşlı annesinin evine döndü. 'Anlaşamamışlar kocasıyla, huysuz çıkmış adam boşanmışlar' diye mahallede epey konuşuldu durdu. Annem arada bir hayıflanır 'yazık oldu kıza, ince kızdır bakalım nasıl kaldıracak üstelik çocuğu da var' deyip durdu... Sonra bir kızı olmuş dediler ve aradan bir yıl geçmeden yeni bir acıyla komşular sarsıldı.
Keriman ince hastalığa yakalanmış dediler. İnce hastalık veremmiş. Keriman’ı tek katlı hastanenin verem pavyonunda uzunca bir müddet yatırdılar. Sonra bir gün okul dönüşü kapı önlerinde kadınları ağlarken gördük.
Keriman ölmüş dediler.
Ölüm ne demek…
Aradan üç yıl geçti.
Yine çaput çantalarımız ile bir okul dönüşü bir gözyaşı tufanının içine düştük. Ne oldu demeye lüzum kalmadı acı haberi biz de öğrendik. Gece Keriman’ın kızı yanarak ölmüş…
Keriman’ın annesi anlatıyor:
'O gün akşam camın önünde oynayıp duruyordu yavrum. Sonra birden, Anneanne… Anne anneeeee…' diye zıplayarak bağırdı. 'Bak bak annem gelmiş anneanne annem gelmiş. Beni çağırıyor beni götürmeye gelmiş…' ben de daldırdım camdan dışarı baktım karanlık kimse yok anam, kimse yok ama o durmayıp bağırıyor 'annem gelmiş beni çağırıyor' diye...
Sonra aşağı indi göremedim, gazocağının yanında durmuş eteğinden tutuşmuş yavrum feryadına koşup üstüne kapandım ama ne fayda kurtaramadılar yavrumu annesine kavuştu… O yanmadı ben yandım...”
Kızılay Mahallesindeki o evi her ziyaretimde ne zaman o odaya girsem komşu duvarının arkasında küçük bir kız çocuğunun “Anneanne… Anneanne” diye seslerini duyuyorum.
.
Değişen dünyamızda değişmeyen iki şey
3 Haziran 2019 02:00
Toplumun sosyolojisinde çok hızlı, baş döndürücü bir sosyo-kültürel çözülme yaşanıyor. Toplum olarak kabuk değiştirmiyor, aksine kabuklarımız (değerlerimiz) hızla aşınıyor. Hak, hukuk ve adaletin yerine zorbalığın egemen olduğu ve teslim edildiği bir toplum hâline dönüşmeye itiliyoruz.
Toplumun bütün kesimlerinde yaşanan bu çok tehlikeli sekülerleşme, maddeperestleşme süreci artık muhafazakâr çevreleri de değişime zorluyor.
Böylece değişen dünyamızda değişmeyen iki şey “Yargı ve Eğitim Reformu” olarak sürekli gündemimizde ve ikisinden de çok çekiyoruz. Uygulamalar ile ihtiyaçlar arasındaki uyum problemini bir türlü çözemedik. Ne yana çeksek bir yanı açık kalıyor ve her reform bir yeni reformu zorunlu kılıyor.
İlk bakışta “Yargı ve Eğitim” ilişkisiz gibi görünse de birindeki düşüklük diğerini yükselten bir tahterevalli gibi. Eğitim ve hükümlü (suç) arasında bizim göremediğimiz ama hayatımızı fasit bir çembere alan bu güçlü ilişkiyi fark ettiğimizde belki çözümü de göreceğiz.
Son olarak, infaz yasasında değişiklik yapılarak cezaya yüzde elli indirim geliyormuş. Ceza infaz kurumlarındaki kapasitenin 50 binin üzerinde tutuklu ve hükümlü varmış. Ceza ve tutuk evlerindeki hükümlüleri farklı isimler altında (af değil ceza indirimi) dışarı atsak bile hızla geri dönüp büyüyen tümör gibi artıyor, sayıları kısa sürede eskisine fark atıyor.
Niteliksiz, sayısal değerler üzerine kurulu çözümler.
Ne cezaevlerini boşaltır, ne eğitim ve ibadet yerlerini doldurur. Öğrencisinin geleceği üzerinden hiçbir sorumluluk almayan eğitim sistemi, içi boşaltılmış müfredat, başarıyı eğitim kurumlarındaki derslik sayısı ile sınırlayan hantal bürokrasi nitelik yerine niceliği öne alan politikalar bu iki devasa derdi başımıza musallat etti.
İçi boşaltılmış, tarihî derinliği olmayan, İslâmdan arındırılmış, tarihini çöpe atmış, sokak diliyle konuşan, hedefsiz bir gençliğin çare aradığımız birinci derdi iş değil kimliktir. Gençlerin kendilerini hak ettiklerine inandıkları yerden uzak, toplum dışına itilmiş “ötekiler” olarak hissetmeleri bilinçaltında neleri ateşler?
Asıl büyük meselemiz, her meselemizin başı Türkiye’nin hızla değişen “ahlak sosyolojisi”dir. Şiddet her derde deva bir çözüm vasıtası olarak görülüyor, hapishaneler şiddeti çözüm yolu zanneden insanlarla dolu. Ve bu ancak hukukun iş görmediği yetersiz kaldığı cahiliye döneminin kabile toplumlarında olur. Güç, kuvvet ve zorbalık olmaksızın yaşamak sadece bu toplumlarda mümkün değildir.
Çözüm; genç kuşaklara “kültürel aidiyet ve medeniyet bilincini” kazandırmak...
Herkes nereye ait olduğunu bilmelidir. Bu şuuru ancak ustalar kazandırabilir. Ustaları aradan çektiğinizde eğitimden söz edilemez. Eskiden sokak mektepti, koruyucuydu. 19. Yüzyıl İstanbul’una hayran kalan Fransız, hatıratında “İstanbul’da üç yıl kaldım; değil cinayet kavga görmedim. Galata’da bir gayrimüslim bir diğerini öldürdü. Mahkemenin idam cezasını infaz için bir Müslüman görevli bulamadılar infazı yine bir gayrimüslim yaptı” diyor.
Şimdi tehlike dışarıdan geliyor ve mahremiyet tanımıyor. İslâma, tarihe ve Türkçeye karşı iki asırdır süren bu saldırılara karşı koruma alanı ancak güçlü, köklü bir medeniyet bilincinin hayatımızda tekrar yeşertilmesidir.
Bu da ancak bu meseleleri dert edinen çaplı kadroların ve kurumların hayatın içine girmeleri ile mümkün olabilir.
.
“Kültür Sınırları”nın tahkimi ve beka meselesi
7 Haziran 2019 02:00
Söz yine dönüp dolaşıp politikadan içeri giriyor. Son gündeme düşen konu siyasi parti seçmen tabanlarında “geçişkenlik” olduğu. Seçmen yer değiştirince, partilerin kemikleşmiş oyları da giderek küçülüyor diyorlar. Sınırlar ve değerler çiğnendiğinde seçmen tabanı aidiyetini kaybeder ve kopmalar başlar.
İnsanların ait oldukları yerden kopması kolay değişen bir şey değil ama “sınırları” kaldırınca zor işler zamanla kolay hâle gelir. Türkiye’nin siyaset ve ahlak sosyolojisinin değiştiğini söyleyenler, Türkiye’nin asıl beka meselesinin burada gizli olduğunu müsebbibinin de kendi medeniyet değerleri üzerine sabit kalmayan, oturmayan eğitim ve medya rejimi olduğunu vurguluyor.
Kültür geçişkenliği kontrol altında tutulmadığında insan davranışları da kontrol altında tutulamaz, bir süre sonra sapmalar başlar, üstünlük giderek baskın kültür sahiplerine geçer.
Hayatın gereği ve gerçeği şu ki; boşlukta yaşamıyoruz diğer insanlarla farklı kültürlerle sürekli temas hâlindeyiz. Ancak bu ilişkileri sağlıklı kılacak olan “sınırlarımız” olmalıdır. Herkes aile, iş ve sosyal çevre içinde bulunur. Yalnız iken de insan içinde de herkesin bir sınırı vardır ve olmalıdır. Sınırlar, bedeni yeteneklerimizi, manevi değerlerimizi, sahip olduğumuz mali imkânları ve itibarımızı koruma altına alır. Bu koruma kalktığında tehlikeye açık hâle geliriz.
Hayatta bütün sıkıntılar, üzüntü ve geçimsizlikler ve kavgalar hep sınır tecavüzünden kültürel çatışmalarla olmaktadır.
Sosyal hayatta toplum düzeni “Hukuk” ile koruma altına alınır.
Geçtiğimiz hafta gündeme giren yargı reformu tartışmaları, toplumun sinir uçları olan akademisyenler, aydınlar ve ilim adamları arasında manşetlerde ve ekranlarda hak ettiği karşılığı bulmadı. Geçtiğimiz yıl sonu yaşanan soğan fiyatları krizi kadar tartışılmaması ve toplumda karşılık bulmaması endişe vericidir. Sonuçta tadilat yapılan bizim hayatımızın bahçe duvarıdır.
“Hukuk” hepimizin koruma kalkanı, gölgesi hepimizin üzerinde olmalı. Ne var ki, bir toplum adaleti ve hakkı yalnızca ihtiyaç duyduğunda sadece kendisi için talep ediyorsa o toplumun millet olma barajı parçalanıyor ve "kabile" toplumuna dönüşüyor demektir.
Toplumumuz için “ortak değerleri –sınırlar- varmış gibi görünen fakat daha çok birbirinden kopuk ve diğerine yapılanı hemen hiç umursamayan bir insan kalabalığı olduğu.” sözünde doğruluk payı olsa da “olsa da olur, olmasa da” cinsinden geçiştirilecek bir konu değildir. Bu aşınmayı yurttaşlık bilincinden mahrumiyet ile izah yeterli değildir, sorumluluktan kaçmaktır.
Bu ciddi bir durumdur, hak, hukuk ve adalet duvarının aşılıp “Kabile Zorbalığı”nın egemen olmaya başladığı, ihtilaflarda hukukun yerine güç ve kuvvetin hâkim olduğu anlamına gelir. Yanı sıra insanın hayatındaki değerlerden soyutlandığı, ölümün ve ahiretin unutulduğu, değer ve ölçülerin olmadığı ahlaksız bir hayatın servet ve şöhret için yüceltilmesi anlamına da gelir.
Hukukun caydırıcılığını kaybetmeye zorlandığı, bazı grupların toplumun geri kalanından ayrıcalıklı konuma gelmesi, gemi azıya alan dünyevileşme, değerlerin iflası, sözüm ona Batılı hayat tarzına geçiş iştahının sonucudur.
“İslam’dan arındırılmış kendi tarih derinliğini çöpe atmış insan tipinin” yetiştirilmesindeki vebal, bir asırdır karşı durmaya çalıştığımız Kültür saldırısı karşısında kendi medeniyet değerleri üzerinden “sınırlarını” tahkim etmeyen Suskun Aydınlar’ındır.
Türkiye’nin asıl beka meselesi bu “Kültür Sınırları”nın tahkiminde…
.
Narkotik saldırının hedefi “Gençlik”
10 Haziran 2019 02:00
Avrupa Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi tarafından (EMCDDA) hazırlanan 2019 yılı raporunda yer verilen istatistiklere göre Türkiye’de bir yıl içerisinde ele geçirilen eroin miktarı tüm Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde ele geçirilen miktarın çok üzerinde bulunuyor.
Türkiye’de en çok 15-34 yaş arası erkekler uyuşturucu kullanıyor. Adalet Bakanlığı verilerine göre 2011 yılında 105 kişi uyuşturucudan hayatını kaybederken 2016 yılında bu sayı 920’ye yükseldi. Son resmî istatistiklere göre Türkiye’de 2017 yılında uyuşturucudan ölenlerin sayısı 941 oldu ve ölenlerin büyük çoğunluğu 32 yaş ortalamasında olan erkek.
Bu sayı uyuşturucu müptelası olup hayatta kalmak için mücadele edenler de göz önüne alındığında ciddi bir rakam, gençleri hedefe alan ve büyüyen bir tehdit. Açıklanan rakamlar tehlikenin dumanı değil ateşin kendisidir.
Geçtiğimiz yıllarda Antalya’da polis akademisi tarafından düzenlenen “Risk altında ve korunması gereken çocuklar” sempozyumunda konuşan Amerikan Rowan Üniversitesinden Prof. Dr. Andres Pumarlega İstanbul’da gençler arasında uyuşturucu kullanımı hakkında bilgi verirken çoğunluğu lise öğrencisi 32 bin genç üzerindeki araştırma sonuçlarını açıklamıştı. Her 100 öğrencinin 45’inin sigara, 32’sinin alkol, 9’unun uyuşturucu kullandığını belirterek “Türkiye’de uyuşturucu kullanım oranları ABD ve Avrupa ülkelerine göre geride ama madde bağımlılığı konusunda ciddi artış var. Aile içi iletişimi güçlendirin. Sağlık ve Millî Eğitim bakanlıkları ciddi projeler üretmeli. Yoksa kentleşen dünyada durumunuz Batı ülkelerinden farklı olmaz.” demişti.
Uyuşturucu kullanımı; hızlı ve düzensiz şehirleşme, iç göçlerle büyüyen kenar mahalleler, yetersiz eğitim altyapısının gençlik üzerindeki hasarlarından sadece biri. Tartışmasız olarak, adli takip bir tarafa ailelerin ve eğitim kurumlarının da uyuşturucu ile mücadelenin içine girmesi gerekir.
Bakanlıklar kendi işini yapsın ama bizim ailelerin ne yapması hakkında uygulanabilir bir fikrimiz var.
Dürüst olmak gerekirse bir kötü alışkanlığın kurban üzerindeki etkisini görmek herkes için en etkili nasihattir. Bir tedavi merkezinde olanı biteni izlemek felaket başa gelmeden önce bize en yakın habercidir. Bunların (Uyuşturucu kurbanlarının) aile ve toplum içindeki yalnızlık ve itilmişliklerini görüp de bu duruma özenecek kimse bulunmaz.
Birçok ülkede uzman refakatinde kontrol altında olarak uygulanan, uyuşturucu krizindeki bir gencin hayattan kopmamak için verdiği mücadeleyi izlemenin caydırıcılığı tartışılmaz. Bu yol o genci sokakta bulmaktan daha incitici değildir. Bir bağımlının toplumdan kopması ilk karşılaştığı sonuçtur. Toplumdaki aidiyet duygusunu kaybetmek ise bir insan için verilebilecek en ağır cezadır. Hürriyeti bağlayıcı hapis cezaları da aynı mantığa dayanır. Çoğu uzman, uyuşturucu bağımlısını intihara sürükleyenin bu aidiyeti kaybetmek olduğunu söylüyor.
Bir başka etkin yol, adsız alkolikler, uyuşturucu batağından çıkmak için çırpınanlar, kumar illeti ile servetini bir gecede kaybedenler, yuvasını, eşini, çocuklarını bir gecede terk edenler ve aileleri tarafından terk edilen adsız, namsız tövbekârları dinlemektir.
"Ben başardım sen de başarabilirsin" diyenleri dinlemek ve izlemek bu tehlikelerden kendimizi ve sevdiklerimizi koruyacak en tesirli yoldur.
Ve tabii kötü alışkanlıkların bulaştığı yerler belli, biz çocuklarımıza iyi alışkanlıkların adreslerini vermeye çalışalım. Unutmamalı ki; kirli çevreler sağlığa zararlıdır ve en büyük tehlike kötü alışkanlıktan beslenen insanların zehrine maruz kalmaktır.
.
Garip ama gerçek
14 Haziran 2019 02:00
Son günlerde İstanbul Belediye Başkanlığı seçimleri üzerinden özellikle medya aracılığında kullanılan ayrıştırıcı siyaset dili ve sertleşen rekabet ortamı aydın ve yazar cephesini yeniden “millet olmanın sihri”ni aramaya itti.
Oysa toplumun beşerî ve fiziki maddeperest yönüne teslim olduğu bu sosyal depresyon hâli ve ağır sonuçları İstanbul seçimleri bittikten sonra da devam edecek ve gündemimizde olacak maziye, derinliğe ve hasara sahiptir.
Bu ayrışmayı eski düzendeki varlıklı ve yetkili pozisyonlarını kaybedenlerin çıldırma hâli olarak görenler olduğu gibi, hepimizi kuşatan ve millet olmanın bütünlüğünü parçalayan bir tehdit ve “Beka Sorunu” olarak görenler de var.
Her hâlükârda ciddi bir saldırı ve derin bir hasara maruz kaldığımızda hemfikiriz. Ama buna sebep olan içeriden ihmaller dışarıdan ihanetler ve sair şartlar, bunlarla baş etme ve hasarın tamirinde farklı sesler çıkıyor.
Sorun ile baş etmek üzerine dikkat çekici ve garip bir biçimde “çoğulcu ve bize dair ölçüleri bulmak ve uygulamak ihtiyacında olduğumuz”dan bahis olunuyor.
Anlaşılıyor ki mesele tam anlaşılmamış. Türkiye’nin sadece siyaset sosyolojisi değişmiyor, sabitelerimiz kayıp, buharlaşıp gidiyor. Günlük yaşanan cinayet, şiddet, tecavüz, dolandırıcılık ve her cins melanet Epistemik bir çöküşle muhatap olduğumuzun ilanıdır. Yusuf Kaplan olayın ciddiyetini anlatmak için “kendi medeniyet dinamikleri üzerinden eğitim, kültür, sanat ve medya rejimini kuramayan bir toplum kendi mezarını kazıyor” demekte.
“Kendi medeniyet dinamikleri” bizi bir arada tutacak, yakın edecek eserleri, kişileri, olayları var etmek, hatırlamak, ortaya çıkarmak, tüm topluma aktarmak bu inşanın temelidir.
Ne acı ve tiksindirici bir furyaya muhatap olduk ki; bu sabitelerimizi “Tarihselcilik” fitnesi ile milletin hafızasından silme, hayatından çıkarma gayretlerine şahit oluyoruz. Kişileri, olayları ve eserleri hangi etiket altında ve gerekçeyle ister “modernizme muhalif” ister “tarihseldir” diyerek toplum hafızasında itibarsızlaştırarak, silmek bir milleti kabile toplumu yapmaya götüren en büyük ihanettir.
“Bize ait ölçüleri bulmak” da ne demek? Binlerce yıllık devlet tecrübesi ve geleneği yaşamış olan Türk milleti kabile toplumu muydu? Çoğulcu ve bize ait ölçülerin bidayetinden var olduğunu reddetmek ve yeniden arayıp bulmak için içeride kaybettiğimiz dışarıda aramak misilsiz bir cehalettir.
Toplumsal yapımız çok yoğun bir değişimden geçerken, şiddetin insanlar arasında bir konuşma dili hâline gelmesi, herkesin her meselenin sorumluluğunu yukarıdan birisine havale etmesi, teslimiyetçi, birbirinden kopuk, müthiş bir dünyevileşme, konfor ve kısa dönem zenginliği peşinde koşan bir insan kalabalığına dönüşmesinin sorumluluğu kimdedir?
Hâlen eğitim, sanat ve akademik dünya, medeniyet ruhunu, dinamiklerini, ideallerini sanki yeniden inşa etme, bizi birbirimize yaklaştıracak eser ve kişilerin arayışı içinde. Sanki hiç toplumsal sabitelerimiz yokmuş gibi arayış içine giriyorlar.
Farklı yerlerden bakmak gerçeği değiştirmez.
Sadece siyasette değil hayatın her alanında bizi zorlayan çözülmeye çareyi; Mevlâna Celaleddin, Yunus Emre, Mele Ahmed Cüzeyri, Osman Bedreddin Erzurumi, Şeyh Şaban-ı Veli ve tüm Anadolu ve Asya ve Rumeli coğrafyasını “sabitelerimiz” ile dokuyan âlim ve sâlih zatları yok sayarak “bize ait ölçü” aramak hasarı tamir etmez, yarayı büyütür.
.
Bu insanlar tornadan mı çıkıyor?
17 Haziran 2019 02:00
Dünya dönüyor dediği için Galileo’yu engizisyon idamla tehdit etmektedir. Mahkeme, dünyanın döndüğüne ilişkin tezini inkâra zorlar. İşkence tehdidi altındaki duruşma ilgiyle izlenmekte takipçileri Galileo’nun hayatı pahasına iddiasından vazgeçmeyeceğine inanmaktadır. Fakat ilim adamı ölümle hayat arasındaki tercihini hayattan yana yapınca takipçileri hayal kırıklığı ve öfkeyle saldırır.
“Bunu senden ummazdık, kahramanı olmayan toplumlara yazıklar olsun?..”
Galileo aynen cevap verir: “Kahramana muhtaç kalan toplumlara yazıklar olsun!..”
Bu hikâyecik son günlerde toplum için aydın kesiminde dillendirilen “kendinden başka kimsenin derdine dönüp bakmayan, kendi sıkıntılarının çözümü için bile sağa sola bakan havaleci toplum olduk, umursamaz toplum olduk, adam sendeci toplum olduk…” şeklindeki sızlanmalar üzerine hatırıma geldi. Bunu hep yaparlar, sporda, siyasette, teknolojide. Bir kurtarıcı gelsin ve duruma vaziyet etsin…
Toplumsal yozlaşma dedikleri bu durumu, kimi yurttaşlık bilincinin noksanlığında, kimi güçlüye yaltaklanma, kimi korkuya teslim olmakta görüyor. Daha farklı sebeplere bağlayanlar da var. Eğer bir minibüs dolusu adam azgınlık yapan magandayı dövüp hastanelik ederse sorunlar çözülecek zannediyorlar.
Sıklıkla zorbalık karşısında toplumun teslimiyetçiliği olarak kabul edilen bu durum hukukun işlemediği cahiliye toplumları için söylenir. Cahiliye ise “insanların hakkı, adaleti, sırf kendi menfaatleri ve hırsları için çiğnemeleri karşısında dışarıda kalan toplum kütlesinin ise buna teslimiyet göstermesi” anlamını taşır.
Şimdi insanları herhangi bir toplumsal ortamda bir başkasının hakkının tecavüze uğraması durumunda fiilen müdahale etmemesini güçlüye yaltaklanma olarak nitelemek için önce zorbalığın çiğnediği “Hukuk”un kendi hakkını koruması gerekmiyor mu? Burada zorbalık karşısında sükût eden veya yetersiz kalan hukuk karşısında tecavüz eden “zorbaya haddini bildirmek vatandaşın sorumluluğudur" diyen hangi demokratik ülke var?
Vatandaşın şahit olduğunda doğrudan zorbalığa müdahale etmesini bekleyenler kahraman üretmekten ziyade vatandaşın kolluk kuvvetleri yerine rol almasını, olaya müdahale etmesini bekliyorlar. Bir minibüs dolusu adamın kendisine yer açmasını istediği zorba tarafından darp edilmesine lakayt kalmasını korkaklıkla itham edenler korkaklığın kökenini yedi kişiyi öldürüp aldığı müebbet hapis cezasını 24 seneyle atlatan dışarı çıktığında sekizinciyi öldüren adamın nasıl dışarı çıktığında aramalı.
Geçtiğimiz gün yaşanan şu olayın öncesinde müdâhil olmayarak olaya davetiye çıkaran kim?
“Yollarda terör havası estiren makasçı magandaların âdeta katliamına sahne olan Beşiktaş Harp Akademileri Tüneli'nde can veren 4 kişinin cenazesi memleketlerine gönderilirken, kaçan zanlılar Burdur'da yakalandı. Makas atan araçtaki şüphelilerden Y.A'nın, 'ruhsatsız silah', 'güveni kötüye kullanma', 'kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma', 'intihara teşebbüs' suçlarından poliste kaydı olduğu ortaya çıktı. 'Nitelikli yağma' suçundan aranan diğer şüpheli A. T 'nin de 'nitelikli yağma', 'yağma', 'motosiklet hırsızlığı', 'kasten yaralama', 'ruhsatsız silah', 'iş yerinden hırsızlık', 'evden hırsızlık', 'uyuşturucu madde kullanmak', 'kasten yaralama' suçlarından poliste kaydı olduğu anlaşıldı.”
Zorbalığın önünde durması gereken güç hukuktur. Ama hukukun zorbalığa “Yeter, buraya kadar" demesi için sınır nedir? Bu beklenti millet/vatandaş/birey ve insan olmanın en tabii sonucudur. Bu sorumluluğu havale değil, sorumluluğa davettir.
Sosyolog-Yazar Fatma Barbarosoğlu'nun ifade ettiği “bizim üzerinde durmamız gereken sıkıntı; Türk insanının giderek psikolojisi bozuluyor, herkes mutsuz, kavga etmeye hazır vaziyette. İnsanlar duyarsız diyoruz ama bir yandan da ne yapacağımızı da bilmiyoruz” endişesinin çözümü de yok değil.
Bu insanlar tornadan mı çıkıyor?
Çözüm; hâlâ kuramadığımız, kendi medeniyet dinamikleri, iddiaları, idealleri üzerine oturan bir eğitim, kültür ve sanat sisteminde saklıdır. Bazı insan tipinden rahatsızsak onları yetiştiren ocaklara bakmalı...
.
Balkon ve yol kenarlarındaki insanlar…
21 Haziran 2019 02:00
Başkan Erdoğan’ın geçmişte de seçimler öncesi seçmen temayülünü anlamak için kullandığı belirtilen bir usul var. “Seçmenin nabzını tutmak için sadece meydanlara bakmak yetmez. Neticede oraya teşkilatların çalışmalarıyla bir kitle geliyor. Asıl balkonlara ve yol kenarlarına bakacaksınız. Eğer yol boyunca insanlar balkonlara çıkıp yol kenarlarına gelip sizi karşılıyorsa, sevgi gösterisinde bulunuyorsa orada size bir teveccüh var demektir.”
Balkon ve yol kenarlarındaki insanlar toplumun merkezi ve siyasetin belirleyicisi.
Çok yoğun bir sosyal, siyasal değişimden geçerken hedef kitlenin meydanlardaki değil “Balkon ve yol kenarlarındaki insanlar “ olduğu geçte olsa fark edildi.
Hayatın pratiği toplumdaki sosyal çözülmenin endişe verici olduğunu doğruluyor. Çoğu insanın ölürken neden daha fazla para kazanmadıklarına değil neden daha çok eşi, çocukları ve dostları ile birlikte olmadıklarını, kendilerine zaman ayırmadıklarını, ibadet etmediklerini, iyilik yapmadıklarını, söyleyerek geçip gitmelerine şahit oldum.
Bu durum, sokaklarda, ailelerde ve iş yerlerinde yüzü gülen, mutlu, kendisi ve çevresi ile barışık, geleceğinden endişe duymayan, geleceğe umutla bakan insan sayısında ciddi azalmanın sonucudur. Sınır tanımayan değişimin en sonunda “Balkon ve yol kenarlarındaki insanlara…” kadar ulaşması çok önemli çünkü bu kesim toplum vasatını temsil ediyor.
Daha önemlisi gidişin finalini gösteriyor…
Çoğu uzman “bizim üzerinde durmamız gereken sıkıntı şu; Türk insanının giderek psikolojisi bozuluyor, herkes kavga etmeye hazır vaziyette ve mutsuz. Çünkü öfke ve şiddet haberleri ile şarj oluyoruz…” görüşünde.
Sorumsuz ve sınırsız medya rejimi, toplumun ruh sağlığını güve gibi kemiriyor. Bir çeşit Çin işkencesi gibi. Süreklilikte inanılmaz bir güç var. Eski Çin’de hükümdarlar savaş esirlerine işkence yapmak istediklerinde, esirlerin elleri ve ayaklarını bağlar, onları sürekli gece ve gündüz tıp tıp damlayan bir su torbasının altına koyarlarmış. Sürekli kafaya düşen bu su damlaları en sonunda çekiç darbelerine dönüşür ve zavallıyı delirtirmiş.
Bugün yaşadığımız kültür ve medyatik saldırılar (bir ekran görüntüsü, akıllı telefona –Dınggg… diye düşen kimliği meçhul bir mesaj) adamı delirtmiyor ama yorgun, yılgın, bezgin ve kavgacı yapmaya yetiyor. Eğitim, kültür, medya, gençlik ve şehircilikteki büyük eksiklikler ve yanlışlıkların ön açtığı “kültürel şizofreni” toplumun düşünme, duyma, zevk ve yaşama biçimlerine yön ve şekil verdiği gözleniyor.
İstanbul seçimlerinin ardından yeni bir dönem, yerel ve ülke gündemi için uzunca bir icraat dönemi başlayacak. İyi kullanıldığında bu dönem sosyal kirliliği-çöküşü frenlemek için bir fırsata dönüşebilir.
Bu değişimi seçmenin teslimiyetçiliği değil, taban siyasetçilerine verdiği yön belirleyecek. Yıllardır temel meselemizin derslik sayısının değil güçlü ve köklü bir eğitim-kültür politikası, şehircilik politikası, gençlik politikası, medya politikası olduğunu söyleyip duruyoruz.
Siyasetçi fark etmeli ki, balkondaki adamlar artık bunların nasıl ve ne kadar uygulandığına bakıyor
.
Yüz karası
29 Temmuz 2019 02:00
Cahiliyet, kargaşa ve karmaşayı sever. Hukuk devre dışı kalır ve güçlü olanların saldırganlığı sınır tanımaz.
Câhiliyye, ölümün ve ahiretin unutulduğu, değer ve ölçülerin ahlaksız bir hayat için ayaklar altına alınması anlamına gelir. Güçlü olana hukukun işlemediği, toplumun gücü elinde tutan bazı gruplarının değer, ahlak ve teamüllere ters düşse de toplumda kendilerine meşruiyet alanı açtıkları bir düzen demektir.
Cahiliye düzeninin toplumu ele geçirmesi birden olmaz önce küçük işlerle ağırdan başlar. Küçük ihlallere kimse yadırgayarak bakmaz. Hele kendisi de uçağın içinde değilse. Cehalet devşirdiği güç ile etrafına inşa ettiği koruma duvarı ile emniyettedir. Eğer bir de hoyratlığı sulandırılmış hukukla teminat altına alınırsa artık o toplumda kıyameti bekle.
Haberde diyor ki: “Exit çıkışında oturan çift kendilerine acil çıkış kuralları anlatılırken kabin memurunu dinlemedi ve cep telefonlarıyla uçuşlarının bir sonraki ayağı için rezervasyon yapan çift kabin ekibi ve videolarla yayınlanan güvenlik kurallarını dinlemediği gerekçesiyle uçaktan indirildi. Kabin memurunun birkaç kez uyarmasına rağmen cep telefonlarını kapatmayan ikili için uçağa polis çağrıldı. Kural tanımaz yolcular polis eşliğinde uçaktan indirildi.”
Kabin ekibi doğrusunu yapmış. Kural ihlali başlayınca nerede duracağını bilemezsin. Deniz bile kendisine atılan çer çöpe tahammül edemeyip kendisine ait olmayanı sahile atıyor. Kendisini ifsat etmesine tahammülü yok.
Toplumlar da öyle. Bir topluma ait olmanın yazılı veya sözlü olsun belli kurallara, uyma zorunluğu var. Bu değerler ağı “sosyal bağlar” parçalandığı zaman aidiyet kaybolur ve buharlaşır. Bu defa toplum anarşi batağına sürüklenir.
Son zamanlarda diz boyuna çıkan eşcinselliği normalleştirme ve sıradanlaştırma hamlesine karşı toplumun verdiği haklı tepkiyi “muhafazakâr paranoyası” olarak niteleyip savunmaya geçenler çok kurnazca toplumsal tepkiye ayar vermek istiyorlar.
Bir zamanlar karakolları “pembe” renge boyama hamlesi vardı. Uzun uğraşmalara rağmen yemedi ve tutmadı. Misafir salonuna klozet koymak gibi bir şey. Şimdi de melanetlerini pembe renge boyamak gayretindeler.
İstanbul Sözleşmesi’nin kabulü ile uygulamaları izleme ve müdahil olmak için memlekette bir anda tam 95 tane dernek peyda olmuş. Bunların seçtiği renkte mor. “Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı” “Mor Salkım Kadın Dayanışma Derneği”, “MOR el Eskişehir LGBT”...
Bunlara göre toplumsal yapıyı berhava etse de farklı olmak değerdir, istisnadır, yenidir. O bir Mor İnek'tir. Zaten kendilerini tanımlamak için “Mor Çatı” diyorlar. Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil bu morarmış dalgayı şöyle tanımlıyor;
“Mor Çatı Kadın Derneği’nin sadece şiddet tariflerine basit bir misal vereyim. Sitelerinde ilişkilerde şiddetin boyutunu tarif ederken; 'Sevgilin; kadın ve erkeklerin birbirinden farklı işler yapması gerektiğini düşünüyorsa, bir erkek sevgilisini korumalı ve kıskanmalıdır düşüncesine katılıyorsa', şiddetle karşı karşıya kalabilirsin. 'Eşi' tarifini bile kullanmayıp hep 'sevgilin' ifadesini seçen, 13 yaşından itibaren flörtü destekleyen bu kurumlarla nerede anlaşıyorsunuz ve birlikte ne yürütüyorsunuz anlatabilir misiniz? Zira bunlar nikâha ve İslam’a düşmanlar. 18 yaşına kadar nikâh kıyıp evlenen genci tecavüzcü diyerek insan yerine koymayıp en aşağılık mahlûk gibi görenler 13 yaşındaki kızın ise istediği gençle istediği şekilde flört etmesine her türlü yeşil ışığı yakmaktadır.”
Mahremiyet her isteyenin istediğini yapmasına dur diyen kişi ve ailenin sınırları, koruma kalkanıdır. Mahremiyetin olmadığı yerde, insan özgürlüğünü yitirir, ayakaltında kalır. Hedef alınan ise ailedir. Aileyi kaybedersek, insanı da kaybederiz, insanlığı da.
Tehlikeyi kimse küçük görmesin. Devasa barajların yıkılması bir gövdedeki küçük bir çatlakla başlar.
.
Kuyuya taş atıldı!..
2 Ağustos 2019 02:00
Devlete yönelik ağır ithamları “ifade özgürlüğü” olarak değerlendiren AYM kararına tepkiler büyüyor.
Devletin “barış süreci” olarak açtığı kapıyı şehir örgütlenmesi ile “kanton” yapılaşmasına altyapı olarak değerlendirip hendek ve tünellere gömen PKK’ya karşı yürütülen mücadeleyi frenlemek için “Barış için akademisyen inisiyatifi” denilen çakma bir STK, 10 Ocak 2016’da bir bildiri yayınladı.
Aralarında Esra Mungan, Ahmet İnsel, Koray Çalışkan, Nazan Üstündağ, Gençay Gürsoy, Mehmet Efe Caman, Murat Paker, Noam Chomsky, David Harvey, Étienne Balibar, Judith Butler ve Immanuel Wallerstein'in de yer aldığı akademisyenlerin yayınladığı "Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı bildiri metninde devlete yönelik ağır isnatlar yer alıyordu.
Bildiride yer alan “Devlet bölge halkını fiilen açlığa ve susuzluğa mahkûm etmektedir. Yerleşim bölgelerine ağır silahlarla saldırmaktadır. Bu kasıtlı bir plan ve kıyımdır. Tüm bölge halkına karşı gerçekleştirilen katliam ve bilinçli sürgün politikasından derhâl vazgeçilmelidir.” Devleti ve güvenlik güçlerini hedef alan suçlamalar anayasada yer alan ifade özgürlüğü sınırlarını değil aşmak, yok eden, parçalayan ifadeler ağır ceza mahkemesi tarafından suç olarak değerlendirildi ve müsebbipleri 1 ila 3 yıl arasında değişen hapis cezalarına çaptırıldı.
Bu defa mahut bildiri metnine imza atan akademisyenlerden dokuzunun Anayasa Mahkemesine “terör örgütü propagandası yapma suçundan cezalandırıldıkları” gerekçesiyle yaptıkları bireysel başvuruyu değerlendiren AYM hak ihlali olduğuna karar verdi.
AYM’nin “Hak İhlali” kararının ardından ülkenin her yanından başlayan tepkiler giderek büyümeye başladı. Türkiye Gaziler ve Şehit Aileleri Vakfı, farklı STK ve üniversitelerde bildiriye karşı başlayan sert tepki giderek yayılarak büyüdü.
Artan tepkiler üzerine Anayasa Mahkemesinin gerekçeli kararda yer alan; “terörle mücadele eden devleti halka katliam, kıyım ve işkence ile suçlayan bir açıklamaya katılmak mümkün değildir” ifadeleri yükselen tansiyonu düşürmeye yetmedi.
Milletin damarına basmak diye buna denir!
BU KARAR Milleti ateşle imtihandır. Üç beş medya mensubu çağırarak akademik bir ortamda yapılan bu açıklamayı meşrulaştırarak emsal gösterip aynı melanet ifadeleri Anadolu’nun herhangi bir kent meydanında slogan, bildiri veya pankart açarak tekrarlamak istenmesi hâlinde neler olacağını kim hayal edebilir? Sorumluluk kime aittir?
Nitekim AYM kararına gösterilen tepkilerin merkezinde, operasyonlarda verilen şehitler ve yaşanan acıların ardından söz konusu kararın “katil” “terörist” “katliamcı” gibi isnatlarda bulunarak devlete ve kırk yıldır olağanüstü şartlarda ülke bütünlüğü için zor şartlarda hayatı pahasına mücadele veren askere, polise, verilen şehitlere, yaşanan acı ve dökülen gözyaşına hakaret edilmesinin önünü açma gerekçesi var.
Bu karar “birey-toplum-devlet ilişkilerinde ortak iyilik ve ortak menfaati gözetir” olarak tarif edilen Hukuk’un neresine sığar?
Ceza hukukunda suça iştirak, bir suç işleme kararının icrası kapsamında birden fazla kişi tarafından fikir ve eylem birliği içinde birlikte suç işlenmesini ifade eder (TCK m.37)
Hani Nüremberg Duruşmalarında hâkimlerin dediği, “Tüm medeni toplumlarda ceza kanunlarının ortak bir yanı vardır. Başka birini cinayete azmettiren cinayetin işlendiği silahı sağlayan suça şu ya da bu şekilde karışmış olan herkes suçludur…” diyen kural ne oldu?
.
Kuru gayret çarık eskitir…
5 Ağustos 2019 02:00
Göçmen meselesi, sınır ötesi operasyon, AYM’nin son iş kazası, derken gündeme Altın Avcısı Kanadalı bir şirketin Kazdağları'na çökmesi girdi. Bizi huylandıran ağaç katliamı mı? Kendi dağlarımızda saklı bir zenginliğin yabancı sermaye tarafından kullanılması mı? Altın çıkarılırken ayrıştırıcı olarak kullanılacağı söylenen siyanürün çevreyi tehdit etmesi mi? Yoksa şirket CEO’su olacak McCluskey nam adamın dalga geçer gibi “Türkler taş taşımakta çok iyi” türünden laflar etmesi mi?..
Bu sorulara cevap vermesi gerekenlerin muhtemelen kamuoyuna verilecek cevapları var. Herkesin çözüm bekleyen kendine ait derdi var. Biz haftaya yorgun başlamamak için dostlarımızla hafta içi tartıştığımız “Patinaj yapan insanlar” üzerine yaptığımız bir sohbeti sizinle paylaşalım...
Araba hırsızlığını önlemek için alınan tedbirlerden biri de arabanızda sadece sizin bildiğiniz bir gizli noktaya -ölüm düğmesi- koymaktır. Ölüm düğmesine bastığınızda kontağa gelen akım kesilir ve arabanızın hareket etmesi dışında bütün hayati faaliyetleri eksiksiz işler, sadece hareket etmez. Işıkları yanar, radyosu çalışır, cam silecekleri sağa sola hareket eder ve arabanız meşgul görünür. Ama hareket etmez.
Etrafımız bir sürü meşgul insanla dolu tek noksanları… Her şeyleri mükemmel sadece yürümeyen ve mesafe almayan…
Bu insanlara patinaj yaptıran “ölüm düğmesi” tükenmiş insanların barınağıdır. Zihinleri ve zamanları, kendileri için önemsiz, sorumlu oldukları insanlar için faydasız bir sürü ıvır zıvırla dolu insanların toplanma merkezidir. Anlamsız lüzumsuz bir sürü işle uğraşır, faydasız TV seyreder, bol fıkra anlatırlar. Kendilerini özlememiş, nereden geldi dedirtecek ölçüde yapılan eş dost ziyaretlerinde, memleketi kurtarma sohbetleri yaparlar.
Sorumluluk taşımadıkları hâlde çevrelerine müdahalede bulunurlar.
Bir çeşit tedavi odalarında toplanır ama evlerine gitmekte istekli değillerdir. İşleri varsa sorunları da vardır. Sosyal münasebetlerinin zengin olduğu söylenemez. Barışık bir hayatları yoktur. Her an kavga ve münakaşaya hazırdırlar. Yarın için bir planları, gelecek için hedefleri yoktur.
Hep meşgul görünürler, sadece yürümezler…
Kuru gayret çarık eskitir. Keşke sadece çarık eskitmekle kalsa, başta zaman ve sağlık olmak üzere sahip olduğumuz her değerden bir parça koparır. Tüm uğraş ve gayretler ne kendimize ne ailemize bir katkı sağlamaz. Gidererek ağırlaşan dayanılmaz bir ağırlık hâline gelir.
Tıpkı çocukluk masallarımızdaki gibi: Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de arkamıza baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz...
Zamanımız her şeyi iyi bilenlerin değil bir şeyi iyi bilenlerin devri. Üst sıralarda olanların her zaman yarışın içinde bulunma ve bir numara olma şansı vardır. Diğer numaralar ise yarışta olmak, üst sıralara hizmet için vardır.
Bir numara ve bir numarayı zorlayanlar ağırlıklarını atmış ve güçlerini bir noktaya bir hedefe kilitlemişlerdir. İnsan odaklandığı yerden büyür öne geçer, arkadan gelenler ise cepheyi geniş tutanlardır. Her işle uğraşan birisi, bir işle uğraşan rakibini asla yenememiştir. Çünkü yoğunluk genişliği her zaman yener.
Büyük adamların hepsi başarılı oluncaya kadar kuvvetlerini idealleri etrafında toplamış enerjik insanlardır. Bu zamanda uğraşlarını dağıtanların başarı şansı yoktur. Sadece çarıkları eskir o kadar.
Başa dönersek, çoğu siyaseti meslek edinenlerin de kendi sorumluluk alanı dışında başarılı ama asıl işlerinde patinaj yaptıkları sorusu cevap bulur. Siyaseti halka bırakıp kendileri başka işlerle meşgul oldukları için olsa gerek…
Bu da siyaset mesleğinin “ölüm düğmesi”...
.
Siz bu yaşananlara nereden bakıyorsunuz?
9 Ağustos 2019 02:00
Devletin, terörle mücadele eden güvenlik güçlerinin terörle mücadelesini “ortaklığı kabul edilmeyen bir suç” olarak değerlendiren bir grup Akademisyenin imzaladığı bildiriyi ifade özgürlüğü olarak değerlendiren AYM kararı üzerine başlayan tartışma devam ediyor.
Hendek olayları döneminde terörle mücadele eden güvenlik güçlerini suçlayan bildiriyi hazırlayan ve ilan eden akademisyenleri aklayan Anayasa Mahkemesi kararı üzerinde tepkiler devam ediyor. Herkes bulunduğu yerden olayı yorumluyor.
Terör örgütü ve devleti birbirine denk kurumsal yapılar olarak karşı karşıya getiren, teröre karşı meşru müdafaa hakkını kullanan, sorumluluğunu yerine getiren devleti halkına kıyım yapmakla suçlayan bu herzeyi bir de şehitlerin ve ailelerinin durduğu yerden yorumlayalım bakalım ki; “isteyen istediğini söyleyebiliyor mu?”
15 Mayıs 1994 günü Erzincan’ın Tercan ilçesi Edebük köyünde eli kanlı terör örgütü tarafından gerçekleştirilen baskında 9 masum vatandaşımız şehit edilmişti. Bu 9 vatandaşımızın 2’si erkek, ikisi çocuk, 5’i bayan. Şehitlerin arasındaki Tansu kızımız henüz 2 yaşında bir çocuktu. Küçük Tansu ateşe verilen evde yanarak şehit oldu. Defin sırasında küçük Tansu’nun bir beze sardığı ayak bileğinden ayrılmış yanmış ayağını koynunda saklayan dedesini teselli edecek söz bulamadık.
Hadi bakalım, o gün bugün Tansu Bebek ve daha nice bebeklerin katilleri ile her şartta mücadele veren devleti kendi vatandaşına kıyım yapmakla suçlayanlar!.. Siz bu yaşananlara nereden bakıyorsunuz? Yasaklama ve sansür olması için sizin sınırlarınız nereye kadar? Terör ve her türlü bölücü eylemle mücadeleyi “…düşünce ve ifadeleri sadece iktidarın, toplumun bir ideolojinin sınırları içine hapsetmeye çalışmak...” olarak değerlendiren zihniyet, kamu vicdanı, bunu hak ihlali daha ötesinde bir tehdit olarak algılıyor ve “fikir özgürlüğü, ifade edilen fikir terör ve terör örgütlerini desteklediği yerde biter, sınırlar buraya kadar…” diyor.
AYM ise “hak ihlali” kararında illiyet bağı arıyormuş. İlliyet (nedensellik) bağı, hukukta, sonuç ile sonucu ortaya çıkaran faktörlerin arasındaki ilişkiyi belirten bir hukuk terimi. Medeni hukukta da ceza hukukunda da, sorumlu tutulabilmek için uygun illiyet bağının varlığı aranır. Neden ile sonuç arasında böyle bir bağ kurulamıyorsa sorumluluk oluşmaz.
İstanbul 32. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği kararlar barış akademisyenlerinin mahut bildirisinin KCK Eş Başkanı Bese Hozat’ın 22 Aralık 2015 tarihinde yayınlanan “Demokrasi güçleri ayaklanarak öz yönetimlere sahip çıkmalı” çağrısı üzerine yapıldığı tezine dayanıyor. Kamuoyunda ise bildirinin örgüte destek verdiği kanaati bununla beraber bildiride örgütün bölgedeki tahribat, katliam, adam kaçırma gibi eylemlerini konu alarak tenkit eden tek bir ifadenin yer almaması üzerine oturuyor.
Aksini iddia edenler belli ki “illiyet bağı”nı nesnel olarak sınırlıyor, “kampüste silah veya patlayıcı ile yakalanmak” gibi elle tutulur bir vesikaya bağlıyor.
Açıkça şunu sormak gerek: “Siz köy, kasaba, mezra basan, şehirleri hendeklere boğan, Türkiye’de kanton devletçikler kurma sevdası kovalayanlardan mı, yoksa bunlarla mücadele edenlerden mi yanasınız?”
Nasıl olsa, sizin için “isteyen istediğini söyler” gibi bir sınırsız kolaycılık var, aykırı fikirlerin toplum tarafından rahatsız edici bulunmaları da yasaklanma ve sansürü için gerekçe değildir!..
.
İçi yanan lazım...
12 Ağustos 2019 02:00
Önemli gelişmeler, Merkez Bankasının faizleri aşağı çekmesi, yabancı parayı terbiye etmeye başladı. Suriye sınırındaki güvenli bölge koridorunun ebatları için kendisine bir uzlaşma zemini arayan ABD görüşmelere oturuyor. Kaz Dağları algı operasyonunu tezgâhlayanlar, işin bidayetinde CHP temelli belediyeler çıkınca toplumda bekledikleri karşılığı bulamadılar.
Moral verici gelişmelerin listesi uzatılabilir. Ne var ki çoğu gazetede köşe yazılarının merkezinde AK Parti içinde kendi ikbali için piyasa oluşturan karakterlerin gelecek için nasıl risk oluşturduğu yer alıyor. Özellikle muhalefet destekli Ali Babacan merkezli yeni parti arayışlarının ciddiye alınması gereken karşı cepheye destek verecek bir fırsat olarak görenlerde...
İktidar gücünü kötüye kullanan siyasetçilerin varlığını AK Parti’yi giderek halktan koparan ciddi bir zaafa dönüştüğü görüşünde olanlar 24 Haziran seçim sonuçlarının faturasını da içerideki teressübata bağlıyor. AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın il başkanları toplantısında verdiği “değişim” ve “yenilenme” mesajlarının merkezinde yer alan “AK Parti sırça köşklerde oturan, halka tepeden bakan ve halkın derdiyle dertlenmeyen siyasetçilerin partisi değildir. Aksini düşünen varsa yanlış yerde olduğunu bilmelidir” ifadeleri de konunun ciddiye alındığını net biçimde ortaya koymaktadır.
Bugün AK Parti merkezli Cumhur İttifakı'nın daha geniş ve sağlam temelli bir kadro üzerine oturması Türkiye’nin ihtiyacıdır ve hepimizin geleceğini belirler. Şüphe yok ki bu sağlam temellerin arasındaki ehliyetsiz sığıntıları ayıklayıp, dışarı almak bu yapının sağlamlığını garanti eder.
Bildiğimiz fiziki depremlerde bile devasa yapıları bir sarsıntıda dizüstü çökerten harç yapısının arasına sızmış kildir. Kuma karışan toprak, betonu lığ eder. İnsan temelli her organizasyonda da bozuk ve ehliyetsiz karakterler yapıyı tehdit etmektedir. Saklı kaldığı sürece içeriden, deşifre olunca da dışarıdan...
Büyükşehir belediye başkanlıklarını kazanarak Cumhur İttifakı'nı gerilettiklerine inanan dörtlü ittifak şimdi Babacan üzerinden cephelerini 3-4 puan daha büyütme peşindedir. Anlıyoruz ki, muhalefet cephesi gelecek hayalleri için yeterli malzemeyi içeriden toparlama peşinde. Hedefleri Cumhurbaşkanlığı Hükûmet sistemini yıpratarak, Türkiye’yi bir erken seçime zorlamaktır.
Uyuşuk ve üzerine toprak atılmış muhalefeti kendisine siyasal alternatif görmeyen iktidar için bu durum, kadrolarına sızmış zayıf halkaları yapıdan atmak için bir fırsattır. Hiçbir siyasi iktidar muhalefet baskısı hissetmeden kendini yenileyemez.
Hedef bellidir; Türkiye son yıllarda, tarihinin en kapsamlı dış tehditlerine karşı koymaya çalışıyor. Sayın Bahçeli önceki gün ifade etti; “Dünyada insani ve vicdani değerler komadadır. İslam coğrafyalarında bulunan milyarlarca insan, şiddet ve dehşet çemberindedir. Kriz ve gerilimlerin ana arterinde özellikle Türk ve İslam coğrafyalarının bulunduğu çok net bir şekilde görülebilecektir. Asıl hesap ve asıl hedef, Türkiye ve Türk milletidir.”
İhtiyaç olan şey, tabanda bütünlüğü sağlayacak, daha geniş kucaklamaları hayatın her alanında severek, inanarak, uygulayacak "içi yanan kadrolar”dır. Bütün bu kuşatmalar hırpalanan millî bütünlüğümüzü yeniden inşa için bir fırsat olabilir. Görev “içi yananlara” düşüyor…
Kurban Bayramı'nızı kutluyor, milletimize ve tüm İslam âlemine huzur içinde bir bayram diliyorum..
.
Tanzanyalı Küçük Osman
16 Ağustos 2019 02:00
Tanzanya Birleşik Cumhuriyeti, önceki adıyla Tanganika Cumhuriyeti, Afrika'nın "Orta-Doğu" bölgesinde yer alan bağımsız ülke. Kenya ve Uganda, batısında Ruanda, Burundi ve Kongo, güneyinde Zambiya, Malavi ve Mozambik yer alıyor, Doğusu ise Hint Okyanusu kıyıları.
Tanzanyalı Küçük Osman, gıyaben tanıdığım Tanzanya Büyükelçisi Sayın Ali Davutoğlu ve eşi Yeşim Meco Davutoğlu’nun evlatlıkları. Davutoğlu ailesi Balkan isimli 12 yaşındaki oğullarının yanı sıra yetimhanede kalan bir bacağı kısa anne ve babadan yetim Tanzanyalı Osman’ı evlatlık olarak himayelerine aldılar. Koruyucu aile olarak başladıkları himayenin “evlatlık” statüsünde sürekli olması için Tanzanya hükûmeti ile görüşmeleri iki yıldır sürüyor.
Sayın Büyükelçi'nin dikkat çekici bir hikâyesi var. Tanzanya'da dört yıl bulunduktan sonra hastalanır ve Ankara’da bir süre tedavi gördükten sonra tekrar Tanzanya’ya atanır. Bu sıra dışı görevlendirme onun Afrika’nın göbeğinde yoksullukların ortasındaki insanlara yardım elini uzatan bir "baba" olması ile ilgili.
Sayın Büyükelçi ve eşinin himayesinde kurulan “Aşure Vakfı Yetimhanesi”nde kalan çocuklar için her ihtiyaçlarının karşılanmasının yanı sıra geçtiğimiz yıl Türk usulü sünnet düğünü gerçekleştiren ve yardımseverlerden topladığı giyecek malzemelerini kendi eliyle taşıyan Ali Davutoğlu burada yaşayanlara "balık yemeyi" değil "balık tutmayı" öğretiyor...
Tanzanya’daki Zenzibar adasının yüzde doksan dokuzundan fazlası Müslüman'dır. Ana karada ise Müslüman topluluklar kıyı kesimde ağırlıkta, iç kısımlardaki kimi yerlerde de yoğun Müslüman topluluklar yer alır. Bölgede su, en büyük ihtiyaç. Zanzibar’ın birçok bölgesinde yaşanan su temininde büyük sıkıntıyı aşmak için Bayan Yeşim Davutoğlu yardımseverlerin desteği ile bölgede çok sayıda su kuyusu açtı. Bu kuyular yaklaşık iki bine yakın insanın su ihtiyacını karşılıyor.
Türkiye’nin son yıllarda kendisine Afrika’da kapı açması hem ticaret hem kültür alanında yeni imkân ve fırsatlar sağladı. Geçtiğimiz yıl 10. Büyükelçiler Konferansı için Ankara’da bulunan Sayın Büyükelçi Ali Davutoğlu, iki ülke arasındaki ilişkilerin seviyesini mükemmel olarak değerlendirirken “Tanzanya’nın Türkiye’ye ihracatı 50 milyon dolar, Türkiye’nin ise Tanzanya’ya ihracatının 150 milyon dolar Tanzanya’da üstlenilen taahhütler açısından Türkiye listenin ilk sırasındadır. Şu anda müteahhitler birliği listesinde ülkeler arasında birinci sıradayız. Türk mallarının kalitesi, Avrupa standartlarında ancak Avrupa’dan daha ucuz özellikle inşaat malzemeleri ve tekstil ürünleri revaçta. İki ülke ilişkilerinin geliştirilmesi açısından imkânlar var. Tarım alanında iş birliği yapılabilir. Tanzanya’da çok geniş araziler var. Bu büyük araziler devlet tarafından kiralanabiliyor. Tanzanya tropikal bölge olduğu için iki hasat alınabilir. Elverişli toprakları var. Ayrıca Türk yatırımcılarını hem sanayi hem de turizm alanında da davet ediyoruz" demişti.
Afrikalı soruyor; “Türkiye neresi ?” İstanbul deyin, Osmanlıdan geldiğimizi düşünüyorlar. Osmanlıyı duyunca kucak açıyorlar. Bir tesadüf sonrası tanıma şansı bulduğum Tanzanyalı Küçük Osman bize içerideki harala gürele içinde unutturulan bir dünyayı yeniden hatırlama fırsatı verdi. Türkiye’nin Asya ve Afrika’daki geçmişten gelen müktesebatı nesiller sonrasında bize “Merhaba Türk” diye el uzatıyor…
.
Kendi celladımıza benzemek!..
23 Ağustos 2019 02:00
Bir medeniyet krizinin içine itildik. Zihnimiz ve ruhumuz yara bere içinde, şiddet toplumu hâline dönüşürken herkes hâlinden ve zamanından şikâyet ediyor. Her kafadan bir ses çıkıyor.
Celladına âşık olanlar çözüm diye önümüze sürdükleriyle yarayı büyütüyor. Batı kaynaklı 'ödünç akıl’la İslam’ı, modernliğe ve Batı’ya göre yeniden şekillendirmeyi ve bu ucubeyi topluma yedirmeye çalışıyor. Avrupa’daki gibi “rasyonel düşünce”nin önünü açarsak kurtuluruz diyorlar.
Çözüm teklifleri, felsefe ile İslam ilahiyatını uzlaştırmak(!)... Hatta işi Fransız Ernest Renan’ın 1852 yılında hazırladığı doktora tezinde “Aristo’yu yenileyen ve felsefi Helenizm’in saf ışıklarıyla Avrupa’yı aydınlatan ilk ve tek Müslüman düşünür" diye tanıttığı İbn Rüşd (1120-1198) ve benzeri felsefecilerin İslâm medeniyetinin yükselme çağının önünü açtığını söylüyorlar.
Oysa gerçek çok farklıdır…
İslâm âlimlerinin büyüklerinden İmam-ı Gazali hazretleri (1058-1111) zamanın ilim merkezi Nişabur'da tahsilini tamamlayınca onun İslamiyet’e yaptığı büyük hizmetleri gören ilim ve edebiyat hamisi Selçuklu Veziri Nizam-ül mülk, onu Nizamiye Medresesinin (Üniversite) baş müderrisliğine (rektörlüğe) tayin etti.
Bu devir İslâm âleminde siyasi ve fikir kargaşa devriydi (bugünkü gibi). İmam-ı Gazali 23 yaşındayken doğuda Hasan Sabbah ve adamları sapık İsmailliye fırkasını yaymaya çalışıyordu. Mısır’da Eshab-ı kiram düşmanı Fatımi hanedanı çöküyor, Endülüs İslâm devleti gerilemeye yüz tutmuş, Avrupa’da ise mukaddes toprakları Müslümanlardan almak için Haçlı seferleri başlamıştı.
Bütün bunlar Müslümanların birliğini doğrudan askerî kuvvet ve ilim yoluyla yıkamayan iç ve dış düşmanların halk arasında bozuk ve sapık fikirleri yaymak için uygun bir zemin teşkil ediyordu. Bir taraftan eski Yunan felsefesini anlatan kitapları okuyarak yazılanları İslâm inançları ile karıştıranlar diğer taraftan Kur’ân-ı kerimin âyetlerinin manasını değiştirerek kendi bozuk düşüncelerini katanlar, Bâtıniler ve Mutezile ile İslâm itikadını bozmaya çalışanlar.
Bunlara karşı Ehl-i sünnetin müdafaasını üstlenmiş olan İslam âlimlerinin başında akli ve nakli ilimlerde zamanın en büyük âlimi İmam-ı Gazali hazretleri geliyordu.
O asırda Avrupalı filozoflar, Dünya'nın tepsi gibi düz olduğunu iddia ederek ilimlerini ve felsefelerini böyle yanlış bilgiler üzerine kurarken İmam-ı Gazali, Dünya'nın yuvarlak olduğunu delil ile isbât ediyor ve diğer fen ilimlerinde Avrupalıların bilmediklerini kitaplarında yazıyordu.
Rumcayı öğrenerek felsefecilerin sapıklığını ortaya koymak için eski Yunan ve Latin filozoflarının kitaplarını üç sene titizlikle inceledi. Felsefecilerin maksatlarını açıklayan “Mekâsidi Felâsife” ve felsefecilerin görüşlerini reddeden “Tehâfüt-ül Felâsife” kitabını yazdı. Felsefecilerle ilgili bu çalışmalarını "El-Münkızü aniddalal” kitabında anlattı.
İşte filozof Ernest Renan’ın “felsefi Helenizm’in saf ışıklarıyla Avrupa’yı aydınlatan…” dediği İbni Rüşd, İmam-ı Gazali’ye karşı savunma olarak “Tehafüt’üt-Tehâfüt " adlı bir kitap yazdı.
Önce Ernest Renan’ın kim olduğunu hatırlayalım. 1883 Mart’ında Sorbonne’da verdiği ve İslâm dünyasında büyük tepkiyle karşılanan “İslam ve Bilim” konulu konferansında “İslamlık şudur ki, bilime ve felsefeye daima eza etmiş ve nihayet onları boğmuştur. Batı ilahiyatı İslâm ilahiyatından daha az zalim davranmamıştır. Şu farkla ki o muvaffak olamamış düşünceyi ezememiştir. İslamlık ise fethettiği ülkelerin fikrî ve ruhî varlığını ezmiştir…” diyen adamdır.
“Helenizm’in saf ışıkları” diye göklere çıkardığı şeyin ise Yunan kültürlerinin Doğu kültürleriyle etkileşime girmesi sonucu ortaya çıkardığı kültür, fikir, sanat ve felsefe akımı olduğunu söylemeye bile gerek yok.
İbni Rüşd’ün felsefeyi savunan “Tehafüt’üt-Tehâfüt" adlı kitabına gelince; Fâtih Sultân Muhammed Hân'ın hocası ve İstanbul Kâdısı Hâce Zâde Muslih-uddîn Mustafa bin Yûsüf “rahmetullahi teâlâ aleyh” İmam-ı Gazâlî’nin “Tehâfüt-ül-Felâsife”si ile İbni-Rüşd’ün buna olan reddiyesini incelemiş olan Fâtih’in emri ile İmam-ı Gazâlî'nin haklı olduğunu bildiren kıymetli bir kitâb yazmıştır.
Müslümanların önünü açacak olan; Hazreti Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem” ve O’nun izinden giden İmamı Gazali hazretleri gibi ilim, irfan ve hikmet sahibi öncülerin izlediği yoldur.
İslâm’ı modernliğe ve Batı’ya göre tanımlayarak yeni bir medeniyet bilinci kurmaya çalışmak, bizi kendi “celladımıza” benzetmek hamlesidir…
.
“Biz vazgeçtik…” demezlerse…
26 Ağustos 2019 02:00
31 Mart ve 23 Haziran seçim sonuçlarının hemen ardından geçmişte AK Parti’de devlet katında önemli makamlarda bulunan bazı isimlerin başlattığı muhalefet merkezli yeni parti kurma hamlesi, AK Parti gündemindeki iç muhasebeyi hızlandırdı.
Bu muhasebe ve muhakeme yapma gereğinin bir değişimden daha fazla olarak “Bambaşka bir AK Parti” formuyla sonuçlanacağından/sonuçlanması gerektiğinden bahsedenler var.
Önce belirtelim ki; bu seçim sonuçlarında seçmen sosyolojisindeki hızlı değişimin büyük payı var. Sayın Erdoğan’ın Almanya seyahatinde “yaklaşık 3 milyon üniversite öğrencimiz var” diyen Şansölye’ye “bizimki de yaklaşık 8 milyon” ifadesinde belirttiği genç seçmen sayısının bu seçim sonuçlarında ciddi payı var. Sonuç olarak AK Partinin bildiğimiz “klasik muhafazakâr particilik anlayışına gençler nasıl bakıyor?” sorusuna cevap bulması ve genç taleplerin üzerinden yeni politika geliştirmesi gerekir.
“Genç Seçmen tercihleri” faktörü ardından cevap aranması gereken “AK Parti kendi kuruluş ilkeleri üzerinde sadakatle giderken seçmen mi durduğu yeri değiştirdi?” sorusudur. Net olarak "Hayır” AK Partiye gelmeyen oylar başka bir muhafazakâr partiye kaymadı aksine saklı tutuldu. Yani hamili seçmen sandığa gitmedi. Gözü AK Partide olan merkez seçmen tabanı yeni bir parti bekleyişi içinde değil. Beklenti ilk gün bu partinin milletin huzuruna çıkarken ilan ettiği “Muhafazakâr Demokrat” çizgisindeki/kimliğindeki sapmaların tamiridir, hepsi bu.
Nitekim AK Partiyi kuran irade, AK Parti için tehdidin net olarak “kendisi gibi olmaktan çıktığında başlar” diyor. Söylenen budur, gereği ise AK Partide zaman içinde her siyasi partide yaşanan kontrol dışı sapmaları kontrol altına almak olacak.
Bu değişimin merkezinde ise elbette ki “insan” var.
Önceki gün AK Parti'nin 18'inci kuruluş yıl dönümü etkinlikleri kapsamında partililere hitap eden Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “önümüzdeki aylarda başlayacak büyük kongre süreçleri bu bakımdan fırsat…” derken sürecin takvimiyle beraber beklenen değişimin de insan merkezli olacağını açıkça söylüyor.
Sayın Erdoğan AK Partideki değişimin hedefini "Bütün bu saydığım yerlerde (gençlik ve kadın kolları belde, ilçe ve il teşkilatları) bizim için kanaat önderleri kimlerse bunları seçip, çıkartmak ve kadromuzu bu kanaat önderleriyle güçlendirmektir. Bunu hep beraber yapacağız. 'Ben şurada yoktum, ben burada yoktum' olmaktan öte ‘Burası filancaya layık’. Daha da ileri gidiyorum, kardeşlerim bize 'Ömer’ler lazım" olarak ilan etti.
AK Pati bu değişim için kendisine daha önce oy vermiş ama şimdi vermemiş insanların neden şikâyet ettiğini bulmalıdır. AK Partiye bunu hatırlatmak için uyarı niyetli olarak sandığa gitmemek ise maliyeti yüksek bir prova oldu. AK Partiye dışarıdan alternatif parti kurgulamaları fikrinin uyanmasında da bu cepte bloke edilen ikaz oylarının da önemli payı var.
Kaçınılmaz olarak bu yeni parti hikâyesinin gerekçesini kurucuları millete açıklamak zorunda. Tabii daha önce Sayın Erdoğan, "Hafıza kayıtlarımızın içinde olanları da vakti geldiğinde milletimizle paylaşacağımızı şimdiden burada söylüyorum. Bu kayıtların içerisinde çok şeyler var. 'Kim kimdir' bunları milletimizin bilmesi lazım" dediği açıklamasını yaptığında “Biz vazgeçtik” demezlerse…
.
Kötülükler nasıl yayılır?
30 Ağustos 2019 02:00
Birkaç kırık penceresi olan bir bina düşünün.
Kırık camlar tamir edilmezse Vandallar birkaç cam daha kırmaya meyillidir. Sonunda binadaki bütün camlar kırılabilir, belki yangın dahi çıkarabilirler.
Ya da bir kaldırım düşünün.
Sorumsuz birisi çöplerini buraya atar, kısa zaman sonra burada daha fazla çöp birikir. Çünkü alınmayan çöpler, “çöpleri buraya dökün!” diye cesaretlendirir. Sonunda paket yapan insanlar bile çöpleri araba ile poşetler hâlinde getirerek buraya atarlar.
Bu tespit ABD’li psikolog Philip Zimbardo’nun kentsel bozuklukların anti sosyal davranışlar üzerindeki etkilerine işaret eden kriminolojik “Kırık Camlar Teorisi"dir.
Burada dikkat çekici olan hukuk ve toplum tarafından hak ettiği karşılığı göremeyen bütün kötüler ve kötülükler aynı şekilde meşrulaşır ve yayılır. Kendine güvenen bazı insanların (aslında korkak oldukları için) sırtını dönmesi “Ben etkilenmem!” diyerek kendini güvende hissetmesi boşunadır. Bu büyük bir aldatmacadır. Yaşadığımız çevre tarafından önce etkilenir, sonra onun bir parçası oluruz. İlişki devam ettikçe bağımlılık kuvvetlenir ve sonunda sahibini fiziksel ve ruhsal olarak devirir.
Alışkanlık mikrobu eğer kendimizi güvende zannettiğimiz yerdeyse ki bu, savunma gücünü yok eder ve sık rastlanan bir durumdur. Bizzat alışkanlık hakkında tiksintiye sebep olmak gibi caydırıcı bir etki yapma ihtimali olsa bile mağdurun yeteneklerini kullanmasını önlemek gibi geleceği üzerinde ciddi tahribat yapacaktır.
Kötü ve iyi alışkanlıkların bulaştığı yollar bellidir.
İnsanlar en çok ne konuşur? Arsa, borsa, dolar, altın, hisse senedi, derbi maçları, politik gelişmeler... Herkes kendisi için önemli gördüğü konu üzerine yoğunlaşır. Ancak bunlardan daha önemli bir şey var ki eğer o tehlikede ise bunların hepsi önemini kaybeder. O da ailemiz, eşimiz ve çocuklarımızdır.
Ailemize yapılan yatırım en önemli olandır. Bu yatırım sadece fiziksel olan yeme, içme, giyinme, barınma gibi bedeni besleyenlerle sınırlı değildir. Aile içi ilişkiler, dost ve arkadaş çevresi ile ilişkiler, bireysel olarak ibadet ve dua etmek, zihinsel olarak okumak, sohbet etmek gibi duygusal yatırımlar da önemlidir.
Her ailenin çocuğunu derinden sevdiğine, onlar için en iyi şeyleri istediklerine inanırım. Buna rağmen çok sayıda aile, çocuklarının rotadan çıktığını söyleyerek yardım istemekte ve ciddi sıkıntı yaşamaktadır.
Her çocuk dünyaya aç ve çıplak olarak gelir. Hiçbir anne dünyaya bir doktor, mühendis veya avukat getirmez. Ama hiçbir anne dünyaya bir maganda, alkolik, uyuşturucu bağımlısı veya kumarbaz da getirmez. Allahü teâlâ dünyanın her yerinde yeni doğan her çocuğun kalbini temiz olarak yaratmaktadır.
Bağımlılık yapan madde kullanımı, şiddetin yaygınlaşması gençliğin muhatap olduğu en büyük tehlikedir. Bu tehlike gençler ve aileler dikkat etmediklerinde uzaktan değil güvenip itimat ettikleri yakın çevreleri tarafından bulaştırılır. Bir arkadaş toplantısında bile başlangıçta itiraz edilen kötü bir alışkanlık, onu yapan bir arkadaşla eğer sürekli görüşme yapılıyorsa önce hoşgörüye sonra da kabullenmeye dönüşür.
İçinde bulunduğumuz grup tarafından açık biçimde yapılan bir iş, zamanla onu meşrulaştırır.
İçinde bulunduğumuz toplum kabul edelim ki bu konuda büyük şehirler başta olmak üzere güven verici değil. Görüntülü ve yazılı medyanın büyük bölümü aileyi tahrip eden şiddet ve cinsel ağırlıklı yayınlara yer veriyor. İnsanın edep duygularının zedelendiği, çeşitli kötülüklerin sürekli tekrarlanarak izlenmesi ve okunması onu yapılabilir sıradan işler hâline getiriyor.
Hâkimler, hekimler, siyasetçiler, eğitimciler, akademisyenler, din adamları, ilahiyatçılar, nefes alan herkes... yeteri kadar cinayet, intihar, şiddet haberleri izliyorsunuz. İstatistikler çok kötü ama daha kötüsü bir toplumun başına ne geldiğini idrak edememesi, görememesi!..
.
Kâbus mu görüyoruz?
2 Eylül 2019 02:00
Kimi görsem burnundan soluyor. Öfkeyi bu kadar kabartan son darbe, Batman Otogarı'nda önceki gün işlenen aklı ve vicdanı zorlayan cinayet!..
Şiddetin bizi getirdiği yer; Avrupa İstatistik Ofisi verilerine göre Avrupa Birliği üye ve üyelik sürecindeki ülkeler arasında cinayet oranlarında en yüksek üçüncü ülke olmak. Her 100 kişiden 12'sinde silah var. 178 ülke arasında silahlanma konusunda Türkiye 14'üncü sırada. Silah ticareti ile ilgili şeffaflık konusunda ise 48 ülke arasında 31'inci sırada yer alıyor.
Denge bozuk oldu mu bir kere soda şişesi bile silah olur. Önceki gün Suat Yüksekbağ (21) isimli genç, babasının yanına mevsimlik işçi olarak çalışmaya gittiği Batman'da şehirler arası otogarında R.K. ve A.K. kardeşler tarafından herkesin gözü önünde 27 yerinden bıçaklanarak öldürüldü.
İddiaya göre cinayet sebebi “kan davası”. Suat Yüksekbağ’ın ağabeyi geçtiğimiz yıl Siirt’in Baykan ilçesine bağlı Ziyaret beldesinde yaşanılan bir cinayetin zanlısı olarak cezaevinde yatıyor. R.K. ve A.K. kardeşler ise öldürülen ağabeylerinin öcünü almak için pusuda bekledikleri otogarda Suat Yüksekbağ’ı yakalayarak defalarca karnından bıçakladı. Yüksekbağ’ın yaralı olarak yerde yatarken çekilen görüntüde, polisin sadece etrafta önlem alıp beklediği ve saldırganlara müdahale etmediği görüldü.
Ortaya çıkan görüntülerde polisin, gencin başında bekleyen ve can çekişmesini seyreden katil zanlısına uzun süre müdahale etmemesi, etrafa toplanan kalabalığı uzaklaştırmakla meşgul olması dikkat çekiyor.
Olaydan hemen sonra bazı haber sitelerinde ve sosyal medya hesaplarında polisin olay karşısındaki tutumunu eleştiren paylaşımlar yapılması üzerine Batman Valiliğinden “Konu ile ilgili olaya ilk müdahalede bulunan polis memurları hakkında olaya müdahaleleri yönünden aynı gün idari yönden soruşturma başlatılmış olup, kademeli güç kullanmada zaaf gösteren ve müdahalede ihmalleri bulunduğu değerlendirilen görevliler görevden uzaklaştırılmıştır” açıklaması geldi.
Eleştirileri değerlendiren hukukçuların görüşü ise “Polisin Türk Ceza Kanunun verdiği yetkiyi kullanarak orada derhâl müdahale ederek olayı bertaraf etmesi gerekirdi" yönünde.
Daha birkaç gün önce Türkiye, eşi tarafından on yaşındaki kızının gözleri önünde boğazı kesilerek katledilen Emine Bulut cinayetini konuşurken Sosyal medyada cinayet anına ait yayınlanan görüntüler tepki çekmiş ve mahkemeden görüntülere yayın yasağı gelmişti.
Bu defa otogar cinayeti ekranlarda sahne almaya başladı. Bu trajedilere, alışamadık… Alışamayız… Alışmamalıyız zira asıl felaket bunların sıradanlaşmasıdır. Sorumsuz medya toplumu bu batağa doğru sürüklüyor bu en adi, en iğrenç cinayet haberleri haber bültenlerinin en başlarında yer alıyor.
Bu görüntülerin çocuklar, gençler, aileler, insanlarımız üzerindeki tahribatı hâlâ fark edilmedi mi? Her cinayet görüntüsü için mahkemeler ayrı yayın yasağı mı koymalı? İnsanın dengesini bozan bu haberler üzerinden TV kanalları daha ne kadar reyting kovalayacak?
Aynı cinayet TV kanallarında tekrar ve tekrar işleniyor.
Foto muhabirleri ve televizyon muhabirleri neden bir insanın trajik ve kanlı ölümünü ön plana çıkaracak kadar ileri gidiyorlar? Çünkü bu, heyecanlandırmak için en hızlı ve pis bir yöntemdir ve haberleri sattırır. Gözyaşları, öfke ve acı ile haberlerini güçlü kılıyorlar.
İnsanlar gerçek hayatta olduğundan çok daha fazla kavga, cinayet, intihar, gasp, darp, cinsel taciz, işkence gibi çeşitli şiddet olaylarına tanık olmaktadırlar. Daha tehlikelisi, medyanın şiddeti öğretmesi, gerçek hayatta toplumu şiddet karşısında duyarsızlaştırmasıdır.
İnsanların gerçek dünya ile aralarına korku ve endişe ile bir duvar örüyorlar, insanı yalnızlaştırıyorlar.
Medyada cinayet, şiddet, tecavüz haberlerinin yasaklanması şart!
.
Bir mağdur “Yeter Artık” dediğinde!..
6 Eylül 2019 02:00
Toplumsal hareketler ansızın herkes aynı yöne bakmaya karar verdiği için başlamaz. Önce canı yanmış birinin bakması gerekir...
HDP’nin kapısına dayanan Hacire Ana dağa kaldırılan çocuklarını tekrar kazanmak isteyen diğer analara ön açtı.
Diyarbakır’da yaklaşık bir hafta önce anne Hacire Akar, oğlunun HDP’lilerce dağa kaçırıldığını belirterek, evladı gelene kadar, HDP İl Başkanlığı önünden ayrılmayacağını söyledi. Kendisini oturduğu yerden kaldırmak isteyenlere cevabı sert ve net oldu: “Yeter Artık”...
Oturma eyleminin 5’inci gününde oğlu ortaya çıkan Akar, eylemini sonlandırdı.
Hacire Akar’ın isyanını gören diğer aileler de harekete geçti ve dağa götürülen oğlunu çekip almak isteyen üç anne daha HDP’nin önüne dikildi.
Mağdurlar bir araya geldiğinde ortaya çıkan güç inanılmaz bir devinim ortaya çıkarır.
Olay bana Rosa Parks adındaki 42 yaşındaki ufak tefek siyahi bir kadının ABD’yi terse çeviren ilk hareketini hatırlattı.
1 Aralık 1955 akşamı iş yerinden çıkan Rosa’nın tek istediği bir an önce evine ulaşmaktı. Montgomery/Alabama belediye otobüslerinde ilk 4 sıradaki koltuklar beyazlara aitti. En arka koltuklar siyahlara içindi. Beyazlar ayakta kalırsa siyahlar oturdukları koltukları boşaltıp daha arkaya geçmek zorundaydılar. Eğer ayakta duracakları yer yoksa otobüsten inmeleri gerekiyordu.
O akşam bazı beyazlar ayakta kalınca şoför siyahları “kalkın” diye uyardı. Üç siyah erkek kalkıp arkaya geçti. Rosa Parks’ın yanında oturan siyah erkek de kalktı, Rosa Parks ise cam kenarındaki koltuğa kaydı ve oturmaya devam etti.
Herkes büyük bir şok yaşıyordu. Bir mağdur “Yeter Artık” diyor ve başka tarafa bakıyordu!..
Şoför öfkeyle neden kalkmadığını sordu. Rosa Parks yerini bir başkasına vermesi gerektiğine inanmadığını söyledi. Şoför polis çağırdı, Rosa Parks tutuklandı ve mahkemece kamu düzenine itaatsizlikten 14 dolar para cezasına çarptırıldı.
İlk defa bir mağdur başka yöne baktı ve bakılabileceğini diğer mağdurlara gösterdi.
HDP İl Başkanlığı önünden ayrılmayacağını söyleyen Hacire Ana da öyle yaptı…
381 gün boyunca Montgomery’de bir tek siyah bile otobüse binmedi. İşlerine, okullarına yürüdüler. Buldukları her özel araçla belediye otobüsü bileti fiyatına siyahları taşımaya başladılar. Bazı beyaz ev kadınları da arabalarıyla destek verdi. Belediye otobüslerini işleten şirket büyük maddi zarar yaşadı. Bazı otobüsler âdeta çürüdü.
Şehirde öfke yükseldi. Beyaz çeteler işe yürüyerek giden siyahlara saldırmaya başladı. Bazılarını linç ettiler. Ancak siyahlar boykota devam etti.
Eylem, sonunda zafere ulaştı ve 21 Aralık 1956’da Yüksek Mahkeme’nin siyahların otobüslerde istedikleri yere oturabilecekleri yönünde karar vermesiyle siyahlar otobüs boykotunu sona erdirdiler.
Rosa Parks 24 Ekim 2005 günü 92 yaşında hayatını kaybetti ama Rosa Parks'ın o akşam bindiği otobüs günümüzde Detroit’teki “Henry Ford Müzesi"nde sergileniyor.
Hacire Ana terör örgütünce hayattan koparılmış evlatlarının izini süren anaları temsil ediyor.
Şunu sormak lazım; siyasetçiler, ilim adamları, akademisyenler, sanatçılar, yazarlar, STK temsilcisi diye ortada dolaşanlar “Yeter Artık” diyen bu hareketin yanında olmak için neyi bekliyor?
Zaman sonra, Diyarbakır veya bir başka şehirde mesela “Hacire Ana Parkı”nda dinlenirken meraklılara anlatacakları muhteşem bir hikâyede payımız olsun diyorsanız, otel lobilerinden çıkın bakalım...
.
Zayıf karakterlerin sığınağı “Argo Konuşmak”
9 Eylül 2019 02:00
“Bana yardım edebilir misiniz?” diyen öğrenci, iş adamı, ev kadını hepsi diğerinden farklı durumdaki insanlara “At kurtul” diyorum. Önce olumlu ve güzel konuşma ile işe başlamalarını söylüyorum. Hayatlarından ilk çıkarıp atmaları gereken “Argo” konuşmalar. Bu onların hayatını zorlaştırıyor ve yardım isteyenlerin hemen hepsi de "kötü düşünme ve kötü konuşma” hastalığından mustarip.
“Argo”nun lügat manası, “her yerde ve her zaman kullanılmayan ya da kullanılmaması gereken, külhanbeylerin, serserilerin ya da eğitimsiz kimselerin kullandıkları deyim ya da söz” demek.
Olumsuz ve argo konuşan bir çevre içinde sürekli tekrarladıkları kelimeler onları kuşatıyor ve bu onların gerçeği oluyor. Çocuklar ve gençler argo kelimeleri önce kendi ailesinde, sonra çevresinde duyuyorlar, sonra da kendileri bunu taklit etmeye başlıyorlar.
Argo ve küfürlü konuşanlar kendilerine güvenleri olmayan, çocukluğundan başlayarak sürekli aşağılanmış, kayda değer bir sorumluluk almamış kişisel imajı zayıf olan kişilerdir. Etrafındaki “korku duvarını” ancak kullandıkları çirkin kelimelerle yıkabileceklerine inanıyorlar.
Kelimeleri çekiç veya balyoz zannediyorlar. Argo, onlar için çıkış kapısı olmayan bir sığınaktır, odaya girip içeriden çıkışları argo kelimelerle tuğla örüp kapatıyorlar. Başkalarıyla ilişkileri argo dil ile kurmaya çalışanlar kendileri ile de barışık değiller.
Bu bir salgın hastalık, en çok zarar görenler de çocuklar ve gençlerdir.
Onlar geleceklerini kurarken iş, eş ve arkadaş seçiminde kullandıkları dil belirleyicidir. Huzur ve güven arayan toplum, denizin içindeki çer çöpü dışarı attığı gibi onları dışlayacaktır. Hayatını iyileştirmek isteyen, işe kullandığı günlük dili değiştirmekle başlamalıdır. Bu, kolay bir iş değildir. Çünkü bütün dünyamız düşünceyi ve dili besleyen veya zehirleyen eğlenceyle, medyayla, internetteki sosyal ağlarla, kısa mesaj ve uyuşturucu ile kuşatılmış durumda.
Ekranda gördükleri ve duydukları dışında fazla bir şey bilmeyen bir nesil yetişiyor. Sabahtan akşama telefon elinde chatleşiyor, ekran başında bir diziden diğerine koşup duruyor, böylece önce dil sonra düşünce zenginliğini kaybediyoruz.
İş mülakatında argo konuştuğu için kaybeden genç adam sızlanıyor: “Şimdi ne ettik ki yahu!..”
Çoğu ebeveyn ve eğitimci, konuşma dilinin giderek bozulduğunun farkında ve bu salgını önlemek için tedbir peşinde. Argo ve küfürlü tarz sadece dilde değil kılık kıyafette, aile içi ve dışarıdaki arkadaşlık ilişkilerinde de gözleniyor. Biri diğerinin önünü açıyor ve besliyor. Yapılan araştırmalar bazı müzik türlerinin içine yerleştirilmiş argo ve müstehcen sözlerin; intihar, cinayet, şiddet, uyuşturucu bağımlılığını körüklediğini gösteriyor. Buna bazı yerli dizi ve filmler de eklenebilir.
Bir film yapımcısı feryat ediyor: “Sanat ve kültür, toplumsal hayata ne kadar yansıyor? Sinemayla moral değerlerimiz ne kadar güçleniyor? Küresel aktörlerin sinema filmleri ile toplum değerlerini aşındırma çalışmaları karşısında siyasi aktörleri, sermayeyi ve kanaat önderlerini doğruluk, dürüstlük, sadakat, şefkat, merhamet ve saygıyı anlatan sinema filmleri yaptırmaya davet ediyorum.”
Mesele, bu kadar olumsuz girdi karşısında ne yapacağımız.
İlk adımı kanaatimce aileler atmalıdır.
İşe iyi insanlar, iyi arkadaşlar, iyi kitaplardan başlamalıdır. Çocuğun evde kendine ait bir kütüphanesi olmalı okumaya teşvik edilerek ödüllendirilmeli. Çocuk mükemmel bir gözlemci ve duygusal bir kayıt cihazıdır. O anne ve babayı sürekli gözlemler. Dolayısıyla ebeveynler sıklıkla çocuğun çocukluğunu yaşamasına müsaade etmeli, bazen de insan ilişkilerini izlemesi için çocuğuna büyük adam muamelesi yapmalıdır. Baba; dostlarını, akrabalarını ziyarette çocuğunun yanında bulunmasına gayret etmelidir. Çünkü güzel ahlak, emir komuta ile değil güzel ahlaklı insanlarla ilişki ile öğrenilir.
Güzel ahlak önce ebeveynlerde vücut bulmalı. Kendi güzel dünyasında yaşayan bir ailenin çocuklarının geleceği ile ilgili bütün endişesi asgariye iner.
İslam âlimleri ve eğitimcilerin her zaman söylediği şudur: EKTİĞİNİ BİÇERSİN...
.
Anneler evlatlarını kaybettikleri yerde arıyorlar…
13 Eylül 2019 02:00
Çocuklarını terör örgütü PKK'nın pençesinden kurtarmak isteyen annelerin HDP Diyarbakır il binası önündeki oturma eylemine Türkiye'nin çeşitli yerlerinden katılım devam ediyor. Giderek büyüyen bu hareket terörle mücadeleyi çok daha etkin ve farklı bir alana taşıyor.
Bidayetinde sadece “silahlı operasyonel bir çembere” sıkışan terörle mücadelede asıl baskıyı yiyen mağdur bölge halkının mücadelenin paydaşı olarak “yeter artık” diye ortaya çıkması dışarıdaki terör baronlarını ve beslenen içerideki sömürgenleri telaşlandırdı.
Bu telaşları boşuna değil çünkü örgütün zemini kayıyor ve tabanını kaybediyor.
Böyle bir durumda, kendi çocuğu dizinin dibinde olanlar dâhil bu ailelerin yanında yer almanın vicdani ve ahlaki bir sorumluluk olduğu tartışılmaz. Bedenen yanlarında bulunamayanların bile orada bulunanlara güç verecek ellerinde sayısız araç var.
Bunlar olurken, siyaset tabanında oturan HDP için bu sıkıştırmayı siyasi bir partiyi “kriminalize etmek” (parti kimliğinden örgüt yapısına getirme) hamlesi olarak görenlerin niyetleri tartışılır mı? derseniz buna gerek yok derim. Olay turnusol kâğıdı gibi herkesin ne mal olduğunu ortaya çıkarıyor.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal, annelerin, HDP il binası önünde başlattığı oturma eylemine ilişkin yaptığı değerlendirmede “Bu isyana, akademisyeniyle, gazetecisiyle, sanatçısıyla sessiz kalmamak lazım. Bu ülkenin şehirlerinde çukur kazılıp, el yapımı patlayıcılar yerleştirilirken akademisyenler, terör örgütüne 'bu ülkede demokratik siyaset var, demokratik siyasetin olduğu yerde terör olmaz, şiddet olmaz, silah olmaz' demesi gerekirken o gün 'devlet katliam yapıyor' diyorlardı. O gün 'devlet katliam yapıyor' diyen akademisyenler, bugün neden anaların acısına, feryadına sesiz kalıyorlar. Bu vicdanlı mıdır?” değerlendirmesinde bulundu.
Ünal şunu da fark etmeli ve diğer tarafa bakmalı. Bugün anaların acısına, feryadına sessiz kalmaması gerekenler dün “devlet katliam yapıyor” diyenler değil o gün de, bugün de sus pus oturan fikirsiz, çilesiz, hamlesiz niteliksiz çoğunluktur.
Burada garip olan bu analar kendi evlerinde kırk yıldır feryat ediyor ama HDP’nin kapısına gelince fark ediliyorlar. Terörün bugüne kadar kaç eve ateş düşürdüğünü bilmeyen mi var, hepimizin malumu. Ama bir yangın mahalleyi sarmadan yerinden oynamayan bir yapı var.
Evet, Ünal’ın dediği gibi “Anne, annedir. Annenin Türk'ü, Kürt'ü, Ermeni'si, Fransız'ı, İngiliz'i olmaz. Annenin Alevi'si, Sünni'si olmaz. Bir anne feryat ettiği zaman herkesin o feryadı duyması gerekir."
Buna karşılık HDP kapısındaki kalabalık büyüdükçe talebi etkisizleştirip değersizleştirme çabaları ortaya çıkmaya başladı. Bunlar için Ardan Zentürk “Diyarbakır’da evladının peşine düşmüş anaları, görmezden gelme gibi bir ruh hâli içinde yaşıyorlar, nasıl bir alçak iklimdir bu, emperyalizmin gönüllü metresi olma hâlidir?” derken haklıdır.
Bakıyorsun HDP’nin sıkışmasından rahatsız olan bir kesim siyasetçi ve reyting şehvetinin kurbanı medya da HDP kapısındaki yığılmaları bir siyasi manevra olarak gösterip itibarsızlaştırma gayretinde. Analara “gidin başka kapıya” demeye yürekleri yetmiyor ama HDP’nin kaçırılmalarındaki aracılık rolünü yalanlamaya çalışıyorlar. Kim inanır?..
Neden bir başka parti değil de HDP? Sorusuna cevap vermeye bile değmez. Anneler evlatlarını kaybettikleri yerde arıyorlar
.
Mızrak çuvala sığmıyor...
16 Eylül 2019 02:00
PKK tarafından çocukları kaçırılan ailelerin, HDP binası önündeki eylemi hem örgütü hem onu kurgulayanları telaşlandırdı. Terörle mücadelenin daha ilk yıllarında ilk yapılması gereken halk direncinin bugüne kadar gecikmiş olmasının sebebi mücadeleyi sadece dağda sınırlamadır.
Çözüm için en güçlü silah, PKK'ya en büyük darbe, örgütün insan kaynaklarını temelinden kurutacak hamle; baskı veya kandırma ile çocukları dağa kaçırılan annelerin isyanıdır.
Bu harekete moral destek vermeyen sivil kanaat önderleri, medya, sanat ve siyaset gruplarının hepsi büyük sorumluluk altındadır. Doksanlı yıllarda daha iş köpürmeden insanları dağa kaldırmak için her yolu kullananlara karşı oyunu bozacak direncin tabandan tepkiyle sağlanacağı söylendiğinde bunun “zaaf ve acziyet" olacağını söyleyenler her sorunun çözümü için kendilerini halkın müracaat makamı olarak görenlerdi.
HDP Diyarbakır il binası önündeki oturma eyleminin 13'üncü gününde de ailelerin sayısı 33'e yükselirken hareketi “yanlış yerde oturma eylemi" olarak yorumlayanlar bugün de kendi itibarlarını kaybetme telaşı içinde “bana gelin” diyenlerdir.
İlk terör baskını yapıldığında ve karşılığında ilk darbe vurulduğunda örgütün insan kaynakları üzerinden halka tehlikenin arka planı anlatılsaydı yangın başlarken söndürülebilirdi. Ama o gün insanlarla bir araya gelip bunu anlatmayı kibirlerinden kendilerine yediremeyenler bu yolu tıkamıştı.
Bugün ise, oyun bozuldu bir kere.
HDP önündeki öfke halk-siyaset ilişkilerini sorgularken, (S-400'ler üzerinden) Türkiye'nin Batı ile olan ilişkilerinin kriz hâline dönüştürülmesi de müttefiklerin bu örgütlerle ifşa olan ilişkilerinin de kamuoyu önünde daha gerçekçi dille sorgulanmasına yol açtı.
Artık; mızrak çuvala sığmıyor...
Kürt siyasetçi Galip İlhaner’in “Görüntüde HDP’ye karşı başlatılan bu isyan aslında ABD’ye karşı başlatılan bir isyan. Çünkü HDP, gariban Kürt çocuklarını ABD’ye asker olarak ve İsrail’in Arz-ı Mevud hedefi için gönderiyor.” açıklaması ABD’nin ve siyaset araçlarının gerçek maksadını ortaya koyuyor.
Terör gruplarına yol vermiş olmaktan maksat; Kürt Devleti bahanesiyle “İkinci İsrail’i kurmak" PKK, PYD ve YPG, Kürtleri asla temsil etmedi ve etmiyor. Suriye’nin kuzeyinde PYD ve YPG’ye binlerce tır dolusu silah vererek yapılan hazırlık İsrail’in güvenliği içindir.
PKK ve bölgedeki diğer terör örgütleri, Amerika’nın desteğiyle oluşturulan, İsrail’in bölgedeki yapılanmasına hizmet için hareket eden oyuncaklar. Tamamı kullanım süresi sonrasında da yok edilecekler.
Artık işi diplomasi diliyle anlatma zamanı geride kaldı. ABD-PKK ittifakı çuvala sığmıyor.
Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, Berlin Körber Vakfında yaptığı konuşmada “ABD hegemonyasının gerilediği ve bu geri gidişin gelecekte de devam edeceğini ve Türkiye’nin Kürdistan Planı nedeniyle ABD ile silahlı çatışmayı dahi göze aldığını” söylemişti. (14 Aralık 2017)
Aradan geçen zamanda ABD tırlar dolusu silahla güçlendirmeye çalıştığı örgütlerin insan kaynaklarında ciddi kayıplara uğradı. Örgütteki erozyon bütün frenleme çabalarına rağmen devam ediyor.
Başkan Recep Tayyip Erdoğan Reuters'a verdiği özel mülakatta "Maalesef güvenli bölge anlayışı beklentilerimizi karşılamıyor. Oyalama siyasetine dönüşüyor. Sabrımız taşarsa başımızın çaresine bakmak durumunda kalacağız" dedi.
O zaman bugün örgüt içinde ölenlerin kimler için öldüklerini iyi anlamamız/anlatmamız gerekiyor. Dağ kadrolarının, Siyonist planın paralı askeri hâline getirildiğini artık görmeyen kaldı mı?
.
Kaybedenlerle olursanız, kaybedenlerden olursunuz
20 Eylül 2019 02:00
Memlekette garanticilik esas, insanımız her şeyin garantisini arar. Ama artık üniversite mezunu olmak “devlete sırt dayama” işini garanti etmiyor.
Bilginin hayattaki pratiği ve karşılığı farklı bir şeydir. Bilgi, hareketle desteklenmelidir. Aileye en yakın kurum olan okullarımızda (özellikle üniversitelerde) ciddi bir noksanlık var. İnsanların, bilgi ve kabiliyetlerinin saklı kalması, bunların çürüyüp gitmesine sebep olmakta; bu da işsizlik, tatminsizlik ve hayata küskünlük olarak bize geri dönmektedir.
Bütün zorluk ve engellerden arındırılmış bir hayat mümkün değildir. Hayat boyu karşılaştığımız engeller onları aşmak için sahip olduğumuz yeteneklerimizi kullanma fırsatı verir. Çocuklarımız için de bütün gayretlerimize rağmen sorunsuz bir hayat kuramayız. Onları bir koruma fanusu içine alarak da yaşamalarını sağlayamayız. Sadece onların muhtemel engellerle mücadele edecek donanımlar kazanmalarına yardımcı olabiliriz.
Sıkıntı, yoksulluk, kötü alışkanlıklar ile kuşatılmış olsak bile karşılığında yardımlaşma, iyilik yapma, çevreyi koruma, güzel ahlakı yaygınlaştırma gibi hayata anlam katan erdemini yaygınlaştırabiliriz.
Gençlerin kendilerinin ne tarafa yönelmeleri gerektiği hususunda yanlarında olmak gerekiyor. Mesele “bunu nasıl yapacaklar?”
İş dünyasının başarılı profesyonellerinden Cem Kozlu “Artık insanlar; kitaplardan, kurslardan, eğitimlerden çok birbirlerinden görerek, duyarak öğreniyor. Eğitime, bilgiye ulaşma imkânı arttı ve kolaylaştı.
Ben üniversite öğrenimi için ABD’ye gittiğimde bursum yetmedi, kütüphanede çalıştım, garsonluk yaptım. Garsonluk yaparken kazandığım tecrübeler işletme fakültesinde okumaktan bile çok daha fazlasını öğretti diyebilirim. Bizim ülkemizde öğrencilerin sosyalleşme imkânları sınırlı.” diyor.
İnsan kimlerle bulunursa onların huylarını, alışkanlıklarını kapar. Eskiler, “Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş.” derlerdi. Kaybedenlerle birlikte bulunursanız siz de kaybedersiniz. Onların huylarını, alışkanlıklarını kaparsınız. Onların hayata dair tavırlarının çoğunu kaparsınız. Eğer toplumsal değerleri hafife alan negatif insanlarla olursanız siz de aynı duruma düşer ve negatifleşirsiniz.
Her başarısızın bir hikâyesi var ama her başarılı olanın da bir hikâyesi var.
Şehir varoşunda evlatlık büyüyen ve gençliğinde özürlü muamelesi gören L. Brown’ın hikâyesi iyilerle bir arada olmanın kısa özetidir. İyilikler paylaşmakla çoğalır derler.
Diyor ki “Kendinize dikkat etmelisiniz. Başkalarının hayat tarzını yaşamamalısınız. Başkalarının vardığı sonuçlar size uymayabilir. Eğer böyle devam ederseniz siz de dünyaya ve olaylara aynı şekilde bakmaya başlarsınız. Siz güçlü insanlarla olmalısınız. Sizi teşvik edebilecek insanlarla aynı çizgide olmaya çalışmalısınız. Size güç katabilecek, sizin bir şeyler öğrenebileceğiniz, size değer katabilecek insanlarla olmak; bu, çok önemlidir. Sizin gelişmenize katkıda bulunabilecek, sizin gibi hayalleri olan, hayatta daha yüksek yerlere gelmeyi hedefleyen insanlarla olmalısınız.”
Dipte olmak çok kolay, fazladan bir çaba istemez, hiçbir isteklendirme gerektirmez, orada düşük seviyede kalırsınız. Ama kendi içinizdeki değeri açığa çıkarın ve kendi kendinize deyin ki ben içimdeki değeri ortaya çıkarmak istiyorum.
Kendinize sorun “Ben en çok kiminle iletişimdeyim?” Bu ilişkiler gelişmeme faydalı oluyor mu, beni nereye götürüyor. Bu ilişkiler sayesinde daha iyi bir insan hâline geliyor muyum? Bu ilişkiler, içimdeki cevheri-yetenekleri ortaya çıkarmama yardımcı oluyor mu?”
Hayatta gerçek garanti, maddi ve manevi kazanan insanları bulup onlarla birlikte bulunmakta saklı. Tabii, işi şansa bırakmakta bir yol ama “Kaybedenlerle olursanız, kaybedenlerden olursunuz.”
Şehirler “Hemşeri/Hemdert” arıyor!..
23 Eylül 2019 02:00
Marka şehir tartışmaları yeni değil. Çok öncelere dayanıyor, herkes aynı şeyi düşünüyor ama kimse nereden tutacağını bilmiyor. Uzunca bir süredir şehirle dertli üç beş arkadaşın çözüm arayan buluşmaları hepimizi “tamam” diyeceğimiz bir çizgiye getirdi.
“Bir fert olarak, bu şehirde aynı mekânı, aynı zamanı paylaştığım dostlarımla ortak bir sancım bir eğlencem olsun istiyorum. Hemşehri olmanın hemdert olmaktan geçtiğini düşünüyorum” diyen değerli dost Levent Ciminli’nin “Adını ‘şehir okumaları’ koyabileceğimiz bir program yapsak. Yaşadığı mekânı zamanla harmanlayarak, şahsi kaygıların ötesinde toplumsal gelişmeyi önemseyen ve şehre dair endişesi ve sorumluluk duygusuna sahip insanlarla yaşadığı şehri konu alan okumalar,” tanımlaması diye ifade ettiği bu arayış ve rahatsızlık sonunda bizi bir yere taşıdı.
Adını “Şehir Okumaları” koyduk.
Bu hareketlenme tam da Başkan Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Üniversitesindeki 2. Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi’nde yaptığı konuşmada “Şehirlerimize kendimize nasıl ihtimam gösteriyorsak öyle bakmalıyız. Yaşanabilir şehirler, marka şehirleri mutlaka kuracağız. Şehirler mekânla insanın buluştuğu yerler. Her medeniyetin kendi inanç, ahlak, sanat ve felsefe anlayışı çerçevesinde şehrini tanımlar ve şekillendirir” dediği zamana denk geldi.
Muhtemelen ait olduğu şehri için iddiası olan herkesin bunu nasıl yapacağı ile ilgili bir yol haritası vardır. Bizimki belli oldu.
Önce ağırlıkları atarak, faydasız ve etki alanımız dışındaki tartışma ve mülahazalardan uzak enerjisini gücü yettiği, sorumluluk alanında olan mekânı iyileştirmeye sarf ederek sinerji oluşturmak. Kısacası katılımcılar işe “ önce kendi kapısının önünü süpürmekle” başlayacak.
Bunun bizi tartışmasız olarak “uzunca bir süredir daha çok bizden uzak, görmediğimiz, dokunamadığımız belki bizzat müsebbibi olmadığımız ancak biraz da bizden kaynaklı sorunları gündemimize alıp oluşan/oluşturulan gündeme tabi olduğumuz/itildiğimiz bir ortamdan” uzaklaşıp kendimizle yüzleşmeye getireceği açıktır.
Marka şehirler için uzun zamandır kullanılan slogan büyürken “Göğe değil, toprağa yakın olmak” ile özetlenen insanı yüksek beton yığınlarının tecavüzünden koruyacak yatay büyüyen şehirlere geçiş olarak görülüyor. Biz bunu yeni bir alana ve daha ileri taşıyoruz ve “insana yakın olmak” ile tanımlıyoruz. Bunun ancak giderek kendi muhitinde yalnızlaşan insanı kendi muhitinde gurbette olmaktan kurtaracak “hemşehrilik” duygusunu ihya etmekle mümkün olacağına inanıyoruz.
Hemşehri; “aynı coğrafi yere ait olma hissini taşıyan kişiler arası ilişkileri ve onlar arasındaki bağları ve bu bağlardan doğan çeşitli kimlikler”i tanımlar. Aynı yere ait olmak demek, belli bir coğrafyadan daha fazlasını, paylaşılan bir “ortak hafızayı” ifade eder. Maziyi unutarak ve mekânları beton yığınları arasına gömerek şehirleri toplama kamplarına çevirdiler. İnsanlar önce seküler mekâna sonra mazisine ve sonunda birbirlerine yabancılaşarak yalnızlaştılar.
Yalnızlık kara bir deliktir, insanı yutar… Sekülerleşmenin ürünü kentleşme, şehri öldürdü, sadece şehri değil; insanı da. Toplumsal hayatın hatırasız ve ruhsuz yaşamaya mahkûm olduğu şehirler “Modern kent, kalabalık yığınlardan oluşan modern insanın sürgün yeri aslında. İnsanın insan olabilmesi, kalabalıkların ortasındaki sürgün yerinde yitirdiği insani özelliklerini hatırlayabilmesi için, kent sürgününden kurtulabilmesi şart” diyor Yusuf Kaplan ve bu sürgünden kurtulan insana biz “hemşehri-hemdert” diyoruz.
Medeniyet şuurunu ve medeniyet iddiasını kaybettikçe şehirler insanlarını yalnızlığa sürükledi. Oysa şehir, bütün farklılıkların ve çeşitliklerin birlikte yaşanabildiği diriliş mekânıdır.
Adına ne derseniz deyin, şehirlerin ihyası ancak “Hemşehri/Hemdert” eliyle olacak.
Evet “Coğrafya kaderindir” ama onu sen inşa ediyorsun…
.
.
Ölümle yüzleşmek…
27 Eylül 2019 02:00
Sekülerleşmenin bizi getirdiği yer; sevdiklerinin kaybı sonrası maruz kaldıkları ruhi çöküntüyü bertaraf etmek isteyenlerin bir araya geldikleri “ölüm kafeleri” varmış. İnsan dinden bağımsızlaşınca mescit yerine sığınacak bir otorite, hegemonya ve meşruiyet kaynağı arar.
Sekülerleşme/dünyevileşme ile dini insan hayatından çıkaranlar dünyevi olan her şeyi dinselleştirip din dışı kutsallıklar uydurdu. İnsanın aklını, özgür iradesini ve seçimini "kilise" otoritesinden ve tasallutundan kurtarmak için yola çıkan Batı, kendi materyal kiliselerine ve güçten beslenen gücü temsil eden yeni ruhban sınıfına biat etti. Ancak, bu zihniyet ölüm gerçeği karşısında güçlerinin yetmediği yerde.
Seküler kültürün mensupları, ölümü değil ölüm korkusunu yok etmenin yolunu arıyor. “Ölümü görmezlikten gelmek ve unutmak yerine onun üzerine gitmek, onunla savaşarak ölüm korkusuyla başa çıkmak.”
Ölümle yüzleşmek için arayış içine girmeye gerek yok. İlla da isteyenler Karacaahmet Mezarlığı’ndaki gasilhaneyi ziyaret etmeli. En yakın hastanenin morguna da gidebilirler. Yan yana sırt üstü yatan ölüler susarken insana çok şey anlatır.
Başkasının ölümü üzerinden konuşmak ahlaki değil ama eğer ölüme bir nefes mesafesinde yaklaştıysanız anlattıklarınız ikna edici olabilir. Ben kendi tecrübemi paylaşayım.
O gün ailemle bir haftalık bir tatil için Samsun’dan Adapazarı’na gidiyorduk. (1988) Karabük-Gerede yol ayrımına yaklaştığımızda son hatırladığım yolun her iki tarafında sıra kavakların tepe dallarını esen şiddetli rüzgâr ile yol üzerine doğru baş eğen bir insan gibi eğmeleriydi. Bir ihtiram mangasının son yolcuyu uğurlayan kederli neferleri gibiydiler.
Sonra resim birden değişti ve kendimi sırt üstü bir sedyenin üzerinde çok sert ışık altında acı ile yatarken buldum. İlk fark ettiğim üzerime eğilmiş bir hemşire devasa bir şırınga ile karın bölgesinden kan çekiyordu.
“Ne yapıyorsunuz ne oluyor?” dedim. “İç kanamanız var kan alıyorum…” dedi. Doğrulup kalkmak istedim acı ile kasıldım. “Kımıldamayın” dedi, “Beliniz kırık, kolunuz zaten dağılmış…”
“Neden?..” dedim. “Kaza geçirdiniz” diyebildi. Başımı sağ tarafa çevirdim. Büyük kızım hemen yanımda bir başka sedyede. Çok kötü bir durum değil mi ama daha kötüsü var. Onun küçüğü de üçüncü sedyede her ikisi de çok ağır ve şuursuz yaralı. “Hanım ve annem nerede?” diye sordum, hemşire başını eğdi cevap vermedi. Anladım, onlar ebediyen ayrılmış…
Uzun bir tedavi süreci geçirdik, aylar sonra banyo yapabildim, bir yıl sonra iki elimi kullanarak yüzümü yıkayabildim.
Üçüncü ay kadar sonra bir gece yarısı telefonum çaldı. Arayan il dışından bir arkadaş, özür dileyerek başladığı konuşmasına şöyle devam etti.
“Ailece büyük bir depresyon geçiriyoruz, bu durum bir anlık aile sorunu değil, aylardır devam ediyor. Altında kaldım. Kimseye zarar vermek kimseyi incitmek istemiyorum. Yol bulamadım, intihar etmeye karar verdim ama birden sen aklıma geldin. Sen hastanede yatarken ziyarete gelmiştim. Teselliye geldik ama teselli bulduk. Gözlerindeki pırıltıyı hiç unutmadım, belki içinde bulunduğum bu duruma bir çözüm bulabilirsin diye düşündüm.” dedi.
Uzunca konuştuk. Sabaha kadar sürdü bu konuşma. Özeti şudur “Sorunlarını çözmek için ölmen gerekmez, sadece öldüğünü varsayarak yaşa bu sana yeter… Hayatının her gününü son gününmüş gibi yaşa, zaten bir gün haklı çıkacaksın…”
Arkadaş o gün intihar etmedi, konuşulanlar işe yaradı. Gerçek şu ki, nasihatçi olarak “ölüm” yet
.
Bedenleri değil beyinleri çalıyorlar…
7 Ekim 2019 02:00
İletişim Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Altun, Türkiye, Malezya ve Pakistan tarafından İslam karşıtlığı ile mücadele için İngilizce yayın yapacak ortak bir televizyon kanalı kurulacağını açıkladı. Karar, BM Genel Kurulu sırasında gerçekleştirilen toplantıda alındı.
Belgesel, video haberleri, sinema filmleri, rapor ve kitap yayınlarını bulunduracak olan proje, İslamofobi ya da İslam karşıtlığı ile mücadelenin geleneksel ve sosyal medya boyutunu oluşturacak.
Bu projenin önemini kavramak için biraz geriye gidelim...
1977’de dünyada en çok izlenen dizi Alex Haley'in “Kökler” adlı romanından aynı isimle uyarlanan diziydi. 1981 yılında TRT'de altı bölüm olarak yayınlanan, kölelik ve özgürlük kavramlarını masaya yatıran “Kökler” 1767 yılında, Afrika’dan köle tüccarları tarafından kaçırılıp, Amerika’da köle olarak satılan Kunta Kinte’nin hikâyesini anlatmaktadır.
Dış dünyadan gelen sömürgeciler Afrika sahillerinde siyahi halkı yakalayıp ülkelerine köle olarak satmaya götürürler. Yakalananların arasında Kunta Kinte de vardır.
Sömürgeciler tarafından kabilesinden koparılıp farklı bir diyara sürüklenen, yeni hayatı işkence ve aşağılanma içerisinde geçen Kunta Kinte, kölelik ismi olan Toby’yi kullanmayı reddetti. Kökleri onu hayata bağladı ve kahramanlıkları kuşaktan kuşağa fısıldandı. Sonunda Kunte Kinte ismi Alex Haley tarafından romanlaştırılarak dünyaya duyuruldu.
İnsanlık "Köklerini” hatırladığında eninde sonunda coğrafyalarına ve zenginliklerine çöken sömürgecilere karşı savaşabilme yeteneğine geri dönebileceğini fark etti.
Ama bugün “medya sömürgecileri”ne karşı böyle bir mücadeleye girişmek çok daha zor.
Çünkü işgal, coğrafyalarda değil zihinlerde yaşanıyor. Daha kötüsü işgalciler zorla değil bizzat mağdurların rızası ile hem de onlara bir bedel ödeterek yapıyorlar. S. Cenap Baydar’ın ifadesiyle “Siber sömürgecilerin sanal kolonilerinde böylesi bir umut yok. Çünkü yeni sömürgeciler zihinlerimize zor kullanarak girmiyorlar. Onları zihinlerimize bizzat kendimiz davet ediyor, sanal işgal için ihtiyaç duydukları yolların (internet erişimi) ve araçların (bilgisayarlar, akıllı telefonlar) parasını gönüllü olarak biz ödüyoruz.”
Geleneksel sömürgecilikte Batı; İslam Dünyasının ham madde ve insan kaynaklarını askerî ve politik güç kullanarak zorla alıyordu. Bugüne geldiğimizde kullandığı dijital sömürgecilik araçları ise sömürmek için insanların bedenlerini değil beyinlerini çalıyorlar.
Geleneksel ve Sosyal Medya araçları ile yürütülen zihinsel bir terör eylemi var, İslamofobi kıtalarda değil, zihinlerde dolaşıyor. İslam’ı hedef tahtasına yatıran sömürgeciler, kendi, işledikleri cinayetleri, haksızlıkları, barbarlıkları böyle meşrulaştırmaya çalışıyorlar.
Bu saldırılara karşı koymanın ilk adımı onu fark etmekle başlar. Sanat ve akademi dünyası hiçbir şey yokmuş gibi davranamaz, davranmamalı. Bunun politik alanda fark edilmesi hemen peşinden bir hamleyi getirdi. Fahrettin Altun’un "İslam karşıtı manipülasyonlar ve Müslümanlara yönelik oluşturulmaya çalışılan nefret dolu söylemlerle medya alanında da mücadele edilmesi gerekiyor” açıklaması umut verici.
“Kökler” dizisinin bütün dünyada rekor sayıda izlenimi ilgiyle beraber yapımcıların tekrar iştahını kabarttı ve yeni versiyonu çekildi.
Aradan uzun zaman geçince “bu tekrar yapıma ihtiyaç var mıydı” diye ilk yapımda Kunta Kinte’yi canlandıran LeVar Burton’a sormuşlar. Kunta Kinte/Burton’un ibretlik cevabı; “İnsanın hafızası şaşırtıcı derecede kısa ömürlü olduğu için bazı şeyleri sürekli kendimize hatırlatmak gerekiyor.”
Evet, insanın hafızası şaşırtıcı derecede kısa ömürlü olduğu için bazı şeyleri sürekli kendimize hatırlatmak gerekiyor...
Bir toplumda çözülme ve çürüme asli ilkelerini unuttuğunda, aidiyetini kaybetmekle başlar. Unuttuğumuz bir medeniyete yapılan saldırılara nasıl karşı koyabilir, onu başkalarına nasıl anlatabiliriz?
.
Suriye ABD’nin kâbusu…
11 Ekim 2019 02:00
Fırat’ın doğusuna yönelik günlerdir beklenen “Barış Pınarı Harekâtı” önceki gün saat 16.00'da Suriye'nin kuzeyindeki PYD/YPG mevzilerine düzenlenen hava operasyonları ile başladı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Millî Savunma Bakanlığı'nın sosyal medya hesaplarından duyuruldu.
Operasyonun hedefi müteaddit defalar açık ve net olarak ilan edildi. Bidayetinden beri Türkiye’ye insan kaynakları ve maliyet olarak büyük kayıplara yol açan terörü kaynağından yok etmek, sınırlarımızda tehdit oluşturan terör koridorunu bir güvenlik koridoruna dönüştürmek ve bu alanda Türkiye'ye göç etmek durumunda kalmış 4 milyona yakın mültecinin ülkelerine geri dönmeleri için uygun iskân alanı oluşturmak.
Harekât öncesi Pentagon’dan yapılan açıklamalar ABD’nin PKK’ya yapılan yatırımdan vazgeçmesinin mümkün olmadığını, gerekirse Türkiye ile çatışmayı göze aldığını gösterdiğinden “Barış Pınarı Harekâtı”nın başlamasının hemen ardından dikkatler ABD’den gelen seslere çevrildi.
Harekât sonrası ABD Başkanı Donald Trump ilk açıklamasında, “ABD, Türkiye'nin Suriye'ye operasyonunu onaylamıyor” ifadelerini kullandı. Bu açıklamalarından birkaç saat sonra yaptığı açıklamasında ise PKK terör örgütüne destek veren Obama'yı suçlayarak “Türkiye bu operasyonu çok önce yapacaktı. Obama yönetimi bu PKK'lıları oraya getirdi. Asıl ölümcül hata buydu. PKK, Türkiye’nin doğal düşmanı” ifadelerini kullandı.
Belli ki başkan Trump, ABD Savunma Bakanlığı ve Kongre farklı yerlerde duruyor ve kafaları karışık. Bu iyi haber.
Ancak asıl sorun Arap ülkeleri ile çevrili İsrail’in büyümek için ucunu açık tuttuğu koridorun Türkiye’nin bu hamlesi ile önünün kesilmiş olması. İsrail’in güvenliği için kurmayı düşündüğü “Garnizon Devlet” kurma imkânı ortadan kalkıyor.
İsrail güdümündeki ABD medyası dün akşam ve bütün gece boyu harekâtı bir “İşgal” olarak değerlendiren yayınlarını sürdürdü ve bu devam edecek. Maksat “Kürtleri sattı” diye suçladıkları ABD'yi harekâtı frenlemek için bölgedeki terör örgütleri ile iş birliğine sokmak.
Bu mümkün olur mu? Şüphesiz sonuna kadar deneyecekler, ilk hamle Washington’dan, Siyonist Senatör Lindsey Graham’dan geldi.
Graham, Twitter mesajında, “Senatör Chris Van Hollen’la Türkiye’ye karşı Suriye’yi işgallerinden dolayı sert yaptırımlar uygulanması için iki partiden de destek alan bir anlaşmaya varmış olmamızdan memnuniyet duyuyorum. (ABD) Yönetim Türkiye’ye karşı bir adım atmayı reddetse de, (tasarıya) her iki partiden güçlü destek gelmesini bekliyorum” diye yazdı.
Lindsey Graham’ın böyle hoplayıp sıçramasının arka planı şudur:
Siyonistlerin menşei Yahudi Siyonistler ve Hıristiyan Siyonistler (Evanjelist Kilisesi)dir. Evanjelistler, Cumhuriyetçi Parti’nin yüzde 30’unu teşkil eder. Aslında bu kiliseyi kuranlar Hıristiyan kimliğine gizlenmiş Yahudilerdir. Bu inançta olanların içinde milyonlarca Yahudi asıllı (sözde) Hıristiyan vardır. Bunlar bu kilisenin inciline "büyük İsrail" haritasını koyacak kadar ileri gitmişlerdir.
Nil’den Fırat’a büyük İsrail’in kurulması, Mescid-i Aksan’ın yıkılarak Yahudi tapınağının yapılması gerektiğine inanırlar. Ve İsrail’e hizmet etmeyi dinî vazife ve ibadet kabul eder...
Lindsey Graham’ın açıklamaları için “yenilir yutulur değil” diyen Başkan Recep Tayyip Erdoğan “Bu beyefendi (Lindsey Graham) dürüst bir insan değil. Çünkü BM Genel Kurulunda randevu istedi, verdim, görüştük. Hatta daha önce Türkiye’ye geldiğinde de Külliye’de kendisiyle görüştüm. Kendisine ekranda PYD/YPG’ye karşı verdiğimiz mücadelenin ne olduğunu, bu mücadelede Afrin olayının nasıl geliştiğini anlattım. Bunların birçok şeyden de haberi yok. Teröristlerin tünellerinden falan haberleri yok. Döndükten sonra bunların bir terör örgütü olduğunu, bunların Kürtlerle alakası olmadığına dair mesajları, söylediği sözler vardı. Şimdi ise garip garip açıklamalar yaptı. Yaptığı açıklama Sayın Trump’ı zora sokacak bir açıklama” olarak değerlendirdi.
Amerika’nın teknik desteğiyle oluşturulan bütün örgütler Amerikan diplomasi ve askerî hedeflerinin bir oyuncağı olarak görev yaptılar, bir süre kullanıldılar sonrasında yok edildiler.
Bu defa durum farklı, kullanım süreleri erken doluyor!.. “Barış Pınarı Harekâtı” PKK, PYD ve YPG'yi tarihe karıştırmakla beraber, ABD’nin terör örgütlerini kullanarak Kürt Devleti kurma bahanesiyle “İkinci İsrail’i kurma hayalini de kâbusa çevirdi...
.
Bu “velvele”nin önemli sonuçları olacak
14 Ekim 2019 02:00
Türkiye “Barış Pınarı Harekâtı" ile Fırat’ın doğusundaki sınır boyunca, 30-32 km genişliğinde 450 km uzunluğunda bir güvenlik şeridi oluşturmak ve dört milyona ulaşan Suriyeli sığınmacıların önemli bir kısmını burada kuracağı güvenli alana yerleştirmek istiyor.
Olursa iyi olur değil bu hareket bir zaruret.
Harekâtın muhtemel sonuçları ve bölgedeki sözde Müslüman kimlikli ülkelerin harekât üzerine çıkardıkları velvele bize sonuçlar ve gelecekteki ilişkiler hakkında önemli fikirler veriyor.
İlk değerlendirme; Suriye’nin yakın gelecekteki muhtemel yeni yapılanması üzerine. Bununla ilgili çoğu tarihçinin görüşü; harekâtın sonuçlarının Suriye ile sınırlı kalmayıp tüm bölgeyi saracak ve sarkacak yeni bir şekillenmenin başlangıcı olduğu yönünde.
Birlik Vakfı'nın, Erzincan’da düzenlenen “Şehir Okumaları” programına önceki akşam konuşmacı olarak katılan Dr. Tahir Erdoğan Şahin “Kültür ve Uygarlık sürecinde Kent” konulu konuşmasında harekâtın muhtemel sonuçları üzerine dikkat çekici bir değerlendirme yaptı.
“Tarihçi sezgisi ile bu yürüyüş bölgedeki taşları yerinden oynatacak bir hareket kimliği taşıyor” diyen Dr. Tahir Erdoğan Şahin “Bölgedeki mağdur toplumların mevcut durumlarını (idareleri) sorgulama ve değiştirme için onlara ilham ve cesaret verecektir.
Bölgede kaç çeşit toplum var ve âli düşüncesi olmayan bir devleti burada oturtamazsınız, âli devlet ‘şu toplum benim budunumdur, devlet bütün bu insanların devletidir’ diyen devlettir, âli düşüncesi olmayan, etnisiteye dayalı bir devleti oturtamazsınız.
Büyük devletler merkezi ‘adalet” temelli olan ‘âli’ devletlerdir, alicenaplığı ile büyüktür, Devlet-i âli Osman böyle bir devletti, mayasında ‘adalet’ vardı. Buradan baktığımızda ABD büyük bir devlet değil ‘iri” bir devlettir. Bölgedeki PKK-PYD-YPG gibi örgütler kusmuktur. Kusmuk yalayan bir devlet büyük devlet değil iri bir devlettir" dedi.
Dr. Tahir Erdoğan Şahin’in Orta Doğu’da düğüm hâline gelmiş "Suriye meselesi" ile ilgili bu tespitleri harekât sonrası bölgenin geleceği ile ilgili önemli ipuçları taşıyor.
Suriye'nin zayıf olması İsrail'in stratejik hedefiydi. Bunun için atanmış emperyalist uşak yöneticiler yetmez, gelecekteki güvenliğini sağlayacak garnizon devlet için Suriye'de milyonlarca kişinin ölmesi, kentlerinin harabe hâline gelmesi ve ekonomisinin çökmesi gerekiyordu. Bunu yaptılar…
ABD’nin binlerce tır dolusu silahı YPG-PYD ve bunlar aracılığıyla PKK'ya akıtması, Suriye’nin Türkiye sınırında PYD-YPG-PKK’yı kullanarak ikinci bir İsrail devleti kurmak içindi.
İkinci önemli gelişme ise; Müslüman kimlikli çoğu devletin kimin hizmetinde olduğunu gösteren harekât hakkındaki beyanlarıdır.
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov bile, Barış Pınarı Harekâtı için “Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusundaki operasyonu, ABD’nin bu bölgede attığı adımların sonucu” derken, Arap Ligi Genel Sekreterliği görevindeki Mısırlı siyasetçi Ahmet Ebu Gayt, Türkiye’nin sınır ötesi operasyonu için “Bir Arap devletinin toprağını işgal ve egemenliğine saldırı” ifadesini kullanıyor. 11 Ekim Cuma günü İran’daki bütün cuma namazı hutbelerinde Türkiye hedef alınarak “Tecavüz yoluyla güvenlik sağlanmaz” diyen İran Dışişleri Bakanı Zarif Türkiye’yi saldırganlıkla itham ediyor...
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ise açıklamasında, “BAE, Türkiye’nin Suriye’ye askerî saldırganlığını şiddetle kınıyor ve bunun tehlikeli bir gelişme olduğunu ve ayrıca dost Arap ülkesinin egemenliğinin açık ve kabul edilemez ihlali ve Arap işlerine müdahale olduğunu doğruluyor” ifadeleriyle kime hizmet ettiğini açıkça ortaya koyuyor.
Bu esef verici beyanlar, bize kimin kim olduğunu, kime hizmet ettiğini dostu düşmanı tartışmasız bir biçimde tanıma ve değerlendirme imkânı veriyor.
Barış Pınarı Harekâtı, emperyalizmin bütün iş birlikçilerini hareketlendirdi. Bu kadar telaşın önemli sonuçları elbette olacak zira yapılan hamle bize ve bölgemize dayatılan tarihi değiştirme çabasıdır
.
Türkiye hem sahada hem de masadadır
18 Ekim 2019 02:00
Millî sporcularımızın elde ettikleri başarılar sonrası sevinçlerini Mehmetçik’le paylaşmasını “Provokasyon” olarak gören Fransa ve Almanya önceliğindeki Batı medyası öfkeyi köpürtüyor. Bu sahalarda daha önce görülen paylaşımlar ama dertleri başka, arka planında Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna başlattığı operasyon var.
ABD ve Avrupa’da Türkiye düşmanlığı anlaşılabilir bir şeydir. Silah yapan, satan ama Orta Doğu, Asya ve Uzak Doğu’daki sömürge alanlarında operasyonlarda kendi insanını kullanma yeteneği sınırlı olan bu ülkelerin kendi adlarına çalışan örgütlerin imha edilmesi sömürge döneminde sonun başlangıcıdır. Bu kırılmayı önlemek için her yola başvuracaklar.
Türkiye’nin yükselmesi sömürgelere model olması anlamına gelecektir ki bu durum Batı sömürgeciliğinin iflasına yol açacaktır. Batı için bunu önlemenin yolu, Türkiye’nin etkisiz bir ülke hâline getirilmesi, kendi içinde etnik ve mezhepsel gailelere mahkûm etmekle mümkündür.
Batı’nın bölgedeki gelecek tasarımı bu coğrafyadaki ülke ve mezhepsel temelli toplumları sürekli bir birleriyle boğuşturmak olmuştur. Türkiye’ye gelip dayanıncaya kadar da bunda başarılı oldular. Son hamleleri sınır ötesindeki kuracakları garnizon devletle ileride kurulacak bir sözde Kürt Konfederasyonu için Türkiye’den parça koparmaktı.
Olmadı ve olmamalı ve olmayacak… Türkiye sınır ötesi harekâtla Batı’nın mevcut ve gelecek tasarımını dağıtıyor.
Barış Pınarı Harekâtına karşı bütün Batılı ülkeler Türkiye’ye karşı aynı safta birleşti. Sportif alana kadar uzanan yeni cepheler açma peşindeler. Zor zamanlar kimin kim olduğunu ortaya çıkarır. Barış Pınarı Harekâtı, Türkiye’nin, dışarıdakilerin yanı sıra dost tanımlaması içindeki ülkelerinde ne mal olduğunu teyiden ortaya döktü.
Köle ruhlu bazı Arap ülkeleri (Arap Birliği, İran, Suudlar, Mısır) Türkiye karşıtı safta yerlerini aldı, ABD ve AB’nin arkasında kuyruğa girdiler.
Tarihlerinde Hıristiyan bir ülke ile hiç savaşı olmayan, Çeçenistan-Rusya savaşında Rusya’nın yanında; Azerbaycan-Ermenistan savaşında Ermenilerin yanında; tamamına yakını Müslüman olan Keşmir ile ilgili Pakistan-Hindistan savaşında ve Hindistan’ın yanında yer alan İran’dan tam bir Batılı ağzıyla “Türkiye ve Erdoğan İran’ın bütün şehirlerinde protesto ediliyor. Sınırların güvenliği askerî olmayan yollarla sağlanmalı ve kardeş katlinden(?) vazgeçilmeli” diye Batı'yı mutlu edecek sesler çıkarıyor.
İran, Suriye’de Akdeniz’e inen bir “Pers Koridoru” kurma, Rusya, Suriye’de etkinliğini arttırmak, ABD ise Suriye’yi bölmek ve Kürt Devleti maskesi ile Orta Doğu’da ikinci İsrail kurma hayalindedir. Türkiye stratejik bir hamle ile bu ülkelerin hayallerini ortadan kaldırdı.
Batılı emperyalistlerin yüzyıllık hedeflerinin merkezinde Türkiye var.
Osmanlı hangi gerekçelerle durdurulduysa, Türkiye de aynı gerekçelerle kuşatılıyor. Türkiye kendi menfaatini ön plana aldığında Batı’nın düşmanıdır ve Osmanlıdır, Batı’nın çıkarlarına uygun politikaların uygulayıcısı olduğu takdirde ise müttefiktir.
Bu arada ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, Ankara'da oldukça kritik bir ziyaret gerçekleştiriyor. Muhtemelen görüşmeler yoğun eleştirilere maruz kalan Trump'ın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a "Gel anlaşalım" teklifi üzerinde olacak.
Bu teklife verilecek cevap daha onlar sahaya çıkmadan Başkan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında verildi:
"Suriye'deki sorunun en kestirme yolu, teklifimiz hemen bu gece tüm teröristler silahlarını malzemelerini bırakıp belirlediğimiz bölgeden dışarı çıksınlar. Menbiç'ten Irak sınırına kadar olan bölgede bu dediğimiz yapıldığında, zaten harekâtımız sona ermiş olacaktır. Bu hedefe ulaşana kadar hiçbir güç bizi durduramaz..."
Türkiye Orta Doğu’da hem sahada hem de masadadır.
Ne sahada ne masada Türkiye’nin bundan vazgeçmesi düşünülemez.
.
Kendi planı olmayan, başkalarının planının parçası olur…
21 Ekim 2019 02:00
Kendi planı olmayan başkalarının planının parçası olur. Bu da hoşunuza gitmez. Son yüz yılı kendi irademiz dışında hariçten okunan müttefik(!) fermanlarına, çizilen planlara uyarak geçirdik.
Emperyalist dünya doyma kabiliyetini kaybetmiş “Heyula” denilen hayvan gibi. Milyonlarca masum insanın ölümü, çok daha fazlasının parçalanmış vatanlarından savrulması onları doyurmadı. Bütün Orta Doğu coğrafyasını tarumar edip gelip dibimize dayandıklarında anladık ki, bütün kabullerin ve planların ve ittifakların sorgulanma zamanı.
Hatta sorgulanma dönemini aştık hesaplaşma zamanı.
Sosyolojide bir kaide var; "Durumundan memnun olmayan, kendini geliştirmek isteyen farklı yerlere bakmalı." Dilinizi, intibaınızı, tecrübe ve görgünüzü geliştiren, değiştiren mekânlar, insanlar önemlidir. Kişi olduğu yerde beklememeli onları arayıp bulmalıdır.
Eğer büyük bir işe imza atmak istiyorsanız, işinizi üzerine kurduğunuz ilişkilere bakın. Kendimize sormalıyız, “Bu ilişki bana ne katıyor? Zihinsel, duygusal ve ruhsal olarak benim sınırlarımı zorluyor mu?"
Aynı kural ülkeler için de geçerli. Etrafımızda ne var? Kan, gözyaşı ve kardeş kavgası üzerinden yeniden dizayn edilmeye çalışılan bir dünyanın ortasına itildik. ABD ile olan ilişkilerimizin son haftasına kadar olanlara bakalım. “Okyanus ötesinden gelip, kendisine ait olmayan topraklarda bizi açıkça tehdit eden ve PKK’yı bölgesel müttefik ilan eden bir müttefik!" Bu nasıl müttefiklik?
Türkiye’nin, ABD’nin oyalama taktiklerine karşı “Barış Pınarı” hareketi ile ortaya koyduğu irade ABD üzerindeki bütün kabulleri sarstı. Türkiye'yi kuşatanların eli ayağı birbirine dolandı. Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in (Berlin Körber Vakfında 14 Aralık 2017 tarihinde yaptığı konuşma) “ABD hegemonyasının gerilediği ve bu geri gidişin gelecekte de devam edeceğini ve Türkiye’nin Kürdistan Planı nedeniyle ABD ile silahlı çatışmayı dahi göze aldığını” söylediği gibi yeni bir dönemin başlangıcıdır bu.
AB’nin telaşı ise emin olun Türkiye’nin mültecilerin önünü açarak Avrupa’yı kontrolsüz bir göç dalgasına muhatap etmesi. Bu onlar için işgal anlamına geliyor. Bu korku onları da Trump’ın “Evanjelist” ekibi gibi telaşla Ankara’ya taşıyacak.
Nitekim Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence başkanlığındaki heyeti Ankara'da kabul etmesi ve görüşmelerden askerî operasyona 120 saat süreyle ara verilmesi kararı çıkmasının hemen ardından AB ses verdi.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron, gelecek haftalarda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'la bir araya gelmek için Almanya Başbakanı Angela Merkel ve İngiltere Başbakanı Boris Johnson ile anlaştıklarını söyledi.
Ziyaret gerçekleşirse muhtemel dörtlü zirvenin bir numaralı gündem maddesi Suriye'de yaşanan gelişmeler olacağı kesindir. Ne var ki yapılacak muhtemel görüşmelerden ABD ekibiyle yapılan görüşme sonuçlarından farklı bir sonuç çıkmayacak ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu sözde müttefiklerin karnelerini önlerine koyacaktır.
Türkiye son yüz yılın kabullerini bozdu, dışarının planına uymayı değil kendi planını kurmayı “bize biçilen role teslim olmayı değil, mücadele etmeyi…” seçti.
Ezikliğe ve mağlubiyete bağımlı olanlar anlamasa da yeni bir dünya kuruluyor...
.
Dünya buna alışacak…
25 Ekim 2019 02:00
İsrail’in “terör devleti” hayalleri çöpe gitti.
Barış Pınarı Harekâtı’nın net sonucu, hemen dibimizdeki tehditleri bertaraf etmekle birlikte, bölgede yeniden oluşturulacak yapıyı bölgedeki mağdurlar lehine değiştirecek olmasıdır.
Harekât öncesi binlerce tır dolusu silahı terör örgütlerinin kucağına verenler ve buna rıza gösterenler Türkiye’yi uzun sürecek bir mücadele ve bataklığa dönüşecek bir maceraya çekeceklerini düşünenler büyük bir şok yaşadılar.
Operasyon tamamlanmadan Türkiye’ye “aman ha… Gerisini görüşelim” demek zorunda kaldılar.
Suriye’de yaşananlar, yüz yıl önce ara verilen bir savaşının günümüze sarkan bakiyesi ve muhtemelen yeni dönemin başlangıcıdır. Süre insan hayatı için uzun devletler için esip geçen yel gibidir. Bu bizim için de mütecavizler için de böyledir. Nil’den Fırat’a “Büyük İsrail” projesinin teolojik bir dayanağı olduğu gerçeği mücadelenin bitmediği ama yeni bir boyut kazandığını ortaya koymaktadır.
Bu tanımlama bazılarına abartılı gelebilir. Ama haritaların değişmesi için arka plandaki hazırlık yüz yıl sürer. Bu operasyonların tetiklediği gelişmelerin yıllara sarkması da sürpriz olmamalı.
Milyonlarca insanın hayatını kaybedip, bir o kadarının mülteci durumuna düştüğü Suriye toprakları 403 yıl boyunca Osmanlı hâkimiyetinde kalmış, tarihinin en huzurlu ve güvenli dönemini yaşamıştı.
Osmanlının bölgeden çekilmesi sonrası başlayan dönem ise bir felaket sürecidir. Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Osmanlı ordusu çekilmek zorunda kalınca bölge Fransızların eline geçti ve Fransız mandası altında yeni bir dönem başladı.
Fransızlar önce Lübnan'ı Suriye’den ayırdılar, ardından Lübnan’ın dışında kalan Suriye topraklarında Şam ve Halep merkezli Nusayri ve Dürzi devleti kurup bu devletleri Suriye Federasyonu olarak tek devlet hâline getirip 1925 yılında ismini Suriye devleti olarak belirlediler.
Manda yönetimi 1946 yılına kadar fiilen yönetti. 1946 yılında Suriye’nin Fransa’dan bağımsızlığını kazanması ile yeni bir dönem başladı. Ancak bu yeni dönem istikrar dönemi değil aksine siyasi çalkantıların ve askerî darbelerin yaşandığı bir dönem oldu...
1963 yılında askerî darbe ile yönetimi ele geçiren sol ideolojiye dayanan Baas rejimi 1970 yılına gelindiğinde Hafız Esad gerçekleştirdiği bir darbe ile iktidarı tümüyle ele geçirdi ve kendi diktatoryasını kurdu. (1970 yılından öldüğü 2000 yılına kadar, tam otuz sene boyunca baba Esad, Suriye halkına kan kusturdu. O dönemde milyonlarca Suriyeli canını kurtarmak için yurt dışına kaçtı. Sadece 1983’teki Hama katliamından kaçanların sayısı 800 bin idi.)
Barış Pınarı Harekâtı sadece Suriye’nin geleceği konusunda yeni bir dönem başlatmadı her dediğini yüz yıldır dayatan azmanlaşmış ve hantallaşmış sömürgeci devletlerinde hükümranlığını da tartışmaya açtı. Orta Doğu’nun sınırlarını çizenler; İsrail'in güvenliğini temin için, büyük İsrail (Nil'den-Fırat'a) hayalini gerçekleştirmeyi hayal edenler büyük hayal kırıklığı içindeler.
Mardin’in Nusaybin ilçesinin hemen karşısında bulunan Kamışlı’da, çekilmeye başlayan Amerikan askerleri ve zırhlı araçlarına taş, çürük domates ve patates atıldı. Zırhlı araçları protesto eden kişiler “Ne oldu sizlere”, “Korkaklar” ve “Amerikalılar fare gibi kaçıyorlar” gibi sloganlar atmış. Tabii ABD tarafı da büyük umut bağladıkları ve yatırım yaptıkları paralı askerlerin çapsızlığını görünce onlar için farklı şey söylemezler.
Barış Pınarı Harekâtı bölgedeki bütün taşları yerinden oynattı. Dicle-Fırat havzasını kuşatmaya çalışan Siyonist işgal teşebbüsünün sonunu getirdi. Sömürgecilerin hazmetmesi zaman alacak ve kolay olmayacak.
Artık sahada yeni aktörler olarak ABD-Rusya-Türkiye üçgeni oturacak görünüyor. Dünya buna alışmalı...
.
Akıllı Şehir” diye ona denir…
29 Ekim 2019 02:00
Şehirler azmanlaştıkça yalnızlığımız artıyor. Hep beraber kaybettiğimiz bir şeyi arıyoruz. Kafamız karışık, “neyin güzel neyin çirkin olduğundan belki biraz bihaberiz. Bütün şehirlerimizde değerlerimizle ilişkilendiremeyeceğimiz dönüşümler yaşanmakta. Her geçen gün sosyal ilişkilerimiz ve çevreyle olan bağımız çözülüyor” diyor uzmanlar...
Kocaeli Büyükşehir Belediyesinin ev sahipliğinde 25-27 Ekim tarihleri arasında bu yıl üçüncüsü düzenlenen Kartepe Zirvesi 2019’da “Şehircilik ve Mutlu Şehir” tartışıldı.
Konuşmacıların ortak fikri, “Şehirler akıllı şehre dönüşmezse insan yoğunluğunu ve göçü kaldıramaz.” İnsanlar mutlu olmadığı yerden göçer. Keşke mesele bu kadarla kalsa, asıl insanı kaybediyoruz. Kent tasarımcısı Paul Virilio, modern seküler kentlerin “ölü mezarlıkları andırdığını” söylerken sekülerleşmenin sadece şehirleri değil insanı da öldürdüğünü söylüyor.
Eğer “Akıllı Şehir” dediğimiz yeni yapı, kaybettiğimizi geri getirecekse o zaman “Akıllı Şehir nedir" sorusu cevap bulmalı.
Şehirler, insanın ruhsal olarak olgunlaşabileceği ve insan yeteneklerinin gelişebileceği, kadim medeniyet değerlerini emanet olarak alıp, üzerine kendinden değer katıp sonra gelenlere emanet ettiği bir yer olarak görülmüştür. Şehir, insanı bu emanetler üzerinden terbiye eder.
Peki, şehir insanı kimin eliyle terbiye eder? Bu sorunun cevabı bugünkü şehirlerin zayıf ama en büyük noksanını yüzümüze vuruyor.
Cevap, şimdilerde pek bilinmeyen ama eskilerden çok duyduğumuz hikmetli sözlerden birinde saklı. "Şerefü'l-mekân bi'l-mekîn", yani bir yerin şerefi, oradaki insan(lar)dan gelir...
Rol modeli, rehberlik, akıl hocalığı yapacak insanlardan bahsediyoruz. Kendisi için değil çevresi için yaşayan rehber insanlardan bahsediyoruz.
Hayatta insan önündeki modele göre şekil alır. Önündeki insan başka bir dünya kurabilen insan olunca kendisine o dünyaya girebilmek için bir kapı açabilir. Kent içinde “ilişki kurduğunuz insanlar kendi liderlik sınırına kadar sizi çıkartabilir fazlası olmaz.” İnsan eğer yukarı çıkmak istiyorsa dairenin dışına çıkmalı veya daireyi büyütmelidir. Rehber insanlarla birlikte olduğumuzda tek başına asla çıkamayacağımız yerlere bizi çıkarırlar.
İnsan kalitesi köklü bir kültürden geçer. Kültür “insan inşası/reprodüksiyonu” yapılan ortamdır. Kökleri besleyen topraktır. Güçlü bir kültür “nitelikli” insan yetiştirir. “Nitelikli insan sadece hukukçu, hekim değildir bu bir marangoz da olabilir” diyor İlber Ortaylı.
Bir yerin nasıl olduğunu anlamak için insanların nelerle mutlu olduklarına bakmak lazım. Fiziki anlamda kültür değeri taşıyan eserleri hayata dâhil etmek için etraflarını boşaltmak lazım ki, medeniyet bakiyesi yığıntıların içinde kaybolmasınlar. Kalabalığın içinde kaybolunca ulaşılmaz oluyorlar.
Rehber İnsanlarda böyledir. Ulaşılabilir olmalı.
Bilgiye ulaşmak bugün çok kolaydır ama bir insana doğru istikamet vermek, yolunu değiştirmek için bilgi yeterli değil onu ikna etmelisiniz. Artık gizli bilgi yok, Google’a her şeyi sorabilirsiniz. İşte rehber insan burada devreye giriyor..
Çünkü insanlar sadece bilgi aramazlar, “kişilik ve tutku” ararlar. Bunun için, (Lisân-ı hâl, lisân-ı kalden entaktır) demişlerdir. Yani hâl ile örnek olmak dil ile konuşmaktan daha güzel bildirir, daha tesirlidir. Onun için, muteber olan, lisan-ı hâldir.
Kendimize sormalıyız: “Bu ilişki bana ne katıyor? Zihinsel, duygusal ve ruhsal olarak benim sınırlarımı zorluyor mu? Koşarken önünüzde koşan ve sizin daha hızlı koşmanızı teşvik edecek cesaret verecek birileri olmalıdır… Ve o insanlar olmalı yaşadığımız şehirde… Ve şehir gökdelenlerinden önce onları yüceltmeli…”
İşte “Akıllı Şehir” diye ona denir...
.
Açalım sınırları yürüsünler Avrupa’ya…
2 Kasım 2019 02:00
Türkiye’nin sınırlarının terörden temizlenmesi ve mültecilerin geri dönüşünü temin etme hedefi ile başlattığı Barış Pınarı Harekâtı ile ABD’nin Türkiye sınırında PYD-YPG-PKK’yı kullanarak ikinci bir İsrail devleti kurma hedefi imkânsız hâle geldi.
Bu başarıyı hazmedemeyenler sonucu ABD’nin Kürtleri satması olarak yorumladı. Medyası ağız birliği ile "Kürtler, DEAŞ'a karşı savaştaki fedakârlıklarının bir diyeti olacağı umuduna kapılmıştı. Ancak ABD, Kürtleri desteklemek yerine, Rojava'dan tümüyle çekildi ve onların özerklik hayallerini yerle bir etti" diyor.
İsrail merkezli Jerusalem Post'ta yayınlanan Seth J. Frantzman imzalı "6 yılın emeği 6 günde yok edildi" başlıklı analizde Türkiye'nin Barış Pınarı Harekâtı ile birlikte İsrail'in bölgede bir Kürt devleti kurulması hayalinin yıkıldığı ifade edildi.
“Trump’ın ABD askerlerini çekmesinin ardından Türkiye Suriye’de askerî harekât başlattı” diyen Batı Medyası geçen hafta “Suriye’deki petrol sahalarını güven altına aldık” ifadesi ile Başkan Trump’ın harekâta karşı yeterli tepkiyi göstermediğini örtülü olarak ima ediyor. Muhtemelen ABD Temsilciler Meclisinin Trump hakkındaki azil soruşturması tasarısını onaylamasında bunun payı bulunuyor.
Uzmanlar “ABD’nin PYD’yi tamamen gözden çıkardığını ve Suriye’yi kısa süre içinde terk edeceğini iddia etmek zor” olduğu görüşünde. Peki, ABD’nin bundan sonraki Suriye politikası nasıl şekillenecek?
Donald Trump’ın "Suriye'deki petrol sahalarını güven altına aldık" şeklindeki açıklaması ABD’nin Suriye’deki varlık sebebini gösteriyor.
Önceki günkü haberinde, Suriye’de yerin üstü değil altıyla ilgileniyorlar diyen Selçuk Böke “Suriye’de Petrol sahalarının dörtte üçü Deyrizor civarında bulunuyor. Bölgedeki petrolün miktarı 2,5 milyar varil. Bunun maddi karşılığı ise yaklaşık 150 milyar dolar. Deyrizor'da yıllık 380 milyon dolar değerinde petrol çıkarılıyor. İşin vahimi bu para terör örgütünün cebine iniyor. Çünkü petrolün yüzde 95'ini YPG/PKK kontrol ediyor. Örgüt, çıkarılan petrolün büyük bir bölümünü Esad rejimi ve Irak'a satıyor. Suriye petrolü Kuzey Irak üzerinden dünyaya pazarlanıyor. ABD de YPG'ye hem hamilik yapıyor hem de silah satıyor" diyor.
Suriye İnsan Hakları Ağı (SNHR), hazırladığı raporda, iç savaş nedeniyle mülteci konumuna düşen kayıtlı Suriyelilerin sayısının 5 milyon 835 bine ulaştığı belirtiliyor.
2011’den bu yana ölenlerin sayısı yarım milyonu aşarken yaşananları sadece seyreden AB, ülkeyi harabeye çeviren, Arap, Türkmen, Süryani, Ermeni gibi etnik grupları tehdit ve şiddet yoluyla göçe zorlayan, halkın malını mülkünü yağmalayan Terör örgütü PKK/YPG/PYD’nin varlığını meşru Türkiye’nin müdahalesinin gayrimeşru olduğunu söylüyor.
Hafta başında Suriye’deki son gelişmeleri değerlendirirken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Anladık ki, ABD ve Rusya’nın asıl derdi petrol yoksa Suriye’yi düşündükleri yok” olarak yeniledi.
CIA eski Başkanı Graham Fuller “İslamsız Dünya” isimli kitabında açıkça “İslam Dünyasının sömürge hâline gelmesi için Sünni (Ehl-i sünnet) itikadının yıkılması şarttır. Bu ise Türkiye’nin yıkılması ile mümkündür” tavsiyesinde bulunuyor.
Batı'nın 21. Yüzyıl stratejisi, Türkiye’ye baskı uygulamayı ve Kürdistan hayaliyle ülkemizi bölmeyi amaç edinen PKK terör örgütüne her türlü desteği vererek, ülkemizin parçalanmasına yardımcı olup bu yolla toprak talebini gerçekleştirmektir.
Hevesleri kursaklarında kalsa da geri dönüşlerini kısa vadede beklemek uygun değil. Sayın Hulûsi Akar’ın belirttiği gibi; “her an her şey olabilir…”
Batı’yı ikna etmenin farklı yolları var. Herhâlde en kestirme ve ucuz maliyetlisi Başkan Erdoğan’ın ifade ettiği gibi “3 milyon 650 bin Suriyelinin ilk etapta 1 ila 2 milyonluk kısmının geri dönüşü için gereken projelere destek verilmezse sınırları açmak. Açarız sınırları yürüsünler Avrupa’ya."
Doğrusu çok iyi olur...
.
Her an her şey olabilir...
4 Kasım 2019 02:00
Millî Savunma Bakanı Hulûsi Akar’ın önceki gün sınırın sıfır noktasındaki birlikleri denetlemesi sürecinde telsizden konuştuğu Tel Abyad’daki askerlere, “Burada herhangi bir şey bitmiş değil, her an her şey olabilir. Ona göre herkesin her an hazırlıklı olması lazım" demesi sadece sınırdaki Mehmet’e değil içerideki herkese önemli bir mesajdır.
ABD, İsrail ve İngiltere İslam coğrafyasını bir yandan kurduğu terör örgütleriyle vuruyor diğer yandan “seni ben kurtarırım” diye coğrafyanın üzerine çöküyor.
Güneyimizde kurmak istedikleri kuşatmanın Barış Pınarı Harekâtı ile kırılması ve sonrasında Ankara ve Soçi anlaşmalarından sonra oyunu bozulan ABD’nin silahlı mücadeleyi artık sürdürülebilir görmeyip birkaç petrol bölgesini nüfuz alanı olarak korumaya alıp çekilmesini beklemek aşırı iyimserliktir.
ABD Suriye’de Irak’ta olduğu gibi federal bir sistem istiyor. Bu sistem İsrail’in güvenliği için hizmetinde garnizon devlet kurmanın başlangıcı, Türkiye için ise bölünmenin ilk adımıdır. İsrail’in ABD dış politikasındaki bilinen hâkimiyeti bölgede birer üsle yetinip çekilmesine asla müsaade etmez. Nitekim bu süreçte dalgalı politika izleyen Trump’ın azli gündemdedir ve asla sürpriz olmaz. 20 Cumhuriyetçi senatörün demokratlar tarafında oy vermesi işini bitirmeye yeter.
ABD kuşatma hamleleri ile Türkiye’nin operasyon öncesi hatta çekilmeyeceğini biliyor. Ama maksadı Türkiye’yi “Damgalayarak” yapılacak muhtemel saldırıya zemin hazırlamak.
Hatırlayalım, Orta Doğu işgalini meşrulaştırmak için 11 Eylül İkiz Kule saldırısını yapıp dünyaya "Müslüman teröristler yaptı" diye pazarladılar, dünya da güya bunu yuttu(!)
"11 Eylül saldırısını kim yaptı?" sorusuna merhum Dış Politika Yazarımız Mustafa Necati Özfatura “ABD’nin resmî açıklamasında suçlu Usame bin Ladin ve El-Kaide mensuplarıdır. Komplo teorilerine göre (MOSSAD-CIA-FBI-petrol ve silah şirketleri) iş birliğidir. Aslında Usame bin Ladin de uzun yıllar CIA ile iş birliği yapmış kişidir. Büyük gizli istihbarat güçleri olmadıkça bu saldırıyı El-Kaide asla yapamaz. Dahası bazı uzmanlara göre bu uçakların kalkışı hedeflere yönelmesi ve saldırı uçağın içinde değil, yerden teknolojik cihazlarla yapılmıştır. Uçakların alarm sistemlerinin çalışmaması, Pentagon'un uçan kuştan bile koruyan otomatik füze sisteminin devre dışı bırakılarak işlememesi, kafaları karıştırmaktadır..." ciddi yorumunu yapmıştı...
Nitekim İkiz Kulelerde çalışan 4 bin Yahudi’den o gün kulelere yapılan saldırıda sadece bir Yahudi öldü.
ABD’nin DEAŞ sonrası Suriye politikası Türkiye’yi bölme politikasıydı fakat hükûmetin uyguladığı başarılı politika Allahü teâlânın takdiri ile yapılan operasyonla PYD ve PKK hezimete uğradılar ve DEAŞ da buharlaştı. ABD her iki jokerini birden kaybetti!..
Hazımsızlıklarının belaları olacağı yeni bir dönem başlıyor şimdi. Müttefikine saldırmayı kolay izah edemez buna bir kılıf bulması lazım. Önce algı saldırıları ile itibarsızlaştırıp sonra açık düşman olarak hedef yapacaklar. Aksi düşünüldüğünde binlerce tır silaha bir yer bulması lazım.
Bunun cevabı yoksa her an her şey olabilir!..
.
Hayat budur, ne ekersen onu biçersin…
8 Kasım 2019 02:00
Cep telefonu ve internet kullanımında bağımlılık bütün dünyada psikolojik bir vaka hâline dönüştü. Her beş kişiden biri bağımlı durumuna gelmiş.
Prof. Sherry Turkle’nun, Alone Together (Birlikte yalnızlık) isimli bir kitabı var. Kalabalıklar içinde yalnızlık çeken insanları anlatıyor. Yalnızlık tecrübesi bazen iyidir ama sürekli alışkanlık hâline gelirse kara bir deliktir ve insanı yutar.
Madde bağımlılığı gibi insanı hayattan koparan akıllı telefonlar başta tüm sosyal medya araçlarının kontrolsüz kullanımı, bugünün insanının müşterek problemidir. İnternet ve akıllı telefonlarca yutulmuş, savrulmuş gerçek dünyadan kopmuş, aidiyetini kaybetmiş insanlar dibe battıkça yükseldiğini zannediyor.
Yapılan bir araştırmada ekran başında uzun süre (günlük bir saatten fazla- internette günlük geçirdiğimiz süre 7 saatmiş) vakit geçiren çocukların beyinlerindeki dil ve yazı yeteneklerinin köreldiği belirlenmiş.
Ebeveynler çocuklarının mahrumiyet yaşamaması için her fedakârlığa (!) katlanarak telefonları sürekli güncelliyorlar. Oysa yaptıkları çocuğa deniz suyunu içirmek gibi, içtikçe susuzluğu artar, bağımlılık güçlenir. Prof. Harari de diyor ki “Zenginlik içinde şımarmış toplumları memnun edemezsiniz. Onlara daha çok yemek daha çok konfor vererek sadece intihar oranlarını yükseltirsiniz.”
Tehlike büyük ve tedbir aranıyor. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığınca 2020 yılı programlarında, ailelere bağımlılık, ihmal, istismar ve şiddet konularında farkındalık eğitimleri verilerek çocukların hayat becerileri güçlendirilecek. Bu kapsamda yeni model eğitim setleri kullanılarak aile eğitimleri yapılacak deniyor.
Dışarıdaki savaş evlerin içine sıçradı. Bu savaşın kurbanları, depresyon, intihar ve bilindik suçlara bulaşan gençler ve ailelerdir. Bazılarımız bu savaşın dışında kalıp katılmayabilir. Katılanlar da bunun için medyayı, TV ve interneti, film yıldızlarını, ya da herhangi birini suçlayabilir.
Doğru olan, bu suça hepimiz kıyısından köşesinden bulaşıyoruz. Ama bir liste yapacak olursak listenin başına ebeveynleri, kendimizi yazmak durumundayız zira çocuğumuzun iyi ya da kötü ne olacağı, evlerimizde neler olduğuna bağlıdır.
Ailenin, toplumumuzun temel taşı olduğunu hepimiz biliyoruz. Mühendis, iş adamı, doktor, olmadan önce hepimiz insanız. Hepimiz bir ailenin parçası, baba, anne, eş, evlat ve kardeşiz. Aile dışındaki insanlarla da komşu, iş arkadaşı, gibi derin bağlarımız var. Etrafımızı saran bu insanlarla olan bağları kopardığımızda, onları kaybedip veya kendimiz kaybolduğumuzda, sahip olmakla iftihar ettiğimiz servet ya da makam bütün değerini kaybeder.
Mesele, bu kadar olumsuz girdi karşısında ne yapacağımız. Her ebeveynin amacı ve hevesi, çocuklarını güçlü olarak geleceğe hazırlamaktır. Çocuğumuz ne kadar yetenekli olursa olsun ahlaklı, üretken, kendine güvenen, yüksek karakterli, hayatları boyunca mutlu ve başarılı olmaları için güçlü ahlaki değerlere sahip olmalıdırlar.
Nereden başlayalım? diyenler için kullanılabilir kısa bir “eğitim seti”
İşe iyi insanlar, iyi arkadaşlar, iyi kitaplardan başlamalıdır. İyi olmak isteyen iyilerle beraber olmalı. Çünkü güzel ahlak, emir komuta ile değil güzel ahlaklı insanlarla ilişki ile öğrenilir. Her çocuğun evde kendine ait bir küçük kütüphanesi olmalı. Çocuk, okumaya teşvik edilerek ödüllendirilmeli. Çocuk mükemmel bir gözlemci ve duygusal bir kayıt cihazıdır. O anne ve babayı sürekli gözlemler. Ebeveynler sıklıkla çocuğun çocukluğunu yaşamasına müsaade etmeli, bazen de insan ilişkilerini izlemesi için çocuğuna büyük adam muamelesi yapmalıdır. Baba; dostlarını, akrabalarını ziyarette çocuğunun yanında bulunmasına gayret etmelidir.
Ebeveynler önce kendileri, dilini kötü ve argo söze alıştırmamalı; yalan söylemekten, başkalarının aleyhine konuşmaktan, söz taşımaktan sakınmalı. Başkalarını aşağılayıcı lakaplar takmamalı, başkaları ile alay etmemelidir. Konuşurken tartışmaya girmekten sakınmalı, dünya ve ahiret için faydası olmayan sözler söylememeli.
Eğitim uzun soluklu ve emek isteyen bir mücadele, ödül gibi ihmal edildiğinde bedeli çok ağır. Ne var ki hayat budur ve ne ekersen onu biçersin…
.
Sosyal medya dilimizi mi kesti?..
11 Kasım 2019 02:00
Geçtiğimiz haftaya siyanürlü intiharlar damga vurdu.
İlki, İstanbul’un Fatih ilçesinde; Cüneyt (48) Oya (54) Kamuran (60) ve 56 yaşındaki Yaşar Yetişkin kardeşlerin siyanürle ölümleri... Kardeşlerin ölüm sebeplerinin ekonomik olduğu, evin bütün sorumluluğunu alan Oya Yetişkin’in, annesinden kalan borçları ödemek için büyük sıkıntılar yaşadığı söyleniyor...
İkinci siyanür dehşeti ise Antalya’da yaşandı. Dört kişilik Şimşek ailesi evde ölü bulundu. İncelemeyi yapan ekipler siyanür zehirlenmesi tespitinde bulundu. Evde bulunan baba Selim Şimşek’in bıraktığı mektupta “herkesten özür diliyorum, ama artık yapacak bir şeyim yok, hayatımıza son veriyoruz" ifadelerini kullandığı belirtiliyor.
Her iki olayında yaşanan ekonomik sıkıntılar sonrası yaşanan derin depresyon sonucu olduğu vurgulanıyor.
Dünya Sağlık Örgütü depresyon kaynaklı vakalarda ciddi tehlike anlamını taşıyan “Kırmızı hattın” aşıldığını açıklamıştı. Hatta bazı uzmanlar toplumdaki bu asabiyet salgınındaki anormal yayılmanın bir manevi hastalıktan ziyade insandan insana bulaşan bir virüs tarafından yayıldığı görüşünde.
Virüs olup olmadığı bir tarafa ama bu hastalığın doyumsuzluk ve sınır tanımayan iştahımızın sonucu olduğu kesindir. Kazandığı ile yetinmeyen, daima üst gelir gruplarını gözetleyen insanlar hedeflerini geniş tutunca yüksekten düşüyorlar.
Bu intihar vakaları çok önemli bir ihtiyaç kaynağımızın kuruduğunu gösteriyor. O da “dertleşmek”...
İntihar eden zavallılar için “Hiç mi dertleşecek kimseleri yoktu?” diye konuşuluyor. Aynı soruyu kendimize sorsak nasıl olur? Etrafta dertleştiğimiz kaç “hemdert” var? Sosyal medya köleleri haline getirilen bir topluma dönüşüyoruz. Tıpkı konuşma yeteneği ellerinden alınan köleler gibi.
Çare “dertleşmek” ama dertleşmek “dil” ile olur. Ama dili kaybedersek ne ile konuşup dertleşeceğiz? Eski Mısır'da piramitlerin yapıldığı dönemde inşaatta çalışan köleler konuşup vakit harcamasınlar diye dilleri kesilirmiş.
Batı'nın hastalığı “yalnızlıktır”. Bencil, zevk peşinde koşan insanlarda hemdertlik geriler, yardımlaşma zayıflar. Dünyevileşme insanları yalnızlığa itti. Ortak ilgi alanı, ortak dil ve ortak kültür azaldı, sadece eğlence için bir araya gelen toplum hâline dönüşüyoruz. Fedakârlık gerektiğinde kaybolan insanlar topluluğu...
İletişim bulaşıcıdır. İnsanlar, TV ve internetle uğraşmaktan birbirlerini ihmal ediyorlar. Konuşma ortamları her gün biraz daha çöküyor. Eğer uyduruk sanal dünyalara sırt çevirip biraz kendimize ve dostlarımıza zaman ayırsak taşlar yerine oturacak.
Bir şeyin bizim için ne kadar önemli olduğunu anlamak kolaydır. Ona harcadığımız zamana bakın. Neyin sizin için önem taşıdığını anlarsınız. Çünkü harcanan her zaman ve değer sonuçta dönüp bize geri gelir.
İnsanlar mıknatıs gibidir, diğer insanları kendine çeker veya iterek uzaklaştırır. Bu özelliğinden dolayı insanlar, kusur arayıcılardan uzak durup kendisini önemseyen, kendisine değer veren, kusurlarını değil iyi yönlerini ön plana çıkaran kişilere yakın olmak isterler. Kusur arayıcılar insanı zehirler, yeteneklerini köreltir, etrafına duvar örer. İyimser, yardımsever, cömert, kadirşinas, coşkulu olan kimseler ise manyetik bir güçle çevresini büyütürler ve duygusal olarak beslerler.
Böyle insanlar toplum içinde yön bulucudurlar. Herkes bir iş için yaratılmıştır, hepimiz iyi olanı bulana dek aramayı denemeliyiz...
Zor zamanda yanımızda olmasını beklediğimiz insanlar için ayırdığımız zamana bakalım hak ettikleri süreyi alıyorlar mı? Yoksa sosyal medya dilimizi mi kesti?
.
Pedagojik iş kazası!..
15 Kasım 2019 02:00
Araştırmalara göre çoğu şirket ve iş adamının sıkıntıya düşmesindeki en önemli sebebin “şirketin yaptığı işi unutup farklı işlerle uğraşması” olarak belirletiliyor. Aynı durum siyasi partiler ve siyasetçiler için de geçerlidir.
Bir siyasetçinin rotası siyasete başlarken ilan ettiği manifestosu, ilham kaynağı ise seçmendir. Sık sık piyasaya çıkan, seçmenle konuşan onları izleyen ve dinleyen varlığını sürdürebilir.
CHP’nin son dönem seçimlerde ‘dindar geçinme’ stratejisi üzerinde oyunu artırdığı görüntüsünün arkasındaki gerçek sebep AK Partideki gevşemedir. Oylarda kaymanın sebebi muhalefetin cazibesi değil, iktidara kırgınların öfkesidir. Muhabbeti çok olanın kırgınlığı da çok olur...
AK Parti ilan ettiği ilkeleri siyasi hareketinin ilk yıllarında başarıyla uyguladı ve seçimlerde karşılığını aldı. Ancak art arda gelen seçimlerde ödül o kadar zengin ve baş döndürücü oldu ki piyasayı bırakıp hasatla meşguliyetinden gözünü seçmenden ayırdı. Hatta parti kadrolarında “Biz kendi entelektüelimizi yetiştirdik, dışarıdan adam kabulü gerekmez, herkes geldiği yere…” diyebilecek kadar rotadan çıkanlar oldu. Sonuçlar malum.
AK Parti yaptığı değerlendirmede teşkilatlardan başlayarak aşağıdan yukarıya doğru çalışan bir demokratik yapıyı yeniden inşa çabasında. Nisan 2020’ye kadar tamamlanması planlanan İlçe Kongreleri’nin hemen ardından Haziran 2020’de başlayacak İl Kongreleri'nin de Eylül 2020’ye kadar yapılması öngörülüyormuş. Bu hazırlıklar sürerken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Yeni isimlerle kadrolarımızı tahkim edeceğiz" mesajının ardından son üç günde altı il başkanının istifası istenmiş.
AK Partinin bu değişimi yapma zorunluluğu var. 17 yıllık uzun soluklu iktidarındaki duraksama açıkça ortaya koydu ki “statükocu yapı” hâlâ ürettiği krizlerden istifade sahayı kapma fırsatı kolluyor. Her fırsatta yapay sorunlar üreterek toplumu geriyor.
Bunun son örneği 10 Kasım anma programları çerçevesinde bir okulda gerçekleştirilen, anlamından uzaklaştırılan bir programın sosyal medya üzerinden servis edilmesi...
Medyanın olayı genelde değerlendirmesi “Belli ki organize iş... … Bu kepazelikler CHP iktidarında değil, 18 yıldır AK Parti’nin yönettiği Türkiye’de oluyor. Sonra da diyorlar ki; gençlik niye CHP’ye kayıyor?” şeklinde.
Millî Eğitim Bakanlığı yaptığı yazılı açıklamada “Pedagojik açıdan kabul edilemez bir algıya sebebiyet veren söz konusu etkinlikle ilgili incelene-soruşturma başlatılmıştır” deniliyor.
Mesele keşke sadece “pedagojik iş kazası” ile sınırlı kalsa.
Sadece eğitimde son birkaç ay içerisinde yaşanan; “Okula başlayanlara simit yağdıran öğrenciler, sure isimlerini ayak altına seren öğretmenler, Hristiyan din dersi öğretmeni skandalı, İsrail alfabesi skandalı ve şimdi de heykele tapınma görüntüleri..." Bütün bunlar pedagojik iş kazaları mı? Yoksa statükocu bir yapının kriz üretme gayretinin öncüleri mi?
Önümüzdeki süreçte AK Partinin yoğunlaşması gereken asıl mesele bu rotayı düzeltmek olmalı. Maddî başarılar ne kadar büyük olursa olsun eğer değerler böylesine altüst edilirse iktidara taşıyan seçmen desteğini çekerek onu yok eden güce dönüşür..
.
Kopya cinayetler ve umutsuzluk…
18 Kasım 2019 02:00
Artık insanlar ölüme yalnız gitmiyorlar…
İstanbul Fatih’teki Yetişkin kardeşler ve Antalya’daki Şimşek ailesinin siyanürlü toplu ölümüne benzer bir haber de Bakırköy’den geldi.
İş adamı Bahattin Delen ile eşi Zübeyde ve yedi yaşındaki çocukları Ali Delen'in cansız bedenleri İstanbul Bakırköy'deki evlerinde bulundu. Savcılık, "Delen, önce eşinin ve çocuğunun zehirlenmesine sebebiyet verdi, ardından intihar etti" değerlendirmesi yaptı. Savcılığın açıklamasına göre olayın sebebi, Bahattin Delen'in aşırıcı derecede borçlanıp bunalıma girmesi.
Bir medeniyetin çocuklarının düştüğü umutsuzluk, yalnızlık ve barbarca seviyesizlik artık gelecek için değil hâlihazırdaki hayatımız için umut kırıcı. Yukarıdan bakıldığında yaşanan toplu intihar ve katliamlar öyle cımbızla çekilmiş gibi değil her sokak başını kesmiş belalar gibi görünüyor.
Psikologlar buna “Kötü dünya sendromu” diyorlar.
Tehlikenin büyüklüğü sayılarının azlığı çokluğu ile ilgili değil olayların sıradan günlük olaylar olarak toplum tarafından kabulüdür.
Toplumda meydana gelen şiddet, saldırı, katliam olaylarının medyada tekrar tekrar verilmesi insanların kendilerinin de bir gün böyle bir bunalım, şiddet veya katliam kurbanı olabilecekleri korkusunu geliştiriyor. Korku ve huzursuzluk artarken insanlar kendi evlerini daha da kötüsü eşlerini, çocuklarını tehdit olarak algılıyor.
Gerçekten dünyada kötülük evlerimizin içine girecek kadar yakınımızda mı?
Prof. Nevzat Tarhan “İnsanları kolay yönetebilmenin yollarından biri onları korkutup sindirerek esir almaktır” diyor. Tarhan “Korku ve şiddet toplumu pasifize etmek ve istenilen yöne çekmek için kullanılır, 'şiddet görüntülerini yoğun düzeyde izleyenlerin bazılarında dünyayı korku dolu acımasız gelecekle ilgili kötü ve tehlike bir yer' olarak görme ortaya çıkar. Diğer bir grup insanda ise agresif davranışlar olarak ortaya çıkmakta. Şiddete karşı şiddet…" diyor.
Bir saldırıyla karşı karşıyayız. Medya yolu ile toplum korkutulup sindirilmek isteniyor. “Medyanın, terörü görünür kılması, meşrulaştırması ve önemlisi de, görüntünün gerçekten daha gerçek bir hakikate dönüşmesi” dir. Her cinayet, intihar, katliam, şiddet olayını tekrar ve tekrar yayınlamakla “azmettirici/sıradanlaştırıcı” rol oynuyorlar.
Aile, eş ve çocuklar doğrudan bu saldırının hedefidir. Bu saldırının nükleer bir saldırıdan farkı yoktur. Tahribatı doğrudan ve sinsice hayatımıza girmektedir.
Her insan zor zamanlarında kaygı ve endişelerini paylaşmak için “hemdertlik” ve “diğerkâmlık” ihtiyacı duyar. Bu bedelli bir iştir, zaman, insana yatırım ve fedakârlık ister. Psikiyatr Dr. Ayhan Akcan’ın “Aile içi geçimsizlik, ekonomik sorunlar ve sosyal problemler çok fazla. İflaslar, boşanmalar, göç gibi sosyal sorunlara paralel olarak bir artış var. Maalesef insanlar sorunlarını diyalog ve iletişimden daha çok şiddetle çözmeye çalışıyor. Bunun en üst noktası da cinayet” tespiti son dönemlerde şiddet ve cinayet vakalarının niye arttığını açıklıyor.
Eskiden kendisi de intihar girişiminde bulunmuş olan Profesör Kay Redfield Jamison devamlı artan umutsuzluğun dayanılmaz hâle geldiğinde, zihnin intihar dürtülerini engelleme yeteneğinin giderek zayıfladığını ve insanın karşı koyamadığını belirterek şöyle diyor: “İnsanlar her şeyin düzeleceğine inandıkları sürece, depresyona dayanabilir ya da tahammül edebilir…”
Büyük İslam Âlimi Hasan-ı Basri hazretleri "umut" dediğimiz yeise düşmemek, her şeyin bir gün düzelebileceği kaynağını besleyen ne muhteşem bir ölçü koymuş. Diyor ki: “Yer demir olsa, gök bakır olsa ve bütün Basra ahalisi hane halkım olsa, akşamdan sabaha 'bunları nasıl bakarım?' diye umudumu kaybetsem kendime kul demem…”
Prof. Jamison, Merhum Dostum Hilmi Kavalcı’nın “umudu beslemek için tavsiyesi” de sıkça dostlarıma söylediğim nasihatlerini haklı kılıyor. Özeti şudur: “Para kazanmak için kendini fazla hırpalama, para akıllıdır ve gideceği yeri bilir. Sen DOST KAZANMAYA bak!.."
Keşke, borçlar, ticari başarısızlıklar, yoksulluk ve işsizlikten kaynaklanan sorunlarını siyanürle çözmeye kalkan insanlar bir dostun kapısını çalsalardı...
.
Afazi hastası mı olduk?
22 Kasım 2019 02:00
Dünya genelinde 'intihara sürükleyen oyun' olarak bilinen “Mavi Balina” isimli oyunun kurbanları sürekli gündemde.
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK), def-i bela için internette geçirilen sürenin sınırlandırılması hakkında aileleri uyarıyor. Aileler sorumlu ebeveyn yaklaşımları sergilemeli, gerekirse bir uzmandan destek almalı, çocuklarını sosyal aktivitelere yönlendirmeli ve çocukların internet adımlarından haberdar olmalılar diyor.
Ama çok daha önemli bir tedbir atlanıyor ve “Çocuklarınızla paylaşımcı ve konuşan olun, onları fark edin, yalnızlığa itmeyin” diyen yok.
Yalnız kalan insan konuşma, yorumlama kendini ifade etme, konuşulanları anlama yeteneğini zamanla kaybeder. Buna tıpta “Afazi hastalığı” deniyor. Başkasıyla konuşmayan kendisiyle konuşmaya başlar, ona da ne dendiğini herkes bilir.
Yemeğe bile çağrıldığında gelmeyip saatlerce odasına kapanıp bilgisayarla meşgul olan çocuk her tehlikeye açık hâle gelir. Zira yalnızlık kara bir deliktir, insanı yutar, hele erken yaşta ise kurda kuşa, 'Balina'ya yem olur...
Çok sayıda ilim adamı ve akademisyenin “sosyal medya insanı yalnızlaştırıyor” dediği sürekli yazılıp çiziliyor. “Sosyal paylaşım siteleri insanları birbirine yaklaştırmadığı gibi insanları gerçeklikten koparıyor." Her biri bir "mavi balina" canavarı!..
Sosyolog Prof. Sherry Turkle “Alone together-Birlikte yalnızlık” kitabında insanların sosyal medya aracılığı ile birbirleriyle daha iyi iletişim kuracaklarını zannetmelerinin büyük bir yanılgı olduğunu yazarken “sanal gerçeklik, gerçek dünyanın kötü bir taklididir” diyor. Prof. Sherry, katıldığı bir komedi programında insanların cenaze törenlerinde bile iPhone'ları ile oynadığını söylemiş. Program sunucusu komedyende “Herkesin bir güle güle deme şekli var” diye karşılık vermiş.
ABD’de en çok satan kitaplar arasında yer alan “Shallows” (Sığlar) kitabının yazarı Nicholas Car “sosyal medya kullanımı insanların düşünme şeklini değiştiriyor, daraltıyor, kitaplarda ve dergilerde yer alan bilgileri hazmetme kapasitesini zayıflattığını” söylüyor.
Bu durum tesadüfen karşılaştığımız bir kaza değil hesaplı kitaplı başımıza geçirilen bir beladır.
Kültürel emperyalizmde kontrol edilmek istenen toplumlara "Toplumsal Afazi” planları uygulanmaktadır. Bir toplumun kendi dilini, kültürünü tanıması ve ifade etmesi bozulduğunda onu bağımlı hâle getirip istenilen tarafa sürebilirsiniz. Zaten konuşmayı, kendini ifade etmeyi beceremeyen insanların mesele çözmedeki tek yolu kavga etmek kalıyor.
Hatalı solladın, yan baktın, cinayetleri konuşmayı beceremeyenlerin işidir. Dilini kullanamayınca levye kullanıyorlar.
Hayatta insan önündeki modele göre şekil alır. Önündeki insan başka bir dünya kurabilen insan olunca kendisine o dünyaya girebilmek için bir kapı açabilir. Aile içinden başlayarak ilişki kurduğumuz insanlar bizi yukarı çıkartabilir.
Kendini geliştirmek isteyen farklı yerlere bakmalı. Özellikle gençler için ebeveynler rehberlik yapmalı. Gençlerin, dilini, intibaını, tecrübe ve görgüsünü geliştiren, değiştiren insanlar önemlidir. Onlarla bir araya gelmeye, önce dinlemeye sonra anlatmaya gayret etmeli. Kişi olduğu yerde beklememeli onları arayıp bulmalıdır.
Arkadaşı 'balina' olanın sonu ne olur? Deryanın dibi...
.
Menzil kısa, mükâfat büyükse?..
25 Kasım 2019 02:00
Son günlerde bizi hırpalayan siyanürlü toplu intiharların ortak yanı, arkada bıraktıkları hikâyeleri. Yakınlarında duranlar;
“Sorunlu biri değildi, çok da hayat doluydu, hiç beklemezdiniz, herkes severdi, etrafa hiç belli etmedi ama demek ki borç batağına saplandı, altında ezildi, çıkmaza girdi, başa çıkamadı ki kurtuluşu ölümde aradı, kimse çığlığını duymadı, el uzatan da olmadı son çareyi intiharda buldu...” diyorlar. Gerçek ise bir sır olarak kendileriyle birlikte gidiyor...
Varlıklı olmak da anlık bir hevesle gerçekleşecek bir yolculuk değildir. Her başarı kendi hak ettiği zamanı ve bedeli alır, bunun istisnası yoktur. Hedefler ne olursa olsun ancak ilkelere bağlı olarak sabırla ve zamanla uygulandığında gerçekleşip, hayatımıza zenginlik katabilir.
Çok insan vardır ki ekonomik ya da fiziksel bir eylemi gerçekleştirirken sadece onun üzerine öylesine yoğunlaşırlar ki sosyal ve ruhsal ihtiyaçlar unutulur. Çoğu yolda kalır, hedefe varanlar da yara bere içinde kalırlar. Çoğu kişi bu ilkeyi ihlal ederek kişisel bütünlüklerini kaybetmekte, enkaz yığını hâline gelmekte, sadece kendilerine değil çevrelerine de zarar vermektedirler.
Başınızı derde sokmak mı istiyorsunuz, hayat yolunda yalnız yürümeye ve işleri tek başınıza götürmeye kalkışın neler olacağını göreceksiniz. Hele menzil kısa, mükâfat büyükse dikkat!..
Yardım çatıdan düşmeden önce istenir.
Kimseden yardım istemeden bir yığın tuğlayı üst kattan alt kata indirmeye çalışan bir duvarcının hikâyesi çok şey anlatıyor:
“Bütün tuğlaları elle taşımak çok zaman alacağı için onları bir varile doldurup binanın en üst katına monte ettiğim bir makarayla indirmeye karar verdim. İpi emniyet için zemin kat hizasına bağladıktan sonra binanın üst katına çıktım, ipi varile dolayıp bağladım. Tuğlaları doldurdum ve indirmek için boşluğa sallandırdım. Sonra kaldırıma indim ve varili yavaşça indirmek için sıkıca tutarak yerinden çözdüm. Yetmiş kilo olduğum için iki yüz kiloluk yük beni yerden öyle bir kaldırdı ki ipi bırakmayı düşünecek zamanım olmadı. İkinci katla üçüncü katın arasında aşağıya inmekte olan varille çarpıştım. Vücudumun üst kısmındaki çürük ve yaraların sebebi bu...
İpi elimin makaraya sıkıştığı üst kata çıkana kadar sıkıca tuttum. Kırık başparmağımın sebebi bu...
Aynı zamanda varil gürültüyle kaldırıma çarptı ve tabanı düştü. Tuğlaların ağırlığı gidince varil sadece yirmi kilo geliyor. Böylece yetmiş kilo ağırlığındaki bedenim hızla düştü ve yukarı çıkmakta olan varille tekrar çarpıştım. Kırık ayak bileğimin sebebi bu...
Biraz yavaşlamış olarak inmeye devam ettim ve tuğlaların üstüne indim. İncinmiş sırtımın ve kırılmış köprücük kemiğimin sebebi bu...
O anda soğukkanlılığımı tamamen kaybettim ve ipi bırakınca boş varil hızla üstüme indi. Kafamın yarılmasının sebebi bu...”
Ekonomik sebeplere dayalı çoğu trajik olayın kısa zamanda servet yapma iştihasından veya aldatılarak mağdur duruma düşmelerinden kaynaklandığı ortada.
“Tosuncuk” olayındaki gibi insanları ahlaki olmayan yollardan, aldatarak, çalarak, başkalarının hakkına tecavüz ederek, sorumluluk taşıdığı insanları ihmal ederek de servet ve para sahibi olanlar var. Aldatarak, korkutarak, tehdit ederek, insanları ezerek de makam ve otorite sahibi olabilir, başarılı gözükebilirler.
Bu sahte bahar uzun ya da kısa sürebilir. Çoğu insan da onların bu servet ve makama nasıl ulaştıklarını bilerek ya da sorgulamadan ne mal oldukları ortaya çıkıncaya kadar onlara saygı duyuyor gözükebilir.
Ancak kesin olan şudur ki elde ettikleri güç ne kadar büyük olursa olsun sonunda yıkılır giderler. Ne dünya hayatında ne de herkesin hiza istikamet çağdaş olduğu o muhteşem hesap gününde yanlarında yardımcı bulamazlar...
.
“Öfke” hukuki değil, ahlaki bir marazdır
2 Aralık 2019 02:00
Evet, öfke ve şiddet hukuki bir sorun değil ahlaki bir marazdır. Çözümünü karakol ve adliyeden önce evde, ailede, terbiyede aramak gerekir. Evinden öfkeli çıkan insanla çalışan mesai arkadaşlarının, evine öfkeli giren adamın hayat arkadaşının vay hâline!..
Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk, önceki gün "25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü" programında yaptığı konuşmada, kadına şiddetle mücadeleye için "Adliyelerde 'adli destek birimleri' oluşturacağız. İhtisas mahkemeleri görevlendirilecek" dedi.
İş, son zamanlarda artan şiddet olaylarına karşı farkındalık oluşturmak için esnafın öfke kontrolü eğitimleri almasına kadar uzandı. 81 ildeki esnaf ve sanatkârlara uzmanlar tarafından başta aile içi eğitim ve iletişim olmak üzere medya, sağlık, hukuk, iktisat alanlarında öfke kontrolü eğitimleri verilecekmiş.
Bizi gökte uçan kuştan medet umar hâle getiren “öfke” kaynaklı olaylardan bir günlük tabloya bakın; “Müebbet hapisten cezası 17 yıla inen ‘kardeş cinayeti' davası, yeniden görülmeye başlandı... İki aile arasındaki kanlı kavga hâkim karşısında... Adliye çıkışında iki aile birbirine girdi... Diyarbakır'daki aile cinayeti aydınlatıldı... Akhisar'da kardeş cinayeti... İki aile cinayeti... Samsun'da anne cinayeti...” uzayıp gidiyor bu hikâye.
Hepsi birbirinin kopyası, arkası yarın filmleri gibi.
Kızgınlığın/öfkenin sonunda doğacak olan acı pişmanlık, intikamın çirkinliği ve telafisi mümkün olmayan acı sonuçlar her gün yaşanıyor. Elini kana bulayıp, hapislere düşenler, yuvasını dağıtanlar veya büyük maddi zararlara uğrayanlar... Bir musibete sabretmemekle dünyasını ahiretini mahvedenler... Bütün bunlar nasıl oluyor?
Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz, nedir bu ocak batıran “Bir anlık öfke?..”
Biraz yakından bakalım, insanın suretine, şekline “Beden-Halk” kalbindeki kuvvete, hâle de “Huy-Hulk” denir. Ahlâkın kaynağı ise insan ruhunun üç kuvvetidir.
Bunlardan biri de bizim öfke dediğimiz “Gadab”dır. Beğenmediği, istemediği bir şey karşısında, insanın kanı harekete gelir. Bu kuvvet fazla olduğunda “Tehevvür”, atılganlık, saldırganlık başlar. Bu kuvvetin az olması “Cübn” yani korkaklıktır, lüzumlu olan şeyi yapmaktan çekinir.
İşte kederle seyrettiğimiz ve her gün yaşanan “Öfkenin" sonundaki acı pişmanlık, intikamın çirkinliği, elini kana bulayıp, hapislere düşenler, yuvasını dağıtanlar veya büyük maddi zararlara uğrayanlar, bir musibete sabretmemekle dünyasını ahiretini mahvedenler “ tehevvür” dediğimiz sınırı aşan öfkeye teslim olanlardır...
Mesele kızmamaktan değil ona teslim olmaktan geliyor. Zevatın “öfke kontrolü” diye aradığı çarede budur.
Ancak “ tehevvür” dediğimiz bu kötü huy kalbin hastalıklarındandır. Ve İnsana dünyada ve ahirette zarar veren her şey, kötü ahlaktan meydana gelmektedir. Yani, zararların, kötülüklerin başı, kötü huylu olmaktır.
Bunun eğitimi güzel ahlaklı insanlarla bir arada olmak, bulunmazsa onların tavsiyelerine uymaktır. Ahlak veba gibidir. Şiddet dolu TV dizilerine, aileyi tahrip eden programlara teslim olanlar bir gün kendilerinin aynı programlarına konu olma tehlikesi içindedir.
Bugün çığırından çıksa da bu tehlike yeni değil.
“Öfke kontrolü”ne çare arayanlar için İslam âlimleri birçok kitap yazmışlardır. Bu ahlâk kitaplarından biri de Konyalı Muhammed Hâdimî’nin “Berîka” kitabıdır. Bu kitapta İslamiyet’in beğenmediği kötü ahlâk, “tehevvür” kısmında “öfke kontrolü” ve bunlardan korunma ve kurtulma çareleri bildiriliyor. Bu kitapla birlikte 1572 senesinde Edirne’de vefat etmiş olan, Ali bin Emrullah’ın “rahime-hullahü teâlâ” yazmış olduğu, “Ahlâk-ı alâî” kitabını bir araya getirerek gazetemiz “İslam Ahlakı” kitabı olarak okuyucularına geçmişte ulaştırmıştı. Hâlen isteyenler gazetemiz bürolarından temin edebilir.
.
Cinayetin fikrî altyapısı nasıl oluşur?
9 Aralık 2019 02:00
Ordu’da, üniversitesi öğrencisi Ceren Özdemir (20) oturduğu binanın önünde vahşice öldürüldü. Bıçaklı saldırıya uğrayan Ceren Özdemir, hastaneye kaldırıldı ancak kurtarılamadı. Polisin gözaltına almak istediği şüpheli mukavemet gösterdi ve bir polis memurunu bıçakla karnından yaraladı.
Poliste 20 ayrı hırsızlık suçundan kaydı da bulunan Özgür Arduç yakalandıktan sonra polise verdiği ifadede alışılmış “pişman mısın?” sorusuna verdiği cevap katilin hayata ve insana nasıl baktığını açıklamaya yeter: “Üzülmüyorum, nasıl öldürdüm!.. diye havaya giriyorum…” Anlaşılıyor ki katil yakalanmasaydı çok daha kişiye zarar vermeye niyetli.
Bu olaydan herkesin üzerine çıkaracağı dersler, hatırlaması gereken sorumluluklar var. Dünkü tedbirlerle devam edersek yarın benzer olayları konuşacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın.
Olayın hemen ardından tartışılmaya açılan “cinayetin arka planı” sorgulaması sadece bazı suçlarla ilgili ceza indirimi öngören “infaz paketi”nin rafa kalkması ile sınırlı kalmayacak. Doğrusu kalmamalı da.
“Ceza İnfaz İndirimi” çalışmasının rafa kaldırılmasına sebep olarak bazı milletvekilleri toplumdaki infiali gösteriyor. İtiraz eden milletvekilleri infaz paketinin Cumhurbaşkanı ile görüşülerek rafa kaldırılmasını talep etmişler. Teklifin arkasında ise paketin yasalaşması hâlinde faydalanacak mahkûmların nefsi ıslah değil cezaevlerinin doluluk oranının yüzde 129’a çıkmış olması. Açıkçası yeni gelecek olanlar için yer açmak gibi izan dışı bir gerekçe var.
İşin kolayına kaçanlar eğer zanlı açık cezaevine çıkarılmamış olsaydı cinayet vuku bulmayacaktı görüşünde. Bu psikopat katillerin nasıl türeyip sokağa salındığını arkaya atıyorlar. Evet suçun meydana gelmesinde zanlının açık cezaevine çıkması önemli bir parça ama bir katilin vücut bulması için gerekli altyapının tamamı değildir.
Asıl cevap arayan soru; katilin cinayeti işlediği güne kadar nasıl yontulduğudur. Bir insan yerine bir canavar yetişirken onun hamuruna kimler su taşıdı? Kimler onunla el birliği yaptı? Gelecekteki benzer cinayetlerin önünü kesmek bu soruya verilecek cevapta saklıdır.
Bilindiği gibi cinayet filmlerinin ustası Alfred Hitchcock’tur. Hitchcock meşhur “sapık" filmindeki Katil Norman Bates karakterini 1957 yılında cinayetten tutuklanan gerçek katil Ed Gein'nin suçlarından esinlenerek buldu. Norman Bates karakterini oynayacak rol için aktör seçerken gelenlerin içinde problemli tipler aradı.
Birçok şöhreti reddetti, sebebini soranlara “katil olmak rol icabı da olsa düzgün bir adam için ağır bir yüktür…" diyordu. Sonunda Anthony Perkins’i buldu. Filmin yayınlanmasından yıllar sonra bile Anthony Perkins, sapık Norman karakteri hakkında konuşmayı reddetmiş. Çünkü insanlar katil Norman ile Perkins arasında bağ kurmaya çalışmışlardı.
Şimdi psikologlar, eğitimciler, hukukçular şunu araştırmalı ki;
Aile içinde şiddete maruz kalmak kadar TV dizileri öncülüğündeki yaygın medya unsurlarıyla yapılan gelişigüzel yayınlar bu tür suçlu profilini inşa etmekte pay sahibidir.
Nitekim son olaylarla ilgili olarak medyaya tepki gösteren İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, televizyon ve dizilerin birçok cinayet için fikrî altyapı oluşturduğunu ifade ederek, "Günlük hayatta şahit olduğumuz pek çok cinayet hadisesinin aynısını yıllardan beri televizyon filmlerinde, dizilerde izliyorduk. Birilerini bir şekilde etkilediğini, yönlendirdiğini, onlardan akıl aldığını, bir fikrî altyapı oluşturduğunu, kim inkâr edebilir?" dedi.
Bir katil bağıra çağıra inşa edilmez. İyilik gibi kötülük de zamanla insanların bilinçaltına işlenir ve bunun en kestirme yolu dizilerdir. Hele çocuklar, gençler ve eşler kendi evinde şiddet görüyorsa bu medyatik saldırılar için mukavemetsiz açık hedeftir.
Bunun üzerine bir de yer yokluğundan kapalı hükümlülük açık hâle getirilerek gevşetildiğinde giderek şiddet toplumu hâline gelmemize şaşılmaz.
İnsana dokunan her programın, her kurumun sil baştan yapılması gerekiyor. Yeni hapishaneler inşa etmekle bu sorunu çözemeyiz. Eğitimci yerine gardiyan ve bekçi sayısı artar hepsi o kadar...
.
Batı'nın Suçlarını Aklama Komiteleri(!)
13 Aralık 2019 02:00
Birleşmiş Milletler açıkladığı “İnsani Gelişmişlik Endeksinde” Türkiye’ye 189 ülke arasında 59. sırada yer vermiş. Birleşmiş Milletler'in İnsani Gelişme Endeksinde kullandığı üç temel unsur var; uzun, sağlıklı ve üretken bir hayat yaşamak, bilgi ve eğitim alabilme imkânına sahip olmak ve insana yaraşır bir hayat için gerekli kaynaklara ulaşabilmektir.
Suya sabuna dokunmayan bir terazi, kimse itiraz etmez ve bir anlam yüklemez... Tam da Birleşmiş Milletler'in şanına(!) yakışır bir ölçümleme.
Eğer bu sıralama insanı merkeze koyarak ve kültürel/tarihsel şartlar dikkate alınarak düzenlenmiş olsaydı listenin başında yer alan ülkeler listenin altında da yer bulamazdı.
Çünkü ABD, İngiltere, Fransa, Portekiz, İtalya ve daha niceleri insana yaraşır bir hayat için gerekli kaynaklara ulaşabilmeyi başka ülkelere tecavüzü meslek edinmiş olan ülkelerdir. Ne hazin bir durum, insanı yok etmeyi meslek edinenler insanı geliştirmekten onun hak alanını büyütmekten bahsediyor.
Başka toplumların topraklarını işgal etmek, dillerini, dinlerini değiştirmek suretiyle onları asimile etmek, kendi düşünce yapılarını yaymak ve bu toplumların zenginliklerine el koymak suretiyle yüzyıllarca devam eden sömürgeleştirme saldırıları Avrupa’daki zenginliğin ve sermaye birikiminin temelinde yatmaktadır.
Nietzsche'nin tarifiyle bir çöküşün ürününden ibaret olan Batı insanı; sonu “nihilizm” olan buzdan bir yolda yürümektedir. Bu yürüyüşün sonunda geldikleri yer her çeşit hoşnutsuzluğun, inançsızlığın ve kara vicdanın gizlendiği yerdir. Açıklanan “İnsani Gelişme Endeksi” ve bütün endeksleri cinayetlerinin üzerine örttükleri kara bir perdeden ibarettir.
Son olarak Bosna’daki soykırımı inkâr etmesi nedeniyle tepki çeken Avusturyalı yazar Peter Handke’ye verilen Nobel Ödülü de döktükleri masum kanlarını gizleyemez.
Güya insanlığa hizmet edenleri ödüllendirmek amacıyla Alfred Nobel tarafından kurulan derneğin 2019 yılında verilen Edebiyat ödülü; Srebrenitsa’da 8 binden fazla insanın katledildiği soykırımın faili ve savaş suçlusu Miloseviç tarafından ‘Sırp Şövalye Nişanı’ takdim olunan Peter Handke’ye, üstelik ‘Dünya İnsan Hakları’ gününde verildi.
AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik’in, yazar Peter Handke’ye Nobel Edebiyat Ödülü verilmesine ilişkin “Çeşitli skandallar nedeniyle bir süredir kamuoyunda tartışılan Nobel Komitesi, bir insanlık suçlusunu aklama utancı ile lekelenmiştir” değerlendirmesi tam isabettir.
Afrika’da, Asya’da, Avrupa’da dünyanın neresinde bir katliam varsa üzerinde ABD ve Avrupa ülkelerinin her birinin parmak izi var. Tarihte kendilerini üstün ırk konumuna oturtup, kendilerinden olmayanlara her türlü eziyeti, işkenceyi ve ölümü reva gördüler.
İşledikleri cinayetleri örtbas etmek için dün suçu başkasına yüklerken günümüzde şekil değiştirip kurdukları “Suçlarını Aklama Komiteleri” ile katilleri aklama yönetimini kullanıyorlar.
Birleşmiş Milletler, Batı'nın “İnsani Kırım Endeksini” yayınlamasına aslında gerek yok, sözde medeni Avrupa’nın vahşet dolu tarihine bakmak bile insanın tüylerini ürpertmeye yeter!.
.
Kendi geleceklerini geçmişlerinde arayanlar(!)
16 Aralık 2019 02:00
Ahmed Davutoğlu liderliğinde yeni bir parti kurulmasının ardından yakın zamanda Ali Babacan’ın da kuracağı partinin siyaset sahnesinde yer alacağı söyleniyor.
AK Parti hükûmetlerinde ilk 13 yıl, kesintisiz ve oldukça etkin kadrolarda sorumluluk almış olan Davutoğlu ve Babacan’ın gayretkeşliği muhalifleri mutlu ediyor.
Türkiye’nin geleceği için kendileri alternatif çözüm üretemeyenler AK Parti küskünlerinin bu ataklarını çıkış kapısı olarak görüyorlar. Kamuoyu ise yukarıdaki bu yapılanmanın getirisini götürüsünü merakla takip ediyor.
Yeni partilerin kurucuları parti programlarının AK Partinin eski yol haritası olacağı yönünde. Ne garip bir durum; kendi geleceklerini yıkmak istedikleri partinin geçmişinde görüyorlar. Böylece AK Parti içinde geçen yıllarını meşrulaştırırken bugün yollarını ayırmalarına da bir gerekçe üretiyorlar.
Bu hareketin arkada kalan ana kütleyi peşlerine takacak ve partilerini büyütecek iriliğe taşımayacağını kendileri de medyadaki üfürükçüler de biliyor. Varacakları son durak muhalefet ittifakının parçası olmaktır.
Asıl önemli olan ise ayrılıkçıların makas değişmesine gerekçe olarak gösterdikleri AK Parti programlarındaki uygulamalar için bizzat AK Partinin ne yaptığıdır.
Son olarak siyaset kulislerinde ve medyada bir 14’ler hareketinden bahsediliyor. AK Parti dairesi içinde siyasetçi, iş adamı, medya mensubu olarak yer almış bir grubun sonunda iktidar kaybıyla sonuçlanabilecek muhafazakâr tabandaki muhtemel bir dağılmayı önlemek için yaptıkları bir hamle.
Grup, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, Abdullah Gül’ü, Davutoğlu ve Babacan’ı geç de olsa ziyaret ederek bir ayrışmaya yol açabileceğine inandıkları “problemli alanlar”la ilgili rapor sunmuşlar.
Bu problemli alanların bünyeye girişi ve beslenip büyümeleri sürecinde ayrılıkçıların nerede olduğunun sorgulanmasıyla beraber “kendi kurdukları partilerin bu mikroptan korunmalarının garantisi nedir?” diye ilerleyen günlerde konuşulacaktır.
Asıl önemli olan onların yeni parti kurma atakları ve söylemleri değil bütün seçmen tabanında rahatsızlığa yol açan bu problemli alanların daha doğrusu problemli adamların siyaset dışına atılması için AK Partinin göstereceği performans. Bu AK Partiyle beraber yeni partilerin geleceğini de belirleyecek.
Problemlerin temeli ise “Senkretizm, bütün sağ-sol, dindar-laik kesimler arasındaki farklılıkların buharlaştığı, her şeyin her şeye dönüşebildiği, oyları geçişken kılan siyasi aidiyet biçimleri bittiği bir melezleşme" gerçeğidir.
14’lerin problemli alan olarak sunumları içindeki “Teşkilatların yenilenmesinde ehliyet ve liyakat kalktı, gruplaşma ve adam kayırma kalitede kayıplar” maddesi ise zaten AK Partinin gündeminde. AK Parti kurmayları “kadrolarda üçte bir oranında değişiklik olduğunu, toplumun her kesimini temsil sağlayacak şekilde kadroların şekillendirileceğini” dile getiriyorlar.
Siyaset geleceğini yeni parti kurmakta arayanların geçmişte “bir nefer olmaya geldik” söylemlerini kendilerine hatırlatmaları gerekir.
Söylemesi kolay ama iktidar olma hırsı her zaman nefer olma hevesinin önünde yürür.
.
Hadi gel köyümüze geri dönelim...
20 Aralık 2019 02:00
1950 sonrası başlayan sanayileşme hamlesi okyanusun anaforları gibi kırsal nüfusu yuttu ve büyük şehir hengâmesi içindeki kalabalıklar böylece oluşmaya başladı diyorlar. Aza sormuşlar “nereye?” diye, cevap malum; “Çoğun yanına...” Böylece büyüyen şehirler ve küçülen şehirlerde insanın yalnızlığı başladı.
Büyük şehrin içinde iş arayanların fazlalığı istihdam alanlarının darlığı köyünü görmeyen ama ismini duyan yeni neslin dönüp arkaya bakmasına, bir çıkış yolunu geride bıraktığı köyünde aramasına yol açtı. Artan ekonomik ve sosyal sıkıntılar kitleleri yeniden terk ettiği köylerine sürüklüyor.
Hayat böyledir, saatin rakkası gibi bir o başa bir bu başa vuruyor. Arabesk ustası Ferdi Tayfur’un dediği gibi: “Ne umutla geldik koca şehire/Allah sonumuzu hayır getire/Alacaklı haciz koymuş Bekir'e/Hadi gel köyümüze geri dönelim…”
Devlet göç hareketini yönetmeyi, kırsal kalkınmayı desteklemeyi kırsala dönüşü teşvikte görünce 2016 yılında “Genç çiftçi projelerinin desteklenmesini” uygulamaya başladı. Böylece genç kırsal nüfusun istihdamına katkı sağlanacak kırsal alandaki tarımsal üretime yönelik projeler ile kırsal kesimden kente göçün durdurulması ve köye dönüş sağlanacaktı.
Genç nüfusun kırsalda istihdamını sağlamak tarım, hayvancılık, gıda ve su ürünleri sektörlerine yönelmesini teşvik etmek en çıkar yol.
“Arazi dağıtım projesi” kapsamında bugüne kadar 15 ilde 16 bin 151 çiftçi ailesine bir milyon dekarlık hazine arazisi dağıtan Tarım ve Orman Bakanlığı bu defa “Uzman Eller” projesi ile okumuş yazmış gençleri kırsalda üretim yapmaya teşvik ediyor.
Bu proje ile Bakanlık kırsalda yaşamayı, köye dönmeyi taahhüt eden Tarım, Hayvancılık ve Gıda alanlarında üniversite veya yüksekokul mezunlarının projelerine 100 bin lira hibe desteği verecek. Toplamda 1 milyar 433 milyon liralık hibe desteği sağlanacak proje, ilk etapta Amasya, Düzce, İzmir ve Mardin’de uygulanacak.
Projenin esası doğru tespitler taşıyor. Ama pilot uygulama alanı olarak seçilen dört ilin arasına göç alan ve sanayi bölgelerine yakın İzmir ve Düzce’nin alınması çok da anlaşılır değil. Özellikle doğu illerindeki tarımsal ürün ve hayvancılık üretimindeki daralmalar ve bu illeri küçülten nüfus kaybı göz önüne alınarak pilot uygulamaya aşırı göçten hasar alan birkaç ilimiz de sokulmalıydı.
Erzincan örneği üzerinden gidersek, bu ilimiz 1965 yılı nüfusu 258.586 ve bu nüfusun %22’si 57.397 şehirde, %78’i 201.189 kişi ise kırsalda/köylerde yaşamaktaydı. Yarım asır sonra 2018 rakamları ile nüfus 236.034 ve şehir nüfusu 183.759 (% 78) kırsal nüfusu ise 52.275 (%22)'dir.
Bölgedeki diğer illerde de durum farklı değildir. Şehirler kendi içinde kırsal nüfusunu emmekte, merkezinde biriken nüfus ise kendisine fazla geleni büyük sanayi bölgelerine göndermektedir.
Bütün sanayileşme macerasını yaşayan ülkeler aynı yerden geçti ancak çoğu nüfus hareketini kontrol altında tutarak bazı şehirler erirken bazılarının da azmanlaşmasını ve dert yatağı olmasını önlediler. Biz de aynı yerden geçiyoruz.
Tarım Bakanlığının proje mantığı doğru lazım ve yerindedir. Ancak uygulama alanlarını göçten en fazla hasar alan orta ve doğu İllerine kaydırmasında zaruret var...
.
Şiddetin kurgusuna ceza, gerçeğine af mı var?
23 Aralık 2019 02:00
Önceki gün Birlik Vakfı Erzincan Şubesinde “Şehir Okumaları” programına konuk olan Erzincan İl Emniyet Müdürü Sayın Bülent Şensoy ildeki emniyet hizmetlerinin yürütülmesi üzerine aydınlatıcı bilgiler paylaştı.
Bu cümleden “Kadına Şiddet” olayları konusunda, ilde 2019 yılında şiddete maruz kaldığı şikâyeti ile 709 kadının müracaatta bulunduğunu belirtti.
Giderek yaygınlaşan “Kadına Şiddet” sorununun kaynağı üzerine dinleyicilerden fikir beyan edenler oldu. Aile içi şiddetin ağırlıklı olarak “ekonomik sebeplerden” kaynaklandığının söylenmesi dikkat çekiciydi.
Gerçekten aile içi şiddet eğer ekonomik sebeplerden kaynaklanıyorsa bizlerin kara lastik giyip mahalle çeşmesinden su taşıdığımız çocukluk döneminde bugünden çok daha zor ekonomik ve sosyal şartlar içinde yaşayan ailelerimizde yaşanan ve bugün özlemini çektiğimiz huzur ve saadeti nasıl izah edeceğiz?
Bizden öncekiler tartışmasız olarak çok daha dar imkânlar içinde yaşarken değil karakolluk olmak, bir ailede niza çıktığını komşuların duyması bile zül addedilirdi. Zamanımızda şiddet ve geçimsizlik sebebi olarak gösterilen fakirlik önceki neslin muhabbetini mi körüklüyordu?
Önce karakol sonra boşanma bazen de cinayet ile biten aile içi şiddetin kaynağını, toplumsal değerlerimizi ve sorumluluk duygusunu çöpe, dede ve nineleri aile dışına atan ahlak zaafında aramak gerek. Doymak bilmeyen lüks ve rekabet hırsını yoksulluk olarak mı damgalayacağız?
Bu “şiddet uygulama” meselesi üstüne yatılacak basitlikte olmayan ve giderek azmanlaşan “toplumsal bir şizofreni” hâlini aldı. Bu salgının adına uzmanlar “Dijital salgın” veya “Sanal Tecavüz” diyorlar. Sonuç bir felaket, TÜİK verilerine göre boşanan çiftlerin sayısı 2017 yılında 128 bin 411 iken 2018 yılında yüzde 10,9 artarak 142 bin 448 olmuş.
Bu durum evlerimizi saran bir kuşatmanın verdiği hasardır, mütecavizi ise medyatiktir. Şiddet, boşanma, cinayet ve intiharlardaki artışın insanların hep şiddet görüntüleriyle karşılaşmasının sonucu olduğu belirtilmektedir.
Araştırmacılar televizyonda şiddet içeren davranışların sergilenmesine bağlı olarak insanların şiddete karşı giderek duyarsız hâle geldiğini, küçük anlaşmazlıklarda bile çözüm yolu olarak şiddeti uyguladıklarını belirtiyor.
“İster dizide kurgu olsun, isterse haberde gerçek olsun” medyada şiddet seyretmek, izleyici üzerindeki iki önemli hasar bırakır. İlki, izleyicilerin kurban yerine suçluyla özdeşleşmeye itilmesi, ardından normal hayatında hayal bile edemeyeceği şiddet davranışlarını taklit etmeye yöneltmesidir. Çünkü işiterek veya izleyerek tekrarlanan şey insanın hakikati olur.
Bu tehlike göz önüne alınarak 6112 sayılı yasa “yayın hizmetleri, şiddeti özendirici ve kanıksatıcı olamaz” ve “çocuk ve gençlerin fiziksel, zihinsel veya ahlaki gelişimine zarar verebilecek türde içerik taşıyan programlar bunların izleyebileceği zaman dilimlerinde ve koruyucu sembol kullanılsa dahi yayınlanamaz” diyor.
PEKİ, bir yayın kuruluşu yasayı ihlal ederse ne olur? Hüküm; idari para cezası müeyyidesi uygulanır. Nitekim şikâyet edilen bir dizi silahlı çatışma, korku, şiddet ve işkence sahnelerine yer verdiği için RTÜK Üst Kurulu tarafından yayın kuruluşunu cezalandırılmış.
Peki, RTÜK’ün yayın yasağı getirmesi için illaki yayının “Dizi” formunda olması ve şikâyet edilmesi mi gerekiyor? Kanun, şikâyet edilen diziler için mi geçerli? Her haber kuşağında kamera görüntüleri kullanılarak tekrar ve tekrar sunulan adi, iğrenç insanlık dışı şiddet ve cinayet görüntüleri nedir?
Şiddet ve cinayetin rol icabı olanına ceza, gerçeği için af mı var?
Bağımlılıkla mücadele uzmanları gençlere madde bağımlılığını anlatırken zararlarını bile çok sınırlı anlatıyoruz, çünkü “kötülüğü anlatmak bile bazen tersten reklamını yapmaktır" diyorlar.
Her gün defalarca “an be an” naklen cinayet haberlerini yayınlayan haber programları neyin reklamını yapıyor? Sormaya devam edeceğiz!... Bu RTÜK kime bağlı?
.
Dünya açık hava tımarhanesi mi?
27 Aralık 2019 02:00
“Bana yardım edebilir misiniz?” diyen, çözülmesi imkânsız bir sorunu olduğuna inanan ve çözüm arayan; herkesten, her şeyden nefret eden, öfkelerini çirkin konuşmalarla kusan çok sayıda insanla karşılaştım.
Hepsi de "kötü düşünme ve kötü konuşma” hastalığından mustarip. Olumsuz ve argo konuşan bir çevre içinde sürekli tekrarladıkları kelimeler onları kuşatıyor ve bu onların gerçeği oluyor. Argo kelimeleri önce kendi ailesinde, sonra çevresinde duyuyorlar, sonra da kendileri bunu taklit etmeye başlıyorlar.
“Hayatım Roman” köşesinde hayatı roman olmuş bir çiftin konuşmasını nakleden diyor ki:
“Dinlemek zorunda değildim. Meraklısı da değildim. Ama bütün yolcular neredeyse birbirimize yapışık hâlde gidiyorduk. Nerede olacak, tabii ki metrobüste… Ön kapı boşluğunda ayağım yerden kesilecek vaziyette tutunmuş gidiyorduk. Hemen yanı başımda yirmili yaşlarda bir genç kız ile o yaşlarda bir erkek vardı. Tıklım tıkış kalabalık umurumda değildi. Gençlik hevesiyle kendi dünyalarında konuşuyorlardı. Genç kız ile erkek okul arkadaşı mıydı sevgili mi bilemiyorum.
Erkek anlatıyordu: ‘Eski sevgililerim vardı, onlarla aram limoni oldu ve bitti. En sonda birinden ayrılmıştım…’ Kız ağzının içine bakarak soruyordu:
‘O sebeple mi kullanmıyorsun o Tweet adresini?’
‘Evet, o yüzden kullanmıyorum, hemen parazit oluyorlar yaa…’
Kız arkadaşına dert yanmaya devam ediyordu:
‘Hatta bir tanesiyle ne oldu biliyor musun? Hiç yalanım yok, ben bir telefon değiştirmiştim. Eski telefonumu biliyordu ama bu yeni telefonumdan haberi yoktu. Nereden bulduysa onu bile bulmuş. Kafayı yedim resmen kızım!’
Kızın verdiği cevap enteresandı: ‘Ne sakızmış beee! İlişkin bitmiş işte, ne peşinden koşturup duruyorsun?..'
Giderek ruhuyla ve üslubuyla seviyesizleşen bir konuşma...
Gençlerdi bunlar, hiçbirinin ne siyasetle, ne yaşanan terörle, ne medyayla, yazılan çizilenle alakası vardı! Dünya yansa umurlarında değildi ya da dünyada kendi duygularından başka hiçbir şey onları ilgilendirmiyordu. Bir tarafta halkın huzuruna, güvenliğine, mutluluğuna yönelik eylemlerde harcanan gençlik… Bir tarafta memleketiyle milletiyle alakasız bir gençlik…” (Ünal Bolat/Hayatım Roman’dan)
Nasıl bir eğitimden geçerek geliyordu bu gençler bu hâle acaba?
“Ben Nesli” kitabının yazarı psikolog Jean M. Twenge karakterimizi, ailemizden çok doğduğumuz dönemin etkilediğini belirterek “İnsan, içinde yaşadığı çağa, babasına benzediğinden daha çok benzer” diyor.
Doğrusu sosyal medyaya teslim olmuş bu gidişi Psikiyatr Dr. N. Mustafa Merter “Eğer tedbir alamazsak, gittikçe yalnızlaşan, aşırı bencil, narsist, zevkperest, kaygılı, öfke ve nefret dolu bir insanlığa doğru doludizgin gidiyoruz…” diyor.
Kendi dönemi için “Bir nesli nasıl mahvettiler” diyen Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti geldi hatırıma. “Dünyanın sessizce giderek bir açık hava tımarhanesine dönüşünü” görseydi acaba ne derdi?..
.
Çok geç olmadan!..
3 Ocak 2020 02:00
Geçtiğimiz yaz ABD’nin Iowa eyaletindeki bir kilisede asılı olan LGBTQ bayrağını indirip yakan 30 yaşındaki Adolfo Martinez’e nefret suçu ve kundakçılıktan 15 yıl hapis cezası verildi.
Martinez’in polise verdiği ifadesinde homoseksüelliğe karşı olduğu için ateşe verdiği bayrak gerçekte Rocefeller Vakfından yardım alan ABD’li zoolog Alfred Kinsey’in bir ucunda homoseksüelliğin yer aldığı “cinsiyetler skalasını” temsil ediyordu.
Haberi nakleden diyor ki “Kamyon dolusu bayrak yaksan 15 yıl hapis yemezsin ama eşcinsel LGBTQ bayrağını yakarsan iş başka…” AB uyum yasaları çerçevesinden “İstanbul Sözleşmesi” kılıfı ile bize de giydirilen bu “cinsiyet eşitliği projesi” ile başımız dertte. Sosyal yapımız öncelikle aile ciddi bir saldırıyla karşı karşıya…
Dünyaya verdiğimiz en değerli kurum olan ailenin varlığının devamı için ailenin merkezinde duran kadınların maruz kaldığı şiddetin önlenmesi elbette gerekir. Ancak bunun yolu, cinsiyeti izafileştirip eşcinselliği meşrulaştıran, aileyi topyekûn imha eden “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” projesi değildir.
İstanbul Sözleşmesinin 3.C maddesi hiçbir istisna koymadan “toplumsal cinsiyetlerin önünde engel olabilecek kalıp roller, ön yargılar, örf ve âdetler, gelenekler ve diğer tüm uygulamaların ortadan kaldırılması için devlet tüm tedbirleri alır” deniyor. 12.5 maddesi ile de “taraflar kültür, gelenek, din veya sözde namusun iş bu sözleşme kapsamındaki bir şiddet eylemi için gerekçe oluşturmamasını sağlar” diyerek işi sağlama bağlıyor.
Yani demek istiyor ki, kimse kimsenin cinsel hayatına, baba, anne, karı, koca, dede, nene, kardeş olmakla din, iman, gelenek, örf, âdet, ırz, namus, şeref vs. yi sebep göstererek karışma hakkına sahip değildir.
Aile içinde yaşanan bir olayın gerçekte ne olduğunun önemi yok “kadının beyanı esas alınır” diyor. “Hem de kadın iddiasını ispatla yükümlü değildir” deniyor. (6284 SK.30/3 md.) kadın polise telefon ettiği an erkeği evden 6 ay uzaklaştırabiliyor ama pişman olup şikâyetini geri çekmek istese bile erkeği eve alamıyor.
Önceki gün Ankara Altındağ’da şiddetli geçimsizlik nedeniyle hakkında evden uzaklaştırma kararı bulunan Dursun Ö. eşi Deniz Ö’yü tabancayla başından vurarak öldürdü.
Sakın aklınıza gelen arayı bulalım deyip te “vah vah hiç mi bunların kimsesi, dayısı, amcası arkadaşı yoktu, bunlara nasihat edip yol gösterip kulağını çekmediler..” demeyin. İstanbul Sözleşmesi “çiftlerin arasını düzeltecek uzlaşmacılara da yasak getiriyor”
Sözleşmenin 48.1 maddesi diyor ki “taraflar, iş bu sözleşme kapsamındaki şiddet eylemlerinde ara buluculuk ve uzlaştırma da dâhil zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır.”
İçişleri Bakanlığı yeni yılın ilk gününün de yayınladığı genelge ile kadına şiddetin kökünü kazıyacakmış. Bir maddede diyor ki “mağdur ile şiddet uygulayan arasında kesinlikle uzlaşma ya da ara buluculuk faaliyetleri yapılmayacak.”
Kanun koyucuya soruyorum; siz aile içindeki bir ihtilafta çözüm için ara buluculuğu yasaklarken güneydoğuda çözüm sürecine katkı sağlasın diye “Akil İnsan” namlı yüzlerce insanı sahaya niye saldınız? Hem bu “ombudsmanlık” denen kurum ne işe yarar? Vergi davalarında kurum ile mükellef arasında “uzlaşma” ne içindir?
18 yaşına kadar nikâh kıyıp evlenen genci tecavüzcü diyerek insan yerine koymayıp en aşağılık mahlûk gibi gören ve 7 yıl tecavüzcü koğuşuna tıkabilen ama kızla nikâh kıyılmamışsa bunu kişisel özgürlük alanına sokan, 13 yaşındaki kızın istediği gençle istediği şekilde flört etmesine yeşil ışık yakan bu uygulama ülkeyi nerelere sürükleyecektir?..
Uygulamaları 2016 yılında hayata geçiren Rusya “bir buçuk sene devam eden uygulama sonrası erkeklerin evden uzaklaştırılmasının şiddet ve boşanmaları artırdığını” fark edince kanunun uygulamasından vazgeçti.
Putin’in bile imza koymadığı “İstanbul Sözleşmesi” denilen proje ve uygulanması için destek veren 6.284 sayılı kanun aileyi çökertmek için bir yıkım vasıtasıdır.
Bu sözleşmeye HDP, CHP ve İYİ Parti başta olmak üzere bazı oluşumlar ya destek veriyor veya susuyor. Zira biliyorlar ki AK Parti en büyük zararı bu sözleşme dolayısıyla görecektir.
Aileler bu sözleşme ile savrulacak sıkıntısını AK Parti çekecektir…
.
'Halep Kasabı’nı efendisi vurdu!..
6 Ocak 2020 02:00
“Halep Kasabı” olarak adlandırılan Kasım Süleymanî ile Irak’ta, Suriye’de ürpertici cinayetlere imza atan Haşdi Şabi başkan yardımcısı el-Mühendis, Bağdat’ta Amerikalılar tarafından öldürüldüler. Saldırıda, Süleymanî ve İranlı subayların yanı sıra beş Iraklıyla toplam 10 kişi hayatını kaybetmişti.
Suriye'de çıkan iç savaşta etkin rol oynayan, bölgedeki sivil katliamlara imza atan, Suriye’de mezhep çatışmalarının fitilini ateşleyen Süleymanî, özellikle Halep'in yerle bir edilmesinde büyük rol oynadı.
Süleymanî'nin zulmüne muhatap olan Iraklılar ya da Suriyeliler tarafından değil de ABD tarafından infazı edilmesi onun müstahakını bulmuş bir zalim olmaktan aklamaz. Sadece "Kim, zalime yardım ederse Allah o zalimi ona musallat eder" hükmü gerçekleşti.
İran’ın aldığı hasara rağmen ABD’yi tehditleri ciddiye alınmaz. İran Millî Güvenlik Konseyinin "Uygun yer ve zamanda sert bir intikam alınacak" ifadelerinin karşılığı yoktur. Çünkü İran bölgedeki bugünkü pozisyonunu ABD ve Rusya ile olan ortaklığına borçludur.
ABD ile İran arasında bir “düşmanlık” ortaya konsa da, Orta Doğu’daki gelişmelerle iki devletin örtülü bir ittifak içinde olduğunu ortaya koyuyor. Bunun gerekçesi “Irak’ın âdeta altın bir tepsi içinde İran’a sunulması” İran'ın da bu fırsatı çok iyi değerlendirerek bölgedeki etkinliğini artırmasıdır.
O hâlde, ABD, ülkelerinde kahraman olarak görülen İranlı generalleri niçin öldürdü?
Bu sorunun cevabı, "Batı ve ABD dışarıdan 'haydut devlet' dedikleri İran’ı, içeriden neden bölgede büyütüyorlar?" sorusunun arkasında saklı.
Yusuf Kaplan’ın ifadesiyle bu sorunun cevabı nettir: “Batılılar, İran’ı her zaman arkaladılar; İran’ın önünü her zaman açtılar. İslam dünyasını tam ortadan ikiye yararak bir daha ayağa kalkmasını imkânsızlaştıracak büyük bir darbe vurmak için İran’ın önünün açılması gerekiyor!”
Şah İsmail’den bu yana İran sadece ve devamlı Sünni Müslüman ülkelerle savaştı. Tarihlerinde Hıristiyan bir ülke ile savaşları yoktur. Çeçenistan-Rusya savaşında Rusya’nın yanında; Azerbaycan-Ermenistan savaşında Ermenilerin yanında; tamamına yakını Müslüman olan Keşmir ile ilgili Pakistan-Hindistan savaşında ve ihtilafında Hindistan’ın yanında yer almıştır.
Bu destek karşılıksız değildir ve Batı minnettar olduğu, İran’la Türkiye kapışırsa, İran’ı destekler. Tabiatıyla Türkiye’nin Batı ile bir kapışması olursa İran da Batı'yı destekler.
Bir İngiliz tarihçinin itirafı: “İran’ın Osmanlı tehdidi olmasaydı bugün İngiltere’deki Üniversitelerde Tefsir, Hadis, Kelam ve Fıkıh okunacaktı. İran’a minnet borçluyuz...”
Gelişmeler Türkiye’nin bölgedeki gelişmelerde etkinliğini artırır ancak durumdan vazife çıkarıp ara buluculuğa soyunması da gerekmez. Boyunduruğa ihtiyacı olan boynunu uzatsın. ABD İran gerilimi Türkiye’yi ambargo uygulamalarıyla sınırlamak isteyen ABD yönetimini aldıkları kararları gözden geçirmeye itebilir.
Nihayetinde mevcut durumun bir ABD-İran savaşına yol açmasını beklemek ham hayaldir. Tarihlerinde Hıristiyan bir ülke ile savaşı olmayan İran’ın salvoları bir savaş çapında olmayacaktır. İran Orta Doğu’daki bugünkü yayılmacılığını borçlu olduğu efendilerini incitmez, sadece içerideki Şii halkın gazını almak için öfkeyi dindirecektir hepsi bu...
.
Neden bir tane Suriyeli İran'a sığınmıyor?
10 Ocak 2020 02:00
Hiç merak ediliyor mu? Neden bir tane Suriyeli bile İran'a sığınmıyor? Suriye'den kaçıp, denizleri aşıp başka ülkelere kaçmaya çabalayanların bir tanesi bile niçin İran’da yok?
İran da ABD gibi emperyalist bir devlettir ve yürüttüğü çatışmanın temeli Pars yayılmacılığına dayanır. Din ve mezhep ile hiçbir ilgisi yoktur. ABD suikastı ile öldürülen Kasım Süleymanî ise bölgenin kan gölüne dönüşmesinin en önemli aktörü ve İran’ın tetikçisidir.
Başkan Trump “İran hiçbir zaman bir savaş kazanamadı, ama hiçbir müzakereyi de kaybetmedi” diyerek Tahran’ı masaya davet etti. Yani derin ortaklıkları devam edecek ve İran ABD ortaklığında yıllardır süren, binlerce insanın öldürüldüğü, milyonlarca insanın yerinden yurdundan edildiği bu savaşta enkaz vurgunculuğu yapmaya devam edecek.
İran’ın dış operasyonlarının “tek yetkilisi” General Kasım Süleymanî, Suriye’yi, Irak ı işgal ederek devletsiz bırakan saldırganların içinde ne arıyordu? Olay, bölgedeki nüfuz alanlarını genişletmek için birbiriyle rekabet eden iki gücün bazen iş birliği bazen çatışan taraflar olmasından ibarettir.
ABD bazen haddi aşan örtülü ortağının durması gereken yeri hatırlatıyor.
İran’ın bölgedeki operasyonları sadece işgale yönelik, ABD ile iş birliği içinde yerli halkı bölgeden bazen toplu kıyımla öldürerek bazen sürüp süpürmekten ibarettir. Yeni yapılanma için bölgenin nüfus yapısını değiştiriyorlar. Bu mezar soyguncularının yaptıklarının İslam’ın izzeti, şerefi, Müslümanların huzur ve refahı ile ne alakası var?
Suriyelileri, dünyadaki yerinden edilmiş toplulukların en büyüğü hâline getirdiler. Türkiye’deki kayıtlı Suriyeli sayısı geçtiğimiz yıl sonu itibarıyla toplam 3 milyon 571 bin 30 kişi oldu.
Geçtiğimiz yaz sonu Suriyeli mültecilere ilişkin bilgi veren Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu Başkanı Abdurrahman Mustafa Suriyelilerin 6 kıtada 127 ülkeye dağıldığını söyleyerek “Türkiye'deki Suriyeli sayısı 3 milyon 622 bine ulaştı. Lübnan'da 944 bin 200, Ürdün'de 676 bin 300, Irak'ta 252 bin 500, Mısır'da 132 bin 900 Suriyeli yaşıyor" demişti.
Abdurrahman Mustafa, Suriyelilerin diğer belli başlı ülkelere göre dağılımına yönelik ise "Almanya'da 532 bin 100, İsveç'te 109 bin 300, Sudan'da 93 bin 500, Avusturya'da 49 bin 200, Hollanda'da 32 bin 100, Yunanistan'da 23 bin 900, Danimarka'da 19 bin 700, Bulgaristan'da 17 bin 200, İsviçre'de 16 bin 600, Fransa'da 15 bin 800, Ermenistan'da 14 bin 700, Norveç'te 13 bin 900 ve İspanya'da 13 bin 800" bilgisini verdi.
Hiç merak ediliyor mu? Neden bir tane Suriyeli bile İran'a sığınmıyor, Suriye'den kaçıp Irak gibi çatışma bölgesine sığınanların, dağları denizleri aşıp başka ülkelere kaçmaya çabalayanların bir tanesi bile niçin İran’da yok?
Başta Halep ve civarındaki şehirler olmak üzere Irak’tan Suriye’ye; Lübnan’dan Yemen’e kadar sivillere, masumlara yönelik dehşetli katliamların emrini veren, sayısız insanı yurtlarından eden Süleymanî’nin öldürülmesinin ardından İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani de yaptığı açıklamada, “Amerika’nın yayılmacılığını önleme ve İslami değerlerimizi savunma konusundaki direnişimizi daha da kararlı hâle getirecektir. İran ve bölgede bağımsızlığını arayan diğer ülkeler bunun intikamını alacaklardır” dedi.
İslami değerleri savunana da bak! ABD üssü diye yazıyı yabanı bombaladıkları ortaya çıkıyor...
Sömürgecilerin ekmeğine yağ süren, iş birlikçileri ABD’nin Irak’ta yaptığını Suriye’de yapan, devletsiz kalmış Suriye’den parça koparmak için onlarla iş birliğine girişen “Yemen’deki isyanda başrol oynayan, Irak’ı sömürgesi gibi kullanan, Suriye’deki katliam ve göçlerin baş sorumlusu İran” sömürgeci yayılmacılıktan bahsediyor ve yaptıklarının karşılıksız kalacağını zannediyor…
Orta Doğu’da uzun süredir devam eden savaş ve çatışma yakın gelecekte de sonlanmayacak ve İran içerideki intikam ve öfkeyi yükselterek dik durmaya çalışıyor ama beyhude,
Suriye’den beter olacaktır...
.
Sahte bir İran düşmanlığı…
13 Ocak 2020 02:00
ABD’nin İran’ı cezalandırması lafı hikâye, bölgede İran’dan daha kullanışlı bir gizli müttefik bulabilir mi? İran işgalci politikası ile İslam dünyasında sevimsizleştikçe sahte bir İran düşmanlığı sergileyip mağdur duruma düşürerek coğrafyamızın geleceğini şekillendiricisi bir aktör konumuna yükseltmek için her türlü yolu deniyorlar.
İslâm dünyasında yer tutmanın hatta liderliğe oynamanın en kestirme yolu onu “anti-emperyalizmin temsilcisi" bir karakter algısı oluşturup (sömürgeci muhalifi) göstermekten geçiyor. İran’ın ABD düşmanlığı tam da böyle bir tezgâh. İslam dünyasında yaygınlık kazanan “Sömürgecilik psikolojisini” kullanmakta, ABD’ye karşı slogan atarak nefreti köpürtmekte ama onunla iş birliği yapıp Müslümana kurşun sıkmaktadır!..
İran’a “emperyalist işbirlikçi” dediğimizde gocunanlar yazının sonundaki itirafın tamamını okusun.
1882'de Urabi Paşa isyanını körükleyerek İngilizlere Mısır'ı işgal yolunu açan, İngiliz emperyalizmine karşı şarkın sözcülüğüne soyunan, kendisine “Hakimü’ş-Şark” (Doğunun filozofu) lakabını takan Cemaleddin Esedabadi (Afgani), İngiliz sömürgeciliğine karşı sözde hutbeler irâd ederken yıllarca İngiliz istihbaratçı Wilfred Blunt’ın evinde misafir olarak Londra’da kalıyordu...
Küresel sistemin işgalci aktörlerinden aldığı destekle “İslâm dünyasının sözcüsü” rolü oynayan İran’ın gayreti karşılıksız kalmamakta, ne zaman zor duruma düşse mazlum duruma düşürülerek önü açılmaktadır.
Ne var ki Kasım Süleymani’nin öldürülmesi ile başlayan gelişmeler her iki tarafın kontrolünden çıkıverdi. Tam da Trump’ın İran’la müzakere yolunu açan açıklaması yapılırken İran Genelkurmay Başkanlığı yaptığı açıklamada Tahran'dan kalkan ve kısa süre sonra düşen Ukrayna uçağının kendileri tarafından vurulduğunu itiraf etmek zorunda kaldı.
İşler karıştı tabii, tam da İran "Savaş istemiyoruz, karşılığını verdik, bizim için operasyon tamamlanmıştır" dediği İran’la Amerika arasındaki tezgâhın düzeltileceği zaman. Bu aksilik(!) dünya kamuoyundan gelen tepkiler yüzünden oyunun zora girmesi anlamına geliyor.
Bir yalan ilanihaye devam etmiyor, çarpık ilişki mutlaka bir noktada krize dönüşüyor. İran yönetiminin kurdukları tezgâhın selameti için ABD'ye vermeyi planladıkları açık ve orantılı karşılık(!) kendilerini vurdu.
“Ukrayna uçağını biz vurduk” diyen İran; İslam coğrafyası içinde nerede durduğunu kendi halkına itiraf etmedikçe gelecekteki kâbusundan kaçamaz. Bu itiraf... “Biz arlanmaz utanmaz bir toplumuz..." diyen Iraklı Şii araştırmacı Ensar El-Sadr'ın “İtirafname”si kadar açık olmalı.
Ensar El-Sadr diyor ki: Yakın zamanda; kim Yemen’de İslami merkezleri hedef alıyor? Kim Amerika’nın Irak işgalini tebrik etti? Afganistan işgalinde Haçlıları tebrik eden kim? Ermenistan’ın Karabağ’ı işgalinde Ermenistan’ın yanında kim yer aldı? Suriye’de kan akıtan kim? Kim 'biz Burma ile teröre karşıyız' dedi? Suriye’de kanlı rejimle kim birlik oldu ve Rusya’ya destek verdi?..
İran halkı ABD’ye karşılık boş hangarlara yapılan saldırı ve üstüne Ukrayna uçağının düşürülmesi ile itildikleri zillet çukurundan ciddi rahatsız olmuş görünüyor.
Başkentteki Emir Kebir Üniversitesi önünde, Ukrayna Havayollarına ait yolcu uçağında hayatını kaybedenler için düzenlenen gösteride kalabalık "Devrim Muhafızları utan, ülkeyi rahat bırak", "Diktatöre ölüm", "Yalancılar istifa", "Hamaney istifa" türünden rejim karşıtı sloganlar atmış.
İran’ın korkusu emperyalist himayenin üzerlerinden kalkması. Ancak emperyalist iş birlikçisinden önce içerideki halkını ikna etmesi gereken günler geliyor...
.
Topal Kuşlar
17 Ocak 2020 02:00
Herkesin her şeyi bildiği ama kimsenin bir şeyi iyi bilmediği bir zamana düştük... İnsanlar dökülürken şehirleri akıllandırmaya kalkıyoruz.
“Akıllı şehir”, insanlarının hakkı, adaleti rehber edindiği, menfaati sadece kendi grupları lehinde değil tüm toplum adına isteyip savundukları, tokların açların hâlinden haberdar olduğu beldelerdir.
Ne var ki dünyevileşme insanları gündelik hayattan koparıp, beşerî ve maddeperest bir kalıba sokuyor. Ölümün, ahiretin, insan olma onurunun servet ve makama teslim olduğu, sosyal zenginliğin, adam olmanın servet ve banka cüzdanlarına hapsedildiği bir mahbese tıkılıyoruz.
Vatanından kovulmuş, dara düşmüş bir mültecinin dediği gibi: “Aynı şehirde, aynı mahallede yaşayan ama bir servet ve makam sahibi, diğeri bir yoksulu iken her ikimiz de vatansız kalınca hayatta kalmak için aynı çöplüğü karıştırmaya başlayınca birbirimizi tanıdık… Aynı çöplükte…”
Mevlâna’nın “topal kuşlar” hikâyesi; hemşehri, komşu, dost olmayı varlıklar üzerinden kaybedenlerin ortak acı, ortak kayıplar yaşadığında bulmaları ne kadar keder verici:
“Bir âlim, yol kenarında kendi türleriyle uçmayı reddeden biri karga, biri leylek iki kuşa rastlar. Merak eder bu iki farklı kuşun nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak varken nasıl olup da bir yabancıyı kendi kardeşlerine yeğlediklerini. O kadar farklıdır ki kuşlar, ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine. Karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle... Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar. O zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, birlikte yaşarlar aynı yokluğu yaşayanlar...”
Akıllı şehir dediğimiz; insanlarını mahrumiyet kapıyı çalmadan bir arada tutan, hemşehri yapan, komşu yapan, derttaş ve sırdaş yapan şehirdir.
Önceki gün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ATO Congresium'da düzenlenen "Akıllı Şehirler ve Belediyeler Kongre ve Sergisi" programında konuştu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, çağının ötesine geçemeyen şehirlerin bir süre sonra cazibelerini yitirmeye mahkûm olduğunu belirterek, "Şehirlerimizde bir yandan tarihi, kültürü, medeniyeti koruyacak diğer yandan yeni ihtiyaçlara uygun yatırımlara yöneleceğiz. Yaşlı, kadın, çocuk, engelli dostu olmayan günün her saati sokaklarında huzurun kol gezmediği bir şehir akıllı olsa ne olur, olmasa ne olur. Şahsiyeti olmayan, insanı öncelemeyen, dört bir yanında ilim, irfan, sanat ocakları tütmeyen bir şehrin aklı da olmaz. Kapı komşusunun hâlini bilmeyen, sokağından, semtinden, mahallesinden bihaber insanlarla dolu bir şehir, ruhunu kaybetmiş demektir.”
Çağın ötesine geçmek demek, hizmet için kullandığımız “teknoloji”ye hizmetkâr ve teslim olmamaktır. Kapı komşusundan haberi olmayan çağın kapısını aralasa ne olacak?
Herkes kendi şehrinin mimarıdır. Kurduğumuz şehirlerin kat yüksekliği değil “Eşraf yoksulluğu” en büyük noksanı. Bugün “akil adam” diyorlar, "yanılmaz ve güvenilir" anlamında kullanılır. Osmanlıca karşılığı “sahipkıran”dır diyor İlber Ortaylı.
Bir millet krizle düşmez veya yükselmez.
Bir zaman bizler de fakirdik, köylerimiz perişandı, şimdi görgüsüzce zenginleştik ama her yer insanı itiyor. İnsanlar ülkelerin (şehirlerin) ruhunu korumayı beceremiyor, ruhsuz şehirler de insanlarını korumuyor...
.
Yık!.. Daha yükseğini yap...
20 Ocak 2020 02:00
Önceki gün Birlik Vakfında Prof. Dr. Nizamettin Parlak Hocanın “İslam tarihinde şehir algısı” başlığı ile paylaştığı sunum, şehirlerin geleceğini kurtarma derdindeki şehir planlayıcıları ve yerel yöneticiler için de kullanmaları hâlinde büyük kazanç olur.
“İnsanın tabiatında bir arada yaşama temayülü vardır. Ve İslâm dini medenî hayatı teşvik etmektedir, çünkü gerçek anlamda uygarlık ancak kentlerde olur” sözleri ile konuşmasına başlayan Prof. Dr. Nizamettin Parlak, şehirlerin, yerleşik hayata geçmek zorunda kalan insanın, hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli yapı olduğunu vurgulayarak şöyle dedi:
Şehirlerin inşasında, korku, iş birliği, sosyal dayanışma, güvenlik, mahremiyet ve ferdiyet belirleyicidir. Mimarlığın dünyayı güzelleştirmek gibi bir hedefi vardır/olmalıdır. Şehrin güzelleşmesi, şehir hayatını düzenleyebilmek için en önemli ihtiyaç olan üst bilgi kaynağını ahlakta ve dinde bulur.
Kur’ân-ı Kerîm’de, şehirlerin estetik zevklere uygun şekilde planlanması ve güzel görüntüye sahip bulunması, ayrıca emin ve güvenilir yerler olması gerektiğine delâlet eden âyetlerin yanında Müslümanların şehirli bir toplum meydana getirmeleri konusunda yol gösteren, geçmiş topluluklarla ilgili bilgiler de yer alır.
Hazreti Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” de şehirlerin bayındır hâle getirilmesini istemiş, sıkıntı ve zorluklarına rağmen şehir hayatının insanlar için daha hayırlı olduğunu söyleyerek yerleşik hayatı ve şehirleşmeyi teşvik etmiştir.
İslâmî dönemde şehircilik alanındaki ilk düzenlemeler Resûl-i Ekrem tarafından hicretten sonra kendisine nispetle “Medînetü’Nebi” adını alan Yesrib’de yapıldı. Hazreti Peygamber Medine’ye hicret eder etmez orada bir mescit inşa ettirerek ileride kurulacak Müslüman şehirleri için “cami merkezli şehir modelini" başlatmıştır.
Kuracağı şehir devletinin önce sınırlarını belirledi, ardından mescit yeri, pazar yeri ve mezar yeri tahsis etti. Hazreti Peygamber’in “sallallahü aleyhi ve sellem” Medine’de yaptığı ilk işlerden biri de mekânsal sınırları (Medine şehrinin sınırlarını) tespit etmek olmuştur. Çünkü grup kimliğinin oluşmasında mekânsal sınırların belirlenmiş olması çok önemli. Bunu pekiştirmek için de hicretten itibaren kim nerede Müslüman olursa olsun, onların Medine’ye göç etmelerini şart koştu. Medine model oldu.
İslam Medine’yi gönülden fethetmiştir.
İbadetler, mabetler, temizlik ve mahremiyet anlayışı şehirlerin, şehirlerdeki meskenlerin şekillenmesini, fiziksel yapısını, mimarisini ve sanatını etkiler ve geliştirir. Mesela namaz ibadetinin en temel şartlarından biri temizlik olduğu için İslâm şehirlerinde hamamlar, çeşmeler ve tuvaletler de yer almaya başlamıştır. İlk çeşme, ilk kapalı tuvalet 622 yılında Medine’de inşa edilmiştir.
Bugünkü mimariye gelince; bize hitap etmiyor, apartmanda mutlu değiliz. İnsanları “konut silolarında” yaşatmak birçok sosyal, psişik ve kültürel krize yol açmaktadır. Yüksek katlı yapıların aksine kat sayısı az olan evler hem daha sağlıklı hem daha ekonomiktir.
Toplumumuzda artan sorunların sebepleri arasında yeni yapılaşmayla kaybettiğimiz mahremiyet algısının rolü nedir?
Mahremiyeti yok eden mimariye izin veren her seviyedeki insan, sorumludur.
“Yık daha yükseğini yap” metoduyla yıktıklarımızın üzerine daha güzel şeyler yapamadık. “Yık-Yeniden yap” anlayışı çeşitli sorunlar üretmektedir. Onlardan biri de aidiyet sorunudur. Hâlbuki mekânlar, şehirler, mimarî, aidiyet duygusunu beslemelidir.
Kentlerin aidiyeti, kaybetme sorunu var. “Yok, edilen tarih insanların aidiyetini zayıflatıyor.” Bu yüzden yabancılaşma artıyor, bu da öfke üretiyor.
Turgut Cansever’in deyişiyle; “Arazi spekülatörlerinin/vurguncularının emrindeki şehir planlaması ve bunun kontrol sistemleri mimariyi hırsızlık ve soytarılık dünyasının oyuncuları hâline getirmiştir...”
Konferansın bitiminde şu soruya cevap aradık: “ŞEHİRLER İNSAN İNŞA EDEN, İNSAN REPRODÜKSİYONUNUN YAPILDIĞI MEKÂNLARDIR… Her toplum, hayatının merkezine kendi önceliğini/kutsalını yerleştirir... Acaba giderek terk edilen ‘cami merkezli’ şehirler yerine merkezine Tower ve AVM’lerin çöreklendiği şehirler bize ne anlatıyor?..”
.
Sakura’yı tanıyor musunuz?..
24 Ocak 2020 02:00
Sosyal medyada sıkça paylaşılan Japon iş adamı Sakura’nın hakkımızdaki kanaati belli ki bazı takipçileri rahatsız etmiş. “Çok araştırdım böyle bir iş adamına rastlamadım” diyorlar. Böyle yapmakla Sakura’nın anlattıklarını çürüğe çıkaracaklar.
Adamın söylediklerine değil de, var olup olmadığına bakılması ne kadar enteresan!..
Sakura gerçek ya da hayali bir karakter olarak “Siz Türkler rahatınıza çok düşkünsünüz, mütevazı yaşamıyorsunuz” diyor, “Daha sonra borç batağına giriyorsunuz. Ben iş adamıyım sıradan evim arabam var. Görüyorum ki sizde böyle değil. Asgari ücretlide en lüks telefon var. Ayrıca millî değilsiniz, marka düşkünlüğünüz var…” dediğinde onun gerçekten yaşayıp yaşamadığı mı önemli? Yoksa söylediklerinin aslı astarının varlığı mı? Hangisine bakmak gerekir?
“Yok, öyle değiliz, adam atıp tutmuş” diyen varsa beri gelsin! Meclis başkanlığı döneminde bir Japonya seyahati sonrası intibalarını paylaşan Yıldırım Akbulut anlattı: “Ziyaret ettiğimiz Japonya millet meclisi başkanının ofisi bizde sıradan bir genel müdür özel kaleminin odasından daha küçük ve mütevazı döşenmiş. Neredeyse diz dize sandalyelerde oturduk.”
Şimdi bir başka Japon’un Nagase Hosuke’nin Türkiye izlenimlerine bakalım. Nagase farklı bir tablo çiziyor.
Meraklısı için kaynak Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Japon Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Sayın Yrd. Doç. Dr. Okan Haluk Akbay’ın "Bir Japon aydınının gözünden Türkler” başlıklı makalesidir.
Nagase Hōsuke diyor ki:
“Türkler son derece dürüst kimselerdir. Şakadan bile olsa yalan söylemezler. Çok içten ve samimidirler. Asla birisini kandırmak ve dolandırmak gibi bir iş yapmazlar. Özellikle, parasal konularda katiyen doğruluktan ayrılmazlar. Türklerin bu kadar dürüst olmalarında, Müslüman olmalarının da önemli bir payı vardır. Dürüstlük konusunda size basit bir örnek vereyim: Bir meyve satıcısından elma satın aldığınızda, satıcı tarttığı elmalara fazladan bir elma daha ilave edecektir. Böyle yapmasının sebebi, teraziden kaynaklanan bir tartı hatası yapmış olabileceğini düşündüğü içindir...
Türkler gösterişten uzak, sade ve samimi insanlardır. Asla gereksiz övgülere ve dalkavukluklara kalkışmazlar. Ayrıca, Türkler gevezeliği hiç sevmezler. Bir şey yaparken ve çalışırken sessizlik içinde olmayı yeğlerler. Bu onların güzel bir meziyetidir...
Türklerin "it ürür, kervan yürür" diye bir atasözleri vardır. Bu atasözü, Türklerin millî karakterini de yansıtmaktadır. Türkler çok hoşgörülüdürler, kolay kolay öfkelenmezler. Alt sınıfa mensup kimseler arasında bile bağırıp çağırarak kavga eden kimseleri göremezsiniz. Türkler oldukça ılımlı ve barışsever insanlardır...
Türklerin bir başka meziyeti, son derece merhametli ve yardımsever oluşlarıdır. Türkler; yaşlılara, güçsüz kadınlara, çocuklara ve özellikle de yoksullara karşı çok anlayışlı ve yardımseverdirler. Bir dilenci, yardım talep ettiği takdirde; az olsun, çok olsun muhakkak bir miktar para elde eder. Eğer kendisinden yardım talep edilen kişinin yanında parası yoksa bile en azından dua ve şefkatli sözlerle yardım isteyen kişiyi uğurlar. Türkler; kesinlikle insanın kalbini kıran, karşısındakini rencide eden söz ve davranışlarda bulunmazlar...”
Bu iki Japon’un izlenimleri birbirini biraz (!) tutmuyor değil mi?
Tabii ki tutmaz. İlki bugünün Türkiye’sinden ikincisi ise döneminin önemli aydınları arasında yer alan Nagase Hōsuke (1865-1926)'nin Türkiye ziyareti sonrasında kaleme aldığı 1915 yılında Japonya’da yayınlanan “Türkiye ve Türkler (Toruko toTorukojin” kitabından alındı.
Yani Nagase Hōsuke 1908-1915 yılları Türkiye’sini, Sakura ise bugünün Türkiye’sini anlatıyor. (Yazar; Nagase’nin Orta Asya ve Osmanlı ziyaretini 1908-1915 arasındaki bir dönemde gerçekleştirmiş olmasını vurguluyor.)
Anlatılanlar arasındaki fark; tabii Sakura atıp tutmuyorsa tartışmaya değer
.
Göz göre göre yıkıldı!..
27 Ocak 2020 02:00
Elazığ'ın Sivrice ilçesi merkezli 6,8 büyüklüğündeki depremin ardından bölgede arama kurtarma çalışmaları tüm hızıyla sürerken, bu makaleyi yazdığımda Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı'nın (AFAD) son açıklamasına göre 31 kişi hayatını kaybetti, 1607 yaralı var. Dileğimiz ve duamız daha fazla can kaybı yaşanmaması.
Bu hengâme içerisinde dikkat çekici bir detay var. Deprem sırasında Maden ilçesine bağlı Gezin Mahallesi'ndeki 6'şar katlı 2 bloktan oluşan Mavi Göl Apartmanı'nın mahalle ayakta kalırken tek başına yıkılması.
Çöken bina enkazından Rabia Gökdemir yaralı kurtarılırken Maviye Buğdaylı'nın cansız bedenine saatler 08.10'u gösterdiğinde, bu kez hamile eşi ve çocuğuyla enkaz altında kalan Meriç Dişli'ye ulaşıldı.
Daireleri mevsimlik kullanıldığı için boş olduğundan daha büyük can kaybının yaşanmadığı Mavi Göl Apartmanı yıkılırken çevresindeki yapıların ise sağlam kalmasını çevre sakinleri “Mavi Göl apartmanı 2011'de Van depreminde hasar görmüştü" diye açıkladılar.
Bu şu anlama geliyor; Van depreminde hasar gören Mavi Göl Apartmanı'ndaki hasar ciddiye alınmadı veya usulen bir onarım gördü.
Elazığ depremi şiddet olarak 13 Mart 1992 günü yaşadığımız Erzincan depremi ile aynı şiddette üstelik sığ yani depremin merkezi yer kabuğuna yakın bir depremdir. Bu depremle kıyaslandığında Erzincan depremindeki can kayıplarının 653 kişi yaralı sayısının 3.850 olmasının bir izahı olmalıdır.
Deprem sonrası yayınlanan raporlar incelendiğinde Erzincan’daki ihmal ortaya çıkıyor ve bu Elâzığ depreminden sonra depremi hisseden ve etkilenen tüm bölgede alınması gereken ciddi tedbirler için bizi uyarıyor.
Bu tedbir; depremde sallanan ama yıkılmayan tüm binaların deprem hasarlarının gelecekte olması muhtemel depremlerde binaları yıkmaması için incelenmesi, onarılması mümkün olanların onarılması diğerlerinin ise kontrollü olarak yıkılmasıdır.
18 Kasım 1983 günü Erzincan’da sabah 4.15'te meydana gelen 5,8 şiddetindeki depremde hiçbir can kaybı olmamış ancak depremin özellikle kamu ve yüksek binalardaki etkisi beklenenden daha fazla ve uyarıcı olmuştu.
1983 depreminden sonra hasar gören yapıların periyotları (yatay ve dikey salınımları) ölçülmüş, %33 kadar periyot artışı olmuştur. Bu rijitlikte %70 kadar bir azalmaya sebep olabilir. Yani depreme mukavemetini silip süpürmüştür.
Bundan dokuz yıl sonra 13 Mart 1992 tarihinde yerel saatle 19.08’de Erzincan ilinin güneydoğusunda Richter ölçeğine göre 6,8 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Bu depremde ise çöken ve hasar gören binaların, 1983 depreminden sonra ciddi olmaksızın şekilsel tamir edilmesi can ve mal kaybının artmasına sebep oldu.
Bu ihmalin sonucu yıkılan ve ağır hasar gören konut sayısı 4.462, iş yeri ise 836 olmuştur. Can kaybı ise 653 kişi olup yaralı sayısı 3.850'dir.
Elazığ depremindeki can kaybının artmaması umudu ile depremin şoku atlatılıp hasarın onarılmasına geldiğimizde bütün binaların, deprem bölgesindeki yapı stokunun ciddi olarak elden geçirilmesi birinci sorumluluğumuzdur.
Prof.Dr. Ahmet Mete Işıkara’nın deyimiyle: “Türkiye’de nereye giderseniz gidin, deprem üretim odaklarıyla karşılaşırsınız. Kaçarınız yok. Cennet bir ülkede yaşıyoruz ama deprem gerçeğimiz ve depremle yaşamayı öğrenmeliyiz. Bunun için ev alırken ya da kiralarken, depreme dayanıklı mı, değil mi, araştırın. Oturacağınız binanın makyajına değil, esasına bakın. Unutmayın ki deprem öldürmez, binalar öldürür. Depremle yaşamayı öğrenmek demek oturduğumuz binayı usulüne ve gereğine uygun inşa etmektir.”
Buna uyulmadığı takdirde toprağa "sallanma” demekten başka çıkar yol kalmıyor..
.
Rastgele yaşamak
31 Ocak 2020 02:00
Ekrana çıkanlar hep yerin altındaki kırıklardan bahsediyor, yerin üstünden pek bahseden yok.
Her felaket kendi içinden trajedisini ve kahramanını üretiyor kolumuz kanadımız kırılınca. Bir kahraman üretmeyi bir de bir araya gelmeyi iyi beceriyoruz; tabii damdan düşünce.
Depremin ilk gününden bugüne çıkan yazılara bakın çoğu ne kadar iyiliksever olduğumuzdan bahsediyor. Tabii yerdeki enkaza bakınca da ne kadar vurdumduymaz ve adam sendeci olduğumuz.
Açın Marmara depreminden sonra söylenenlere bir bakın.
Hani her yapının kafa kâğıdı çıkacak, deprem mukavemetini kaybedenleri yıkıp yenisini yapacaktık. Bir yetkili “bunu yapacak teknik donanımımız var ama vatandaş gelmiyor…” diye sızlanıyor. İyi de araç muayenesinden geçmeyen iki yaşındaki otoyu bağlıyoruz da otuz yaşındaki hasarlı, leylek bacaklı “lığlı” binaya niye bakmayıp insanları aile boyu tehlikeye atıyoruz?..
Binaları mı yürüteceğiz diyenler, mobilini kurar bina kontrol istasyonunu yürütür.
Hani binalar leylek bacaklı kolonların üzerinde olmayacak, kum yerine “lığ” kullanmayacaktık. Elâzığ'da yıkılan binaların enkazlarında yapılan incelemede inşaatlarda kullanımı yasak olan dere kumuna rastlandı. Eski olduğu için pek çoğu projesiz olan binalarda dere kumunun yanı sıra ince demir kullanıldığı, ince kolonlar bulunduğu tespit edildi.
Bunun ötesinde yıkılan ve ağır hasar alan yapılara bakın, hemen hepsinin sicilinde hasar çıkar.
Uzmanlar yıkılan binaların 2007’den itibaren hasarlı olduğunu ve bu binaların çökmesinin sürpriz olmadığını, 2007 yılında da orta hasarlı olduklarının tespit edildiğini söylüyor. Hatta “Çöken bina sayısı bizim öngörülerimizin çok altında, ama muhtemel bir sallantıda birçok bina çökme riski ile karşı karşıya” diyorlar.
Uzun lafa gerek yok. Rüzgârın esmediği, selin gelmediği, toprağın sallanmadığı bir ülke yoktur, her birinin imtihanı farklıdır ve hiçbirine dur diyemeyiz. Hazırlık yoksa hepsi hayatı tehdit eder. Hazırlık varsa tedbir varsa çoğu olay meteorolojik rapor seviyesinde kalır.
Yıllar önce bir çiftçi, fırtınası bol olan bir tepede bir çiftlik satın almış. Buraya yerleştikten sonra ilk işi bir yardımcı aramak oldu. Gelgelelim ne yakındaki köylerden ne uzaktakilerden kimse onun çitliğinde çalışmak istemiyordu. Hepsi, çiftliğin yerini görünce çalışmaktan vazgeçiyor, “Burası fırtınalıdır. Siz de vazgeçin!” diyorlardı. Nihayet orta yaşlı, çelimsiz bir adam işi kabul etti. Çiftlik sahibi adamın hâline bakıp ona, “Çiftlik işlerinden anlar mısın?” diye sormadan edemedi.
“Sayılır” dedi adam: ”Fırtına çıktığında uyuyabilirim...” Çiftliğin sahibi bu sözü düşündü ama çaresiz bir şekilde, adamı işe aldı.
Haftalar geçtikçe adamın çiftlik işlerini düzenli olarak yürüttüğünü de görünce içi rahatladı, ta ki o fırtınaya kadar.
Bir gece yarısı fırtınanın o müthiş uğultusuyla uyandı. Öyle ki bina çatırdıyordu. Yatağından fırladı, adamın odasına koştu: “Kalk, kalk, fırtına çıktı, her şeyi uçurmadan yapabileceklerimizi yapalım.”
Adam yatağından bile doğrulmadı, “Boş verin efendim, gidin yatın! Ben size fırtına çıktığında uyuyabilirim" demiştim.
Adamın rahatlığı çiftçiyi çıldırtmıştı. Ertesi sabah ilk iş olarak adamı kovmaya karar verirken dışarıya, saman balyalarına koştu. Saman balyaları birleştirilmiş, üzeri muşamba ile örtülmüş, sıkıca bağlanmıştı. Ahıra koştu, ineklerin tamamı ahıra alınmış, ahırın kapısı desteklenmişti. Çiftçi rahatlamış olarak odasına döndü, yatağına yattı. Dışarıda fırtına uğuldarken gülümseyerek mırıldandı:
“Fırtına çıktığında uyuyabilirim...”
Hemen aklımıza geleni söyleyeyim; "Peki ya depreme dışarıda çürük bir mekânda yakalanırsam?..”
Dünyayı düzeltemeyiz ama kendi dünyamızı düzeltebiliriz ki tehlike içeriden gelmesin, evim mezarım olmasın...
.
Hacı Uyrun’un son seferi...
3 Şubat 2020 02:00
Zor zamanlar insan ve toplum yapısının imtihandan geçtiği süreçtir. Günlük haber bültenlerine sıkıştırılan adli ve adi vakalara bakarak insani vasıfları hepten yok saymak büyük haksızlık.
Hep “Manevî duyarlılıklarımız aşınıyor, kanaatkârlık, fedakârlık, paylaşma, komşuluk, yardımseverlik gibi güzel hasletlerimiz buharlaşıyor, kanaatkârlığın yerini çıkarcılık, fedakârlığın yerini bencillik, paylaşmanın, komşuluğun, yardımseverliğin yerini benmerkezcilik ve vurdumduymazlık alıyor…” diye sızlanırken; büyük bir köye dönmüş dünyadaki her türlü saldırıya maruz bırakılan bir toplumda sıkıntıların kapıya, mültecilerin sınıra yığıldığı zor zamanlarda ortaya çıkan şefkat, merhamet, dayanışma gibi insanlık adına hâlâ içimizde insani bir damarın saklı bir cevher olduğunu görüyoruz. İş başa düştüğünde dayanışma ruhunun ayağa kalktığını hayret, biraz da ibretle seyretmekteyiz.
Umutlarımız yeşeriyor…
Sorumsuz ve sorunsuz çoğu medyada anlatılanlara bakarsak kimsenin yanan yakılan ne İdlib’den ne depremden ne salgınlardan haberi olmaması herkesin kendi keyfinde ve sefasında olması gerekirdi. Ama iş hiç de öyle olmuyor ve bir cevher gibi dayanışma ve birliktelik ruhu bütün zorlukların karşısına dikiliveriyor.
Önceki hafta İdlib mağdurları için kendisi de muhaceret yaşamış ve depremlerde enkaz altından kalkmayı türlü zorluklarla başa çıkmayı başarmış Erzincan’da yürütülen “İDLİB yardım kampanyası” çok kısa sürede tamamlanarak 20 tırdan oluşan yardım konvoyu uğurlanmıştı.
İdlib için ayağa kalkanlar, hemen aynı gün akşam yaşanan Elazığ merkezli deprem için afet bölgesine koştular.
Çaplı bir yardım kampanyanın başarısı çok sayıda el atan olmasına bağlı. Mevsim ve zor şartlara rağmen en büyük fedakârlığı tır şoförleri yaparak kâr-zarar hesabı yapmadan onlarca tırı toplama merkezine çektiler. Çadır, giyecek ve gıda yardımlarını yüklenip hayır dualarla selametle gidip dönmeleri için uğurlandılar.
Yardım yerine ulaştı, tırlar dönüş yolunu tuttu ama gittikleri gibi dönemediler… Erzincan-Akyazılı tır şoförü Hacı Uyrun (1970) direksiyon başında geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda etti.
Gittiği yerde ruhunu bıraktı.
Bir litre petrol için bir varil insan kanı dökenler insanlığı öldürürken enkazdan ellerini parçalayarak insan çıkaran Mahmut ve Sınır ötesine ruhunu bırakan Hacı Uyrun aynı yerde, insanlığın, adamlığın çıkış kapısında duruyor ve bizi üzerimize kara bir bela gibi çullanan rahatlık, vurdumduymazlık, adam sendecilik tuzağından çıkarıyor.
Bize “İki asırdır yaşadığımız bütün o büyük göçleri, hicretleri, sürgünleri, savaşları, siyasi dönüşümleri, kültürel yıkımları ve yol açtığı sorunları aşmamızı mümkün kılan o güçlü manevi yapıyı" kim olduğumuzu ve nereden geldiğimizi hatırlatan Mahmut’lara ve Hacı’lara selam olsun...
.
“Vertigo” olduk!..
7 Şubat 2020 02:00
Haber yoğunluğunun üçe böldüğü TV ekranlarını izleyip, uzmanları dinlerken “Vertigo” olduk!..
Vertigo, genel olarak iç kulak hastalıkları, daha nadir olarak da beyin ve beyincikle ilgili rahatsızlıkların sonucu olarak ortaya çıkar. Hareketsiz olduğumuz hâlde etrafımızdaki her şey hareket ediyor gibi bir baş dönmesi durumu, buna “vertigo hastalığı” deniyor.
Depreşmesi Elazığ depremiyle başlayan bu hastalık son günlerdeki yıkıcı haberlerle azmanlaştı.
Pegasus Havayolları'na ait İzmir-İstanbul seferini yapan Boeing 373 tipi uçak, Sabiha Gökçen Havalimanı'na sert iniş yaptıktan sonra pistten çıktı. Kazada üç kişi hayatını kaybederken, 180 kişi de yaralandı.
Uzmanlar ekranın ilk yarısında diyor ki; “Rüzgârı arkasına alarak piste inmeye çalışan uçak frenlemek için kanatlardaki küçük kanatçıları (flap) açamadığı için sert iniş yaptı, sonra duramayarak pistten çıkıp 30-40 metre yükseklikten TEM otoyolu kenarındaki alana düştü.” Demek ki arkadaki güç kontrol edilmediğinde aleyhe çalışabiliyor…
Ekranın diğer yarısında; Van'ın Bahçesaray ilçesinde salı günü düşen çığın altında kalanları arayan arama-kurtarma ekiplerinin de üzerine çığ düşmesi sonucu aralarında güvenlik görevlilerinin de olduğu 33 kişinin hayatını yitirmesi var.
24 saatten daha az bir sürede düşen iki çığ nedeniyle toplam 39 kişi hayatını kaybetti, 75 kişi de yaralandı. AFAD'dan yapılan açıklamada, "Olaya müdahale için bölgedeki AFAD il müdürlüklerinden 67 arama kurtarma uzmanı 11 araçla alana sevk edildi. Ayrıca 75 kişilik Jandarma Arama Kurtarma (JAK) ve 10 kişilik AFAD arama kurtarma ekibi ile 2 araç, Ankara'dan askerî uçakla bölgeye gönderiliyor" denildi.
Kendisini uzman sanan biri tahakkümane bir üslupla ekranda kaptığı köşeden “işi niye uzmanlara bırakmadınız?..” diye sorguluyor. Belli ki arkadaşın enkaz veya çığ altında kalma hakkındaki bilgisi resimli roman kültürü ile sınırlı!
Ekranın alt yazılarında ise; “ İdlib'de yaşanan gerginliğin Türkiye ve Rusya Dışişleri Bakanları Mevlüt Çavuşoğlu ve Sergey Lavrov'un telefon görüşmesinin ardından azaldığı gözleniyor.” Ancak tarafların pozisyonlarından geri adım atmama kararlılığında olmaları riskin devam ettiğini gösteriyormuş.
Uzmanlar diyor ki; “Moskova’nın derdi Suriye’deki Baas rejimini ayakta tutmak değil, Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki askerî varlığını korumak ve genişletmek. ABD’den farklı olarak, terör örgütlerini kullanmak yerine bizzat kendi kimliğiyle açıktan bölgeye giriyor.” Başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin tepkisizliğini değerlendiren Rusya’nın Türkiye’nin tehdit altında gördüğü gözetleme noktalarının güvenliği ve muhtemel bir milyonluk mülteci yığılmasını önlemek için yaptığı son müdahaleler karşısındaki ne yapacağı merak konusu...
Deprem haberleri ise şimdilik arkada kalsa da deprem kendini unutturmuyor. Türkiye’nin farklı il ve ilçelerinden deprem haberleri gelmeye devam ediyor. Önceki akşam Manisa'nın Akhisar ilçesinde 4,3 ve 4,8 büyüklüğünde iki ayrı deprem meydana geldi.
Uzmanlar büyüklüğü 4-4,9 olan depremlerin hafif (Light) şiddette olduğunu belirtiyor. Belli bir disiplin içinde olmasa da hepimiz alaylı sınıfından deprem uzmanı olduk.
Haberlerin en çok okunanlarına gelince, ikinci sırada; Hollywood efsanesi Kirk Douglas'ın 103 yaşında hayatını kaybetmesi yer alıyor. People dergisine bir açıklama yapan oğlu Michael Douglas, "O dünya için, sinemasının altın çağını yaşamış bir aktör, bir efsaneydi... Beyazperdeye bıraktığı miras, gelecek nesillere de ulaşacaktır. O aynı zamanda, bu gezegene barış getirmek için çalışan ünlü bir yardımseverdi” demiş.
Erken gençlik yıllarında western filmlerini hayranlıkla izlediğimiz Kirk Douglas, Beyaz Rusya sınırları içerisindeki Gomel kentinden göç eden Rus Yahudi’si bir ailenin oğlu olup gerçek ismi Issur Danielovitch Demsky'dir.
Acaba attığını vuran kasabanın şerifi İsrail Filistin’i tarumar ederken ne düşünüyordu?
Bu yoğunluk içerisinde “vertigo” olmak ucuz bir bedeldir. Tabii sıradaki “Koronavirüs” henüz sahaya çıkmadı...
.
Tehlikeli duraklar!..
10 Şubat 2020 02:00
Dünyanın son yıllarda karşı karşıya kaldığı en ciddi salgın olarak değerlendirilen Koronavirüs nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı 720’yi, virüsle enfekte olan hasta sayısı da 34 bin 400’ü geçti.
Koronavirüs sebebiyle uluslararası şirketler Çin’deki faaliyetlerini durdurdu, hava yolları Çin seferlerini teker teker askıya alıyor. Uluslararası toplum virüsün yayılmasını yavaşlatmaya ya da durdurmaya çalışırken, Toyota ve Ford Çin’deki fabrikalarında üretimi durdurdu. Starbucks yaklaşık 2 bin şubesini kapattı, tarımsal ürün şirketi Cargill çalışanlarına evden çıkmamaları talimatı verdi.
Kısacası dünya Çin’i çember içine alıp frenlemek için aradığı fırsatı buldu. Kuşatma olayının arkasında salgının yayılmasını önlemek olduğu söylense de tamamen ekonomik.
Algı yönetimi böyle bir şey, kayıpların miktarından çok medyadaki yankıları insanları etkiliyor.
Şimdi bizim öle öle alıştığımız kendi "baba virüs"ümüz “Trafik kazaları”na bir bakalım.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2018 yılı trafik kaza istatistiklerine göre; Türkiye kara yolu ağında 2018 yılında 1 milyon 42 bin 832 adedi maddi hasarlı, 186 bin 532 adedi ise ölümlü yaralanmalı toplam 1 milyon 229 bin 364 adet trafik kazası meydana geldi.
Bu trafik kazalarında 6 bin 675 kişi hayatını kaybederken 307 bin 71 kişi yaralandı. Yani her yıl bir ilçe nüfusu insanımızı yollarda kaybediyoruz. Yaralanıp sakat kalanlar ve üzerine maddi kayıplar konunca bu "dört tekerli virüs"ün yol açtığı hasar daha net anlaşılır.
Koronavirüs ve bütün virüsler hiçbir ülkeye bu kadar zarar ve kayıp veremez!
Öylesine acımasız bir salgın ki yolcu bekleme duraklarına kadar sıçradı.
Geriye doğru merak edip baktım sonuç can yakıcı. Farklı tarih ve mekânlarda bekledikleri otobüs tarafından duraklarda ezilen yolcularla ilgili üç beş haber.
Otobüs durağa daldı: 11 ölü, 8 yaralı...
Freni boşalan bir EGO otobüsü durakta bekleyen yolcuları ezdi. Kazada ilk belirlemelere göre 11 kişi...
Otomobil, otobüs durağına girdi: 4 Ölü, 5 Yaralı…
Otobüs durağına dalan bir otomobil, durakta bekleyen 5 kişiyi ezdi...
Direksiyon hâkimiyetini kaybeden sürücü, kaldırıma çıkarak durakta bekleyenleri ezdi... Liste uzayıp gidiyor...
Önceki gün İstanbul, Bağcılar TEM Bağlantı Yolunda görenlere “bu kadar da olmaz” dedirten görüntü, bize virüsün bedenlerde değil zihinde olduğu kanaati uyandırıyor.
Bir aracın kaputu açık sol şeritte ilerliyor, kaputla motor arasına sıkışmış bir adam şoföre yön veriyor. Koltuktaki ve kaputtaki adama uygulanan ceza nedir? Dertlerinin ne olduğu bilinmez ama kafalarında bir "virüs" olduğu kesin!..
Eğer insanlar kendilerini otobüsün önüne atmıyorlarsa(!) dönüp bakmak lazım ne oluyor
.
Üniversiteler ne yapmalı, nasıl yapmalı?
17 Şubat 2020 02:00
“81 ile üniversite" hayali de gerçek oldu. Türkiye nüfusunun 10'da biri üniversite öğrencisi ve öğrenci sayımız dünyada 100, Avrupa'da 20 ülke nüfusundan daha fazla.
Üniversite sayısı çok arttı, sayı 25-26 üniversiteden 207'ye çıktı ancak yapılanma 30 yıl önceki yapılanma ile tamamen aynı. Üniversiteye kaynağı ayıran kamu, kaynakların nereye ve nasıl kullanıldığını da belirliyor ve performansını izliyor. Bu bağımlılık üniversitelerin karar verme hızını düşürüyor.
Peki, nitelik nasıl? Akademik kadrolar, mezunlar ve aileler memnun mu? Değilse tablo nasıl düzeltilir? Üniversiteler ne yapmalı, nasıl yapmalı sorularına cevap aranıyor
YÖK açıklıyor hangi üniversiteye kaç kişi girebileceğini. Kontenjanlar arttırılıyor ama kontenjan dolmuyor, talep olmuyor, öğrenci gelmiyor. Öğrenci soruyor: “Mezun olduğumda bir işe sahip olabilecek miyim? Bitirince de bir şey olunmuyorsa neden gideyim oraya!"
İstihdam becerisi kazandıracak bölümler öne çıkıyor.
Aynı durumu üniversitenin kendisi için de geçerli. Üniversitenin kendisine bir misyon “bir odak alan” koyması ve buna göre yapılanması gerekiyor.
Üniversiteler; ne tarafa doğru yönelmesi gerektiğine karar verdiğinde hem kontenjan hem mezunlarına istihdam sorununu çözmüş olacak.
Önceki gün Erzincan Binali Yıldırım Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Akın Levent, Birlik Vakfında yaptığı sunumda üniversitelerin gelecek arayışı üzerine fikir verici paylaşımlarda bulundu.
Üniversitelerin kalitesinin öğrenci sayısı ile değil ürettiği katma değerle ilgili olduğunu ve kendi misyon arayışlarını tanımladığında finansman, kontenjan ve mezunlarının istihdam sorunlarına da çözüm getireceğini belirten Prof. Dr. Akın Levent “bizim sorunumuz sayısal değil niteliktir. Bugünkü mali yapı üzerine oturamayız, süreklilik için bir kaynak bulmak zorundayız ve bunu her üniversite kendisi yapmalıdır” diyor.
Prof. Dr. Akın Levent bu arayışın kendilerini “Üniversite-Kamu-Sanayi” iş birliğine götürdüğünü ve kaynak bulmak için “Proje bazlı" çalışmalar ortaya çıktığını belitti. Bunun sonucu EBY Üniversitesi olarak “Tıbbi Aromatik Bitki Projesi” olmak üzere 8 protokol imzaladıklarını belirtti.
Bu çok doğru, zira piyasaya girersen ihtiyacı ve çözümü görürsün. Bu arayış bana dünyanın en önemli bilişim merkezi olan Silikon Vadisi'nin önde gelen üniversitelerden UCLA üniversitesini hatırlattı.
Kuzey California’da San Francisco vadisinin bir bölümü olan San Jose vadisi, ham maddesi silikon olan bilgisayar işlemcisi ve çip üreticilerinin bulunduğu bölge olması dolayısıyla Silikon Vadisi adını almıştır.
Bölgedeki üniversitelerden sadece biri olan UCLA (University of California) sunduğu Teknoloji ve Business programları, kariyer odaklı ve iş dünyasına kalifiye çalışan kazandıran programları ile bölgede eğitim ve finansal olarak ciddi değer üretmektedir.
Bu katkı öylesine büyüktür ki Kaliforniya tek başına G20 ülkeleri içine girse yedinci sıraya oturur.
Kendi hikâyesini yazan bir üniversite örneğini de Kanada Teknoloji Üniversitesinden Prof. Dr. İbrahim Dinçer anlatmış, “Üniversitelerin stratejik planlamaları önemli. Bu kendi hikâyesini yazması demektir. Eğer yol haritanız yoksa yürüyemezsiniz, mesafe alamaz farklı adreslere gidersiniz.
Bunu yapan Üniversite kendi içinde markalaşır. Öğrenci sayısı parametre değil, eğer kaliteyi değerlendiriyorsa bu iyi. Mezunlar piyasanın ihtiyaç duyduğu alanları doldurmalı. Eğer piyasaya girersen bu ihtiyacı görürsün. 'Bunu nasıl yapalım?' diyorsanız bunun temelini 'Üniversite-şehir iş birliği' oluşturur. 'Yenilik getir, halka indir” demişti.
Her şeyin bir ilki vardır. EBY Üniversitesi, kaçınılmaz olarak kendilerine çıkış kapısı arayan üniversitelerimiz içinde ilk örnek neden olmasın?
.
Yüz binlerin yürüyüşü…
21 Şubat 2020 02:00
Rusya destekli rejim Suriye’de 7 milyon insanı ülke dışına sürerken çözüm değil, tipik bir “Esad Diktatörlüğü”ne doğru gidiyor. Türkiye ve Rusya muhtemel gelişmeler öncesi birbirini test ederken diplomatik çözüm yolları giderek ortadan kalkıyor.
Esad rejimi ve Rusya’nın havadan ve karadan yoğun saldırılarına maruz kalan İdlib'den canını kurtarmak için Türkiye sınırına göç eden yüz binlerce insan, yağmur ve çamur altında hayat mücadelesi veriyor.
Saldırıların devam etmesi durumunda kitlelerin Türkiye’ye sığınmak için kapıya dayanması kaçınılmaz. Diğer tehdit ise; Rus destekli rejim güçlerinin ilerleyişiyle birlikte, Türkiye'nin Soçi Mutabakatı kapsamında bulundurduğu bazı gözlem noktalarının Suriye ordusu tarafından kontrol edilen bölgenin içerisinde kalması.
Esad'ın artan saldırıları karşısında yaşanan göç dalgasına tahammülleri kalmadığını belirten Başkan Recep Tayyip Erdoğan, "Ülkemizin, yeni bir göç dalgasına tahammülü yoktur. Aynı zamanda yeni tehditlerin sınırlarımıza dayanmasına da seyirci kalamayız. Hiçbir ülkenin siyasi ve ekonomik çıkarı, Türkiye'nin güvenlik ve istikbal önceliklerinden daha önemli olamaz. Bu bakımdan Suriye'nin ne diğer bölgelerindeki ne de İdlib'deki duruma seyirci kalmayacağız. Topraklarımıza tehdit oluşturan kim varsa, gereğini yapacağız" ifadelerini kullanmıştı
Türk Silahlı Kuvvetleri bölgeye yüzlerce araçlık sevkiyat gerçekleştirdi. Aralarında obüslerin de bulunduğu teçhizatlar İdlib’e yönlendirilmiş durumda.
Bu durumu değerlendiren Başkan Erdoğan’ın “Ne pahasına olursa olsun İdlib’i hem kendi halkı hem bölge halkı açısından güvenli bir yer hâline dönüştürmekte kararlıyız” açık beyanına karşı Rusya’dan gelen “Türkiye’nin İdlib’de rejim güçlerine yönelik askerî operasyonu en kötü senaryo olur” açıklamasına karşı Erdoğan’ın karşılığı net oldu: “Rusya’nın bütün kötü senaryolar içinde yer alacağına inanmıyorum.”
NATO’dan gelen “Türkiye’nin İdlib hareketine NATO destek vermeyecek …” açıklaması ise sürpriz olmadı. Zaten Bosna’da BM güçlerine emanet edilen Boşnaklara Hollandalı askerlerin garantisinde nasıl katliamlar yapıldığı hatırlanırsa BM’nin olaya müdahil olması çok da önemli değil.
“Türkiye kendi harekât planını hazırladı, bir gece ansızın gelebiliriz...” diyen Başkan Erdoğan’ın son olarak iki milyona çıkan mültecinin sınıra dayanması karşısında önündeki diplomasi dâhil bütün kanallar tıkanıyor.
Göç dalgasında insanların sığınabilecekleri tek güvenli liman göç dalgasını sınır dışında karşılama kararı alan Türkiye. Türkiye’nin hedefi Rusya’yı vurmadan göç dalgasını sınır dışında tutacak bir güvenli bölge oluşturmak.
Buraya kadar olanlar fiilen yaşananlardır. Bundan sonraki gelişmelerin ne olacağı ise ancak senaryodan ibarettir.
Zalim ve katil Esad, şahsi iktidarı için İran, Rusya ve ABD’nin taşeronudur.
İran, Akdeniz’e inen bir “Pers Koridoru” için Suriye ve Sincar’da hâkimiyet peşindedir.
Rusya, Suriye’de etkinliğini arttırmak, Lazkiye üzerinden Akdeniz’e inme peşindedir.
ABD ise Suriye’yi bölmek ve Kürt Devleti maskesi ile Orta Doğu’da ikinci İsrail kurma peşinde.
Önündeki Türkiye engelini aşmak için FETÖ’yü kullandı ama başarılı olamadı. FETÖ ile Rus uçağını düşürdü, Rusya’nın Ankara Büyükelçisine suikast yaptırdı, Türkiye ile Rusya’yı savaştırmak istedi ama yine başaramadı.
İdlib’deki tezgâh Türkiye ile Rusya’yı savaştırmak üzerine kurulu, herkesin farklı bir hesabı olsa da temelde verilen kavga, bölgenin enerji kaynaklarını paylaşma kavgasıdır.
Suriye ve Esad yönetimini, kimsenin düşündüğü yoktur…
Eğer “Savaşlar başka ülke zavallılarının kendi ülkeleri için ölmeleri sağlanarak kazanılır" diyen ABD'nin meşhur generali G. Patton'un bu sözü gerçekse Türkiye’nin muhtemel müdahalesi karşısında önündeki engel rejim güçleriyle sınırlı kalacaktır.
Evet, onların bir hesabı varsa Allahü teâlânın da bir hesabı vardır.
.
Hayat böyledir…
24 Şubat 2020 02:00
Hayat böyledir, “eğer sende varsa herkeste var, sende yoksa kimsede yok” sözünü herkes duymuştur ama ne anlama geldiğini anlamak için yaşamak gerek.
Damdan düşen bir okuyucu önceki gün yazmış. Diyor ki; "Ne zaman dara düşse yardımda bulunduğum bir arkadaşımı aradım geçen gün… Hoş sohbet konuşup dertleştik… Benim hâlimin vaktimin yerinde olduğunu bilen arkadaşıma samimiyetimize inanarak durumumu anlattım. Sıkıntı yaşadığımı durumu iyi ise destek çıkıp çıkamayacağını sordum. Önce şaşırdı. Şaka yapıp yapmadığımı anlar gibi afalladı. Sonra boğazını temizledi, “nasıl yardımcı olalım?” tarzı yuvarlak bir cümle söyledikten sonra “Aloo? Aloo?” demeye başladı ve kendi kendine 'Hay Allah ses gelmiyor, Alooo…' dedikten sonra telefonu kapattı…
Ne kadar şaşırdım anlatamam… Bir yerde okumuştum… “Sen bir şeyler verdikçe dost görünen çok olur… Bir de sen iste, gör bak! Hepsi birden yok olur!” diyordu.
Mal varlığını kaybetmek acı verici olabilir. Düşüp kalkan birisi; “Çocukken babamın verdiği bozuk parayı tuvalet deliğine düşürmüştüm ve geri almanın imkânı yoktu. Çok üzülmüştüm. Babam paramı daha dikkatli saklamam gerektiğini söylemişti. Dedemse “Para kaybetmek sorun değildir. Ancak o son paransa işte bu sorun demektir.” demişti.
Oysa gerçek daha farklı, belli ki dost kaybetmek para kaybetmekten daha fazla acı veriyor.
Zor zamanlar insanların çevresiyle olan ilişkileriyle yüzleşme zamanıdır çoğu da hayal kırıklığı ile biter. Ama daha önce kullanmadığı pas tutmuş reflekslerini kullanmasını sağlar.
Son günlerde artan benzer darlık hikâyeleri bana haftaya başlarken geride kalmış ama hiç eskimeyen bir tecrübeyi hatırlattı.
Hingeli Fikret Usta “Benim Ankara'da pide kebap salonlarım, süpermarket çapında dükkânım kapıda servis araçlarım vardı. Ne oldu nasıl oldu büyük mağazaların rekabetine dayanamadık, boğuşamadık. Hazır markalar piyasaya girdi, emekçilerin düzeni bozuldu. Rekabet edemeyip dip yapınca hanıma dedim ki: Bu iş buraya kadar. Nasıl olsa emekliyiz yiyeceğimiz bir lokma ekmek, biz Hinge'ye, köye dönelim...
Darlık zamanı çok zordur. İyi günde abi diye kapımıza gelen adamlar kameradan bizi izleyip kapılarında beklettiler. Evet, bir bardak çay istersin o bile farklı gelir.”
İşte tam burası, bu iş buraya kadar dediğimiz yer “yolun sonu değil, yeni bir yolun başlangıcıdır” diyenler Fikret Usta gibi ayağa kalkanlardır.
Hayat böyledir, iş dünyası her zaman tehlikeler ile doludur, bir şirket basit bir hatada bir günde buhar olabilir. Hatta dünyanın en zenginleri bile, beklemediği bir olay karşısında çaresiz kalıp varlığını kaybedebilir. Ama hikâyesini yukarıda anlattığım Hingeli Fikret Usta’nın deyimiyle “Milyon nüfuslu iş merkezlerinde kaybettiğinizi dağ başı bir köyde bulabilirsiniz.”
Asıl kayıp, mal varlığını değil kişinin “dostlarını” kaybetmesidir. Bizimle tecrübelerini paylaşan Rizeli rahmetli Hilmi Amca (Kavalcı); "Para akıllıdır, su gibi gideceği yeri bilir. Ama serbest bırakılmaz, hapsedilirse kokar, bozulur. Eskiden büyük, küçüğü yutar derlerdi ama şimdi hızlı olan yavaş olanı yer, onun için paylaşımcı olacak ve koşacaksın, kim koşarsa o kazanır, bu da zor değildir. Zor olan dost kazanmaktır, insanlar paraları olmadığı için değil dostları olmadığı için başarısız. Sen dost kazanmaya bak" demişti.
Gerçek arkadaşı olmamak, yalnızlığın en kötüsüdür… “Dost kazanmak”, kaybettim diyenler için yeni hayatını kurmaya başlarken en garantili yoldur
.
Yer demir gök bakır olsa…
28 Şubat 2020 02:00
Hayatımızı kolaylaştırmak için peşinden koştuğumuz her yenilik bizi daha aşağılara çekiyor, giderek artıyor mutsuzluğumuz.
Ünlü Rus yazar Solzhenittsyn, Amerika’ya yerleştiği zaman kendisinin büyük sıkıntılardan, ruhi bunalımlardan kurtulacağını zannetmişti. Ama öyle olmadı, bir gün bir üniversitede gençleri başına toplayarak onlara şunları söyledi:
“Ben buraya gelince çok bahtiyar olacağımı zannetmiştim. Ne yazık ki burada da büyük bir boşluk hissediyorum. Çünkü siz artık maddenin esiri olmuşsunuz. Evet, burada hürriyet var, herkes istediğini yapıyor. Fakat yalnız maddeye önem veriliyor. Ruhlar boş. Hâlbuki insanı hakiki insan yapan onun gelişmiş, temizlenmiş ruhudur. Size tavsiyem şudur. Ruhunuzu geliştirmeye, güzelleştirmeye bakın. Ancak o zaman ülkenizdeki sizi üzen çirkinlikler yok olmaya başlar. Dine önem verin; çünkü din ruhun gıdasıdır.”
Ruh maddiyat ile beslenmez ve onun gıdası Allahü tealaya iman, inanç, ibadet ve kulluktur.
Metropoliten hastanesi beyin cerrahisi kliniğinin direktörü olan Prof. White diyor ki:
“Ameliyat için getirilen çocuk altı yaşında, sevimli, çok güzel, canlı, zeki, neşeli bir kızdı. Fakat muayene sonunda beyninde büyük bir ur olduğunu gördük. Ameliyata aldık. Bu tümör ile bağlantı hâlinde bulunan bir kist onu çok genişletmişti. Ben içi su ile dolu olan parçadan ameliyata başladım. Fakat felaket. Yarım küre şeklinde olan kistli tümör birdenbire küçülüverdi ve sathındaki geniş damarlar yırtıldı. Ameliyat sahası üzerine kan fışkırmağa başladı. Oluk gibi akan kanı durdurmak için arkadaşlarımızla birlikte elimizden geleni yapıyorduk. Fakat kanı durduramıyorduk. Artık muharebeyi kaybedeceğimizi görüyorduk. Çocuk elimizin altında ölüyordu. Üzerimize büyük bir hüzün çökmüştü. Ben patlayan damarlar üzerine pamuk parçaları koyarak kanamayı durdurmaya çalışıyordum. Kanama durur gibi oldu. Fakat elimi kaldıramıyordum. Çünkü elimi kaldırırsam kanamanın tekrar başlayacağını ve bu sefer artık bir şey yapmak imkânı kalmayacağını biliyordum. Çocuğa kan verilmeye başlandı. Benim parmaklarım hâlâ pamukların üzerindeydi.
Bu dakikada kendimi ne kadar aciz ve kudretsiz hissettim.
Benim gibi zavallı bir insan, nasıl olur da kendinde bir küçük kızın beyninde meydana gelen tümörü kesip çıkarma cesaretini bulabilirdi? Nasıl olur da böyle muazzam bir işin mesuliyetini üzerine alabilirdi?
Adına beyin dediğimiz ve en muazzam işleri gören, insana şahsiyet veren, ona zekâ, hatıra, heyecan, his, zevk, ızdırap düşünce ve hayat gibi türlü kudretler bahşeden, ancak Allahü tealanın yaratabileceği bu muazzam esere bir zavallı insan nasıl olur da dokunabilirdi?
Aradan yarım saat geçti. Ameliyat odasında tam bir sessizlik vardı. Hepimizin tansiyonu son derece yükselmişti. Herkes ve ben elimi kaldıracak olursam yeniden oluk gibi kan akmağa başlayacağını ve bunun da çocuğun ölümü olacağını biliyorduk.
İşte o zaman Allahü tealaya dua etmeğe başladım ve onun yardımına sığındım:
“Allah’ım parmaklarıma gereken kuvveti ver de ben bu kan akmasını önleyebileyim” diye yalvardım.
O zaman içimi büyük bir ferahlık kapladı, çünkü artık Rabb’ime tevekkül etmiştim. Şimdi sükûnet ile parmaklarımı kaldırabileceğimi ve kanın artık akmayacağına inanıyordum. Allahü tealanın mevcudiyetini bütün ruhumda hissediyordum.
Yavaş yavaş parmaklarımı kaldırdım; kan durmuştu, bundan sonra ameliyat yapmak kolaydı.
Ameliyat tam 4,5 saat sürdü. Bir hafta çocuğun yanından ayrılmadım. Onun yavaş yavaş iyileştiğini gördükçe ne kadar seviniyordum. Bugün çocuk on yaşındadır ve tamamen sıhhatli, neşeli, mesut bir yavrucak olmuştur.
Allahü tealanın nimetleri güneş gibi meydandadır. Başkalarından gelen iyilikler, yine ondan gelmektedir. Başkalarını vasıta kılan, onlara iyilik yapmak isteğini veren, onlara iyilik yapabilecek gücü, kuvveti veren, yine odur. Bunun için, her yerden, herkesten gelen nimetleri gönderen hep odur.
Onun yardımına ihtiyacımız olduğunu kabul ettiğimizde “yer demir gök bakır olsa” sıkıntılar çözüm yoluna girmiş demektir.
.
Hedefleri Suriye değil, Türkiye'dir…
2 Mart 2020 02:00
İdlib'deki krizin çözüme kavuşturulması için Batı'nın tutumunu değiştirmesi şart diyenler durumu düzeltmek için kendilerini değiştirmeyi hiç düşünmüyorlar.
Savaş kazanan içinde bir yıkımdır, kendisine koşulacak bir hengâme değildir ancak biz istemesek de o bize geliyor. Bir tercih de değildir ancak bir mecburiyet olarak gelip kapıya dayanır. İçerideki dört milyon mülteciye artı dört daha göndermeye kalkıyorlar.
“Türkiye İdlib’den çekilsin” diyenler Batı’nın bununla da yetinmeyip savaşı içeriye taşıyacaklarını görmüyorlar mı?
Hedef Suriye değil, Türkiye’dir. İdlib'de vermediğimiz savaşı yarın Şırnak'ta, Hatay'da, Gaziantep'te, Şanlıurfa'da vermek zorunda kalırız. Yüzyıllık teslimiyetçi yapıda, eğer ipin ucunu Batı’ya teslim edersek sonunda sürükleneceğimiz yer yeni bir Balkan muhacereti yaşamaktır. Türkiye artık yeni mülteci akınlarını göğüsleyemez.
Önceki gün Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Dolmabahçe bürosunda milletvekilleriyle yaptığı görüşmede karşı karşıya kaldığımız tehdidi net ortaya koyuyor.
"Bugün Kamışlı’da, Tel Abyad'da, Cerablus'ta, Menbiç'te, El Bab'da, İdlib'de vermediğimiz savaşı Allah göstermesin yarın Şırnak'ta Hatay'da Gaziantep'te Şanlıurfa'da vermek zorunda kalırız. Karşımızdaki senaryonun asıl hedefi Suriye değil, Türkiye'dir.”
Adam trafiğin çok yoğun olduğu büyük bir caddenin kenarında durmuş, karşı kaldırıma geçmeye çalışıyor ama beceremiyormuş. Bir ara karşı kaldırımda bir adam görüp ona seslenmiş: “Sen oraya nasıl geçtin?” Karşı kaldırımdaki cevap vermiş, “Ben burada doğdum…”
Bazı insanlar, karşı kaldırımda olmayı bir hak olarak görmezler. Eğer bu güne kadar yaptıklarınızı aynen sürdürürseniz elinize geçen hep aynı şey olur. Yarın bu günden farklı olmadığı gibi daha da kötü olabilir.
Derler ki; “delilik aynı şeyleri yapmaya devam edip farklı sonuçlar beklemektir.” Hiçbir zaman dünya şartlarını değiştirip kimseyi ödüllendirmez. Kimse mazlumu sırtlayıp karşı kaldırıma geçirmez… Yunan polisi sınırdaki mültecilere gaz bombası atarak göç dalgasını frenlemeye çalışıyor ama bu dalgaların artık freni yok.
Başkan Erdoğan açıkça beyan etti; "Bugün sadece Suriye'de eğitilmiş ve donatılmış bölücü terörist sayısı 40 bin ile 60 bin olarak ifade ediliyor. Suriye'deki mücadeleyi başarıyla sonuçlandıramazsak teröristlerin çoğu ülkemize yönelecektir. Öyleyse Suriye'de verilen mücadelenin hepimizin geleceğiyle ilgili olduğunu herkesin görmesi ve kabul etmesi gerekiyor."
Sahada inisiyatifi karşı tarafa bırakarak Putin’le yapılacak görüşmeler üzerinden çözüm beklemek vakit kaybıdır. Daha önceki görüşmeler sadece zalimlere zaman ve cesaret verdi. Gereğinden fazla sükût korkaklık olarak anlaşılır.
Millî Savunma Bakanlığı, İdlib’de Esad rejimi güçlerinin saldırılarının ardından Türk Silahlı Kuvvetleri, Esad rejimi güçlerine başlattığı askerî harekâtta 200'den fazla rejim hedefinin vurulduğu görüntüleri kamuoyu ile paylaştı. 200'den fazla hedefin ağır şekilde vurulduğu SİHA operasyonunda en dikkat çeken görüntü, Rus yapımı Pantsir S-1 (Sa-22) hava savunma sistemlerinin imha edildiği anlara ilişkindi.
Rus kuvvetlerine eşlik eden askerî muhabir "İdlib semalarında Türk SİHA'ları göründüğü anda savaşın seyri değişti. Bu SİHA'ların kullanılmasına baktığımızda, Türklerin paraya acımadıkları anlaşılıyor" dedi.
İdlib neticede Konya Ovası kadar bir yer ama geleceği hepimizin geleceğini belirliyor…
Kim geri adım atacak?
6 Mart 2020 02:00
Bu satırları yazarken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Moskova'da bir araya gelmesi bekleniyordu. Erdoğan ve Putin'in görüşmesi, İdlib merkezli Türkiye-Rusya ilişkilerinin geleceğini de belirlemesi açısından önem taşıyor.
Zirve’den çıkacak sonuç muhtemelen tarafların zirve öncesi yaptıkları açıklamalara uygun olacak.
Rusya ziyaretinden beklentisinin sorulması üzerine Sayın Erdoğan, "Bölgede süratle ateşkesi sağlayabilmek" dedi. Görüşmeye ilişkin Kremlin’den yapılan açıklamada ise “Putin ve Erdoğan'ın İdlib konusunda bir uzlaşı sağlamasının ve ortak tedbirler alınmasının umulduğu” belirtildi.
Bundan sonra ne olur, Türkiye İdlib'de bundan sonra ne yapacak? "şimdilik" diplomasi yolunun daha ağır bastığı görünse de sahadaki durum değişir mi?
Suriye ordusuna İdlib çatışmasızlık bölgesi sınırları dışına çekilmesi için şubat ayı sonuna dek süre veren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan "Sayın Putin'e 'önümüzden çekilin, bizi rejimle baş başa bırakın' dedim" ifadelerini kullanmıştı.
Akabinde, Türk Silahlı Kuvvetleri, konumu bilinen tüm Suriye askerî pozisyonlarını kapsayacak şekilde bir misilleme saldırısı başlattı ve saldırıları sonucunda Suriye ordusuna önemli kayıplar verdirildi.
“Diplomasi” ağır ve hantal bir süreç olsa da sözün ağırlığını sahadaki güç belirliyor. Son gelişmeler dikkate alındığında acaba Rusya Türkiye’nin “İdlib’de uçuşa yasak bölge kurulması ve bölgede yer alan bir milyondan fazla Suriyelinin korunup barındırılacağı bir güvenli bölge kurulması” taleplerini kabul ederek İdlib’deki katliama verdiği desteği çekecek mi?
Zirve sonrası yapılan muhtemel açıklamalar en iyimser görüşle Erdoğan ve Putin'in bölgede durumun normalleştirilmesi için uzlaştıklarını açıklamış olsalar da, Şam yönetiminin Soçi Mutabakatına uymaya mecbur edilmemesi ve kalıcı ateşkes ilan edilmemesi durumunda Türkiye’nin daha önce ilan ettiği türden kapsamlı bir operasyonla bölgeye müdahalesi kaçınılmaz olur.
Daha önce basına yansıyan senaryolarda, Rusya’nın, Türkiye’nin etrafı Suriye ordusu ile çevrili hâlde bulunan gözlem noktalarını geri çekme karşılığında sınırda 10 kilometre derinlikte bir tampon bölge kurulması formülünün kabul görmediği kaydedilmişti.
Ancak son Türkiye operasyonları Rus destekli rejim güçlerinin İdlib’deki pozisyonlarını ciddi ölçüde sarsarken ve dünya kulaklarını dikerken Rusya’nın bunu görmezden gelmesi zor.
Türkiye'nin olası artçı operasyonunda Suriye ordusunun yanı sıra Rus ordusuyla da karşı karşıya kalması kaçınılmaz bir senaryo olarak görülse de, bu durum sadece Türkiye ile değil NATO müttefiklerini de Rusya ile karşı karşıya getirir.
Sonuç şudur; Türkiye geldiği yerden geri çekilerek İdlib’de bir “Srebrenitsa Katliamı” yaşanmasına ve tehdidin sınırlarımıza dayanmasına asla müsaade etmeyecektir.
Temmuz 1995'te Yugoslavya iç savaşı sırasında Sırp ordusu, "Krivaya 95 Harekâtı"nın bir parçası olarak Srebrenitsa'yı işgal etmişti.
8 binden fazla Müslüman Bosnalı kadın, çocuk, yaşlı, genç, erkek demeden Sırplar tarafından hunharca öldürülürken ne Birleşmiş Milletler ne de kentte bulunan Hollanda Barış Gücü askeri alçakça katliama mâni olmamıştı.
Şu an Türkiye sınırındaki çadır Kentlerde 1 milyona yakın Suriyeli kalıyor, bir o kadarı da yollarda. Türkiye’nin artık bu göç dalgalarına da tahammülü yoktur.
Türkiye’nin yol haritası bellidir, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle; “Hiçbir ülkenin siyasi ve ekonomik çıkarı, Türkiye'nin güvenlik ve istikbal önceliklerinden daha önemli olamaz. Bu bakımdan Suriye'nin ne diğer bölgelerindeki ne de İdlib'deki duruma seyirci kalmayacağız. Hassasiyetlere riayet edilmemesi hâlinde topraklarımıza tehdit oluşturan kim varsa, gereğini yapacağız..."
Bu senaryonun gerçekleşmemesi Rusya’nın geri adım atmasına bağlıdır zira geldiğimiz yerden bizim geri adım atmamız artık söz konusu değil...
.
Suriye savaşında devre arası!..
9 Mart 2020 02:00
Âdeta mini bir dünya harbinin yaşandığı Suriye’de Rusya ve ABD’nin ne yapmak istediğini anlamaya çalışmak bizim yakın gelecekte atacağımız adımlar açısından büyük önem taşıyor.
Putin veya Trump fark etmez, aralarında bir fark yoktur. Her ikisinin gayreti İsrail’in güvenliğini sağlamak, sınırlarını genişletmek, risk oluşturan bütün yapılanmaları dağıtmaktır. Her ikisinin de Suriye'deki hareket planı İsrail merkezlidir ve temelde Siyonist kuşatma ve saldırganlık örnekleridir. Kullanılan devletler farklıdır o kadar.
İki emperyalist güç vekâlet örgütleri kullanarak bölgeyi yaşanamaz hâle getirdiler. Bölgenin insanları canlarını kurtarmak için göçe zorlandılar. Böylece hem Türkiye’yi bir toplama kampı hâline getirip ekonomik ve sosyal açıdan zora sokmak hem de kurmak istedikleri “kanton devletlere” temiz arsa temin etmek istediler.
Ama zor oyunu bozar!
ABD’nin nihai hedefi; Suriye’nin Türkiye sınırında PYD-YPG-PKK’yı kullanarak ikinci bir İsrail devleti kurmaktır. Kürt asıllı teröristler sadece taşeron, bir maskedir. ABD Suriye’de Irak’ta olduğu gibi federal bir sistem istiyor. Yani küçük devletçikler, bu sistem Suriye’nin bölünmesi demektir.
Zaten şu anda Suriye savaşa taraf ülkeler tarafından parsellenmiş durumda. Gelecek için Suriye’nin toprak bütünlüğünü konuşmak tam bir hayaldir.
Rusya’ya gelince Suriye’yi Moskova için bu kadar önemli kılan nedir?
Mesele Suriye’deki Baas rejimini ayakta tutmak değil, Doğu Akdeniz’deki askerî varlığını korumak ve genişletmektir. Bunu büyük ölçüde gerçekleştirdi.
Şam’daki rejimin yıkılması durumunda Suriye üzerindeki nüfuzunu kaybedeceğini düşündüğü için bu ülkedeki iç savaşa müdahale etti ve Suriye’deki askerî varlığının kapasitesini ciddi oranda artırdı. Tartus’taki deniz üssünü genişletirken, Lazkiye yakınındaki Hmeymim’de önemli bir hava üssü kurdu.
Son durum ve büyük resme, önceki gün Kremlin'de imzalanan protokol ile ortaya çıkan haritaya bakalım. M4 Karayolu tam da İdlib’i kuzey-güney kuşağında ortadan kesiyor. Yolun altışar kilometrelik kuzey-güneyinden bir güvenlik kuşağı ile sarıyor. Yolun Hatay sınırına kadar olan kent merkezli bölümü sahaya yerleşen Türk silahlı kuvvetlerinin kontrolüne bırakılıyor.
Bu saatten sonra buraya müdahale doğrudan Türkiye’ye müdahale anlamına gelir, bunu kabul ettiler.
Dolayısıyla bölgede barış istemeyen yapının ayarı bozuldu. Bu yapı her iki süper güce hükmetmeye çalışan “Siyonist-Evangelist” paralel derin devletlerdir. ABD ve Rusya’nın varlığını, İsrail’in Büyük İsrail hayalini besleyen Suriye’de iç savaşın devamıdır.
M4 Kuşağının kontrolümüzdeki güney bölgesinin rejim güçlerine bırakılmış olması kayıp görünse de asıl olan kuzey bölge ile Afrin'de yarım kalan “Güvenlik Kuşağı”nın son halkasının Lazkiye’ye kadar tamamlanmasıdır.
Güvenli bölge demek terör örgütlerinden temizlenmiş yaşanabilir alan demektir. Barış ortamı sağlandığında mültecilerin kendi evlerine dönmesi beklenebilir. Bu tersine göç, kendi nüfusunun yarıdan fazlasını bombalayarak ülke dışına sürerek “mezhebe dayalı” nüfus arındırması peşindeki Esad’ın oyununu da bozacaktır.
Eğer Türkiye bu gelişmelere baştan beri müdahil olup seyretseydi etrafımız bugün bir güvenlik kuşağı değil bir “Terör Kuşağı” ile çevrilmiş içeride ise 8 milyonu zorlayan bir devasa mülteci kitlesi ile baş başa kalmıştık. Bu ise hayal bile edilemez bir kargaşa ve çatışma ortamı demektir.
Petrol yataklarını gasbetme, askerî üstünlük alanlarına hâkim olma, Akdeniz’e koridor açma ve nihayetinde Büyük İsrail hayaline hizmet peşinde olan ABD, RUSYA ve İRAN ve onun vekâlet savaşçıları bu sürecin ikinci ayağına, ayakları kırık giriyorlar.
Kurmak istedikleri “Yeni Dünya Düzeni" için Suriye'de milyonlarca kişinin ölmesi, Suriye kentlerinin harabe hâline gelmesi ve Suriye ekonomisinin çökmesi gerekiyordu, öyle de yaptılar.
Ancak, "Kremlin Ateşkesi" bu sürecin devre arasıdır.
İlk yarıdaki hamlelerimiz ve sonuçları, gelen tepkilere bakıldığında saldırganların oyununu fena bozdu. Ardan Zentürk haklı: “Meğer biz Suriye’nin değil, İsrail’in topraklarına girmişiz(!)
.
İnsanlığı zihnen “karantinaya” aldılar…
13 Mart 2020 02:00
Dünyada "Koronavirüs vakalarının” giderek yayılması ve artmaya devam etmesi nedeniyle hisse piyasaları 2008 krizinden beri en büyük değer kaybına uğradı.
Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü'nün (OPEC) 14 üyesiyle, diğer petrol üreticileri; koronavirüsün petrol talebinde azalmaya neden olunca ne yapacakları konusunda anlaşamıyor.
Sonuç, 1991'deki Körfez Savaşı'ndan beri en büyük değer kaybına uğrayarak petrol fiyatları yüzde 30 düştü.
Çin’de yılandan veya yarasadan yapılan yemeklerden bulaştığı iddia edilen koronavirüs ile ilgili bu gelişmeler tüm dünyada yakından takip edilirken flaş bir iddia ortaya atıldı. ABD yapımı olan “Venom-zehirli öfke” filminin bir sahnesinde kadının üstündeki elbisede “corinne” yazması mevcut bir tartışmayı alevlendirdi.
Diyorlar ki: "Koronavirüs salgını Çin’in ekonomisine fren yaptırmak için laboratuvar ürünü kontrollü bir salgındır ve ileride yapılması muhtemel daha çaplı saldırılar için sınırlı bir uygulamadır.”
Çok daha önceden başlayan ve hayranlıkla izlediğimiz Hollywood filmleri bu projenin planlı bir projenin parçası olarak yapılacak operasyonlara zemin hazırlıyor. Soruyorlar; bilinçaltı mesajlar mı veriliyor? Bu filmleri hazırlayanların arkasındaki güç Amerikan Derin Devleti mi?
İnsanlığı yok edebilecek salgınları konu alan Hollywood yapımı bu filmlere birkaç örnek verelim.
Carriers (Veba) filminde salgından kurtulmanın kuralları oldukça basittir; hiç kimsenin ulaşamadığı bir kumsala yan yollardan gitmek, her ne pahasına olursa olsun diğer insanlarla temastan kaçınmak. Crazies (Salgın) şehir sularına karışan ne olduğu belirsiz zehirli bir madde, kasaba sakinlerini psikopat katillere dönüştürmüştür. Bunu fark eden yetkililer, kasabayı karantinaya almaya karar verirler. Contagion (Salgın) filminde hava ve solunum yoluyla rahatlıkla geçen ve insanları birkaç gün içinde öldüren, ölümcül bir virüs salgın şeklinde yayılmaktadır. Outbreak (Tehdit) filminde, Zaire’de ortaya çıkan çok ciddi ve ölümcül bir virüsün Amerika’ya da geldiği tespit edilir. Eğer tedbir alınmazsa birkaç hafta içinde bütün Amerika’yı yok edebilecek kadar tehlikeli bir virüstür bu. Flu (Grip) filminde de aniden baş gösteren bilinmeyen bir hastalık solunum yoluyla bulaşmaktadır ve hastalığı kaptıktan 36 saat sonra ölüm gerçekleşmektedir.
Dünya gittikçe küçülürken, dilden dine, kültürden cinsiyete kadar her şeyin satılabilir birer metaya dönüştürülmesinde en etkili silahı büyük paralar harcanarak çekilen filmler, küresel bankerlerin emrinde olan sinema sanayidir.
“Hollywood” bütün dünyaya ulaştırdığı mesajla, korkunun bütün coğrafyalara dağılmasını sağlayan, toplumları sindirme politikası için çalışan derin bir yapıdır. “Sinemanın gösterme gücünü” kitleleri dönüştürmek ve pasifize etmek için kullanmaktadır.
Hollywood’da hiçbir film yalnızca eğlendirme maksatlı değildir, her filmin bir gayesi vardır. Yukarıda isimleri zikredilen filmlerle zaten bütün insanlığı önce zihnen “karantinaya” aldılar.
İnsan aklı Hollywood sineması tarafından uykuya yatırılmaktadır. Karanlık bir ortamda, dev boyutlardaki ekranlarda görüntü ve yüksek sesin sarıp sarmaladığı insan şuurunu uykuya yatırmakta ve hapsetmektedir.
Kolay teslim almanın en kolay yolu işte bu psikolojik saldırı ile “kitleleri daha mücadele başlamadan mağlup ilan etmektir.”
Yaptıkları iş “şüyuu (bir şeyin abartılarak yayılması) vukuundan beterdir” dedikleri cinsten. Fakat… Son olarak İdlib operasyonları ile Türkiye bütün kabulleri, ezberleri bozdu. Herkes görecek ki yakın gelecekte bu "büyü" bozulacak...
.
Mendil parçasına sığınan dünya!..
16 Mart 2020 02:00
Koronavirüsün ardından maske ve el dezenfektanları yok satıyor, stoklar tükenmiş. Koronavirüs salgını mücadelesinde ağır dönemler geçiren insanlık adına “maske” dedikleri bir mendil parçasına muhtaç duruma düştü.
Suriye felaketinde canlarını kurtarmak isteyen insanlara sınırlarını kapatan gelişmiş AB ülkeleri cüssesi gözle fark edilemeyen bir virüse kapılarını kapatamadılar.
Dünyanın farklı kültürlerini buharlaştıran, insanı, aileyi, toplumu ayakta tutan din, ahlak, fazilet, adına ne varsa yerle bir eden seküler kapitalist sistemin bütün gücü bir virüse teslim oldu.
Ülkeler önce dışarıya sonra kendi içlerine kapanıyor! Sivrisinekle helak olan Nemrud gibi saraylarına kapanarak kendilerini emniyete almaya çalışıyorlar.
Nuh aleyhisselamın oğluna “Gel gemiye bin kurtul” çağrısına kulak tıkayıp “Yüksek dağlara çıkarım” diye reddetmesi gibi sanat, siyaset, felsefe, para üzerinden dünya hâkimiyeti peşinde koşanlar, talan oyunu oynayanlar, ağızlarını kapatacak bir mendil parçasına sığındılar.
Menfaatleri uğruna zulümleri sınır tanımayanlar cürümleri karşılıksız mı kalacak zannediyor?
Virüs salgını nedeniyle dünya genelinde 114 binin üzerinde insan enfekte oldu. 4 binin üzerinde insan salgın nedeniyle hayatını kaybetti. Çoğu ülkede paniğe kapılanlar, marketlerde makarna ve pirinç gibi uzun ömürlü gıda ürünleri ile hijyen malzemeleri, kolonya ve tuvalet kâğıdı gibi temizlik ürünlerine saldırdı.
Bu kâbusun ne zaman biteceği hakkında kimse bir şey bilmiyor. Yapay zekâlarının dili tutuldu. Ama kesin olan bir şey var bittiğinde insanların yüzlerindeki koruyucu maskenin derin izleri uzun müddet silinmeyecek.
Tekno-paganizm çağının iflasına hoş geldiniz... Bu kâbus bittiğinde herkesin anlatacak bir hikâyesi olacak.
Daha önce yaşanmış hikâyesi olanlar bu panik ortamında en az sıkıntı ve korku yaşayanlar olacaktır. Bu da onların geçmişte yaşadıkları travmaların ödülüdür.
Ziyaret için gittiği hastanede diğer hastalar ve ziyaretçilerle depreme yakalandı. Beş katlı blok, şiddetli sarsıntıyla çökerek tek katlı çelik ve betondan oluşan bir gofret hâlini aldı. Kendisi ve birkaç hasta, yarım metre yüksekliğinde, kımıldamalarına bile müsaade etmeyen dar bir alanda iki gece ve gündüz toz yutarak, sadece birbirlerinin soluk alışlarını dinleyerek ve sesleri kesilinceye kadar bağırarak geçti. Kolonların altında kalmış kol ve bacakların, parçalanmış gövdelerin arasında korku ile kurtarılmayı beklediler.
İkinci günün akşamı, yukarıda açılan ancak bir insanın sürünerek çıkabileceği delikten çıkarıldıklarında kimse onların hayatta olduklarını umut etmiyordu.
Her an üzerlerine çökecek beş katlı bir bina enkazının altındayken aldığı en önemli dersin ne olduğunu sordum:
“Eğer içecek suyun, yiyecek ekmeğin varsa ve yattığın yerden hiçbir engelle karşılaşmadan kalkabiliyorsan şikâyet etmen gereken hiçbir şey yoktur!..”
Bulduğu her kusur için kendisine ödül verileceğini zanneden “Kusur avcıları” maskeniz var mı?
.
İnsanlık yol ayırımında mı?..
20 Mart 2020 02:00
Dünyanın koronavirüs ile mücadelesi devam ederken çoğu ülkede büyük sanayi kuruluşları, ticari yapılar, şirketler hatta siyasi yapılar salgın sonrasında ayakta kalmanın yolunu arıyor. Çünkü devletler ve toplumlar bu mücadelede sağlıktan güvenliğe kadar sayısız sektörde imtihandan geçiyor. Ve çoğunun başarılı oldukları söylenemez.
Bu imtihan, salgında ne kadar insanın öldüğü ile sınırlı değil. Alınan tedbirler insanların hayatını korumakla beraber geleceğini korumaya da yöneliktir. Her afet sonrası gibi can derdi bitince mal derdi başlar.
Tarihte yaşanan veba, çiçek, kızamık, kızıl, kolera, tifo ve benzeri büyük salgınlar toplumların yapılarını derinden sarsmış ve önemli değişimlere yol açmış, toplumsal yapı üzerinde önemli etkileri olmuştu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, önceki gün Çankaya Köşkü'nde “Koronavirüsle Mücadele Eşgüdüm Toplantısı”ndaki konuşmasında “Yaşadığımız sürecin insanlık üzerinde ne gibi sonuçlar ortaya çıkaracağını henüz bilemiyoruz. Bugünkü dünyanın nasıl bir geleceğe evrileceğini kestirmek zordur. Ancak, artık hiçbir şeyin eskisi gibi gitmeyeceği, gidemeyeceği de açıkça ortadadır” ifadesi küresel ekonomik, siyasi ve sosyal düzende yaşanması muhtemel köklü değişikliklere işarettir.
Sanki insanlık korkutulup, sindirilerek yeni bir dünya düzenine sürükleniyor. Bu düzen insanların robotlaşıp isimlerin silinip numaralandırılacağı, bileklerine takılacak “çipler” ile takip edileceği bir düzen. Virüsün, tedavüldeki kâğıt para ile yayıldığı fikrinden hareketle “Bitcoin" yani dijital para kullanımı başlasın hem parayı hem taşıyıcısını kontrol ederiz diyorlar.
Korona salgını korkusu köpürtülerek yeni bir dünya düzeninin provasını yapıyorlar.
Salgını önlemenin ötesinde yeni bir toplum düzeni inşa etmenin işaretlerini görüyoruz. Bir savaş yöntemi, bir intikam aracı, ülkeleri çökerten bir saldırı yöntemi olarak kullanılacak sanki. O zaman sağlık meselesi olmanın ötesinde yepyeni bir mücadele ile karşı karşıya kalacağız demektir.
Petrolden sonra ilk çöküşler turizmde, seyahat ve turizm durdu, Eğitim ve kültürel faaliyetler de durdu. İlk teslim olan ülke İtalya oldu, ülkenin tamamı karantina altına alındı. Ülke pes etti. İnsanlara evlerinden çıkmama çağrısı yapılıyor. Okullar kapalı, turizm bitti, şehirler hayalet şehirlere döndü.
“Uluslararası sistem" dedikleri sömürü düzeni yerini kaosa bıraktı. Harvard Üniversitesi’nden bilim tarihçisi Hannah Marcus, New York Times’a yaptığı açıklamada, ‘Salgın hastalıkların tarihsel olarak marjinalleştirilmiş insanların zulümlerine yol açmasına karşı dikkatli olmalıyız” demiş. Marcus yanılıyor, asıl korkması gereken kaymak tabakadır. Geçmişte salgın hastalıklar ve vebalar genellikle yoksulların ve savunmasızların mağdur olmasına yol açıyordu ancak bu defa durum farklı.
Korku hepimize yeni bir hayat biçimi dayatıyor, ama durduğu yeri değiştirmek yoksullar için daha kolay çünkü arkada bırakıp vazgeçeceği şey çok fazla değil.
Muhtemelen büyük şehir insanları yaşadıkları dünya ile bir hesaplaşma yapacak, aynaya bakacak ve “Bu karmaşa dünyasının sustalı ve çipli maymunu olacağıma, kırsal dünyanın hür çobanı olurum” diyecek.
Ama ne var ki, artık köye koşan bugünkü insan, köyden kaçan dünkü insan değil. Toprakla hiç ülfeti ve muhabbeti kalmamış, ekip biçmeyi bilmeyen kırsalla tek ilişkisi “semaver”le sınırlı...
.
Batı uygarlığı “Buz Pistleri”nin üzerinde
27 Mart 2020 02:00
Avrupa virüs salgınında ölenlerin cesetlerini buz pistlerinin üzerine istiflerken içerideki Batı kompleksine kapılmış sözde aydınlar dar zamanları bile kendi kültür ve milletini hakir görmek için bir fırsat olarak kullanıyor.
İngiltere Başbakanı Boris Johnson virüsle mücadeleye başlarken “sürü bağışıklığı” yolunu seçmiş ve “ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” demişti. Virüs de gidip Galler Prensi Charles’ı seçti. Acaba diyorum, benzer bir durum bizde yaşansaydı neler olurdu?..
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “önümüzdeki birkaç haftalık dönemi iyi yönetip, hem tıbbi, hem de psikolojik ve ekonomik olarak salgının üstesinden gelebilecek dirayeti ortaya koyabilmeliyiz. Sonrasını sabır ve dua ile aşacağımıza inanıyorum” demesine bile tahammül edemediler.
Avrupa Birliği üyesi ülkelerin, kendilerini yalnız bırakan birlik ve üyelerine “meğer birlik bir masalmış” diye tepkileri artarken Türkiye çoğu ülkenin tıbbi malzeme, maske, tanı kiti, dezenfektan gibi ürünler ile uzmanlık desteği taleplerini karşılıyor.
Kendini aşağılamak ve aşağılanmaktan beslenenler için yeteneklerimizi anlatmak zaman kaybıdır.
Bugün dünyanın kâbusu hâline dönen koronavirüs (Covid-19) salgını karşısında çaresiz kalan Batılılar iki asır evvelinde de hastalıklara karşı tamamen çaresizdi ve ancak sonradan Müslümanlardan öğrenerek ve tecrübeler yaparak dinimizde emrolunduğu gibi gayret ederek bugünkü tıp ilmini öğrendiler.
Demek ki tam da öğrenememişler…
Birinci Napolyon 1798’de Akka kalesini muhasara ettiği zaman, ordusunda veba zuhur etmiş ve salgın karşısında çaresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı.
O zaman yazılan bir Fransız eserinde şöyle demektedir:
“Türkler, ricamızı kabul ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nur yüzlü kimselerdi. Önce dua ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhur eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tembih ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihayet tekrar ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak ve tekrar dua ederek ve bizden hiçbir ücret almadan yanımızdan ayrıldılar...”
Fransız yazarın naklinde dikkat çekici hususlar var: “Türkler, ricamızı kabul ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nur yüzlü kimselerdi. Önce dua ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar...”
Duayla başlayan ve dua ile biten bir operasyon… Çünkü “Dua” Allah’a yalvararak bir şeyin olmasını istemektir ve iki türlüdür: “Lafzi dua”, Allahü teâlâdan sözle istemektir. İkincisi ise “Fiilî dua”dır ve istenilen şeyin sebebine yapışmaktır.
Allahü teâlâ, her şeyi, bir sebeple yaratmaktadır. Allahü teâlâdan bir şey isteyenin, bu şeyin yaratılmasına sebep olan şeyi yapması lazımdır. Mesela, bir yeri ağrıyanın, ağrı kesici bir ilaç kullanması lazımdır ve ilacı kullanması, fiilî dua etmek olur.
Müslümanın, meşru olan bir sebebe yapışması lâzımdır. Çünkü Allahü teâlâ sebebi, istenilen şeye kavuşturmak için, bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hâsıl olmasına sebep olan işi yapmayıp da, sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeğe benzer.
“Sonrası sabır ve dua ile aşacağımıza inanmak..
.
Demir Ökçe
30 Mart 2020 02:00
Ne zaman ve nasıl biteceğini henüz kestiremediğimiz “evde kapalı günler” kitap okumak için hepimize bir fırsat veriyor. Ben de; öğrencilik yıllarında rahmetli Başyazarımız Yalçın Özer’le okuyup, üzerinde tartışmalar yaptığımız yazar Jack London’ın “Demir Ökçe” romanını baştan aldım.
“Demir Ökçe” romanı oligarşinin ABD’de (Oligarşi, küçük ve ayrıcalıklı bir grubun iktidarda olduğu yönetim şeklidir) ortaya çıktığı, küçük ve orta ölçekli işletmeler iflas ederken orta sınıfı da sıkmayı başaran sermaye baronlarının 1912-1932 tekelci yıllarını anlatıyor.
Roman için yazar Anthony Meredith “1912-1932 arasındaki buhranlı yılları kapsayan çalkantılı bir dönemde yaşamış insanların ruhsal durumlarının Jack London'ın Demir Ökçe'de olduğundan daha canlı tanımını başka hiçbir yerde bulamayız. Hataları, bilgisizlikleri, kuşkuları, korkuları, yanılgıları, etik kuruntuları, şiddet içeren tutkuları, akıl almaz alçaklık ve bencillikleri gibi. Bu tür konuları anlamak bu aydınlanma çağında bize çok güç geliyor" diyor.
Bugüne geldiğimizde; tüm dünyada mücadele verilen koronavirüs salgınının da “Demir Ökçe”nin (bugün bazı araştırmacılar onlara “küreselciler” diyor) farklı boyutta bir saldırısı olduğunu söyleyen bazı araştırmacılar var.
Salgın sonrası dünyanın ekonomik, siyasal ve sosyal bakımdan bugünkünden çok farklı olacağını hemen herkes söylüyor. Ancak dünya çapında bir saldırı varsa bunun arkasında küreselciler yani “Demir Ökçe” var diyen araştırmacılar, yaşananların “Dünya çapında bir olayı bir ulus devletin yapma şansı zayıf. Küreselciler, tüm dünya devletlerine ve insanına yönelik operasyon yapıyor. İnsan fıtratını değiştirme, devletlerin yönetim şeklini değiştirme, insanın hayat tarzını değiştirme amaçlı bir deney…” olduğu fikrinde.
"Bunu niye yapıyorlar?" sorusuna cevapları ise “Tüm dünyada yükselen ülkeler yeni bir ekonomik düzen ve ödeme sistemi arayışında” şeklinde...
Sonuçta dayatılan zorla giydirilmek istenen hangi ekonomik, siyasi ve sosyal düzen olursa olsun bunun merkezinde “insan” vardır ve yeni sistemin ayakta kalması, var olabilmesi insanın bunu kabul etmesine bağlıdır. Değişim isteyenler, değişimi kendi tabii seyri sonucuna bırakmayıp, insan fıtratını, tabiatını zorluyorlar.
Bazı araştırmacılar ise “Siz burada biyolojik savaş teorileri ile uğraşırken, büyük sermaye, üreteceği bir aşının veya tedavi için geliştireceği ilacın getireceği büyük paraların hayali peşinde koşmaya başlamıştır bile…” görüşünde.
Bu görüşte yukarıdaki görüşle aynı kapıya çıkar. Nitekim önceki gün bir takipçi arkadaşım “Big-Datanın Ölümü” başlıklı paylaşımıma "Eğer salgından itibaren GSM firmalarından pozitife olan hastaların geçtiği rota izlenseydi ve data analizi yapılsaydı bu durumu yaşamıyor olacaktık” paylaşımında bulundu.
Bu fikirde mantıklı görünüyor ancak uygulama için Dünya Sağlık Örgütünün kurguladığı iddia edilen “tüm dünyada her türlü mikro organizmaların saldırısına karşı insanı uyaran bir 'Biyometrik Çip' geliştirilip insanlara takılması gerekir."
Ancak, yine çoğu araştırmacılar normalde insanların "Hacklanebilir insan" olmak korkusu ile “biyometrik çip” taktırmaya yanaşmayacakları kanaatinde.
Bu karşıt fikirlerin ne tarafa evrileceğini masabaşı tartışmaları değil insanların sahadaki tavrı gösterecek.
Kanaatimce o zaman çok da uzak değil...
Hasta Firarda!..
3 Nisan 2020 02:00
Telefonla sınırlı görüşmelerde herkes aynı soruya cevap arıyor: “Bu salgın ne zaman biter?..” Cevap basittir: Kendimizi (sosyal mesafeye dikkat-kalabalıklardan uzlet/kaçınma) düzelttiğimiz zaman virüs bizi terk edecektir... Ama öyle işler oluyor ki virüsün ikamet süresi uzatılıyor.
Dikkat çekici olanlardan biri de; “Karantina hastalarından firarlar!..”
“Irak'tan geldiği öğrenilen aynı aileden E.B, N.B. ve Ş.B. rahatsızlanmaları üzerine dün hastaneye başvurdu. Seydişehir İlçe Devlet Hastanesinde yapılan muayenenin ardından üç kişi, koronavirüs şüphesi ile izolasyon odasına alındı... Ancak bilinmeyen bir nedenle karantina odasından çıkarak hastaneyi terk eden üç kişinin odada olmadığının fark edilmesi üzerine haber verilen ekipler, yaklaşık yarım saat sonra 3 kişiyi yakalayıp ambulans ile tekrar hastaneye getirdi...”
Hepimiz artık şunu biliyoruz; salgın düşük profille devam ederse çok büyük bir travma yaşanmadan, büyük bedeller ödenmeden yönetilebilir, geldiği gibi gider. Aksi durumda ise vaka sayısında meydana gelecek patlama bize de diğer ülkelerin yaşadığı zorlukları yaşatabilir.
Uzmanlar, bunun vazgeçilmez şartının “kişiler arasındaki mesafeyi korumak ve evde oturmak” olduğunu söylüyor. İnsanlar kendini korurken sadece kendini korumakla kalmıyor. Bir hasta bulaşma zincirinin halkasını kopardığında kendisinden virüs kapacak diğer insanları da korumuş oluyor. Aynı hasta kalabalıklara karıştığında ise salgın halkasını devam ettirmiş oluyor.
Bize düşen “bulaşma zincirini” kırmak, zorunlu hâller dışında dışarı çıkmamak, mesafeyi korumak ve hijyene özen göstermek.
Vaka sayılarındaki kontrolsüz artış olan ülkeler evden dışarı çıkmak konusunda katı sınırlamalar getirdi. Bizde ise sokağa çıkma konusundaki gevşeklik daha ileri kısıtlamaları zorunlu hâle getirebilir.
Küçük görüldüğü için ihmal edilen tedbirler büyük krizlere yol açar. Başlangıçta virüs salgınını çok hafife alan Donald Trump vaka sayısı hızla artınca yokuşu gördü ve “200 bin ölümle virüsü durdurabilirsek iyi iş çıkarmış olacağız” diyor!..
Uzmanlar diyor ki: Doktorluk iki kısımdır; biri “hijyen” sıhhati korumak, ikincisi “terapötik” yani hastaları tedavidir. Bunlardan birincisi yani “hijyen” önce gelmektedir. İnsanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmayı sağlamak, tıbbın birinci vazifesidir...
Büyük İslam âlimi Mevlâna Halid-i Bağdadî hazretleri (İ’tikâdnâme) (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitabında diyor ki: "Allahü teâlâ lütfederek, kullarına iyilik ederek, her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmayı diledi. İşlerini, sebeplerin altına gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. Onun bir şeyi yaratmasını isteyen, o şeyin sebebine yapışır, o şeye kavuşur. (Lâmbayı yakmak isteyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak isteyen, baskı âleti kullanır. Başı ağrıyan, aspirin kullanır. Cennete gidip, sonsuz nimetlere kavuşmak isteyen, İslamiyet’e uyar. Kendini tabanca ile vuran ölür. Zehir içen ölür. Terli iken su içen, hasta olur. İnsan hangi yerin vâsıtasına binerse, oraya gider..."
Salgının başladığı ilk günden itibaren uzmanlar koronavirüsten korunmanın, alacağımız bireysel tedbirlerle mümkün olduğunu “Özellikle kişilerin kendi hijyenlerine ve çevresindekilerin hijyenlerine dikkat etmesinin yanı sıra toplu alanlarda bulunmamaları kişilerle temaslardan kaçınmaları gerektiğini” ısrarla söylüyor.
Bu hastalıktan kurtulmanın en garantili yolu ona hiç bulaşmamak, yani zorunlu olmadıkça evden dışarı çıkmamak...
.
Daha kaç gün sürecek bu bela?..
6 Nisan 2020 02:00
Eni boyu birkaç hafta oldu koronayla cebelleş olmamız ama sanki mahut virüsle bir ömür boyu yaşamış gibiyiz!.. Zaman uzadıkça aynı soruyu soranlar çoğalıyor:
"Daha kaç gün sürecek bu bela? Bana biri bunun cevabını versin. Lütfen!..”
Bunun cevabı iki türlü olur, biri iyimserlik öbürü "kehanet!.." Gelişmelerin seyrini tahmin ederken arkada kalan sonuçlara bakmak normaldir. 4 Nisan'a kadar olan sonuçlar; vaka sayısı toplamda test sayısının yüzde 14,5 olarak, ölüm sayısı ise toplam vaka sayısının yüzde 2’si etrafında seyrediyor.
Hepimiz çoğu Avrupa ülkelerine göre çok iyi durumda seyreden bu ortalamaların daha geri gelip sonunda dip yapmasını umut ediyoruz. Ama uzmanlar belli bir enfekte sayısına ulaştıktan yani “Pik” yaptıktan sonra virüsün turu tamamlayacağını söylüyor.
Gerçekte; bu belanın defolması doğrudan bizim “krizi yönetme becerimiz” ile ilgili. Bugün salgınla mücadelede aldığımız sonuçlar dünkü kararlar ve tedbirlerin sonucudur. Yarınki sonuçlarda bugünkü kararların olacaktır. Bu uzun soluklu mücadelede eğer halkın yüzde doksanı “evde kal” tavsiyesine uyarsa süre iki ay, eğer sokak muhabbeti devam eder yarımız evde yarımız sokakta kalmaya devam edersek muhtemelen altı ay asgari süredir...
Nerede durduğumuz için konuşmak ise oldukça zor çünkü evden gözükmüyor ancak bunu görmek zamanla mümkün ve en az bir hafta daha geçmesi gerekiyor.
Bu salgın elbette geçecek, ama yakın gelecekte dünyayı tahrip gücü daha yüksek “virüslerin” beklemediğini kimse garanti edemez.
Bugün yaşadığımız koronavirüs hastalığının (COVID-19) kaynağı Ebola gibi “doğal bir salgın” mı yoksa bir “biyoterörizm” saldırısı mı?
Microsoft'un kurucusu Bill Gates, 2015 yılında TED TALK’ta yaptığı konuşmada, “Önümüzdeki 10 yılda eğer bir şey 10 milyondan fazla insanın hayatına son verirse bu bir savaştan çok, yüksek derecede hızlı yayılan bir virüs olur. Füzeler değil, mikroplar olur. Bunun bir nedeni de nükleer caydırıcı silahlara büyük yatırım yapmış olmamız. Salgın hastalıkları durdurmak için ise çok az yatırım yaptık. Bir sonraki salgın için hazır değiliz. Simülasyonlar yapmamız gerekiyor, 'Savaş oyunları' değil bakteri oyunları. Böylece hangi alanda zayıf olduğumuzu anlarız" diyor...
Bu salgın, insanların nefes alışını bile izlemek isteyenlerin kurmak istedikleri yenidünya düzeni için planladığı bir deney olabilir veya olmayabilir. Her iki hâlde de sonuç değişmiyor. İnsanlar evde tutularak, fabrikalar, iş yerleri, eğitim kurumları, spor mahalleri kapatılarak, ulaşım durdurularak hayat yavaşlatılıyor. Salgını durdurmak için daha güçlü tedbir karşı aşının üretilerek piyasaya sürülmesi. Henüz güçlü ilaç firmalarından ses yok.
ABD merkez bankasının bol miktarda para basarak dünya varlıklarını borsalar üzerinden yağmaladığı, salgın sona erdiğinde birçok zenginliğin el değiştireceği yönünde güçlü söylentiler var. İlaveten salgında sağlık sistemi çöken ve çok sayıda vatandaşını kaybeden çoğu ülkelerde iktidarlar el değiştirecek. Hatta AB üyesi ülkelerden ağır hasar alıp da kendi hâllerine terk edilenler, kendi dünyalarını kurarken AB’yi tekmeleyecek.
"Gelecekteki en iyi veya en kötü senaryo nedir, bu bela daha kaç gün sürecek?" diyenler için kesin olan cevap şu ki: “Tedbirlere uy ve evde kal” gelecek için bir planın olması olmamasından iyidir. Bu salgın er ya da geç bittiğinde etkileri çok uzun süre devam edecek. Kalabalıklar hayata bıraktıkları yerden devam etmeyecek çünkü eski ortamlar artık kalmayacak. O gün kişi veya toplum olarak nereden başlayacağımız tedbirlerimizle birlikte biraz da alacağımız hasarla da ilgili.
Bu da tehlikeyi fark ederek işin ciddiye alınmasına bağlıdır..
.
Karizmayı virüse çizdirdiler!..
10 Nisan 2020 02:00
Bu salgın “hayatımızın önceliklerini” de değiştirir mi?
Her insan, kendi imtihanını verdiği bu süreci nasıl atlatacak? Korona öncesi günlerin özlemiyle “Ne zaman bitecek, ne zaman eski yaşantımıza dönebileceğiz?” Yoksa bizi kendimizle yüzleşmeye mecbur kılan gözün bile görmekten aciz kaldığı bir virüs marifetiyle hayatımızın merkezine koyduğumuz çoğu şey çöpe mi gidecek?
Bugünler özel günler… Sadi Şirazi’nin dediği gibi sadece dostu düşmanı tanımakla kalmıyor insan, daha fazlası var; “kendini tanıyor...” Alıştığımız rahatlık tuzağında örtbas edilmiş “Zorlukları yenebilme kabiliyetimizi” ortaya çıkarıyor.
İçimizi yakan; biriktirdiğimiz bütün malların, mülklerin bir anda anlamını yitirmesi mi yoksa onları istiflemek için vazgeçtiğimiz değerlerden dolayı yaşadığımız pişmanlıklar mı?
Kendi imtihanımızı verirken iri ülkelerin imtihanda nasıl çuvalladığını ibretle izliyoruz. Salgın sonrası dünyada insanlar, firmalar, siyaset merkezleri, büyük sermaye hemen hepsi yer değiştirecek. Bu yeni çağ “insanların sırtından kendilerine sahte bir refah düzeni kuranların hükümranlığının bittiği, devlet ile vatandaşları arasındaki siyasi, ekonomik ve sosyal ilişkilerin yeniden tanımlanacağı bir dönemdir.”
Gustave Le Bon, kişisel itibarın iflasını anlatırken “Tartışılan saygınlık artık saygınlık değildir. Takipçileri kahramanının kendileri gibi sıradan birine dönüştüğünü görür ve artık tanımadığı ve daha dün önünde diz çöktüğü kudretli efendisinden intikamını alır" diyor.
Eğer bir kere tartışılmaya başlandıysa, ülkeler içinde aynı akıbet kaçınılmazdır. İşte korona bunu becerdi, gözle görülemeyen çaptaki bir virüs ABD’ye saygınlığını kaybettirdi.
Geçmişte bir haberde; “ABD’nin Kansas eyaletinde eski bir askerî silodan lüks sığınağa dönüştürülen ve 3 milyon dolar fiyat biçilen yer altı daireleri kısa sürede tükendi" deniyordu. Beton duvarları yaklaşık 2,9 metre kalınlığında, saatte 800 kilometre hızdaki rüzgâra dayanıklı, büyüklükleri 84 ila 168 metrekare arasında değişen dairelerde herhangi bir dış desteğe ihtiyaç duyulmaksızın beş yıla kadar yaşanabilecek tüm teçhizatlı sığınaklar olarak inşa etmişler.
Bütün bu azmanlık ABD'nin dünya genelinde salgının en fazla görüldüğü ülke olarak ilk sıraya oturmasını engelleyemedi.
Bunun basit bir sebebi var, Trump’ın koruyucu maske üretim ve dağıtımında önceliğin ABD iç piyasası olması gerektiği yönünde talimatına rağmen, üretici firmaların maskeleri yurt dışına ihraç etmesidir.
İşte bu durum; zora düşen ABD Başkanını, vatandaşlarına “bir bez ve iki tel lastiğinden ibaret maske bulamayanlara ağzı ve burnu eşarplarla kapatma” tavsiyesi yapmaya mecbur bıraktı.
Çoğu AB ülkeleri için de durum farklı değil, karizmayı virüse çizdirdiler!..
Fransa’da bir depodan sağlık personeli için ayrılan 10 binden fazla tıbbi maske çalınınca İçişleri Bakanı Christophe Castaner, “Halkımızdan ricamız, elinde maskesi bulunan kişiler maskelerini en yakın hastaneye getirsin. Sağlık çalışanlarının maskeye acil olarak ihtiyacı var” diye açıklama yapmış.
Virüs; paraperest ve eşyaya kul liberal sistemlerin bütün foyasını ortaya çıkardı.
“Sürü bağışıklığı” ile salgını aşamayınca birbirlerinin tıbbi malzemelerine el koyacak kadar alçalmaları AB ve ABD’de de yaşanacak depremlerin öncüsüdür. Ve alacakları hiçbir tedbir kökünden bir küresel değişimi engelleyemeyecektir. Çünkü inşa ettikleri müflis medeniyetlerinin temeli insanlığın enkazı üzerine kuruludur.
Nereden çıktı bu "korona” diye merak edenler… “Gidince sizi Allah’a şikâyet edeceğim” diyen üç yaşındaki Suriyeli yavrunun, öldürülmesine sessiz kalan “dünya” ile hesabını kapatmaya gelmiş..
.
Muhalefet “mutasyona” uğrar mı?..
13 Nisan 2020 02:00
Tam bir aydır bizim de fiilen sürdürdüğümüz "Covid-19 salgını ile mücadele” kapsamında alınan sokağa çıkma yasağının yürürlüğe girmeden kısa bir süre önce duyurulmasını muhalefet partilerinin liderleri ve bazı yerel yöneticiler hükûmeti eleştirmek için bir fırsat olarak görmekte gecikmediler.
Yaptıkları eleştiri "Bir kez daha kriz yönetiminde ne kadar acemi olduklarını ispatladılar" sözleriyle özetlenir.
İçişleri Bakan Süleyman Soylu’nun bu eleştirilere cevabı “Yasak kararını açıklayan ülkelerin hangi saatte aldıklarını hatırlıyor musunuz? Tecrübe önümüzde, erken saatte açıklasaydık, bazı ülkelerde gördüğümüz, izlediğimiz gibi marketlere akın olsaydı daha mı iyi olacaktı?" şeklinde oldu.
Daha düne kadar birçok siyasetçi, aydın veya sivil toplum örgütü temsilcisi ısrarla "İlle de sokağa çıkmak yasaklansın" diye tutturmuşken bugün 48 saatle sınırlı bir karara karşı çıkıyorlar. Daha önce yasağı savunan Ekrem İmamoğlu da “Sokağa çıkma yasağı kararı ansızın alınmamalı. İBB olarak bu kritik karardan haberdar değiliz, bilgilendirilmedik” diye tepki koyuyor.
“Sokağa çıkma kararına” dün taraftar iken bugün karşı çıkanlar neyi amaçlıyorlar? Maksat “salgınla mücadeleyi” kargaşa çıkaracak bir araç hâline getirmek mi?
48 saat süreli bir sokağa çıkma kararı karşısında damdan düşer gibi harekete geçenlerin, kaldırımları "sebze hali"ne çevirenlerin, fırınlardaki ekmek kuyruğu yanında çerez ve şarküteri kuyruğundaki itişip kakışmaların iyi niyetli ama panikle ve hasar verici olduğu kabul edilebilir. Bu travmayı enine boyuna ileride konuşacak vaktimiz var. Ama asıl keder verici olan bu keşmekeşliklerin bazı kesimlerde siyasi malzeme yapılarak bütün toplum hayatını altüst eden bir “salgınla mücadelenin” önüne alınmasıdır.
Ne zaman ve ne kadar hasarla biteceği hâlâ kestirilemeyen bir “kaosun” siyasi fırsat ortamı olarak görülmesi kabul edilemez.
Kirli ve kışkırtıcı bir medya destekli muhalefet ile karşı karşıyayız. Israrla istedikleri sokağa çıkma kararına (niye önceden ve bize haber vermeden yaptınız) diye karşılar, Şehir Hastaneleri'ni kötülüyor, halkı "mevduatlarınıza el konabilir" diyerek kışkırtıyor, günlük ölüm sayılarını bile kümülatif göstererek çarpıtıyorlar.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Türkiye Temsilcisi Pavel Ursu dahi Türkiye'nin koronavirüs ile mücadelesini "Türkiye, teşhis kapasitesi ve Covid-19 ile mücadelede tedavi konusundaki muazzam çabaları ile örnek bir ülke. Türkiye bu süreci, vaka ve ölüm verilerini elektronik ortamdaki doğru paylaşımlarla şeffaf bir şekilde yürütmektedir" ifadeleriyle örnek bir ülke olduğunu söylerken kirli ve kışkırtıcı medya neyin peşinde?
Önceki gün merhum Menderes’in, Başbakanlık arşivlerinden çıkan bir belgesi medyada paylaşıldı. Merhum Menderes yarım asır öncesinden sanki bugüne sesleniyor:
"Muhterem Halk Partili arkadaşlarımız, hanginiz kendi intihap dairelerinizde, komşularınız veyahut da memleketin size uzak köşelerinde yapılmakta olan işlerin hangisine itirazınız vardır? Hangisine itirazınız vardır söyleyiniz. Bunların yapılmakta olduğu yerlerde oturanlar ve toptan Türk milleti sizin davacınız olacaktır. Bunları açık olarak ifade etmek lazım gelir. Van yoluna mı itiraz ediyorsunuz? İstanbul limanına mı itiraz ediyorsunuz? Çimento fabrikalarına mı itiraz ediyorsunuz? Hangisini rantabl bulmuyorsunuz, hangisini hesapsız buluyorsunuz? Allah aşkına, millet huzurunda söyleyin bilelim…"
Bu salgın sona erdiğinde bütün dünyada arkasında bir ekonomik buhran ve finansal kriz bırakacağını düşünenler çoğunlukta. Şimdi anlaşılıyor ki beklentilere bir de “siyasi buhran” avcıları eklenmiş.
Şaşılacak şey… Dünya son yüz yılda ne kadar hızlı bir değişim yaşadı, her şey değişti “mutasyona” uğradı, kendini "yeni dünya" şartlarına uydurdu. Ne kadar gariptir ki bizde değişmeyen sadece bu müzmin muhalefettir..
.
Kutuplarda bile bu “parayı” satamazsınız beyler!..
17 Nisan 2020 02:00
Adını "koronavirüs ile topyekûn mücadele" koyduğumuz herkesin kendi çapında sorumluluk alması gereken bir zor dönemden geçiyoruz. Her şey bittiğinde bizi utandıracak olan bu mücadele sürecinde destek vermekten kaçınanların sükûtu olacak.
Avrupa Birliği'nin koronavirüs sınavında pek de başarılı olduğu söylenemez. Avrupa devletleri bir bir salgına teslim olurken, yardım bekledikleri AB'den ses seda çıkmamasına tepki gösteren İspanya Başbakanı Pedro Sanchez, birliğin geleceğinin tehlikede olduğunu belirterek, "Ya birlik oluruz ya da çökeriz" dedi.
Topyekûn mücadele olmadığında “birlikte çökmek” içeride de kurumsal iş birliğinden kaçan bütün sektörler özellikle iş dünyasının geleceği içinde ciddi bir tehdittir. Topyekûn mücadele, bir zincirin baklaları gibidir, her parça diğerinden güç alır ve diğerini destekler.
Salgın ile mücadelenin merkezindeki “insan ilişkileri” ağır hasar alınca, varlığını ekonominin basit kuralı “alışveriş” üzerinden sağlayan esnaf, sanayici ve üreticiyi siftahsız kepenk kapatmaya sürükledi. Bu durağanlık iş dünyasında “ödeme güçlüğü” dediğimiz öldürücü bir darbenin sebebidir. Çare finans kurumlarının kapısı olunca işte sıkıntı buradan büyümeye başlıyor.
İş adamlarının son günlerde artan şikâyetlerinden anlaşılıyor ki; “Ekonomik istikrar paketi”ne destek sözü veren çoğu özel bankalar, para vermemek için tapu, ipotek, yüksek teminat isteyerek talepte bulunan iş adamlarını krediden vazgeçirme yolları arıyor.
65 yaş barajına takıldığım için ancak telefonla görüşebildiğim çok sayıda iş adamı dostlardan biri önceki günkü telefon görüşmemizde konuşmuyor bağırıyordu.
“Kırk yıllık esnafım, bankalarla her zaman işimiz oldu. Bu son günlerdeki finansal daralmayı aşmak için, istikrar paketi gibi desteklerden cesaret alıp kredi talebinde bulundum. Daha önce müteaddit defalar aldığımız ve her seferinde sorunsuz kapattığımız kredi talebimiz bu defa geri çevriliyor. Mevcut ortam hiç göz önüne alınmadan bana 'kefil bul gel' deniyor. Yahu ben babamın cenazesine gidemiyorum kimi bulup getireyim bu şartlarda?.." diye dert yandı.
Ekonomik hayat; ham maddelerin, ürünlerin, paranın ve elbette ki insanların hareketliliğine dayanan canlı bir süreçtir. Parayı bu sürecin içinden çektiğimizde diğer bütün faktörler hareket etme kabiliyetini kaybeder.
İnsanların eve kapandığı, alıveriş yerlerinin kapandığı, çarşı-pazara sınırlamalar geldiği bir dönemde elbette ki çalışmayan zayıf halkanın güçlendirilmesi gerekir. Esnaf, sanayici her kimse mutat parametreler ile kredi temin edemezse bazılarının dediği gibi devletin para basıp dağıtmasına mı gidilecek? Bu kullanılabilir ve karşılığı olmayan bir yoldur. Ancak iş dünyasını böyle bir çözümü konuşmaya itecek kadar sıkı para politikası izleyen finans kurumları; “ellerindeki paranın turşusunu mu vuracak?!."
Hani sıkça herkes söylüyor “Salgın sonrası hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” deniyor ya;
Bu salgının sonuçları da “Pandemik”tir, kutuplarda bile bu parayı satamazsınız beyler!
.
Asıl patırtı salgın bitince...
20 Nisan 2020 02:00
İki arkadaş; bir Amerikalı ile Japon vahşi hayatı yerinde görmek için Afrika'da geziye çıkmışlar... Derken uzakta bir aslan görünmüş. Aslan bizimkileri fark edip üzerlerine doğru gelmeye başlayınca Amerikalı korkuyla acı sonu beklemeye, Japon ise hemen botlarını çıkarıp spor ayakkabılarını giymeye başlamış. Amerikalı sormuş: “Ne o… aslandan hızlı mı koşacaksın?" Japon cevap vermiş: “Yoo… Senden hızlı koşayım yeter!..”
İnsan tabiatı, “sonu yok edici bütün tehditlere” karşı programlı olunca aynı yöne itiliyor. Önceki hafta "Sokağa çıkmak iki saat sonra yasak" haberini alır almaz, herkes ayakkabılarını bağlayıp, sağına soluna bakmadan itiş kakış marketlere koştu.
Ülkeler için de durum farklı değil.
Salgını önlemek için çabalayan Avrupa Birliği (AB) ülkesi arasında da çıkan maske krizinde İsveç şirketi Çin’den İspanya ve İtalya’ya gönderilmek üzere ithal ettikleri maske ve eldivenlere Fransa'nın el koyduğunu açıkladı. Almanya satın aldığı maskelere ABD’nin, İtalya ve İspanya’ya ise kendilerine gönderilen maskelere ise Fransa’nın el koyduğunu iddia etti.
Şimdilik kınama ile geçiştirilen bu “çalıp-çırpmalar” salgın sonrası ülkeler arasındaki ilişkinin temelini oluşturacak, bunda hiç şüphe olmasın...
BM, AB, İslam İşbirliği Teşkilatı, Afrika Birliği, Dünya Sağlık Örgütü, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü ve Uluslararası Para Fonu gibi küresel yapılar bu sınavdan başarı ile çıkamadı, her devlet kendi başına kaldı. Her koyun kendi bacağından asıldı. Büyük sıkıntı yaşayanlara dâhil oldukları örgütlerden bekledikleri yardım ve destek gelmedi.
Bu hayal kırıklığı silah sanayisinde ve teknolojide gelişmiş ABD, İngiltere, Almanya gibi ülkelerin takipçisi olmanın çok da güvenli bir alan olmadığını gösterdi. Birlik, beraberlik ve dayanışma ruhunun iflas etmesi küreselleşmenin sonunu getirir.
Biriken öfke her ülkeyi “Herkes kendi başının çaresine baksın…” yoluna mecbur edecek. Bu durum gelecekte “yeni ittifaklar kurulmasını” zorlaştırır. Bu durum müflis yapının başaktörlerini ciddi rahatsız ediyor.
ABD eski Dışişleri Bakanlarından Henry A. Kissinger’ın, Wall Street Journal'da "Koronavirüs Salgını Dünya Düzenini Ebediyen Değiştirecek" başlıklı bir makalesi yayınlandı.
Makalesinde, hükûmetlerin pandemik krizi iyi yönetemediğini, Covid-19 salgını bittiğinde dünyanın asla aynı dünya olmayacağını belirterek; “Hiçbir ülkenin, ABD’nin bile, yalnızca ulusal çabayla virüsle başa çıkamayacağını, salgın sonrası dünyada, salgına karşı küresel mücadeleyi desteklemek, dünya ekonomisinin yaralarını sarmak ve liberal dünya düzeninin ilkelerini korumak için bir küresel iş birliği programına ihtiyaç duyulduğunu...” söylüyor.
Sözü dönüp dolaştırıp "yeni dünya düzeni"ni kurma görevini de ABD’ye veriyor. Aynı istikamette yayımlanan çoğu makaleden anlaşılan o ki, ABD’nin “Dünyanın jandarması” pozisyonunu kaybetme korkusu var. Bu bütün sömürge kaynaklarını kaybetmesi demektir...
ABD ve Avrupa devletlerinin siyasi ve maddi güçleri ve zenginliklerine rağmen salgınla mücadeledeki yetersizliklerinin sebebi kendi insanlarına karşı da ilgisiz kalmasıdır. Kendi insanlarını doğal seleksiyona maruz bırakarak “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” diyen bir zihniyetin itibar kaybetmesi doğaldır. Bunun hem içeride hem dışarıda ciddi sonuçları beklenmelidir.
Asıl patırtı salgın bitince...
.
Yeni dünya düzeni “sömürgecilerin” kâbusu
24 Nisan 2020 02:00
Sanayileşmenin sonuçları üzerine ağır eleştiriler yapan Charlie Chaplin “Modern Zamanlar” filminde şöyle der: "Makineleşmeyle geliştirdiğimiz hızın içinde sıkışıp kaldık. Bereket bizi terk etti, bilgimiz bizi alaycı kıldı. Aklımız ise anlaşılmaz ve kaba. Çok düşünüp az hissettik. Teknolojiden çok insanlığa, zekâdan çok nezakete ihtiyacımız yok mu?”
Korona salgını tüm insanlığa “düşünme melekelerini iptal ederek sürüleştiren ve kendisine köle eden, sadece dünyaya, tabiata, insana hâkim olmak için geliştirilen kutsanmış ‘bilimi ve teknolojiye esareti" sorgulamaları için fırsat veriyor.
Tekâmülün sınırları nereye kadar?
Bizim mahallede 1950’li yılların sonunda her sokak başına bir kollu su tulumbası koymuşlardı. Bütün mahallenin mahkûm kaldığı mahalle çeşmesinden kurtulduk diye başını sallayanlar “Eskiler bir kalksa da görse!..” derdi.
Gaz lambası kullanmaya başlayanlar da “kandil ”kullananlar için “Eskiler bir kalksa da görse!..” dediler. Bizlerde onlara evlere “elektrik” geldiğinde aynısını söyledik. Hayatımızı kolaylaştıran her yenilik ortaya çıktıkça bu böyle süregeldi...
Teknolojinin iki taraflı keskin bıçak olduğunu zaman ilerledikçe uzakları yakın eden her yeniliğin insanlar arasına bir mesafe koymaya başladığını fark ettik. Her kolaylık bir yeteneğimizi törpüledi.
1895 yılında Auguste ve Louis Lumiêre adlı iki kardeş, "Trenin Gara Girişi" adlı bir kısa film çeker ve Paris'te sadece zenginlere özel bir gösterim yaptılar.
Karanlık bir salonda önlerindeki perdede titreyen resimler hareket ediyor ve üzerlerine dumanını tüttüren bir tren geliyordu. Üzerlerine gelen trenin kendilerini ezeceğini vehmeden seyirciler panikleyerek birbirlerini çiğneyip kendilerini salondan dışarı atmış!..
Bir virüsün elini kolunu bağladığı insanlık bir salona doldurulmuş “Modern zamanların” panik yemiş seyircisine benziyor.
“Covid-19” salonun lambalarını yaktı, kim ve nerede olduğumuzu hatırladık, herkes boyunun ölçüsünü aldı. İnsanın, insanca var olabilme yeteneğini iptal eden, madde, iktidar ve gücün putlaştırdığı “dünyanın” çöktüğünü ilan ediyor.
Yeni dünya düzeni nasıl olur?
Gelecek; insanlığın kaybettiği istikametini aramakla geçecek. Çünkü öyle anlaşılıyor ki bundan sonraki mücadelenin temelinde “acziyet”merkezinde “mutasyona uğramış virüsler” oturacak.
Dünyanın en zenginlerinden Microsoft'un kurucusu Bill Gates 2015 yılında "Önümüzdeki 10 yılda eğer bir şey 10 milyondan fazla insanın hayatına son verirse bu bir savaştan çok, yüksek derecede hızlı yayılan bir virüs olur. Salgın hastalıkları durdurmak için çok az yatırım yaptık. Bir sonraki salgın için hazır değiliz" ifadelerini kullanmıştı...
Uzmanlar da yakın gelecekte ikinci ve üçüncü “salgın dalgasından” bahsediyor.
“Korona krizi” Batı'nın dünyaya dayattığı sözde liberal ve demokratik, özde “işgalci-sömürge” düzenine onarılamayacak hasar verdi, iri yapıları acze düştü, güçleri tartışılır hâle geldi.
Bu kaçınılmaz olarak insan merkezli yeni bir dünya düzenini zorunlu kılacak.
Bu korku makineleşmeyle geliştirdiği hızın ve hırsın içinde sıkışıp kalan “talancıların” kâbusu olacak.
.
Dünya tam dedikleri gibi; “çivisi çıkmış!”
27 Nisan 2020 02:00
Yüksek binaları, sanayileşmedeki hamleleri, eğlence merkezleri ile çok değil birkaç ay öncesinde hemen herkesin yaşamak için can attığı(!) ABD ve çoğu AB ülkesi ciddi itibar kaybına uğradı ve bunu bir virüs becerdi!..
Korona ile mücadelede, çoğu ülke politikacılarının insanların sağlığına gayri ciddi yaklaşımları sadece politikacıların geleceğini tartışılır hâle getirmedi. Ülkelerin bizzat yaşanabilirlik puanını düşürdü. Bazı insanlar politikacılarını, çoğu insan da ülkelerini değiştirecek.
ABD rüyası kâbusa döndü. Avrupa kibrinin burnu yerde sürtünüyor. Covid-19’la mücadelede çaresiz kalan sağlık sistemleri ve bunu yeterli gören muktedirlerini yakın gelecekte kendi halklarıyla güçlü bir hesaplaşma bekliyor.
Korona ile mücadeledeki seviyesizlik ve insanların içine düştüğü acziyet salgın sonrası değişime yeni bir cephe açacak. İnsanlar hayatlarının salgın sonrası yeni dönemde “Nerede yaşamak istersiniz?" sorusuna da cevap arayacak.
Japon asıllı ABD’li Francis Fukuyama ‘tarihin sonu’ tezinde “monarşi veya komünizm gibi yönetim biçimlerinin başarısızlığı, insanlara özgürlük ve refah sunmaktaki eksikliklerinden kaynaklanmaktadır. Bir toplumda, özgürlüğün geliştirilmesi için, en elverişli sosyal ve siyasi sistem kapitalizmdir” diyordu.
Ama liberalizm, “demokrasi" ve "insan hakları" adı ile perdelediği vahşi yüzünü Covid-19 karşısında saklayamadı ne mal olduğu tam ortaya çıktı.
Amerikan kibri huzurevlerinde salgından ölen yaşlı insanların günler sonra fark edilmesiyle yerle bir oldu!..
İnsanların farklı medeniyet algıları ve tarifleri var, çok çeşitli tarif ve izahları yapılmıştır.
İslâm âlimleri medeniyeti; “Tâmir-i bilâd, terfîh-i ibâd” şeklinde tarif etmişlerdir. Bu tarif kısaca, “beldelerin imar edilerek insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak, rahat ve huzur içinde yaşayacak şekle sokulması, insanların ruhen, maddeten, fikren yükselmesi" demektir.
Medeniyet inşasında esas olan fende ilerlemek değildir, fen vasıtalarını insanların hayrına ve hizmetinde kullanmaktır.
Düne kadar yüksek bir medeniyet inşa ettiklerini iddia edenlerin kendine insanlarına nasıl baktıkları ortaya çıktı. İtalya Başbakanı Giuseppe Conte AB’den yardım talep edip, karşılık bulamayınca “AB meğerse tamamen bir hikâyeden ibaretmiş, bir efsaneymiş…” deyiverdi.
Bizzat mahallinde yaşayanlar ekranlarda canlı bağlantılarda yaşadıkları çaresizliği paylaşıyor, “insanların; ambulans, hastane, doktor, hasta yatağı, solunum cihazı ve yoğun bakım ünitesi bulamadığı gibi maske ve eldiven gibi en basit ürünleri de temin edemediklerini...” söylüyorlar.
Sonuç; yayılmaya devam eden Covid-19 salgınında vaka sayısı 25 Nisan tarihi itibarıyla 2,8 milyonu geçerken can kaybı 200 bine dayandı. Dünyadaki toplam vakaların yaklaşık 1 milyonunu oluşturan ABD'de de Covid-19 nedeniyle ölenlerin sayısı 51 bini geçti.
Covid-19 ile mücadeleyi değerlendiren her konuşması tepki alan son olarak “hastalarının dezenfektan enjekte edilmesiyle iyileşeceğini öneren” ABD Başkanı Donald Trump, ABD ekonomisinin, salgın sonrası daha iyi olacağını belirterek "Tüm dünya şu anda bizi izliyor, bizi arıyor, bizim ne yaptığımıza saygı duyuyorlar" demiş.
Herkesin kendi derdine düştüğü AB ülkelerinde de durum farklı değil. İtalya, İspanya'da yaşananlar herkesi çok rahatsız ediyor, birbirlerinin maskelerine el koyuyorlar. ABD'yi 219 bin 764 vakayla İspanya, 192 bin 994 vakayla İtalya ve 159 bin 952 vakayla Fransa takip ediyor…
Ve bizden bir haber, İsveç'te koronavirüs testi pozitif çıktığı hâlde evine gönderilen Emrullah Güleşken (47), kızlarının sosyal medyadaki çağrısının ardından ambulans uçakla Türkiye'ye getiriliyor. Güleşken'in kızı Leyla, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'ya teşekkür ederek, "Çok mutluyum babam ve ailem adına" dedi.
Dünyanın gidişatı bu, tam dedikleri gibi; “çivisi çıkmış”...
.
“Homo Sacer”in dönüşü
4 Mayıs 2020 02:00
“Homo Sacer” bir filim kahramanı değil özellikle salgın sonrası Batı toplumlarında sıkça rastlanacak bir insan türüdür. Latince "kutsal adam" anlamındaki “Homo Sacer” Roma hukukunda vatandaşlık hakları elinden alınmış, kurban edilme dışında öldürülebilir kişi anlamına gelir…
Salgın süresince çoğu Batı ülkesinde hastanelerdeki yığılma karşısında tedavi önceliği için “vakanın ciddiyeti değil hastanın yaş durumunun” esas alınması insanların da artık “potansiyel atık” olabileceğini tartışmaya açtı. Sanayi toplumunun hayatından çıkardığı gereksiz ve ihtiyaç fazlası, kalabalık ve yük olarak gördüğü insanlar. Kapitalist Sistem, üretkenliğini kaybetmiş bu kişileri hem insani hem ekonomik açıdan değersiz gördü.
Hatırlarsınız “Titanic Gemisi” batarken sınırlı tahlisiye sandalına yolcuların “önce çocuklar ve kadınlar” alınacak diye bindirildiği söylenir. Oysa gerçek çok farklıdır geminin batacağı anlaşılınca en alttaki işçi ve göçmen yolcuların bulunduğu üçüncü mevkiin kapıları üst kattakilere yer açmak için kapatılır. Faciada hayatını kaybeden bu yolcuların ekseriyetini üçüncü mevkiin kadın, çocuk ve gençleri oluşturmaktadır…
Salgın süresince ABD ve AB ülkelerinde çokça Titanic örneği yaşanıyor,
ABD'nin New York kentindeki Brooklyn bölgesinde Sağlık Bakanlığı'nca "cenaze evi" olarak belirlenen bir işletmedeki sıvı damlayan araçlardan yayılan kokudan şikâyet üzerine gelen ekipler, cenazeevi önünde dondurucusu bulunmayan araçlarda çürüyen yaklaşık 60 cesetle karşılaştı. AB ülkelerinde de durum farklı değil. Koronavirüs vakalarının en fazla sayıldığı ülkelerden biri olan İspanya’da bazı huzurevlerinde günler sonrasında yaşlı insanların cansız bedenlerine rastlandı.
Bu dehşet tablosu karantina bölgelerinde bir korku bıraktı; “Iskartaya çıkarılmamız ne zaman?”
Değişim her şeyi öylesine hızlı biçimde yıpratıp eskitiyor ki, bugün çok arzu edilen, severek kullanılan bir şey kısa süre sonra “atık” damgasını yiyerek değersizleşiyor.
Eskime, yıpranma ömrünü tamamlama hayatın bir gerçeği ancak bu “değerden düşme” yani amorti olmak “eşya” içindir, insan için değil. Bunu anlamak için dünün makam ve servet sahiplerine bakın. Kadro dışı bırakılmış eski politikacılarda da durum farklı değil.
Batı insanı böyle bir muameleye neden maruz kaldı? İki asırdır ektiklerini biçiyorlar…
Bunun sebebi kaynaklarının yetersizliği değil, kaynaklarını harcarken önceliklerinin sıralamasındaki yanlışlarıdır. Bunu bilerek yapıyorlar, onlar için para ile ifade edilmeyen hiçbir şeyin değeri yok. “Maddede yükselmiş ama haberi yok insanlıktan” dedikleri durum yani…
Bu yaşananlar “Ekonomik insan” anlayışı üzerine kurulan ve insanı ekonominin kölesi hâline getiren kapitalist ekonomik sistemin çöküşüdür.
Şiddete dayalı Batı uygarlığı “Covid-19”a teslim oldu.
Korona sonrası iri şehirlerdeki yığılmalardan sıyrılıp hayatını köyünde geçirmek isteyen ciddi bir kesim olacaktır. Dönecek bir köyleri olmayanlar için hâlen bu fırsat var. Ancak deniyor ki: “Bir köyleri olsa da insanlar dönemeyecekler, çünkü kırsalda yaşayabilme yeteneğini kaybetmiş, rahata ve konfora alışmış hâldeler…”
İri şehrin garantisi, kabalalıklar içindeki hengâmede ötekileşmek, ezilmek, yok olmak mı? Gökdelenler, “insansız ne kadar anlamsız, ne kadar ruhsuz” diye üzülenlere sormak lazım: “Morglardaki ceset kasalarına benzeyen bu edepsiz gökdelenlerin önceden ruhu var mıydı?.. Zaten insansız zaten ruhsuzdu…”
Nefesi kesilmiş gürültü ve görüntüye teslim olmuş bir hayatı değiştirmenin tam da zamanı. Toprak bizi hatırlayacak, tanıyacak ve kabul edecektir... Herkes yaptığı işi sonradan öğrendi…
.
Çamuru atıp karşıdan seyrediyorlar!..
8 Mayıs 2020 02:00
Sosyal medya üzerinden yalan ve sahte haberlerle insanları sokağa dökmeye, sosyal barışı tehdit edecek, dinamitleyecek hamlelere hevesli olanlar var. Bu melanetlerini sosyal medya fenomeni olmak, beğeni sayılarını ve takipçilerini artırmak için yapmadıkları kesin.
Buna mukabil; eyleme kanuni bir çekidüzen veren ve her kim her ne söyleyecekse onun sorumluluğunu kabullenmesini sağlayan bir düzenleme de henüz yok. Ülkeyi geçmişte gazetelerinde sahte haberleri üreterek kargaşaya sürüklemeye çalışanlar aynı şeyi şimdilerde sosyal medyadaki kışkırtmaları ile yapıyor.
Bu daha ne kadar sürer?..
Provokatif girişimlerin durdurulması için acilen gerekli tedbirler alınması gerekiyor. Eğer suç varsa karşılığı da olmalı, cezasız kalan her ahlaksızlık sadece ahlaksızları besler, büyütür. Bunlar çamuru atıp karşıdan seyrediyorlar, iş karakolluk olunca da kıvırıyorlar!
ABD’de silah bulundurma serbestliğini tenkit edenlere verilen cevap şudur: “Evet, siz de bir silah temin edebilir ve muhalifinizi vurabilirsiniz ama bunu yapabilmek için elektrikli sandalyede kızarmayı göze almalısınız!..”
Özellikle son zamanlarda sosyal medya araçlarını bir “fitne fesat aracı” hâline getirenleri zapturapta alacak ne ahlaki ne cezai bir düzenleme gelmedi. Geleneksel kompleksimiz “aman fikri beyan hürriyetimizi gasbederler...” diye bağırırlar korkusundan gündem bile olmadı. Aynı kompleksin; verdiği hasar ve ağır eleştirilere rağmen “İstanbul Sözleşmesi” için de fren yaptığı kanaatindeyim.
Bu “sosyal medya düzenine"ne bir kanuni çekidüzen verilmesi hayati bir öncelik ve önem taşıyor. Bu anlayış devam ederse, sıradan insanlarda bu çöplükteki iğrenç üslupları “normal” saymaya başlayabilirler. Bu çürümenin nerede duracağını kimse bilemez.
Psikolog Zimbardo; “Birkaç kırık penceresi olan bir bina düşünün. Camlar tamir edilmemişse karakteri düşük olanlar birkaç cam daha kırmaya meyillidir. Sonunda bina boş ise tüm camları kırılabilir, gecekonduysa belki de yangın dahi çıkarabilirler. Ya da bir kaldırım düşünün, buraya bazı çöpler atılsa, müdahale edilmezse burası kısa zamanda çöplük olur…”
Bu işler böyle, “kötülük böyle sıradanlaşır…”
Sosyal medyanın müthiş bir gücü var, insanlar bu gücün istismar edildiğinde verdiği zararı daha fark edemedi. Bu toplumu mahvediyor, değerler sistemimizi altüst ediyor, yalan ve iftiradan ibaret bir “çöp dünyası” kuruyor. Buradaki birikim eninde sonunda infilak eder.
Son günlerde yaşananlar toplumun tahammül edilemez bir tehdit ile karşı karşıya geldiğini gösteriyor. Eğer biri çıkar da bir insan veya kurum hakkında onu ahlak ve kanun önünde suçlu duruma düşürecek bir iddiada bulunursa bu iddiada bulunan kimse de bunun sorumluluğunu almalı.
Ama problem şu ki bu işi yapanlar sahte isimlerle yapıyorlar. Hedef olan kişi veya kurum kimin ile hesaplaşacağını bilmiyor!.. işin garip tarafı bir emekli mahallesinde bir sigara büfesi açsa kırk yerden bunu “ben buradayım" diye ispat-ı vücut yapması gerekiyor. Bu melanet işler ise sosyal medya denilen bir zamane putunun himayesine girmiş!..
“Sosyal ağların" kişisel ve kurumsal hakların hiçe sayıldığı birer yalan ve iftira aracı olarak istismarına ilk tepki de AK Parti'den geldi. Hafta içi AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal, partisince hazırlanan "Sosyal Medya Etik Kuralları"nı açıkladı. Ünal, kurallara partisinin mensuplarının uyacağını bildirerek, diğer siyasi partilerden de aynı hassasiyeti göstermelerini istedi.
Bence mesele tam anlaşılamamış; Burada etik kurallara uyma zorunluluğu sadece siyasi parti mensupları için değil sosyal medya kullanan herkesi bağlayıcı olması gerekir. Bu kurallar sadece siyasi partileri ve politik sınırları korumak için değil ki!..
Basit gördüğümüz bir trafik kuralı bile bir yasanın teminatı altındadır. Bu sosyal medya kuralları da öyle olmalıdır, “yaparsan iyi olur değil, yasal zorunluluk olmalı…” Etik kurallar içinde “Sosyal medya mecralarında anonim hesaplar kullanmayarak açık kimlikle, gerekli hukuki sorumluluğu üstlenerek ve gerçek kişiler olarak bulunulması” maddesi hayati önemlidir ancak yasal zorunluluk olduğunda
.
Medyatik sömürgecilik COVID-19’dan tehlikeli!..
11 Mayıs 2020 02:00
Eğer bir insan kör ya da art niyetli değilse özellikle son birkaç yıldır dış merkezli medyatik operasyonlar ile “Gençlik ve Aile” üzerindeki kuşatmayı fark edecektir.
Anadolu’da tam da “Biri vurup biri tulum çıkarıyor” dedikleri cinsten. Merkezi İstanbul’da bulunan bir vakıf "Türkiye'de Gençlerin Çalışma, Geçim ve Yaşam Algısı" başlıklı bir rapor hazırlamış. Raporda, gençler; ülkenin geleceğine dair umutsuzluk ve belirsizlik duyduklarını belirtilerek “çareyi, daha iyi çalışma ve yaşam şartları için ülkeyi terk etmekte...” gördüklerini belirtiyorlarmış.
İşe bak!. Türk gencinin kendisi ve geleceği üzerine “terk edilecek insan ve terk edilecek ülke” diye etiketli raporlar yayınlıyor. Türkiye’yi Batı ile mukayese etmeler ve horlamalar, kendisini bu ülkeden görmeyenlerin kompleksli tavırlardır. Bu GDO’lu raporlara alıştık ancak alışamadığımız, kendisine topyekûn bir nesil emanet edilen yerli ve millî kurumların bu sataşmalara karşı, medyatik cepheden güçlü sesler çıkarmaması!..
Sadece her kafadan ses veren toplama yığınların tepkisi var. (Son olarak sosyal medyada birlik olalım mesajları bu pejmürdeliğin fark edilmesinin sonucu olsa gerek...)
Seslerin çatlak çıkması toplum-birlik ruhunun zayıflaması anlamına gelir. Bu dağınıklık gençlik üzerinden geleceğimiz üzerinde hesabı olanlara cesaret verir ve ön açar. Güçlü ülkelerde güçlü medeniyetlerde hukuku güçlü kılan da toplumsal ruh ve kolektif reflekstir.
Fark edilmeli ki; bu ülkenin kültürel değerleriyle âdeta savaşan, genç kuşakları köklerine yabancılaştırıcı bir medya damarı var. Bunda mutabık değilsek gerisini konuşmaya lüzum yok!
CİMER’e yapılan bir ihbarda, abonelerine film ve dizi pazarlayan bir platformunda yayınlanan bir dizinin gençleri eş cinselliğe yönlendirdiği belirtilerek yapılan bir ihbarı savcılık değerlendirmiş. Sonuç; “Kişilerin hür iradesiyle para vererek izlediği bir diziyi, insanların yine iradesiyle izlememesi gerektiği" belirtilerek, dizi hakkında soruşturmaya yer olmadığına karar verilmiş!..
Haberi okuyunca takıldım; “Acaba -suç unsuru- mal ve hizmetin satış şeklinde mi yoksa kendisinde mi?” Sokak aralarında uyuşturucu satan torbacıların bu işi “hayra hizmet(!)” olsun diye bedava yapmadıkları ortada. Ancak uyuşturucu satışını yasalara karşı suç yapan kayıt dışı ticaret yapmalarından evvel sattıkları malın insanı ve toplumun ruh ve beden sağlığını “zehirliyor” olmasıdır. Yoksa torbacıların satış fişi kesmelerini şimdiye kadar soran olmamıştır.
Bir uyuşturucu müptelasının “Ben; muntazam ücret ödeyen bir aboneyim abi!..” demesi de, satanın “fiş keseyim abi!..” demesi de suçu meşrulaştırmaz. “Kişilerin hür iradesiyle para vererek satın aldığı bir uyuşturucu malzemeyi insanların yine hür iradesiyle içmemesi gerektiğini" söylemesi takipsizlik gerekçesi olabilir mi?
Medya araçları ile yapılan tahribat koronavirüsün gittiğinde bırakacağı tahribattan çok yüksektir. Virüs gittiğinde çok kısa süre sonra konuşacağımız şey manevî (entelektüel, kültürel, ahlâkî) çürümeyi nasıl önleyebileceğimiz olacaktır.
Felsefeci Paul Feyerabend, “Batı sömürgeciliği, varlığını ve dünya üzerindeki hegemonyasını iki şeye borçlu: Silah ve medya” demiş.
Mesele şudur; Aile ve gençleri nefessiz bırakan öyle bir manevî (entelektüel, kültürel, ahlâkî) çöreklenme var ki; bu kuşatma ancak “bu meseleleri dert edinen kadroların sürükleyeceği güçlü ve köklü bir (fikir, sanat, kültür) medya hareketi" ile terse çevrilebilir...
Bu salgın, Covid-19 salgınından daha küçük bir tehdit değildir. Müdahil olmaz, teslim olursak ortaya çıkacak yıkımın hesabını asla veremeyiz!
Ne ecdada ne gelecek kuşaklara...
.
Büyü bozuldu!..
18 Mayıs 2020 02:00
Dünyanın bir ucunda ortaya çıkan bir hastalığın birkaç ay içinde bütün yerküreye yayılarak bir felakete dönüşebileceğini uzunca bir süre çoğu ülke lideri kabul edemedi. Başta hazmedemeyenler, sonunda yakasını bırakması karşılığında yağmalayarak elde ettikleri tüm “zenginliğini” virüse teslim etmeye razı hâle geldi.
Uzmanlar salgınla mücadelenin “kontrollü hayat” denilen üçüncü safhasına girdiğimizi ve gelecek için umutların “ya aşının bulunması” ya da "virüsün mutasyona uğraması” olacağını söylüyor. Bu bekleyiş ne zaman biter kesin bir süresi yok.
Süreç devam ederken, toplumda hâkim olan “ikinci dalga" korkusudur. Belirsizliğin güven duygusunun tahrip olmasına bunun da insanlarda korkuya yol açtığı söyleniyor. Aslında insanların kaybettiği değil kazandığı çok önemli bir şey var ki o da; “İnsan olduğunu hatırlamasıdır…”
Bu da “karantina günlerinin” kazanımı olacak. Salgından çok zaman önce paraya, pula teslimiyetin yol açtığı bu vurdumduymazlıktan bahisle “Ne yazık ki etrafımız sahip olduğu tüm zenginliğe rağmen kendini keyifsiz ve mutsuz hisseden insanlarla doludur. Keşke boş bir zihin ve paslanmış bir kalb de, boş bir mide gibi sahibine sıkıntı verseydi. O zaman hayatın maksadının ne olduğunun böylesine unutulduğu bir dünya yerine, daha farklı bir dünyada yaşıyor olurduk” diye yazmışım bir tarafa.
İşte Covid-19 kapıyı çalınca bütün insanlık baş ağrısıyla uyandı!..
Bedenimizin rahatlığı için her türlü tedbiri almakta ustayız, ama ihtiyacımız olan ruhsal beslenmeyi ihmal etmemiz, bizi her gün sevdiklerimizden ve hayatın maksadından uzaklaştırıyor ve bunu ancak sona yaklaştığımızda fark edebiliyoruz. Çoğu insanın da bunu yakalayacak kadar şansı olmayabiliyor zaten ölüm döşeğinde pişmanlık çekmeyen insan görmedim.
Hayatımızı kolaylaştırmak için peşinden koştuğumuz her yenilik bize yük oldu. Bedenimizdeki bir hastalığın hayatımızı güçleştirdiğini yakinen bildiğimiz hâlde; ruhsal ve zihinsel açlığın hayatımızda daha derin tahribatlar yaptığını fark edemiyoruz.
Ünlü Rus yazar Soljenitsin o günün Rusya’sından göçle Amerika’ya yerleştiği zaman kendisinin büyük sıkıntılardan, ruhi bunalımlardan kurtulacağını zannetmişti... Bir gün bir üniversitede gençleri başına toplayarak onlara şunları söyledi:
“Ben buraya gelince çok bahtiyar olacağımı zannetmiştim. Ne yazık ki burada da büyük bir boşluk hissediyorum. Çünkü siz artık maddenin esiri olmuşsunuz. Evet, burada hürriyet var, herkes istediğini yapıyor. Fakat yalnız maddeye önem veriliyor. Ruhlar boş. Hâlbuki insanı hakiki insan yapan onun gelişmiş, temizlenmiş ruhudur. Size tavsiyem şudur: Ruhunuzu geliştirmeye, güzelleştirmeye bakın. Ancak o zaman ülkenizdeki sizi üzen çirkinlikler yok olmaya başlar. Dine önem verin; çünkü din, ruhun gıdasıdır..."
Karantina süresince sahip olduğumuz çoğu teknolojik imkân ve fırsatı kullanamadık. İnsanların çoğunun yaşadığı hayal kırıklığı ve depresyonun sebebi bu maddiyattan mahrum kalmasıdır.
Hâlbuki insanı diğer mahlûklardan ayıran en büyük fark bedeninin yanında ruhunun da bulunması, düşünebilmesi, bütün olayları muhakeme edebilmesi, aklı ile karar verebilmesi ve iyilik ve fenalığı ayırabilmesi, davranışlarını değerlendirebilmesidir.
Salgınla mücadelenin üçüncü safhasında “insanların öz güvenini tahkim edecek çalışmaları sürdürmek gerek” diyen arkadaşlar var. Burada kullanılan “öz güven” kelimesini “tevekkül” ile değiştirmek gerekir.
SÖZÜN ÖZÜ; Ne öz güveni hemşehrim?.. Gözün fark edemeyeceği çapta bir virüs tarafından evlere kapatıldık. İnsanın “Bu başımıza gelen nedir?” diye kendine sorma zamanı gelmedi mi?!.
.
İnsanlar “ayak izlerine” bakarlar...
22 Mayıs 2020 02:00
Gazete, kitap okumayan bir toplumun kendini bitireceği hususunda hemfikiriz. Ancak bu okuma fukaralığının nereden beslendiği konusunda biraz farklı düşünürüm.
İki grup insanın kendilerinin muhatapları tarafından iyi anlaşılamadığından şikâyetlerine sıkça şahit oldum. Biri “siyasetçiler” diğeri ise “yazarlar”. Her iki gruba da yakın bir yerde durduğum için çoğu zaman bu tespitlerinde haklı olduklarını gördüm. Ancak bu sonucu ortaya çıkaran sosyal medya ve muhataplarının vasatı ile beraber “kendi durdukları yer”in de önemli payı olduğunu düşünüyorum.
İbni Haldun, ilim ve düşünce adamlarına kibir bulaştığında yukarıdan saltanat sahipleri, arkadan halk ekseriyeti ile irtibatlarının kesilebileceğini ve yalnızlaşacaklarını Mukaddimesinde yazıyor.
Politikacı ise başarısızlık durumunda kolay yolu seçer ve yaptığı hizmetlerin tabanda yeterince takdir edilmediğinden şikâyet eder. Bu sonuca nereden varır? Onu bu kanaate iten sürekli etrafını kuşatma altında tutan seçmenle ilişkisini koparan “yağ” tabakasıdır. Bir başarısızlık varsa bunun beyefendiyi ikna edecek bir izahı ve müsebbibi olmalı. Her kimse aranıp bulunmalıdır kısa sürede bulunur ve ilan edilir. “O suçlu hizmetleri takdir etmeyen seçmendir!..”
Yazarlar için de durum farklı değil. Fikri çile ve müşahede ile kanayan bir yaraya işaret eden yazar muhataplarına kitapları, makaleleri ile temas sağlar, mesajını iletir… Kitap, gazete, dergi ile okuyucu mesajınızı alacaktır.
Üstad Necip Fazıl'ın farklı zaman ve yayınevlerinden çıkmış bütün eserlerini müteaddit defalar almış, her birini zamanı ve adamına rastlayınca hediye etmiş sonra tekrar yenilemiş bir insanım. Bir havuz gibi sürekli yenilenen küçük kütüphanemde hiçbir kitaba yaşlanma fırsatı vermedim.
Hediye ettiğiniz kitabın muhatabınız tarafından göreceği ilgiyi önce sizin o kişide bıraktığınız kanaat belirler. Anlattığınız “dertten” önce sizin mustarip olduğunuzu hissedecek ve görecek. Sonra da kitabın yazarında arayacaktır. Bunu kısa süredeki söylemler değil uzun sürede arkada bırakılan ayak izleri belirler.
Muhatabının hayatını değiştireceğini iddia eden bir adam önce kendi değişmeli… Böyle olduğuna inandığım her yazarın bir kitabı bir gencin yeni bir hayatta yeşerdiğidir... Burada önemli olan vârislere kaç cilt kitaplık bir cep kütüphanesi bıraktığımız değil bir kitabın sahadaki “okunma katsayısı”dır.
Kendisine Sezai Karakoç’un “üç kasidesini” verdiğim bir arkadaşım yıllar sonra görüştüğümüzde beni Ebül Beka Salih bin Şerif’in “Çıkan iner kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu...” mısraları ile karşılamıştı.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Seyyid Ahmet Arvâsî, Yavuz Bülent Bâkiler ve ismini sayamadığım değerler ve nice yazarların sayısız kitaplarını kısa bir değerlendirme sonrası bir genç adama ulaştırmanın zevkini anlatamam. Bu da salgının bir başka türü.
İnancım şudur; eğer yazarın kendisinin veya onu iyi okuyup anlayan bir aracı/okuyucusunun teması varsa o emek ortada kalmaz. Buradan bakınca, son kitabının kaç sattığının ne anlamı var? Sadece istatistiklerde yer alır hepsi o kadar.
Yoğunluk genişliği her zaman yener…
Üstad Necip Fazıl’ı sıvaları dökük bir sinema salonunda ilk dinlediğimizde lise öğrencisiydik. Salkım saçak insanların arasında nefes almadan “İman ve Aksiyon” temalı konuşması üç saat sürdü. Bu konferansın kitap hâlinde yayınlanması uzun yıllar sonra oldu. Bu aradaki sürede, ortada kitap yok diye “muhteşem hitabı" zayi etmedik, bizde kalanı anlattık kitap arkadan geldi.
Nerede birlik olmanın zarureti konu olsa; üstadın o konferansında “Aman haa...” diye başlayıp “Birbirinizle çekişmeyin…” işte aksiyonu öldüren ahlak “Yoksa korku ile zaafa düşersiniz, rüzgârınız kesilir...” Bu ne büyük Kur’ân-ı belagattir diye devam eden hitabını paylaştım.
Kayda değer bir hayat yaşayanlar mutlaka kayda değer bir insandan etkilendi, hepimizin yüreğine dokunan insanlar var. Bu, doğrudan da olabilir kitapları üzerinden de olabilir. Ancak… insanlar önce “ayak izlerine” bakarlar...
.
Felaket onların gıdasıdır!..
29 Mayıs 2020 02:00
Zayıf karakterli insanlar başarılarını hazmedemedikleri insanların başlarına gelen sıkıntı ve zorluklardan beslenirler. Başkalarının başına gelen felaket onların gıdasıdır, başka türlü yüzleri gülmez mutlu olmazlar... Bunu siyaset zemininde de görmek mümkündür. Onlar için; “Ülkenin ve milletin başına gelen her felaket, kendilerine iktidar alanı açacak bir fırsattır…”
27 Mayıs’ta “daha ne bekliyorsunuz” kışkırtmasıyla fitneyi ordumuzun içine sokanlar da bu karakterlerdir. Darbeye giden yolun taşlarını döşeyenler, darbe sonrası ortaya çıkan hengâmeden kendileri için ikbal devşirenler de onlardır...
Her söylem ve eylemlerinden milletimizin değerlerine ve tarihine düşmanlık sızan temel karakterleri “Sırf kendi çıkarları için kışkırtmalara çanak tutmak, darbe çığırtkanlığı yapmak, Ülkenin ve milletin başına gelen her felaketi, kendilerine iktidar alanı açacak bir fırsat olarak görerek, çoğu defa da gizleyemedikleri bir sevinçle” karşılamaktır...
Darbeyle yok ettikleri Menderes ve kadroları günün şartlarında kırsalı ve onun değerlerini temsil ediyordu. Bu zihniyet onlar için Meclis'te “görüntü kirliliğiydi” ve alaşağı edilmeliydiler. Tıpkı Ulus Meydanı’na çarıkla, şalvarla ve merkeple girmenin kirliliğe(!) sebep oluyor diye yasaklanmasının belediyece yönetmeliğe bağlanması gibi...
Kendisini "devlet" sayan bu özürlü despotik anlayışın ne olduğunu 3 Mayıs 1944 tarihinde tutuklanan Osman Yüksel Serdengeçti için söyledikleri “Ulan …. Anadolulu, sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var. Milliyetçilik lazımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse, onu da biz getiririz... Sizin iki göreviniz var. Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek, ikincisi ise çağrıldığınızda askere gitmektir” sözleri tam ortaya koymaktadır...
Evet; Türkiye’nin talihsizliği “aradan 60 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ millet iradesine yeni tuzaklar kuran, yeni cinayetler için plan yapan, darbe tehditleri gölgesinde siyaset yapmayı hayal eden bu adamların” mevcudiyetidir...
Bugüne kadar iktidar olma hayali için açıkça “ben darbeciyim” diyen bir darbeci görülmemiştir. Demokrasilerde millet iradesinin Meclis'e yansımasının yolu, meşru seçimlerdir. Ne var ki bu adamlar millet ile yüzleşmeyi, ona saygı duymayı hiçbir zaman tercih etmediler.
Sandıkla gelene saygı duyulur çünkü millet iradesini temsil etmektedir, darbeyle gelen ise millete karşı başka güç merkezlerini temsil etmektedir.
Evet, tarihi değiştiremeyiz, ama “doğru yorumlanmasını” sağlamak için tarihin hatırlanma biçimini değiştirmek elimizdedir. Şimdi, Marmara Denizi’nin göbeğinde 60 yıl önce demokrasinin katledildiği “Zindan Adası” millî iradenin her hâl ve şart altında darbecilere karşı üstün geldiğini hatırlatacaktır...
.
Ben yoksam sen de olma!..
1 Haziran 2020 02:00
Muhalefet yeni partiler üzerinden iktidar senaryoları üretirken yeni partilerin kurucuları tarafından dikkat çekici bir program henüz ortada yok. Bir çıkmazın içinde olduklarının farkındalar. Seçmen cephesinde ise cevaplandırılması gereken “Söyleyecek yeni bir fikriniz yoksa ortaya niye çıktınız?” sorusudur. “Ana muhalefet partisi başkanı sizin geleceğiniz için nasıl belirleyici oluyor, ortak sözcü olarak mı belirlediniz?"
Buradan bakınca “Kiralık vekil döneminin” hesabını açanlar yeni kurulan partilerden ziyade merkez sağın milliyetçi muhafazakâr oylarının peşine düşen CHP olduğu açıkça görülüyor. Nitekim MHP Genel Başkan Yardımcısı Yaşar Yıldırım “Deva Partisi, Gelecek Partisi, İyi Parti kulağa hoş gelecek isimler ama maksatları, merkez sağın milliyetçi muhafazakâr oylarını CHP’nin değirmenine getirebilmek" olduğunu ifade etmişti.
Geçmişte de iktidar partisinden rahatsız olanlar seçmenin karşısına onu aşağı çekecek yeni kadroların aldığı yeni bir parti formu ile çıkmadılar. Bunun yerine mevcut iktidar içinden çeşitli sebeplerle savrulanları “ben yoksam sen de olma” gibi bir yol seçtiler. Yıldırım’ın tespit ettiği gibi bir taşla iki kuş hesabı yapan; “bir üst akıl bunların hepsini bir odaya toplamak istiyor.”
Çok açık olarak görünüyor ki hâlen mevcut parti teşkilatlarını bile seçime girecek sayısal barajın üzerine çıkaramayanlar vekil transferi ile bu engeli, aşmak isteyecekler. Gerçek ise çok farklıdır, bu yeni oluşumların seçime girmeleri durumunda “Cumhur İttifakı” karşısında toplumda ne kadar karşılık bulacağı hakkında bir kıpırdanma görünmüyor. Nitekim seçmen cephesinde “aman da aman… nerede kaldılar!..” türünde kimsenin gözü yollarda değil.
CHP’nin, “kendisini yenileme, ortaya alternatif politikalar koyma, yeni toplumsal talepleri yeni bir siyasal projeye dönüştürme gayreti yok. Bunun yerine vekil transferi gibi oyunlarla iktidarı hırpalama gayretleri" onun alışkanlığıdır. Ancak gözünü Cumhur İttifakı'ndan parça koparmaya diken yeni siyasi aktörlerin bu oyuna malzeme olmaları onları ilk hamlede silikleştirip siyasetin dışına atacaktır.
Herkes "sanayi ve teknoloji firavunu" kesilen çoğu ülkenin Covid-19 karşısında acziyet yaşarken Türkiye’nin imrenilecek seviyede bir mücadele örneği vermesi salgın sonrası dönemde iktidar lehine ekonomik sonuçlarıyla birlikte siyasi sonuçları da olacaktır.
İngiliz yayın kuruluşu BBC’nin Türkiye’nin halk sağlığı konusunda dünyaya sunacağı dersleri olduğunu vurgulaması Türkiye’nin elde ettiği başarılı sonuçların başarısız olanları niye rahatsız ettiğini ortaya koymaktadır.
Muhtemelen “kiralık vekil dönemi tartışmalarını” başlatan üst akıl "hülle" yoluyla vekil transferini, sonuç alacak en kestirme yol olarak görüyor. Bu yolu tercih edenlerin, siyaset ahlakına sığmadığı için vazgeçmesini beklemek hayaldir. Bugüne kadar Türkiye siyasetine yön vermek isteyen iç-dış müdahiller ne zaman Siyaset ahlakı içinde harekete etti ki?
Transfer uygulamalarının “siyaset ahlakına” bırakılması iştah kabartır, pazarını güçlendirir. AK Parti'nin MHP’ye sunduğu araştırma raporu doğrultusunda, seçimden sonra parti grupları oluşması için birkaç aylık bir süre verilmesi, vekillerin tercihlerini yaptıktan sonra grup kurma faslının kapatılması, demokratik süreçlerin işlemesi, partilerin kendi kimliklerini ve itibarlarını korumanın da en sağlıklı yolu olarak görülüyor.
Böylece, muhalefetin vekil transferleri ile Meclis aritmetiğini bozup inisiyatifi ele geçirerek Türkiye’yi erken seçime zorlamak hayali buharlaşmış olacak.
Zaten mevcut şartlarda erken seçim için makul bir gerekçe de bulunmuyor..
.
Günahları ABD’yi yakaladı…
5 Haziran 2020 02:00
Amerikan emperyalizmi vahşi yüzünü kendi vatandaşlarına da gösterdi.
Dünyanın er ya da geç hesaplaşmak zorunda kalacağı bu canavar yeni savaşını cephelerde değil derin fakirlik içinde yaşayan, sağlık sigortasından bile mahrum, hastalandıklarında sokaklarda ölen kendi halkına karşı kendi şehirlerinde ve sokaklarında veriyor.
ABD kentlerini saran bu başkaldırı onun bütün insanlıkla yakın gelecekte yaşayacağı büyük hesaplaşmanın öncüsüdür. Dünyaya zorladığı sömürgeci politikaların geri dönüşüdür. Günahları ABD’yi yakaladı…
George Floyd’un ölmeden önce son olarak ağzından çıkan “nefes alamıyorum” sözlerinin ABD’nin gövdesinde açtığı çatlak süratle ülke sathına yayılarak 40 eyalette protestolar olarak başlayıp, kısa sürede yağma, şiddet ve gasp olaylarına evrildi.
Bu başkaldırı muhtemelen pandemik bir kimlik kazanarak Kuzey Afrika'dan Orta Doğu'ya kadar nefesini kestiği tüm mağdur ülkelerin ayağa kalkması ile büyüyecek.
Devasa barajların çökmesi gibi pagan madeniyetlerin çökmesi de gövdelerindeki küçük bir çatlakla başlar. Bu sözün gerçek hayattaki karşılığını bir kez daha dünya seyredecek görünüyor...
ABD’de yayılan şiddet demokratik bir hak ve adalet talebinin ötesine geçmiş görünse de çıkış yerinin “Nefesleri haksız yere kesilenler” olduğu inkâr edilemez. Bunun geri dönüşümü de toplumu oluşturan unsurlar arasında esirgenen “adalet”in hakça dağıtımından başkası değildir. Şiddetin gasp ve yağma için fırsat olarak kullanılması bu gerçeği değiştirmez.
Olayların sonuçlarını, yakın gelecekteki ABD başkanlık seçimlerinde kime avantaj sağlayacağı ile sınırlı yorumlar çok basit olur. Konu kimin başkan olacağı ile ilgili değil, Trump veya Joe Biden ne fark eder? John Wayne’nın-kovboyun biri gider öbürü gelir.
Burada geleceği tartışmaya açılan barbarlıkta sınır tanımayacak kadar köksüz, ruhsuz bir medeniyetin geleceği. George Floyd’un ölmeden önce son olarak ağzından çıkan söz bardağı taşıran son damladır.
Bu canavarı hatırlamak isteyenlerin Irak’ta, “Ebu Gureyb Hapishanesi’nde işledikleri tecavüzlere ve cinayetlere bakması kâfi!”
Irak’ta Felluce’den birkaç kilometre ötede Ebu Gureyb şehri var. ABD Irak’a özgürlük(!) getirmek için burayı işgal edinceye kadar dünyada pek tanınmazdı. Saddam döneminden kalan “Ebu Gureyb” hapishanesini ABD'li işgalciler koalisyon karşıtları, isyancılar ve muhtelif suçlular için yenileyip içini hemen doldurdular.
Tutukluların çoğu askerî operasyonlarda tesadüfen tutuklanmış suçsuz sivillerdi. Aralarında kadınlar, erkekler, çocuklar vardı. Tutuklanıp sorgulanmalarının ardından suçsuz bulunanlar hemen serbest bırakılmıyorlardı, oradan çıktıktan sonra isyana katılacaklarından korkuluyordu.
Peki, ne yapılıyordu bunlara?
“Çıplak adamlar piramit şeklinde üst üste yığılmıştı ve Amerikan askerleri bu yığının yanında sırıtıyorlardı. Bir kadın asker, çıplak bir mahkûmun boynuna taktığı köpek tasmasının ipini elinde tutuyordu” diyor kitapta ABD’li psikolog Philip Zimbardo. (Bakınız The Lucifer Effect-Şeytan Etkisi)
Bu sorgulama rövanşist bir yaklaşım değildir. Bir soruya cevap arıyoruz; tarihte birçok örneğinde olduğu gibi, dalga dalga yayılan bu şiddet ateşinin Amerika’nın parçalanmasına ve yıkılmasına yol açar mı?
Henüz bilmiyoruz, ancak; ben de o kanaatteyim ki “Amerika da dışarıdan bir saldırıyla değil içerıden çökecek, tıpkı diğer pagan Batı uygarlıklarının çöküşü gibi!”
.
Dizi mi hayatın yansımasıdır, hayat mı dizilerin?
8 Haziran 2020 02:00
65 yaş kısıtlaması uzunca bir süre alanımızı daraltsa da benim için bir fırsat oldu. Geriden gelerek okumak için sıraya koyduğum kitaplara ayıracak bol zamanım oldu. Bazı kitapları onuncu sayfasına kadar bazılarını on kere okumak gibi bir âdetim var. Elde değil bazıları şifalı bitki gibiler.
Prof. Dr. Bülent Yılmaz’ın geçtiğimiz yıl yayınlanan “İnsan gibi…” kitabı (*) bunlardan biri. Çok sayıda sosyal konunun işlendiği kitaptan “Bir Televizyon Dizi Filminin Yarım Saatlik Özeti Üzerine Düşünceler” başlıklı makalesini sizinle, sizin de “işte bu!..” diyeceğiniz bir bölümü paylaşmak istiyorum.
“Sadece yarım saatlik özeti ve sadece gözlemlemek için izle(yebil)dim. Sesi kapattım çoğu yerde. Çok bağırıyorlardı” diyerek başladığı tespitler tam yürek sızısı:
“Dizide normal yollarla hayat süren yok gibi. Memur işçi olarak çalışan, işe giden, evine gelen, kahvaltı eden, çocuğuyla oynayan yok. Normal yoldan, yasal yoldan para kazanan yok. Aslında normal hayat yok dizide. Normal sokaklar, mekânlar yok. Normal yolla yürüyen bir dostluk yok. Okula giden çocuk yok.
Lümpen, serseri bir hayat üretiyoruz bu dizilerde aslında.
… Türkçe berbat, tümüyle argo neredeyse. Sözcük sayısı son derece sınırlı. Yani şiir yazacak hâlleri yok tabii!
Bence filmin öğretmeye çalıştığı şey şiddet. Dilde, davranışta, sevgide, dostlukta şiddet… de… de… de şiddet. Bence şiddetin propagandası yapılıyor. 'Yaşasın şiddet!' deniyor. Kendimi özgürlükçü biri olarak bilirim, bu diziyi sürekli izlesem bu yapım değişebilirdi.
… Bu dizileri izleyen birisi bir çocuk, bir genç, toplum nice olur, ne olur? Allak bullak olur. Döver, söver, bağırır, öldürür, çalışmaz...”
Burada tam sizin de soracağınız soruyu Bülent Hoca soruyor; “… Bu dizi insanları neresinden yakalıyor?”
Ben yaştakiler bilir, eskiler böyle şiddetten beslenen tipler için “mazarrat adam, mayası bozuk” derlerdi. Zaman içinde “maya” dediğimiz insan yapısının yiyip içtiği ile vücut bulduğunu öğrendik. Tabii buna ruhsal ve duygusal yapısı (karakter) için “konuşup görüştüğü, paylaştığı ve okuyup seyrettiklerini” ilave etmek gerekiyor.
Burda bilerek veya bilmeyerek yapımcının, yayıncının, aktörün katkıda bulunduğu şey “insan repredüksiyonu, insan inşası”dır. Okuduklarımız, seyrettiklerimiz, izlediklerimiz, yaşadığımız şehir, gezdiğimiz sokak, görüştüğümüz dostlar bu yapıya harç taşırlar.
Hele her gün tekrarladıklarımız var ya! İşte onlar önce “hadi canım sen de... daha neler!” diye hayret, ettiklerimiz, sonrasında itiraz, derken uzlaşma ve sonunda teslimiyet ile yol tamamlanır.
Uzmanlar “Aman dikkat! Aman dikkat! Tekrarladığınız şey sizin hakikatiniz olur...” diyor.
Tekrarında fayda var; Kral Lear’in ilk provasında Kral rolünü oynayan aktör ağlayarak “Ben gecekonduda yaşayan yoksul biriyim sen bana Kral rolü oynatıyorsun olacak iş mi?” deyince Shakespeare “İnsanlar bulundukları ortama uygun hareket ederler, birkaç provadan sonra sen de kendini Kral zannedeceksin, seyirci de…” demiş.
Şimdi geriye dönüp “çuvaldızı batırma” sırası kendimize gelince Sayın Bülent Yılmaz’ın sorusu kaçınılmaz:
Dizi mi hayatın yansımasıdır, hayat mı dizilerin? Yoksa ikisi de birbirini mi üretir, besler yoksa? Toplum yemese niye böyle yemekler yapılsın ki? Yoksa böyle yemekler suna suna toplum iştahla yemeye mi başladı?
.....
(*) Prof. Dr. Bülent Yılmaz “İnsan Gibi” denemeler/İstanbul-Hiperyayın 2019
.
Gözünüz yolda, kulağınız bende olsun!..
12 Haziran 2020 02:00
1960'lı yıllarda Zeki Müren her cumartesi saat 19.00'da TRT'de yayınlanan ve herkesi radyo başına toplayan programına bu anonsla başlardı: “Gözünüz yolda, kulağınız bende olsun, sevgili şoför kardeşlerim."
Seyahat yasağı kalkıp cümleten yollara dökülünce aklıma geliverdi.
Son üç aydır gözümüz, Türkiye'nin günlük koronavirüs vaka sayısının açıklandığı “Günlük koronavirüs tablosu"nda. Vaka ve vefat sayılarındaki düşüşü takip etmeyen olduğunu sanmıyorum. Sonuçların giderek iyi yönde seyretmesi ve kısıtlamaların kaldırılması ile kabaran seyahat iştahımız bana Zeki Müren’in yukarıdaki anonsunu hatırlattı...
Vaka sayısındaki düşüşe yoğunlaşan trafikte kaza sayısında tırmanış olmaması büyük temennimiz. Çünkü henüz tam olmasa da normal hayata dönüş bende bazı korkuları depreştirdi. Ne de olsa seyahat yasağı kalktı ve yollara döküldük. Tabii herkesi yollara sürükleyen bir hikâyesi var. Kimseye yola çıkma diyecek hâlimizde yok.
Ancaakkk!... Türkiye'nin kara yolu ağında 2018 yılında toplam 1 milyon 229 bin 364 adet trafik kazası meydana geldini hatırlayalım. 1 milyon 42 bin 832 adedi maddi hasarla sonuçlanan bu kazaların 186 bin 532'sinde 6 bin 675 kişi hayatını kaybederken 307 bin 71 kişi yaralandı.
Son on yılın kazalarındaki vefat sayısı ise 52 bin 95 kişi. Yıllık vefat sayısı ortalama Anadolu'daki bir ilçe nüfusuna denk. Yaşa başa bakmadan yaşlılar, gençler, hayatını kaybediyor...
Şimdi kontrol edilebilir salgın sürecinde kaybettiğimiz can sayısından fark edilir oranda yüksek kayıplar. En fazla ölümlü-yaralanmalı kazanın meydana geldiği ay yüzde 10,9 ile temmuz ayı; haftanın günlerine göre bakıldığında ise cumartesi...
Bu keder verici tablonun sebeplerini hep bir ağızdan sıralasak; aşırı hız genel olarak trafik kazalarının başlıca sebebi ve dikkatsizlik... Araba kullanmak için hem ruhen hem de bedenen hazır olmamak, alkollü araç kullanmak ve tabii hepimizin çok iyi bildiği(!) trafik kurallarına uymamak...
Bütün bu tedbirleri uygulama kapasitemiz ortada (maske takmada bu yeteneğimizin kaç puanlık olduğunu belirler) ve sonuçlara baktığımızda bu kapasitenin düşük olduğunda hemfikiriz. Burada bu kaza hengamesini yaşamış ve hayatta kalmış biri olarak benim asıl gözümün yolda aradığı “dikkat radar var” tabelası değil. Yolda seyir hâlinde denetleme yapan trafik polisidir. Teknolojik denetim radarla-gıyabi ceza arasında geçiyor. Asıl önemli olan bire bir insanla temastır. “İnsan-insana” olan telkinin caydırıcılığının teknolojiye olan üstünlüğü tartışılmaz.
Söze 1960’lı yıllardan başlamışken, o yıllar kısa dalga üzerinden yayın yapan “Polis Radyosu” çok dikkat çekici ve sevimliydi. Şimdilerde FM kanalları var ama hastası azaldı.
Benim beklentim bütün ekranlarda ve FM kanallarında kamu spotlarının arasında “Bir Trafik Polisinin” merhaba deyip yarın yola çıkacak olanlara “Gözünüz yolda, kulağınız bende olsun sevgili şoför kardeslerim" diye seslenmesidir...
Temmuz ayı yaklaşırken hatırlamakta fayda var ve yollardaki “kaza-kırım salgını” koronadan beter desem yeri var..
.
Ayasofya’da bir Amerikalı!..
15 Haziran 2020 02:00
Sömürgeciliği anlatırken bir devletin, başka milletleri, devletleri, siyasal ve ekonomik baskı altına almasının kolay yolları olduğunu vurgulayan Edward Said “sömürgeciliğin keşif kolu” dediği basit uygulamalar olduğunu belirtiyor. “O kıtaları, o ülkeleri tarihsizleştirmek, hafızalarını ifsad edecek kültürel asimilasyona tabi tutmak. Ancak bunu yaparken mevcuda olabildiğince saygılı davranmak ama bir yandan da onların zihinsel talana karşı geliştirecekleri refleksleri köreltmektir” diyor.
Ayasofyanın camiden müzeye dönüştürülmesine uzanan değişim hikayesinde yer alan “Amerikalı parmağı” böyle bir modeli hatırlatıyor.
Harvard’dan Prof. Robert Blake otobiyografisinde şöyle yazıyor: “1930’da Amerikalı Thomas Whittemore tarafından Boston’da Bizans sanatı, tarihi ve arkeolojisi incelemelerini teşvik etmek konusunda bir Amerikan, İngiliz ve Fransız girişimi olarak ‘Bizans Enstitüsü’ kurulur.”
1931’de bütün insanlığın hidayete ereceğini savunan Universalist kilisesinin öncülerinden büyükbabasının adını taşıyan Thomas Whittemore hükûmete müracaat edip Ayasofya Câmii’ndeki mozaiklerin tamiri için izin aldı.
Araştırmacı Natalia Teteriatnikov, “Bizans Enstitüsü’nün en büyük başarılarından biri 1931’de Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ü, Ayasofya Bazilikası’nın içindeki mozaiklerin ortaya çıkarılması sorumluluğunu Bizans Enstitüsü’ne teslim etmeye ikna etmesiydi” diyor. (Kariye, Pera Müzesi Yay., 2007, s. 34.)
1934’te İnönü’nün Maarif Vekili Abidin Özmen, câmiyi vakıflardan kendi bakanlığına naklettirdi. Müze fikri de o arada çıktı. 24 Kasım 1934’te bakanlar kurulu kararıyla, parasızlık(!) ve “Bütün Şark âlemini sevindireceği” gerekçesiyle Ayasofya’nın ibâdet dışındaki kısımları müzeye dönüştürülerek 1 Şubat 1935’te de müze olarak halka açıldı.
Kararda ibâdete kapatılma ifadesi geçmiyordu. Ama Özmen’in başvekâlete gönderdiği teklif yazısındaki, “Ayasofya, müzeye çevrildiği takdirde İstanbul’un turistik değeri bir kat daha artacaktır. Ayasofya’da namaz kılanlar pek yakınındaki büyük küçük birçok câmide dinî vazifelerini yapabileceklerdir” ifadesi maksadı ortaya koymaktadır.
Câmi kapatılınca, halıları kesilerek sağa sola dağıtıldı. Şamdanları eritilmek üzere dökümhaneye götürüldü. Levhalar ise çok büyük olduğu için çıkarılamayıp depoya kaldırıldı. Bunlar DP devrinde tekrar asıldı. Câminin yanında, İstanbul’da Osmanlıların ilk üniversitesi olan Ayasofya Medresesi de yıkıldı.
İbrahim Hakkı Konyalı anlatıyor: “Bir gün İstanbul Müzeler Müdürü Kemal Altan bana geldi, iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Hayretler içinde kaldım. Türk-İslam Eserleri üzerinde fevkalade hassasiyete sahip, ecdadını cidden seven insan olan Kemal Bey’in böyle ağlaması için çok önemli bir sebep olmalıydı. ‘Nedir, ne oldu?’ diye sordum. 'Yıktılar, bu gece yıktılar!.. Dün gece sabaha kadar Kadırga civarındaki Küçük Ayasofya Camii’nin muntazam kesme taşlarla yapılmış Türk mimarisinin şaheser bir örneği olan minaresi temeline kadar yıkıldı yok oldu. Bu gece de Büyük Ayasofya’nın minareleri yıkılacak bir Bizans kilisesi hâline getirilecek' dedi... 'Otur' dedim. 'Büyük Ayasofya’nın minarelerini yıkamazlar, bir rapor hazırlayalım. Ben söyleyeceğim, sen yaz..."
İbrahim Hakkı Konyalı şöyle devam ediyor:
"Merhum Kemal Bey’e dikte ettirdiğim rapor şu idi: ...Şimdi bu ihtiyar mabedin yaşı daha da ilerlemiştir. Minareler, ana kubbenin dayandığı son payandalardır. Eğer minareler yıkılacak olursa, kubbe tamamıyla yere serilecektir. Ve tetikte bekleyen Hristiyanlık âlemi de Türkler Ayasofya’yı yıktılar diye feryadı basacaktır... Ve minarelerin yıkılmasından vazgeçildi." (İbrahim Hakkı Konyalı, Ayasofya Minarelerini Nasıl Kurtardım, Yeni İstiklal Gazetesi, 13 Nisan 1966)
Bugüne geldiğimizde müzeye dönüşünden tam 86 yıl sonra Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’in ifadesiyle; “Ayasofya'nın yeniden camiye dönüştürülmesinin önünde siyasi, hukuki ve idari açıdan hiçbir engel bulunmuyor.”
Acaba bu gelişmelerde; ABD’de siyahi George Floyd’un ırkçı bir polis tarafından öldürülmesiyle başlayan Batılı ülkelerin dayatmalarını hedef alan küresel direniş dalgasının payı var mı?
.
Bir "NİKAP" hikâyesi
19 Haziran 2020 02:00
“Nikap” yüzü örten, maske, yüz örtüsü, peçe demektir. Bizim biraz farklı olarak Covid-19 salgınında korunma için kullandığımız “maskenin” benzeri ama nikap, virüsten korunma değil yüzü saklama maksatlı kullanılırmış.
Bu arada, son günlerde havaların ısınması üzerine seyahatlerin yoğunlaşması salgınla mücadeleyi gevşetince muhtemelen çoğu ilde maske kullanımı zorunlu hâle gelebilir deniyor. “Maske” gündemiyle nefesimizi daha fazla daraltmadan sözü beğeneceğinizi umduğum “Maske” ile başlayan bir kıssayı sizinle paylaşmak istedim...
Feridüddin-i Attar (Muhammed bin İbrahim 1119-1230) İslam âlimlerinin büyüklerinden olup Moğolların Bağdat katiamında 115 yaşında iken şehit edildi. Mevlâna Celaleddin-i Rumî çocuk yaşta iken Babası, Sultanu’l Ulema (Bilginlerin Sultanı) Muhammed Bahaeddin Veled ile Attar’la Bağdat'ta tanışıp görüştü. Attar hazretleri; Mevlâna’ya tasavvufu kuşların ağzından anlattığı el yazması eseri “Kuşlar Meclis” olarak bilinen, “Mantık-ut-tayr” kitabını hediye etti.
Hatırlayacaksınız, Şems-i Tebrizî, Konya’da ilk tanışmalarında Mevlâna’nın kitaplarını su havuzuna attığında üzülmesin diye kuru kalan tek kitaptır “Mantık-ut-tayr.”
Feridüddin Attar hazretleri işte bu kitapta naklediyor ki;
Mısır’da başlayan kıtlık Kenan diyarına da ulaşınca Hazreti Yusuf’un ‘aleyhisselam’ on kardeşi kıtlıktan bunalmışlar, dertlerine bir çare arıyorlardı. Yakub aleyhisselam oğullarına “Mısır’a gidip biraz buğday getirin. İşittim ki Mısır Sultanının bir haznedarı varmış ve tahıl ambarları onun elinde imiş…” diyerek on oğlunu gönderdi.
On kardeş uzak bir yol aşarak Hazreti Yusuf’un ‘aleyhisselam” kapısına gelip çaresiz kalarak hâllerini anlattılar,
Kardeşlerinin Mısır’a geldiğini öğrenen Yusuf aleyhisselam onları sarayında yemeğe davet etti. Bir araya geldiklerinde kardeşleri onu tanıyamadılar zira Yusuf aleyhisselamın yüzünde bir “Nikap-Maske” vardı...
Yusuf aleyhisselamın önünde de bir tas duruyordu ve eliyle vurunca tastan bir ses, bir inilti duyuldu.
Hikmetler bilen Yusuf aleyhisselam dedi ki; “Hiç biliyormusunuz, bu tas ne diyor?..” On kardeş hep birden ağızlarını açıp “Ey hakkı tanıyan aziz, tasın sesinden kim anlar ki?” dediler.
Yusuf aleyhisselam o vakit dedi ki: "Ben iyice biliyorum o ne diyor, fakat siz anlamazsınız. Diyor ki; evvelce sizin bir kardeşiniz daha varmış, sizden daha güzelmiş, adı da Yusuf’muş. Hem de sizden küçükmüş...”
Sonra tekrar tasa vurup dedi ki: "Siz hep bir olarak onu kuyuya atmışsınız!.. Sonra da suçsuz bir kurdu öldürmüş Yusuf’un gömleğini onun kanına bulamış Yakub’un ‘aleyhisselam’ gönlünü kanlara gark etmişsiniz. Babanızı yakmış, Yusuf’u da köle diye satmışsınız!..”
Yusuf’un kardeşleri bu sözleri duyunca şaşırıp kaldılar! Ekmek almaya gelmişken eriyip su kesildiler. Evvelce Yusuf’u satmışlardı şimdi âlemi sattılar. Yusuf’u kuyuya atmışlardı ama şimdi hepsi de bela kuyusunda kaldılar…”
Feridüddin Attar hazretleri burada diyor ki: “… Bütün bunlar insanın hâlini hikâyeden ibarettir. Birisi çıksa da tasımıza vursa yok mu, yakışmaz işler bundan çoktur…
Bir gün herkesi uykudan uyandırırlar, tasına vururlar... Kulağa o kadar tas sesi gelir ki bilmem kimin aklı fikri kalır?..
Bu “Dünya” baş aşağı çevrilmiş dertle dolu bir tastır.
.
Kuralsızlık ve başıboşluk “Özgürlük” değildir...
3 Temmuz 2020 02:00
Yeni bir meydan okumayla karşı karşıyayız.
Eskiden bir şey söylerken, istemeyerek yanlış ifade, karşıdakini inciten bir sözcük kullandığımızda telafisi mümkün ve kolaydı. Muhatabımıza “dil sürçmesi” der durumu düzeltirdik. Şimdi sosyal medya üzerinden “parmak sürçmesi” ile muhatabını bile bilmediğimiz kasıtlı ve planlı saldırılara muhatabız.
Çünkü çamur atanın nesebi gibi kimliği de meçhul.
Bu “itibar suikastçılarının alanı”nın itibarlı hâle gelmesi okumayı külfet gören kesimin ilgisiyle başladı ve kitlelerde arkasına takıldı. Madde bağımlılığına dönüşen paylaşımlarla sosyal medya kendini gösterme, teşhir etme ve âlemi gözetleme kulesine dönüştü.
Sosyal medyada art niyetle bazı paylaşılan yazı, fotoğraf ve görüntüler paylaşım olmaktan çıkmış mahremiyete saldırı silahı hâline dönüşmüştür. Mevcut hâliyle günlük konuşma ve yazma dilimizi, eğitim dilimizi, yüz yüze iletişim yeteneğimizi yozlaştıran sosyal medya sosyal barışı da yaralamakta ve hasarı giderek büyütmekte.
Argo, küfür ve hakaret, dili de fikri de berbat ediyor. Sosyal medya sayfaları, hoyratça kullanılıp sonra terkedilmiş piknik yerleri gibi.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin, Albayrak ailesine yönelik yapılan çirkin saldırılara ilişkin "Sosyal medya dipsiz bir kuyuya, izan ve insaf tanımayan mayınlı bir platforma dönüşmüştür. Sosyal medya taşınması imkânsız ağır bir güvenlik sorunu hâline gelmiştir." diyerek gösterdiği haklı tepkinin ardından MHP'liler sosyal medya hesaplarını kapatma kararı aldı.
MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın, Genel Başkan Devlet Bahçeli'nin sosyal medya hesabını kapatma kararının ardından yaptığı açıklamada "Liderimizin Sayın Devlet Bahçeli’nin sosyal medya ile ilgili kararına ve tepkisine binaen bütün hesaplarımızı askıya alıyoruz." dedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Yalanın, iftiranın ve itibar suikastlarının aparatı hâline dönüşen bu mecraların düzene sokulması için tedbirler alınacağını” ifade etmesi üzerine MHP’nin daha önce yaptığı 'İnternet ortamında yayınların düzenlenmesi ve bu yayınlar yoluyla işlenen suçlarla mücadele edilmesi' hakkındaki kanun teklifini yeniden gündeme getirdi.
Hukukçuların medya özgürlüğüne sınırlama getirir iddiasıyla karşı çıkmaları nedeniyle daha önce tekliften çıkartılan yasa teklifinin son yaşananlardan sonra ne kadar önemli olduğu da anlaşılmış oldu.
MHP'nin “İnternet ortamında yayınların düzenlenmesi ve bu yayınlar yoluyla işlenen suçlarla mücadele edilmesi” hakkında hazırladığı kanun teklifinde “Kullanıcıların sosyal medyaya kimlik numarasıyla giriş yapma önerisinin yanı sıra sosyal ağ sağlayıcılarına Türkiye'de temsilcilik açma ve temsilci bulundurma zorunluluğu” da getiriliyor.
Kafa dışarıda gövde içeride gibi böyle bir alanın ülke dışından parsellenip içeride kullanılması zaten anlaşılır bir şey değildir. Dağda mücadele ederken teröre şehirde alan bırakmak gibidir.
Muhtemelen son gelişmeler üzerine bu kanun teklifinde Şamil Tayyar’ın da ifade ettiği emsalde “Zararlı içeriği 24 saatte kaldırmayan şirkete 50 milyon avroya kadar ceza.” gibi yaptırımlarda yer almalıdır.
Muhtemelen bütün imkânlarını bu kanunun çıkmasını engellemek için kullanacaklar. DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan bu gelişmeler için “Sosyal medyayı kapatmaya çalışıyorlar... Teknoloji ile savaşmak, teknolojiyi kapatmak ya da yasaklamak mümkün değil. Bu dünya çok geride kaldı.” şeklindeki değerlendirmesini seçmen hafızasına kaydedecek ve karşılığını(!) ilk yüzleşmesinde verecektir.
Bir mecrada “kabalık, görgüsüzlük, şımarıklık giderek artıyor, bencillik, egoistlik yayılıyor, insanlar hep kavgaya hazır, birbirini kırmaktan çekinmiyor.” ise;
Kanunsa kanun, bilinmeli ki “özgürlük”; kuralsızlık, başıboşluk ve başıbozukluk değild
.
Bir gün mutlaka haklı çıkarsın...
6 Temmuz 2020 02:00
Steven Paul Jobs, (1955-2011) Apple Computer’ün kurucu ortaklarından biridir. Ölümünden beş hafta öncesine kadar Apple’de CEO olarak görev yapmıştır. Bilgisayar endüstrisinin önderlerinden olarak kabul edilir.
Ancak onun hatıralarda kalan 2005'te Stanford Üniversitesi mezuniyet töreninde yapmış olduğu konuşmadır. Bu konuşmasında “17 yaşımda iken, ‘Her günü son gününüzmüş gibi yaşıyorsanız, bir gün mutlaka haklı çıkarsınız’ şeklinde bir yazı gördüm. Bu söz oldukça derin bir etki bıraktı bende. O zamandan beri geçen 33 yıl boyunca her sabah, aynada kendime ‘Bugün hayatımın son günü olsaydı, bugün yapacağım şeyleri gerçekten de yapmak ister miydim?’ sorusunu sordum” diyor...
Bu soruyu ne kadar insan kendisine sormuştur bilinmez. Ancak insanın gerçek bir hesaplaşma olan ölümle yüzleşmeden doğru cevap vermesi çok zor. İnsana yakın zamanda ölebileceğini hatırlatan böyle bir tecrübe çoğu insanın hayattaki en büyük seçimlerini yaparken yönünü değiştirir. Tıpkı Salih Gökkaya gibi…
Ömrünün 50 yılını komünist ideoloji yolunda harcayan Salih Gökkaya, daha sonra İslâm’la müşerref olarak vefât etmiştir. Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Tito’nun şeref misafiri olarak Belgrad’a davet edildiğinde ömrünün son günlerini geçirmekte olan Tito’yu ziyaret eder. (Halit Ertuğrul, Kendini Arayan Adam, s. 105)
Tito’nun son anlarına şahit olan Salih Gökkaya anlatıyor:
-1980 yılında Yugoslav Devlet Başkanı Mareşal Tito’nun şeref misafiri olarak Belgrad’da bulunuyorduk. 83 yıllık ömrünün 70 yılını Yugoslav komünizmi uğruna harcamış olan bir komünist liderin hasta yatağında pervaneler gibi etrafında hizmetçiler dönüyordu... Milyonlara hitap eden o dil ve çene düşmüş, eller ve bacaklar tam bir değnek hâlini almıştı. Gözleri yaşla dolmuş, dudakları titriyordu, yüzünde öylesine acı ifadeler şekilleniyordu ki... Bu durumu hissedince teselli vermek için dedim: “Efendim ölüm sizi korkutmasın. Belki maddeten aralarından ayrılacaksınız ama, yaptığınız inanılmaz hizmetinizle kalplerde ebediyyen yaşayacaksınız...”
Ölüm kelimesini duyunca sanki depreme tutulmuş gibi titrediğini gördük.. Ağlamaklı ifadelerle söylediği şu cümleler kulaklarımda çınlıyor: “Evet” dedi. “Ben ölüyorum artık... Ölümün ne derece korkunç bir şey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli olan sizler, bu yaşta anlayamazsınız... Dostlardan, sevdiklerinizden, unvandan, makamdan ayrılmak, dünya güzelliklerini kaybetmek çıldırtıyor...
Yoldaşlarım; size açık kalple bir şey itiraf edeyim. Ben öldükten sonra toprak olacaksam, diriliş, ceza ve mükâfat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana? Ben ebedî azap görecek olduktan sonra yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim, alkışlanacakmışım neye yarar?
Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan böcekleri, yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marx, Engels, Lenin yapamıyor. İtiraf etmek zorundayım... Ben Allaha, Peygambere ve Âhirete inanıyorum. Artık dinsizlik bir çâre değil... Düşünün, şu kâinatın bir yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir kanun koyucusu lâzımdır. Bence ölüm bir son olmamalı. Mazlum ölenlerle, zâlimane gidenlerin bir hesaplaşma yeri olmalı. Hakkı olan hakkını ve suçlu cezasını görmeden gidiyor, böyle keşmekeş olmaz...” Salih Gökkaya-Zafer: sh.160)
.
Aileyi korumak insanlığı korumaktır…
10 Temmuz 2020 02:00
Tarihte hiçbir dönemde yaşanmamış ürkütücü bir hızla gelişen bu kargaşa ve tasallut döneminde “toplumsal cinsiyet eşitliği” gibi projelerle doğrudan aileyi hedefe koyan ahlaki bir kaosun içine itildik...
Bu sözleşme; dünyada en sağlam, en güçlü aile ve toplum yapısına sahip bir ülkeyi çökertmenin, en sinsi yoludur! O yüzden Türkiye, "İstanbul Sözleşmesi"nden derhâl çıkmalıdır!.. Yapmak istedikleri “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” gibi projeler üzerinden ahlakı altüst olmuş bir toplum kurgulamaktır.
“Ailesiz Toplum Modern Family” kitabında İstanbul Sözleşmesi'ni sorgulayan ve uygulanması durumunda toplumun nasıl bir belaya düçar olacağını anlatan Ahmet Hakan Çakıcı’nın ifade ettiği gibi “İnsanlık adına çok büyük bir değişim döneminin arifesindeyiz. Öyle bir değişim ki, bildiğimiz hemen her şeyin; 'devletin', 'dinin', 'toplumun', 'ahlakın', 'cinsiyetin', 'işin' anlamının değişeceği, dönüşeceği, translaşıp karmaşık formalara bürüneceği...” tarihte daha önce hiç yaşanmamış yeni bir dönem geliyor...
Kadını ve erkeği, toplum ve aile içindeki ilişkilerine rehberlik yapan değerlerinden soyutlayarak; din, dil, inanç, örf, geleneğin tamamını toprağa gömen, hatta gömmesi için devleti tedbir almaya zorlayan bu mahut sözleşmenin imzalandığı günden beri verdiği hasar hesaba sığmaz. Daha zaman ilerledikçe, asıl kimin zehirlendiği korona salgını gibi belli bir zaman sonra ortaya çıkacak. Çünkü bu sözleşmenin uygulanma sonuçlarıda kuluçka dönenminden sonra ortaya çıkar. Eğer bu saldırı berteraf edilmezse ne vücut ne mana olarak ayakta kalmak mümkün görünmüyor.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi;
Aileye ve bir güvenlik kuşağı oluşturan “İslam’a” karşı bu saldırının sebebi nedir? “Aile” kadim kültürümüzü esas alarak çocuklarını yetiştirdikleri, egemenlerin müdahale edemediği bir güvenli bölgedir. Biliyorlar ki; "Aileyi kontrol demek; hem toplum sosyolojisinin, hem ekonominin, hem de nüfusun kontrolü demektir!”
Ailede büyük hasar verdiği bilinen bu “cinsiyet eşitliği projesinin” ilk uygulaması; Rockefeller ailesi bünyesinde özel bir vakıf olan “Rockefeller Foundation” tarafından yürütüldü. Vakıf tarafından desteklenen Alfred Kinsey isimli ahlaksız bir zoolog 1947'de Indiana Üniversitesi bünyesinde “Cinsellik Araştırmaları Enstitüsü"nü kurdu.
1948 yılında Alfred Kinsey’in yayınladığı ilk araştırma raporu ve 1955 yılında araştırmanın ikinci etabı yayınlanınca Amerika Barolar Birliği maruz kaldığı medyatik baskı sonucu Amerika Ceza Sistemini değiştirmek zorunda kaldı.
Bu tam bir felakettir, o güne kadar Amerikan ceza sisteminde "suç" olarak kabul edilen “zina, çocuk erotizmi, kürtaj, evlilik öncesi cinsel ilişki, karı-kocaların birbirlerini aldatması ve eş cinsellik" suç olmaktan çıkarılıp, normalleştirildi...
Bugün Türkiye’de uygulanmak istenen bu iğrenç senaryonun “zina, çocuk erotizmi, kürtaj, evlilik öncesi cinsel ilişki, karı-kocaların birbirlerini aldatması ve eş cinselliğin suç olmaktan çıkarılıp, normalleştirilmesi planı"nın özeti budur...
Türkiyenin elini kolunu sallayarak 2011’de imzaladığı bu sözleşmenin 2014’te yürürlüğe girmesiyle toplumda başlayan ve bugünlere süregelen itirazlar nihayetinde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın önceki gün kurmaylarına, “Çalışıp, gözden geçirin. Halk istiyorsa kaldırın. Halkın talebi kaldırılması yönündeyse, buna göre bir karar verilsin. Halk ne derse o olur” talimatı ile yeni bir döneme girdi.
Bu yeni dönem; uyum yasaları çerçevesinde bize dayattıkları aileyi, toplum yapımızı çökertecek olan bu projenin uygulanmasını iptal etmek ve AB'nin başına çalmak olmalıdır.
İşgal ettikleri masum beldelerdeki direnişçilerin kafalarını kesip müzelerinde sergileyen sömürgeci Batı zihniyetinden insanlık adına, aile ve terbiye adına öğreneceğimiz bir şey yoktur!..
Onlarda değil mi; korona günlerinde huzurevlerinde insanları ölüme terk edenler?.. Onlarda insan yok ki aile olsun, kadın olsun!.. Nerede kalmış kadınlara hak!
.
Ayasofya özgürlüğüne kavuştu...
13 Temmuz 2020 02:00
Danıştay'ın, Ayasofya'ya müze statüsü verilmesini öngören 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etmesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ibadete açılmak üzere Ayasofya'nın Diyanet İşleri Başkanlığı'na devredilmesine yönelik kararı imzalamasının ardından Batı ülkelerinden tepkiler de gelmeye başladı.
Ayasofya, bizim için “Türkiye’nin hükümranlığının, bağımsızlığının sembolüdür...” Peki, Ayasofya’yı dış dünya için de böylesine önemli kılan nedir?
Ayasofya İstanbul, Fetih ve Fatih'in sembolüdür. İstanbul'un fethi Hristiyan Batı'da travmanın ötesinde felaket olarak kabul edilmiştir. Ayasofya vakıf, ibadethane (cami)nin ötesinde "Bağımsızlık sembolü" ve Türk’ün egemenlik hakkıdır.
1918'de İstanbul işgal edilince işgal güçleri Ayasofya'yı müze yapmış olsaydı, işgal sonrasında müzeyi camiye çevirmek kolay olurdu. Ama Fatih Sultan Mehmed Han'ın vakfı olan "Ayasofya Camii"nin sahte bir kararname ve sinsi bir plan ile müzeye çevrilerek ibadete kapatma planı bütün Müslümanların kalbinde tedavisi olmayan yara açarken Batı’yı da mutlu etmişti.
Batı mutluydu, çünkü kapı içeriden açılmıştı ve bir taşla iki kuşu vurdular.
Osman Yüksel Serdengeçti'nin "Serdengeçti" dergisinde (Ağustos 1952) "Ayasofya!.. Ey muhteşem mabed!.. Merak etme, Fatih'in torunları yakında bütün putları devirip seni camiye çevirecekler. Gözyaşları ile abdest alarak seccadelere kapanacaklar... Tehlil ve tekbir sedaları boş kubbelerini yeniden dolduracak... İkinci bir fetih olacak..." satırlarındaki feryadı bugün gerçekleştiğinde;
Fethin sembolü Ayasofya’nın 86 yıl sonra müzeden camiye dönüştürülmesi kararı bu defa Batı’da büyük öfke,matem ve endişeye yol açtı. Bunun ne anlama geldiğini Batı’da bizim kadar farkında. ABD'nin Ankara Büyükelçisi Charles Sherrill Türkiye ile ilgili yazdığı eserinde 23 Ocak 1933 tarihinde bir Kadir Gecesini şöyle anlatmış;
"Ayasofya’da on binden fazla Müslümanın, her şeyi unutup kendilerini bütün ruhları ve kalpleriyle kâinatın yaratıcısına dua edişlerini seyretmek Müslüman olmayanlara dahi büyük bir heyecan verir. Burada yapılan dualar, o insanların kalplerinden doğruya Tanrı'ya (Allahü tealaya) ulaşmaktadır... Arada Hristiyanların papazlarına benzer hiç kimsenin yardımı ve kılavuzluğu olmadan doğrudan doğruya Tanrı'ya (Allahü tealaya) yakaran, O'nunla hemhal olan Müslümanların bu saati, ibadet heyecanının en yüksek noktasına vardığı yüceleştiği saattir...
Ben 23 Ocak 1933 günü akşamı Ayasofya'da gördüğüm bu ibadeti oradaki Müslümanlarla birlikte duyduğum heyecanı Hristiyanların yaptıkları hiçbir ibadet toplantısında görmediğimi, böylesine duygulu ve heyecanlı bir ibadete hiçbir yerde şahit olmadığımı rahatça söyleyebilirim... Bu ibadet sırasında, bu kalabalığın heyecanını harekete getirmek için ne belagatle konuşan bir din adamı ne de bir müzik vardı..."
ABD eski Savunma Bakanlığı Danışmanı Samuel Huntington’un “Türkiye; iki kültür arasında sıkışmış nereye ait olduğuna bir türlü karar veremeyen şizofren bir ülkedir. Mekke'yi reddettikten ve ardından Brüksel tarafından reddedildikten sonra, nereye bakar Türkiye?..” diye tanımladığı Türkiye nereye ait olduğunu hatırladı!..
Türkiye’nin Ayasofya kararını "üzüntü verici" bulanlarla birlikte Almanya Avrupa politikaları sözcüsü Florian Hahn gibi "Gerekli sonucu çıkarıp cesaret göstererek, Türkiye ile yürütülen Avrupa Birliği'ne tam üyelik müzakerelerine son verilmesi gerekir...” diye kuduranlar da var.
Geri dönüşü olmayan bir yolda özellikle AB ülkelerinin bundan sonraki Türkiye ile ilişkileri “iyi geçinmek" üzerine olacaktır.
Buna mecburlar, çünkü "PKK'yı kurarak Türkleri biz 'süper güç' yaptık farkında olmadan. Onlar sınırları içinde küçük, geri kalmış, fakir bir devletti, çomağı biz soktuk. En büyük hatayı burada yaptık…” diyen onlar değil mi?
.
Köyün taşları bağlanırsa…
24 Temmuz 2020 02:00
Ne salgınlar ne deprem ne de ekonomik sıkıntılar tek başına toplumsal bunalıma sebep değildir. Aksine bunlar müşterek bir tehdit olarak kabul görülür ve toplumda dayanışmayı artırır. Ama tehlikenin insan türünden geldiğini gördüğünde sosyal değerlerinde ve manevi direncinde kırılmalar yaşar, birbirlerine ve kurumlara karşı güven duyguları sarsılır, içerdeki tehdit karşısında toplum bölük pörçük olur.
Kamu vicdanında karşılığı yeterli görülmeyen ceza insanlarda, hayatın; hırsızın, ipsizin ve uğrunun insafına kaldığı algısı yerleşir. Özellikle hukuk ve eğitim kurumları güvenirliliğini ve caydırıcılığını kaybeder. Ve namussuzlar karşısında yaşamanın çıkar yolu “namusluların çetesine” sığınmak olarak görülmeye başlar.
Önceki gün görevli polis otosuna ateş açarak bir memurun şehit olmasına birinin ise ağır yaralanmasına yol açan faillerden birinin adli sicilinde tam 75 ayrı suç kaydı olduğu söylendi.
Birisi; uyuşturucu ticareti yaptığı da söylenen bu adamın nasıl hâlen sokakta olduğunu izah etmelidir! Acaba bu suçlar çikolata çalmak mı? Toplumda hukukun güvenlik açısından yetersiz kaldığı algısının yerleşmesi ancak sokağı güçlendirir. Bu defa yakın geçmişte örneklerini yaşadığımız gibi yasal yollardan alacağını tahsile etme imkânı bulamayanların çek senet tahsilatını yasal olmayan organizasyonlara havale yolları açılır…
Bu satırları yazmamıza sebep olan, son olarak beş gündür kayıp olan Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi öğrencisi Pınar Gültekin'in sevgilisi tarafından vahşice öldürülmesidir. Bu hunharca ve zalimane cinayetin ortaya çıkmasının ardından ülkede suçlulara uygulanan cezaların yetersizliği yeniden tartışılmaya başlandı.
Kimi idam isterken kimi ise cezaların daha da ağırlaştırılması gerektiği görüşünde. Daha önce de kamuoyunda infiale sebep olan hunharca cinayetler sonrası ceza kanunları tartışılmaya açılmış hatta idam cezasının uygulanması için güçlü bir beklenti oluşmuştu. Ancak konu zamanla soğutularak sürekli değişen Türkiye gündeminde buharlaşmıştı.
Bilindiği gibi Ceza Hukukunun amacı, Türk Ceza Kanununda belirtildiği üzere “kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barışını korumak, suç işlenmesini önlemektir.”
Yayınlanan adli raporlar yıllara göre mevcut ceza kanunlarının suç işleme oranları üzerindeki etkisinin maalesef suçu frenlemediğini ortaya koymaktadır. Eğer bir tedbir, sonuçları iyileştirmiyorsa bunda ısrar etmenin anlamsız olduğunu ve yarayı büyüteceğini herkes kabul etmelidir. Bunun siyasal bir tercihle alakası yok aksine toplum sağlığı ve geleceği ile ilgili.
İnsanlığın en büyük suçu olan “cinayet” insan hayatına son vermekle birlikte toplumlarda büyük travmalara da yol açmaktadır. Cinayetlerin her yıl artış göstermesi hukukta yeterli ve caydırıcı cezalarla karşılık bulmaması etkin rol oynamaktadır
Tabii afetler kader birlikteliği nedeniyle birleşme ve kucaklaşma sağlarken, güven duygusunun kaybolmasıyla ortaya çıkan sosyal krizler ayrışmayı ve suçlamaları artırıyor. İnsanlar hayattan, gelecekten umudunu yitirebilir, inancını kaybedebilir, her şeyden kaygı duymaya, herkesten şüphelenmeye başlayabilir.
Doğal afetin gelişini önlemek insan iradesini aşar. Toprağa sallanma diyecek hâlimiz yok, ancak; bir insanı boğup, bir fıçıya koyup üzerine beton dökerek katletmek gibi zalimane ve alçakça işlenmiş bir cinayetin karşılığını yine insanoğlu yasal zeminde belirleyebilir.
Sırt dönerek bu sorunları yok sayanlar, bir iki lanet mesajı ile olayı geçiştirenlerin bu pisliğin bir gün kendilerine de bulaşacağından hiç şüphesi olmasın…
.
Dar günlerde vali olmak...
27 Temmuz 2020 02:00
Rüzgâr nereden esti bilmiyorum ama bugünlerde merhum Vali Recep Yazıcıoğlu sıkça konuşuluyor. Her yeni vali atamasında “…Bana bir zamanların unutulmaz valisi rahmetli Recep Yazıcıoğlu’nu hatırlattı” diyen meslektaşlarımda bir Recep Yazıcıoğlu ütopyası var...
İnsanlar, şehirler ve dünya değişirken her doğan gün kendi zorlukları ve fırsatları ile geliyor. “Zorluklar” yeteneklerin ortaya çıkması için fırsattır.
Bir dostum “Yiyecek bir lokma ekmeğin, içecek bir damla suyun varsa ve yattığın yerden doğrulup ayağa kalkabiliyorsan hiçbir şeyden şikâyet etmen gerekmez...” demişti. Ben de kendisine "Depremde üç gün enkaz altında kaldıktan sonra çıkarılan biri için bu sözü söylemek kolaydır. Zor olan normal zamanlarda ve elinde güç varken bunu söylemektir" dedim...
Kendisi de bana “Böyle birini tanıyor musun?..” dedi. Ben de dedim ki:
"Evet tanıyorum... Bir akşam mesai sonrası büroma geldiğinde ağlamaktan gözleri şişmiş bir vali vardı. 'Böyle seni perişan eden nedir?' diye sordum. Dedi ki:
-Öğleden sonra makama yaşlı bir köylü geldi, sırtında felçli ve özürlü yetişkin oğlunu almış bir keder hamulesi.
-Sayın Vali bu yükü taşıyamıyorum var biraz da sen el at… deyip koltuğa bıraktı... Ne adamın ne çocuğun tutar tarafı yok, aklım başıma benim zor gelir… Bizim derdimiz ne? Yiyecek bir lokma ekmeğin, içecek bir damla suyun varsa doğrulup ayağa kalkabiliyorsan…”
Bahsettiğim kendisiyle sekiz buçuk yılı aşkın süre birlikte çalışma imkânı bulduğum merhum Vali Recep Yazıcıoğlu. Bugünlerde “korona” musibetinin baskısıyla daralınca söz dönüp dolaşıp “dar günlerin valisi”ne geldi...
Yazıcıoğlu; performans çıtası yüksek ancak ulaşılmaz değildir. Onu bir bürokrat olarak farklı kılan Erzincan’da hem doğal afetlerle hem de terörle mücadelede başarılı olmasıdır. Tuhaf olan ise başarılı olmak isteyen çoğu yöneticinin bunu kabul etmekle birlikte aksi yöne gitmeleridir.
Yazıcıoğlu özellikle Erzincan’da görev yaptığı yıllar yeteneklerini ortaya çıkarma fırsatı veren zorluklarla test oldu. Bunlar 1992 Erzincan depremi, hemen ardından Erzincan’ın Sansa Boğazı'ndan başlayıp Başbağlar’a ulaşan Barasor Vadisi'ni içine alan yaklaşık 300 kilometre uzunluğundaki “Kuzey Yamaç”tan gelen terör tehdidi idi...
Ve üçüncüsü de onun tabiri ile kamu yönetiminin muzdarip olduğu “mamudizim” hastalığına karşı verdiği mücadeledir..
Bu üç sahadaki amansız mücadelede itiraf edelim ki yalnız değildi ve halk tabanında da karşılık buldu. Halkta karşılığı olan bir kamu yöneticisinin medya tarafından fark edilmesi daha sonra akademik alanda da tecrübelerinin paylaşılması doğaldır. Bütün bunları bir köşe yazısında açmak mümkün değil ama “Bütün bunlar nasıl oldu?..” sorusuna verilecek kısa cevaplar var.
Merhum Vali’nin yönetim tarzı basit ve kolay anlaşılabilir. Onu farklı kılan sürekli “Halkın içinde” bulunması, onları dinlemesi, mevcut sorunlarını fark etmesi ve çözüm yolları üretmesidir. Çözümlerinin hepsinin doğru olduğu söylenemez ve zaten beklenmez de ancak çözüm gayreti içinde olması insanların “işte hâlden anlayan, bizim gibi ve bizden biri” diye kabulünü mümkün kıldı...
İnsanlar her zaman aranıp sorulmaktan mutlu olmuş, temas kurmayı bir avantaj olarak görmüştür. Aksi durum yöneticiyi yabancılaştırır ve sevimsizleştirir. Oysa çoğu yönetici yakın teması yetki ve otoriteyi paylaşım olarak vehmeder. Oysa bu yaklaşım onu itici kılar ve karşı taraftan “Kibirli” olarak görünür. Bazen köylerdeki mütevazı hizmet programlarında Yazıcıoğlu; “…Hadi bakalım, konuşmayı sen yap…” diye çoğu arkadaşımızı ileri sürdüğü olmuştur.
Trajik olan ise sıkıntıya düşünce “Devlet nerede?..” diye kurtarıcı bekleyenler onun heyecanlı konuşmalarından mutlu olmuş ama “halk kendi sorunlarının sahibi olsun” deyince de rahatsız olmuştur...
1980'li yıllarla kıyaslandığında bugün yerel yönetimlerde de çok değişim yaşandı, hem mevzuat hem bütçe bakımından daha güçlü. Buna rağmen hâlâ devleti “aşkın bir yerde" gören halkın beklentileri tam değişmedi. “Ceberrutizim ve havalecilik” vehminden kurtulmak ancak halkla sıkı ve samimi temas ile mümkündür.
Kapıların açık veya kapalı olması önemli değil esas olan “ulaşabilir ve ulaşılabilir” olmaktır. "Halkla ne zaman birlikte olmak lazım?.." derseniz, cevap; “Her zaman..
.
Her beldenin bir “Hamo Ağası” vardır...
3 Ağustos 2020 02:00
Diyarbakır’ın Bismil ilçesinde yaşayan “Hamo Ağa” lakaplı Mehmet Arslan, Sur bölgesinde geçtiğimiz bir yıl içerisinde oluşan ihtilaflarda, kan davalarında ve kavgalarda bir barış elçisi olarak 23 olayın kansız bir şekilde huzurla noktalanmasında katkı sağladı...
Hamo Ağa’nın öncelikle hatır ve nasihat ile sağladığı bu başarı bugünlerde aile içi şiddet ve geçimsizliklerin halli için akademik bir araştırma konusudur. Tabii bu sözümüz “nasihati öldüren” İstanbul Sözleşmesi muhipleri için değildir!..
Bölgede 123 aile arasındaki husumeti barışla sonuçlandıran Mehmet Arslan’a “Barış Elçisi” plaketi ve teşekkür belgesi veren Sur Kaymakamı ve Belediye Başkan Vekili Abdullah Çiftçi tören sonrasında yaptığı konuşmada “Bizlerin en çok ihtiyacı olan barıştır ve bunu vesile kılan bir ağabeyimiz olması itibarıyla de Hamo Ağa'ya bir plaket ve teşekkür belgesi vermek istedik. O çok daha iyi şeyler ve güzel konumları hak ediyor” diyerek daha önce farklı şekilde uygulanan “ara buluculuk” hizmetinin başarılı bir şeklini ortaya koydu.
Geride kalan yıllar içinde bölgedeki iç barışın sağlanması için yapılan benzer çalışmalarla kıyaslandığında gerçekten de Sur Kaymakamı ve Belediye Başkan Vekili Abdullah Çiftçi’nin ifade ettiği gibi; "Hamo Ağa, çok daha iyi şeyler ve güzel konumları hak ediyor...”
Hatırlayacağınız gibi yakın geçmişte “toplumsal uzlaşmayı” hedefleyen çalışmalar yapmak üzere görevli “Akil İnsanlar Heyeti” Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde çalışmalar yapmıştı. Akil İnsan Heyetleri’nin çeşitli illerde yaptıkları çalışmalar çerçevesinde halkla sohbet etmişler daha sonra çalışma sonuçlarını raporlayarak hükûmete sunmuştu. Ancak kimi yerlerde alınan sonuçların yetersiz bulunması; “Akil insanlar heyetinin” muhitin insanlarını merkezine almayan bir yapı olması nedeniyle muhatapları tarafından “merkezden kurgulanmış kadrolar” olarak algılanmasına yol açmıştı. Bizzat katıldığım bir toplantıda bütün bir gece yapılan karşılıklı konuşmalar gelen heyetin temsil yeteneği ve meşruiyeti üzerinde olmuş asıl konuya bir türlü girememiştik. Daha başlangıçta heyete şüphe ile bakanları ikna etmenin zorluğu ortadaydı.
Acaba bu toplantılardaki kadroların içinde merkezi temsilen bölgeden birkaç “Hamo Ağa” olsaydı sonuç nasıl olurdu? Nitekim bölgede 123 aile arasındaki husumeti barışla sonuçlandıran bir yerel aktör olarak “Hamo Ağa” bu kanaati güçlendirmektedir.
Şunu söyleyebiliriz, sosyal tabandaki bütün kırılmalar ve istismar edilmelerin tabanı “ötekileştirme ve yabancılaşma” üzerinden kurgulanmaktadır. Hamo Ağa’nın iç barışı temin için sıradanlığın çok üzerindeki gayreti ve bunun merkezî idare tarafından fark edilmesi mükemmel bir örnektir. Kendisini başarılı hizmetleri ile tanıdığımız Sur Kaymakamı ve Belediye Başkan Vekili Abdullah Çiftçi’nin bu hizmeti ve hamiyetsever karekteri ulusal çapta fark ettirmesi de ayrıca takdire şayandır...
Barış dilinin Yerel Aktörler tarafından tanınır, basit ve anlaşılır olması geniş halk tabanını ikna açısından büyük önem taşımaktadır.
Kanaat önderlerinin sokakta yürümesi bile, sosyal sorunların çözümü ve barışın inşasında en önemli mekanizmadır. Çünkü “Yerel Aktörlerin” tecrübeleri, hatır ve kadirşinaslığı, bölgeleri hakkında yeterli bilginin sahibi, halkla aralarına mesafe koymayan muhitin insanı olmaları, meseleyi “onların meselesi" hâline getirmeyi mümkün kılar...
Bugünlerde ve gelecekte desteğini aradığımız sivil toplum inisiyatifinin temeli de bu olsa gerek. Zira her beldenin tartışmasız olarak bir “Hamo Ağası” vardır…
.
Aynı sözleşmeden mi bahsediyoruz?..
7 Ağustos 2020 02:00
İstanbul Sözleşmesi üzerindeki tartışmalara muhalefetin karşı cephe açması normaldir. Ancak “kadim değerlerimizi yaşatmak ve gelecek nesillere aktararak ülkemizi büyütmek için tüm samimiyetimizle çalışıyoruz.” diyen bazılarının onların arasında ne işi var?
Tartışmanın seyri bana geçtiğimiz yaz seviyeli bir bürokratla üçüncü bir şahıs hakkında yaptığımız bir tartışmayı hatırlattı. Ben “Adam evliya değil ama eşkıya da değil” derken muhatabım onu acımasız bir eleştiri yağmuruna tutuyordu. Sonunda bana “Bak hele yav!.. Biz aynı adamdan mı bahsediyoruz?..” deyince “Maalesef öyle, aynı adamdan bahsediyoruz ve ikimizden birinin kanaatini değiştirmesi için referansları iyi okuması lazım...” dedim.
İstanbul Sözleşmesi için benim kanaatim “Bu sözleşme bir yıkım aracı!.. Sözleşmenin rahat uygulanabilmesi için çıkarılan 6284 no.lu kanun ise, aileyi çökertmekte kullanılan başlı başına bir yıkım vasıtasıdır. İstanbul Sözleşmesi; Türk İslam aile yapısını yıkmak isteyenlerin ellerine verilmiş en tesirli silahtır. Panzehri olmayan bir zehir gibidir…”
Şimdi beni bu kanaate yönlendiren bizzat sözleşme metninde yer alan “yıkıcı maddelerden” sadece bir kaçını arz edeyim. Aksini iddia eden aynı sözleşme metnini kullanarak cevap vermelidir.
İstanbul Sözleşmesi, TBMM tarafından 14 Mart 2012’de kabul edilip, 1 Ağustos 2014 tarihinde de yürürlüğe girdi. Herhangi bir çekince koymadan sözleşmeyi imzalayan Türkiye de sözleşmedeki hükümlere uygun şekilde 6284 sayılı Ailenin Korunması Hakkında Kanun’u da yürürlüğe koydu.
Yürürlüğe girdiği tarihten itibaren üzerinde sürekli tartışmalar yapılan sözleşmede temel konuları arasında;
Toplumsal cinsiyet eşitliğini düzenleyen maddeler (3,4) “toplumsal cinsiyetin önünde engel olabilecek kalıp roller, ön yargılar, örf ve âdetler, gelenekler ve diğer uygulamaların ortadan kaldırılması için devlet tüm tedbirleri alır diyerek “Eş cinsel birlikteliklerini yasal teminat altına almakta” ve bu durum toplum yapısını bozmaktadır.
Bütün feminist hareketlerin, eş cinsel oluşumların kalkış noktası bu sözleşmedir. Nitekim Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş cuma hutbesinde "İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lutiliği, eş cinselliği lanetliyor" dediğinde Ankara Barosu "…Bu sözler, Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’nin üçüncü maddesine aykırıdır. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesi de ayrımcılık yasağını açık olarak düzenlemiştir” açıklamasını yapmamış mıydı?
Taraflar arasındaki anlaşmazlıklarda erkeğin ne söylediğinin ve olayın gerçekte ne olduğunun bir önemi yoktur. Ve 6284’e göre şiddet sadece dayak yemek değildir; erkeğin eşine “sürekli nereye kaç lira harcandığını sorması, ısrarla telefonla araması, kimlerle arkadaş olduğuna karışması da şiddettir.”
Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz (6284-Uygulama yönetmenliği Md.30/3) denilip “Kadının beyanı esas alınarak erkekler için verilen evden uzaklaştırma kararları” aileleri parçalamaktadır.
Bu sözleşme parçalanmakta olan aile “birleşsin” diye değil “birleşmesin” diye tedbir (!) almaktadır. Devlet “…uzlaştırmada dâhil alternatif çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır.” (Md.48-1) denmektedir.
“Taraflar arasında şiddetin sonlandırılması için yapılacak her tür ara buluculuk ve uzlaştırmanın yasaklanmasını” düzenleyen bu madde sosyal hayatın temeli olan “nasihat ve ara buluculuğu” öldürmektedir. Yani baba, anne, karı, koca, dede nine, komşu, arkadaş hiç kimse uzlaşmacı rolüne soyunamaz!..
Bunlar uygulamadan kaynaklanan sorunlar değil, sözleşmenin omurgasıdır. Görünen bir gerçek var. Türkiye acilen bu sözleşmeden imzasını çekmeli. Hepsi bu!..
.
Küçük köyün büyük derdi
10 Ağustos 2020 02:00
Dünya, internet ve sosyal ağların hayatımıza girmesi ile nihayetinde insanların her şeyi aynı anda öğrendikleri büyük bir köy hâline geldi. Herkes bu büyük köyde birbirinden ilham(!) alarak hayat tarzını değiştirdi, birbirine benzemeye başladı. Ama bazıları bu değişimi daha da hızlandırmak istiyor.
Gelenekler üzerinden yaşamak isteyenlere “farklı olamazsın, bana benzeyeceksin” diyenlerin benzetme projeleri böylece devreye girdi. İş “cinsiyet sınırlarının” ihlaline kadar gelip dayandı. Tam da bu sırada umulmadık bir şey oldu ve korona salgını olayların seyrini değiştirdi. İnsanlar birden bireyselliği ve törpülenen sınırlarını hatırladı, ailenin önemini fark etti.
Korona; teknolojik fırsatlarla azmanlaşan insana geldiği yerin ve gideceği yerin değişmediğini gösterdi. Bir şeyi daha gösterdi, çok hızlı ulaşmakla ve çok şeye sahip olmakla övündüğümüz fırsatlarla beraber gelecek olan belalar da müşterek. “Fırsatlar” sınır tanımadığı gibi “belalar da” sınır tanımıyor.
Belaların bazıları beden sağlığımızı bazıları ise ruh dünyamızı ve sosyal hayatımızı vurmaktadır. Uzun zamandır tartışma konusu yaptığımız “İstanbul Sözleşmesi” sadece bizim ile sınırlı kalmayan geleceğimiz üzerine kâbus gibi çöken bir yeni çağ kuşatmasıdır.
Dayandığı temel felsefe “Cinsiyetsizlik” fikri, biyolojik cinsiyete karşı “toplumsal cinsiyeti” merkeze koymak olan İstanbul Sözleşmesi bütün eş cinsel oluşumların hareket noktasıdır. Böylece toplumsal yapının omurgası olan ailenin sütunları ortadan kalkmaktadır.
Prof. Dr. Nevzat Tarhan, İstanbul Sözleşmesi’nin merkezindeki cinsiyet eşitliği maddesinin yol açtığı tehlikeyi “Eğer küresel ideoloji olarak toplumsal kimlik eşitliği adı altında kadın ve erkek kimlik öğretilerimizi değiştirirsek önümüzdeki on yıllarda aileyi bir arada tutan rol paylaşımı bozulacağı için evlilikler hızla dağılacak, insanlar evliliği ayak bağı olarak görecekler ve dünya nüfusunun artışı duracaktır. Ancak toplumun yapı taşı ve güvenli alanı olan aile dağıldığı için toplumun ruh sağlığının bozulması mukadderdir.” diyerek tanımlıyor.
Savaşlarda insanları birbirine kırdırarak nüfus artışını frenlemenin büyük finansal maliyeti olduğunu söyleyen “Büyük Köyün Patronları” ıskarta olarak gördüğü nüfus fazlasından bu yolla kurtulmak niyetinde diyor Ahmet Hakan Çakıcı.
Yahudi kökenli Polonyalı sosyolog ve filozof Zygmunt Bauman "Dünya, ıskarta insan, (işsiz) tüketilmiş mal ve eşyanın çöpleri ile doldu. Modernite için, bir varlık olan insanın ıskartaya (çöpe) dönüşmesi ile eşyanın çöpe dönüşmesi aynıdır. Atık insanlar hız kesmeden çoğalıp muazzam miktarlara ulaşırken gezegendeki çöp alanları ve atığı geri dönüşüme sokacak araçlar giderek azalmakta. Bundan sonra gündemimiz, ‘atık insanların ve insani atıkların tasfiyesi’dir.” diyordu.
Daha ne söylenir, İstanbul Sözleşmesi, çok büyük sosyo-kültürel yarılmalara ve ailevi yıkımlara yol açacak toplumda. Nerden baksan bu sözleşme karşımızda “Ailenin tasfiyesi” olarak karşımızda duruyor. Aileyi kaybedersek geriye kalan dünya ancak bir çöplüktür… Bunu kabul edip gereğini yapmak sosyal politikaları belirleyenlerin sorumluluğu ve vebalidir.
.
Otoyolda mangal keyfi!..
14 Ağustos 2020 02:00
Çoğu uzmanın “Korona salgını hayatımızın zayıf halkalarını ortaya çıkardı” demesi malumun ilanından ibarettir. Nasreddin Hoca’nın “Biz senin gençliğini de biliriz” misali toplum olarak durduğumuz yeri korona öyle çok da sallamadı.
Bülent Yılmaz; “İnsan gibi” kitabında, “İnsanın hayatta kalması ile insan kalması farklıdır. Temiz hava, biraz balık eti ve içilebilir su canlılığı devam ettirir. Ama “İnsan kalmak için diğer insanlarla bağ kurmaya ihtiyacımız var.” diyor.
Birlikte olmak, insan kalmanın gereğidir. Bu birlikteliğin can damarı ise “sosyal bağlardır”. İnsanlar arasında güçlü ilişkiler sürdürülmediğinde her iki taraf zaman içerisinde yabancılaşır ve birbirinin hayatından çıkar.
Üzerinde durmamız gereken bu yabancılaşma ortamının insanların psikolojisini bozarak herkesi kavga etmeye hazır hâle getirmesidir. Çünkü şehirlerde yaşamak “yer kapma kavgasına” dönüştü. İnsanlar bulundukları ortamın aktörleridir, ona uygun davranırlar.
Bu artık sadece büyük şehirlerin derdi değil. Şehirlerin büyüğü küçüğü kalmadı. Hepsi bir birine benziyor. Kaldırımlara sığmayan kalabalıklar, beton yığını zevksiz ve ruhsuz binalar, bahçesiz evler, park yeri olmadığı için nerede boşluk bulsa oraya çökmüş araç yığınları, asık suratlı gergin, gün bitirirken kendisi de biten insan yığınları.
Şehir insanları kusuyor, “fazlalıksın, seni RUHEN besleyemem” diyor. Önceki gün otoyolda bariyerlerin gölgesine sığınmış güya mangal keyfi yapan bir ailenin haberi gazetelere düşmüştü. Ardından, üzerine 'teras' kurup bagaj kısmında mangal yaktığı otomobili ile caddelerde gezen sürücü haberi ekranlara düştü.
Uzmanlar; şizofren hastalığını, “gerçekle olan bağlantısını zamanla koparıp düşünce ve davranışlarda bozulmalar meydana getiren bir ruhsal hastalık..” olduğunu söylüyor. Merak edenlere de “üç beş gün hiç uyku uyumayın anlarsınız…” diyorlardı.
Şimdi ise şehirde yaşamayı kafayı bozmak için yeterli görüyor olacaklar ki “al başını git, şehirden uzaklaş kırsala çık, şehir sana iyi gelmez” diyorlar.
Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın tabiriyle stres düzeyi yükseldi çünkü “Ormanda yaşayan bir insan senede bir defa vahşi bir hayvanla karşılaşır veya karşılaşmaz. Ama bugün şehir trafiğine çıkan biri, ormanda yaşayan bir insanın senede bir-iki defa yaşadığı stresi her gün yaşıyor. ”
Devasa şehirlerde kitleler hâlinde yığılan, birbirinden haberdar olmayan, bir araya gelemeyen insan yığınlarına dönüşüp, kalabalıklaşıyoruz ama aynı oranda birbirimize yabancılaşıyor ve uzaklaşıyoruz.
Şimdi başa dönelim; insan olarak hayatta kalmak ile “insan” kalmak farklıdır. Bizi daha iyi hayat arayışına iten korona salgını olmadı. Salgın sadece hastalığımızı ortaya çıkardı.
Bu hastalık “Sekülerleşmenin sadece şehri değil; insanı da öldürmesidir.”
Bundan sonraki mücadele insanın insan olabilmesi, kalabalıkların ortasındaki sürgün yerinde kaybettiği insani özelliklerini hatırlayabilmesi için sürgününden kurtulma mücadelesi olacaktır.
.
Soba kazanı ve TÜİK’in ıskartaları!..
4 Eylül 2020 02:00
Önceki gün Cem Küçük “Üniversite sınav sonuçları alarm veriyor” başlıklı yazısında “eğitim yaygınlaştı ama saygınlaşmadı” diyor. Doğru, fiziki olarak eğitim şartları daha iyi ama kalite olarak mesafe alamadık.
Peki, “Kaliteli eğitim ve mesafe almak” nedir, ne anlama geliyor?
Bizi kaliteye taşıyacak hamleler nedir?.. Üniversite adaylarının yüzde sekseni değil de yüzde doksan sekizi yerleşmiş olsaydı sıkıntı kalkacak mıydı? Üniversitelerin derdi her lise ve dengi mezununu illaki bir fakülteye yamamak mı?
Bazı Üniversiteler, kontenjan boşluklarını dolduramayıp öğrenci gelmediği için kapanma eşiğine gelen bölümleri dert ediyorlar, âmâ hâlihazır mezunlarının ne yaptıkları ile ilgili bir dertleri yok!
Üniversitelerin sorunu sadece yerleştirme ile sınırlı değil asıl mesele nitelik ve mezunlarının istihdam sorunlarıdır. İstanbul Medeniyet Üniversitesinin yaptığı araştırmada insanların beklentileri ve İş Dünyasındaki değişimi araştırmış. Meslek seçenler “İtibar ve otorite” peşindeymiş ama sahadan gelen sesler hiç de öyle değil!
Öğrenci soruyor: “Mezun olduğumda bir işe sahip olabilecek miyim? Bitirince bir şey olunmuyorsa neden gideyim oraya!"
Önceki gün ofisini kapatıp köyde hayvancılığa başlayan bir mimar arkadaş “Nereden mezun olduğun değil mezuniyet sonrası ne yaptığın önemli, nerede iş bulabiliyorsan oraya… Artık genç mezunların aldıkları eğitimden farklı alanlarda çalışmayı göze almaları gerekir…” dedi.
Dağda arıcılık yapan Dil Tarih mezunu ve yüksek lisans yapmış bir arkadaşa “Bu -Meslekte Takas- yolu bana sevimli gelmiyor” dedim o da bana “zor oyunu bozar…” dedi.
Yarım asır öncesinde düğünlerde hediye diye döviz veya çeyrek altın takma âdeti yoktu. En gözde ve favori hediye sobanın üzerinde sürekli sıcak su ihtiyacınızı karşılayacak “Bakır soba kazanı” idi. Birbirinden habersiz eşin dostun getirdiği soba kazanlarından biri alıkonulup ihtiyaç fazlası olanlar tekrar bakırcı esnafına götürülüp ya bir başka ihtiyaç malzemesi ile takas edilir veya uygun bedelle satılırdı.
Şimdi bizim üniversitelerin mezunları kamu ve özel sektörün ihtiyaç fazlası gibi ama takas imkânı zor. Üniversiteler, hâlihazır çalışanların ne kadarının aldığı eğitimle yaptığı işin örtüştüğüne baksa kontenjanları boş kalmaz!..
TÜİK’bu durumda olanlar çalışmak istemeyenler olarak sınıflandırılan (iş gücü dışı) üniversite mezunları olarak tanımlanıyor. Ve sayısı, önceki yıla göre 200 bin artarak, 1 milyon 39 bin. Ayrıca, mezunlarının iş arama süreleri de gittikçe uzamakta.
En görünür çözüm yolu Üniversitelerin kontenjanlarını piyasanın ve kamu idaresinin hatta yurt dışı taleplerinin ihtiyaç duyduğu alanlara göre doldurmasıdır. Ama boşlukları görmek için piyasanın içinde olmak lazım. Akademik dünyanın kendi dünyasından dışarı çıkması gerek. Üniversitelere baktığımızda bunu tartışan ve çözüm üreten yeterli bir arayış hamlesi de görünmüyor.
Diğer işlerimiz gibi en garantili çözüm yolumuz karanlıkta el yordamı ile aramak…
Yine tekrarlayayım: “Üniversitelerin stratejik planlamaları önemli. Bu kendi hikâyesini yazması demektir. Eğer yol haritanız yoksa yürüyemezsiniz, mesafe alamaz farklı adreslere gidersiniz.
Bunu yapan üniversite kendi içinde markalaşır. Öğrenci sayısı parametre değil, eğer kalite değerlendiriliyorsa bu iyi. Mezunlar piyasanın ihtiyaç duyduğu alanları doldurmalı. Eğer piyasaya girersen bu ihtiyacı görürsün. 'Bunu nasıl yapalım?' diyorsanız bunun temelini 'Üniversite-şehir iş birliği' oluşturur. 'Yenilik getir, halka indir'...”
İş dönüp dolaşıp üniversitelerin “stratejik planlama” yapmasına dayanıyor.
Stratejik planlama “Yol haritasıdır”. Yol haritanız yoksa yürüyemezsiniz, mesafe alamaz farklı adreslere gidersiniz.
Üniversiteyi bitirdikten sonra işe girmek için “Dayı aramak” en ilkel ama en çok başvurulan yoldur. Anketlerde, "İşe girmek için ne gerekli?" sorusuna verilen cevaplarda “Torpil %78” çıkmış. Kalkınmanın ve medenileşmenin ölçütü olarak kaldırımların yoldan yüksekliğine bakanlar bir kere de bir üniversite mezununun iş bulmak için kaç kapı tıklattığına bakmalıdır..
.
İhtimaldir Padişahım belki derya tutuşa!..
7 Eylül 2020 02:00
Yorgo şımarıklığın, biz de sabrın sınırındayız!.. Bundan sonraki adım; “ihtimaldir padişahım belki derya (Akdeniz) tutuşa..”
Hepimiz olayın farkındayız Akdeniz'de olup biteni anlamak illaki uzmanlık gerektirmiyor. Yunanistan ile başlayan gerginlik çok farklı bir hacme taşınıyor. Antalya'nın Kaş ilçesine 2 kilometre mesafedeki Meis adasına "Blue Star" isimli feribotlarla asker taşıyan Yunanistan Ege adalarında silahlı kuvvet bulundurarak Lozan ve Paris Antlaşmalarını açıkça ihlal ediyor.
Yunanistan’ın özellikle Fransadan aldığı destekle uluslararası hukuka, karşılıklı anlaşmalara ve komşuluk ilişkilerine uymayan davranışlarla gerilimi artırıyor.
Türkiye karşısındaki bu açık Haçlı ittifakı neyin nesidir?
Yunanistan’ın diklenmesi şımarıklıktan çok daha fazla anlam taşıyor. Mesele Yunanistan'ın menfaatini korumaktan ziyade Batı'nın varlığını tehdit eden “büyük krizin” durdurulması hamlesine evrildi.
Batı’nın sömügecilik üzerine kurulu ekonomik düzeni “yeni dönemde” tehdit altındadır. Yeni dönem dediğimiz Asya ve Çin’in yükselişi ile üçüncü dünya ülkelerinin Batı’yla ilişkilerinde kendilerini bağımlılıktan kurtarması demektir.
İç siyasette vesayetçi baskılardan kurtulan Türkiye’nin bağımlılıktan sıyrılma hereketinin öncüsü olarak görülmesi ise Batı adına kabul edilebilir değil. Bölgedeki enerji kaynaklarının kullanımıyla birlikte Batı’ya bağımlı çoğu ülkede diktatörlerin yakın gelecekte iktidarlarını kaybetmesi demektir.
Bu Batı için felakettir. Türkiye'nin önünün kesilmesi gerekir.
Kendi arama ve sondaj gemi filosuna sahip olan Türkiye'nin kendi denizlerinde, kendi iradesiyle, kendi kaynaklarını arama ve çıkarma imkânına kavuşması ve bunu sahaya yansıtması Yunanistanı değil tüm Batı'yı rahatsız etmektedir.
“Antalya limanına sizi hapsedeceğim” diyen Batı fark ediyor ki, Türkiye artık durdurulabilecek bir yerde değildir.
Savaşla barış arasındaki bir yol ayırımındaki Türkiye’nin tercihinde Yunanistan'ın belirleyici olması mümkün değil. Müflis ekonomisi ve hangardaki paslı silahlı gücü ile geçmişte olduğu gibi kıta sahanlığını 12 mil olarak dillendirip sonrada beklemeye alarak Türkiye'nin eskisi gibi uyku moduna geçmesini beklemeleri tam bir hayaldir.
Geçmişte olduğu gibi kendi içindeki sıkıntılarla meşgul olan eski Türkiye'nin refleksleri üzerinden hesap yapmak ve Akdeniz ve Ege'deki mevcut ezik statüde devam etmek artık Türkiye'nin gideceği yol değildir.
Mücadele; Batı için Türkiye’nin artan bölgesel gücünü dizginlemek, Yunanistan için mevcut kazanımlarını elde tutmak, Türkiye için ise millî egemenlik ve bağımsızlık, haklarının gasbedilmesine karşı durmaktır...
Bir macera peşinde değiliz, kimse savaş istemez ama savaş korkusuyla dayatmalara boyun eğecek, haksızlıkları sineye çekecek bir ülke de değiliz...
Nihayetinde olacak şey: “İhtimaldir Padişahım belki derya tutuşa!.
.
Aidiyetin yoksa başkalarının hikâyesini yazarsın
14 Eylül 2020 02:00
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın geçtiğimiz ay sonu sosyal medya üzerinden yaptığı “Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır” paylaşımı üzerine yapılan tartışmalar yeni başlamış değil.
Modernizmin dünyamıza sarkmasıyla yazılan hikâyelerin dayatıldığı toplum için Samuel Huntington “Bir ayağı modern Avrupa'da diğer ayağı Asya'da kalmış Bölünük ve Kararsız ülkenin şizofren toplumu” diye tanımlıyor.
İbrahim Kalın Modernizm dayatmasının bizim için diplomaside, bilimde, güvenlikte Batı tarafından sınırları çizilmiş bir konumlandırma olduğunu söylerken bir asırlık direnişi de ifade etmiş oluyor.
Türkiye her alanda kendi hikâyesini yazmalı ve başlangıç çizgisi de “Eğitim sistemi” olmalıdır. Bundan sonra yazılacak hikâyeler ancak bunun üzerine inşa edilebilir.
Yazar Mustafa Kutlu “Bize önce iktidar lazım denildi, lakin şimdi anlaşıldı ki önce -Fikir- lazımmış” derken önemli bir tespit yaptı. Fikrî önceliği arkaya atanlar başkalarının yazdığı ısmarlama hikâyelerle büyür...
Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın yaptığı şu tespit ısmarlama hikâyelerin bizi nereye getirdiğini güçlü bir şekilde ortaya koyuyor: “Bu kuşağın üç söylemi var” diyor Nevzat Tarhan: “İlki, ‘Dinî, millî, ideolojik aidiyetlere ne gerek var’ diyorlar. İkinci söylem ‘Aile bağları bana ayak bağıdır, neden evleneyim?’ diyor. Üçüncüsü de ‘Niye bir ev alıp 10 sene 20 sene ev borcu ödeyeyim? Hayatımı yaşamak ve özgür olmak istiyorum...”
Bu ısmarlama eğitim hikâyesinin miadını doldurduğunu belirten Tarhan “…Yeni bir eğitim sistemi yazmamız gerekiyor. Eğitimde reform gerekiyor. Toplumumuz kendi eğitim sistemini oluşturmalı. Kendi kültürümüze uygun eğitim sistemi oluşturmamız gerekiyor. Yerel olmadan evrensel olamayız. Eğitim sistemindeki slogan bu olmalı. Yerel değerlerimizi küresel değerlerle sentez ederek bir eğitim sistemi oluşturulması lazım. Biz şu anda ithal eğitim sistemini uyguluyoruz. İthal eğitim sistemi, Türkiye’nin genetik kodlarına uymadı" diyor.
Bu bize ne anlatıyor; kendi medeniyet iddialarını ve ideallerini öğretmeyen bir eğitim sisteminden geçen 15-25 yaş arası kuşağın, bu toplumun değerleriyle, idealleriyle herhangi bir alakası yok. Hâlihazır hikâyemiz, sekülerleşme, Batılı hayat tarzı, konforizm üzerine oturuyor. Sonuçlar ise iyi değil.
Geldiğimiz yeri hatırlamakta zaruret var: Dünyayla entegre olmak demek yalnız kalma korkusuyla kendi değerlerine sırt çevirmeyi gerektirmez. Doğu ile Batı arasında köprü durumunda olan Türkiye bu köprüyü içi boşaltılsın diye kurmadı.
Eğitim, kültür ve sanat sistemini kendi kültürü üzerine kuramayan bir toplumu Batılıların sömürgeleştirmek için gelip işgal etmesine falan gerek yok!.. Senin kendine ait bir hikâyen yoksa onların hikâyesine tabi olursun ki bu da içeriden zihnen işgal edildin demektir.
Evet, “modernleşmenin bizim için yazdığı hikâyeler sona ermeli ve biz kendi hikâyemizi yazmalıyız” kendi siyasetimiz, hukukumuz, sanat ve hayat tarzımız üzerine. Ama bunu anlatmak ne kadar zor… Hâlâ kendi içinde aile kurumu iflas etmiş, yok olup bitmiş Batı’dan aile içi şiddeti önlemek için yazdıkları ve dayattıkları metinlerden ibaret bir “İstanbul Sözleşmesi"ni uyguluyor, yerine kendi hikâyemizi yazıp koyamıyoruz.
Varlığını koruyabilmenin yolu, yalnızlıktan değil ama teslimiyetçilikten de geçmez. Öz benliği koruyarak evrensel kriterlere hâkim (mahkûm olan değil) bir iş birliğinden geçer
.
"Salavat kuvvete bağlıdır..."
18 Eylül 2020 02:00
Türk-Yunan ilişkilerinin gideceği yönünün 24-25 Eylül'de yapılacak Avrupa Birliği (AB) Zirvesi sonrasında açıklığa kavuşması bekleniyor. Yakın geçmişte Türkiye'den ülkeye girmek isteyen göçmenleri engelleyen Yunanistan’a "Avrupa'nın kalkanı" diyerek teşekkür eden AB’nin Yunanistan’ı azarlaması beklenmiyor. Ancak Türkiye'ye karşı uygulanması konuşulan kademeli bir yaptırım planı üzerinde aralarında ittifak sağlanması da mümkün görünmüyor.
Bu gelişmeler, 1897 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile Yunanistan Krallığı arasında meydana gelen ve Osmanlı Ordusu'nun kesin zaferiyle sonuçlanan Osmanlı-Yunan Savaşı, (DÖMEKE Savaşı) öncesi yaşananlara benziyor.
Osmanlı İmparatorluğu'na ait olan Teselya ve İyon Denizi kıyısındaki Arta limanı 1878 Berlin Antlaşması uyarınca 1881 yılında Yunanistan'a verilmişti. Bu genişlemeden sonra iyice semiren Yunanistan hedefine Yanya vilayeti ve Girit adasını da aldı. Bu bölgelerdeki Osmanlı Rumları Yunanistan tarafından Osmanlı İmparatorluğu'na karşı devamlı kışkırtılıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu o zamanda 'Büyük Devletler’den Yunanistan’ın bu yayılmacı politikalarını engellemelerini beklemiş; fakat bu devletler Yunanistan’a uygulanacak zorlayıcı tedbirler üzerinde uzlaşamadıklarından iki devleti yalnız başlarına bırakmışlardır. Bu politika iki ülkeyi karşı karşıya getirmiş ve "Osmanlı-Yunan Savaşı" başlamıştı.
Bu savaşın en son ve en kanlı perdesini "Dömeke Meydan Muharebesi" teşkil etmektedir. Dömeke, Orta Yunanistan’da yüksek kayalık alanda kurulu bir şehirdir.
17-20 Mayıs 1897 tarihleri arasında gerçekleşen bu muharebede Müşir Edhem Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri karşısında Yunanistan Kralı I. Yorgi'nin veliahdı Konstantin’in kumanda ettiği Yunan ordusu ağır bir yenilgiye uğratılmış ve Atina yolu Osmanlıya açılmıştır.
Türk ordusuna Atina yolunun açılması Rusya ve Avrupa devletlerini telaşlandırdı. Yunan mağlubiyeti üzerine Avrupa devletleri aralarında anlaşarak Rus Çarı II. Nikolay II. Abdülhamid'e bizzat telgraf çekerek savaşın durdurulmasını talep etti. Bu devletlerin girişimiyle İstanbul’da bir konferans toplandı. Bu konferans sonucunda taraflar savaştan önceki sınırlarına çekildi ve Girit’e özerklik tanındı...
Bugüne baktığımızda da Batı, Türkiye’ye karşı hukuk dışı ve saldırgan bir ittifak içindedir?
Bu sorunun cevabı Türkiye-Batı ilişkilerinin yüz yıllık sınırlarını belirliyor. Ardan Zentürk diyor ki:
Yıllar önce Çağlayangil’e “Batı, Türkiye’nin nereye kadar güçlenmesine izin verir?” diye sormuştum. Aldığım cevap beklediğimden kısa oldu: “Yunanistan’ı ezmeyecek, İsrail’i tehdit etmeyecek kadar...”
Bunun için “Türkiye’yi kendi limanlarına sıkıştıran bir anlaşma” dışında hiçbir söylem AB’yi mutlu etmeyecektir. Bunun için her yola başvuruyor, geçmişte yaptıkları vekâlet savaşını yine emir almaktan başka şansı bulunmayan Yunanistan üzerinden tekrarlıyor.
Sömürgeci kafalar Türkiye’nin yeniden boyun eğmesini isteyebilirler. Fakat futbol sahası büyüklüğünde bir ada üzerinden Türkiye’ye sınır çizmesi bugünkü Türkiye’nin kabul edeceği bir durum değildir.
Anadolu’da istenilen bir şeyin gerçekleşebilmesi için, bunu yapacak güce sahip olmak gerektiğini anlatan “salavat kuvvete bağlıdır” diye bir söz var. AB’nin toplantıdan yaşamakta olduğu sorunlar nedeniyle 24 Eylül zirvesinden Türkiye’ye karşı ittifak hâlinde bir kararla çıkması mümkün görünmüyor.
Buna mukabil son yirmi yıllık dönemde her hamlenin önüne takoz koyan içindeki bürokratik otoriteyi tasfiye eden Türkiye artık toplantı kararlarıyla frenlenecek bir ülke değildir.
Bir ihtimal; velev ki yeni bir “Dömeke” tecrübesi yaşanacak olsa da.
.
İşte benim hikâyem...
21 Eylül 2020 02:00
TCG Bozcaada korvetinin önceki gün Lübnan açıklarında kurtardığı mülteci teknesinde yaşanan büyük dram ekranlara yansıdı.
36 kişinin kurtarıldığı 4 kişinin açlık ve susuzluktan öldüğü, 10 kişinin ise umutla atladıkları denizde kaybolduğu faciada kurtarılan mültecilerden Zeynep el-Kak yaşadıkları tarifsiz acıyı şöyle anlattı: “2 yaşındaki oğlum su için çığlık atıyordu. Onu kaybettik, kefenledim ve iple tekneye bağladık. 2 gün tekneye bağlı şekilde suda kaldı. Eşim bırakırsak onun sayesinde kurtulabileceğimizi söyledi. Sonra oğlumun cansız bedenini denize bıraktık...”
Bu facia Akdeniz'de yaşanan acıların ilki değil ve bir varil petrol için her melaneti sırtlayan sömürgeci Batı bu defa çok daha fazla mazlum kanı içmenin peşinde.
Nerede kalacağı belli olmayan Fransa destekli Yunan didişmesinin öncesindeki bu dramlar çoğumuzun dönüp Balkanlar üzerinden geçmişimizle yüzleşmemize vesile oluyor. İçinden geçtiğimiz sapı silik eğitimle yeterince tanıma imkânı bulamadığımız geçmişimizde ne trajediler saklı. Onları el yordamıyla yakalamak ne talihsizlik.
"Hangi birini anlatayım? Gece ışıldaklar karayı yalayıp geçiyor. Patlamalar, alevler, açılan gedikler, sessizce ölen askerler... İnleyen yaralılar... Bu bir imtihandır ana. Burada kendimizi öğreniyoruz. Yaşamaya hakkımız olduğunu, düşmanımızı öğreniyoruz... Telefonlar... Tayyarelerin gelip geçişi... Sudaki günün parıltılarına, gece yıldızlara bakmaya zaman yok. Otlar nemli, böcekler kuşlar öter durur. Siperler, dikenli hatlar... Askerlerden biri incir toplayıp getirmiş. Geceleri türkü okuyorlar...”
Bu satırlar Yazar Sevinç Çokum’un bir göç hikâyesi anlattığı “Bizim Diyar”dan. Osmanlı'nın kaybettiği Balkanlar'dan sürgün yeyip ayrılmak zorunda kalan bir ailenin İstanbul'da son bulan hikâyesi...
Şimdi satırların arasında sıkışmış bu hikâyelerin bizim modernist çöplüğe sıkışmış hayatımızda nerede durduğuna bakalım...
İnsanlık adına çok büyük bir değişim döneminin arifesindeyiz. Korona salgınından bin beter. Öyle bir değişim ki, bildiğimiz hemen her şeyin; “devletin”, “dinin”, “toplumun”, “ahlakın”, “cinsiyetin” anlamının değişeceği, dönüşeceği, translaşıp karmaşık formalara bürüneceği... tarihte daha önce hiç yaşanmamış yeni bir dönemin içine itildik.
Hayatımızı, geleceğimizi gençliğimizi kuşatan “Modernizim” bu ülkeye bacadan mı girdi?
Kendi tarihini bilmeyen, kendi dilini çarpık konuşan, Dinini “oryantalistlerden” öğrenen yarını için hiçbir planı olmayan bir toplum/gençlik geleceğe nasıl yürüyecek?
Bir toplum kendi eğitim, kültür, sanat sistemini ve medya rejimini kurmadığında zihnen işgal edildi demektir. Sahip olduğunuz zenginlikleri kullanamazsınız, insan güçlü bir arabanın direksoyununa geçmiş kör gibi hedefsiz kalır, onun yönü ve istikameti olmaz. Batılıların sömürgeleştirmesine, gelip işgal etmesine gerek yok.
Bizden önceki neslin bize anlattığı bir hikâyesi vardı, nasihatlerini o hikâye üzerinden anlatırlardı. Biz de onların hikayeleri içinden kendimize “rehber/rol modeli bir kahraman” seçerdik.
Sıradan bir adamı bir lidere dönüştüren ona cesaret vererek meydana süren kahramanıdır. Bugün gençlerin önündeki en büyük engel onların kahramanlarını “sosyal medya tipsizleri ve Hollywood sokaklarından” seçmeleridir. Muhtemelen kahramanlarıda Harry Poter’dan ibaret olacak.
Bizim kahramanımıza gelince, M. Fuat Köprülü'nün bir dörtlüğünde saklı duruyor:
“Söğüt dallarında hasta serçeler/Eski akın destanını heceler./Tuna ağlıyormuş bazı geceler;/Göğsünde Kefensiz Şehitler varmış…”
.
Ruhsuz bir dünyada korona ile baş başa...
28 Eylül 2020 02:00
Tüm dünyayı etkisi altına alan pandeminin yakın gelecekte piyasa etkileri bugün yaşadıklarımızdan çok daha derin olabilir. Salgına yönelik olarak alınan tedbirler nedeniyle sadece salgına yakalanan insanların değil tüm nüfusun ekonomiye katkısı kayboluyor.
Salgın, doğru tedbirler tüm sahada uygulandığında azalıyor. Ancak ikinci dalga öncesi yaşanan hızlı ve yoğun nüfus hareketi bunu engelledi ve ilkinden daha tahripkâr bir ikinci dalga ile karşı karşıyayız.
Can kayıpları ile birlikte, sadece ekonomik açıdan kırılgan şirketler değil iş hayatının hasar alan halkalarından etkilenen diğer şirketler de dara düştü.
Salgının devamı ve artış hızı, tamamen sosyal temasın yoğunluğu ile ilgili. Bu temas trafiğini frenlemek için bilindik tedbirler uygulanıyor. Sosyal mesafe önlemleri birkaç yıl ile sınırlı kalmayıp bundan sonraki hayatımızın bir alışkanlığı hâline gelebilir. Çünkü virüs önce geliyor aşısı sonra bulunuyor(!)
Sonunda bir şekilde ya virüs mutasyona uğrar veya aşı bulunur veya en kabası “sürü bağışıklığı” ile salgın nihayetinde biter. Ama psikolojik travma uzun yıllar silinmiyor, yeni salgın dalgaları korkusu devam ediyor.
Ancak, virüsten önce biz mutasyona uğrama durumuna düşebiliriz… Salgının laboratuvar ortamında üretilerek servis yapıldığı hakkında tüm dünyada söylemler var ve toplumda bu yönde ciddi bir kanaat oluştu. Bu da ilerleyen zaman içinde yeni salgınlarında karşımıza çıkacağı endişesine yol açıyor.
İşte salgının iş ve sosyal hayatın yeniden yapılanmasına yol açan asıl bu “gelecek pandemi endişesi”dir. Toplumsal Akıl, hayatın garantiye alınmasının yolunu çok yoğun nüfus ortamlarından az yoğun kırsal alanlara göç etmekte görüyor.
Bunun çok net sonuçlarını Anadolu da il merkezlerine yakın köy ve kasabalara doğru izlenen göç ve bu bölgelerdeki arazi, bağ bahçe fiyatlarındaki hızlı artış ve fiyatlardaki anormal yükselmelerden izliyoruz.
Dev tsunami dalgalarında boğulmamak için yükseklere kaçan insan yığınları gibi koronanın şerrinden korunmanın garantili yolunu insanlar kırsala göçte görüyor. Bu nüfus kayması karşısında ekonomik sistemin hatta siyasi hareketlerin, kültürel dokunun etkilenmemesi mümkün değil.
Her değişim süreci bir krizi de beraberinde getirir. Bu değişim de öyle oluyor. Aşmanın yolu ise sadece para hareketine bağlı değil. Çalışan nüfus kontrol edilemez biçimde alan, mekân ve sektör değişitiriyor.
Türkiye’nin sanayi altyapısı büyük küresel ve entegre işletmeler zinciri değil küçük ve orta büyüklükte bağımsız işletmeler üzerine oturduğu için en az hasarla bu krizden çıkacak ülke olacağına inanıyorum.
Sosyal dayanışma ve sermayenin en çok işe yaradağı bir zamandayız. Hemen tüm ülkelerin kurtuluş senaryosu, toplumun çoğunluğu bağışıklık kazanana kadar salgını kontrol altında tutarak Covid-19’u hayatımızın bir parçası hâline getirmek.
Zamana yayılan bu mücadeleden sosyal yapısı güçlü olan toplumlar az hasarla çıkacak. Batı’da aile çöktü, toplum diye bir varlık yok, insanlar acımasız, korumasız ve yapayalnız, ruhsuz bir dünyanın ortasında.
Bizde ise tüm saldırılara karşı, insan ilişkileri, aile içi ilişkiler, komşuluk ilişkileri ve değerlerimiz hâlen varlığını koruyor.
Bu fırtına geçip bütün toplumlar yeniden hıza istikamet aldığında “köklerine sahip çıkmanın" nasıl değerli olduğunu herkes yaşayarak öğrenecek...
.
Erivan’ın hesabı Karabağ’da bozuldu
2 Ekim 2020 02:00
Azerbaycan Ermenistan çatışmalarının altıncı gününde asker ve askerî teçhizatında ağır kayıplara uğrayan Ermenistan, tüm cephe boyunca mevzilerinden ve önemli bölgelerden çekilmeye devam ediyor...
Ermenistan’ın Azerbaycan’ın sivil yerleşim yerlerine yaptığı saldırılara Azerbaycan ordusunun bu kadar hızlı ve sert bir cevap vereceğini düşünemeyen Erivan’ın hesabı Karabağ'da bozuldu.
Azerbaycan, Ermenistan saldırısını püskürttükten sonra işgal altındaki köyleri kurtarması inşallah tüm Karabağ'ın işgalcilerden kurtarılmasına kadar sürecek. Olaya müdahil olan Rusya ve Fransa’nın “ateşkes ve müzakere” çağrılarına Aliyev'in “Bizim bir şartımız var, işgalciler bizim topraklarımızdan çıkıp ret olmalı-defolup gitmeli-" cevabı net ve kararlı.
Ordusunun paçavraya dönmesi üzerine Ermenistan panikledi ve Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan, Rusya Devlet Başkanı Putin'i telefonla aradı. Putin'in, Paşinyan'a bölgede tansiyonun yükselmesinden Rusya'nın rahatsız olduğunu ve çatışmaların durdurulması konusunda yaptığı çağrı hiçbir anlam ifade etmiyor.
Bu cevap Paşinyan’ın beklentisini karşılamadı ve büyük hayal kırıklığıdır. Tam da Ermeni yazar Kocanznuni’nin dediği gibi: “Ermeniler sadece hayal peşinde koşturulmuşlar sonunda ise terk edilmişlerdir...”
Rusya’nın Paşinyan'ı beklediği destekten mahrum etmesinin önemli bir sebebi var.
Milliyetçi bir damara sahip olan Nikol Paşinyan her zaman Dağlık Karabağ'daki işgali savunmuş ve bu toprakların bir daha Azerbaycan'a dönemeyeceğinin altını çizmişti. Bölgenin nihai olarak Ermenistan'a döneceğini, esas hedefin işgal edilen toprakları “resmen” Ermenistan'a bağlamak olduğunu da vurgulamıştı;
Ancak kuruluşundan bugüne kadar Rusya desteği ile bölgede tutunan Ermenistan giderek dış politikasında farklı bir yol takip etmeye başladı. Paşinyan’ın liberal olduğuna, Batılı demokratik değerleri ülkeye yerleştirmek istediğine ve bu doğrultuda Rusya'yı atlatıp AB ve ABD'ye yaklaşacağına dair analizler de yapılıyordu.
Efendi takasına kalkıştı!.. Bu durum Güney Kafkasya'daki dengeleri Rusya aleyhine bozacak bir yoldur.
Putin, Ermenistan'ın terbiye edilmesi gerektiğini düşünüyor ve öyle davranıyor. Çünkü, Türkiye ile Kafkasya'daki Azerbaycan'ın arasına uydu görevini yürütecek bir Ermeni devletinin bulunması Rusya’nın öteden beri devam eden millî politikasıdır.
Ne var ki Ermeni diasporasının para desteği ile çöken ekonomisini ayakta tutmaya çalışan Paşinyan, Batı yanlısı politikaları benimseyerek yeni efendiler arayışına girmiştir. Rusya’dan çok Batı’nın desteğine güvenen Paşinyan’ın bu kıvırması Putin’i pek de hoşnut etmiyor ve burnunun sürtülmesini istiyor.
Sultan ll. Abdülhamid Han’ın “Büyük devletlerin zavallı piyonu” olarak tanımladığı, PKK militanlarını Karabağ'a taşıyarak Bekaa Vadisi'ne çevirmek isteyen Ermenistan tam da “Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” durumunda...
Yakın gelecek; inşallah, Azerbaycan’ın öz vatan toprağı Karabağ'ın işgalcilerden tamamen temizlemesi ile birlikte Ermenistan iç siyasetini de allak bullak edecek.
Öyle olsunlar ki dönüp bundan sonra Azerbaycan topraklarına bakmaya bile cesaret edemesinler
.
Bir gün geleceğim!..
5 Ekim 2020 02:00
Hatırlayın her yıl şiddetli yağışlar başladığında farklı coğrafyalarda dere yatakları üzerine yapılan evler, araçlar, bahçeler ve hatta insanlar sellere kapılıp gider. Burada sel 'doğal afet' değildir. Sadece “sel yatağını hatırlamıştır” ve derelerin "bir gün geleceğim" diye seslendiğini duyanlar coğrafyanın geçmişini bilenlerin tüm ikazlarına rağmen...
Hayat böyledir, kural ülkelerin geçmiş ve geleceği için de geçerli. Sınırlar aşılınca gerçek mülk sahibinin bir gün geleceği bilinmeli... Bugün Karabağ'da yaşanan aynen budur. Bugün işgal altındaki coğrafyaların yarınki geleceğini merak edenler buraların geçmişlerine bakmalıdır. Dünya üzerine çöreklenmiş işgalci küresel güçlerin direnmesine rağmen Batısından Doğusuna büyük bir değişim yaşıyor. Süren Azerbaycan Ermenistan savaşı bunun bir parçası.
Büyük resme baktığımızda geçmişlerinde büyük bir medeniyet kuran ülkelerin bugün büyük bir uyanış içinde olduğu ve medeniyet yataklarını hatırlayarak arkalarında devasa ses ve hengame bırakarak önüne çıkanı silip süpürdüğünü görüyoruz.
İşgal altındaki topraklar, kıyıma uğramış bir kültür, bir dünya görüşü, bir estetik bir bilim anlayışına geri dönüyor. Yenilenme talepleri ardından çok sancılı ve gürültülü bir geri dönüşüm sürecinin başındayız.
ABD ve AB ülkeleri neden yetmiş yıl ileri karakolu olmuş bir müttefikini durdurmak istemektedir? Dünün az gelişmiş ülkeler ‘konumundan’ çıkan Türkiyenin yaklaşık yüz yıldır süregelen “dayatmalar” üzerine oturan ilişkilerini sürdürmesi imkânsız.
Batı emperyalizmi kendisini hayatta ve ayakta tutan sömürgeci düzenini (başka ülkelere ait zenginliklere el koyarak) devam ettirmek zorundadır. Batı karşısındaki bu güçlenmeyi frenlemek, kayıpları önlemek için kuşatma gayretinde.
Türkiye’nin içine kapalı bir ülke olmaktan uzaklaşıp, Batı’nın kontrolünde her hamlesi için vize alma durumunda olan bir ülke olmaktan çıkması, kendi kalkınma siyasetini oluşturması, haklarını araması bu saldırıların sebebidir.
Birçok uluslararası ve ulus bünyesindeki “kurum” aslında Batı'nın sömürü düzeninin sürdürülmesini sağlayacak şekilde işlemektedir. Emperyalizmin çarklarını çeviren yapı Orta Doğu'da petrol şeyhleri, askerî diktatörler aracılığı ile yürütülmektedir. Demokratik olduğu bilinen çoğu ülkede ise vesayetçi kurumlar korumasındaki siyaset merkezli kurumlar ile sağlanıyor.
Kendi topraklarının sömürgeciler tarafından işgali, insanlarının kıyıma uğraması, zenginliklerinin talan edilmesine susan bu sözde ilim adamı, siyasetçi ve sanatçılar mazlumların karşı çıkma hareketleri karşısında sokaklara dökülerek barış havarisi kesilmektedir. Bunlar sömürgecilerin kaybetmesinin kendi alanlarını kaybetmek anlamına geldiğini bildiklerinden patırtı çıkartmak isterler...
Azarbeycan'ın Karabağ'da Ermeni işgaline karşı verdiği mücadeledeki başarısının ardından İlhan Cihaner’in imzasıyla “Gelecek için biz” grubu skandal bir bildiri yayınladı. Bildiride “Azerbaycan ve Ermenistan’ın yoksul çocuklarının hayatları iktidarlarlarını savaş çığırtkanlığı ve düşman üretme üzerine kuran siyaset elitlerinin tercihlerine feda edilemez" denilen bildiride işgalci Ermenistan'a toz kondurulmadı.
Emperyalist düzenin çarkları yaklaşık yüz yıl böyle çalıştı... Meseleye buradan bakınca Azerbeycan-Ermenistan savaşında Azerbaycan’a ateşkes çağrısı yapıp Ermenistan’a “işgal ettiğin topraklardan çık” demeyenler hangi çarkın parçası?..
Türkiye “garnizon ülke” konumundan çıkıp kendi sınırlarına dönüyor. “Sel yatağını hatırladı” nerede durduğunuzun artık bir önemi ve Türkiye'nin yükselişini kabul etme dışında başka seçenek yoktur.
.
Ve her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey...
12 Ekim 2020 02:00
İnsani gerekçelerle esirlerin ve cenazelerin değişimi amacıyla ilan edildiği belirtilen ateşkes başlamadan bitti. Azerbaycan ordusu kaldığı yerden devam edecektir.
Putin'in aracılığı ile Azerbaycan-Ermenistan arasında yapılan insani amaçlı ateşkesin başlamadan bitmesi sürpriz değil. Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev'in ifadesiyle “Ermenistan'a sorunun barışçı çözümü için kendilerine verilen son bir fırsatı” kullanamadı.
Tarihinde hiçbir zaman çapulculuk kimliğini aşamayan Ermenistan bu süreyi; Azerbaycan'a yönelik saldırı eylemlerinde kullanılmak üzere; başta Orta Doğu olmak üzere yabancı ülkelerden terörist ve paralı askerleri getirmek, Azerbaycan'a ait sivil yerleşim yerlerine saldırılara devam etmek, insani yardım adı altında dışarıdan silah taşımak için kullanıyor.
Ateşkes kurallarını ihlal etmeye devam eden ve Tuğ köyü yönünden Hadrut'a, Aragül ve Banazur yönünden Cebrail'e saldırmaya çalışan Ermenistan güçleri çok sayıda insan gücü ve askerî teçhizat kaybederek geri çekilmek zorunda kaldı.
Kendilerine cesetlerini toplamak için verilen süreyi yeni ceset bırakmakla geçirdiler.
Bundan sonrası için İyi senaryo, çatışmalar nedeniyle Dağlık Karabağ’a işgal sonrası yerleştirilen nüfustan yaklaşık 70 bin kişinin evlerini terk etmek zorunda kaldığı, göç hengâmesinin devam ederek Karabağ'ın yeniden kazanılması için gereken zamanı kısaltacağıdır.
Kötü senaryo ise bu saatten sonra mümkün görünmemekle beraber geçmişte olduğu gibi Ermenistan’ın sürekli ateşkes talepleri ile süreyi uzatma ve insani yardım adı altında silah desteği almasıdır. Bu da çatışmalarda süreyi uzatsa da sonucu değiştirmeyecektir.
Ermenistan’ın Karabağ'da devam edecek çatışmalarla çok daha fazla hasar alacağını öngören ve kendi yörüngesinden çıkmasını istemeyen Rusya’da ateşkes ihlalleri ile iyice kontrolden çıkan Ermenistan'a öfkenin daha da kabarması beklenir.
Muhtemelen Paşinyan'ın terbiye olmasından umudunu kesen Rusya içeriden bir operasyonla Paşinyan'ı aşağı almayı deneyebilir. Rusya'yı asıl rahatsız eden de Karabağ'ın Azerbaycan tarafından kazanılması değil Ermenistan'ın Batı kontrolünde kalmak için direnmesidir.
Muhtemelen yıl sonuna girerken Azerbaycan öz toprağı Karabağ'ın tamamını yeniden kazanmış olacak. Karabağ savaşı, sonuçları bakımından Türk dünyasına yeni bir koridor açarken Paşinyan savaş suçlusu olarak yargılanır. Azerbaycan aradan çekilir Ermenistan üzerinde Rusya-Batı nüfuz mücadelesi başlar.
Economist dergisi, Türkiye'nin Dağlık Karabağ çatışmasındaki rolüne ilişkin bir yazı yayımladı. “Türkiye, Azerbaycan'ı saldırısına devam etmesi konusunda cesaretlendirdi ve müttefikine şartsız destek sundu" deniyor.
Economist dergisi Türkiye’nin verdiği şartsız desteğin savaşın seyrini nasıl değiştirdiğini uzunca anlatırken bize gardaşlara yaptığımız yardımı vicdani bir sorumluluk kılan Bosna savaşından, Hocalı Katliamından hiç söz etmiyor.
Kimse Karabağ savaşı sonrası “...Ve her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.” demeyecek ve;
“...Her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey; Ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır” demek olacaktır
.
Gönüllü kölelik!..
16 Ekim 2020 02:00
Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket, celladına âşık edilerek bir aşağılık kompleksine sürüklenmek ve bunun sonuçları ile yaşamak... Celladına âşık edilen bir toplum, elbette ki, medeniyet iddialarını da, tarihî derinliğini de, öz güvenini de durduğu yeri de kaybedecektir.
Bunun adı, kendi isteği ile “Gönüllü Köle” olmaktır.
1974 Barış Harekâtında Anadolu neferi 498 şehit, Kıbrıs Türk tarafının ise -70’i mücahit- 1672 şehit vererek toprak ve can güvenliğini sağladığımız Kıbrıs’ta Cumhurbaşkanlığı seçiminde “Anlaşmak için aldığımız bir kısım toprakları Rumlara iade edelim” diyen bir adam geçen pazar günü yapılan seçimin ilk turunda sıfıra yakın bir oy almış olması gerekirken ikinci sıraya oturdu!..
Daha önce de İngiliz The Guardian gazetesine vermiş olduğu röportajda, Rum Kesimi’nin sözcüsü gibi davranan “Güney Kıbrıs ile anlaşma sağlanamadığı takdirde Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye tarafından yutulacağı” yorumunda bulunan Mustafa Akıncı’nın aday olarak çıkacak cesareti kendinde bulması bile toplumdaki yaranın derinliğine işarettir...
Dışişleri Bakanımız Sn. Mevlüt Çavuşoğlu, “Ben böylesine dürüst olmayan bir siyasetçiyle ne Türkiye’de ne de başka bir yerde çalışmadım…” demişti.
Bu adam Hatay’ın Fransız vesayetinden kurtulup ana vatana iltihak etmesinde unutulmaz emekleri olan Hatay Reisicumhuru merhum Tayfur Sökmen için de “Ben ikinci Tayfur Sökmen olmayacağım...” demiş.
Medya yorumcularının tepkisi ise “Senin haddine mi düşmüş Tayfur Sökmen olmak!.. Sen olsan olsan mezarı Selanik’te Yunan Kara Kuvvetleri’ne ait savaş müzesindeki Kara Tahsin Paşa olursun…” tanımlaması oldu.
Konunun iyi anlaşılması için bahsi geçen Tahsin Paşa’nın kim olduğuna bakalım.
Ekim 1912 yılında Balkan Savaşı sonunda çetelerden oluşan Yunan kuvvetleri Selanik şehrini kuşattılar. Selanik'te de 26.000 askerin olduğu bir Osmanlı Garnizonu vardı. Garnizon komutanı da Tahsin Paşa (1845-1918) Messaria'da (Molista) doğmuş bir Arnavut'tu.
Bu garnizonun komutanı (daha sonra oğlu Yunan vatandaşı olan) Tahsin Paşa tek bir mermi atmadan 8 Kasım 1912'de Selanik'i ve 26.000 Osmanlı askerini Yunan ordusuna teslim etti. Bu ihanetin ardından Yunan çeteleri askeri ve halkı kılıçtan geçirdiler.
Bu ihanet yüzünden Balkan Savaşındaki savunmamız çöktü ve Balkanları kaybettik. Hiçbir savunma yapmadan Selanik'i Yunan askerlerine teslim eden Tahsin Paşa'yı Yunanlılar "millî kahraman" da ilan etmiştir!..
Bu sebepten Divan-ı Harb tarafından vatan haini olarak gıyabında yargılanarak idam edilmesine karar verilen bu adam, Fransa ve İsviçre'deki sürgün yıllarının sonunda 1918 yılında Lozan'da öldü ve oraya gömüldü.
Yunanlılar onu unutmadı, 1937 yılında mezarını Selanik'e taşıdı...
Şimdi Kıbrıs’ta bu hazmı zor ilk tur seçim sonuçları nasıl ortaya çıkmıştır. Seçime iştirak %54,72 ile bugüne kadar yapılan seçimlerdeki en düşük iştirak. Genç, yaşlı hangi seçmen profil seçimi ciddiye almamış belli değil. Ancak Akıncı’nın aldığı oylar arkasında kendisi gibi düşünen bir takipçi kitlenin olduğunu gösteriyor.
Bu ne anlama geliyor? Demek ki 1974 yılından bugüne geçen yarım asır burayı yönetenler hür olmanın bedelini anlatacak yerde “zamanı geyik muhabbeti” ile geçirmiş...
Bir konuşmacı diyor ki: “Kıbrıs Rum kesimine girin... Yol boyunca yerleştirilmiş Rum askeri resimleri ve -bunu Türkler öldürdü- yazılarının yer aldığı büyük panolara rastlarsınız. Peki bizim katledilen onca insanımızı hatırlatan ne var?..”
Dönüp başa geliyoruz… “...Her şey bittiğinde ne yaparsanız yapın ama soykırımı unutmayın. Çünkü unutulan soykırım tekrarlanır…
.
Doğu cephesinde neler oluyor?..
19 Ekim 2020 02:00
Cephede yenilgiye uğrayan Ermenistan Scud füzeleriyle cephe gerisindeki sivil insanları hedef alarak Gence'ye düzenledikleri son saldırının ardından Batı’nın ara buluculuğunda adına ateşkes dedikleri bir “tahkim süresi” daha aldı.
Çok sayıda TV yorumcusu ve yazar sivillere yönelik saldırıları için “Bugüne kadar 50'nin üzerinde sivil vatandaşın öldüğü ve 300'den fazla yaralının olduğu bu savaş suçu saldırılara dünyada tek bir ülkeden tepki gelmiyor” diye şaşkınlığını ifade ediyor.
Zannediyorlar ki Ermenilerin Karabağ işgaline son vermesi için Batı’dan ortak bir ses yükselecek. Böyle düşünenler tam bir hayal görüyorlar.
Kendisiyle Bosna katliamının yaraları kanarken görüştüğüm “Müslümanlara Son Uyarı” kitabının yazarı Reco Çauşeviç’e “Yıllarca birlikte yaşadığınız komşularınız tarafından böylesine alçakça bir katliama maruz kalacağınızı hiç mi önceden fark etmediniz? Onları Müslüman kıyımı için böylesine iştahlandıran nedir?” diye sormuştum.
Verdiği cevap mermi yarası kadar acı vericiydi: “Evet, fark edemedik çünkü ismimizden başka her şeyimiz arkada kalsa da, katliamdan bir gün önce aynı masada otursak da biz halen Osmanlıydık, Türk ve Müslümandık...”
Batı'nın sivil katliamlara karşı kör taklidi yapmasının arka planı budur. Onların bakışı ve ne yazık ki bizim küflü aydınların beklentilerinde değişen bir şey yok. Düşmanına benzeyerek kültürünü yok edersen coğrafyanı da koruyamazsın… Zulmünden kurtulamazsın... Tarumar olursun...
Cemil Meriç, Batılı dostlar alınmasın diye hazinelerini gizlemeye çalışan bir türlü aşağılık kompleksini aşamamış Türk aydınının gafletinden bahsederken “Bütün Kur’ânları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız, Osmanlı, yani İslam. Karanlık, tehlikeli, düşman yığını…” diyordu.
Avrupa’nın gözünde Türkiye dışındaki İslam ülkeleri ne kadar küçük sömürgeler olarak iştah kabartıcı ise Türkiye’de İslam medeniyetinin yeniden inşasına aday ülke olarak korkutucudur.
Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezini hayalcilikle suçlayan içerideki aydınlar bugün yaşadıklarımızı izah edemiyorlar. Bugün Batı ile aramızda yaşadığımız bu gerilim onların hakkımızdaki “bunlar hâlâ Osmanlı…” kabulüne dayanır. Bizim küflü kafalar ise katliamlar yaşandıkça dönüp Batı'ya “ne oluyor yahu!..” beklentisinde.
Huntington’un bizden beklentisi bunlardan daha onurlu ve bize uyar. “Bana öyle geliyor ki Türkiye, İslam ve Osmanlı mirası üzerine modern bir ekonomi ve demokratik bir siyaset inşa etmeyi başarma ve Müslüman dünyanın Japonya’sı olma fırsatına sahiptir. Eğer bunu başarabilirse inanıyorum ki İslam ve dünya daha güzel olacaktır. Bana göre bu role Türkiye’den daha uygun başka devlet yoktur…” diyordu.
Türkiye’ye bu gözle bakılırken bir de etrafımızdaki kuşatmaya bakın. Ermenistan, süresi dolmuş silahlarla cephedeki yok olan gücünü ayakta tutmaya, Azerbaycan'da sivil yerleşim yerlerini bombalayarak cepheyi genişletmeye, Rusya'ya garantörlüğünü hatırlatarak savaşa ortak etmeye çalışıyor.
İçerideki küflenmiş kafalar Batı’dan kınama bekleye dursun Aliyev olayı tam kavramış “kendi göbeğimizi kendimiz keseriz...” diye yol haritası belli. Muhtemelen insani ateşkes dedikleri uyduruk ara son bulmuş ve Azerbaycan ordusu Kuzey-Batı cephesinden Karadağ'ı sarmalamış, “Kurt kapanı”nı tamamlamış olacak ve zaten başka yolu yok.
Bir başka cephe, Kıbrıs’ta ise durum çok daha farklı. Bu satırları yazarken Kıbrıs’ta Türkiye’nin Kıbrıs’tan çekilmesini isteyen bir güruhun desteğinde, “toprakların bir kısmını Rumlara verelim” diyen yüz karası bir adayın da rol aldığı bir seçim yapılıyor.
Kıbrıs öyle bir yerde duruyor ki; seçimlerde çıkacak her türlü sonuç önümüzdeki günlerde Kıbrıs'taki mücadelenin yönünü değiştirmez. Bu mücadelenin merkezinde “ …medeniyet, kültür ve tarih bilincini yerleştirmek…” olmalıdır. Düşmanına benzeyerek kültürünü yok edersen coğrafyanı da koruyamazsın… Zulümden kurtulamazsın... Tarumar olursun.
Temeller yıkıldığında yukarıda bir şey kalmaz!..
23 Ekim 2020 02:00
Kıbrıs'taki Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçları bizim için ne anlam ifade ediyor?..
Türkiye’yi tıpkı Rumlar gibi işgalci bir düşman olarak gören "Kıbrıs'ta çözüm için topraklarımızdan bir kısmını Rumlara geri vermeliyiz…" diyen bir adam arkasındaki takipçilerle birlikte seçimi zorladı. Üzerinde durulması gereken mesele “fikrî iktidar” yoksulluğunun siyaset sosyolojisini de nasıl tepetaklak ettiğidir.
İçerideki siyasi aktörlerin bundan alacağı çok ders var.
Eğer siyasetçi de olsa bir adam tek başına “Rumlara toprak verelim…” diye bir çıkış yapsaydı tımarhaneye kapatılırdı. Ancak arkasındaki takipçilerin çokluğu onun bu hezeyanlarını meşrulaştırdı ve deli gömleği giymekten kurtardı. Bu durum uzun zaman içinde kültür ve sanat dünyasının baştan sona kadar aşağılık kompleksi aşıladığı bir toplumun hafızasının nasıl silinerek ruhunu kaybettiğinin resmidir.
Kıbrıs'ın dününü yaşayanlar böyle bir taleple piyasaya çıkmanın Berlin duvarını yıkmaktan zor olduğunu bilir.
Berlin duvarı yıkılıp soğuk savaş sona erdiğinde bunu temin eden birçok faktör vardı. O sırada haber muhabirliği yapan Michael Nelson diyor ki: “Silah kullanıldığı için değil; Berlin Duvarını silahlar yıkmadı, bunu silahlardan daha tesirli olan medya yaptı. Medya Batı'ya bakan bir pencere açtı, komünist düzende yaşayanlar izledikleri görüntülerle özgür dünyanın gerisinde kaldıklarını fark ettiler. Demir perdede gedik açıldı…”
Toplumu yaşatan, onun kararlarına yön veren; kültür de, sanat da, fikir de, siyaset de medya araçları üzerinden inşa eder ve işler. Ve kendi iktidarını kurar.
Medya araçları toplumun mevcut hafızasını silebilir. Hafızasını kaybeden toplumlar da aidiyetini kaybettiği için kaçınılmaz olarak çalacak kapı arar. Bir toplumu sömürge yapmak için sömürgecilerin gelip işgal etmesine falan gerek yok, eğitim, kültür ve sanat sistemini beslemediğinizde sahayı boş bulanlar bu fırsatı kullanır. İşgal içeriden yapılır.
Bu hasar dünden bugüne ortaya çıkmaz. Değerlerinizi nesiller arasında taşıyacak fikir, sanat ve ahlâk ordularınızı kaybettiğinizde gelecekte çürümekten ve yok olmaktan kurtulamazsınız.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, iki gün önce İbn Haldun Üniversitesi Külliyesi açılış töreninde dikkat çektiği "Gerçek iktidarın fikrî iktidar olduğunu iyi biliyoruz. Tek tek bireylerden başlayarak, toplumun tamamına uzanan fikrî iktidar yolu zor ve zahmetli bir süreçtir. Kendimi bu konuda mahzun hissediyorum. On sekiz yılda her alanda tarihî eserlere ve hizmetlere imza attığımız eğitim, kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadığımızı düşünüyorum.” hitabının muhatapları, varlığını bu hizmetler üzerinden sürdüren kurumların kendileri ile bir vicdan muhasebesi yapması zorunludur.
Nihayetinde kültürel olarak kaybettiğiniz bir yeri coğrafî olarak koruyabilmeniz mümkün değildir. Bizim karşı duracağımız kuşatma, dışarıdan yapılan stratejik kuşatma öncesi, içeride iki asırdır iliklerimize kadar yaşadığımız kültürel kuşatmadır.
Kıbrıs seçimlerindeki travma, kültürel yozlaşmanın bir toplumu nereye sürüklediğinin açık bir sonucudur. Bu kültürel kuraklık neredeyse topsuz, tüfeksiz, savaşmadan Kıbrıs'ı Rumlara teslimle sonuçlanacaktı!..
Kıbrıs seçimlerinde aşılan hendek “fikrî iktidarın” ne anlama geldiğini bize öğretmiş olmalıdır. Bundan ders almayan ve gelecek için bir yol haritası çıkarmayan kişi ya da kurum şifa bulmaz. Fikrî İktidar; her toplumun sırtını verdiği “manevî direnç noktaları yani kültür, sanat, siyaset, fikir, ahlâk ve estetik” zenginliğidir.
Dışarıda kazandığımız mevzilerin anlamlı ve kalıcı olması ancak bu direnç noktalarının varlığı ile mümkün. Yoksa yozlaşmanın sınırı yok..
.
Macron’un Osmanlı korkusu depreşince...
26 Ekim 2020 02:00
Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un İslam düşmanı beyanlarının ardından Fransız Charlie Hebdo dergisi tarafından yayınlanan ve Hazreti Muhammed'e “sallallahü aleyhi ve sellem” hakaret içeren karikatürler, bazı şehirlerinde devlet kurumlarına ait binalarda gösterildi.
Bu gelişmelere Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tepkisi sert oldu.
“Bu Macron denilen zatın Müslümanlarla derdi nedir? Macron'un zihinsel noktada bir tedaviye ihtiyacı var” diyen Erdoğan “…kendi ülkesinde yaşayan milyonlarca farklı inanç mensubu insanlara bu şekilde davranan bir devlet başkanına başka ne denilebilir…” dedi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu beyanı üzerine Elysee Sarayı'ndan yapılan açıklamada, “Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hakkında yaptığı açıklamanın kabul edilemez olduğu belirtilerek Büyükelçisi Herve Magro'yu istişarelerde bulunmak üzere ülkeye çağırdığı” bildirildi.
Fransa’ya hazımsızlık yaşatan korkunun tarihte saklı köklerini hatırlatmak lazım.
1525'te İspanya Kralı Şarlken ile çarpışan ve esir düşen Fransa Kralı Fransuva maruz kaldığı hakaret ve aşağılayıcı davranışlara dayanamayıp Osmanlı Sultanı Kanunî'ye mektup gönderip kurtarılması için yalvarmıştı.
Fransa Kralı mektubunda; “Dünyanın ma'mûr köşelerinden birçok ülke ve şehirlerin hâkim ve padişahı ve bütün mazlumların dâdgâhı olan sultân-ı muazzam ve hâkân-ı mufahham hazretleri… Siz ki, şehinşâh-ı celîlü'ş-şansınız, onun hakkından gelmek için bize yardım buyrulduğu takdirde bundan böyle size ebediyen minnettarlık duyacağıma emin olabilirsiniz” diyordu.
Sultan Süleyman'ın Fransa Kralına cevabı şöyledir:
Cenab-ı Hakk’ın inayeti ile “… Ben ki sultanlar sultanı, hakanlar burhanı, yeryüzündeki hükümdarlara taç bahşeden, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Rum’un, Zülkadriyye Vilayeti’nin, Diyarbekir’in, Kürdistan’ın, Azerbaycan’ın, Acem’in, Şam’ın, Haleb’in, Mısır’ın, Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün, bütün Arab diyarının, Yemen’in ve dahi nice memleketlerin ki babalarım ve dedelerimin kahredici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dahi ateş saçan ve zafer yazan kılıcım ile feth eylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Şah Han’ım, sen ki Françe vilayetinin kralı Françesko’sun…
Padişahların sığınağı olan dergâhıma mektup gönderip ve memleketinizi düşman istila edip şu an hapiste olduğunuzu bildirip kurtulmanız hususunda bu taraftan yardım istemişsiniz. …. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hayırlar müyesser eyleyip iradesi ne ise vücuda gele. Baki ahval ve haberler ne ise mezkûr adamınızdan sorulup malumunuz ola…. Şöyle bileler…”
Son zamanlarda Batı’da çoğu siyasetçinin Osmanlı korkusunun depreşmesi Macron’un nefreti devlet politikası yapmasına kadar uzandı. Macron'un zihinsel noktada bir tedaviye ihtiyacı olduğu kesin. Şifası sınırlarını hatırlatmakta: “…. Sen ki Françe vilâyetinin kralı Macron’su
.
Çok fazla beklemeyeceğiz...
30 Ekim 2020 02:00
Gündem, Macron'un İslam'a ve Müslümanlara karşı aldığı tavrın sebebi... Macron bunu niye yapıyor? Çoğu tartışmacı Macron’un sadece cumhurbaşkanlığı sırasında elde ettiği büyük başarısızlığı örtmek için dışarıdan tehdit üretmek olduğunu söylese de bu ikna edici değil...
Türkiye’nin dış politikada Akdeniz üzerinden Libya'ya kadar uzanan müdahaleci hamlelerini AB sömürgeci politikalarının devamı için bir tehdit olarak görüyor. Türkiye’ye karşı dışarıda takoz koyamayınca kendi ülkesinde yaşayan Müslümanların hayatlarına, her türlü örgütlenmelerine hatta camilere imam ve vaiz atamaya varıncaya değin her şeye karışma derdinde. Acaba bunu bir pazarlık konusu yapmayı mı hayal ediyorlar?
Korkularının altında, Türkiye'nin bu hamleleri ile sömürge dünyalarında açacağı çatlağın diğer İslam ülkelerine emsal teşkil ederek zenginliklerinin kaynağından kuruyacağı, sömürgeci dünyalarının yıkılacağı endişesi saklı.
Geldikleri yer, önce işgal ile bizzat kendileri sömürdüler. Dışarıdan işgal kolay fark edilir ve yerli halkı başkaldırı için ikna kolaydır. Ancak zaman ilerledikçe güya yerel toplum tercihlerine dayalı demokrasi denemelerine başvurdular. Arada bir huysuzluk edenleri darbelerle terbiye edip içeriden kendi adamlarını getirip onların vasıtasıyla sömürüye devam ettiler.
Sömürülen İslam ülkelerine bakın!.. Demokrasi ve hukuk devleti, sadece kâğıt üzerindedir. Eğitim sistemi gayri millî, materyalist ve sömürgeci ve manevi derinlikten mahrumdur... Millî çıkarları ön planda tutma şuuru yoktur. Adalet tanımaz, liyakat aramaz. Vatansever insanları yönetimden, güçlü mevkilerden uzak tutarlar; hainlerin ve iş birlikçilerin önü ise açıktır.
Sonuçta sömürgeciler kendileri güya gittiler ama yerlerine bıraktıkları adamları ülkenin kaynaklarını taşımak için sömürüyü devam ettirecek kurumsal yapıları kurdular. Yerli uşaklar kendi paylarını aldı, ülkelerinin zenginliğinin de efendilerine akışını sağladılar.
Türkiye'nin hamlesi şimdi birçok ülkede böyle bir sömürü düzeninin sorgulanmasının önünü açmasına hayıflananlar var.
Ne kadar acayip-garaip bir durum…
Fransa’nın etkin gazetelerinden Le Monde’un 15 Kasım 1996 tarihli sayısındaki bir yorum, Batı’nın içine düştüğü hazin durumu acı bir şekilde gözler önüne sermektedir:
“Dini reddeden fakat huzuru laiklikte de bulamayan Batılılar, şimdilerde mutluluğu medyumlarda arıyor. Eski çağlarda hakir diye adlandırdıkları bu kesim, şimdi medyum adı altında dinsiz kalan Batı insanına deva olmaya çalışıyor. Sadece Fransa’da 40 bin medyum var. Kazançları ise süper!..” Muhtemelen falcılık Fransa'da kazancı bol bir sektör hâline geldi.
Şimdi istikametini falcılardan alan bu Fransa, Ermenistan’ı tahrik ederek Azerbaycan'a saldırtıp Hazar politikasının kökünden değişiminin önünü açacak bir musibete düçar etti. Anadolu'da “kaş yapayım derken göz çıkarmak” dedikleri cinsten bir hamle. Sürekli kışkırttığı Yunanistan’ın da bu tecrübeden kendi adına çıkaracağı dersler var...
Türkiye’nin dünyada yol açtığı algılar değişiyor. ABD ve çoğu AB ülkesinde seçimler Türkiye merkezli politikalar üzerinden yürütülüyor.
Bu değişimin korona salgını ile aynı tarihi paylaşması da çok ilginç.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron için "Bu bir klinik vaka, hakikaten kontrolden geçmesi lazım" demesi çok yerinde.
Fransa; son 24 saatte 52 bin kişide daha yeni tip koronavirüs (Covid-19) tespit edilmesiyle salgının başından bu yana günlük en yüksek vaka sayısına ulaştı. Tarihçiler, Avrupalıların “Kara Ölüm” dedikleri “Hıyarcıklı Veba” salgınından sonra bu tür felaketlerin toplumsal kurumlar ve şahıslar üzerinde çok büyük etkileri olduğunu ve çok sayıda insanın aklını kaçırdığını yazıyor.
Bu gelişmelerin AB ülkeleri üzerinde sosyal, ekonomik ve siyasal açıdan dönüştürücü bir etkisi olacaktır, görmek için çok fazla beklemeyeceğiz...
.
Elif’lerin hikâyesi...
6 Kasım 2020 02:00
Bazen isimler kaderlerle örtüşüyor...
Erzincan; 13 Mart 1992; yerel saatle 19.08'de meydana gelen 6,8 büyüklüğündeki depremde yıkılan ve ağır hasar gören konut sayısı 4.462, iş yeri ise 836 olmuştu. Can kaybı ise 653 kişi olup yaralı sayısı 3.850'dir...
Depremin hemen sonrasında başlayan arama kurtarma çalışmalarına koşan ilk ekiplerden biri yerle bir olan Erzincan Kız Meslek Lisesi yatakhanesi enkazına müdahale eden 59. Topçu Tugayından gelen kurtarma ekibiydi.
Saat 21.00'de başladıkları arama kurtarma çalışmalarında 17’si sağ 9’u ölü 26 öğrenciyi enkaz altından çıkaran ekipten er Trabzonlu Yıldıray Çubukçu kurtarma çalışmalarını anlatırken “Benim de yedi kardeşim var, insan sevgisini kardeş sevgisini bilirim. Enkaz altına girerek kurtarabildiğim her öğrencinin gözlerindeki sevinç pırıltıları yaşanabilir en büyük zevk... İlk kurtardığım öğrenci Elif Yıldız isimli bir öğrenciydi. Daha sonra diğerlerini tek tek çıkardık… artık onların asker ağabeyleri var…”
İzmir; 30 Ekim 2020; yerel saatle 14.51'de merkez üssü Seferihisar ilçesinde meydana gelen 6,6 büyüklüğündeki depremde 114 vatandaşımız hayatını kaybederken 1035 vatandaşımız da yaralandı...
İzmir’de arama kurtarma faaliyetlerinin devam ettiği enkazlardan hem ölü ve yaralı vatandaşlarımıza dair acı haberler hem de sağ çıkarılanlara dair sevindirici haberler geliyordu. Mutlu haberlerden biri, Perinçek ailesinin depremde yıkılan Doğan Apartmanı'nda kalan son ferdini enkaz altından sağ olarak çıkarmayı başaran GEA Arama kurtarma ekibinden geldi.
Kurtarma ekibinden Onbaşı Muammer Çevik “Depremin oluş şekli ve tecrübelerime göre çekyat bazası ve dolabın arasında olacağını tahmin etmiştim. Nitekim orada sırtüstü yatıyordu. Kucakladım, yüzünü temizleyip parmağını tuttum. Bir arkadaşımla kaldırdık, sağlık kabinine gidene kadar elimi bırakmadı... O çocuk artık yaşamayı hak ediyor, Elif’in artık itfaiyeci ağabeyleri var…”
Bizi her doğal afette ve depremde aynı yere getiren “zayıf halkalar” var...
Depremlerde can ve mal kayıplarını asgariye indirecek halkaların binaların zemin sağlamlığı, sağlıklı proje, şartlarına uygun yapım, sağlıklı demir ve çimento gibi. Bunlardan ihmal edilen birisi diğerlerini önemsiz kılıyor.
Keza daha önce yaşanmış hafif hasarla atlatılan depremlerde sallanan ama yıkılmayan tüm binaların deprem hasarlarının gelecekte olması muhtemel depremlerin yıkmaması için incelenmesi, onarılması mümkün olanların onarılması diğerlerinin ise kontrollü olarak yıkılması gerekiyor
Mukayese yaptığımızda 1992'de 6,8'lik Erzincan depreminde ölü sayısının 653 gibi yüksek olmasının sebebi; 18 Kasım 1983 günü meydana gelen 5,8 şiddetindeki depremin can kaybına yol açmayan ama özellikle kamu ve yüksek binalardaki etkisi beklenenden daha fazla olmasıdır..
Yukarıda hikâyesini anlattığım Kız Sağlık Meslek Lisesi iki ayrı bloktan oluşuyordu. Dilitasyon dediğimiz iki ayrı blok arasındaki mesafe uygun olmadığından 1983 depreminde hasar almış, 1992 de ise bloklar birbirine çarparak yıkıma sebep olmuştu. Sonuçta onlarca kız öğrencimiz burada enkaz altında kalarak hayatını kaybetti...
Sonuç yine başa döndük.
Bütün binaların, özellikle deprem bölgesindeki yapı stokunun ciddi olarak elden geçirilmesi birinci sorumluluğumuzdur.
Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara’nın deyimiyle: “Türkiye’de nereye giderseniz gidin, deprem üretim odaklarıyla karşılaşırsınız, kaçarınız yok. Deprem gerçeğimiz ve depremle yaşamayı öğrenmeliyiz. Bunun için ev alırken ya da kiralarken, depreme dayanıklı mı, değil mi, araştırın. Oturacağınız binanın makyajına değil, esasına bakın… Unutmayın ki deprem öldürmez, binalar öldürür...”
.
Biz kendimize bakalım...
9 Kasım 2020 02:00
Trump’ın seçimi kaybetmesinin Türkiye açısından bir kayıp olduğunu düşünenlere hayret ediyorum.
Türkiye’ye karşı kullanılmak üzere terör örgütlerine binlerce tır dolusu silah veren, yardım ve yataklık yapan kimdi? Tump’ın ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Anastasiadis ile telefon görüşmesi yapıp, ABD'nin Rum yönetimine yönelik silah ambargosunu 2021 mali yılı için kaldırdığını söylediğinden haberi yok muydu?
Biden ile Trump arasında bizi tercihe zorlamanın ne gerekçesi var? Biri umut diğeri umutsuzluk değil.
ABD ilişkilerinde yanlış kapı çalmamak için bilmemiz gereken Amerika Birleşik Devletleri’nin gerçekte kim tarafından yönetildiğidir. ABD’de yönetimler vergi mükelleflerinden çok bazı lobilere çalışır. Yani ABD içinde bir “paralel devlet” ile muhatapsınız. Amerikan demokrasisini ve onun karar mekanizmalarını parayla teslim alan hâkim piyon siyasetçiler yönetir. Bu bütün başkanların dönemine hâkim yapıdır.
Kişiler değişir ABD’nin sömürü düzeni değişmez.
Ancak müzmin muhalefet için ABD-Türkiye ilişkilerinde durum farklı, tarafların ekonomik ve siyasi beklentileri Sayın Erdoğan üzerinden yürütülüyor. Seçim sonuçlarının tam kesinleşmesini beklemeden CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, "Amerika Birleşik Devletleri'nin 46. Başkanı olarak seçilen Joe Biden ve yardımcısı Kamala Harris'i tebrik ederim. Türkiye-ABD arasındaki dostluğun ve stratejik müttefiklik ilişkilerimizin güçlenmesini dilerim” mesajını yayınladı.
Seçim sürecinde “Erdoğan’ı devirmek için muhalefete açıkça destek vermeliyiz” diyen Biden’ın kazanması için yanıp tutuşan Kılıçdaroğlu böylece muhalefeti etiketlemiş oldu. Siyasi varlığına dışarıdan istikamet veren böyle bir aşağılamaya muhatap olanların utanç duyması lazım.
Batı’da bir kişi para kazanır ve kazandığını iktidarı satın almak için kullanır. Sonra iktidarlar o kişilerin önünü açar işlerini kolaylaştırır. “Al gülüm, ver gülüm” hikâyesi. Bu daire üzerindeki turlar devam eder gider. Dışarıdan bakanlar bu tur atanlar içinde boş yere kendilerine benzeyen, pay verecek birilerini ararlar. Beyhude bir arayış…
Amerikan siyasal düzeni Amerikalının hayat anlayışının kopyasıdır. Bu düzende kimse başkası için çalışmaz herkes kendine çalışır ve bu anlayışın özeti; “Kazanan her şeyi alır…”
Fakirleşmiş, dindar, muhafazakâr, eğitim seviyesi düşük, orta Amerika nüfusunu temsil ettiği söylenen ve sempatik(!) görünen emlak milyarderi Trump'ın Orta Doğu politikasını bir hatırlayalım. Bizi mutlu eden ne var?
Obama, Trump ya da Biden hiç fark etmez, al birini vur ötekine. ABD seçimlerinin toplumlar üzerinde böylesine güçlü etkisinin sebebi bu toplumların kendi iç zayıflığıdır.
Sayın Bahçeli’nin dediği gibi yol haritamız; “ABD Başkanlık seçimleri ülkemizi ve dünyayı etkileme kapasitesi taşımaktadır. Biden’dan çok Bidencı olmak, Trump’tan çok Trumpçı olmak sorunludur… Hedefimiz istiklal için birliktir. Nihai ve şaşmaz hedefimiz ‘Lider Ülke’ vizyonumuzun gerçekleşerek Türkiye’nin kazanmasıdır…”
Biz kendimize bakalım…
.
Peki!.. İnsana yakışan hangisi?..
13 Kasım 2020 02:00
İnsanlar sadece kendi başlarına gelenler ile değil başkalarının başına gelen felaketler karşısındaki duruşları ile de imtihan edilir.
Koronavirüs salgınında maske, eldiven, dezenfektan ve ateş ölçer ihtiyacındaki artışın haksız kazanç peşindeki birçok fırsatçının iştahını kabarttığını biliyoruz.
İzmir'deki deprem sonrası da ağır ve orta hasarlı binaların can güvenliği nedeniyle kullanımı yasaklanıp kiralık evlere talebin artması üzerine bazı fırsatçıların depremi fırsata çevrime yoluna girdiği, kiralık evlerin fiyatlarında anormal artışlar olduğu şikâyetleri hayli arttı.
Toplumun önemli bir kesimi felaketten fırsat ve menfaat üretenlerin geçmişinden gelen alışkanlıklarından beslenen “mayası bozuklar” olduğu kanaatindedir. Ancak kimin mayası bozuk olduğu, sahada iş başa düştüğünde ortaya çıkar.
Bazen de felaketlerin insanların yüreklerinde saklı kalmış iyilikten beslenen fay hatlarını harekete geçirdiğine ve geçmişteki izleri örttüğüne şahit oluruz.
Her felaket sonrası medyada karamsarlığı körükleyen fırsatçı hikâyeleri yerine umut verici bu hikâyeleri paylaşmak hepimiz için daha faydalıdır. İnsan neyi beslerse oradan büyür. Cezayı değil ödülü beslemek lazım.
Her felaket sürecinde olduğu gibi 1939 Erzincan depreminin de saklı kalmış birçok hikâyesi var. Biz talan hikâyeleri yerine iyi olan ve iz bırakan birini hatırlayalım.
Erzincan’dan başlayıp Kuzey Anadolu hattında uzanan deprem bölgesinde 30 bin insan hayatını kaybetti, 100 binden fazla ev yıkıldı, ağır kış şartlarında dış dünyayla bağlantısı kesilen Erzincan'da can pazarı yaşandı.
Bölgede enkaz kaldırma ve can kurtarma için ayakta ve hayatta olan herkesten yardım istendi.
Dönemin Erzincan Cumhuriyet Savcısı İzzet Akçal, cezaevindeki mahkûmları toplar ve onlara şu tarihî cümleleri söyler: “Sizi şimdi kurtarma çalışmalarında görev almak üzere serbest bırakacağım. Aranızda civar köylerden olanlar varsa iki günlüğüne köylerine gidip, ailelerini görebilirler. Ancak bir şartım var; hiçbiriniz kaçmayacaksınız. Canla başla çalışacaksınız. İşimiz bitince cezaevine döneceksiniz…”
Mahkûmlar her sabah enkazdan can kurtarmak için çıkar ve akşam tekrar döner. Her akşam cezaevinde mahkûm sayımı yapılır. Dördüncü Umumi Müfettişlik çektiği telgrafta, mahkûmların enkaz altından bin kişiyi kurtardığını yazar.
Mahkûmların bu iyi niyeti ve fedakârlığı dolayısıyla TBMM'ye bir kanun teklifi verilir. Bu, özel bir af kanununu içerir. Görüşmeler sırasında Erzincan Milletvekili Abdülhak Fırat şöyle der: “Biliyorsunuz ki, bu insanlar hakikaten hayatlarında bazı günahlar işlemiş, hatta can acıtmışlardır, fakat buna mukabil yüzlerce can kurtarmak suretiyle yararlıklar ve fedakârlıklar, ahlâkî birçok vasıflar da göstermişlerdir.”
Af kanunu Resmî Gazete'de yayımlanır ve yürürlüğe girer. Bu af kanununa göre 241 mahkûm; iyiliğin kötülüğe zaferi, kötü insanların iyi insan olması demektir. Bu karanlığı aydınlığa çevirmekte görev alan mahkûmların, mahkûmiyet sürelerinin beşte dördü affedilir.
Bu iyiliğin kötülüğe zaferi, umutsuzluğu umuda, karanlığı aydınlığa çevirmekti,
İyilikle kötülük, değer katmakla parça kopartmak, merhamet ile acımasızlık, arasında duran tercihlerin her biri insana ait… Kötülük yapmakta iyilik yapmakta tesadüfi bir şey değildir ihtiyaridir isteyerek yapılır.
Peki insana yakışan hangisi?.
.
Nedir bu diaspora dedikleri?..
16 Kasım 2020 02:00
“Diaspora” herhangi bir ulusun veya inanç mensuplarının ana yurtları dışında azınlık olarak yaşayanlarına deniyor. Sadece zorunlu göçü değil; her ne sebeple olursa olsun ana vatanları dışında yaşayan toplulukları ifade eder.
Bir topluluğun modern diaspora olarak tanımlanması için, ana vatanla olan ilişkisini devam ettiren örgütlü bir topluluk olması gerekiyor.
ABD Başkanlık Seçimleri sürecinde başkan adaylarının politik desteğine ihtiyaç duyduğu Rum lobisini mutlu etmek için gösterdikleri gayret açık ve nettir. Trump’ın Kıbrıs Rum Kesimine uygulanan ambargoyu sesli bir biçimde kaldırması da politik destek beklentisinin sonucudur. Keza Macron’un Ermenistan'ı Karabağ üzerinde çöreklenme direnci; Akdeniz'de ortaya koyduğumuz enerji yatakları arama gayretimizi frenlemek için Fransa'daki Ermeni ve Rum nüfusu hareketlendirme çabası da ortada.
Fransa’daki Ermeni göstericilerin sıklıkla sokak gösterileri düzenleyip, Azerbaycan’ın Ermenistan'ın saldırılarına karşı meşru müdafaa hakkını kullanmasını protesto etmesi karşılıklı menfaat takasıdır.
Ermeniler yaşadıkları ülkelerde kurdukları, kilise, okul, dernek, yardım kuruluşları ve basın yayın kuruluşları ile ekonomik, kültürel ve politik hayatında aktif rol oynamaktadırlar. Bütün bunları medya üzerinden köpürterek kamuoyu üzerinde bir psikolojik baskı duvarı oluşturmaktadırlar. Türkiye’ye yönelik operasyonlar yapılması için bu ülkelerin eline büyük fırsatlar vermektedir.
Peki “diaspora” ve “medya gücü” bizim tarafımızdan hangi ölçüde kullanılmaktadır.
Bizim AB ülkelerindeki Türk nüfusu dış politika aracı olarak kullanma yeteneğimiz ise sınırlıdır. Bazı Avrupa ülkelerinde yaşayan ciddi miktardaki Türk nüfusu sıralamasında ilk sıralarda Almanya 2.998.000, Fransa 800.000, Birleşik Krallık 500.000, Hollanda 480.000, Avusturya 360.000 olarak yer alıyor.
Çoğu AB ülkesinin korkusu, Türkiye’nin ülkelerindeki Türk diasporasıyla olan ilişkisini güçlendirerek bunu siyaset tarzına da yansıtmasıdır. Çoğu Avrupa ülkesindeki organize Türk varlığı bu ülkelerin Türkiye ile olan ilişkilerine yöne vereceği endişesi var. Ancak Türkiye-AB ülkeleri arasındaki ilişkilere yakın geçmişe kadar yön verecek bir güç olarak kullanılmadı.
Türkiye dış politikada gerçekleştirmeye çalıştığı büyüme hamlesinde kaçınılmaz olarak Yurt Dışı Türklerinin desteğini kullanmalıdır. Bu ana vatan için gerekli olduğu kadar “asimilasyon” tehdidine karşı da yurt dışındaki Türkler için de vazgeçilmez bir ihtiyaçtır.
Ortaya belli hedefler konmadığı zaman bir eylem planı da olmaz.
Yurt dışında yaşayan Türklerin bulundukları ülkelerde Türk kültürünü yaymak amaçlı kurdukları dernek, vakıf ve sivil toplum kuruluşlarının daha aktif konuma getirilmeleri gerekmektedir. Bu uygulamaları Türkiye Cumhuriyeti Devleti oluşturacağı bir fonla devlet destekli bir uygulama hâline getirmesi gerekmektedir.
Yurt dışındaki Türkleri büyüyen Türkiye'nin paydaşı yapmak için onların sıkıntıları, beklentileri, nitelikleri, eğitim kurumları, siyasal eğilimleri, medya kullanım alışkanlıkları gibi alanlarda araştırmalar yapılmalı ve paylaşılmalı. Bunlar olmadan stratejiler, politikalar belirleyebilmek mümkün değildir.
Mücadelenin sahada tamamlanıp masada topal kalmasının sebeplerinden biride “diaspora” kullanımındaki zayıflıktır.
Sürekli olarak psikolojik operasyonlara hedef olan Türkiye, elindeki bu büyük gücü kullanmalıdır.
.
İş dünyamızın kılcal damarları...
20 Kasım 2020 02:00
Anadolu’da sıkıntılı bir duruma düşenlerin, alabora olan hâl ve vaziyeti anlatmak için kullandığı bir ifadedir; “Çayın tadı kaçtı!..”
Hâlihazırda aşısı olmayan bir virüsle bir yıla yakın zamandır mücadele etmek, sevdiklerini onlardan uzak durarak korumak, bazen istesen de görememek, birlikte bulunamamak, virüs bulaşan hastayı ziyaret edememek, iş yerine dirsek teması aralıklarla gitmek, kaybettiklerinin acısını sevdiklerinle paylaşamamak ve daha fazlasını ifade için henüz adı konmamış bir musibet.
“Korona” özellikle güneş veya ayın etrafında görülen beyaz veya renkli halkalara deniyor. Ama biz onu bütün dünyayı kuşatan bir musibet olarak tanıdık.
(Covid-19) adıyla, ilk defa 31 Aralık 2019’da Çin’in Vuhan şehrinde ortaya çıkan bu virüs, kısa sürede bütün dünyayı sardı. Gözle görülmeyen bu varlık, şu ana kadar 56 milyona yakın insanı hasta etti, 1 milyon 348 binden fazla kişiyi öldürdü. Bununla da yetinmeyip ekonomiyi kilitledi ve yüz binlerce insanı sefalete itti.
Hem hâlihazırdaki hayatımızı hem de gelecek için planlarımızı altüst etti. Bütün dünyada ve içeride çok önemli olaylarında üzerine çöktü önemini sakladı. Zengin ve fakir ülkeleri ve insanları eşitledi. Kimi ne zaman yakalayacağı ile ilgili çok da ipucu vermiyor...
İkinci dalganın yaşandığı şu günlerde vaka sayıları eskisine nazaran yükselince bugün akşamdan itibaren yeni tedbirler uygulamaya giriyor. Bu tedbirler arasında restoran, lokanta, pastane, kafe, çay ocağı gibi hizmet işletmeleri 10.00-20.00 saatleri arasında sadece paket servis veya “gel-al” hizmeti verecek.
Salgın sürecinde bütün dünyada olduğu gibi iş dünyamızın da her boyuttan hasar aldığı ortada. Kimin ve hangi sektörün ne kadar yara aldığı ise salgın sona erdiğinde ortaya çıkacak. İşletmeler ayakta durma mücadelesi verirken bağlı meslek kuruluşlarının da salgın sonrası hasarları tamir için bir yol haritası çıkarmaları gerekir.
Yaklaşık bir yıldır insanla temas üzerinden faaliyetini yürüten hizmet işletmeleri sosyal hayatımızın ve iş dünyamızın kılcal damarlarıdır. Sadece insanların görünür ihtiyaçlarını karşılamakla kalmayıp sosyal bütünlük ve kurdukları sosyal ağlar ile bütünlük sağlıyor. Salgının bu temas öldüren zararının verdiği maddi kayıplardan çok daha fazla olduğu kanaatindeyim.
“Yalnızlık insanı yutan kara bir deliktir” sözü var. Yapılan araştırmalar da, bazı hastalıkların en önemli tetikleyicilerinden birinin yalnızlık olduğunu ortaya koyuyor... Sosyal izolasyonun (soyutlanmanın) bağışıklık sistemi işlevlerine zarar vererek iltihaplanmaya bağlı hastalıkları tetiklediği belirtiliyor.
Tarihte geçmişteki tecrübeler ikinci dalga sonrasında salgının sabah öncesi zifirî karanlığın günün aydınlanması gibi çekilip kalktığı yönünde. Bu defa da aynı seyri takip ettiği kanaati hâkim.
Salgının ikinci ve son dalgası olduğunu umut ettiğimiz bu zaman içinde uzmanların “Korona Günleri"nde yapmamızı tavsiye ettiği maske-mesafe ve temizlik üzerine bizi güçlü kılacak şeyler var. “Beden ve ruh dinlenmesi için hediye edilmiş bir zaman dilimi olarak kabul edebileceğimiz bu süreçte dinî ve manevi ibadetler ile bağlarınızı güçlendirebilirsiniz” diyorlar.
Salgın sona erdiğinde hepimiz az ya da çok hayata, dünyaya, insanlara çok daha farklı bakacağız. Belki en önemlisi; “Bütün dünya ve içindekiler bir kişinin olsa fakat bu kişi aile, dost ve arkadaşlarından mahrum kalsa hayat ona vebal, yük ve sıkıntıdır. Belki böyle bir insanın yaşaması imkânsızdır!..”
.
Siz ne dersiniz?.. Bu saat kaçı gösteriyor?..
23 Kasım 2020 02:00
Hep merak etmişimdir, siyaseti meslek edinenler işleri bitince neden tecrübelerini arkadan gelenlerle paylaşmak için siyasi hatırlarını niçin yazmazlar, tecrübelerini paylaşmazlar diye. Zamanla öğrendik ki çoğunun siyasi geçmişi dava ve fikir üzerine değil “manevra” üzerine kurulu.
Manevra kabiliyeti yüksek olanlar tren daha hareket hâlindeyken kendileri makas değiştirebiliyor. Tabii umduklarını bulamayıp yolun sonrasını yalnız yürüyenler de var...
Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Bülent Arınç’ın eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve iş adamı Osman Kavala ile ilgili “Kavala’nın tutuklu kalmasına hayret ediyorum, Demirtaş’ın tahliyesi olabilir” sözlerine siyasetten farklı tepkiler geldi.
Arınç’ın bu açıklamayla tam olarak neyi kastettiğini anlamak zor.
Adamın biri saatçi dükkânına girip yakın bir dostu için bir duvar saati almak istediğini söyler. Saatçi ambalaj içinden gösterişli bir duvar saati çıkararak anlatır: “Dosta gidecek hediye, kolay arıza yapmaz, ufak bir takıntısı var o da kusur sayılmaz. Bu saat üçü gösterdiğinde beşi çalar sen anlayacaksın ki saat yedi!..”
Şimdi, Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Bülent Arınç, önceki gece katıldığı bir televizyon programında Edirne Cezaevi'nde tutuklu bulunan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın ve yine tutuklu bulunan iş adamı Osman Kavala'nın tutukluluğunu eleştirerek, "Kavala'nın hâlâ tutuklu kalmasına hayret ediyorum, tutuklu kalmaması lazım. Demirtaş'ın da tahliyesi olabilir” dedi. Arınç, yargı mensuplarını da eleştirerek, iddianameler için "Çocuk bile yazmaz bunları. Zanla, şüpheyle, kıyas yoluyla delil uyduramazsınız" demişti.
Arınç’ın bu sözlerine verilen tepkilerden kim ne anlamış;
İletişim Başkanı Fahrettin Altun: “Suni tartışma ve gündemlerle vakit kaybedecek lüksümüz yoktur…”
Devlet Bahçeli’nin basın danışmanı Yıldıray Çiçek: “Fetullah Gülen’in dizinin dibinde büyüyenler ve CHP’nin PKK kanadı son günlerde bu propagandaya başladı. Hendek-Çukur olaylarında 793 şehidin, Kobani olaylarında 53 kişinin azmettirici katili olan terörist Demirtaş'ın tahliyesini istemek haysiyetsizliktir.”
Eski AK Parti Milletvekili Mehmet Metiner: “Biden iyi, Demirtaş cici. KHK’dan ihraç edilenler göreve. Bütün bunları kim mi söylüyor? Devlet katından birisi. Cumhur İttifakı'na sabotaj, yazık!..”
Eski Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek: “Bugüne kadar bana sataşmalarına partime zarar vermemek için sustum, ama Arınç teröristlere kol kanat geren, isyana teşvik eden Demirtaş’a özgürlük istedi. Sen ne biçim AK Partilisin?..”
Yargıtay Üyesi Kenan İpek de Twitter mesajında, “FETÖ ve PKK terör örgütü mensuplarını yargılayan hâkim ve savcılarımızı, FETÖ mensubu, ihraç edilmiş hâkim ve savcılarla mukayese ile tehdit edenler cevabı milletten alacaklardır” dedi.
İYİ Parti Sözcüsü Yavuz Ağıralioğlu’da “Bu açıklamalarla demokraside reform derken kastedilen bu mudur? Hükûmet yeni bir çözüm sürecine mi hazırlanıyor? Bu beyanlar parti programına mı aittir? Yoksa Bülent Arınç’ın kendi kanaatleri midir? Ortada böyle bir belirsizlik var elbette. Bunu izleyeceğiz" diyor.
Biden’ın açıkça Türkiye’de muhalefeti destekleyeceğini ve Erdoğan’dan intikam alacağını söylemesi Erdoğan muhalifleriyle birlikte kendi dünyasında makas değiştirmek isteyenlerin de iştahını köpürtebilir.
Siz ne dersiniz? Bu saat kaçı gösteriyor?..
.
Milletle de helalleştin mi?..
27 Kasım 2020 02:00
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "ekonomi ve yargı reformu" açıklamalarının ardından katıldığı bir televizyon programında, Kavala ve Demirtaş'ın hâlâ tutuklu olmasına “ hayret ettiğini" söyleyen Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu Üyesi Bülent Arınç’a Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin gösterdiği sert tepki, taşları yerinden oynattı.
Erdoğan'ın "Son günlerde bizimle asla ilgisi olmayan kimi bireysel açıklamalar ile reform gündemimize yaptığımız vurgular bahane edilerek yeni bir fitne ateşi yakılmaya çalışıldığını görüyoruz. Velev ki geçmişte birlikte çalışmış olsak bile, hiç kimsenin şahsi ifadeleri Cumhurbaşkanı ile, hükûmetimiz ile, partimiz ile ilişkili hâle getirilemez" sözleriyle tepki gösterdiği Arınç, Erdoğan'la yüz yüze görüşüp istifa edebileceği mesajı vermişti.
Açıklamaları nedeniyle kamuoyundan ve AKP içinden "istifa etsin ya da azledilsin" şeklinde gelen tepkiler üzerine Arınç, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşerek istifa kararını iletti.
Arınç, daha öncede Gezi eylemleri, öğrenci evlerinin denetlenmesi, Gülen yapılanmasına af, Merkez Bankasının faiz uygulamaları tartışmasındaki ortaya attığı farklı söylemlere tepkiler geldiğinde “Şahsi fikrimdir” diyerek vaziyeti düzeltme yoluna gitmişti.
Arınç, son olarak 15 Temmuz 2016'daki darbe girişiminden sonra kamudan ihraçları eleştirirken kullandığı "KHK faciadır" sözlerine AKP'den “istifa et!..” tepkileri gelirken, Erdoğan "Esefle karşıladım, bugün zaten bir toplantımız var, bunu kendi aramızda değerlendireceğiz" açıklaması yapmıştı.
Bunun üzerine Arınç "KHK faciadır dememeliydim" deyiverdi.
Bu defa Arınç’ın eski HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş ve iş adamı Osman Kavala'nın uzun tutukluluklarını eleştirmesinin yanı sıra yargıya yön tarif etmesine gelen tepkiler AK Partiyi aşan boyutlarda oldu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AKP Meclis Grup Toplantısı'nda yaptığı konuşmada Arınç'ın sözlerine atfen "Son günlerde bizimle asla ilgisi olmayan kimi bireysel açıklamalar ile reform gündemimize yaptığımız vurgular bahane edilerek yeni bir fitne ateşi yakılmaya çalışıldığını görüyoruz.” sözleriyle net bir tepki verdi.
Aynı gün Arınç “…Yüksek İstişare Kurulu Üyeliği görevimden ayrılma talebimi Sayın Cumhurbaşkanı’mıza ilettim ve kendileri de bunu uygun gördüler. Karşılıklı iyi niyet temennileriyle helalleştik ve görevimden ayrıldım.” diyerek istifasını açıkladı.
Arınç’ın geçmişte olduğu gibi bu defa da “Bu benim şahsi fikrimdir” diye kendini sigortalayıp işin içinden sıyrılması mümkün değil. Sayın Erdoğan’a “Bu benim şahsi fikrimdir” diyemediğine göre millete de söyleyemez. Bu kadarı milletten helallik alma mecburiyetini ortadan kaldırmaz.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “ Kitabını herkes okusun dediği kişi, elinde binlerce Kürt kardeşimin, askerimin, polisimin, öğretmenimin kanı olan, bölücülük peşinde koşan bir terör örgütünün siyasetçi maskesi takmış savunucusudur" diye ifade ettiği eleştiri kamuoyunun ortak tepkisidir..
Siyaseti meslek edinenler, neden siyasi hatırlarını ve tecrübelerini yazıp arkadan gelenlerle paylaşmazlar? Zamanla öğrendik ki çoğunun “siyasi sabitesi oynak” ve siyaset zemini dava ve fikir üzerine değil MANEVRA üzerine kurulu. Manevra kabiliyeti yüksek siyasetçilerin de ne zaman ne yapacağını, günün hangi saatinde konuştuklarının “şahsi fikri” olduğunu kestirmek zor.
Bir siyasetçi kamuoyu önünde ulu orta söz ve davranışlar ile şahsileşmeye başladığında mensubu bulunduğu siyasi hareketle ilişkileri de soğumaya ve tartışılmaya başlar. Temsil ettiği veya mensubu olduğu siyasi hareketle yabancılaşarak farklı yönlere kayması kaçınılmaz olur. Nihayetinde her topluluk kendine ait görmediği yabancıyı deniz gibi sahile atar…
Arınç âdet hâline getirdiği şahsi söylem ve sözleri ile dönüşü çok zor bir yola girmiş görünüyor. Nereye vuracağını zaman gösterecek…
.
Patavatsızlar!..
30 Kasım 2020 02:00
Ortalık patavatsızlarla dolu, nerede durduğu fark etmiyor, merkezde veya muhalefette. Patavatsız kelimesi sözlerinin nereye varacağını düşünmeden konuşan, davranışlarına dikkat etmeyen kimse için kullanılır.
Albert Einstein’a patavatsız biri "İki cümleyle bana İzafiyet Teorisi’ni anlatır mısın" demiş. Einstein, ben sana nasıl anlatayım dememiş ama “Sana önce bir hikâye anlatayım" demiş ve şunu anlatmış:
Kör olan bir adamla yürüyorduk, ben "canım bir bardak süt istedi" dedim. Kör "süt nedir" diye sordu. Ben de "süt beyaz bir sıvıdır" dedim. "Sıvıyı biliyorum fakat beyaz nedir?" dedi. "Kuğu kuşunun rengidir" dedim. "Kuğu kuşu nedir" dedi. “Boynu bükük kuş" dedim. "Boynu anladım ama bükük nedir" dedi. Adamın kolunu tutup dümdüz uzattım. "işte bu düzdür, kıvrıldığında büküktür" dedim.
Kör adam memnunlukla "tamam sütün ne olduğunu şimdi anladım!" dedi…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önceki gün bütçe görüşmelerinin ardından ekonomi ve hukuk alanındaki reform paketlerinin de Meclis'e geleceğini açıklamasını herkes bulunduğu yerden farklı anladı. (veya anlamak istedi…)
Ayrıntıları henüz netleşmemiş olsa da yeni reform sürecinden bazılarının kendi geleceği için bir yatırım payı çıkarma gayreti ortaya çıktı. Böyle olunca da çoğunun yaptığı yorumlar körün sütü anlaması kadar oldu.
İlk hengâme, Bülent Arınç’ın açıklamaları ile yaşandı. Arınç, Demirtaş'ın bir an önce tahliye edilmesi gerektiğini söylemekle kalmadı; tahliye etmeyen hâkim ve savcıları tehditkâr bir dille yönlendirmeye kalkıştı. Çok sert tepki görünce de iki adım geri çıktı.
Daha sonra yapılan yorumlardan da arkası geldi ki aynı kanaatte olan ve Demirtaş'la Kavala'nın da hapisten çıkarılacağını anlayan sadece Arınç değilmiş.
Yargı Reformu henüz hudutları ve sınırları ilan edilmemiş ama çok yönlü bir toplumsal beklenti. Sonuçta herkesin kendi durduğu yerden kapasitesine uygun bir beklentisi olabilir. Ancak asıl olan yargı reformunun toplumun beklentileriyle örtüşmesidir.
Sokaktaki insanın beklentisi nedir? Adalet kurumu üzerinde hasar açan, toplumsal beklentileri hâlihazır hâliyle karşılamayan bazı yargı kararlarının müstenidatının yeniden düzenlenmesi vatandaşın durduğu yerden acil ve öncelikli görünüyor.
Hatırlayacaksınız, yedi kişiyi öldürüp, biri polis iki kişiyi de yaraladıktan sonra cezaevinde 16 yıl kalıp tahliye edilen seri katil sekizinci cinayetini de işlediğinde (09.08.2018) herkes şunu sordu: “Bu adam dışarıda ne arıyordu?..”
Dediler ki; “Müebbet hapis cezası alan bir şahıs, 16 yıl 2 gün kapalı cezaevinde kaldıktan sonra tahliye edilmekteydi. Şimdilerde, 1 Haziran 2005’ten sonra yapılan düzenleme ile bu süre 24 yıla çıkarıldı. Yani (eski kanun döneminde suç işlemiş) adam erken çıkmış!..”
Meğer yasa hükmü “müebbet hapis cezasına mahkûm edilmiş olanlar 24 yılını, diğer süreli hapis cezalarına mahkûm edilmiş olanlar da, cezalarının üçte ikisini infaz kurumunda çektikleri takdirde, şartlı salıverilmeden yararlanabilirler”miş…
Hukuk reformunu, şahsi isteklere alet etmeden, milletin beklentilerini karşılayacak düzenleme “reformun merkezinde” yer almalıdır. Diğer tüm reformların hayatta karşılık bulması, değer kazanması buna bağlıdır. Sosyal yaraları sarmak için sadece ekonomi yetmez, “Adaletin” hâkim olmadığı yerde “zorbalık” hâkim olur.
Türkiye’de hâlihazır suç ve suçlu sayısındaki artış endişe vericidir. Ceza ve infaz kurumlarında mevcut kapasitelerinin oldukça üzerinde tutuklu ve hükümlü bulunmaktadır.
Resmî kayıtlara göre suç oranlarında önemli artışlar var. Bu artış zamana yayıldığı için nasıl bir felakete sürüklendiğimiz fark edilmiyor. Gerçek şudur; zorbalık yaygınlaştığında insanlar hayattan, gelecekten umudunu yitirebilir, inancını kaybedip her şeyden ve herkesten şüphelenmeye başlayabilir.
Çözüm; mevzuatı değiştirerek içeridekileri dışarı çıkarmakta değil, dışarıda suç üreten bataklığı kurutarak içeri girenleri azaltmakta…
.
Karabağ savaşının kaybedeni İran...
4 Aralık 2020 02:00
Ermenistan’ın 27 Eylül 2020’de Azerbaycan sınırındaki askerî noktalarına düzenlediği saldırı ile başlayan Azerbaycan-Ermenistan savaşı Azerbaycan’ın mutlak zaferi ile sonuçlandı.
Bu savaş Azerbaycan ile yakın bağları olan İran ve Türk Cumhuriyetlerinin takındıkları tavrı da yakından görme imkânı verdi. Bundan sonraki ilişkilerin seviyesi bu ülkelerin savaş sürecindeki tutumlarının karşılığı olması da doğaldır.
Dağlık Karabağ'da 30 yıldır yaşanan zulmü görmezden gelen İran; Birleşmiş Milletler (BM) kararlarına rağmen bir kez daha Ermenistan'ın Azerbaycan topraklarına saldırması karşısında ya sessiz kaldı ya da Ermenistan'ı destekledi. İşgal altındaki Karabağ Ermeni tecavüzünden kurtarılıncaya kadar da bu tutumunu değiştirmedi.
Tahran Ermenistan’a “işgalci” demek bir yana, pek çok medya organında Türkiye suçlanarak Azerbaycan’ın hak arayışı Türkiye’nin bölgeyi istikrarsızlaştırma projesi şeklinde yansıtıldı.
Nihayetinde savaş Azerbaycan'ın kesin zaferi ile bittiğinde İran geleneksel yüzsüzlüğünü ortaya koyup, sürpriz bir teklifle ortaya çıktı: “Azerbaycan'ı birlikte inşa edelim!..”
İran'ın bu tavrı Osmanlı-İran ilişkileri düzeyinde tarihi bilenler için şaşırtıcı değildir. İran bunu hep yaptı ve gelecekte de yapması şaşırtıcı olmaz.
Tarihçi Bernard Lewis yüzyıllar boyu hem askerî ve ekonomik hem de uygarlık alanında öncü durumundaki İslam dünyasının nasıl olup da Avrupa'nın gerisine düştüğünü sorgulayan “Hata neredeydi?..” diye bir kitap yazdı.
Lewis diyor ki: “Onaltıncı yüzyıl arifesinde Osmanlıların iki komşusu vardı, biri Mısır'daki Memluk Sultanlığı diğeri yeni bir dinî militanlıkla Türkçe konuşan, bütün İran topraklarını tek bir hükümdarlık altında toplayan Şii Şah İsmail Safevî'nin kurduğu hükümdarlıktı. İki tarafını; doğuda Hindistan’ı batıda Osmanlı imparatorluğundan keskin bir bıçak gibi ayırdı.”
Lewis devamla, ondokuzuncu yüzyıla kadar Osmanlı Devleti ile İran’ın birbirleriyle kavga ettiklerini bunun da Avrupa'ya fırsatlar verdiğini Kanuni döneminde Avusturya elçisi olarak görevlendirilen Ogier Busbecq’in şöyle naklettiğini anlatıyor:
“Türklerde güçlü bir imparatorluğun bütün kaynakları, yıpranmamış bir güç, dövüşte ustalık ve tecrübe, zafere alışkanlık, zorluklara tahammül beraberlik, düzen, disiplin kanaatkârlık ve tedbir var... Bizde asker itaatsiz, subaylar para canlısı, disiplin küçümseniyor. Başıboşluk, umursamazlık, ayyaşlık ve ahlaksızlık yaygın. En kötü olan da şu; düşman zafere alışkın biz ise yenilgiye… Sonucun ne olduğundan şüphe edebilir miyiz?..
Lehimize olan tek husus İran’dır. Düşmanımız saldırmak için acele ederken ardındaki bu tehlikeyi gözetmek durumundadır. Ancak İran akıbetimizi sadece geciktirir, bizi kurtaramaz…”
Tarihinde hiçbir gayr-i müslim devletle savaşmayıp müteaddit defalar Osmanlı’ya karşı savaşma garabetinde bulunan İran; günümüzde de Türkiye karşıtlığını devlet siyaseti hâline getirmek suretiyle devam ettirmektedir.
Azerbaycan’ın; işgal altındaki topraklarını kurtarmasıyla Batı yanlısı Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın yakın gelecekte istifası kaçınılmaz olacak. Bu durum Ermenistan’ın geldiği yere yani Rus himayesine girmesini kaçınılmaz kılacaktır.
Savaş sonrası bölgedeki yeni denklemde kazanan doğrudan sahada yer alan Türkiye, kaybeden ise; Karabağ Savaşı’nın ortaya çıktığı ilk günden beri Ermenistan'a silah, yakıt ve ihtiyacı olan her türlü yardımda bulunan İran’dır.
Azerbaycan’ın Karabağ zaferi, İran Türklerinde psikolojik etki doğurarak ayrılıkçı hareketleri tetiklemesi güçlü ihtimaldir.
İran artık kaybedenler kulübündedir..
.
Adalet olmadan olmaz!..
7 Aralık 2020 02:00
Türkiye’de en çok tartışılan konulardan biri mağduriyetler karşısında faile uygulanan cezaların adaleti tesiste yetersiz kaldığıdır. Çoğu mağdur gözüyle cezaların yetersiz oluşu hem suç işlemeye yatkın kişilere suçun tekrarında cesaret vermekte hem de mağdurlarda öfkeye yol açmaktadır.
Hemen her gün rastlayacağınız bir haber;
“… Otomobille kavşaktan geçerken kırmızı ışık ihlali yapan aracın çarpması sonucunda ağır yaralanan ve bir gün sonra hayatını kaybeden C.T’nin ailesi, alkollü olduğunu iddia ettikleri sürücünün adli kontrol şartıyla serbest bırakılmasına tepki gösterdi. Acılı anne;
-Bu içkili, sarhoş adam çocuğumu ezdi. Kızımın kırılmadık kemiği kalmadı. Kendisi şu anda müzik çala çala geziyor. Ben ise akşamlara kadar ağlıyorum” dedi.
Aynı haber hemen tüm kanallara düşüyor. İzleyicilerin nasıl bir öfke nöbetine kapıldığını söylemeye lüzum yok.
Adalet, kelime olarak “hak yememek, düzeltmek, dengede olmak, ölçülülükten ayrılmamak, insaflı olmak, doğru yoldan sapmamak” gibi anlamlara gelmektedir. İnsanların kendini güven içinde hissetmesini sağlayan “adalet” ise; “Haklıya hakkını, suçluya cezasını vermektir…”
Toplumsal hayatın yaşanabilir olmasının en temel şartı adâlet.
Hiç kuşkusuz adaletin tesisinde en çok ihtiyaç duyulan alanlardan birisi yargıdır. Yargının adalet dağıtamaması, ya da adaleti geciktirmesi toplumda kaosa yol açar. Devletlerin bekası idarecilerin ve yargıçların adaletli olmaları ile doğru orantılıdır.
İnsan, öyle yaratılmıştır ki, birbirleri ile karışmak, bir arada yaşamak, yardımlaşmak zorunda. Yani, sanatlara ve iş birliğine ihtiyaç vardır. Bunun için de, araştırmak, düşünmek ve tecrübe yapmak, çalışmak lâzımdır. Ancak insanlar bir araya gelince, başkasının hakkına saldıranlar, zulmedenler olur. Çünkü her nefis, istediğine kavuşmak ister. Bu şeyleri isteyen birkaç kişi çekişmeye başlar.
Bu hengâmede adaleti temin için iki temele ihtiyaç var. İlki Allah korkusunun kalplere yerleşmesi yani “vicdanileşmesi” diğeri ise “Kanunlar”… Onun için “Herkesin polisi kendi vicdanıdır, biz vicdanı olmayanların polisiyiz” sözünü hemen hepimiz biliriz.
İnsanın vicdanında yer etmeyen adalet, yasalarla sağlanamaz. Herkesin başına bir polis dikmek mümkün değildir. Aslında dinin de yapmak istediği tam olarak budur. “Adalet” vicdanileştiği zaman, her insan, hem kendisine hem diğer insanlara karşı dürüst ve adaletli davranmayı sorumluluk bilir.
“Ahlak-ı Alai” kitabında diyor ki:
“İnsanlar arasında adâleti temin etmek için üç şey lâzımdır: Nâmûs-i rabbânî, hâkim-i insânî ve dinâr-ı mîzânî. Bunlardan en kuvvetlisi, en büyüğü, nâmûs-i rabbânî olan İslamiyet’tir. Dinler, Allahü teâlânın adâleti sağlamak için gönderdiği kanunlardır. Hadîd sûresi yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Onlara kitâp ve terâzi gönderdik ki, bunlarla adâleti yerine getirsinler) buyuruldu…”
Dinî tedrisat ve terbiyenin günümüz şartlarında “suçu önleme” noktasında ne hâlde olduğunu ayrı bir yazı konusu yapalım.
Şimdi yukarıdaki olaya dönersek, alkollü olduğunu iddia ettikleri sürücünün adli kontrol şartıyla serbest bırakılmasına tepki gösteren anne; “Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a sesimi duyurun, içkili, sarhoş adam çocuğumu ezdi… Eğer sizlerin de çocuğunuz varsa, ciğerin ne olduğunu biliyorsunuzdur. Ben adalet istiyorum…” diyor.
Önceki gün Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, Adalet Komisyonu üyeleriyle yaptığı toplantıda Hukuk Reformu çalışmaları çerçevesinde muhalefet parti temsilcilerinin önerilerini aldı. Tekliflerde; cezaevlerinde maske ve hijyen konusundan, uzaktan eğitim alan çocuk mahkûmların erişim sorununa kadar farklı konular dillendirildi.
Ama bunların arasında “Suç ile Ceza” dengesizliğini ortadan kaldıracak bir teklife rastlanmadı. O zaman “Cezaların artmasını, toplumda meydana gelen bir olay üzerine öfkesi kabaran toplumu sakinleştirmek için uygulanan kolay bir yol” olduğunu söyleyenlere biz soralım:
Hani 7 kişiyi öldürüp 24 yıl yattıktan sonra dışarı çıkan bir eski mahkûm tarafından güvenlik görevlisinin öldürülmesi olayı vardı.
Şimdi empati yapalım ve bu sekiz kişilik maktul listesine kendi çevremizden sekiz isim yazıp davaya mağdur gözüyle bakalım!.. Verilen ceza “Adaleti yerine getirmede” ne anlam ifade eder?.
.
Zor oyunu bozar...
14 Aralık 2020 02:00
Sonuçları merakla beklenen Brüksel'deki AB zirvesinde Yunanistan'ın ağır yaptırım talepleri kabul görmedi ve Türkiye'ye yaptırım çıkmadı. Zirvenin sonuç bildirgesinde "Avrupa Birliği Türkiye ile diyaloğa fırsat tanımak istiyor" denildi hepsi o kadar.
İlişkilere verilecek ciddi zararın Türkiye’yi daha fazla iş birliği için Çin ve Rusya’nın yanına iteceği korkusu yaptırımları sınırlı tutuyor.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların AB ile aramızı bozduğu söyleminin, Türkiye’ye fren yaptırmak için uydurulmuş koca bir yalan olduğunu hepimiz biliyoruz. Bizim bunu yutmadığımızı kendileri de biliyor. ABD ile olan ambargo uygulaması da bu hikâyenin bir başka versiyonudur.
Mesele; Türkiye’nin izlediği yol haritası Kuzey Afrika’dan Orta Doğu'ya, Balkanlardan Orta Asya ve Kafkaslara kadar uzanan bir iş birliğinden AB’nin kendi gelecekleri için endişe etmeleridir.
Bütün istekleri teslimiyetçi bir Türkiye ile iş birliği ve sömürgeci sünepe düzenlerinin devam etmesidir.
İslâm dünyasına karşı bir asırdır soğuk ve ilgisiz kalan kendi kabuğuna çekilmiş Türkiye, Batı'yı şaşırtıcı biçimde bağımlı dış politikadan sıyrılıp irade koyan bir makas değiştirdi. Doğru olan da buydu. Türkiye'nin geleceği Batı'nın kuyruğu olmak yerine Türk dünyası ile bütünleşerek millî dış politikaya dönmek. Millî hedefleri ve millî stratejisini inşa etmektir...
Ambargo ve yaptırım ile yapılmak istenen Türkiye’yi tekrar eski munis ve bağımlı rotasına sokmaktır. Ancak kendi varlığının geleceği ile ilgili ciddi sıkıntıları olan AB sadece Yunanistan'ı mutlu etmek için Türkiye ile didişmeyi şimdilik göze alamadı. Zira, İngiltere'nin birlikten ayrılması ve hâlihazırda yürütülen zorlu müzakerelerle boğuşan AB, birliğin kendi geleceğini sorguladığı bir dönemden geçiyor.
Covid-19 salgını; kriz durumunda "dayanışma ve koordinasyon" içerisinde hareket etmesi beklenen AB üyesi ülkelerin birlik ruhundan uzaklaştığını gösterdi. Her biri kendi çıkarlarını ön planda tutarak bencilce birbirlerine sınırlarını kapattı. Öyle oldu ki tıbbi malzeme ihracatını yasakladı, başka ülkelerin maskelerine el koydu ve destek duyan ülkelerin yardım çağrılarına sırtlarını döndüler.
En büyük hayal kırıklığını yaşayan İtalya Başbakanı Giuseppe Conte, çöken birlik ruhunun geleceği için "AB, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra karşılaştığı en büyük sınamayla ya başa çıkar ya da tarih olur" açıklamasında bulundu...
Geçtiğimiz yıl Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerini değerlendiren The Economist dergisi Osmanlının çöküşünden sonra Avrupa'ya ve Batı'ya demirleyen Türkiye'nin Recep Tayyip Erdoğan ile yönünü çevirdiğini belirtmiş ve; Türkiye AB ilişkilerinin geleceği içi “Olabilecek en kötü durum. AB, 'havuç-sopa' politikasıyla Türkiye'yi cezbederek yeniden yanına çekebilir ya da boyun eğmeye zorlayabilir. Ancak AB'nin artık Türkiye'ye karşı kullanabileceği ne yeterli havucu ne de yeterli sopası var" acziyetlerini ifade etmişti.
Koronavirüs salgını sürecinde ABD’nin Almanya’nın satın aldığı, Fransa’nın ise Çin’den İspanya ve İtalya’ya gönderilmek üzere ithal ettikleri maske ve eldivenlere nasıl el koyduğunu hatırlayalım.
Bunu korsanlık olarak tanımlayan Almanya’da Bavyera eyaleti Başbakanı Markus Soeder birliği “Vahşi Batı”ya benzetmişti.
Avrupa Birliğine üye ülkelerin giderek büyüyen kendi iç sorunlarının AB’nin de sorunu olmaya başlaması, üyelerini ulusal çıkarları uğruna birbirine saldırır hâle getirdi. Yakın gelecekte her AB üyesi, dağılan birlikten “yangından mal kaçırır gibi" az hasarla ayrılmak isteyecektir.
Yakın gelecek, her birine “Türkiye’nin dostluğunu” aranır kılacaktır…
Zor oyunu bozar... Kurda sormuşlar “Hangi dağın kurdusun?..” diye. "Karanlık çökünce bütün dağlar bizimdir” demiş.
.
Eğer beni görebiliyorsan ağla!..
18 Aralık 2020 02:00
Çekya’dan başlayıp, Almanya’dan geçen Elbe Nehri’nde sular çekilince dünyanın karşı karşıya olduğu kuraklık tehlikesini gözler önüne seren “açlık taşları” ortaya çıkar. Kuraklık olup sular çekildiğinde ortaya çıkan bu taşların birinin üzerinde insanların gelecek için endişe etmesine sebep olacak Almanca bir not yazılıdır; “Eğer beni görebiliyorsan ağla...”
ABD yönetimi; S-400 alımını bahane ederek Savunma Sanayii Başkanlığı ve Başkan İsmail Demir dâhil dört yetkilisine yaptırım uygulanmasını, Savunma Sanayine her türlü ihracat lisansının, ABD finans kurumları tarafından açılan kredilerin ve ABD Export-Import Bank desteklerinin yasaklanmasını karara bağlamasının, yakın gelecekte ciddi sonuçları olacaktır.
Türkiye’nin yaptırım kararlarına karşı göstereceği duruşu, ABD bağımlılığından muzdarip olup bağımlılıktan kurtulma gerektiğini düşünen devletlerin işini kolaylaştıracak. ABD’nin hasım muamelesi yaparak müttefikini boğmaya çalışan bu hadsizliği, NATO denilen ittifakın da iflası yani “suların çekilmesi” anlamına gelir.
ABD’nin bu hamlesi karşısında Türkiye’nin karşı duruşu kendisini görünür, fark edilir, dostluğu aranır kılacaktır. Türkiye’nin mesajı gayet nettir: “Eğer beni görebiliyorsan ağla...”
Bu tek yönlü yola nasıl girildi?
Türkiye’nin son yıllarda Savunma Sanayii Başkanlığının koordinesinde yerli ve millî savunma sanayiinde gösterdiği büyük atılım, düşmanlarından önce müttefiklerini rahatsız etti ve ayaklandırdı. ABD, hasımlarıyla “yaptırımlar yoluyla mücadele etme” yasasındaki yaptırımlara sarılarak ilk defa hem de müttefikim dediği Türkiye için kullanıyor.
Kendi müttefikine “hasım” muamelesi yapan ABD’nin bu davranışı merkezinde bulunduğu tek kutuplu dünyanın çöküşünün başlangıcıdır. ABD’nin emrinde ve hizmetinde olmayan her ülke ABD’nin düşmanıdır. Türkiye’ye karşı kullanılmak üzere terör örgütlerine silah veren, yardım ve yataklık eden ABD’nin etrafı iyice boşaltma operasyonudur.
Bugün şantaj ile ikna ettiği ülkelerin bu gelişmeler karşısında ABD’nin yanında ve lehinde yer alacağına dair garantisi yoktur.
ABD’nin yaptırım kararının Rusya’dan S-400 alımı ile izah edilemeyeceğini belirten Cumhurbaşkanı Erdoğan “Belli ki maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmektir. Şayet S-400 konusu olmasaydı, başka bir gerekçeyle benzer yollara başvurulacağı anlaşılıyor. Asıl amaç yeniden bizi mutlak olarak kendilerine bağımlı hâle getirmektir” diye konuştu.
“İstediğimi yaparım” havasındaki ABD’nin bu dayatmacı politikalarının dengelenmesi için bundan sonraki gelişmeler oldukça önemlidir.
"Peki şimdi ne olacak?" sorusuna "Biz kendi işimize bakacağız” diye cevap veren Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Savunma sanayimizi her bakımdan bağımsız hâle getirmek için dünkünün iki kat fazlasıyla çalışacağız. Savunma Sanayi Başkanlığımızın projelerini hızlandıracağız, savunma sanayi firmalarımıza daha çok destek olacağız, tıpkı daha evvel yaptırım kararı alınan bakanlarımıza yaptığımız gibi Savunma Sanayi Başkanımız İsmail Demir'e ve ekibine daha çok sahip çıkacağız, yolumuza devam edeceğiz" dedi.
Amerikan sömürücülüğünün soğuk gerçekliğiyle her geçen gün daha fazla karşılaşan dünya; artık onun tehdit ve dayatmalarına tahammül edemiyor. Onu “müttefik” olmaktan çıkarıp “gardiyan” veya “haydut” olarak nitelendirmeye ve açıktan dillendirmeye başladı...
Artık sular çekiliyor, yoluna devam iradesi gösteren Türkiye’yi kaybettiği takdirde yalnızlığı giderek artacak olan ABD’nin mukadder çöküş sürecinin daha da hızlanacağı ortada.
Asıl soru ise bu çöküşün nasıl olacağı. Bunu da zaman gösterecek...
.
Zor zamanlarda hayata tutunmak
21 Aralık 2020 02:00
Her afet gibi COVID-19 salgını sadece iş dünyamızı değil “iç” dünyamızı da etkilemektedir.
Hemen her gün şaşırtıcı olaylar yaşıyoruz. Maske uygulaması yapan polislerin durdurduğu bir araçta maske kullanmayan sürücüye niçin maske takmadığı sorulunca "Belki ben ölmek istiyorum size ne?.." diye tepki verdi. Maskesiz yakalanan bir başka sürücü de cezayı görünce babasının bile adını unuttu.
Tüm dünyayı etkileyen pandeminin en büyük etkisinin insanları yalnızlığa mahkûm etmesi oldu. Hayatında hiç antidepresan kullanmamış insanların karantina döneminde ve hele izolasyondan sonra artarak kullandıkları söyleniyor.
İnsanlığımızın sürmesi için ihtiyaç listemizin ilk maddesi “birlikte olmak”tır. Diğer insanlarla kurduğumuz ilişkiler insanlığımızın can damarıdır. Bu sayede hayatta ve ayakta kalırız. Birlikte yaşayan insanlar “ortak hikâyeler” üretirler. Bu ortak hikâyelere paha biçilmez. Eğer bir hikâyenin içindeyseniz aynı hikâyenin içinde olan diğer insanlara karşı sorumluluk taşırsınız. Ve zor zamanlarda da beklentiniz olur. Aile bireyi, arkadaş, komşu, hemşehrilik olmak böyle başlar.
Bu ortak sorumluluğun beslendiği önemli merkezlerden biri de panedeminin kapısına kilit vurduğu “Mahalle Kahveleri”dir.
Bugünkü dünyada cep telefonunu daimî adres yapanlar buralarda yaşanmış zenginlikleri bilmez. Yerimiz değiştikçe bizi önemli kılan sosyal bağlar değişir, ortak hikâyeler biter, günübirlik yaşayan insanlar oluruz…
Erzurum’da öğrencilik yıllarımızın Gemalmaz Çarşısı’nda, Kadir Usta’nın çay ocağında yeşeren arkadaşlıklarımız yarım asır sonra bile varlığını devam ettiriyor. Aranır, aranması ihtiyaç dostlukları bize verdi.
“Mahalle kahvesi/Sanayi Esnaf Kahvesi” insanın sosyalleştiği, neredeyse her mahallede bulunan daha çok gündelik konuların konuşulduğu, tecrübelerin paylaşıldığı sonunda sözün dönüp dolaşıp düğümlendiği yerlerdir.
Öyle bir ağırlığı vardı ki; mahalle, çarşı, sanayi veya meydan kahveleri, kendi hayatımızın da üzerinde bize yol açardı. Hatta seçimi hangi partinin, mahalle muhtarlığını kimin kazanacağını bile buralardaki havadan kestirmek mümkündü. Vekil, başkan veya muhtar her neyse siyaseten yer kapmak isteyenler işe buralardan başlardı. Önce buralarda rüştünü ispat etmelidir.
Söz siyasete gelmişken, Sait Faik Abasıyanık çok gerilerde kalmış kahvehaneleri anlatırken diyor ki: “Geçen gün birisi bir bakanlar kurulu kurdu, şaştım kaldım. Türkiye’de hiç kimsenin aklından böyle bir bakanlar kurulu kurmak geçmemiştir. Yazsam gülersiniz. Sonra; Allah, Allah! Hiç de fena değil, demek zorunda kalırsınız. Ama herkes; siz, bütün kahvehane, bakanlar kurulunu kuran da gülersiniz…
Ne şeker sıkıntısı, ne arpa ekmeği, ne de tuz buhranı. Sonra, birdenbire, yakında bir kurşunkalem sıkıntısının baş göstereceği üzerine kıraathaneyi bir hava sarar…”
Bugüne dönersek, salgın, bizi herkesin kendinden sorumlu olduğu, duygusal bağın ve karşılıklı sorumluluğun olmadığı bir mekâna sıkıştırdı.
Zor zamanlarda hayata tutunmak ancak birbirimize tutunmak ile mümkün. Kendisinden ibaret bir dünyaya hapsolan insan başkalarına açacak yer bulamaz. Bütün dünya içindekilerle beraber bir kişinin olsa fakat bu kişi dostlarından mahrum olsa, hayat ona vebal, yük ve sıkıntıdır. Böyle bir insanın yaşaması imkânsızdır.
Bu salgın da önceki salgınlar gibi nihayetinde bitecek, çok şey değişmiş olsa da kaldığımız yerden devam edeceğiz. “Geride kalanlar; aramızdan ayrılırken son anlarında yanlarında olamadığımız sevdiklerimizi yâd ederken acımızın panzehri geride kalanlara sarılmak olacaktır
.
Mutasyona uğramış adamlar!..
25 Aralık 2020 02:00
İlk olarak İngiltere'de görülen ve daha hızlı yayılan mutasyona uğramış yeni koronavirüs, bütün dünyada endişeleri arttırmaya başladı.
Uzmanlar mutasyonun, koronavirüsün hayatta kalma mücadelesi olduğunu belirterek “Virüs aslında insanı öldürmek için değil kendi yaşamasını sağlayan canlı bir hücreye ihtiyaç duyduğu için bulaşıyor. İnsan savunma sistemini güçlendirince virüs de yeni bir kimlikle kendine kalacak yeni yer arıyor…” diyorlar.
Hemen hepimiz, “Mutasyon”un bir canlıda meydana gelen kalıcı değişmeler, mutasyona maruz kalan organizmanın ise "Mutant" olarak adlandırıldığını zaten biliyoruz...
Mutasyona uğramış olsa da bir virüs bir insana musallat olursa saldırıyı fark etmemiz meydana getirdiği hasar ile mümkündür.
Ama eğer “mutasyona” uğramış bir insan ise bu adam topluma musallat oluncaya kadar fark etmek kolay değil! Varlığı, verdiği zarardan sonra fark ediliyor. Nitekim her gün haberlerde bu “Mutasyona uğramış adamların” saldırısına maruz kalmış mağdurların haberleri yer alıyor.
İnsanların mutasyona uğramasına “mesh” olmak deniyor. İnsanın mutasyona uğraması yani “mesh” olması bir kısım insanların; “kendi gelecekleri, kendi süfli emelleri için oynadıkları; bencil, kaba, barbar, iğrenç oyunun üzerinin ustalıkla örtülmesi; aklanmaları, paklanmaları ve malı götürmeye soyunmaları” anlamına gelir...
Koronavirüs salgını nedeni ile vatandaşın evine çekildiği bu dönem, mutasyonu, ahlak krizini azmanlaştırır, ortalık toz duman olur. Mutasyona uğramış olanlar tam böylesi ortamların ve zamanların adamları...
Sağlık Bakanlığı korona salgını ile mücadele için büyük bir aşı kampanyası başlattığını ilan etti. Peki, bu mutasyona uğramış eşkıya güruhunun kökünü kurutmak, şerrinden insanları korumak için hangi seferberlik gerekir?
Hâlâ RTÜK’ün yasaklama kararı olmadığı için toplumu ekrandan zehirleyen haberlere bir bakın!
Geçtiğimiz hafta Kadastro Genel Müdürü Mehmet Zeki Adlı, bir açıklama yaparak vatandaşları bu mutantlara, piyasadaki adıyla dolandırıcılara karşı uyardı: “Evi, iş yeri, arsası, dükkânı olanlar dikkat! Tapunuz sizden habersiz satılmış olabilir, hemen e-Devlet üzerinden girip kontrol edin, malınız yerinde duruyor mu?..”
21-23 Kasım 2014 tarihlerinde Türkiye’nin önde gelen entelektüelleri ve akademisyenlerinin katılımıyla bir "Ahlâk Şûrası" düzenlenmişti. Şûra'da bu konuyla ilgili sorumluluk taşıyan devlet kurumlarının ve sivil toplum kuruluşlarının önünü açacak öneriler getirilmişti.
Şûra’da alınan tedbirlerin birkaç maddesini hatırlayalım:
Yeniden Büyük Türkiye hedefinin en önemli ayağı, birey ve toplumu güzel ahlâk ile yeniden buluşturacak “iyi insanı, güzel ahlâka sahip insanı inşa etme faaliyeti” olarak tanımlanmalı. Aile içi eğitimden, örgün eğitime bütün eğitim süreçleri bu temel üzerine inşa edilmelidir.
Eyvallah!.. Peki bunu nasıl yapacağız?
Kapitalist dünya düzeninde medyanın asıl hedef kitlesi “çocuklar, gençler ve kadınlar" olmuştur. Bütün medya araçları da dâhil internet erişimlerinde çocuk ve gençlerin ahlâki yozlaşma riskinden uzak tutulmasını ve ahlâkilikle buluşmalarını sağlayacak;
“İnternet ve sosyal medya içerikleri mutlaka zenginleştirilmeli, YÖK ve Millî Eğitim Bakanlığı; Batı orijinli tercihler yerine medeniyet tarihimizin bu kapsamdaki önemli eserlerinin okunurluluğunu ve müelliflerinin bilinirliliğini artıracak projeler ve yönelimler oluşturmalıdır."
Toplumda yaşanan her türlü şiddet, istismar, yolsuzluk, aile fertleri arasındaki ilişkilerde de, toplumsal ilişkilerde de hasarı büyütüyor... Buna izin veremeyiz, bu gidişi durduracak tedbirleri almakla sorumlu olan her fert her kurum bunu ne kadar yaptığını kendi vicdanında sorgulamalıdır.
Yoksa “gemisini kurtaran kaptan” mı diyeceğiz?!.
.
Kara Mizah
28 Aralık 2020 02:00
Kara Mizah (dark humor) ölüm, hastalık, savaş gibi insanların bahsetmekten dahi imtina ettiği korkutucu durumları kullanarak güldürmeyi, düşündürmeyi amaçlar. Ancak, incelik ister.
Geçtiğimiz hafta CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin TBMM’deki grup toplantısında öyle bir konuşma yaptı ki tam “Kara Mizah” oldu. Muhalifleri kadar taraftarları da izahta zorlandı.
Kılıçdaroğlu, verginin alınmaması gereken yerlerden alındığını belirterek "Asgari ücretten hangi vergiyi alacaksın? Sen asıl vergiyi, uyuşturucu ticareti yapan adamdan vergi alacaksın, organ ticareti yapan adamdan vergi alacaksın, kara parayla devleti dolandıranlardan vergi alacaksın" demesi kötü bir “Kara Mizah” olarak algılandı ve ciddiye alınmadı.
Oysa uyuşturucu ya da organ kaçakçılığı gibi organize ağır suçların faillerini vergi mükellefi yapmak; yaptıkları melanetleri yasalaştırmak ve vurgunlarını vergilendirilmiş kazanç yaparak “kutsallaştırmak” anlamına gelir.
Şaşkınlık ve tepki alan bu sözleri Kılıçdaroğlu’nun “aklıma geldi söyledim” gibi bir mazeretle örtmesi inandırıcı olmaz.
Konu tartışılmaya başlayınca uzmanlar; esrar, eroin satıcılığı, organ ticareti gibi kanunla yasaklanmış işler için mükellefiyet tesis etmenin yasa dışı işleri kamuoyunda meşru kılacağına dikkat çekti. Böyle bir uygulamanın bir suçun meslek kabul edilerek meşrulaştırmakla beraber pratikte karşılığı olmaz.
Kılıçdaroğlu’nun yanlış anlaşıldığını açıklamaya çalışanlar da işin içinden çıkamıyor. Çünkü sözü edilen suçlara konu olan faaliyetlerden elde edilen paraya pula, mala devlet zaten el koyar.
Geçenlerde “uyuşturucu çetesi çökertildi” başlıklı haberde “Avrupa ülkelerinden getirdiği uyuşturucuları kentte kurduğu depolarda saklayarak sokak satıcıları eliyle satan çeteye yönelik operasyonla yakalanan şüpheliler tutuklandı, çeteye ait adreslerde yapılan aramalarda depolanmış uyuşturuculara da el konuldu” haberi vardı.
Şimdi şebeke üyeleri yargılama sürecinden sonra “benim el koyduğunuz mallarımı geri verin” mi diyecek! Böyle acayip garaip bir durum olabilir mi? Veya bir çete üyesi “ben vergi mükellefiyim, ticaret erbabıyım vergi veriyorum meslek odasına kaydolacak ve yönetim kurulunda görev alacağım...” mı diyecek?
İş yeri adresi olarak uyuşturucu deposunun adresini mi tescil ettirecek?
Dünyada insanlara acı veren insan eliyle işlenen pek çok olay vardır. Bunlar normal insanlar tarafından kötülük olarak görülürler. Melaneti işleyenin kimliği, kişiliği, koruma altında olması onun niteliğini değiştirmez. Ancak, yasa ve ahlak sınırlarının ötesinde, toplumsal kabul görmeyen melanet “Hakkında konuştukça meşrulaşır, sözün tahakkümüyle büyür ve yayılır…”
Bir kötülük meşrulaşma sürecine girdiğinde “Önce itiraz sonra sükût nihayetinde kabul gelir.”
Sosyolog Zygmunt Bauman “Canavarca işleri (organ kaçakçılığı, silah kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti...) yapanlar yalnızca canavarlar olsaydı dünya rahat ve güvenli bir yer olurdu. Çünkü canavarlara karşı görece korunaklıyız. Psikopatları ve sosyopatları tespit edecek psikologlar, onları kapalı kapılar ardında tutacak yargıçlar, onların orada kaldıklarından emin olmamızı sağlayacak gardiyanlar var” diyor.
Eğer canavarlar değil, normal insanlar dehşet verici eylemlerde bulunuyor, sapkın ve sadist davranışlara meylediyorsa, böylelerini insanların geri kalanından ayırt etmek için uygulanan kanunlar işe yaramadığında veya bu adamlar ve yaptıkları normal kabul edildiğinde herkes savunmasız durumdadır.
Suça batmış bir genci klinikte veya ıslahevinde ziyaret edin ve onu bedeli mukabili zehirleyenlerin vergi mükellefi olduğunu hayal edin bakalım
.
VEFATININ 32. YIL DÖNÜMÜNDE BİR S. AHMET ARVASİ’YLE TANIŞMA HİKÂYESİ
31 Aralık 2020 02:00
Alaca karanlık kuşağında kendini arayan insan
Yolun tam girişinde iki kişi yokuşu tırmanıyor. Gelmelerini beklemeden onlara doğru yürüdüm. Adres notunu uzatarak “Affedersiniz” dedim, “Bu adresi arıyorum, yabancıyım, yardımcı olabilir misiniz?” Uzun boylu olanı sordu: “Bu adreste kimi arıyorsunuz?” Cevabım kısa oldu: “Seyyid Ahmet Arvasi Bey’i…” Onun cevabı da kısa oldu: “ Buyurun… Benim…”
Kendisi ve eserleriyle tanışıp müstefit olma şansını bulduğum, bugün ise vefatının 32. sene-i devriyesi olan Seyyit Ahmet Arvasi'nin (1932-1988) yaşadığı dönem, kendisini için olgunluk, bizim arayış toplumunun ise “Alaca karanlık kuşağı”ydı...
İnsanın kendisiyle, insanın insanla ve insanın nizamla hesaplaşma ve yüzleşme dönemiydi. Dickens’ın tanımıyla “zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi hem de inkâr. Aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, umudun baharı ve umutsuzluk kışıydı.”
Üniversitede ikinci yılımda, hepimiz buharla sıkışmış bir kazanın içindeydik. Ya açılacak bir koridorla “dramatik insan” arayışından “ideal insan” olmaya geçecek veya buharlaşıp kaybolacaktık.
“SUSKUNLUK YASASI” DEVREDEYDİ
1968’de Sorbonne’da başlayan gençlik hareketleri Türkiye’deki üniversiteleri de etkilemişti. İlk öğrenci eylemi 1968’de Ankara Üniversitesi’ndeki eylemle başlamış, bunu diğer üniversitelerdeki hareketler izlemişti. Akademik maksatlarla başladığı söylenen protestolar giderek siyasi kimlik kazanmış, zamanın iktidar partisi için büyük tedirginlik sebebi olmuştu. Bir süre sonra öğrenci hareketleri siyasetçilerin de kışkırtmasıyla sokak hareketlerine ve öğrenciler arasında çatışmalara dönüştü.
Aslında çatışmalar fertlerin değil temsil ettikleri dünyaların arasındaydı. Herkes kendi diyalektiğini nizamın bir parçası veya taşıyıcısı olarak hâkim kılma mücadelesindeydi. Herkes fikirde kazananın sokakta hâkim olacağına inanıyordu.
Fakültenin yeşil kübik kubbeli büyük kantini, fikir mücadele arenasıydı. Birleştirilmiş masaların etrafında toplanan taraflar, fikirlerini beyan eder ve kısa süre sonra masa etrafını saran ikinci, üçüncü sarmaldakiler de tartışmalara iştirak ederlerdi. Tartışma kadroları öğrencilerle sınırlı kalmaz bazen genç akademisyenlerin de katıldığı olurdu. Bu tartışmalar aynı trenin kompartımanında aynı yöne giden yolcuların yer kavgası gibiydi. Tıpkı “Gulag Takım Adaları” yolcuları gibi. Gençler konuşuyor, bağırıyor, kavga ediyor fakat aydınlar ve siyaset elitleri susuyordu. “Suskunluk yasası” devredeydi.
MEDENİYETLER SAVAŞI
Soljenitsin, “Kolima yolu çalışma kampları”nda(!) başından geçenlerden ve zulüm altında ölen sayısız insanların kaderinden derleyerek henüz eser yazmamıştı. Francis Fukuyama; “Tarihin sonu ve son adam” kitabı ile “Batı’nın taptığı liberal ideoloji rakip tanımayan bir statüye bürünmüştür. İnsanlık ideal düzenini liberalizm de bulmuştur. Artık sadece kapitalizm vardır” tezi ile henüz ortaya çıkmamıştı. Ve Samuel Hantington, soğuk savaş sonrası ideolojik taraflar arası savaşın yorgunluğu geçmeden “Türkiye bölük ve şizofren bir toplumdur. Artık kararını vermeli, bir İslam ülkesi mi? Yoksa Laik bir ülke mi? Nereye ait olduğuna karar vermeli” diye Türkiye’ye kendi içinde yeni cepheler açılması için niyet açıklamasını yapmamıştı.
Daha sonra iyi anlaşıldı ki bütün bu hengâme; insanı, ekonomik değer üreten, endüstri ve ekonomiyi kurabilen ama birlikte yaşamak zorunda olan “sosyal bir hayvan” olarak tanımlayan, “seküler düzenin” kızıl ve kara kimliğindeki iki saldırgan olarak sömürge alanı kapma savaşından ibarettir.
Denizi, havayı ve insanı kirlettiler. Bizim nasibimizde bu “Alacakanlık Kuşağı”nda el yordamıyla kendi dünyamızı kurmaktı. Tartışmalarda referans olarak kullandığımız çok fazla kaynağa sahip değildik. Tam da bu günlerde adı henüz duyulmamış ama kısa bir süre sonra zamanın münevverlerinin kendisine “Eğer bu fikirleri bizde değil Fransa’da anlatıyor olsaydınız adınıza akademi kurulurdu” dedikleri Seyyid Ahmet Arvasi’nin “İnsan ve İnsan Ötesi” isimli kitabı tartışmaların tam ortasına düştü.
ÇEKİRGE’DE BİR SOKAK…
Nedir bu mücadelenin arka planı? Dün yaptıklarını bu gün çöpe gönderen insanoğlu, kendi paradigmalarını inşa ediyor sonra kendisi de beğenmeyip yıkıyor.
Hakikatin sabitesi nerde?
İşte “Kendini Arayan İnsan”ın cevabı: “Henüz vahiyle tanışmamış ama tanrısız kalmaya da tahammül edemeyen, fâniliğe isyan eden insanın kendi aklı ile yaptığı doldur boşalt…” Kendine yön ve yol bulamayan insan, âleme nizam kurmaya kalkıyor!..
“Kendini Arayan İnsan” kitabı yazarı ile çok güçlü bir tanışma isteği uyandırdı.
Kendisinin Balıkesir’de Necati Bey Eğitim Enstitüsünde öğretim görevlisi olduğunu öğrenince uzaklar yakın oldu. Ne var ki yolculuk Arvasi’nin kısa bir süre önce Bursa’ya tayinen gittiğini öğrenmemle bir hayal kırıklığına dönüştü. Olsun “Yusuf gidemezse Kenan görünür” derler, bu defa mesafe kısalmıştı. İlk defa geldiğim Bursa otogarında, elimdeki adresine nasıl ulaşacağımı sorduğumda “Heykel’e git, meydanlık yerdir, çekirge otobüsüne bin…” diye bir tarif verdiler. Neresi olduğunu bilmediğim Çekirge otobüsünden taş döşeli bir yokuşun başında indim. Hava serin, vakit ikindi sonrası sokak tenha... Yolun tam girişinde iki kişi yokuşu tırmanıyor. Gelmelerini beklemeden onlara doğru yürüdüm. Adres notunu uzatarak “Affedersiniz” dedim, “Bu adresi arıyorum, yabancıyım, yardımcı olabilir misiniz?” uzun boylu olanı sordu: “Bu adreste kimi arıyorsunuz?” Cevabım kısa oldu: “Seyyid Ahmet Arvasi Bey’i…” Onun cevabı da kısa oldu: “ Buyurun… Benim…”
Davet ettiği, iki katlı ahşap evinin üst katında aydınlık bir odada tanışmamız böyle başladı.
AKIL KOZADIR, ÇIKMAZSAN UÇAMAZSIN
Erzurum’a dönerken kendisiyle yaptığım görüşmeden yadigâr olarak götürmek istediğim bir şeyler olmalıydı. Satırlardan taşan ve kendisinden bizzat nakil edebileceğim.
“Yontuyordum, tapıyordum, kırıyordum” diyor M. İkbal. İnsanın bu cümleye sığmayan taşan bir mücadelesi var, nedir bu mücadele?”
“Bu, Peygamberimizin “aleyhisselam” nübüvvetinden önce Kureyş’in cahiliye döneminde yaşayan “dramatik insan”ın arayış sürecindeki ıstırabını ifade etmektedir. Henüz vahiyle tanışmamış ama tanrısız kalmaya da tahammül edemeyen insanın kendi aklı ile yaptığı doldur boşalt. Dramatik inanın arayışı…”
NEYDİ DRAMATİK İNSAN?
Peygamberimizin “aleyhisselam” nübüvvetini tasdik etmeyen, henüz onunla muhatap olmamış insan iki farklı yerde durur. Faniliğinin farkında, hıza ve hazza düşkün, fâniliği, ölümü hatırlatan her şeyden nefret eden lüksü ve serveti barındıran yerlere sığınan insan... Yalnızlıktan, kendisiyle kalmaktan kaçan ve kalabalıklara sığınan insan...
Sürüde kendine yer bulduğunda mutlu olan insan kategorisi “hayvan İnsan”
Bu insan hayat ile ölüm arasında sorgulamaya başlayınca “dramatik İnsan” sınıfına geçer. Artık arayış içindedir, yontma ve kırma dönemi başlamıştır. Bildiğimiz bütün güzel sanatlar; şiir ve edebiyat hepsi dramatik insanın çığlığıdır.
Bu mücadele insanın, aklın üç boyutla sınırlı olduğunu kabul edip vahye ve nübüvvete teslim olduğunda zaferle sonuçlanır. Akıl kozadır, çıkmazsan uçmazsın!..
İslam âlimleri öyle buyurdular:
“Dar olan şekil ve suret kabına bu mana nasıl sığar/Dilenci kulübesinde sultanın ne işi var?”
Allah’ı arayan beşeriyet, kendi idrak ve tasavvurunu “sahte tanrıların” ve “bozuk mabutların” tasallutundan kolay kolay kurtaramamaktadır. Onun için İslam âlimleri insana Allah’ın varlığını ispat etmek yerine vicdanlara ve tasavvurlara musallat edilen sahte tanrıları ve sahte mabutları temizlemeyi ve sahtelere giden yolu kapamayı önde tutmuşlardır. İslam’da “kelime-i tevhid” afaki ve enfüsi (insanın içindeki ve dışındaki) putların yok edilmesi demektir.”
“Akıl kozadır, çıkmazsan uçamazsın dediniz!”
Akıl Arapça “ikal” kelimesinden gelir, lügatte engellemek, alıkoymak, bağlamak demektir. Kervancılar çölde mola verdiklerinde develer gece kaçmasın diye ayaklarına vurdukları bağ anlamındadır. Istılahta ise his organları aracılığı ile zihne ulaşan mahlûklara ait bilgilerin toplamına denir.
İnsan aç ve çıplak olarak dünyaya gelir. Sonra çevre ile temasında olayları, eşyayı, kişileri tanımaya hafızasında toplamaya, onları etiketlemeye ve tasnife başlar. Yaş ilerledikçe bilmediği şeyleri bildikleri ile mukayese yaparak tanımlamaya çalışır. Ancak bütün bu yorumlamalar üç boyutlu eşyanın sınırlarından öteye geçemez. Aldığı kadar geri verebilir. Çünkü mevcut ile gaibe istidlal olmaz. İstidlal (uslamlama) bilinmeyeni bilinene benzeterek anlamaya çalışmaktır.
Ahiret işlerini anlamakta akıl bilinmeyeni anlamak için “vahye” teslim olur. Ahirete ve Allahü teâlâya ait bilgilere akıl kullanılarak ulaşılabilseydi Peygamberler “aleyhimüsselam” gönderilmezdi.
Allahü teala mutlak varlıktır. Yüce Peygamberimiz “aleyhisselam” objektif ve sübjektif tanrıları reddetmemizi emreder. Beş duyu ile yakalanan hiçbir varlık tanrı olamaz. İslamiyet bunlara put “sanem” demektedir. Bunların hepsi sahte mabutlardır.
Genç Adam; insan kendini sahte tanrılardan kurtarmaya çalışmalı, Allah’a giden yol kendiliğinden açılır…”
Uzun süren sohbetin bitiminde kendisinden ayrılırken fikri ve istikameti kaybetmiş olarak geri dönüş yolunu tutmuştum. Uzunca bir süre konuşulanları hatırlayamadım. Ta ki ilk cümleyi kurana kadar.
O da şudur:
Bize insanlık haysiyetimizi, Allah’tan gayrisine rükû ve secde etmemeyi öğreten, bizi objektif ve sübjektif putların boyunduruğundan kurtaran, bütün sahte din ve tanrıları kahreden, insanlığa “la ilahe illallah” cümlesini tebliğ eden, Mekke’de kuru ekmek yiyen, Âmine’nin oğlu en yüce insan en yüce Peygamber, Hazreti Muhammed’e “sallallahü aleyhi ve sellem” bütün peygamberlere ve onun izinde gidenlere selam olsun
.xxxxxxxxxxxxxxxxx
Kelepçe ruhunuzda...
8 Ocak 2021 02:00
Boğaziçi Üniversitesine rektör ataması üzerinden başlatılan kavga iktidardan uzak kalmanın öfkesidir. Muhalefet, sanki cephe kaybetmiş gibi siyasetin dışına taşan ölçüde depresyon geçiriyor.
Tayyip Erdoğan'ın gitmesi için ülkenin çok büyük felaketlere maruz kalmasını temenni edecek kadar alçalmak ancak ciddi travma yaşayan hastalarda sudûr eder... Can Ataklı’nın skandal sözlerinden bahsediyorum. Adamın hayali;
"Büyük bir doğal afet, büyük bir deprem, başka bir doğal felaket… Çok büyük sel, çok büyük yangınlar… Hani Avustralya'yı yakan yangın vardı ya o kadar büyük yangınlar veya deprem, çok büyük can kaybına yol açacak sel felaketi gibi… Ama en korkutucu olan Türkiye'nin bir askerî başarısızlık elde etmesi..."
Ataklının açıklaması, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu'nun da Boğaziçi Üniversitesindeki olaylara sosyal medyadaki “Boğaziçi Üniversitesi ve destek veren diğer üniversite öğrencilerine bir vatandaş olarak teşekkür ediyorum her şeyden önce...” paylaşımı ile destek vermesi melanet zincirinin baklaları gibi eklenmeye başladı.
Boğaziçi Üniversitesindeki olaylarla ilgili ilk gün gözaltına alınan 22 kişiden 2'sinin Boğaziçi Üniversitesinde öğrenci gerisinin örgütlerden devşirme olduğu ortaya çıktı. Peki bu 20 kişi nereye ait? Kimi temsil ediyor?
İçişleri Bakanlığı Sözcüsü İsmail Çataklı, Boğaziçi Üniversitesinde gözaltına alınan 22 kişiden yalnızca ikisinin üniversitenin kayıtlı öğrencisi olduğunu söyledi. Diğer 20 kişinin; içinde MLKP ve farklı örgütlerden birçok terör örgütüne kaydı olduklarını duyurdu..
Boğaziçi Üniversitesinde yaşanan bu hareketlenmenin “politikanın her şeyi yönlendirmesine” karşı bir duruş olduğu iddiası inandırıcı değil. Gençler “siyasetin objektif-tarafsız alanlarının daraltmasından” şikâyetçi iseler niye muhalif siyasi akımlar ve terör örgütleri ile iş birliğine giriyorlar?
Prof. Dr. Melih Bulu’ya mesleki yeterliliğini ortaya koyma fırsatı bile vermeyenlerin kendisi yakın geçmişte siyaseti üniversiteye taşıma gibi kirli bir geçmişe sahipler. 2004 yılında CHP Narlıdere İlçe Başkanı’nın yönettiği panelde konuşan Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Emin Alıcı bakın ne demişti;
“Biz becerilerimizi artırabilirsek, aklımızı kullanabilir örgütlenebilirsek, yürekli mücadele edebilirsek onların başarması mümkün değildir. Ama biz korkar yılgınlık gösterirsek o zaman karşımızdakiler başarılı olacak ve bu bizim sonumuz olacak...”
Üniversiteleri demokrasi dışı arayışlara iten ve yasa dışı örgütlerle iş birliğine sürükleyen işte bu hastalıklı zihniyettir. Geçmişte yaşanan darbelerden sonra kurulan hükûmetlerin hepsinde CHP’li siyasetçi ve bürokratların kadrolara nasıl tünediği hatırlanırsa “Alanımız daraldı” gerekçesinin öğrenciler için değil ama kendileri için gerekçe olduğu kolay anlaşılır.
Darbecilerin ısmarlama hükûmetlerinin tamamının adı ara hükûmettir. Bunlar bir süre ülkeyi yönetirler sonra ilk seçimlerde millet bu işgalcileri süpürür.
Bu ara hükûmetlerin dönemlerindeki icraatları darbecilerin koruması altında ve her türlü sorgulamadan muaftır. CHP bu “al gülüm-ver gülüm” oyunundan azami istifade etmiştir.
İktidar olmayı istiyorlar ama 2023 seçimlerine kadar “ittifaklarının buharlaşması korkusu” ile içeriden veya dışarıdan vesayet merkezlerinin hamlesi ve himayesi ile hayallerinin gerçekleşmesini istiyorlar.
Ne var ki gün doğmadan neler oluyor...
ABD Başkanlık seçimleri öncesinde “Türkiye'de muhalefet ile iş birliği yaparak, Recep Tayyip Erdoğan'ı iktidardan indirme modeli” diyen Biden’ın başı önceki gün Kongre binasının basılması ile ciddi dertte.
Ne var ki vesayetçilerin dağlarına da kar yağıyor. Ne olacak şimdi?..
.
İttifak Pazarı”nda hengâme!..
18 Ocak 2021 02:00
Türkiye’de yapılacak 2023 seçimlerinin sonuçlarını CHP liderliğindeki muhalefette kendi adına tahkim etmek için küçük ve yeni partileri saflarına katma gayreti izleniyor. Siyaset ustaları ittifaklardaki yapılanmanın seçim sonuçlarını belirleyeceğine inandığından hengâme de bu yapılanmalar üzerine yoğunlaşıyor…
Muhalefetin ortak arayışı siyaseti zehirleme pahasına dışarıdaki anti demokratik yapılardan güç devşirmesine kadar uzanıyor. Oysa; her siyasi aktörün bunu sistemin meşru çerçevesi içinde yapmak zorunluluğu vardır.
Demokrasi dışı unsurları siyasetin içine aldığınızda demokrasinin asıl yapı taşı olan “millet iradesinin” dışarıda kalacağını unutuyorlar. Belki de CHP liderliğindeki muhalefet, millet tercihi ile iktidar olmaktan umutlarını kestikleri için böyle bir çıkmaza düşüyorlar.
Gelecekteki sandıklar açıldığında siyaset tabanındaki yeni hareketleri iyi okuyanlar güçlü çıkacaktır. Bu sonuçlarda seçmen sayısındaki “genç seçmen” kitlesi ile beraber “Hukuk ve ekonomik” reformların etkin olacağı açıktır.
“İttifak Pazarı”ndaki hengâme çok daha güçlü bu etkenlerin ihmaline yol açıyor. Oysa bunları gündeminde önceliğe taşıyan kazanır.
Bunların ilki; 7 milyona yakın genç seçmenden 2023’te ilk kez oy kullanacak olanların siyasi kanaatlerini nelerin belirlediğini bilmek, geleceklerinde nereye baktıklarını fark etmektedir. Gençlerin, içinde doğdukları sosyal medya düzeni tarafından siyasi temayüllerini etkileyecek farklı akımlar var.
1980’li yıllara kadar gençliğin iyi kötü bir derdi vardı. Şimdilerde ise özellikle genç nüfus “Müzik endüstrisi, film endüstrisi, futbol endüstrisi, sanal medya teknolojisinin ürettiği ikonlar ve ertelenemez arzuların” kuşatması altında.
Siyasetçilerin asıl okuması gereken Türkiye’nin siyasi sosyolojisindeki bu değişimdir. Bu genç nesil üzerinde müthiş bir sekülerleşme ve zihnî sömürgecilik hüküm sürüyor. Bu, seçmen tabanında savrulma ve kayma anlamına geliyor.
Bu istikameti şaşırma, bundan sonraki süreçte de ittifak yapacak partiler arasındaki “ideolojik uyumu” tartışılır olmaktan çıkarıyor. Mümkün olmayan sapmaları mümkün ve toplumda meşru kılıyor.
Diğer önemli bir belirleyici etken de; gündemdeki “Hukuk reformu”nun hangi sınırlar içinde, toplumun beklentilerini hangi ölçüde karşılıyor olacağıdır. Bazen öyle trajik olaylarla karşılaşıyoruz ki hayatımızı kolaylaştıran çok önemli reformlar önemini kaybediyor. Bu sosyolojide basit bir kurala dayanır. O da; “Karşılanamayan ihtiyaç hayatınıza egemen olur.”
Mesela evde şiddeti önlemek için evinden uzaklaştırılan yaklaşık 2 milyon insanın bu trajediden kimi sorumlu tuttuğu ve faturayı kime keseceği hakkında bir fikir var mı?
Millet İttifakı’nın ana kütlesini CHP-HDP-İYİ Parti, arkalarına takılacak ve aralarındaki boşlukları dolduracak küçük siyasi yapılanmalar olduğu düşünülüyor. Bu partilerin ideolojileri ve seçmen tabanları arasındaki görünür uyumsuzluğun sandıkta kaymalara neden olmasını bekleyenler son seçimde ciddi bir hayal kırıklığı yaşadı.
Bu partilerin ne tüzükleri ne icraatları bunları bir araya getirmez ama ortak bir noktaları var ki ona sarılıp birbirlerine tahammül ediyorlar. Oda Recep Tayyip Erdoğan muhalifliği!..
Birbirine benzemeyen bu üç partideki doku uyuşmazlığına rağmen son seçimlerde seçmen tabanlarında fark edilir bir kayma yaşanması iştahlarını kabarttı, örtülü ittifak hamlesini giderek açıktan ortaklık görüşmesi hâline getirdi.
Biden’ı “Türkiye’de iktidar değişikliği için muhalefetle iş birliği yaparız” diyecek kadar cesaretlendiren de, muhalefet zeminindeki bazı aktörleri kendi stratejileri yanında müttefik ve konumlanmış görmektir.
Ülkenin sorunlar için “yerli bir bakış açısı” üzerinden çözüm üretemeyen muhalefet ciddi bir sorundur. Fakat daha önemli meselemiz; azmanlaşarak üzerimize çöken sekülerizmin toplumu bu yerli olmayan muhalefetin kullanımına açık hâle getirmesidir.
Dışardakileri iştahlandıran da bu hasarlı zemindir...
.
Sömürgeciliğin “Dijital Araçları"
22 Ocak 2021 02:00 | Güncelleme: 17 Temmuz 2023 18:26
Sömürgecilik, genellikle bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılmasıdır. Sömürgeciler genellikle sömürdükleri devletlerin kaynaklarına, iş gücüne, pazarlarına el koyar ve aynı zamanda sömürgeleri altındaki halkın sosyokültürel, dinî değerlerine baskı uygularlar...
Sömürgeciliğin geleneksel aracı hedef ülkelere misyonerler salarak önce “zihinleri çalarak” başlamaktı. Sonra zihnen ikna edilmiş toplumun üzerine çöreklenerek el koymak olmuştur. Bugün için zihinleri çalma ve çelme işi için kullanılan aracı değişti o kadar. Bu aracının ne olduğunu da hepimiz biliyoruz.
Sosyal medya, çift taraflı bilgi paylaşımına imkân sağlayan medya sistemidir. İnsanlar, birbiriyle İnternet siteleri ve uygulamalar sayesinde aradığı, ilgilendiği içeriklere sınır ötesinden ulaşabilmektedir. Sosyal medya platformları esasta insanlarla, haberleri hızlı aktarım, fikirleri paylaşmak, insanlara yardım etmek, sorularına cevap bulmak gibi basit ve açık bir mantık üzerine kuruludur.
Sosyal medya ile tanışmamız böyle başlasa da gerçek bugün çok farklı bir yere dayanıyor. İfade özgürlüğünün en parlak mecrası olan bu alan zamanla paylaşım yerini “aleni bir dayatmacılığa” bıraktı.
Açılan sahte hesaplar, ‘trol’ dediğimiz sahte karakterler ile kimliğini gizleyerek hakaret etmek, tahrif etmek gibi gayriahlaki hareketler için kullanılmaya başlandı ve durum kontrolden çıktı. Şahısların, kurum ve kuruluşların bağımsızlığına gölge düştü.
İfade özgürlüğü ile işgal arasındaki makas giderek büyüyor ve bunu yeni fark ediyoruz. Sosyal medya, bireyin ifade özgürlüğü alanı olmaktan çıkıp özgürlüklerin tırpanlandığı tecavüz alanı hâline geldi.
Ellerindeki veriler sayesinde kullanıcılara kendi ideolojilerini empoze ederek ABD seçimlerinde, Arap Baharı’nda veya Gezi olaylarındaki manipülasyonlarla beğenmedikleri hükûmetleri devirmek için birer vesayet görevi üstleniyorlar..
Türkiye'nin en çok kullanılan mesajlaşma uygulaması WhatsApp, kullanım şartları ve gizlilik politikasını 8 Şubat günü değiştireceğini duyurdu. Bu uygulamanın kullanıcılarda veri mahremiyeti ve güvenliği konusunda endişelere yol açması yerli ve millî uygulamalara dönülmesini gündeme taşıdı.
WhatsApp daha sonra geri adım atsa da yerliye dönüş hareketi başlamış oldu bir kere. Geç fark edilmiş olsa da sosyal medya ağlarının yerli olması önemli. Yerli olunca devlet gibi davranan Yeni Çağın sömürgecilerinin ellerinden sadece 2 milyon dolarlık pasta alınmakla kalmıyor. İçerideki sosyal ve siyasi hareketleri manipüle etme gücünü de kaybediyorlar.
Açıkçası; “Yazdığımız fanteziler, Twitter'e yazdığımız inançlarımız, Facebook'ta tercihlerimizi belli eden beğeniler ve Amazon'daki işlemlerimiz gibi her hareketimiz bu şirketler tarafından takip ediliyor. Bu şirketler, hakkımızda bu kadar detaylı bilgiye sahip olup ne yapacaklar?.." sorusunun cevabı net olarak; “Geçmişte dünyayı kontrol etmenin yolu, enerjiyi kontrol etmekten geçerken, bugün interneti, sosyal ağları kontrol etmekten geçiyor. Dijital alanları elinde tutanlar gücü elinde tutar.”
Nitekim; ABD’de Trump’ın sosyal medyada fazla değil iki gün engellenmesi bütün nefesini kesti.
İnsanları her gün kendisine daha fazla bağımlı hâle getiren, ürün, hizmet ve istediğinde bir insanı ya da hareketi büyüten veya engelleyen, buharlaştırıp yok eden “sosyal medya patronları” insanların hangi haberleri görebileceği ve nasıl alışveriş yapacağına kadar hükümranlar.
Toplumların güçlü va zayıf yönlerini bildiğinizde yönetmek çok daha kolay olur. Özellikle siyasette… Bu, başkalarının insafına bırakılacak bir konu değildir ve hiç kimse tapulu arsasına gecekondu yaptırmaz.
Sosyal medyada kendi yerli ve millî ağlarımızın en kısa zamanda kurulması gerekir... ...
.
İyilik de, kötülük de paylaşıldıkça büyür...
25 Ocak 2021 02:00
Tam da “Sosyal medya, açılan sahte hesaplar, sahte karakterler ile kimliğini gizleyerek hakaret etmek, tahrif etmek gibi gayriahlaki hareketler için kullanılmaya başlandı ve durum kontrolden çıktı” diye vurguladığımız bir önceki yazımızın mürekkebi kurumadan Sayın Süleyman Soylu iğrenç bir üslupla sosyal medyada hedef alındı.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun yoğun bakımda tedavi gören annesiyle paylaştığı bir fotoğrafının altına küfürlü yorum yazan E. E, yapılan soruşturma sonrası adli kontrol şartıyla serbest bırakılmıştı.
Daha sonra hakkındaki "Kamu Görevlisine Hakaret" suçundan soruşturma süren sicili bozuk adam yine sosyal medya üzerinden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a hakaret ettiği gerekçesiyle "Cumhurbaşkanı'na Hakaret" suçlamasıyla çıkarıldığı mahkemece tutuklandı.
Bu gelişmeler yaşanırken Sayın Süleyman Soylu’nun annesine yapılan hakaretin toplum vicdanında açtığı hasar ile Ceza Yasalarındaki karşılığının örtüşmemesi mevcut yasaların artık toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan, adaleti temin etmekten çok uzak olduğunu bir defa daha ortaya koydu.
Ne varki biz bu isyanı hemen her gün TV ekranlarında ana haber bültenlerinde farklı boyutlarda izlemekteyiz. Burada örneklerini saymaya lüzum görmüyorum. Daha önce birçok defa konuya değinmiştik.
Tam bir ahlak buhranının merkezine düştük. Sosyal medyada sınır tanımadan kullanılan “şiddet dili” öfke kusma aracı olarak kullanılıyor. Verilen zarar, mağdurların ve diğer insanların etkilenme durumu çoğu zaman görmezden geliniyor. Saldırı mağdurları, yaşadıkları travmanın bir sonucu olarak, çoğunlukla kendilerini hayat mücadelesinde kaybetmiş ve aşağılanmış hissederler.
Uzmanlar sokaktan evlere sıçrayan sonunda sosyal medyaya kadar uzanan “şiddet” olaylarının arkasında iki önemli sebep olduğunu vurguluyor. İlki; toplumun özellikle dizi, film ve sosyal medya üzerinden zehirlenmesi. İkincisi ise işlenen suçların cezasız kalacağı yönündeki kanaattir. Yaptığının ve yazdığının yanına kâr kalacağını, ceza almayacağını görmek zayıf karakterli ve ahlak yoksunu insanları küstahlaştırıp, suça eğilimi artırır.
Adaleti tesisi için yetersiz kalan kanunları tahkim etmek kanun koyucuların işi, ama siyasilerin hâlâ yeterli önleyici hamleleri gözlenmiyor. Hiç şüpheniz olmasın, bu gidişe dur denilmezse kayıp giden aile ve gençliğin aldığı hasarın siyasi sonuçları günahları gibi takip edip sonunda onları yakalayacak!..
Aile ve gençlik topyekûn bir saldırı ile karşı karşıya. Sömürgeciler savaş meydanlarında dökemedikleri kanı şimdi gözyaşı döktürerek yapma peşindeler. Eğer bu çağrıya kulak verir ve ciddiye alırsak bu gidişi doğru istikamete çevirebiliriz. “İnsan insanın yurdu, umudu ve ufkudur…”
Siyaset adamı, eğitimci, din adamı, sosyolog, akil insan gibi topluma yol ve yön verecek bütün aktörlere büyük sorumluluk düşüyor.
Günlük haber bültenleri arasına sıkıştırılan şiddet olayları, insan ilişkilerindeki yozlaşma, aile içi ilişkilerin şiddete kurban gitmesi, kurutulan komşuluk ilişkileri hayatın ve huzurun nasıl yerle bir olduğunu görmemiz için kâfidir.
Bu yaşananlardan ders çıkarmanın, güçlü bir muhasebe yapmanın zamanıdır. Geç bile kalıyoruz. “Yıkmak, yaralamak, örselemek değil; yapmak ve yol açmak, önalmak ve önaçmak, bizim vazifemiz.”
Batı dünyası bu süreçten geçti gençliğini geleceğini ve ailesini kaybetti. Şimdi bizi kendilerine benzetmek için adına sosyal dedikleri ağları üzerimize atıyorlar. Eğer bu saldırıyı ciddiye almazsak, müdahale yapmazsak sahip olduğumuz zenginlikler bizim cehennemimiz olacak!
.
Hayır!.. Doğru yerdeyim..."
29 Ocak 2021 02:00
Tarih farklı coğrafyalarda ve farklı kültürlerde tekerrür ediyor.
Çocuklarının terör örgütü PKK mensupları tarafından dağa kaçırıldığı iddiasıyla HDP Diyarbakır İl Başkanlığı önünde başlatılan evlat nöbeti eylemini sürdüren aileler “Doğru adreste” olduklarını söyledi.
Diyarbakır'da anne Hacire Akar, ilk defa HDP'liler aracılığıyla dağa kaçırıldığını söyleyerek oğlunu teröre kurban vermemek için HDP İl Başkanlığı önüne çöktü ve “Çocuğumu da almadan asla buradan gitmeyeceğim” dedi.
İlk defa böylesine cesur bir hareketle yüzleşen muhatapları “Çocuğunu yanlış yerde arıyorsun!..” dediklerinde onlara tek bir cevap verdi: “Hayır!.. Doğru yerdeyim…”
Hacire Ana’nın başlattığı oturma eylemi sonuç vermiş sabrı ve kararlı mücadelesi sonucunda oğluna kavuşmuştu. “Doğru yerde olduğuna inanmak ve bunu cesaretle söylemek her zaman sonuç vermiştir.”
1950’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri'nin güney eyaletlerinde siyahilerle beyazlar otobüslere ayrı kapıdan biniyor, kendilerine ayrılmış ayrı yerlere oturuyorlardı. İlk dört sıra koltuklar beyazlara aitti ve siyahiler oturamazdı.
Bir gün, Rosa Parks adında 42 yaşındaki ufak tefek siyahi bir kadın terzi akşam saatlerinde işinden çıktı ve Montgomery'de otobüse bindi. O otobüste bir beyaz, beyazlara ayrılan yerde kendisine yer bulamayınca, siyahilere ait bölümde oturmakta olan Rosa Parks'tan koltuğundan kalkıp kendisine yer vermesini istedi.
Rosa Parks “Hayır” dedi. Şoför de kalkması için uyardı ve “Yanlış yerde oturuyorsun!.. Kalk…” diye ikaz edince “Hayır… Doğru yerdeyim!..” dedi ve yerinden kalkmadı, tutuklandı ve hapse girdi.
Olaydan sonraki bir yıldan daha uzun bir süre boyunca siyahiler otobüslere binmediler, her yere yürüyerek gittiler. Büyük olaylar patlak verdi. Rose Parks’ın başını çektiği giderek büyüyen hareket 1964'te çıkarılan yasa ile başarıya ulaştı. Rosa Parks bu direnişin sembolü hâline geldi.
1996 yılında Başkanlık Hürriyet Madalyasına lâyık görülen Rosa Parks, 1999'da Time dergisince “20. yüzyılın insan hakları savunucusu” seçildi…
Şimdi, Hacire Akar'ın “Hayır, doğru yerdeyim!..” diye dağa kaldırılan bütün oğullar için gösterdiği diğer ailelere de örnek olan mücadelesi çok büyük övgüyü hak ediyor.
Akar'ın mücadelesini örnek alan ailelerin 3 Eylül 2019'da başlattığı oturma eylemine katılan ailelerin sayısı günden güne artarak diğer mekânlara da sıçradı.
2014 yılında İstanbul Arnavutköy HDP İlçe Başkanlığı binasına götürülen ve burada çayına ilaç atılan ardından Diyarbakır’a buradan da dağa kaçırıldığı iddia edilen Tuncay Bingöl’ün babası Şevket Bingöl, “HDP’nin bütün binalarının aynı olduğunu” ifade etti.
Bu gelişmeler PKK ile mücadeleye çok güçlü yeni bir alan açtı.
Terörle doksanlı yıllardan beri sahada mücadele yürütülürken mücadelede arka plana düşen örgütün “insan kaynakları”nı kurutmak olmuştur.
Cevap aradığımız soru örgütün kırsal kadroları; Bakan Soylu’nun ifadesiyle yılda 5 bin kişi katılırken geçen yıl sadece 52 kişinin katılımı ile tasfiye seviyesine inerken siyaset tabanının nasıl var olduğudur.
Örgütten ayrılıp normal hayata geri dönenlerin her birinin örgüte nasıl katıldığı ile ilgili bir hikâyesi olduğu kesin. Bu hikâyelerin ve Hacire Ana’ların hikâyesinin kamuoyu ile paylaşılması terörle mücadelenin omurgası olmalıdır.
Bu hikâyelerde yer alan aktörlerin kimliği ve oynadığı rolü insanlar öğrendiğinde bakalım örgüt siyasette zemin bulabiliyor mu?
.
Bunlar kimi temsil ediyor?..
1 Şubat 2021 02:00
Geçtiğimiz hafta sonu İstanbul Boğaziçi Üniversitesinde yeni bir skandal daha yaşandı. Daha önce okul bahçesinde DHKP-C marşı eşliğinde halay çeken gruplar bu defa Kâbe fotoğrafını yere serip üzerine LGBT paçavrasını yerleştirdi.
Skandal provokasyon sonrası İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, bu skandal olaya ilişkin resen soruşturma başlatırken İstanbul Valiliği, Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığından, AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik ve Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanlığı yazılı birer açıklama yayımladı.
YÖK açıklamasında öğrencileri de dâhil tüm akademi camiasının; toplumun müşterek hassasiyet noktaları, değerleri ve kutsallarına karşı her zaman dikkatli, nezaketli ve saygılı bir üslubu benimsemesinin topluma karşı bir vazifesi olduğunu belirterek “Bu eylemi gerçekleştirenlerin üniversite gençliğini temsil etmediğini hatırlatmak isteriz” ifadesi yer aldı.
YÖK’ün; “üniversite gençliğini temsil etmediğini” ifade ettiği Kâbe’yi horlayıp LGBT’yi kutsayan bu güruh kimi temsil ediyor? Daha önce de Rektör ataması dolayısıyla yapılan protesto eylemlerinde “Katil polis” diye bağıranlar kimi temsil ediyor?..
Eylemi gerçekleştirenler kampüsün içine geçerken mi uğradılar?
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın tepkisini "Kıblemiz Kâbe'ye yapılan saygısızlık ne ifade özgürlüğüdür ne de eylem hakkı. Bu sapkınlık hem kanun önünde hem de maşerî vicdanda hak ettiği cezayı alacaktır. Sizin müflis niyetleriniz ve menfur eylemleriniz gaflettir, dalalettir, hüsrandır. Kâbe kutsalımızdır" ifadesiyle ortaya koydu.
Bu durum akademik dünyamızın nasıl bir yozlaşmanın tehdidi altında olduğunu ortaya koymaktadır. Akademisyen veya öğrenci olabilir, bahsettiğimiz şey yapılan herhangi bir işte, politikada eleştiri değil toplumun tamamını ayağa kaldıracak ölçüde mukaddesatı hedef alan iğrenç bir saldırıdır.
Bu iğrenç eylemi gerçekleştirenlerin bir provokasyon tezgâhı peşinde oldukları açıktır. Ancak daha derinden bir hinlik peşindeler ki asıl takibi ve dikkati gereken budur. Boğaziçi Üniversitesi İslam Araştırmaları Kulübü, yayımladığı bildirisinde tepkisini ortaya koyarken eylemcilerin niyetini ifşa ediyor.
Bahsi geçen bildiride şu ifadeler yer alıyor: "Üniversitemizde rektör atamasını protesto etme bahanesiyle perşembe günü Güney Meydan’da hiçbir meşru temele dayanmayan, ne idiği belirsiz kişilerce bir resim sergisi açılmıştır. Bu sergideki bir resimde İslam’ın en mukaddes mekânı, Müslümanların kıblesi Kâbe-i muazzama haysiyetsizce tahkir ve tahrif edilmiştir.
Bu -ahlaksızlığın sanat kisvesiyle meşrulaştırılmasını- ve üstüne üstlük hadsizce savunulmasını hiçbir şekilde kabul etmiyoruz…”
Son zamanlarda AB ülkelerinde köpürtülen İslam karşıtlığının sanat kisvesi altında nasıl kurnazca yürütüldüğünü hatırlayalım.
Fransa’da Charlie Hebdo dergisi tarafından çizilen İslam’a hakaret içerikli karikatürleri “ifade özgürlüğü" adı altında yayınlayanlar ile içerideki sapkınlığı özgürlük diye dayatanlar aynı lağımın fareleri.
Maksatları, artan saldırılarla orantılı olarak toplumda habaseti sıradanlaştırmak ve meşrulaştırmaktır.
Şimdi merak edilen benzer olaylar karşısında sessiz kalan akademik çevrelerin bu saldırı karşısında ortaya koyacağı tepkidir. Eğer üniversitelerin derdi ilmî araştırma ve insan inşası ise; içlerine çöreklenmiş bu lağım farelerinin ilmi ve sanatı arkalarına saklanacakları “Maskeler” olarak kullanmasına göz yummamalıdır.
Muhtemelen bu olay onların beklentilerinden farklı olarak üniversitelerin sorgulanmasını gündeme getirecek…
.
Muhalefet, tezgâhı Boğaziçi’nde açtı...
5 Şubat 2021 02:00
Boğaziçi Üniversitesinde rektör atamasını protesto bahanesi ile başlayan öğrenci merkezli(!) olayları iktidar aleyhine kullanmak için fırsat gören muhalefet partileri Boğaziçi’ne çıkarma yapmış. Olayları kampüs dışına taşıyarak toplumsal bir harekete yol açacak çapa çıkarma gayretindeler.
Meclis’te muhalefet yeteneğini kaybedenlerin bu yola sapmaları geçmişten gelen alışkanlıklarıdır. Kılıçdaroğlu’nun arkasına takılan siyasiler peş peşe sahaya inerek ve eylemi destekleyen mesajlar atarak gençleri(!) kafalamaya çalışıyor.
Dertleri rektör değil iktidarı hırpalamak olduğundan kime ve niçin destek verdiklerinin tartışılır yanı yok. İstanbul Valiliği’nden yapılan gözaltı açıklamaları kimin kim ile iş tuttuğunu ortaya koyuyor. Gözaltına alınan 159 kişiden 102’sinin öğrenci olmadığı ve olayları kışkırtmaya gelen terör grupları olduğu açıklandı. Yakalanan 159 şüphelinin 19’u DHKP-C, 23’ü MLKP, 9’unun ise PKK terör örgütüyle iltisaklı olduğu tespit edilmiş.
CHP’nin HDP’nin mal bulmuş mağribî gibi Boğaziçi’nin bahçesine postu atmasına şaşılmaz. Ancak yeni siyasi akım oluşturmak isterken kendilerini muhafazakâr olarak topluma pazarlayan savruk siyasetçilerin bu hareketin arkasına takılması hayret verici.
Emin Pazarcı’nın dediği gibi “…Onlara bir de Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan gibi figürler eklendi. Pişirilmek istenen oyuna destek vermeye o kadar hevesliler ki, gözleri Kâbe’ye yapılan saygısızlık ve saldırganlığı bile görmüyor. Ya da görüyor, ama önemsemiyorlar. LBGT ile aynı noktada buluşmuş, yürüyorlar.”
Bu sözde muhafazakârların davranışı “Kişinin ne mal olduğunu öğrenmek istiyorsan onu kızdır. Öfke aklı örter, gerçek kimliğini saklamayı unutur” sözünün gerçek hayattaki karşılığıdır. Rektör ataması karşıtlığının arkasına saklanan Erdoğan muhalifleri LBGT ile kol kola girdi...
Sloganların arasına sıkıştırılan “tutuklu HDP’li Belediye başkanları serbest bırakılsın” sloganlarını görmezden gelen Ali Babacan "Yeter artık, inadınızdan vazgeçin. Gözaltına alınan Boğaziçili öğrencileri derhâl salın, üniversitelerde de seçimi esas alın. Gençleri rahat bırakın. Duruşumuz budur" diyerek DHKP-C, MLKP ve PKK terör örgütüyle ilişkili eylemcilerle birlikte duruyor.
Salon siyasetçileri ile kendi çapını sahada denemek isteyen bu sözde muhafazakâr siyasetçilerin de ne mal olduğu böylece ortaya çıktı.
Boğaziçi Üniversitesi üzerindeki oyun; Meclis’te siyaset üretme yeteneği olmayanların, siyasi iktidarı hırpalamak ve otoritenin sarsılıp halkın müdahaleye açık bir psikolojiye getirilmesi için her türlü yalan iftira ve propaganda ile üniversite gençliğini yönlendirmekten ibarettir.
Önümüzdeki günlerde Boğaziçi tartışmaları bir müddet daha sürecek gibi görünüyor. Geçmiş operasyonlardan farkı şu ki; artık yazılı ve görsel medyayı kullanarak tek taraflı yalanların üzerinden iktidarlara operasyon çekme yetenekleri yok! Çünkü iktidarı sandık haricinde aşağı almanın iki önemli malzemesini kaybettiler. İlki, algı operasyonları için tek yanlı medya araçları, diğeri ise istikametini onlardan alan vesayetçiler…
Vaziyetleri tam da Ziya Paşa’nın dediği gibi: “En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun,/Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?..”
.
Dertleri rektör mü?...
8 Şubat 2021 02:00
Ekrandaki Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğüne yapılan atama konulu tartışma programında “Bana rektör atamasına karşı çıkanların eylemlerini sokağa taşımak için haklı gösterecek bir şey söyleyin?” diye soran konuşmacıya muhatabı şöyle cevap verdi:
“Boğaziçi kendine özel genç kuşağın en zekilerinin toplandığı, kendine ait gelenekleri olan bir kurum. Bu atama ile Boğaziçi Üniversitesi sıradanlaştırılıyor. Öğrencilerin eylemi de buna dayanıyor.”
İlk günden beri öğrencilerin protestolarına mazeret olarak üretilen bu saldırgan, aşağılayıcı ve kibirli emperyalist dil o kadar tabii bir malzeme olarak kullanıldı ki rektör olarak atanan Melih Bulu da daha önce Boğaziçi Üniversitesine dışarıdan rektör ataması yapıldığını belirterek "Ama daha da önemlisi ben Boğaziçiliyim. Doktoramı Boğaziçi'nde yaptım" dedi.
Ama bu da işe yaramadı çünkü itirazın kökleri çok daha derinlerde. Eylemciler, atamayı yapana da (Sayın Erdoğan’a) karşılar, atamayı yapanı seçene de karşılar. Bu atamayı kendilerine ait dokunulmaz olarak gördükleri dünyaları için bir tehdit olarak görüyorlar. Atanan ve atamayı yapanları yıkılması gereken bir kültürel mirasın temsilcileri olarak görüyorlar.
Rektör atamasını her ne kadar bilim ve teknolojik gelişim için tehditkâr bir kadrolaşma saldırısı olarak gösterseler de sokak hareketleri için kendilerini sayısal olarak tahkim eden terör örgütü mensupları gerçek endişelerini ortaya koymaktadır.
Merhum Menderes döneminden başlayıp Turgut Özal dönemiyle devam eden ve bugüne sarkan mücadelenin temelinde de seçkinci ve kibirli elit yapının siyasi, ekonomik, bürokratik, akademik memlekette ne varsa tüm kadroları sadece kendilerine münhasır bir tarla olarak görmeleri saklıdır. Bugün Boğaziçi'nde yaşananlar da bu cephe kapma savaşının akademik dünyaya yansımasıdır.
Nitekim yaşanan protestolar esnasında öğrenciler ile bir araya gelen Rektör Bulu öğrencilere “Üniversiteye rektör olmamda liyakatim tamdır...” mesajı vermeye çalışsa da çoğu kez ıslık ve alkış sesleriyle susturulmaya çalışıldı.
Bu kadar kibir anlaşılır bir durum değildir!.. Oysa her fırsatta kendilerine örnek aldıklarını söyledikleri Batı Üniversitelerinde sahada başarılı olanlar saygıyı da hak ederler.
Melih Bulu’yu dinleme nezaketini göstermeyenler, bilgisayar endüstrisinin önderlerinden kabul edilen Steven P. Jobs’ın (1955-2011) Stanford Üniversitesi mezuniyet töreninde yapmış olduğu tarihî konuşmayı hatırlamalıdır.
Stanford Üniversitesi, ABD'nin Kaliforniya eyaletinde bulunan özel bir üniversitedir ve dünyadaki en büyük bütçeye sahip 3. üniversitedir. Steven P. Jobs bu konuşmasında öğretim kadrosu ve yüzlerce öğrenciye şunları söyler:
“Bugün dünyanın en iyi üniversitelerinden birinin diploma töreninde sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum. Ben üniversiteden hiç mezun olmadım… Doğruyu söylemek gerekirse, mezuniyete en yaklaştığım an da bu an!..
…Hiç kimse ölmek istemez. Oysa ölüm hepimizin ortak sonu. Şimdiye dek hiç kimse ölümden kaçamamıştır. Bunun böyle de olması gerekir, çünkü ölüm hayatın en güzel değişim ajanıdır... Yenilere yer açmak için, eskilerden kurtulmanın tek çaresi... Şu an için yeni sizsiniz, ama günün birinde, üstelik pek yakında siz de eskiyecek ve aradan çıkarılacaksınız. Bu kadar acımasız olduğum için üzgünüm, ama gerçek bu…”
Boğaziçi Üniversitesi veya diğerleri bu hayatta her şey değişirken kendi pozisyonlarının olduğu yerde kalmasında ısrarcılar. Bu çakılı durumu kaybetmekten korkanlar öğrencilerden ziyade varlıklarını garantilemek için onlara dayananlardır...
Hakikat şu ki; değişime direnenler de -hoşlarına gitmese de- sonunda kabul edecekler ki; “… Günün birinde, üstelik pek yakında eskiyecek ve aradan çıkarılacaklar... Bu kadar acımasız olduğum için üzgünüm, ama gerçek bu
.
Çin çukuru!..
12 Şubat 2021 02:00
Günümüz dünyasında sömürgecilik biçim değiştiriyor.
Bir zamanlar Avrupalıların yaptığı gibi hedef ülkelerin askerî güç kullanarak işgal edilmesi söz konusu değil. Ancak Çin hedef ülkelerde haklarındaki kanaati lehlerine çevirmek için sanat kültür merkezleri, kütüphaneler, eğitim kurumları kurarken askerî ve ekonomik baskı unsurlarını da acımasızca kullanıyor.
Doğu Türkistan'ı yerli Uygur nüfusundan temizleyerek bölgeyi Çinliler ile doldurmak için insanlık dışı bir soykırım yapmaya devam ediyor.
1 buçuk milyon Uygur Türkü, 2017’den beri kapatmak ve işkence etmek için inşa ettikleri (uydu görüntülerinden silinen) toplama kamplarına götürüldü ve kendilerinden bir daha haber alınamadı.
İnsan hakları örgütü, sivil toplum kuruluşları, gazeteciler ve görgü tanıkları Doğu Türkistan'da aralarında kamp, hapishane ve gözaltı merkezleri de bulunan 428 adet hapishane yerleşkesi bulunduğunu açıklıyor.
Çin Komünist Partisinin yabancı ziyaretçilere uyguladığı yasaklar nedeniyle, içeride uygulanan dehşet büyük ölçüde bilinmese de köyleri basılıp toplama kamplarına götürülen Uygur Türkleri bu kamplarda zulüm ve tacize uğruyor.
Çin'in bu zulümler hakkındaki sorulara verdikleri hazır bir yalanları var: “Bu kamplar aşırılıkla mücadele etme amaçlı merkezlerdir ve uygulamalar yasalara uygun."
Çin bir yandan soykırım yaparken diğer yandan kültürel hegemonyasını da genişletiyor. Uyguladığı soykırım dünya medyasında söz edilmezken yurt dışına gönderdiği öğrencilerin yanı sıra kurduğu “Konfüçyüs Enstitüleri” ile sınırsız propaganda faaliyetleri yürütüyor.
154 ülkede faaliyet gösteren Konfüçyüs Enstitülerinin sayısı 2019 yılı itibarıyla 548'e ulaşmış durumda. Dünyanın her yerinde Konfüçyüs Enstitüleri, medya ve kültür faaliyetleri ile kültürünü ve dilini yaymak için önemli girişimlerde bulunuyor.
Eski ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, açıklama yaparak Çin tarafından fonlanan Konfüçyüs Enstitülerinin propaganda aracı olduğunu söylemişti. (ABD’de, 65'i üniversitelerde 75 Konfüçyüs Enstitüsü bulunuyor.)
Türkiye'de ise faaliyetlerine 2008 yılında başlayan Konfüçyüs Enstitüleri, ilk şubesini Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde kurdu. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi, Okan ve Yeditepe Üniversitelerinde de açılan enstitülere ilaveten Sakarya Üniversitesi'nde de Konfüçyus Enstitüsü kurulacağı kararlaştırılmıştı.
Kendi kurumlarını başka ülkelerde rahatça açabilen Çin, aynı özgürlüğü başka ülkelere sağlamıyor. Türkiye'deki üniversitelerin bünyesinde faaliyet gösteren 4 Konfüçyüs Enstitüsü bulunan Çin Türkiye’nin yıllardır girişimde bulunmasına rağmen hâlâ Çin'de bir “Yunus Emre Enstitüsü” açabilmiş değil.
Bu durum kendilerine sorulduğunda cevapları: “Uygulamalar yasalara uygun.”
Başka ülkelerin kendi bünyesinde faaliyetine alan açmayan Çin neden dışarıda Konfüçyus Enstitülerini açmakta böylesine cömert davranıyor!
Prof. Dr. Hilmi Demir bu sorunun cevabını “Çin’in dinî jeopolitik çıkmazı” başlıklı makalesinde; “Çünkü Çin; yenidünya düzeninde dinî jeopolitiğini 'Konfüçyüsçü ideoloji' üzerine kurmak istiyor. Komünist ateist Çin’e karşılık sosyalist yeni maneviyatçı bir Çin kurgulanıyor. 2005 yılından itibaren yürürlüğe konulan 'Harmonius Society-Uyumlu Toplum' politikası Konfüçyüs inancına dayanmaktadır. Devlet, Konfüçyüs’le toplumsal uyum sağlanması için özel bir çaba sergilenmektedir. Konfüçyüs’e atıflar yapılmakta, özdeyişler yaygın olarak kullanılmakta, onun hakkında akademik yayınlar yapılarak önemli mekânlara heykelleri dikilmektedir" olarak vermekte...
"Biz de Yunus Emre’yi anlatalım" deyince “Hayır!.. Girmek serbest çıkmak yasak” diyorlar.
Bu Çin'le işimiz var!..
.
Herkesin sığınağı kendi ailesidir…
15 Şubat 2021 02:00
Salgın şartlarındaki hayat tüm alışkanlıklarımızı değiştirirken psikolojimizi de olumsuz etkiliyor. Kendisine ve yakınlarına virüs bulaşma korkusu insanlarda bir süre sonra depresyon, anksiyete ve paranoya vakalarında artışa sebebiyet vermesinin yanında salgının ne zaman biteceğinin bilinememesi de tahammül gücümüzü olumsuz etkiliyor.
“Maske-Mesafe-Temizlik” diye virüse karşı mesafeli kalmaya alıştık ama salgının asıl tahribat yaptığı ruh dünyamızı berbat eden ve korkuları besleyen “yalan ve yanlış haberler” karşısında kendimizi korumayı tam becerebilmiş değiliz.
“Kelle paça” yemenin “virüs savar” olduğunu rekor paylaşımlarla aktaran“ sosyal medya” karşısında mesele iyimser ya da kötümser olmak değil, doğruyu bulmaktaki kargaşadan çıkabilmek. Bu “kendini tedavi etme” çabası bazen kelle paçayı aşıp ciddi bağımlılık tablolarının ortaya çıkmasına da neden olabiliyor. Pandemi sürecindeki alkol tüketiminin iki kat artması bu paniklemenin sonucudur!..
Covid-19 sadece fiziksel sağlığı değil, toplumda ruhsal sağlığı da derinden etkiliyor. Hem Covid’e yakalanma korkusu yaşayanlar hem de hastalığı atlatanlarda ağır psikolojik problemler görülüyor. Salgın sürecinde psikiyatri kliniklerine başvuranlarda Covid-19 sonrası problemlerine sık rastlandığını söyleyen uzmanlar “Özellikle hastalığı ağır geçiren kişilerde tedavi sonrası stres bozukluğuna sıklıkla rastlıyoruz. Salgın sonrası ruhsal rahatsızlıklar da yeniden alevlendi” diyor.
Salgının daha başlangıç günlerinden itibaren toplumun genelinde yaşanan depresif şikâyetler arasında en çok dikkat çeken uzmanların hem “geviş getirme” hem de kontrol edilemeyen düşüncelerin, tekrarlayıcı bir şekilde zihinde dönüp durması anlamına gelen “ruminasyon” tespiti…
Uzun süreli yalnızlığın sonuçlarından, Ruminasyonda kişi kendi zihninde komplo teorileri üretir ve ona saplanır kalır. Durdurma çabası arttıkça düşünceyi sabitler. Uzmanlar, bu fesat çukurundan çıkmanın en güçlü yolunun; kişinin destek veren dostlarıyla bir araya gelmesi ve dinî aktivitelerde bulunmak olduğunu belirtiyor.
“Uluslararası Yalnızlık ve Pandemi” başlığı altında gerçekleştirilen ve Pandemi sürecindeki yalnızlığın etkilerinin tartışıldığı sempozyumda Prof. Dr. Nevzat Tarhan, insan ilişkilerinin sosyal hayatın vazgeçilmez bir zinciri gibi olduğunu belirtti. Tarhan; “Zincirin en kuvvetli yeri insan ilişkileridir. Ama, Pandemide zincirin en zayıf halkası oldu…. Kriz olduğu zaman gerilim oluyor. Gerilim olduğu zaman zayıf halkadan kopar. İnsanın en zayıf halkası neresiyse oradan kopuyor. İnsanlarda şu anda aile hayatı ve ruh sağlığı zayıf halka” uyarısında bulundu.
İnsan ilişkisel bir varlık, yalnız olmadığını hissederse kendini, geleceğini güvende hissediyor. Ama virüsten korunmak için sığındığımız yalnızlık maksadını aşan biçimde kullanıldığında insanı depresyona aday hâle getiriyor.
Bu pandemi yalnızlığı ile olan didişmemizde bir avantajımız var ki oda “güçlü aile yapımız”dır. Bahsettiğim sempozyumda “Pandeminin Ailede Yalnızlığa Etkisi” başlıklı konuşmasında Uzman Psikolog Çiğdem Demirsoy, insanın en önemli ihtiyacının birbiriyle temas içinde olmak ve yakınlık duygusu olduğunu belirterek “Ailenin sağlıklı olması burada koruyucu faktör. Peki, sağlıklı ailede olması gereken özellikler nedir? Ailede problem çözme becerilerinin olması, iletişimin sağlıklı olması, açık iletişim olması, maddi-manevi tüm meselelerin konuşulabiliyor olması, rollerin ve sınırların sağlıklı bir şekilde işliyor olması öncelik kazanıyor” diyerek yalnızlık krizinde en güçlü sığınağın aile olduğunu vurgulamıştı.
Sonuçta pandemi gibi sınırları aşan tehditler karşısında da en önemli savunma hattımızı “Ailemiz” oluşturuyor. Pandemi sürecinde insani ilişkiler anlam kaybına uğruyor ve zamanla buharlaşıyor... Dışarıda kaybettiğimiz desteği de aile içinden karşılamak zorunda kalıyoruz. Asıl tehlike ise bu yalnız yaşamanın alışkanlık hâline gelerek salgın bittiğinde de devam etmesidi
.
Gara operasyonu ve sonrası…
19 Şubat 2021 02:00
Gara harekâtında şehit olan insanlarımızla ilgili tartışmaların merkezinde “Bu katliamı yapacak cesareti nereden aldılar?” sorusu var. Verilecek cevap iktidara zarar verebilmek için her türlü yalan haber ve manipülasyona başvuran siyasi ve medyatik muhalefetin de güç kaynaklarını ortaya koyacaktır.
Güvenlik danışmanı Mete Yarar cevabı özetledi: “Terör örgütü bu eylemi yaparken kendisinin dışarıdan ve içeriden destekçisi olduğunu hissetmektedir. Dışarıdan, ABD örgütlere bu kadar angajeyi kesmemiş, PKK kendisini konjonktürel olarak güçlü hissetmemiş ve önü açılmamış olsaydı bunu yapamazdı... İkincisi, Türkiye sınırları içerisinde, ne yaparsa yapsın kendisini sorgulamayan ve siyaseten kendisini güçlü hissetmemiş olmasaydı bunu yapamazdı. Türk siyasetinin içerisinde ne yaparsa yapsın bir şekilde yaptıklarının yok sayıldığı bir dönemde yaşıyoruz!.." (15.02.2021-Tarafsız Bölge)
Terörle mücadelenin ilk yıllarından beri örgütün içeriden ve dışarıdan desteklendiği biliniyor. NATO müttefikimiz ABD ve Avrupalı diğerleri de terör örgütlerine her türlü desteği verme konusunda birbirleriyle yarışıyorlar.
Orta Doğu üzerinde her bir ülkenin enerji kaynaklarından pay almak ve İsrail'in güvenlik alanını büyütmek gibi gerekçeleri var. Önlerinde engel olarak gördükleri Türkiye'nin müdahaleci yapısını kırmak için örgütleri kullanarak vekâlet savaşı yapıyorlar.
ABD’nin kurdukları radikal hareketleri nasıl kullandıklarına ait daha önce Afganistan ve Irak’taki örnekleri var. Afganistan’ı işgal için iktidardaki Sovyet yanlısı hükûmetin varlığını gerekçe olarak kullandılar. İktidarı devirmek için yaptıkları yardımın ile Afganistan'ın Rus işgaline yol açmak için gerekçe olarak kullandılar.
Kendileri bunu açıkça söyledi: “Yaptığımız işle Sovyetler’i kendi Vietnam savaşlarına çektik. 10 yıl batakta savaştılar ve dağıldılar…”
ABD’nin bir müttefik olarak Türkiye’yi kaybetme korkusu yok. Çünkü bildiğimiz soğuk savaş dönemindeki iki kutuplu eski dünya artık yok. Dünya çok kutuplu, yeni güç merkezleri oluşuyor.
Bunu kabul etmek, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerini yeniden değerlendirmesini ve bir yüzleşmeyi zorunlu hâle getirir. Gara Operasyonu bize bu fırsatı veriyor ve Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı olabilir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ABD’yi muhatap alarak “Hani PKK'nın, YPG’nin, PYD’nin yanında değildiniz! Bal gibi de yanındasınız ve arkasındasınız. Maalesef bunu başından itibaren hep gördük. Kuzey Irak'a binlerce tır mühimmat getirdiler ve bunları teröristlere teslim ettiler. Bu teröristlerle bizim güvenlik güçlerimizle orada savaştılar. Şimdi artık yağma yok. Eğer biz sizinle NATO'da berabersek eğer biz sizinle NATO’da birlikteliği sürdüreceksek bize samimi davranacaksınız, teröristlerin yanında yer almayacaksınız. Eğer yer alacaksanız bizim yanımızda yer alacaksınız’’ dedi.
Hayli zorlu bir sürecin başlangıcı. ABD, PKK/PYD üzerinden Suriye’nin kuzeyinde Akdeniz’e uzanan bir koridor ile petrol ve doğalgaz boru hatlarını buradan geçirerek Türkiye'yi saf dışı bırakmak istemektedir. Bunun için Suriye'nin kuzeyi terör eğitim yuvasına dönüşmüş durumda. Binlerce tır dolusu silahla orada bir terör ordusu inşa etti.
Yapılan her başarılı operasyon sonrasında ABD, Fransa, İran ve içerideki siyasi uzantılarının rahatsız olması nasıl izah edilebilir?
Terörle mücadele zahirde PKK üzerinden yürütülüyor görünse de hakikatte ABD ve içerideki yandaşlarına karşı verilmektedir. Son beyanlar “malumun ilamı"ndan ibarettir. Özetle, "Terörle mücadele yeniden tanımlanıyor.” Hem sınır ötesinde hem içeride yeni bir yola giriliyor.
Bazılarının hoşuna gitmese de buna herkes alışacak...
.
Duvar meyle yıkılır!..
22 Şubat 2021 02:00
PKK’nın içerideki tahkimatını dağıtmak, örgütün içerideki operasyon gücünü elinden alacağı için Kandil’i, Gara’yı ve tüm sığınaklarını boşaltır. Sınır ötesinde üç gün süren operasyonun içerideki hengâmesi “dedi ki-demiş ki” ile on gün sürüyor. Şehitler üzerinden bile nemalanmak isteyen muhalefete çöreklenmiş fesat bir yapı var.
İçerideki ittifaka dışarıdan müttefiklerin verdiği destek HDP’ye payanda oluyor. Hepsi birbirine payandalı, birini çektiğinde hepsi meyline yıkılacak.
Derler ki; Behlûl Dânâ hazretleri, yol üzerindeki bir vîrânenin yıkılmak üzere eğilmiş duvarına bakarken duvar birden çöker. Behlûl Dânâ hazretlerini bir sürur kapladı. Onun bu sevincine mânâ veremeyen insanlar merakla sebebini sorduklarında; “Duvar meyilli olduğu tarafa yıkıldı!” dedi. “Peki bunda şaşılacak ne var?..” dediklerinde, “Bu dünyadaki her şey nihâyetinde meylettiği tarafa yıkılıyor, benim de meylim Hakk’a doğrudur, o hâlde ben de ölünce Hakk’a varırım…” dedi…
Toplumsal davranışlar, siyasi tercihler de nihayetinde sahibini meyilli olduğu tarafa yatırır. Bizim gibi çok politize olmuş toplumlarda siyaset aktörleri ve kurumlarının da geleceğini ne yana yattığına bakarak tahmin etmek zor değil.
Medya üzerinden yapılan tartışmalar yakın gelecek seçim hikâyeleri hakkında çok garantili değil. Siyasetin işaret fişekleri, toplumu yaralayan olaylar karşısında vatandaşın ne dediğidir.
Bunun son örneğinin Gara Operasyonu sonrasından nemalanmak isteyen bazı muhalefet partilerinin söylemlerinde görüyoruz. Daha seçim takvimine çok zaman varken siyaset zeminini kavileştirmek için katliamcı örgütün siyasi payandasını incitmemek adına ne numaralar çekiyorlar.
Merak edenler Kılıçdaroğlu ve takipçilerinin Gara'da rehin tutulan 13 sivil vatandaşımızı şehit eden "PKK terör örgütü" hakkındaki beyanlarına baksınlar.
Bu ülkede siyaset aklı bu kadar mı daraldı ki bu muhalefet sırtını açık devlet düşmanlığını yapan bir terör örgütünün sivil siyasetine veriyor?.. Gara’daki 13 sivil rehinenin şehadetini siyasî polemik konusu yapanlar niçin o şehitlerin Diyarbakır HDP binası önünde aylardır nöbet tutan annelerin bir gün yanında olmadılar?
Durdukları yer annelerin yanı değil, annelerin “verin evlatlarımızı geri…” diye zorladıkları kapıdır.
“Gara Olayı”, terörle mücadelede bir kırılma noktası olacaktır.
ABD’nin eski Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in; ABD-Türkiye ilişkilerinin geleceği konusunda iyimser olduğunu söyleyerek “Bence ilerleyen zamanda Biden yönetimi Türkiye’nin çıkarlarının temelde ABD ile aynı olduğunu fark edecek” demesi inandırıcı değil.
Hâlen PKK ve YPG'ye silah ve mühimmat yığmaya devam eden ABD iç siyasetteki fitneyi de köpürtmeye devam edecektir.
Dışarıdakine “silah”, içeridekine “fitne” veriyorlar. Gayretleri CHP ve İP merkezli HDP desteğini güçlendirmek için.
Biden’ın ABD Başkanı seçilmeden önceki “Bence ona (Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a) çok farklı bir yaklaşım uygulamalıyız. Muhalif liderleri desteklediğimizi açıkça göstermemiz lazım. Parlamentoya katkı sunmak isteyen Kürt toplumunu entegre etmek için. Bu iş bir süre iyi gidiyordu…” söylemini muhalefet yutmuş görünüyor.
Demokratik zemini zehirleyen ve şiddeti meşrulaştıran HDP ile iş birlikçilerine, hem ABD ile olan ilişkilerde hem iç siyasette bir maliyeti var.
Önümüzdeki günlerde HDP ile iş birliği uğruna parti politikasına gönül vermiş üyelerini bile gözden çıkaran CHP ve İP’deki çatlamaları konuşacağız
.
Ege'de gerilim!..
26 Şubat 2021 02:00
Türkiye, Ege ve Doğu Akdeniz'de sorunların uluslararası hukuk, diyalog ve iyi komşuluk ilişkileri içinde çözümüne yönelik duruşunu korurken Yunanistan bölgede gerginliği tırmandıracak her türlü kışkırtma faaliyetini ısrarla sürdürüyor.
Önceki gün, Yunanistan Hava Kuvvetleri'ne ait savaş uçakları, Kuzey Ege'nin uluslararası sularında teknik araştırmalar yapan TCG Çeşme gemisine tacizde bulundu. 4 Yunan savaş uçağından biri gemiye 2 deniz mili mesafede chaff fişeği bıraktı.
Yunanistan bu kışkırtıcı hareketi tam da bir yandan Türkiye ile ortak düzenlenen NATO tatbikatı diğer yandan müttefiki ABD ile ortak yapacağı ve ABD ordusuna ait 145 helikopter ile yüzlerce askerî aracın katılımı ile ortaklaşa yapacağı "Defender Europe 2021" adlı tatbikat öncesi yapıyor…
Yunanistan’ın bu küstahlığının arkasında yatan düşünce nedir?
“Tarihin ilginç bir dönemindeyiz. Bu dönemde Türk milletinin kendi arasındaki birliği çok önemli… Başarabilirler mi? Türk milleti içeride sıkı durduğu müddetçe, içeride bir karmaşa olmazsa başaramayacaklar” diyen Abdullah Çiftçi’nin Yunanistan’ın Ege’deki provokasyonuna sosyal medyada üzerinden yaptığı değerlendirme dikkat çekici:
“Yunanistan’ın arkasında bir güç olmazsa bu tacizi yapması mümkün değil. Arkasındaki Batı ‘Hadi aslanım’ deyip saldırtabilir mi?.. Muhtemeldir. Yunanistan gelir bir uçağımıza veya gemimize saldırı yapar, biz karşılık veririz, amaç Türkleri küçük düşürmek, korkutmaya çalışmak. Ama ilerisi Yunanistan için yok! Çünkü, topyekûn bir hareket birliğini sağlayamazlar… Almanların planı başka Fransızların planı başka…”
Ancak tarihte yaşanan bazı büyük yangınların küçük ateşlerden başladığı unutulmamalıdır. Türkiye’yi Akdeniz üzerindeki haklarından caydırmak için Ayrıca Yunanistan’ı kışkırtıcı hareketlere iten ve arkasında duruyor gözükenler sataşmayı yeterli görmeyip daha fazlasını yapmasını isteyebilir.
Ayrıca Türkiye’nin Yunanistan’ın haddi aşan bir tacizine vereceği karşılığın nerede duracağını kimse garanti edemez.
31 Ağustos 1939'da, II. Dünya Savaşı'nın Avrupa'da başlamasının arifesinde, Almanların Gleiwitz kentindeki Gleiwitz Radyo İstasyonu'na düzenledikleri düzmece bir saldırı Almanya’yı başlangıçta mutlu etmiş ama sonuçta mahvolmalarına sebep olmuştu.
Polonya'yı işgali etmek isteyen Almanya haklı bir neden uydurmak, Polonya'yı saldırgan göstermek için Polonyalı kılığına bürünmüş Alman güçleri Gleiwitz kentindeki kendilerine ait Radyo İstasyonu'na düzmece bir saldırı tertip etmişti.
Gleiwitz istasyonunu ele geçirerek Alman karşıtı bir yayın yaptılar. Almanların maksadı saldırıyı Polonyalı sabotajcıların yaptığı izlenimi vermekti. Bunda başarılı oldular ama bu provokasyonları onların felaketi oldu.
Yunanistan’ın küçük sataşmalar ile başlayıp Türkiye ile muhtemel bir savaşa girme yeteneği yoktur. Bu kararı ancak Yunanistan’ı “vekil devlet” daha açığı “sömürge” seviyesine indirgeyen ABD verebilir.
ABD’nin hesabı ise çok farklı. ABD'nin tek kutuplu dünya düzeni artık ortadan kalktı. Çok kutuplu yeni dünya düzeninde yerini almaya çalışıyor. ABD için önemli olan Rusya'nın güneyden kuşatılmasıdır. Bunun için en uygun yerleşme mekânı Yunanistan’dır.
Yunanistan, ABD’nin ülkesinde yeni üsler kurmasını Yunanistan’ın güvenliği için yapıldığını zannetmektedir. Oysa gerçek ABD ikili anlaşmalar ile Yunanistan'ın bütün askerî üslerini, havaalanı ve limanlarını kullanma serbestisi elde etmiştir. Türkiye düşmanlığı kullanılarak, AB üyesi Yunanistan ABD sömürgesi hâline dönüşmektedir.
Eğer Yunanistan ABD’nin desteğine güvenerek bir maceraya atılırsa akıbeti Suriye ve Irak’taki terör örgütlerinden beter olur…
.
Düşün yakamızdan!..
1 Mart 2021 02:00
Geçtiğimiz hafta sonu terörle mücadelede çok önemli bir gelişme daha yaşandı.
Evlatları değişik tarihlerde PKK terör örgütü tarafından dağa kaçırılan 7 aile, Van’ın en işlek noktası olan Cumhuriyet Caddesi'nde bir araya geldi. Ellerinde “Artık yeter!.. Yakamızdan düşün… Anneler nöbette… Çocuklarımız kimsenin piyonu olmayacak' ve “Evlat nöbetindeyiz: Van Anneleri” yazılı dövizler bulunan anneler HDP Van İl Başkanlığı binasına yürüdü.
Böylece evlatlarının dağa kaçırılmasından HDP'yi sorumlu tutan ve il başkanlığı önünde ilk oturma eylemini başlatan Hacire Akar'ın çizdiği yol Diyarbakır’dan Van’a ulaştı. Yakın gelecekte tüm mağdurların coğrafyasını bir ağ gibi saracağı kesindir. Bir hareketin başarısı takipçileri ile mümkün olur. İlk mağdurun ilk takipçisi her zaman önemlidir. Böylece terörle mücadelede aktörler değişti.
“Akil İnsanlar” yerini “Mağdur İnsanlara” bıraktı.
“Diyarbakır ve Van Annelerinin” örgüt tarafından ‘Dağ’a kaldırılan evlatlarını geri almak için yaptığı başkaldırı bütün bir coğrafyanın mağdurlarını temsil etmektedir.
“Bütün Anneler” HDP’den; katledilen beşikteki yüzlerce evladını ve yakıp yıkılan, camilerini, Kur’ân-ı kerim kurslarını, hastanelerini, okullarını, çocuk yuvalarını, iş yerlerini ve basılan şantiyelerini ve gasbedilen nice varlıklarını ve ellerinden alınan huzur ve refahını geri istemektedir.
Hatırlanacağı üzere, hükûmet tarafından demokratik açılım ve çözüm süreci kapsamında oluşturulan Akil İnsanlar Heyeti, Türkiye'nin bölgelerinde çeşitli illerde temas ve toplantılarda bulunmuşlardı.
“Çözüm süreci”ne katkı vermek için toplumun çeşitli kesimlerinin itibarını kazanmış olan yazar, sanatçı, akademisyen ve STK temsilcilerinden müteşekkil Akil İnsanlar Heyeti mahallinde halkla görüşerek süreci anlatmaya sahadaki havayı yumuşatma konusunda katkıda bulunmaya çalışacaklardı.
Nitekim genelde sert tartışmalara ve itirazlara hedef olan bu “Akil Toplantıları” sonrası her grup kendi durduğu yerden terörün sonlandırılması adına çözüme çözüm üretti.
Bunların en dikkat çekici olanı, “Mücadelede Mağdurları merkeze koyan” Marmara Grubu’ndan Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan’ın kişisel raporundaki şu tespittir:
“Heyet toplantıları boyunca gözlemledik ki, barış sürecine en fazla destek verenler, çatışma ortamından en fazla etkilenenler ve dolayısıyla savaş psikolojisini en derinden yaşayanlardı…”
Bu mücadelenin merkezinde duran “barış sürecine en fazla destek verenler çatışma ortamından en fazla etkilenenler” mağdur insanlardı.
O günün şartlarında Akil Gruplarında yer almayan bu mağdur insanlar örgütün insan kaynaklarını kurutmak için rol almalıydı.
“Mağdurlar” gücünü herhangi bir akademik ortamdan veya sahnedeki şöhretten almıyor. Tek bir güç kaynağı var; “MAĞDUR ve ANNE OLMAK!..”
Akil İnsanlar Heyeti’nin tamamı bu kanaatte buluşmasa da “mağduriyet” kendi yolunu kendi inşa etti. Böylece teröre karşı mücadelede “gündelik çıkar, sıkıntılar ve tuttukları taraf çerçevesinden bakanlar” çıkarak “içi yananlar, bizzat mücadelenin mağdurları” yer aldı.
Van Annelerinin hareketi gösterdi ki her mücadelede “mağdurlar” her zaman sonuç alır çünkü onların çığlığı “Yürekten” gelir…
HDP’nin kapatılarak örgütün siyasi barınağının yok edilmesi tartışmaları sürerken asıl çocuklarını örgüte kaptıran mağdurların HDP üzerindeki kuşatması dikkatlerden kaçmamalı. HDP’nin muhtemelen kapatılması ile ortada kalacak seçmen oyuna çöreklenmek isteyenler ham hayal peşinde.
Çünkü “Analar” HDP’nin sadece binasını değil ruhunu da kapatacak
.
Gafletimiz onların sermayesi!..
5 Mart 2021 02:00
HDP'lilerin fezlekeleriyle ilgili olarak konuşan Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “Mutfakta yangın var!.. diyenler vatandaki yangını ne zaman göreceklerdir? HDP'ye destek PKK'ya destektir. PKK'ya destek şühedaya ve Türkiye'ye ihanettir” dedi.
Sayın Bahçeli’nin bu hitabı toplum genelinde kabul görürken siyasetin bir kanadının sükût etmesi insanın aklına bunların bir çeşit “Afazi” oldukları ihtimalini getiriyor.
Afazi hastasında; beynin bir bölgesindeki hücreleri oksijen ve önemli besinleri taşıyan normal kan desteğini alamadığında ölürler. Söylenenleri idrak edemez, kavrayamaz, tepki veremez. Vatanın birliği, dirliği için yapılan saldırılar karşısında tavır koymayanlarında farklı kanallardan zehirlendiği anlamına gelir.
Anlayışın bu kadar daralması da ancak “İnanç, ilim, fikir, sanat ve ahlâk” kıtlığı ile mümkün.
Eğitimin hâlen millî ve yerli bir zemine oturmaması dünden bugüne gelen tüm sorunların kuluçka yatağı ve temel meselemizdir. Boğaziçi Üniversitesinde Rektör ataması üzerinden hâlen sürdürülen tartışmalar, giderek artmaya devam eden aile içi ve sokaktaki şiddet, terörün siyasette zemin bulmasını sağlayan siyasal destek hep aynı yerden “Ahlak ve Fikrî Fukaralıktan” besleniyor.
Meselenin daha iyi anlaşılması için büyük resme bakalım. Türkiye’de bazı üniversitelerin bünyesinde Konfüçyüs Enstitüleri açıldı. Finansmanını Çin sağlıyor. Çin, ekonomik yayılmacılığına kültürel yayılmacılığı da ekledi. Çin Komünist Partisi’nin yumuşak gücü, 16 yıl gibi kısa bir sürede 154 ülkede 548 Konfüçyüs Enstitüsü açtılar. Bizde de ilki Boğaziçi Üniversitesi olmak üzere 5 noktada açtılar. Maksat Çin propagandası yapmak ve kültürlerini yaymak.
Buna mukabil bizdeki durum; Çin’de Yunus Emre Enstitüsü kurmak bir yana içeride kendi dünyamızda hak ettiği yere oturtma mücadelesi veriyoruz. Toplumda sosyal barışı inşa eden ilim ve irfan sahibi âlimlerin sadece birkaçının adları ve mekânları ilim merkezi olmaktan uzak turizm merkezi kıvamında tutuldu.
Anadolu’da tasavvuf tarihi açısından İstanbul’dan sonra en önemli merkezlerin başında gelen Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki zenginliğin hayata dâhil edilmemesi anlaşılır gibi değil. Mevcut değerler ve onların temsilcileri ihmal edilip yok sayıldığında sosyal kırılmalar ortaya çıkar. Bizi birbirimize yaklaştıracak eserlere, kişilere ihtiyacımız var.
Şırnak Üniversitesi, İlahiyat Fakültesinden (2011/2 yıl: 2 cilt: II sayı: 2) Yrd. Doç. Dr. İbrahim Baz “Güneydoğuda Bir İrfan Merkezi: Serdahl Tekkesi ve Külliyesi” başlıklı makalesinde camisi, medresesi, pîr evi, misafirhanesi, mutfağı, hamamları, ahırı vs. bulunan Serdahl Tekkesi’nin tam bir külliye olduğunu belirterek; “Bölgesinin en önemli irfan merkezlerinden biri olan Şırnak ili, Cizre ilçesine bağlı Bağlarbaşı (Serdahl) köyündeki Serdahl Tekkesi esas itibarıyla bir külliye hüviyetindedir. Cizre’nin çok sıcak olması itibarıyla özellikle yaz aylarında kullanılmış olan bir mekândır. Şu an metruk durumda bulunmaktadır ki çalışmanın amaçlarından biri de günden güne yıpranan ve yıkılan yapının fizikî durumu ve geçmişteki fonksiyonunu kayıt altına almaktır” diyerek külliyenin bugünkü durumuna dikkat çekiyor.
Acaba Anadolu’da hangi uzak mekânda kaç külliye asırlık ihmale karşı direniyor? Burada yıkılan ve yıpranan sadece fizikî yapı değildir. Ruh dünyamız, ahlakımız yıkılıyor.
Kendi medeniyet dinamikleri, iddiaları, idealleri üzerinden eğitim, kültür ve sanat sistemini, kuramayan bir toplum kendi temellerini yıkıyor demektir.
Mevcut medeniyet envanterine karşı lakayt ve korumasız kaldığımızda Medeniyet coğrafyamızın geleceğini kim nasıl koruyacak? İnançlarımızı, ilmimizi, fikir, sanat ve ahlâkımızı hangi aracıyla nesillere aktaracağız?.. Gençlik, sömürgeci ve yozlaştırıcı kültür saldırılarından kime sığınacak?
Yunus’u, Mevlanâ’yı, Mela Ahmet Cüzeyri, Feka-I Tayran ve Mevlâna Halid-i Bağdadî’yi tanımadan, tanıtmadan barışı, sevgiyi nasıl ayakta tutacağız?
İşte maruz kaldığımız yangının odunu bu gafletimizdir...
.
Papa “Ebu Gureyb” zindanlarını gördü mü?..
8 Mart 2021 02:00
Irak işgali tam bir facia, dünya durdukça unutulmayacak, acıyla yâd edilecek bir felâkettir.
Bağdatlı Mustafa Muhammed Haşim’in "20 Mart 2003 Irak'ı kurtarma değil, işgal ve ülkeyi tahrip etme tarihidir" diye tanımladığı Bağdat’ın bombalanmasıyla başlayan işgal sırasında yüz binlerce kişi öldü, 1,5 milyon kişi evlerini terk etmek zorunda kaldı. Orta Doğu’nun En Önemli Kültür ve Sanat Merkezi Bağdat ve diğer şehirler, beldeler harabeye döndü.
Bütün bunlar olurken Papa Francesca neredeydi?
Haçlı seferlerinin zaferini ilan etmek için Bağdat'a gelen Papa celladına âşık bir güruh tarafından davul zurnayla ve coşkuyla karşılandı. Irak ziyaretinde Ülkedeki dinî ve etnik gruplarla ayrı ayrı görüşen Papa Hristiyanlarla dayanışma(!) mesajı vermiş…
Papa Francis'in ziyaretini değerlendiren Türkiye’nin Vatikan Büyükelçisi Lütfullah Göktaş “Papa Irak'taki Hristiyanların yaralarını sarmak istiyor” demiş. Bu açıklama da bir başka trajedi!.. Sanki işgale ve zulme maruz kalan İslam beldesi ve Müslümanlar değil!..
Papa’nın asıl ziyaret etmesi gereken yer, orada işkenceye maruz kalanların yazdığı mektuplarda “Gelin ve yakın bu hapishaneyi bizimle birlikte yakın!..” dedikleri “Ebu Gureyb” zindanlarıydı. Ama Papa’yı oraya götürüp masum insanların maruz kaldığı zulmün hikâyesini anlatacak vicdanlı ve yürekli kimse kalmamış...
Fazla söze gerek yok, Irak’ı yönetenlerin şerefinin gömüldüğü “Ebu Gureyb” zindanlarında saklı hikâyeleri 20.10.2016 günkü yazım ile tekrarlıyorum.
***
“Felluce’den birkaç kilometre ötede Ebu Gureyb şehri var. ABD Irak’a özgürlük(!) getirmek için burayı işgal edinceye kadar dünyada pek tanınmazdı. Saddam döneminden kalan ‘Ebu Gureyb’ hapishanesini ABD’liler koalisyon karşıtları, isyancılar ve muhtelif suçlular için yenileyip içini hemen doldurdular.
Tutukluların çoğu askerî operasyonlarda tesadüfen tutuklanmış veya şüpheli olduğu için kontrol noktalarından toplanmış suçsuz Iraklı sivillerdi.
Aralarında kadınlar, erkekler, ergenlik dönemindeki çocuklar vardı. Tutuklanıp sorgulanmalarının ardından suçsuz bulunanlar hemen serbest bırakılmıyorlardı, oradan çıktıktan sonra isyana katılacaklarından korkuluyordu.
Peki, ne yapılıyordu bunlara?
Çıplak adamlar piramit şeklinde üst üste yığılmıştı ve Amerikan askerleri bu yığının yanında sırıtıyorlardı. Bir kadın asker, çıplak bir mahkûmun boynuna taktığı köpek tasmasının ipini elinde tutuyordu.
Amerikan askerlerinin esirlerini… Zorlayarak onlara işkence yapmaları, acı çektirmeleri ve onları aşağılamaları inanılır gibi değildi, ama görüyordum işte.
Bu görüntüdekiler Saddam Hüseyin’den kurtarılmış Irak’a demokrasi ve özgürlük getirme iddiasıyla gönderilen o iyi huylu (!) genç kadın ve erkekler değil miydi?” (Philip Zimbardo-The Lucifer Effect)
***
ABD askerlerinin tutuklulara yaptığı işkenceler ve tecavüz olaylarının dışarıdan duyulması üzerine halk infiale gelerek Ebu Gureyb ve Taci Cezaevlerine silahlı kişiler tarafından baskın düzenleniyor. Çıkan olaylarda görevli ABD’li askerlerden ölenler ve mahkûmlardan kaçanlar olması üzerine “Ebu Gureyb” kapatılarak mahkûmlar daha küçük cezaevlerine naklediliyor. ABD askerlerinin tutuklulara yaptığı işkenceler ve tecavüz olaylarını belgeleyen fotoğrafların bizzat işkenceyi yapanlar eliyle basına sızdırılmasıyla işgalciler dünya kamuoyunda büyük tepki aldı.
Irak’ı “özgürlük getirmek” için işgal edenler bir medeniyeti tarumar edip “Ebu Gureyb” zindanlarına gömerken ortalıkta görünmeyenlerden Şii bir aileden Bağdat doğumlu Başbakan Haydar el-İbadi o günlerde Türk askerini işgalci ilan etmekle meşguldü.
Bugün de değişen ne var. Haçlı seferlerinin zaferini ilan etmek için Bağdat'a gelen Papa davul zurnayla ve kadınlı erkekli guruplar tarafından “tef çalıp, gerdan kırıp kalça sallayarak” karşılanıyor…
Yazıklar olsun!..
.
Bu da geçer!..
15 Mart 2021 02:00
Her salgın gibi nihayetinde bu salgın da bitecek... 1908-1910 seneleri arasında Anadolu’yu etkileyen kolera salgını, yaşanan büyük salgınlardan birisidir. Kafkasya ve İran’da ortaya çıkan kolera salgını deniz sınırı olduğundan dolayı Trabzon üzerinden kervanlar, çerçiler, asker sevkiyatları, göçler, hac seyahatleri gibi nedenler Anadolu’ya yayılmasına zemin hazırlamışlardı...
Kolera salgını en şiddetli seyrini 1909 senesinin Haziran-Temmuz-Ağustos aylarında göstermiş 1910 senesi Ekim ve Kasım aylarında bitme noktasına gelmiştir...
Yaklaşık bir yılı aşkın süredir hayatımızı zorlaştıran Covid-19 salgınının da geçmişte olduğu gibi alınan tedbirler ve aşı uygulaması ile yakın zamanda sona ereceği umudumuz güçlü. Ancak bu bitiş yeni bir mücadele sürecinin başlangıcı olacaktır.
Pandemiden sonra artık dünyanın eskisi gibi bir yer olmayacağı, insanlık âleminde pek çok şeyin değişip yeni bir döneme girmesi ve tüm dünyayı etkisi altına alan bu durumun köklü siyasi, ekonomik ve toplumsal sonuçlarının olması kaçınılmaz olacaktır. Bu süreç sağlıklı topluma ulaşmak için pek çok sosyal travmayla mücadeleyi de kapsamaktadır.
Muhtemelen bu mücadelenin ilk cephesi sarsılan orta sınıf ekonomisinin tamiri olacak.
Geniş bir tabana sahip orta ölçekli işletmeler ekonominin merkezini temsil durumundadır. Restoran, kafe ve benzeri hizmet işletmeleri, küçük istihdamlı imalatçılar, özel eğitim kurumları uzun süredir faaliyetine ara verdi. Bunların yakın gelecekte aynı sermaye ve iş gücü ile kaldıkları yerden devam etmelerini beklemek iyimserlik olur. Hangisinin ne kadar hasar aldığı incelemeyi gerektirir...
Pandemi süresince destek olarak aldıkları uzun vadeli borçlanmalar, kaybettikleri eğitimli insan kaynaklarının telafisi kendilerini zorlayabilir... Salgın sürecinde insanların çalışamaması ve bazı meslek gruplarının mesleki faaliyetlerini bir planlama yapamadan kesmek zorunda kaldılar. Bu durumun etkileri karantina kalktıktan sonra da sürmektedir. Geçmiş deneyimler meydana gelen kayıpların ciddi sosyoekonomik sıkıntılar ve pandemi sonrası ruhsal hastalık belirtilerinin gelişmesi için bir risk faktörü olduğunu göstermiştir.
Bu sonuç muhtemelen öncelikle ölümler ve ekonomik etkilerle bağlantılıdır. Ancak sosyal ağların bozulması ile de ilişkili olabilmektedir. Düşük gelirli bireylerin, yüksek gelirlilere göre geçici kayıplardan ruhsal bakımdan daha çok etkilendiği düşünülmektedir. Karantina döneminde çalışamamaya bağlı mali kayıpların devlet tarafından mümkün olabildiğince tazmin edilmesi, karantina boyunca düzenli gelirlerini kaybetmiş olan kişilere de mali destek sağlanması bir koruyucu ruh sağlığı tedbiri olarak görülmelidir.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Genel Direktörü Tedros A. Ghebreyesus, yaptığı açıklamada pandeminin ruh sağlığı üzerindeki etkisinin uzun yıllar süreceğini belirterek "İkinci Dünya Savaşı'nın ardından çok sayıda hayatın etkilenmesi nedeniyle dünya kitlesel travma yaşadı. Koronavirüs pandemisinde ise daha fazla hayat etkilendi" ifadelerini kullandı.
Salgın sonrasında sağlıksız yeme veya uyku alışkanlıklarında değişiklikler (Geç uyku ve geç uyanma), umutsuzluk, mutsuzluk, sinirlilik ve “kontrol dışı” davranışlar, şiddetin yaygınlaşması, dikkat ve konsantrasyon zorluğu, sosyal medya kullanımında bağımlılığın artması, sosyal ilişkiden kaçınma (aile ve arkadaşlardan iyice uzaklaşma), baş veya vücut ağrısı, alkol, tütün veya diğer ilaçların aşırı kullanımı gibi etkilere neden olabilir.
Dolayısıyla pandemi dönemlerinde bu geçiş sürecini doğru bir şekilde yönetebilmek için tıbbi müdahalenin yanında ruh sağlığı açısından da psikososyal destek hizmetlerine ihtiyaç duyulmaktadır.
Hastalık ve ölüm riski ile karşılaşmak, bir yakınını kaybetmek, insanlara hayatının anlamını, yakın ilişkilerini, gelecekle ilgili beklentilerini ve önceliklerini yeniden gözden geçirmelerine hatta ağırlıkları atmalarına fırsat verdi. Hiçbir şey eskisi gibi olmasa da salgın sürecinde askıya aldığımız “dostlukların” ne kadar önemli olduğunu fark ettik.
Bu yeni mücadele dönemde en büyük gücümüz yine onlar olacak
.
Anaların kuşatması sandığı sardığında!..
22 Mart 2021 02:00
HDP'nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi'nde (AYM) açılan dava iddianamesinde yer alan HDP yöneticilerinin basına verdiği demeçler, sosyal medyadaki paylaşımlar ve haklarında açılan davalarla ilgili ayrıntılar bu sayfaya sığmaz. Zaten muhataplardan da bunu inkâr eden yok. İkna gerekmiyor çünkü inkâr yok… İşin çivisi çıkmış! HDP yönetici ve milletvekillerine devlete ve yargıya meydan okuma cüretini veren ABD ve AB ağaları değil arkalarında garanti gördükleri siyaset tabandır. Hatta kapatma davasının birkaç puan artışı temin edeceğini söyleyenler de var. Asıl incelenmeye muhtaç olan kapatma talebi gerektiren bu kadar yasa dışı işlerine ve kamuoyundaki yaygın terör örgütü algısına rağmen bu kadar oyu torbasına nasıl koyduğudur!..
Bu kadar hengâmeye rağmen HDP'ye dönüp, “şiddetle aranıza mesafe koyun, PKK terörünü kınayın" demeyen Kılıçdaroğlu, Akşener, Karamollaoğlu, Davutoğlu ve Babacan’ın iştahını kabartan da muhtemelen HDP’nin kapatılması durumunda ortada kalacağını umut ettikleri seçmenden pay almak için onlara şirin görünmektir.
Muhtemelen kapatılması durumunda HDP’ye ön açacak yeni bir parti kurmanın engellenmesi ihtimali onların seçmeni kendi hanelerine kaydırma gayretini körüklüyor. Kamuoyundaki büyük çoğunluk HDP'nin kapatılmasını destekliyor. Peki desteklemeyenler özellikle CHP ve İP bunu nasıl izah ediyor?
HDP’nin kapatılmasının Türkiye’deki seçmenlerin iradesine zarar vereceğini iddia ederek “Türkiye’deki demokrasiyi daha da sarsacak ve milyonlarca Türk vatandaşını seçilmiş temsilcilerinden mahrum bırakacaktır” diyen ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price ve “Ülkenin ikinci en büyük muhalefet partisinin kapatılması Türkiye’deki milyonlarca seçmenin hakkının ihlal edilmesi anlamına gelir” diyen AB Başkan Yardımcısı Borrell de seçmen tabanını hedefe alıyor.
Terörü içeriden ve dışarıdan destekleyenler; içeride örgütü siyaseten meşrulaştırma dışarıda ise silah ve mühimmat yığınağı ile besliyor. Kapatma davası ile uyduracakları mağduriyet hikâyeleri üzerinden seçmen tabanını istismar ederek nemalanmaya çalışacaklardır.
Bugüne kadar örgütün bir siyasi parti kimliği ile açılan yoldan kendisini Meclis’e taşıyan seçmene sırtını dönüp dağdan gelen talimatlarla siyaset yapması trajik ve acı verici bir durum. Kapatma sonrası muhtemelen siyasi ve demokratik izlenim vermek için yine isim değişikliklerine giderek kamuoyundaki terör örgütü algısından kurtulmaya çalışacaklar.
HDP’nin sürüp giden bu dağdan gelen talimatlarla siyaset yapma oyunu ve bunu saklama ihtiyacı bile duymayan meydan okumasına devletle birlikte seçmen tabanı da sessiz kalamaz.
Nitekim çocuklarının dağa kaçırılmasından HDP'yi sorumlu tutan Diyarbakır anneleri yaptıkları açıklamada “HDP'nin içyüzünü artık bütün Türkiye görsün. Biz her türlü ifade vermeye hazırız. Para karşılığında çocuklarımızı sattılar. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na çok teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun çünkü mağduriyetimizi biliyorlar” diyerek Anayasa Mahkemesi’ne açılan davaya destek verdiler.
Coğrafyayı parçalamak isteyen PKK’nın alanını daraltacak olan asırlık saldırılarla hasar almış olsa da yine kadim kültürümüzdür. Eğitim sistemini, kültür, sanat ve medya hayatını, medeniyet değerlerimizi, köklerimizi yeniden inşa edemezsek bu mücadeledeki en güçlü aracımızdan mahrum kalırız.
Başlangıcından beri bu kültürü diri tutan bölgenin Müslüman halkının, kanaat önderlerinin, İslâmî çevrelerin ve cemaatlerin ihmal edilmiş tarihî rolleri ve sorumluluklarını hatırlayarak sahada yer alması gerekir.
Bir siyasi partinin kapısında aylarca nöbet tutan bir anne “Çocuğumun burada kaybolduğunu biliyordum. Kaybolduğu yerde arıyorum. Artık nerede açılırsa açılsın enselerinde olacağız. Nerede olursa olsun orayı da kapatacağız” diyorsa artık tartışacak ne var!..
Anaların kuşatması sandığı sardığında bakalım ne yapacaklar!..
.
“Melanet Sözleşme”den kurtulduk...
26 Mart 2021 02:00
Çok kısa bir süre içerisinde halka rağmen imzalanmış TBMM’de maaş artırımı dışında hiçbir konuda anlaşamayan dört partinin oy birliği ile onaylanan, kadın cinayetlerini önleme maskesi altında eş cinselliği, sapkın evlilikleri yasayla koruma altına alan ve ailenin temeline dinamit koyan melanet “İstanbul Sözleşmesi” çöpe gitti… Çok şükür...
Ancak gitmesi gelmesi gibi sessiz sedasız çaktırmadan olmayacak ve çok gürültü çıkaracak.
Uygulamaya konduğu günden itibaren kadına yönelik şiddet, cinayet, tecavüzü önleme kılıfı altında ailenin başına nasıl bir belanın musallat edildiğini feryat edip durduk. Fincancı katırları ürkmesin diye aklına ve gözüne perde inenler geride kalan zaman içinde aldığımız hasarı nasıl onaracak?
Son altı yılda evden uzaklaştırılma kararı aldığı için ailesi, akrabaları, mahallesi tarafından horlanan, küçük düşürülüp aşağılanan ve öfke nöbetlerine itilen erkek sayısının üç milyona yaklaştığı belirtiliyor. Evinden uzaklaştırma kararı aldıktan sonra eşini öldürenlerin sayısı hakkında henüz bir çetele yayınlanmadı.
Bu "maskeli sözleşme"nin sapkın ilişkileri nasıl meşrulaştırıp, topluma dayattığını, 8 Şubat 2019 tarihinde gazetelere düşen “Koca, aldatılan ve işsiz olmasına rağmen kendisini aldatan ve mahkemece tam kusurlu bulunan karısına tedbir nafakası ödemeye mahkûm edildi…” haberlerini acı içinde izledik. (*)
Toplumsal değerler bu durumda aldatan kadının ve aldatan erkeğin cezalandırılmasını öngörür. Geleneksel toplumsal değerlere göre aldatan kadın “namussuzdur” sevgilisi erkek ise “ırz düşmanıdır” ve her ikisi de zanidir.
Ancak sözleşme aldatan erkeğe ve aldatan kadına herhangi bir cezayı uygun görmezken; “Kocaya aile birliği içinde de olsa karın da olsa kimsenin cinsel hayatına karışamazsın, eğer bundan rahatsız olup boşanmaya kalkarsan seni cezalandırırım!” demiş oldu.
Daha neler… Bitmedi;
Bu melanet sözleşme “Hiçbir istisna koymadan toplumsal cinsiyetlerin önünde engel olabilecek kalıp roller, ön yargılar, örf ve âdetler, gelenekler ve tüm uygulamaların kökünün kazınması için devlet tüm tedbirleri alır" demekteydi. Yani, din, gelenek, örf, namus bu sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemi için gerekçe oluşturmamasını sağlar demekteydi.
Nitekim bazı öykü ve resimli kitaplarda erkek ve kız vurguları “cinsiyet ayırımcılığı” olarak değerlendirilip erkek ve kızlığı hatırlatan her şeyin kaldırılması için çalışmalar yapılmaya başlanmıştı.
Bitmedi; bu mahut sözleşme parçalanmakta olan bir aile yeniden birleşmesin diye tedbir alıyor(!) çiftlerin arasını bulabilecek uzlaşmacılara da “… Devlet, uzlaştırma dâhil zorunlu alternatif uzlaşmazlık çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır” diyerek yasak getiriyordu.
Kendi ülkesi sözleşmeye dâhil olmayan ama bizim sözleşmeden çekilme kararımızı “derin bir hayal kırıklığı” olarak değerlendiren ABD Başkanı Biden bile Türkiye’nin sözleşmeden ayrılmasından “… Küresel çapta kadına karşı şiddete son vermeyi amaçlayan uluslararası hareket için cesaret kırıcı bir geri adım" diyerek rahatsız olmuş!..
Uygulanmaya başlanmasından bu yana kadın cinayetleri artmasına rağmen içeriden ve dışarıdan birileri neden ısrarla bu melanet tezgâhı ölümüne savunuyorlar? Çünkü; aileyi sinsice ortadan kaldırarak toplumun altını oyan tehlikeli oyunları bozuldu!..
Daha çok bağırırlar…
.....
(*) (https://www.yenisafak.com/gundem/yargitay-issiz-kocanin-kendisi-aldatan-karisina-nafaka-odemesine-hukmetti-3445513)
.
Kundakçı Neron” Vakası...
5 Nisan 2021 02:00
Hafta sonunda dikkat çekici bir haber...
Kâğıthane’de son 1 yıl içerisinde minibüs, motosiklet, kulübe gibi birçok yeri kundaklayan “Neron Ümit” lakaplı 28 suç kayıtlı şahıs, adliyeye sevk edildi. "Akıl sağlığının yerinde olmadığına dair" raporu bulunan şahıs, çıkarıldığı mahkemece yine serbest bırakıldı.
3 adet “mala zarar verme”, 4 adet “hırsızlık”, 2 adet “yangın”, 2 adet “Ateşli silahlar kanununa muhalefet”, 8 adet “kullanmak için uyuşturucu madde bulundurmak ve kullanmak”, 5 adet “yaralama” ve 3 adet “görevi yaptırmamak için direnme” suçlarından kaydı ve araçlarının üstüne çıkarak zarar vermesi nedeniyle geçtiğimiz kasım ayında vatandaşlar tarafından tekme tokat dövülmüştü. “Kundakçı Neron Ümit”in yine serbest kalması, mahalleliyi isyan ettirdi.
İçinde insan olan bir araç kundaklanmadan mahalle sakinlerinin bir hâl çaresi aradığı Neron Ümit Vakası bugünkü “Modern Tedavi Usulleri” kurulmadan önce Osmanlı döneminde yaşansaydı ne olurdu?
Osmanlı Devleti’nde akıl hastalarının tedavisi ve topluma zararlarının önlenmesine yönelik olarak “bîmâristan, bîmârhâne, tımarhane, şifâhâne veya dârüşşifâ” denilen hastaneler yapılmıştı. Osmanlı diğer hastalıklar gibi akıl hastalıklarına özel dârüşşifâ kurmak geleneğini, vârisi bulunduğu Selçuklulardan aldı. Bu sağlık kurumlarında, bedensel ve zihinsel hastalıkların şifa bulmasında birtakım uygulamaların yer aldığı bilinmektedir.
“Deliliğin” hastalık olduğu 16. asır Avrupası’nda bilinmiyordu. 1818’de Fransa’da akıl hastaları, hayvanlardan ve canilerden daha kötü muamele görürdü. Şeytan tarafından ele geçirilmiş yaratıklar olarak algılanan akıl hastaları ateşte yakılır, işkenceye uğrar, sonunda ruhları şeytandan kurtarılmış(!) şekilde ‘Öbür Dünya’ya havale edilirdi...
Psikolojik sağlık ve bedensel sağlık arasındaki ilişkiyi bilen Osmanlı hekimleri farklı usul ve teknikler ile hastaların iyileşmesini hedeflemiştir. Avrupa toplumu da ileri yıllarda bu alandaki hastalıkların tedavi ve hastane yaklaşımlarını İslam toplumlarından alarak uygulamaya koymuştur.
Osmanlı’da, suçun mahiyeti ne olursa olsun, hekim teşhisi ile akıl hastalığı belgelenen kişi, sadece “hastaneye kapatılır ve iyileşmeden salıverilmezdi...”
Cevdet Paşa diyor ki: “Abdullah Ağa adlı bir hasta, Ayasofya Camii’nde sabah namazını kıldı. Namaz biter bitmez kılıcını çekti, cemaatten birini yaraladı. Cemaatin takibi üzerine Soğuksu’ya doğru kaçarken orada da bir çocuğu yaraladı. Yetişen zabıta memurları tutuklayıp Bâb-ı aliye getirdiler. İlk bakışta aklını yitirdiğine karar verildi. Ancak hekim kararı gerekiyordu. Gelen hekim, aynı teşhiste bulundu. Hiç ceza verilmedi. İyileşinceye kadar kalmak üzere Süleymâniye Dârüşşifâsı ilgili birimine gönderildi...”
Gelelim Kundakçı Neron Ümit’in bugünkü durumuna... Kanun “Kişinin “algılama” ve “irade” yeteneklerinden birinin bulunmaması hâlinde ceza ehliyetinin bulunmadığı kabul edilir, işledikleri suçlar nedeniyle cezalandırılmazlar. Ancak, haklarında akıl hastalarına özgü güvenlik tedbirlerine hükmedilebilir” diyor. (TCK m. 32/1)
Bu anlaşılabilir bir hüküm ama “hastaya özgü güvenlik tedbirlerine hükmedilebilir” uygulaması nerede? 28 defa araç kundaklamış birisi sokakta ne arıyor? Yarın içinde insan bulunan bir aracı kundaklayıp can kaybına sebep olursa sorumlusu kim?
En önemli gündem maddemiz olması gereken “Hukuk Reformu” gündemin hengamesinde buharlaşırken sürekli yaşanmaya başlayan “tacizciye-hırsıza-dolandırıcıya-kapkaççıya meydan dayağı!.. yakaladığı yerde mahalleli tekme tokat dövdü...” haberleri “ceza ve infazın” zeminini kaybedip sokağa taştığını gösteriyor…
Mahalleli de ölçüyü kaçırırsa ne olacak
.
Başkasıyla konuşmayan kendisiyle konuşmaya başlar!..
9 Nisan 2021 02:00
Yeni hayat biçimi ve teknolojiler “hız, acele ve yetişememek korkusu, derdimizi en kısa yoldan anlatma telaşı" ortaya yontulmuş bir dil çıkardı. Buna “sosyal medya dili” diyorlar.
Asrımız “sürat asrıdır” diyerek makul zaman sınırlarını zorlamamak gerekir. İşlerimizi içini boşaltmadan düzgün yapabilmemiz için “her iş hak ettiği zamanı almalıdır.” Sürat felakettir sözü trafik kazalarını önleme maksadıyla söylenir. Ancak “sürat” hayatın her alanında risk taşımakta ve felaketlere sebep olmaktadır.
Hız, insanın durup düşünmesini imkânsızlaştırıyor… Hız yapacağım diye 'Dil’i törpülemekle kendi hayatımızdan çalıyoruz. Duygu ve düşüncelerimizi dilimizde iyi ifade edemezsek karşımızdaki ile iletişim kuramayız ve anlaşamayız. Hâlbuki kendini yeterli ifade edebilme, derdini anlatabilme, gönülleri fethetme, muhatabın ikna edebilme, başarı ve saygınlık kazanma, insanlarla sağlıklı iletişim kurabilme güzel konuşmaya bağlıdır. Güzel konuşma da sırtını zengin bir dile dayar.
Budanarak fakirleşmiş ve argolaşmış dilin yol açtığı iletişim bozukluğunun en görünür zararı; aile içi şiddet, boşanmaların artması, giderek sıradan vaka sayılan çoğu yaralama bazen de ölümle sonuçlanan sokak kavgalarıdır.
Türkiye ve dünyada aile içi şiddet ve boşanmaların önemli bir bölümünün “özellikle kullanılan kötü dil, yanlış söz seçimi” yüzünden, kendini yeterince anlatamamaktan kaynaklandığı bilinmektedir. Başkalarıyla günlük hayat içinde yaptığımız tartışma ve kavgalar da kötü seçilmiş yanlış bir sözle başlamaktadır.
Huzur bozan bu tabloyu itiraf edelim ki sosyal medya diline borçluyuz(!) Sosyal medya dili ne yazık ki sadece sosyal medya alanında kalmıyor. Bu dil, günlük konuşma, yazma dilimize, eğitim dilimize, yüz yüze konuşmalarımıza da yansıyor. Sosyal hayatı, aile içi ve toplumsal ilişkileri sert ve zevksiz kılıyor. Onlarla bu uyduruk kısaltılmış resim ve ikondan ibaret dili kullanarak iletişim kurmaya alışıyor, yüz yüze geldiğimizde konuşamıyor, anlatamıyor ve zorlanıyoruz.
Tam bir sokak ağzından ibaret bu dil ile konuşmak kasap bıçağı ile beyin ameliyatı yapmak gibi bir şey. Bu dil insanların zamanının büyük bölümünü sosyal medya üzerinden sataşma ve cebelleşmeleri ile geçirmesine yol açıyor...
Yunus Emre “Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı/Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz” ikazını sanki bugünler için söylemiş. Yanlış anlaşılma korkusu insanı susmaya mahkûm ediyor bazen. Oysa "Konuşamamak" insanın buharlaşması, hayatın anlamını kaybetmesi anlamına gelir.
Dildeki tahribat öylesine büyük ki; değil dışarıdaki başka insanlarla aile içinde bile anlaşma aracı olmaktan çıkıp “kavga” sebebi olmaya başladı. İlişkiler kuramıyor; hem yaşadığımız ortamlarda, coğrafyada, hem dünyadaki sorunları anlamakta zorlanıyoruz.
Yavuz Bülent Bakiler bu savrulma için "Türkçemizin de budanması, çirkinleşmesi, uyduruk kelimelerle delik-deşik edilmesi hırpalanması, her türlü terör katliamından çok daha büyük felaketlerle yüklüdür. Dehşetle görüyorum ki, katiyen kısıtlanmayan en büyük hürriyet, Türkçemizi tahrip hürriyetidir. Dilimizi, istediğimiz gibi bozma, onu basit bir kabile dili hâline getirme serbestimizdir” tespitini yapmıştı.
Derdimizi anlatırken kelimeleri kullanmak yerine sosyal medyanın “çivi yazısını” kullanma alışkanlığını nasıl ve nereden aldık? “Her nesil, kendisinden önceki neslin Türkçesinden koparak yetişiyor” diye sızlanırken aynı ailenin fertleri bile birbirlerini anlamakta acze düştü.
İletişim çağında yaşıyoruz ama en büyük dert insanın yalnızlaşması.
Yalnız kalan insan konuşma, yorumlama kendini ifade etme, konuşulanları anlama yeteneğini zamanla kaybeder. Buna tıpta “Afazi hastalığı” deniyor. Afazi hastası ne kendi derdini anlatabilir ne de başkasının derdini anlayabilir. Başkasıyla konuşamayan kendisiyle konuşmaya başlar, ona da ne dendiğini herkes bilir.
.
Aksi hâlde!..
12 Nisan 2021 02:00
Neden çok partili hayatımız boyunca koruma altındaki siyasi muhalefet iktidarlara karşı “tehlikede gördükleri demokrasiyi kurtarma" gayretinde oldular? Neden İktidarın sosyal, ekonomik ve dış politika icraatlarını demokrasi için tehdit olarak görüyorlar? Neden halkı ikna yerine vesayet merkezlerine sığınıyorlar?
Nasıl oluyor da kendileri dışındaki kesimi demokrasi için tehdit ilan ediyorlar? Bu görüşün kaynağı “kendilerini, ülkenin, devletin, siyasetin ve kurumların sahibi” olarak görmeleridir.
İnsan bilgi kaynağını vesayetçiler ile sınırladığında hareket etme yeteneğini kaybeder. Çünkü geniş açıdan bakıldığında durum hiç de onların anlattığı gibi görünmüyor. Geçenlerde Amerikalı siyaset bilimci Fukuyama “American Purpose” dergisinde yayımlanan “Orta Doğu'da homurdanmak” başlıklı makalesinde “Türkiye, kendini büyük bir bölgesel güç aktörü seviyesine yükseltti” tanımlaması ile farklı bir yere taşıyor.
Sormadan edemiyor insan, Fukuyama ile bu muhalefet aynı Türkiye’den mi bahsediyor?
Fukuyama, Türkiye'nin son yıllarda ürettiği silahlı insansız hava araçlarının hem günümüz savaş taktiklerini hem Türkiye’nin konumunu değiştirdiğine dikkat çekerek "Bu süreçte Türkiye, daha fazla sonuç üretme kabiliyetiyle kendini ABD, Çin veya Rusya'dan daha fazla ve büyük bir bölgesel güç aktörü seviyesine yükseltti" yorumunu yaptı.
Fukuyama’nın “bölgesel güç” olarak tanımladığı Türkiye nasıl oluyor da içeriden “rotasını şaşırmış” görünüyor?
104 emekli amiral yayınladıkları bildiride “... son günlerde basında ve sosyal medyada yer alan kabul edilemez nitelikteki bazı görüntüler, haber ve tartışmaları değerlerin dışına taşarak Atatürk'ün çizdiği çağdaş rotadan uzaklaşma çabası” olarak değerlendirip, ülkeyi “bunalımlı ve bekası için en tehlikeli olayları yaşama risk ve tehdidi ile karşılaşma" yolunda görüyorlar?
Gece yarısı bildirisinin tepki alması üzerine CHP Sözcüsü Faik Öztrak, "insanların görüşlerini açıklama özgürlüğü'nün kısıtlanamayacağından” söz etmiş.. Muhtırayı siyasi iktidarı sandık dışı eylemlerle terbiye etmek için bir fırsat olarak görünce, bildiri üzerinden parmak sallama “görüşlerini açıklama özgürlüğü” olarak tanımlanır….
104’ler muhtıra finalinde yer alan hüküm maddesinde “rotadan uzaklaşma çabasından” geri dönülmesini muhatabını ajite maksatlı olarak kullanmakta ve “Aksi hâlde…” ibaresi ile parmak sallamaktadır.
Bu bildiride kullanılan ifadelerin üslubu, bildirinin kaynağı ve muhatapları dikkate alındığında “görüşleri açıklama özgürlüğü” olarak yorumlamak ancak arkasında durmakla izah edilebilir. Bakın eski darbelerden sonra darbecilerin kendilerini ve darbeyi aklamak için verdikleri beyanlarına.
Tamamı darbeyi “tehlikede gördükleri demokrasiyi kurtarmak için yaptıkları” ve darbenin masumiyet karinesi olarak da iktidarı “ikaz etmiştik… ama dikkate almadılar, alsalardı darbe de olmazdı” diyen ibarelerle başlar.
“Demokrasi” siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, vatandaş ve kurumların kendi görüşlerini ifade edebildiği bir ortak hayat alanıdır. Siyasi iktidarın kararlarına her demokratik kurum kendi fikrini açık beyan ile katkı sağlar.
Bu fikirler seçmeni-kamuoyunu ikna etmek için kullanılırsa saygıyı hak eder. Eğer darbecilere yön verip iktidarı hedefe koyup harekete geçirmek için altyapı kurmada kullanılırsa hem toplumda karşılığı olmaz hem de meşruiyetini kaybeder…
Herkesin görüşünü açıklama özgürlüğü vardır ama kimsenin muhatabına kendi doğrusunu dayatarak tehditle hizaya getirme hakkı yoktur…
.
Zorba saldırılar ve hiç olmak!
19 Nisan 2021 02:00
Merhum Turgut Özal muhafazakâr ve demokrat siyasete alan açan, “hassolar-memolar” diye etiketlenen ezik muhafazakâr siyasetçi profilini kaldıran bir şahsiyetti. Özal’la başlayan bu sivil siyaseti meşrulaştırma mücadelesi hâlâ devam etmektedir. Çünkü bu “ayrılıkçı-ötekileştirici düşünce” politikadan taşarak hayatın kültür, sanat, sosyal her alanını ayrık otu gibi sarmış.
Bu düşünceyi büyütüp besleyen ve azmanlaştıran da bunların içerideki mağdurlar tarafından ciddiye alınmasıdır. Müzisyen Erkan Oğur’un da maruz kaldığı saldırı ve karşısındaki eziklik bu türün son örneğidir.
Müzisyen Erkan Oğur Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ile yaptıkları bir türkü düzenlemesinin ardından kendi mahallesinden öyle bir ağır eleştiri aldı ki tam bir geri dönüş yaparak "İbrahim Kalın'la çalışmak hataydı" deyiverdi.
İbrahim Kalın'ın kendisine ait olan "Hiç oldum" adlı türküsüne kopuz ve gitarla eşlik eden Erkan Oğur menfaat sağlamak için müzik yapmakla suçlanınca birlikte aldığı “susma kararından” vazgeçip "Ne çaldığımı bile unuttum, öylesine bir işti zaten…" diyerek kendini mahallenin hışmından sıyırmaya çalışmıştı. Ama nafile mahallenin çivisi çıkmış bir kere…
İbrahim Kalın da Erkan Oğur’un bu beklenmeyen açıklaması üzerine “şaşırdım ve üzüldüm. Keşke müzisyen Erkan Oğur kendi irademiz ve muhabbetle paylaştığımız bu güzelliğin üzerine düşmeseydi. Canı sağ olsun, herkes nasibinde ne varsa onu aldı” dedi.
Türkiye’de büyük bir alan kapma kavgası yaşanıyor. Merhum Menderes ile başlayan muhafazakâr siyaset ve dünya görüşünün sahadaki var olma mücadelesi hâlen spordan siyasete, sinemadan, tiyatroya, müzikten, yayıncılığa, yazılı ve görsel medyaya kadar her alanda sürüp gitmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın muhtelif zaman ve ortamlarda kültür ve sanat alanındaki bu zaafa "Medyamız en modern altyapıya sahip ama bizim sesimizi yansıtmıyor. En haklı olduğumuz konularda bile dünyaya kendimizi anlatamıyoruz" ifadeleriyle dikkat çektiği herkesin malumu.
Şikâyetçi olduğumuz “Kendini anlatamama”nın sebebi, uzun yıllardır “muhaliflerin muhafazakârları içe dönük, dış dünyayı takip etmeyen, etrafına duvar örmüş bir kitle olarak görmelerinden kaynaklanır” görüşüne dayandırıldı.
Bu düşünce muhafazakârların maruz kaldığı muamele ile de güçlendirildi.
Mevcut düzeni kuranların muhafazakâr siyaseti nasıl gördüğü ile ilgili olarak Ankara'nın kudretli(!) valilerinden Nevzat Tandoğan 1944 yılında tutuklanıp huzura çıkarılan rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti’ye şöyle der: "… Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek."
Ancak geldiğimiz yerde fark ediyoruz ki: “Karşı tarafın bizi nasıl gördüğü kadar bizim de kendimizi nasıl gördüğümüz önemlidir…”
Özel hayatta da rastlandığı gibi, bazılarının rakip gördüğü bazılarını hayatın dışına atmak için damgaladıkları tarihte sıkça görülen bir durumdur. Çoğu defa maruz kalınan bu haksızlığı geçerli hâle getiren mağdurların da bu yalanları tekrar ederek büyütmeleridir.
Goebbels’in deyimiyle; “Yeterince büyük bir yalan söyler ve onu tekrar etmeye devam ederseniz, insanlar sonunda ona inanmaya başlayacaklardır. Yalan büyük olsun ve çok söylenen, tekrarlanan yalan tekrarlayanların hakikati olur…”
Yaşadığımız öyle bir dünya ki; küresel etkileşimler “bağımsız bir yeni insan tipi” inşa ediyor. Millî ve manevi değerleri aşınmış bir insan… Herkes kendisinin nerede durduğuna bakmalı. Eğer ait olduğu bir yer yoksa söylenecek tek şey var: “Hiç oldum!
.
Cehalet yok edildiğinde cezaevleri boşalır...
23 Nisan 2021 02:00
Geçtiğimiz yıla ait istatistikler, cezaevlerindeki kişi sayısının yüzde 10 artarak 291 bin 546’ya yükseldiğini ortaya koydu. Yine bu dönem sonu itibariyle son 5 yılda muhtelif tipte 94 adet ceza infaz kurumu inşa edilerek hizmete açıldı. Hâlen ülkemizde 355 adet ceza ve infaz kurumu bulunuyor.
Bu konuya nereden girdik?.. Önceki gün bir açıklama yapan Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Yunus Alkaç, hükümlü ve tutukluların okuma alışkanlıklarını artırmak için kampüs cezaevlerinde “Halk Kütüphaneleri”nin kurulacağını söyledi.
Alkaç “… Açık cezaevlerimizde ve bir kısım kampüslerimizde var. Buradaki hükümlüler öğrenci gibi gidecek bu kütüphanelerden faydalanacak, kitabını okuyacak. 1 Ocak itibarıyla cezaevlerinde otomatik iyi hâl dönemi sona erdi. İyi hâlli olup olmadığını tespit kriterlerden biri de hükümlülük süresi içerisinde okumuş olduğu kitap sayısı. Bu, onun iyi hâl puanına doğrudan etki ediyor” dedi
Hepimiz suç ile mücadelenin sadece polis ya da güvenlik görevlilerinin yapacağı bir iş olmadığını biliyoruz. Aileler, politikacılar, hukukçular, eğitimciler, bilim insanları iş birliği içinde bu mücadeleyi yürüttükleri takdirde başarıya ulaşılabilecektir.
Bu hamle de karşılıksız kalmaz ancak bizim önceliğimiz “içeriye girenleri azaltmak” olmalıdır. “Bir suçla mücadelenin en etkin yolu o suçun işlenmesini engellemektir.” Kitap ve kütüphane insan inşasıdır, hayatın kalitesini artırır. Eğer, dışarıda, kütüphane-okuyucu ilişkisini artırır, güçlendirirsek suçu önler, cezaevlerindeki hükümlü ve tutuklu sayısını düşürürüz.
Kitap okumanın insan hayatını iyileştirdiğini anlatarak “Kitap ve Kütüphaneyi” sevimli hâle getirmek zorundayız.
İşte size Kitap ve Kütüphaneyi sevdirecek bir gerçek hikâye.
Niagara Şelalesi, Kuzey Amerika’nın doğusunda ABD ile Kanada arasında, Niagara Nehri üzerinde bulunmaktadır. Aslında ilk duyulduğunda tek bir şelale olduğu sanılan Niagara Nehri’nin üzerinde üç şelale bulunmaktadır.
Niagara Nehri üzerinde bilim adamı Nikola Tesla tarafından kurulmuş hidroelektrik santralleri bulunmaktadır. Bu tarihte kurulan bu ilk elektrik santralleri sayesinde hem ABD’ye hem de Kanada’ya elektrik üretilir.
Nikola Tesla diyor ki: “Sekiz yaşıma kadar karakterim zayıf ve tereddütlüydü. Üretmeye ne cesaretim ne de gücüm vardı. Duygularım, dalgalanır, kabarır ve aşırılıklar arasında durmadan değişirdi. Hayattaki acılar, ölüm ve korkular altında eziliyor, korkarak yaşıyordum.
Sonra birdenbire tüm hayatımın gidişatını değiştiren muazzam bir şey oldu. Babamın büyük bir kütüphanesi vardı ve bir yolunu bulabildiğim zamanlarda o kütüphanede okuma hevesimi gidermeye çalışırdım. Babam izin vermez, gizli gizli okuduğumu anladığında mumları saklar, gözlerimi mahvetmemi istemezdi.
Fakat mum yağı buldum, fitil yaptım, kalay kalıplarına dökerek çubuk şeklinde mumlar yaptım. Her gece anahtar deliğini, aralıkları, çatlakları iyice kapatıp herkes uyurken şafak sökene kadar OKUDUM…
Çocukken Niagara Şelalesiyle ilgili okuduğum bir tasvirden büyülenmiş ve hayalimde şelalenin döndürdüğü koca bir çark canlandırmıştım. Amcama bir gün Amerika’ya gidip bu planımı gerçekleştireceğimi söyledim.
Otuz yıl sonra Niagara’da hayalimin hayata geçtiğini gördüm ve hayrete düştüm.”
Okumak!.. İnsanı zamanın ve mekânın ilerisine götürür. Hiçbir anne dünyaya bir hukukçu, hekim veya iş adamı getirmez. Ama bir suçlu da getirmez. O çocuğun geleceğini çevresi inşa eder.
Her insan çocuk veya yetişkin biyolojik olarak okumaya eğilimlidir. Okumak, onun biyolojik bir ihtiyacını (merak) karşılayan toplumsal nitelikli bir eylemdir. Eğer toplumun kültürel değerleri okumayı desteklerse, dijital medya doğru kullanılırsa, nitelikli kütüphaneler oluşturulursa ve hayat şartları da uygunsa cehaletin ve suçun yok edildiğini umut edebiliriz
.
Hayalet Avcıları!..
26 Nisan 2021 02:00
Yaşananları en iyi bir hikâye anlatır…
Fareye demişler ki: “Gözetlediğin deliğin yarım metre ilerisinde bir kalıp beyaz peynir var, çıkıp alsana!..” Fare cevaplamış: “Mesafe kısa, mükafat büyük, vardır bunda bir hinlik!..”
Türkiye’nin en büyük üçüncü Kripto Para Platformu Thodex’e kullanıcıları erişim yapamayınca ortalık karıştı ve kriz patladı. Thodex’in sahibi Faruk Fatih Özer’in, piyasadan topladığı paralarla yurt dışına kaçtığı ileri sürüldü.
Thodex’te yaklaşık 400 bin kişinin hesabı var ve paralarının akıbetini eğer sistem tekrar açılırsa görebilecekler. Yaklaşık 2 milyar dolarlık bir paranın buharlaştığı olay cumhuriyet tarihinin en büyük dolandırıcılık vakası olarak değerlendiriliyor.
Kripto para, tamamen dijital, gerçekte var olmayan, “sanal para” birimidir. Devletlerin; TL, dolar, avro gibi merkez bankaları tarafından piyasalara sürülen ve işlem gören kendi paraları olduğu gibi güçlü sermaye sahiplerinin adını koyup şahıslar tarafından kurulan borsalarda alınıp satılan Bitcoin, Ethereum, Ripple, Cash, gibi “sanal paralar” var.
Bu sanal paralar, özel şirketlerce işletilen kendilerine özel borsalarda alınıp satılıyorlar. Thodex Türkiye'de bu alanda faaliyet gösteren BtcTurk, Papara, Bitci gibi Borsalardan biri.
Kullanımı ile ilgili bir düzenleme ve kontrol mekanizması bulunmayan kripto para her türlü istismara açık… Bu paraya sahip olan kişilerin karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike hesaplarının siber saldırılar ile “Hack’lenme”si.
Buna rağmen yüksek kazanç beklentisi Türkiye'de kripto para işlemlerini (alım-satım hacmi) şubat başı ile 24 Mart arasında 218 milyar lira (26 milyar dolar)lık bir seviyeye çıkarmış.
Belli ki yüksek kazanç insanların gözünü karartıyor. Hiçbir rasyonel temele dayanmayan bir yatırım aracına güvenip de insanlar birikimlerini rüzgâra kapılıp yele veriyor.
Önceki gün Merkez Bankası Başkanı Şahap Kavcıoğlu’nun yaptığı “Kripto paralar maddi değildir, para yerine ödeme aracı olarak kullanamazsınız. Bir tür marka değeri ya da telif ücreti gibidir… Tamamen arz talebe göre hareket eden sanal değerlerdir…” açıklamasının ardından Resmî Gazete'de yayımlanan yönetmelikle kripto paraların ödemelerde kullanımı yasaklandı.
Düşündürücü olan şudur; Kripto para “Bitcoin” geçtiğimiz hafta tarihinin en yüksek seviyesi olan 64 bin 813 dolara yükseldi. Böyle bir değer artışı ancak gökten altın yağarsa mümkündür. Tabii bu Kazib Şifanın (ölüm iyiliği) peşinden sert düşüş başladı altı günde 52 bin 596 dolar seviyesine kadar düştü. Tabii arkasında enkaz bırakarak…
Şimdi Thodex vurgunu ile başlayan deprem kısa sürede duracak gibi değil. Thodex’in kurucusu F. Fatih Özer’in 2 milyar dolar değerinde kripto parayı kendi hesabına geçirip Arnavutluk’a kaçmasının hemen ardından zor durumda olduğunu açıklayan Vebitcoın de faaliyetlerini durdurdu.
Bu daha başlangıçtır.
Bildiğimiz para (banknot veya altın/gümüş) nesneldir ve ait olduğu devletin, merkez bankası stoklarındaki altın karşılığı basarak tedavüle sürdüğü borç senedidir. Garantörü ve kefili devletin kendisidir.
Kripto para hayalî ve izafidir, garantörü yoktur, tamamen dijital ortamda ve itibaridir Açıklamalara göre Türkiye’de 3 milyon “Kripto Para Cüzdanı-Hesabı” bulunan kişi varmış. Şimdi hepsi varlığını test edecek, fırtınayı bekleyin
.
Yarası olan gocunur!..
30 Nisan 2021 02:00
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, ABD Başkanı Joe Biden’ın 1915 olayları için kullandığı “sözde soykırım” ifadesine verdiği karşılık alışılmışın dışında ve önemli.
O da, bidayetinden beri kullanılan “zoraki uzlaşma” üslubunun terk edilerek, yerine “ülkemizde pek çok yerde Ermenilerin katlettiği Türklere ait toplu mezarlar vardır. Ama hiçbir yerde Ermenilere ait toplu mezara rastlayamazsınız. Çünkü böyle bir hadise yaşanmamıştır” ifadesi ile bir meydan okumanın konmasıdır.
Bundan sonraki Türk-Amerikan ilişkilerinin düzeyi “Türkiye’yi bölgesindeki faaliyetlerden tecrit etmek ve yön vermek” isteyen Biden için memnun edici olmayacak ve olmamalı…
1915 olaylarına “soykırım elbisesi” giydirenlerin Ermenilerin ne dünü ne geleceği ile ilgili hiçbir rahatsızlıkları yoktur. Mesele Türkiye’nin “silah gücü ve savunma yeteneğini” güçlendirmesidir. Bu alandaki her hamle karşısında Batı hız kesmek için “Ermeni iddialarını” gündeme getirmektedir.
Ne var ki bu defa gündeme getirilen Ermeni İddialarının bu pazarda alıcısı yoktur, Türkiye’nin tavrı açık ve net; “Hiçbir yerde Ermenilere ait toplu mezara rastlayamazsınız. Çünkü böyle bir hadise yaşanmamıştır…”
1915 olaylarına “amalı, fakatlı” yaklaşımlar için doğru resmi de bazen hatırlatmak gerek. “İngiliz Câsûsunun İtirâfları” kitabında diyor ki;
Mason Reşîd Paşa’nın hazırladığı, (Gülhâne Fermânı)ndan sonra, Osmanlı Devleti’ndeki misyoner faaliyetleri arttı. Anadolu’nun en güzel yerlerine kolejler açıldı. Fermandan yirmi bir sene sonra, Harput’ta, 1859 da Fırat Koleji açıldı. Bu bina yapılırken hiçbir masraftan kaçınılmadı.
Bu arada misyonerler, Harput ovasında 62 merkez kurmuş, 21 kilise yapılmıştı. 66 ermeni köyünden 62’sinde misyoner teşkilâtı kurulmuş ve her üç köy için bir kilise yapılmıştı. Yediden yetmişe, bütün Ermeniler Müslümanlara ve Osmanlıya karşı düşman edilmişti. Misyoner kadınlar da, Ermeni kadınlarını ve kızlarını bu hususta yetiştirmek için, büyük gayret sarf etmişlerdi.
Açılan misyoner mekteplerinde ve kiliselerde aldatılan gayrimüslim vatandaşlar, Osmanlıya karşı ayaklandırıldı. Mekteplere muallim ve kiliselere papaz ismi ile Avrupa’dan gelen siyah cübbeli casuslar, gazeteciler, her geldikleri yere para, silâh ve fitne getirdiler. Büyük isyanlar oldu. Târih sayfalarında, insanlık lekesi, vahşeti olarak duran, Ermeni, Bulgar ve Yunan mezâlimi yapıldı.
Meşhur kadın misyoner Maria A. West, daha sonra neşrettiği (Romance of Mission) kitabında, (Ermenilerin ruhuna girdik, hayatlarında ihtilâl yaptık) demektedir.
Bu faaliyetler Ermenilerin bulunduğu her yerde yapıldı.
Anadolu kaynamaya başladı. Ermeni komiteciler, Müslümanları insafsızca katlediyor, Müslüman köyleri yakıyor, vatanın bekçisi ve sâhibi Osmanlıya hayat hakkı tanımıyordu…”
ABD'li Prof. Dr. McCarthy, 1915 olaylarında Osmanlıların Ermenileri tehcir etmesi için çok haklı nedenleri olduğunu belirterek, "Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu'na ve Müslümanlara tehlike arz ediyordu. Ermeniler, Rus saflarında savaşan askerler gibi toplandı, ihanete başvurdular, ihanet ettiler. Öyle olunca da Osmanlıların Ermenileri tehcir etmesi için çok haklı nedenleri vardı” diye ifade ediyor.
Ama Biden’ın tarihle bir işi yok, derdi başka adamın… Ne demeli!.. Yarası olan gocunsun!
.
Çok geç olmadan!..
3 Mayıs 2021 02:00
Kamu Denetçiliği Kurumu Baş Denetçisi Şeref Malkoç önceki gün “TBMM kadına yönelik şiddetin sebeplerinin belirlenmesi komisyonu”nda konuşmuş.
Her ne kadar Kamu Denetçiliği, diğer adıyla ombudsmanlık görevi “Kişi ile kurum arasında uzlaştırma” yapmak olsa da üzerinde ısrarla dikkat çekmeye çalıştığımız derdimiz, aile yapımızı kemiren virüs "Kişi ile kurum” arasında değil, doğrudan evlerimizde, aile içinde ve “insan-İnsana” merkezli...
Ailenin durumundan bahsediyoruz ya!.. Buyurun ailenin bugün geldiği durum… Boşanma oranları korkutucu seviyede. 2020 yılında evlenen çiftlerin sayısı 487 bin 270, boşanan çiftlerin sayısı ise 135 bin 22 oldu. Ve TÜİK istatistiklerine göre boşanmaların %35,3'ü evliliğin ilk beş yılı içinde gerçekleşti.
Prof. Nevzat Tarhan: “Modernizm, evliliği ve aile hayatını bozdu, durum böyle giderse 50 yıl sonra dünya yaşanılır bir hâlde olmayacak."
Dünyada ailenin en güçlü olduğu bir toplumda böyle bir yıkım yaşanıyor. Ailenin olmadığı, yok olduğu bir toplumun yaşanabilir olacağını kim söyleyebilir.
KDK Baş Denetçisi Şeref Malkoç, aile içi şiddet ve boşanmalara yol açan sebepler arasında iletişim yokluğuna vurgu yapmış. Bunun sonucu olarak ailedeki bireyler “aidiyet merkezleri”ni kaybediyor...
İletişim güçlendiğinde aile içindeki sorunların çözülebileceğini ancak bunun aile içinde sağlamanın mahkemelerin görevi olmadığını belirten Malkoç “Yapıcı bir dili inşa etmek zorundayız. Bu sebeple, aile içi ilişkileri olumlu yöne çevirecek anlaşmazlık merkezleri kurulması gerekiyor" diyor.
Davranış ve eylemlerimizde bize yön veren, rehberlik eden toplumun vicdanı olarak tanımlayabileceğimiz kanaat önderleri ve büyüklerimiz her zaman olmuştur. Aile içinde karakolluk olmayı hak etmeyen anlaşmazlıklarda “Akil İnsanları” yok sayarak mahkeme koridorlarına taşınması aile için bir yıkım olmuş ve hasarı artırmıştır.
Dolayısıyla mahkemeye intikal etmeden anlaşma zemini aramak aile kurumuna en az zararla sorunu çözme imkânı verebilmekteydi. Ne var ki, dinimize, örfümüze ve aile yapımıza tamamıyla ters olan İstanbul Sözleşmesi “Dini temelinden sarsmakta ve nasihati öldürmekteydi…”
Hayat tecrübeniz özellikle aile içinde yaşanan çatışmaların çözümünde yetersiz kaldığında ne yaparsınız? "Ara buluculuk müessesesi” aileler tarafından her zaman kabul görüp ihtiyaç duyulsa da, toplumda “uyuşmazlıklardan” beslenen bir kesimde sırtını İstanbul Sözleşmesi'ne verip “ara buluculuk müessesesi”ne gerek olmadığını söyleyebilmektedir.
Sevgi, saygı, güven, sosyalleşme, aile ve millete ait olma duygusu gibi ihtiyaçlar sadece kendi kendimize karşılayabileceğimiz ihtiyaçlar değil. Bu ihtiyaçlarımızı karşılayacak nitelikte bir toplum yapısına, hayat biçimine ve aileye ihtiyacımız var. Bunlardan mahrum kalan insan savrulur gider.
Aile içi çatışmalarda kendi çözümünü üretemeyen bireyler, çözüm için bir aile büyüğüne veya dostuna müracaat edememekteydi. Bu durum, çatışmaları körüklemekte, sosyal ve psikolojik kökenli aile sorunlarını adli sorun hâline dönüştürerek bugünkü tehdit boyutuna getirdi.
Türkiye'nin Cumhurbaşkanı Kararı ile 20 Mart'ta çekildiği İstanbul Sözleşmesi’nin 1 Temmuz 2021'de sona ereceğine ilişkin karar Resmî Gazete'de yayımlandı. Bundan sonraki süreç hasar tamiratıdır.
Ve bir an önce “Geleneksel aile ara buluculuğu kurumları” hayattaki yerini almalıdır. Çok geç olmadan...
.
Biz uyuduk siz uyumayın!..
7 Mayıs 2021 02:00
“Şayet bir medeniyeti yok etmek istersen bunun üç aşaması vardır. Aileyi yıkmak, eğitimi yıkmak ve toplumda örnek olanı değersizleştirmek” diyor ünlü Mısırlı aktör ve komedyen Muhammed Mahmud Sobhi.
Mahmud Sobhi, kültürel ve sosyal konular üzerinde söyleyecek çok şeyi olan tanınmış sanatçı ve entelektüellerden biridir. Arap dünyasının yaşadığı sorunlarla özellikle karanlık ve yıkıcı ideolojik işgale nasıl karşı koyabileceğinin yollarını sıkça katıldığı programlarda katılımcılarla paylaşır.
Mahmud Sobhi’nin bugünlerde sosyal medyada sıkça paylaşılan bir konuşması var; “Bir medeniyeti yok etmek isteyen işgalcilerin işe nereden başladıkları ve ne yaptıkları” hakkında.
Belli ki o da aynı dertten muzdarip; diyor ki: “Aileyi yıkmak için, anneye farklı bir rol biç, öyle ki ev hanımı olmaktan utansın. Eğitimi yok etmek için, öğretmenleri toplumda itibarsızlaştır. Öyle ki öğrenciler bile ona hakaret edebilsin. Toplumda örnek olanları, âlimleri ve fikir adamlarını, kanaat önderlerini gözden düşürmek için değersizleştir. Onlara şüphe gözüyle bakılmasını sağla, ta ki kimse onları (ciddiye alıp) dinlemesin.”
Bütün bunlar bize önümüzdeki bir tehlikeyi haber vermiyor, başımıza gelenleri anlatıyor ve yaşadığımız bir felaketin hikâyesidir. Aslında Mısırlı Sobhi kendi hikâyesini anlatırken bize kendi yaşadıklarımızı hatırlatıyor.
Bizde ilim yuvalarının çökertilip âlimlerin ve ilim adamlarının değersizleştirilmesi Osmanlının son dönemlerinde, masonların, medreseleri parasız, ilimsiz bırakmakla kalmayıp, (talebeler) ismi yerine (softalar) diye adlandırılması ve aşağılanmaları ile başlar…
Medreselerde yetişen din adamları, resmî dillerle kendilerine yapılan hakaret ve aşağılanmalara dayanamayarak, haysiyet ve şereflerini korumak için, başka iş sahalarına sarılmışlardır. Bir kısmı da, hakaretlere aldırmamış, dinî ve millî ananelerine sarılarak bir nefis mücahedesi içinde yaşamışlardır.
Din adamlarının ve öğretmenlerin itibarsızlaştırma saldırıları uzun yıllar sanat ve edebiyatın her alanında özellikle sinema üzerinden yaşandı. Esas manasından tamamen kopuk, ilgisiz-alakasız ve son derece laubali biçimde, ipsiz-sapsız tiplere ilim ve fikir adamlarının isimlerini verip bir roman veya bir filmin kahramanı yaparak aşağıladılar.
“Âlimler ve fikir adamları gözden düşürülünce ve şüpheli gözüyle bakılınca” kimse onları dinlemedi, kötü niyetli olanların önleri açıldı… Hiçbir kurala tabi olmadan, istedikleri gibi bir rezil hayata yol verip meşru kılacak şekilde dinî hükümleri eğip büken ve her sapkınlığı meşrulaştırıp, dinî ve ahlaki kuralları raflardaki mal hâline dönüştürdüler.
Bununla da yetinmediler, Adnan Oktar misali siparişle sapkın topluluklar kurup merkezindekini “Hoca” takipçilerini “cemaat” diye etiketleyip haber programlarında tekrar tekrar millete zehir gibi içirdiler.
Son yıllardaki kılık-kıyafet hengamesinde “gördüğümüz ütüsüz, kırışık kirli giysiler, boyasız ayakkabılar, dağınık saçlar, kirli sakallar ile okulla ilişkisini çözemediğimiz ‘arabesk’ tiplerin işgalindeki eğitim dünyamız…”
Bakmayın siz Mahmud Sobhi’nin “Biz uyuduk siz uyumayın!..” demesine. Onun anlattığı hasar almış her İslam beldesinin hikâyesidir
.
Kudüs'ü işgalden kurtardığımızda... -1-
10 Mayıs 2021 02:00
İsrail'in, Mescid-i Aksa’da Kıble Mescidi’nde namaz kılan Filistinlilere saldırısı ilk değil sonuncu da olmaz çünkü Kudüs için bir planları var. Onlara cesaret veren ise birbirilerini yemekle meşgul ümmetin sessizliğidir!..
Kudüs ne zaman ve nasıl kurtulur? sorusunun cevabı nettir; “İçimizdeki Kudüs'ü işgalden kurtardığımızda...” Yıllar önce gazeteciler İsrail’in o günkü Başbakanı Şimon Perez’e “Kur’ân-ı kerim sizin devletinizin yıkılacağından haber veriyor...” dediklerinde Şimon Perez şu cevabı vermişti; “Kur’ân’ın bahsettiği Müslümanlar gelsin düşünürüz…”
Gelecek için bir plan, geçmiş için yeterli doğru bilgiye muhtaçtır. Bugün Kıble Mescidi'nde Müslümanlara yapılan saldırı yakın geçmişte bölgede yaşananların sonucusudur. O zaman önce düne bakalım ki neler oldu?..
On dokuzuncu yüzyılın başından itibaren, Orta Doğu’nun zenginliklerinden faydalanmak için Osmanlı Devleti’ni yıkarak Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması, fikrini ortaya atan “İngiltere”dir.
Önce Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması fikrini yayarak kamuoyu meydana getirildi. İngiliz hükûmeti ve Yahudiler, Herry Finch isimli bir avukata “Calling of the Jews-Yahudilerin çağrılması” adında bir kitap yazdırdılar. Londra’da yerleşen ve büyük servet sahibi olan İtalyan Yahudisi Musos Haim Montefiore da, yazdığı bir kitapda Filistin’in tarıma elverişli olduğunu anlatarak Yahudilerin Filistin’e göç etmesini teşvik etti.
1862’de Alman Yahudisi Mûsâ Hese, “Roma ve Kudüs” isimli kitabında; Yahudi emellerinin tahakkuk edeceği günün yaklaştığını, her ne bahasına olursa olsun, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulacağını yazdı. İngiltere hükûmeti de, konsolosluklarına gönderdiği bir emirle Filistin’deki Yahudilerin korunmasını bildirdi.
Bu sırada Hıristiyan cemiyetlerini bir salgın gibi saran Yahudi aleyhtarlığı da Yahudileri, birleşerek müstakil bir devlet kurmaya yöneltti. Kurulan “Siyonizmi sevenler cemiyeti”, Yahudilerin Filistin’e göç etmelerini teşvik etti.
1897’de kurulan “Dünyâ siyonist teşkilâtı” 27 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Bazel şehrinde Birinci Siyonist Kongresini topladı. Kongre sonrası Avusturyalı gazeteci Yahudi Thedor Hertzel, şu notu düşmüştü: “Bugün Bazel’de Yahudi devletini kurdum. Eğer bugün bunu dünyâ kamuoyuna açıklarsam herkes beni alaya alır. Oysaki belki beş, fakat hiç şüphesiz ki, elli sene içinde herkes bu gerçeği görecektir. Yahudi devletinin mevcudiyeti manevî temellere oturtulmuştur. Bu devlet, Yahudi halkının arzu ve azmi ile kurulmuştur.”
Bu kongre ile nihai hedeflerini tespit eden Yahudiler; “Nil’den Fırat’a kadar bütün bölgeler Yahudi kolonizasyonuna açılmalıdır” tezini savunmaya başladılar.
Yahudilerin bu sinsi emellerini tespit eden ve siyonizmin tehlikesini gören İkinci Abdülhamîd Han, buna mâni olmak için Filistin’in bütün topraklarını sarayın (Osmanlı hânedânının) mülkü hâline getirdi. Filistin’de toprak satışını kesin olarak önledi.
Bunun üzerine Siyonizm teşkilâtının lideri Thedor Hertzel, İkinci Abdülhamîd Han’la görüşmesi ve ara buluculuk yapması için Polanyalı asilzade Newlinski’yi gönderdi. Abdülhamîd Han, Newlinski’ye; “Eğer Bay Hertzel, senin, benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise, ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış da olsa toprak satmam. Zîrâ bu vatan bana değil milletime âittir. Milletim bu toprakları kanlarını dökerek kazanmışlar ve yine kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. (…) Bu vatan benim değil milletimindir. Bırakalım Yahudiler milyarlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin’i karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerine ameliyat yapılmasına müsaade edemem...” diye cevap verdi.
Thedor Hertzel, Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın Newlinski’ye verdiği cevâba rağmen fikrinden vazgeçmedi. İngiltere'nin ara buluculuk yapmasıyla defalarca İstanbul’a geldi ve hepsinde de ret cevabı aldı… (Devam edecek)
.
Kudüs'ü işgalden kurtardığımızda... -2-
14 Mayıs 2021 02:00
Filistin’den Yahudilere toprak satın alma talebiyle yanına Hahambaşı Mûsâ Levi'yi de alan Thedor Hertzel, Sultan Abdülhamid Han’ın huzuruna son çıkışında şu tekliflerde bulundu:
“Yahudiler Osmanlı Devleti’nin bütün borçlarını ödeyecek, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın siyasetini Avrupa’da destekleyecekler, Osmanlı Devleti’nde inşa edilecek savaş üslerinin parasını ödeyecekler, Sultan İkinci Abdülhamid Han’a şahsı için büyük servet vereceklerdi. Ayrıca Filistin’de kurulacak büyük üniversitede Türk talebeleri de okuyacaktı.”
Bu teklifler karşısında hiddetlenen Abdülhamid Han; “Dünyânın bütün devletleri ayağıma gelse ve bütün hazînelerini kucağıma dökseler, size siyonistlik adına bir karış yer vermem. Ecdadımızın ve milletimizin kanıyla elde edilen bir vatan para ile satılamaz. Derhâl burayı terk edin” cevâbını verdi.
Hertzel’in çabaları boşa çıkınca, Siyonistler, Abdülhamid Han’dan kurtulma yollarını aradılar; nihayet tahttan indirmeye karar verdiler. Siyonistler, Ermeni ve Bulgar komitacılarıyla ve içerideki İttihâd ve Terakkî cemiyeti ile iş birliği yaparak İkinci Abdülhamid’i tahttan indirmek teşebbüsüne giriştiler.
21 Temmuz Cuma günü, cuma namazından çıkışta Ermeniler tarafından girişilen bombalı suikast de netîcesiz kaldı. 31 Mart vak’asını müteâkib Abdülhamid Han’ın tahttan indirilip Selânik’e gönderilirken hal’ kararını tebliğ edenlerden birisi Yahudi Emanuel Karaso idi.
İttihâd ve Terakki İktidarı, dış ülkelerdeki Yahudilerin Osmanlı ülkesinde arazî alamayacaklarına dâir kanunnâme ile Yahudilerin Filistin’de mülk edinemeyeceklerine dâir Bâb-ı âlî kararnamesini kaldırarak toprak satın alabileceklerine dâir kânun çıkarttılar. Yahudiler tapularıyla birlikte geniş topraklar satın aldılar. Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın şahsi arazisi kasten ve yok pahasına Yahudilere satıldı.
Mayıs 1916’da İngiliz ve Fransızlar aralarında imzaladıkları “Sykes Picot” gizli antlaşmasına göre, Filistin’de önce beynelmilel bir idare, bilâhare Yahudi devleti kurma kararı aldılar.
2 Kasım 1917’de, İngiliz bakanlarından Lord Belfour bir beyânname neşretti. Bu beyânname ile; “Kral hazretlerinin hükûmeti, Filistin’de Yahudilere millî bir vatan tesisine muhakkak nazarıyla bakıyor. Bu gayenin tahakkuku için büyük bir potansiyel harcayacaktır” denerek Yahudi devleti kurulması vadedildi.
11 Aralık 1917’de Kudüs’e giren İngiliz kuvvetleri kumandanı Allenby, beraberinde Yahudi (siyon) kuvvetlerini de Kudüs’e soktu. 29 Ekim 1918’de ateşkes antlaşması imzalandığında kendilerini müstakil bir devlet gibi gören Yahudiler, hemen siyon ordusu kurdular. Filistin’e yerleşerek sahildeki düzlüklerde ve Necef çölünde yeni yerleşim yerleri ve çiftlikler kurarak ülkeyi îmâr etmeye başladılar
Filistin halkının o gün başlayan ayaklanmasıyla akmaya başlayan kan bugün hâlen devam ediyor. İsrail’in Filistin’de uyguladığı soykırım ve zulme karşı güçlü bir karşı duruş ancak Türkiye'den çıkmaktadır. Gerçekten de Türkiye hariç dünya kamuoyu ve İslam ülkelerinden bir karşılık beklemek ham hayaldir.
Kudüs’ün tamamını Yahudileştirme ve Mescid-i Aksa’nın tamamını işgal için saldırılarını artıran İsrail'in nihai gayesi PKK ile birlikte Türkiye'nin güney sınırına paralel bir koridor kurmak ve Fırat-Dicle arasındaki "Vadedilmiş Topraklar"a ulaşmak. Bunu anlayabilmek için, İsrail Parlamentosunun girişindeki “İsrail’in sınırları Nil’den Fırat’a kadardır” yazısını görmek yeter.
Sınırımızda bir Kanton Yahudi devletçiği kurma hayalinin Amerika ve Yahudi’ye pahalı bir maliyeti olacak. Yaşayıp göreceğiz…
…..
Bütün İslâm âlemine ve insanlığa hayırlar getirmesi dileği ile Ramazan Bayramınızı tebrik ederim…
.
Beladan kurtulmak için zalime ikram edenler!..
17 Mayıs 2021 02:00
Beladan kurtulmak için zalime ikram edenler onun zulmüne uğramadan ölmezler. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
İsrail’in ramazan ayı ile birlikte Filistin'e başlattığı işgal ve saldırıları "tarihin en büyük tahriki" olarak nitelendiren Mescid-i Aksa İmamı Şeyh İkrime Sabri, burada kurulan barikatın tüm ümmeti temsil ettiğini belirterek "İsrail bu barikatı aşarsa kesinlikle durmayacak. Birçok ülkenin haritası değişecek ve İslam dünyası daha büyük tehlikelerle yüzleşecek. Bu yüzden Müslümanların uyanık olmasını ve 'İntifada'yı küresel ölçeğe taşımalıyız” diyerek tarihî bir ikazda bulundu.
Ama anlayana!..
Filistin halkının üzerine ölüm yağdıran İsrail’e karşı kılını kıpırdatmayan bazı İslâm ülkelerinin sükûtu onların (öncelikle yönetici kadrolarının) İslamla ne kadar ilişkisi olduğunu gösterir. Bu ülkelerin İslam ülkesi olarak muamele görmesi bir alışkanlıktan ibarettir, kimse bunlardan bir hamle beklemesin.
Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Gazze Direktörü Matthias Schmale bile "Bu deliliğin insani bedeli dayanılmaz şekilde artıyor, siviller hedef değildir. İnsaniyet namına herkese sesleniyorum: Öldürmeyi durdurun, sadece Gazze'de de değil!" diye seslenirken dökülen kanlara sessiz kalarak veya açıkça arka çıkarak ortak olanlar karşısında sükût edenler, bir gün sıranın kendilerine geleceğini bilmelidir.
Daha önce Bosna'da yaşanan "İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'daki en büyük katliam" olarak nitelendirilen Srebrenitsa Katliamında, Asya’da Myanmar olarak bilinen Arakan’daki katliamlarda, Hristiyan çeteciler tarafından yakılıp yıkılarak neredeyse hiç Müslüman bırakılmayan Orta Afrika Cumhuriyeti başkenti Bangui’de yapılan Müslüman katliamlarında bu onursuzlar hangi duruşu segiledi ki şimdi de Filistin'deki kıyım karşısında bunlardan bir yardım beklensin?
Eğer bu ülkelerin dününü ve İslamla ilişkisini sorgularsak ve doğru yere oturtursak bundan sonra yaşanacaklarda ve beklentilerde hayat kırıklığı yaşamayız.
Filistin Merkezî İstatistik Kurumu, 2020 yılı itibarıyla dünyadaki Filistinli nüfusunun 13,7 milyona yükseldiğini duyurmuştu. Bu nüfusun; Suriye, Lübnan ve Ürdün başta olmak üzere çeşitli Arap ülkelerinde 6,2 milyonu ve yaklaşık 738 bin Filistinli de dünyanın farklı ülkelerinde yaşıyor.
Vatanında kalan Filistinli sayısı ise; İsrail devletinin ablukası altındaki Gazze Şeridi'nde 2,1 milyon, Batı Şeria ile Doğu Kudüs'te de 3,1 milyona olmak üzere toplam 5,2 milyon Filistinlidir.
İsrail saldırılarla; bu yerleşik nüfusuda göçe zorlayarak Filistin Devletinin kurulmasını imkânsız hâle getirmek istiyor. Birgün devlet kuracak olsan bile insan bulamayacaksın ki... Çünkü Filistin Devletini kuracak Filistinliler muhacir durumuna düşecek.
“Kahrolsun İsrail” diye bağırmanın sahada karşılığı yoktur. Gelecekte Suriye, Irak, Mısır ve Lübnan derken güney sınırımızda Toros Dağlarının eteklerinde ve Amik Ovasına geldiklerinde İsrail ve hamileri hakikatle yüzleşecek. Ve biz onları sahada "Fırat ve Dicle ötesinde..." bekliyor olacağı
.
Kudüs; barışın da savaşın da anahtarı…
21 Mayıs 2021 02:00
Gazze'de ABD merkezli Associated Press ve Katar merkezli Al Jazeera haber kuruluşlarının olduğu bina, 15 Mayıs 2021 günü İsrail'in hava saldırısı sonucu yıkıldı.
İsrail'in, AP'nin bürosunun ve gazetecilerin o binada olduğunu uzun zamandır bildiğini söyleyen AP haber ajansının başkanı Gary Pruitt açıklamasında “Bina vurulmadan önce uyarı yapıldığını ve bu gelişmenin son derece rahatsız edici olduğunu, can kaybının ucu ucuna engellenebildiğini” belirterek "Bugün olanlar yüzünden dünya Gazze'de yaşananlarla ilgili daha az şey bilecek" dedi.
Yani “Ayıp ettiler(!) canımızı zor kurtardık…” diyor. Tamam da; savunmasız insanların üzerine bomba yağdıran İsrail, saldırı yapacağını AP ajansına niye önceden haber veriyor?
1846’da New York’ta kurulan ve dünyanın en geniş abonesine sahip olan Associated Press (AP) yaklaşık bir asırdır Yahudi tefeci Rockefeller’in kontrolünde. Faaliyetlerini 1938-2004 arasında Rockefeller Center’da yürüten ve yaklaşık 15 milyar dolarlık gelire sahip olan AP, 2004’te yeni binasına taşınır.
Bu “Danışıklı saldırı” hemen herkeste 11 Eylül 2001 tarihinde New York’taki Dünya Ticaret Merkezindeki “ikiz kulelerin” vurulmasını hatırlattı.
2.977 ölüm, 25.000'den fazla yaralanma ile sonuçlanan saldırıda ölenlerin dışında 343 itfaiyeci ve 72 kolluk kuvvetleri görevlisi ise enkazda arama yaptıkları sırada hayatını kaybetti veya kayboldu. Yayın organları ağız birliği ile saldırıları silahlı El-Kaide'nin düzenlediği açıklasa da New York Times gazetesi tarafından yapılan bir ankete göre her dört Amerikalıdan üçü 11 Eylül saldırısı ile ilgili doğruların söylenmediğinden şüphelendiğini belirtmiştir.
Gizlenen gerçek nedir?
11 Eylül 2001 günü gerçekleşen saldırıların Amerikan hükûmeti ve gizli servisleri tarafından “Orta Doğu'ya ve Afganistan'a yönelik işgal faaliyetlerini meşrulaştırmak, ülke ve dünya kamuoyunun desteğini almak” amacıyla düzenlendiğidir.
Afganistan, ABD için son derece önemlidir. Çin’in ekonomik yürüyüşünü ve Çin-Londra İpek Yolu'nu kesmek için Afganistan’da bulunması gerekiyor. CIA, Pentagon ve MOSSAD, New York’taki İkiz Kuleleri bu maksatla yıktı. Uçak sadece aldatmaca idi. Ve teknolojiye göre uçağın çarpması ile çelik bir yapı asla temelden yıkılamaz. İkiz Kuleler’in bazı bölümlerine dinamit yerleştirerek yıkıldı.
Büyük meblağlardaki sigorta poliçelerinden faydalanabilecek kişiler kulelerin yıkılacağından önceden haberdardı. 11 Eylül’den önce milyarlarca dolarlık altın Dünya Ticaret Merkezi’nden çıkarıldı.
Dünya Ticaret Merkezi’nde 4000 Yahudi çalışıyordu. Mossad'ın uyarısı sonucu 11 Eylül günü Yahudilerin büyük bir bölümünün işe gitmediği öne sürüldü. Bu da saldırılarda İsrail parmağı olabileceğini gösteriyor.
Yahudiler birbirinin aynıdır. İster doğu bölgesindeki Yahudi mahallelerinde otursunlar, ister Wall Street’teki konaklarda yaşasınlar, daima aynı usulleri takip ederler. İsrail Başbakanı Netanyahu, İsrail’in saldırılarını meşrulaştırmak için mazeret üreterek “İsrail'in kendisini savunma hakkı var” diyen ABD Başkanı Biden’a teşekkür ediyor. Mağdur görünmek, sempati kazanmak için sahte haberler uydursalar da, mızrak çuvala sığmıyor.
Gazze’de (dün itibarıyla) 63 çocuk ve 36 kadın olmak üzere 217 kişi şehit olurken 1500 kişi de yaralandı. BM İsrail saldırıları sonucunda 52 bin Filistinlinin yerlerinden edildiğini açıkladı. Yani mahalleler haritadan siliniyor.
İsrail ablukası altındaki Gazze’de yaşananlar bir savaş değil bir soykırımdır. Dünyanın her yanında "apartheid-ırksal ayrımcı” devlet olarak tanımlanan İsrail ve hamisi ABD kendi felaketlerinin kapısını açtı… Kudüs; Barışın da Savaşın da anahtarıdır… Bu defa Kudüs’ü ele geçirmek üzere açtıkları fesat ve bozgunculuk kapısı kendi makus akıbetleridir…
.
Bırakın Filistin, Filistin olsun!..
7 Haziran 2021 02:00
İleri yaşta olanlarımız hatırlayacaktır.
31 Ocak 1982'de dünya çapında 50 ülkenin TV’lerinde 185 milyon kişi tarafından izlenen Voice of America'nın 39 dilde hazırladığı, sunuculuğunu Charlton Heston’ın üstlendiği ve ABD Uluslararası İletişim Ajansı tarafından finanse edilen “Bırakın Polonya, Polonya Olsun” başlığıyla bir TV programı yayınlanmıştı.
Program o dönemde Sovyet baskısı altındaki Polonya’da kısa 12-13 Aralık 1981 gecesi, “savaş durumu” ilan edilerek sendikaların geçici olarak kapatılması, haberleşme bağlantılarının kesilmesi, grevlerin yasaklanması ve iktidarla görüşmeyi reddeden zamanın sendika lideri Lech Wałęsa ve binlerce kişinin hapsedilmesine hür dünyanın tepkisi olarak yapıldı.
Programda aktör Charlton Heston yayına aldığı, aralarında ABD Başkanı Ronald Reagan, Birleşik Krallık Başbakanı Margaret Thatcher, Portekiz Başbakanı Francisco Pinto Balsemão, Federal Almanya Cumhuriyeti Şansölyesi Helmut Schmidt, Türkiye Başbakanı Bülent Ulusu ve daha çok sayıda ülke lideri Polonya halkının yanında oldukları yönünde heyecanlı açıklamalar yaptılar.
Politikacılar, otoriter Polonyalı yetkililerine ve Sovyetler Birliği yetkililerine yönelik eleştirilerde, Polonya ulusuna destek ifadelerinde, Polonya ile dayanışmaya ve maddi yardım da dâhil olmak üzere her tür yardım yapma vaatlerinde bulundu.
Bu program Polonya’nın Sovyetlerin boyunduruğundan kurtulma mücadelesinde bir dönüm noktasıdır.
1989’da Sovyetler Birliği’nde başlayan “perestroika” ekonomik ve siyasi sistemi yeniden yapılandırma ve reform hareketleri ile elverişli hâle gelen ortam ve Batılı devletlerin verdiği destekle başlatılan görüşmeler sonucunda, 1983’te Nobel Barış ödülüyle cesaretlendirilen Walesa’nın çabalarıyla Sovyet Bloku’na bağlı olmayan ilk hükûmet kurularak Polonya demokratik yönetime geçti.
Artık “Polonya, Polonya olmuştu…” Polonya’nın hikâyesini neden özetledim?
Filistin’de son yaşanan “Mescid-i Aksa” baskını üzerine çok sayıda ülkede ilk defa dikkat çekici sayıda, siyaset, ilim ve sanat insanı İsrail’in bu zalimane saldırısını sesli olarak kınadı ve dünya kamuoyuna ifade etti.
Bu Filistin’e verilen bir birinden bağımsız ve habersiz bir vicdani destekti. Bu seslenmeler öylesine karşılık gördü ki özellikle bazı sanatçı ve medya çalışanı telaşlanan siyonist sermayenin baskısıyla işlerinden uzaklaştırıldı.
Burada önemli olan Filistin’in işgal edilmeye başlandıktan sonra sürekli yaptığı baskınlarla sınır öteleyen İsrail’e karşı mensubu bulunduğu Arap dünyasından ses çıkmazken farklı ülkelerden güçlü itirazlar yükselmesidir. Özellikle medya dünyasının itirazları Hamas’ın füzelerinden daha güçlü olarak İsrail’in duraklamasında etkin ve caydırıcı olmuştur.
Şimdi bu medyatik gelişmeler eğer kontrol altına alınabilseydi “Bırakın Filistin, Filistin olsun!.. “let Palestine to be Palestine” başlığıyla küresel başkaldırıya şahit olabilirdik. Ancak ne var ki İsrail karşısında hâlen en zayıf halka “medya”dır. Bu halka güçlendirileceği yerde Filistin’in bağımsızlığı için hâlâ zor yol “sapan” kullanımına devam ediliyor.
Yazar Malcolm Gladwel “Davut ve Golyat” hikâyesini yazdığı aynı isimli bir kitabı var. Onda diyor ki “… Bayırın tepesinde gördükleri Golyat göz korkutan bir devdi. Gerçekte ise o devin iriliği tamda onun en büyük zayıflığıdır. Burada her türden deve karşı yapılan çarpışmalar için önemli bir ders vardır. Muktedirler her zaman göründükleri gibi değildir…”
Zincir, en zayıf halkası kadar güçlüdür. Saldırganların en zayıf halkası da en güçlü olduğu medyadır. Artık bunu fark edelim
.
Bir kitap bir hayat değiştirir ve bir hayat da diğerlerini…
11 Haziran 2021 02:00
Adalet Bakanlığı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı arasında imzalanan "Ceza İnfaz Kurumlarında Kütüphane Kurulmasına İlişkin İş Birliği Protokolü" kapsamında başlatılan "Ceza İnfaz Kütüphaneleri İçin Kitap Bağış Kampanyası" devam ediyor.
Kitapların insanları geliştiren, topluma faydalı hâle getiren en önemli unsurlar olduğunu hepimiz kabul ederiz. Ancak kitapla dost olmak için hepimizi teşvik edecek bir hikâyeye ihtiyacımız var.
Yazar olarak kendi kitaplarım ile bu kampanyaya iştirak ederken yıllar önce paylaştığım bir hikâyeyi tekrarlayarak kampanyayı etiketlemek istedim. Bu yaşanmış olay bugün dünyaca ünlü bir yazar olan Og Mandino’nun dünyasına giren “Kütüphane ve kitap”ın bir hayatı nasıl değiştirdiğinin hikâyesidir.
Bir kitap bir hayat değiştirir ve bir hayat da diğerlerini. Kim bilir bu kampanya ile hangi hayatlar daha güzele nasıl evrilir.
Gelelim hikâyemize...
Og Mandino sigortacılık işi yaptığı bir dönemde, iflas eder ve her şeyini kaybeder. Uzun zaman parasız kalmaya dayanamayan eşi, çocuğunu da alıp onu terk eder. Mandino yalnız kalınca kendini alkole vurmuş, hayatına son vermeye karar vermiştir.
Kendisi anlatıyor:
Yağmurlu, kasvetli, gri, ıssız bir sabah kendisini yağan yağmurdan korumak için bir tefeci dükkânının kırık penceresine dayanmış bir adamın sakallı yüzünü birkaç dakika pencerenin camına dayadıktan sonra dükkânın kirli ve tozlu raflarında bir şey dikkatini çekiyor. Küçük bir tabanca ve tabancaya iliştirilmiş sarı bir etiket 29 dolar...
Adam kirli pantolonunun cebinden üç tane ıslak on dolarlık çıkarıyor. Bu dünyadaki tek varlığı ve bütün dertlerimin çözümü bunda!. ‘Bu silahla birlikte birkaç mermi alırım ve o iğrenç odama geri döner, sonra silahı başıma dayarım… Ve tetiği çekerim gider! Ve bir daha asla aynadaki o korkunç çökmüş yüzümle karşılaşmam’ diyor...
"… Beni kararımdan döndürecek ne bir ses duydum, ne de gözlerimi kör eden bir ışıkla karşılaştım. Tek hatırladığım; arkamı dönüp tefeci dükkânından uzaklaştığım, yağmurlu caddede yürüdüğüm sonra da sıcak ve güzel bir yer olan Halk Kütüphanesine sendeleyerek girdiğim...
Annemin üzerimdeki etkisi sayesinde kitaplar benim daima arkadaşım oldular. Bundan sonra zamanımın büyük bir çoğunluğunu bu sessiz ve huzur dolu sığınakta (kütüphanede) bazı sorularıma tekrar cevap bulmak için harcamaya başladım.
Nerede yanlış yapmıştım? Bundan böyle bu hayatı değiştirmek için ne yapabilirdim?.. Bu sorunun cevabı raflarda beni bekleyen kitaplarda saklı, ara ve onu bul..."
Mandino intihar etmekten vazgeçtiği günden on sekiz ay sonra “The Greatest Salesman-Dünyanın en iyi satıcısı” adlı küçük bir kitap yayınladı. Yirmi yıl sonra bu kitap tüm dünyadaki en çok satan kitap unvanını kazandı ve on milyondan fazla basılarak tam on sekiz dile çevrildi.
Bir (insan) millet krizle düşmez veya yükselmez. Bir millet ancak insanının eğitim niteliği yüksekse yükselir, gelişir, zenginleşir. Bu da eğitimden geçer.
“Değişmek ve hayatını değiştirmek isteyenler!.. Dilinizi, intibaınızı tecrübe ve görgünüzü geliştiren, dünyaya bakışınızı değiştiren insanlar önemlidir. Onlarla bir araya gelmeye gayret ediniz” diyen Prof. Dr. İlber Ortaylı haklı.
"Onları nereden bulacağız ki bir araya gelelim?" diyorsanız en yakın kütüphaneye gidin. Orada sizi bekliyor
.
Seküler zihniyetin salyası!..
14 Haziran 2021 02:00
Marmara Denizi’nin, hayatın durmasına sebep olan müsilajın (Deniz salyası) kuşatması altına girmesi kendiliğinden olmadı. Dağlardan tertemiz doğan dereleri şehir merkezlerinden geçerken su değil kimyevi atık hâline getirdiler. Atıklarını Marmara’ya veren fabrikalardan bazıları maliyetler artmasın diye geceleri arıtma yapmadan derelerle denize kirli atık gönderdi. Devlet arıtma tesisi bulunan fabrikaların elektrik faturalarına destek yardımı yapmasına rağmen...
Müsilaj denilen fesat, denizleri ve karaları böyle sardı, kirlenmeden dolayı besin zinciri koptu ve deniz zehirlendi. Şimdi hep beraber insanların denize girmesine, balıkçılık yapmasına, canlıların üremesine mâni olan bu kuşatmadan “nasıl kurtuluruz”un hesabını yapıyoruz.
Müsilaj kuşatması kısa bir süre içinde olmadı. Denizin dibinde uzun süre önce başlayan bir kuluçka dönemi geçirdi. İnsanlar onu ancak kendi hayatlarına dokunmaya başladığında fark ettiler. Çoğu uzmana göre ise onu geldiği yere göndermek ve yok etmek âdeta ölüyü diriltmek gibiydi!..
“Bu beladan kurtulmak için ne yapılması gerekiyor?..” sorusuna bilim insanlarının cevabı basit: “Marmara'ya arıtılmamış atık boşaltılmasını engelleyin!..”
Gelelim; karada insanları zehirleyen “Kültür Kuşatması”na. Seküler zihniyetin salyasının da yol açtığı hasar çok daha büyük ve ciddi sonuçları var. Karadaki “Kültürel yıkımlarda” dünden bugüne olmadı. Milletlerin bünyesine sızan kültür kirliliği ve “Kültürel salya” kuşatması da toplumda hayatı yaşanamaz hâle getirmektedir.
Sosyolog ve fikir adamı Seyyid Ahmet Arvasi, yıllar önce “Bizim derdimiz başka” derken kültürümüzü hedef alan dipten gelen salya kuşatmasına işaret ediyordu.
Bize göre milletlerin günümüzdeki “var olma savaşının” karakter değiştirerek daha çok bir kültür emperyalizmi hâline geldiğini belirten Seyyid Ahmet Arvasi’nin ikaz ettiği tehlike müsilajdan çok daha büyük tehdittir.
Bugüne geldiğimizde ikazları çok daha önemli kılan olaylara şahit olmaktayız.
Toplumdaki zehirlenmeye bakın!.. gelecek için çok endişe verici. Ceza İnfaz Kurumu İstatistiklerine göre, 31 Aralık 2019 tarihinde Ceza İnfaz Kurumundaki hükümlü kişi sayısı, 2018 yılının aynı tarihine göre %10,1 artarak 291 bin 546 oldu. Türkiye'de yüz bin kişi başına düşen ceza infaz kurumundaki kişi sayısı 2010 yılında 163 iken, bu sayı yıllar itibarıyla artarak 2018 yılında 323'e ve 2019 yılında 351'e ulaştı.
“Ne yapılması gerekiyor?..” sorusuna bilim insanlarının cevabı aynı: “Kültür hayatımıza arıtılmamış atık boşaltılmasını engelleyin!..”
Seyyid Ahmet Arvasi diyor ki: “… Bir cemiyet ‘dinini ve dilini’ unutursa ve yaşayamazsa kısa sürede yok olur gider.”
Rekor seviyede antidepresan kullanıyoruz, evde ve sokakta şiddet her geçen gün artıyor, uyuşturucu kullanımı, intihar ve alkolizm yayılıyor. Bunun cevabını burada aramak gerek.
Seküler zihniyetin salyası “dip dalga” gibi yukarı doğru tırmanırken bütün toplumu içine alacak ve yutacak kadar genişliyor. İçimize kapanarak yapayalnız yaşayacağımız bir dünya kuramayacağımıza göre ne yapmalıyız?
Seyyid Ahmet Arvasi’nin ifadesiyle ne yapacağımız belli: “Bütün bu kültürel saldırılar karşısında çok şuurlu ve akıllı bir programla dinimize-dilimize- tarihimize ve değerlerimize sahip çıkmalı. Sahip çıkmak demek yaşamak ve genç nesillere aktarmaktır…”
Kültürel değişime yön vermeyenler bütün istikametlerini kaybeder, nereye gideceğini bilmeyen gemilere bütün rüzgârlar tersten eser…
.
Bertaraf Tankları!..
18 Haziran 2021 02:00
Önceki gün bir arkadaşımız “bizi bize kırdırmak” diye bir laf etti. Oldukça ürkütücü ama hakikat payı yüksek bir tanımlama. Düşününce hayatımızın birçok alanını daraltan “Sosyal Müsilaj” dip bir dalga olarak karşımıza çıkıyor.
Deniz salyasından kurtulmak için uzmanlar önce teressübatı bir noktada toplayarak etrafına denizde bariyer çekiyorlar daha sonra depolama tanklarına doldurulan deniz salyaları tanklara alınarak bertaraf ediliyor. Sosyal Müsilajdan kurtulma hamleleri de bunun benzeri ama daha fazla zaman, emek ve gayret ister.
Gelin hayatımıza biraz daha yakından bakalım…
Rakamlarla yüzleşmek hoş değil ama gerçekle yüzleşmek bize doğru yönü gösterir. Sosyal medya üzerinden başlayan önce aile sonra sokağa inen bir didişmenin içindeyiz. Örtmek iyilik değildir durum neyse o… Saplandığımız yerden çıkmak için buna ihtiyacımız var.
Asıl önemli olan bu gidişin bizi götürdüğü yer neresi?
Neden şiddet çoğalıyor. Mekânı yitiren insan, küçük klavye dünyasında unuttuğu ve unutulduğu hayata girmeye çalışıyor ama aslında dünyadan kopuyor. Küçük hapishanesinde Narsistleşiyor, bireyselleştikçe de ruhsuzlaşıyor ve yalnızlaşıyor.
Hafta başındaki yazımda “Ceza İnfaz Kurumlarında Kütüphane Kurulmasına İlişkin İş Birliği Protokolü" kapsamında başlatılan "Ceza İnfaz Kütüphaneleri İçin Kitap Bağış Kampanyası" hakkında dertleşmiş, hükümlü ve tutuklu sayıları üzerinden ‘neler yapılabilir’i konuşmuştuk.
Ne var ki; Türkiye'de yüz bin kişi başına düşen ceza infaz kurumundaki kişi sayısının 2010 yılında 163 iken, bu sayı yıllar itibarıyla artarak 2018 yılında 323'e ve 2019 yılında 351'e ulaştığı bilgisi yeterince karşılık bulmadı.
O zaman bir adım daha ileri gidelim. Bu rakamların dışında ceza ve infaz sisteminde bir de Denetimli Serbestlik kapsamında olan bir kitle var. Kanunlarca belirlenen, şüpheli, sanık ve hükümlülerin toplum içinde denetim ve takibinin yapılarak, hayat şartlarının iyileştirilmesi ve toplumla bütünleştirilmeleri için her türlü hizmet ve kaynakların sağlandığı bir yoldur.
Avrupa Konseyi'nin açıkladığı son verilere göre, Ocak 2020 itibarıyla Denetimli serbestlik altındaki kişilerin sayısında 100 bin kişide 627 kişiyle Türkiye Avrupa'da ilk üç ülkeden biri. Yani hasar çok daha büyük!..
Bu tablo hangi ihmalin sonucudur?
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2019 yılına ilişkin "Kütüphane İstatistikleri”ne göre, ülke genelinde geçen yıl itibarıyla biri millî, 1182'si halk, 610'u üniversite, 30 bin 618'i örgün ve yaygın eğitim kurumu (Okullar, Halk Eğitim Merkezleri, Özel Kurslar, Mesleki Eğitim Merkezlerine ait) kütüphanesi olmak üzere toplam 32 bin 411 kütüphane faaliyet gösteriyor.
Buna mukabil, Türkiye’de kaç kahvehane var?.. Resmî kayıtlara göre ülkemiz genelindeki kahvehanelerin sayısı 700 bin. 20 kahvehaneye bir kütüphane düşer.
Peki, bir toplum kültürel değişim yönünü nereden alır?.. Her yaş grubunda, her sosyal sınıfta hükümranlığını sürdüren gafleti nasıl yok edebiliriz? Evet, her yerden bakıldığında görünecek kadar büyük bir ülkeyiz ama fikir dünyamızı böylece küçültüp karartıyoruz.
Merkezdeki “Değerlerimizi” arkaya atarsak dışarıdaki dünyayı doğru okumak ve sorunlara çözüm üretmek mümkün değil. İşsizlik, salgın hastalıklar, trafik kazaları, kontrolsüz göç, çarpık kentleşme, çevre kirliliği, ailede ve sokakta yaygınlaşan şiddet, artan boşanmalar bir müsilaj zincirinin halkaları gibi etrafımızı kuşatıp bizi “Bertaraf Tanklarına” alıyor.
Bu kuşatma, gücünü fikrî fukaralıktan alır, sosyal sorunları ile ilgili hızlı artışlar bilgisizliğe dayanır. İhmal edildiğinde eğitim kurumları ve ıslahevi diye yaptığımız binaların “Müsilajın Bertaraf Tankları”ndan farkı kalmaz
.
Viva Turco
21 Haziran 2021 02:00
Bu satırları yazarken A Millî Futbol Takımımız, 2020 Avrupa Şampiyonası (EURO 2020) A Grubunda İsviçre ile 3. ve son maçını oynamamıştı. Sonucu henüz bilmiyorum. Geride kalan maçların bana hatırlattığı 1969 yılından sarkan bir hatıramı paylaşayım…
Özel bir maçta Polonya’ya farklı kaybetmenin öfkesiyle hararetli bir tartışma yapıyorduk. Yan masada oturan orta yaşlı bir beyefendi müsaade isteyerek tartışmaya ortak oldu. İşte söyledikleri:
“Eğer niçin arkada kaldığınıza üzülüyorsanız tartışma konusu olarak bu maç son sıralarda kalır. Sizler öncelikle ülkenizdeki eğitim kurumlarının, sağlık kurumlarının, ulaşımın hangi seviyede olduğunu tartışmalısınız. Bunlar iyileştiğinde diğerleri de düzelir. Hepsi çalışmayla ilgili ama sizin dikkatiniz önce önemli işlerde olmalı…”
Yaşlı misafirimiz bize iki armağan bıraktı. İlki; “Başarı çalışmayla gelir.” İkincisi ise; “Öncelik önemli işlerindir, diğerleri sonraya kalır…”
Konu sporla başladığı için “başarı ve çalışma” üzerine hikâyesini anlatacağım 1950’li yıllarda Guinness Rekorlar kitabında kornerden en çok gol atan futbolcu olarak geçen Türk futbolcusundan bahsedelim.
Guinness´e göre 32 köşe golüne imza atmıştır. O yıllarda istatistiki bilgiler düzenli tutulmadığından bu rakamın 39 veya 35 olduğu da söylenir.
Bir Türk futbolcu bu başarıyı nasıl yakalamıştır?
Futbol hayatını o yılların, Sabrili, Şerefli, Baba Hakkılı Beşiktaş´ında sürdüren uzun boylu oldukça kilolu her köşe atışı tehlike olan bu futbolunun kapısı bir sabah sürpriz bir ziyaretçi tarafından çalındı. Gelen bir menajerdi. Teklif 8.000 dolar peşin Roma’da bir daire, primler hariç 2.500 lira aylıktı.
1950 yılında gerçekleşecek olan bu transferi daha önce Beşiktaş´ı çalıştırmış olan Giuseppa Meazza’nın tavsiyesi ile ünlü İtalyan kulübü Lazio yapıyordu. Fakat daha sezon başlamadan teknik direktör Mario Sperone ile yaşadığı anlaşmazlık onu başka bir İtalyan kulübü Palermo’ya kiralanmasına yol açacaktı. Sperone aşırı kilosu ile dikkat çeken Şükrü için "Bu adam bu kilo ile hücum oyuncusu olarak başarılı olamaz, ‘santrhaf’ olarak oynasın" diye ısrar etmesine karşı çıkmıştı.
Kiralık gittiği Palermo’nun Lazio ile yapacağı maç öncesi takımın hocası Viani’ye "Sinyor beni santrfor oynatın, sizi mahcup etmeyeceğim" dedi. Gerçekten de maçta biri kornerden iki gol atarak takımının 2-1 galip gelmesini sağladı ve Sperone’den acısını çıkardı. Maçın bitimi ile birlikte seyirci sahaya indi ve Yaşa Türk "Viva Turko" diye onu omuzlarına aldı.
Kornerlerin ustası, “Göbekli Şükrü” lakaplı futbol hayatı kadar sosyal hayatında da başarılı ve sevilen bir insan olan Şükrü Gülesin’i Guinness rekorlar kitabına taşıyacak kadar başarılı kılan en önemli etken nedir?
Cevap basit: İşini önemsemek, işini sevmek ve antrenmanları ciddiye almaktır…
İşte önemli nokta, yaptığımız işe olan tutku ve hevesimizin yanı sıra işin inceliklerini öğrenmek ve becerilerimizi artırmak gerekir...
Şükrü Gülesin bu başarıyı bir gecede yakalamış değildir. Bunun için de büyük bir sabır ve inat göstermek gerekir.
Şükrü Gülesin her antrenman bitip arkadaşları gittikten sonra sahada kalır ve ortalama 100 köşe atışı yapardı…
.
Aşı ve işi olanın yüzü güler!..
25 Haziran 2021 02:00
Bu sözün aslı “İşinden ve eşinden memnun olanın yüzü güler” idi. Ama bugünlerde aşı olalım mı olmayalım mı tartışmaları sürüp gidince söz de değişti ve “Aşı ve işi olanın yüzü güler!..” oldu.
Salgınla mücadelede son olması dileğiyle yeni bir döneme geçtik. İlk günden beri salgını kontrol altına alabilmenin en etkili yolunun karantina ve aşı olduğunu hepimiz biliyoruz. Virüse karşı bağışıklık kazanabilmenin bilinen tek silahı aşı.
Elimizdeki mevcut karantina imkânlarını olduğunca kullandık ama aşıya kavuşmak zaman aldı. Dev ilaç şirketleri yüz milyonlarca doz aşı paketini piyasaya sürünce aşı karşıtı kampanyalar da gündeme oturdu. İtirazların temelinde dev firmaların fırsatçılık yaptığı söylemi var.
COVID-19 aşı kampanyaları ile birlikte sanki hayatımızda ilk defa aşı oluyormuşuz gibi başlayan aşı karşıtlığı dalgası da ikna edici değil. 20. Yüzyılda (difteri, tetanos, boğmaca, kabakulak, kızamık, suçiçeği, hepatit, influenza) gibi hastalıklara karşı yapılan korunma maksatlı aşılamalarda hiç bu itirazlar yoktu.
Türkiye’de 2020 yılında antidepresan ilaç kullanımında ciddi artış yaşanmış ve 2019’da 49,8 milyon kutu antidepresan ilaç satılırken 2020’de bu sayının 54,6 milyona çıktığı söyleniyor. Aşı karşıtları bu ilaçların merdiven altında mı üretildiğini zannediyor?..
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, “Hayatımızın yeniden normalleşmesi için kolları sıvıyoruz” başlığıyla sosyal medya üzerinden aşıya davetiye çıkardı ama ilim adamlarının davetine sanatçı desteği gerekiyor çünkü insanları ilim adamlarından çok sahne sanatçıları ikna(!) ediyor.
Bu nedenle Sağlık Bakanlığı tarafından Covid-19 ile mücadele kapsamında yürütülen aşılama kampanyası için sinema sanatçılarının yer aldığı kamu spotları hazırlandı. Oyuncu Şener Şen ise “Sinemalarda, konserlerde, tiyatrolarda yeniden buluşmamız için… Ve normal hayatımıza geri dönmemiz için siz de mutlaka aşınızı yaptırın” diyor.
Aşı karşıtlarına karşı en iyi cevap “Aşılamaları Durdursaydık Ne Olurdu” başlıklı rapordur. Bu raporda, hastalık ve ölüm oranlarının aşılamadan sonraki düşüşünü, aşılamanın azaldığında vaka ve ölümlerin nasıl arttığını ortaya koymuştur.
Hekimler aşı üzerinde tereddüdü olan kesimin eğitilmesi gibi bir sorumluluk da taşıyor. Ancak ne var ki medya platformlarında aşılama ile ilgili öyle bir bilgi kirliliği var ki, kararsızları kazanmak için en etkili yol sevdiği, saydığı, güvendiği, değer verdiği, sözüne, tavrına inandığı kişileri kampanya sürecine dâhil etmek.
“Bu denli kutuplaşmış bir memlekette (ikna için) kamuoyunun huzuruna çıktıklarında kimsenin yadırgamayacağı isimleri bulmak mümkün olabilir mi acaba?..” diye soran bir arkadaş, Kamu Spotu videoları ile vatandaşları aşı yaptırmaya çağıran ünlü isimlerin davetine gelen olumlu karşılıkları görünce mutlu olmuş “Meğerse mümkünmüş…” diyor.
Bu da sosyal travmaların çözümünde ikna ve uzlaşma için “rol model ve akil insanların” gücünü göstermesi bakımından çok iyi oldu. Yoksa sürekli dertlendiğimiz toplumdaki her cinsten çürümüşlüğü sadece adli tedbirler ile önlemek mümkün değil.
Biraz da “Hatır ve Ahlak” gerek
.
Kim anlatacak?..
28 Haziran 2021 02:00
Kanal İstanbul'un üzerine inşa edilecek ilk köprünün temeli, önceki gün Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın katılımıyla atıldı.
Avrupa Yakası'nda Karadeniz ile Marmara Denizi'nin arasına yapılacak Kanal İstanbul'un uzunluğu yaklaşık 45 kilometre, taban genişliği asgari 275 metre ve derinliği 20,75 metre olacak.
Kanal İstanbul ile özetle "İstanbul Boğazı'nın tarihsel ve kültürel dokusunun korunması, deniz trafiğindeki yükün azaltılarak Boğaz'ın trafik güvenliğinin ve seyir emniyetinin sağlanması, yeni bir uluslararası deniz trafiğine açık bir su yolunun oluşturulması ve muhtemel bir İstanbul depremi dikkate alınarak yatay mimariye dayalı depreme dayanıklı yerleşim alanları oluşturulması”nın amaçlandığı ifade ediliyor.
Ne var ki erken seçim için didinen muhalefetin öfkesi bu defa Kanal İstanbul’a yönelmiş durumda. Yapılan eleştiriler ve bu eleştirilerin toplumdaki karşılığının makul sınırlar içinde kalmasını eleştirilerin hakkaniyet, ilmi ve ahlaki seviyesine bağlamak geçmişte olduğu gibi mümkün değil.
Depremi tetikleyen gücü yer altında değil yer kabuğunun üstünde arayan gözü kararmış bir anlayıştan insaflı eleştiri beklemek hayaldir. Kanal projesini “İhanet” olarak damgalayan bir “sokak diliyle” mücadelede doğru ve etkin sonuç ancak yapılan işi halka akademik seviyede değil güncel dil ile anlatmakla alınabilir.
Bunun sıkıntısı Menderes, Demirel ve Özal dönemlerinde yaşandığı gibi bugün de yaşanıyor. Muhalefet açtığı pankartta işi “Ya İstanbul ya Kanal” gibi izahı zor bir tercihe taşıdı. O zaman yapılması gereken ofisteki koltukların rahatlığını, TV stüdyolarının cazibesini bırakıp halkın kapısını çalmaya kaldı demektir.
Bu mecburiyetin zirveden ziyade bürokratik kadrolarda ve teşkilat tabanlarında çok da fark edildiği kanaatinde değilim. Üstelik Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hemen her fırsatta AK Parti teşkilat mensuplarına “Bizde tevazu olacak, gurur ve kibir olmayacak, ülkeye yaptığımız hizmetleri anlatırken bir yandan da büyük ve güçlü Türkiye hedefimizi milletle paylaşacağız. Eğitimde, sağlıkta, ulaşımda, adalette, emniyette, enerjide, tarımda yaptıklarımızı anlatacağız” diyor.
İnsan temelli ikna kolay iş değil, “üslup ve araç” meselesidir. AK Parti açısından bu durum sadece Kanal İstanbul ile de sınırlı değil. Ağzı olanın konuştuğu bir ortamda kendi doğrunu anlatmak insanlarla görüşmeye bağlı.
Eğer siz sonuçta insanları ilgilendiren bir mesele hakkında yeteri kadar doğru bilgi vermezseniz başkaları bu boşluğu doldurur ve bu da sizi memnun etmez, hoşunuza da gitmez. Ortalıkta bilgi kirliliği ve kulaktan dolma öyle haberler var ki…
Son olarak Kanal İstanbul ile ilgili sabukluk “Kanal inşaatı, İstanbul depremini tetikler” diyen temelsiz paylaşımlara kadar düştü.
Kanala dair gerçek dışı beyanların kirliliği; projenin getirisi, gerekliliği ülkeye katkısının anlatılması ile önlenir.
Çevre ve şehircilik bakanlığı Kanal İstanbul için 34 ayrı başlık altında 16 bin sayfalık bir rapor hazırlamış. Bu iyi ama 16 bin sayfalık bir rapor 500 sayfalık 32 citlik bir set eder. Kime nasıl ulaştıracak ve okutacağız?
Bu çalışma uygulamacı teknik bürolar için gerekli ve elzem ama tabandaki insanların itirazlarını karşılayacak, sorularını cevaplandıracak seviyede basit ve okunabilir malzemeye ve aracılara ihtiyaç var. Bilindik söz ama gerçek payı var, derler ki: “Roma’da siyaseti sokak belirler…”
Bu da insana ve inanca dayalı çalışmaya bağlı...
.
Kırk katır mı, kırk satır mı?..
2 Temmuz 2021 02:00
Dil söylemeye, kalem yazmaya hicap duyuyor. Türkiye’nin gündemi, Antalya’nın Elmalı ilçesinde babaannenin şikâyeti ile ortaya çıkan iki küçük çocuğa yaşatılan cinsel istismar olayı…
Olayın ortaya çıkıp toplumun öfkesi kabardıkça hukuk ve medya tabanında her kafadan bir ses çıkıyor. Daha önce de benzer vakalar yaşandığında canı yanan toplum, sapığı “kırk katırla kırk satır” arasında götürüp getirmişti. Ama ne şiddet ve tecavüz bitti ne toplumun öfkesi dindi. Herkes, bu ve benzer faciaların arkası nasıl kesilir? Sorusuna hâlen cevap arıyor.
Verilebilecek en ağır cezanın bile ileride benzer olayların yaşanmasını engelleyemeyeceğini öngören kimi eğitimciler “Hukukun üstünlüğünü kurmuş bir toplumun görevi o sapıkların işini kolaylaştırmak değil, tam tersine onlara engel olmak ve bir sonraki sapığın ortaya çıkmasının önüne geçmektir” diyor.
Yanlış giden işleri düzeltecek bir toplum hayal ediyoruz ama o bir türlü ete ve kemiğe bürünmüyor. “Toplum” dedi mi zaten top taca çıkıyor, sorumlular buharlaşıyor ve bazıları da sorumluluktan sıyırıyor.
Tamam da; suç işlendiğinde en ağır değil, “Hak ettiği cezayı” vermediğinizde yerine ne koyacaksınız?.. Verilebilecek en ağır cezanın bile yeni sapıkların ortaya çıkmasını engelleyemeyeceğini söyleyenler, hukukun üstünlüğünü kurmuş toplumdan ve hukukun üstünlüğünden ne anlıyor?
Yeri gelmişken hatırlayalım; üzerindeki beylik silahını almak için güvenlik görevlisini öldüren bir katilin daha önce 7 kişiyi (yedi kişi…) öldürüp infaz kanunu gereği dışarıda gezen şeddeli bir cani olduğu ortaya çıkmıştı. Toplumun öfkesi köpürünce bir büyüğümüz katilin eski infaz yasası gereği 24 yıl içeride yattığını şimdi ise bu sürenin 36 yıla çıktığını söylemişti (!..)
O zaman biraz hukuktan ve hukukun üstünlüğünden bahsedelim. Hukuk nedir? Hukukun üstünlüğünü kurmak ne demektir Bir toplumda hukukun üstünlüğü nasıl kurulur?
Hukuk; birey, toplum ve devletin birbirleriyle olan ilişkilerini yürürlükte olan normlarla düzenleyerek toplumu düzen altına alan ve ortak hayatın huzur ve güven içinde akışını sağlayan, gerektiğinde “adaleti” yerine getiren, kamu gücü ile desteklenen ve güvence altına alınan kurallar bütünüdür…
Herkesin kabul edebileceği bu tarifte önemli parça “Adaletin yerine gelmesidir.” Peki, “Adalet nedir? Nasıl yerine gelir?..” Adalet; suç olarak tanımlanan bir eylemin karşılığı olarak verilen misil veya hükümde doğruluk ve “vicdani yeterlilik” olmasıdır. Yani yargının verdiği kararın toplum vicdanında karşılık bulmasıyla birlikte aynı suçu işlemeye iştahlı olanları caydırmasıdır.
Bu olayda mağdurun ve olaydan incinen tüm toplumun hüküm hakkındaki kanaati yetersiz olduğudur.
Bazı bürokrat ve siyasetçilerin “devam eden yargı sürecini yakından ve dikkatle takip ediyoruz, hiç kimse çocuklarımızın cinsel istismarına müsamaha gösteremez…” demesi ancak gaz almaktır. Yargı kişisel bir tasarruf değildir, kanunlardaki yazılı metne göre işler.
Bu yetersizliğin “Elmalı Olayı”nın Meclis gündeminde bulunan yargı paketini deldiği söyleniyor. Oluşan tepki dolayısıyla yargı paketindeki tutuklamalara ilişkin “somut delil aranması” şartı yeniden değerlendirmeye alınmış.
Bütün bunlar “bir sinema filmini tanıtan önceden gösterilen parçasına” benziyor. Herkes farklı şeyler anlıyor. Ama asıl filmin tamamına baktığımızda gördüğümüz o ki; “Aile ortamının olmadığı yerde güvenli alan yok demektir. Elmalı olayının cereyan ettiği ortama bakın, aile değil hurda ambarı gibi… Güvenli aile ortamında olmayan çocuk zaten kayıp çocuktur...”
Ailenin temeline dinamit koyan İstanbul Sözleşmesinin süresi dün doldu ve tarih oldu. Ama büyük yara açtı. Şimdi; Ailenin üzerine çöken bu “salyanın” defedilmesi zamanı…
.
Geleceğimizin temeli dün yaptıklarımızdır...
5 Temmuz 2021 02:00
Bugünlerde CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun “Ben genç değilim, genç rolü de yapmam. Ben sizin demokrat amcanızım…” söylemi kendisine yeni bir kimlik arayan tüm siyasetçileri heyecanlandırdı(!) çok yakında “Demokrat Ablalar, Teyzeler” de piyasaya çıkar.
Bana yetmişli yılların TV’sindeki çizgi film kahramanı Bay Mogo’yu hatırlatan Demokrat Amca, Z Kuşağı denilen genç seçmen tabanı ile duygusal bir bağ kurmak istiyor.
“Z Kuşağı” diye; 1997-2012 yılları arasında doğan, bireysel, sorgulayıcı, internet üzerinden sosyalleşen, bilgiye çabuk ulaşması nedeniyle çabuk gelip çabuk vazgeçen, sabitesi zayıf ve kolay koridor değişen, otoriteyi sevmeyen genç nüfus tarif ediliyor.
Geçmiş siyasi iktidar dönemleri ile ilgili özellikle kirli dönemler ve aktörleri ile ilgili “yaşanmışlık tecrübesi” olmayan bu kesim kolay ikna edilebilir kabulüyle 2023 seçimleri için siyasetçilerin hedefinde.
Yapılan araştırmalara göre, 1 Kasım 2015’teki seçimde, seçmenlerin yüzde 2'si 'Z Kuşağı’ndandı. Haziran 2018’de bu oran yüzde 7’ye yükseldi. Haziran 2023’te yapılması planlanan seçimde ise oran yüzde 16’ya yükselecek ve kullanılan oy sandığında önemli bir yer kapacak. Yani bir bakıma seçim sonuçlarında önemli belirleyici olacak.
Bu durum siyasetçilerin iştahını kabartınca erken davranarak bir kimlik ve söylem yenileyerek görücüye çıkıyorlar. Haksız değiller… İlk davranan “Demokrat Amca.,.” kimliğiyle Kılıçdaroğlu oldu. Sırada “Demokrat Teyze” olabilir,
Bu pay kapma mücadelesinin esası seçmen tabanı ve siyasi yelpaze üzerinde hâlen mevcut “Liberal-Sosyal Demokrat-Muhafazakâr” kanallara yeni ve farklı bir kanal açmak.
Ben biraz bu açılımın mevcutların hangisinden parça koparacağı üzerinden değerlendirmeleri paylaşayım. Çünkü hedefte olan “Muhafazakâr-Demokrat” siyasettir.
Modern hayatın dayatmaları karşısında kendilerini avantajlı görenler “geleneğin bertaraf edilerek” genç kuşakları yanlarına kolay çekeceklerini söylüyor. Zaman ve zemin bizden yana, diyorlar. Gerekçeleri ise; “Z Kuşağının geçmişi konuşmaktan nefret eden ve geleceği konuşmak isteyen bir görüşe sahip olmasıdır...” Yani demek istiyorlar ki: Geçmiş geçmişte kalsın... Bütün siyasi aktörlerin parti veya kişilerin sicillerini sıfırlayalım yeni bir sayfa açalım…
Siyasi hafızası silinmiş, unutmuş veya unutturulmak istenen partiler üzerine bir gelecek kurma fikri bana tutmaz gibi geliyor. Geçmişine bakmadığım bir siyasi partinin geleceği için hayal kurulmaz. Herkesin günahı bir gün kendisini bulur…
Ancak, Kültür ve değerler “su kuyusu” gibidir, kullanılmazsa çekilir ve kurur. Erken yaşlar daha çok etkilenmekle birlikte bunun istisnası olmaz. İnsan neye odaklanırsa oradan büyür, neyi ihmal ederse oradan da kurur…
Bu değişime siyaset üstü baktığımızda, eğitimin, kültürün, sanatın, medyanın sömürgeci, mankurtlaştırıcı bir zihniyetle âdeta toplumu yok etmek için savaştığı bir ortamda genç kuşaklar istikametlerini nasıl bulacaklar?..
Geçmişi silip “Haz ve Hız”a teslimiyetin sonuçları sadece seçim sandığı ile sınırlı kalmaz!.. İkide bir “Beka Meselesi…” dediğimiz şey bütün kuşakların yürüdüğü istikamet yani geleceğimiz ile ilgilidir…
.
Derdimiz insan
9 Temmuz 2021 02:00
Son gündem CHP eski Milletvekili Zülfü Livaneli’nin Deniz Baykal ile ilgili iddiaları. “Bir deli bir kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış” dedikleri gibi hangi kanalı açsan karşına çıkıyor.
Aslında "Bütün millet yanlış biliyor da, bir tek Zülfü Bey doğru biliyor, Allah akıl fikir versin, diyecek bir şey yok…” diyen eski vekillerden Mehmet Sevigen konuyu özetlemiş gerisi fazlalık.
Yönetemediğimiz işlerle uğraşmayı ne kadar seviyoruz, yukarının meselelerini tartışmakla yukarı çıkılmıyor ki... Dışarıyı konuşunca içerideki sorumluluk sahamızdaki hasarları kısada olsa bir süre unutuyoruz ama anti depresan gibi etkisi geçince karşımıza dikiliyor.
Depresyonun iyileştirilmesi için sığınılan anti depresan kullanımı Türkiye’de akıl almaz ölçüde artıyormuş. Uzmanlar “Bundan 10 yıl önce yılda 12 milyon kutu anti depresan tüketilirken, bugün 60-70 milyon kutu kullanımdan bahsediliyor. Eğer böyle giderse önümüzdeki 10 yıl içinde nüfusun yarısı anti depresan kullanıyor olacak” diyor. Yani diyorlar ki; milletin yarısı hasta olacak diğer yarısı da onlara bakacak!..
İnsanların ruh sağlığı neden bu kadar çok bozuluyor?
Bunun sebebi basittir, “şiddetten” beslenen insan aldığını geri verecek. Önceki gün bir arkadaş ayaküstü sohbetinde “Haber bültenlerine bakınca milletin işi gücü bırakıp birbirini boğazladığı vehmine kapılıyorum. Evde haber izlemeyi yasakladım, psikolojimiz bozuluyor…” diye dert yandı.
Karşılanamayan ihtiyaç hayatımıza egemen olur. “Nedir o karşılanamayan ihtiyaç?” derseniz bana göre bu “sevgidir” ve yokluğu bizim iyilik damarlarımızı kurutuyor… olmayan şeyi nasıl verelim?..
İnsanların yeme, içme, uyuma, barınma gibi fiziksel ihtiyaçları olduğu gibi sevgi, saygı, güven, merhamet ve bir sosyal çevreye ait olmak gibi psikolojik (ruhsal) ihtiyaçları da vardır ve karşılanmadığında hayatımızda arızalar başlar, hasta oluruz.
Toplumdaki depresyonun zirve yapması bu mahrumiyetlerin sonucu yalnızlaşan insana kestiği faturadır.
Derdimiz şu ki, bu tehditkâr durum karşısında ne yapmalı?
Anti depresan ilaçlar bu bağımlılığı yok etmek için kullanılır ancak asıl çözüm bizi kendimize bağımlı durumdan kurtaracak anlamlı insani, ahlaki değerlere sahip olmaktır. Depresyonu önlemek, azaltmak için bilinen en güçlü yol; “Arkadaşların, dostların, iyi insanların birbiriyle dayanışmasıdır.”
Dayanışmanın farklı yolları var. Önceki günkü iyi haber Muş’tan geldi. “Gençliğine İyi Bak” projesi kapsamında kapı kapı dolaşarak ailelere uyuşturucuyla mücadele hakkında bilgilendirme yapıldığı haberi örnek bir uygulama.
Muş Gençliği Uyuşturucu ile Mücadele Derneği tarafından yürütülmekte olan ‘Gençliğine İyi Bak' projesi ile gençlerin ve çocukların uyuşturucu ve uyarıcı maddelerden uzak tutulması hedefleniyor. Bu iyi insanlar, mahalle mahalle, kapı kapı dolaşarak genç ve çocukları uyuşturucu maddeye sevk eden etkenlerin önüne geçmek için ailelerle bire bir görüşmeler yapıyor. Onlara broşür dağıtarak gençleri sosyal, kültürel ve sportif faaliyetlere yönlendirerek kötü alışkanlıklardan uzak tutmaları tavsiyesinde bulunuyor.
İnsan desteği olmadan hiçbir anti depresan, bir hastayı kemiren yarayı tedavi edemez. “İyilik yapmak” en pratik ve ucuz maliyetli ve kesin anti depresan etki gösteren bir yoldur, çünkü Hazreti Lokman Hakîm’in dediği gibi: “İyilik insanın emniyet kemeridir, eden kendine ede
.
Sel götürür…
12 Temmuz 2021 02:00
İktidar için hiçbir hazırlığı olmayan ama yaklaşık bir yıldır ülke gündemini erken seçim çağrıları ile meşgul eden Millet İttifakı, HDP’ye tutunmanın peşinde.
Ancak, geçmişte seçmen üzerinde baskı kurarak güçlü çıktığı sandıklarda bugün tahakküm yeteneğini kaybeden HDP’nin geçmişteki oylarını koruyacağı umudu nereden geliyor?..
Geçmiş dönemlerdeki sonuçların terör örgütünün önemli bir seçmen kitlesinin üzerindeki sindirici etkisi ile olduğu söylendi. Ancak özellikle 1915 yılı sonrası terörle yürütülen etkin mücadele sonucu örgüt bölge nüfusu üzerindeki hâkimiyetini kaybetti.
“Asayiş berkemal…” olduğunda halka rağmen kendine yön veren siyasi partiler ikna yeteneğini kaybeder ve destekten mahrum kalır. Normali budur. Ancak, "Demokratikleşme sürecini" şehirlerde silah ve terörist yığınağı yapmak için kullanan örgüt, bölgede hâkimiyet kuracağı tek silahını kaybetmiş durumda. Dağ kadrolarına eleman temin edemeyenlere herhâlde sandıkta oy yağmaz…
Nitekim evlat nöbetlerindeki bölge insanları PKK ile HDP arasındaki ilişkiyi ifşa ederken PKK'ya meydan okuyor…
Bu tablo içinde; HDP’nin gelecek seçimlerde sandıklarda ciddi bir oy gerilemesi güçlü ihtimal olunca CHP ve İP’nin illaki HDP ile ortaklık peşinde koşmasının sebebi nedir? Onları iştahlandıran nedir?
Bu sorunun cevabı 1980’li yıllardan başlayarak terörün ilk doğuş zamanından itibaren yaşanan gelişmeler karşısında “… Entelektüellerin yaşadığı dünyayı tanıyamaz ve özellikle Orta Doğu ve Türkiye üzerindeki planları anlamlandıramaz hâle gelmesidir.” Hem kendileri zamanı ve zemini okuyamadılar hem de yerel aktörlerin önünü açmadılar.
Bu sır olarak saklanmadı, birçok ortamda sesli olarak ifade edildi. Akil insanlar toplantısında gelen arkadaşlara “Terörle mücadelede etkin yol, sizin başkentten gelip bölgede seslenmeniz değil, asıl önemli olan, mahallinde teröre karşı ikna edici olan (yerel aktörlerin) başkente gelip size eksik ve aksak işleri seslendirmesidir…” diye ifade ettik.
Çünkü halk içinde asıl yön verici aktörler sorumluluğunu yerine getiremezse dışarıdan başkaları kötü niyetleri için kendilerine imkân ve alan bulur. Kendi kültürümüzü, medeniyet değerlerimizi nesillere taşıyan ve aktaran kişi ve kurumlar unutulduğunda veya unutturulduğunda toplumlarda nereye ait olduğunu unutur, sığınağını ve sabitesini kaybettiğinde SEL götürür…
Bizde entelektüellerin yaşadığı dünyayı tanıyamaz, anlamlandıramaz ve anlatamaz hâle gelmesi, ne anlama gelir?
Yavuz Bülent Bakiler anlattı; “Bir zaman İngiltere'deydim. Orada bir gemi kaptanıyla sohbetimiz oldu, ona sordum, dedim ki:
-Shakespeare, dört yüz yıl önce yaşayan ediplerinizden biri. Bugünkü nesilleriniz Shakespeare'i okuyup anlıyorlar mı?
Kaptanın bana verdiği cevap, kelimesi kelimesine şöyledir:
-İngiltere'de Shakespeare'i okuyup anlamayan hiç kimseye aydın nazarıyla bakılmaz!.."
Önceki gün değerli Ahmet Sırrı Arvas sosyal medya üzerinden “HDP’ye füze tesiri yapacak bazı projeler” başlığıyla dikkat çekici bir paylaşımda bulundu. Arvas, “Molla Ahmed Cüzeyri etkinlikleri, İdiris-i Bitlis’i anma günleri, Seyyid Taha-i Hakkâri ve Kayme Sarayı festivali, Fakih Tayran Festivali , Ahmed-i Hani anma haftası… Bu projeler ile gönüller kazanılır…” diyor.
Bizim savunma hattımız öncelikle bu gönül insanlarıdır. Eğer kendi değerlerimizden kopmaz ve kimliğimizi koruyabilirsek korunabilir, coğrafyamızı ve bir birimizi koruyabiliriz…
.
Siyasetin nabzı “Söğütlü Kahve”de atar…
16 Temmuz 2021 02:00
2023 seçimlerinin iki önemli belirleyicisi var. İlki Diyarbakır Annelerinin HDP-PKK ilişkisini fısıltı seviyesinden çıkarıp sahada açık, aleni ve yüksek sesle konuşulur kılması. Bu hareket HDP’nin seçmen tabanında güçlü kırılmalara yol açabilir.
İkincisi ise HDP'nin "siyasi parti" görüntüsü altında yürüttüğü PKK ile destek alışverişiyle ilgili Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın kapatma davasının merkezinde yer alan iddialardır. Başsavcılığın hazırladığı iddianamede yer alan belgeler ve davanın seyri 2023 seçimlerinde umudunu HDP ile güçlendirilmiş ittifaka bağlayan CHP ve İP’in de geleceğini belirleyecektir.
Önce Diyarbakır Annelerinin HDP’yi nasıl hırpaladığına bakalım. Onlar örgüt tarafından dağa kaldırılan çocuklarının geri dönmesi umudu ile yapıları ve kapıları zorluyorlar. Bu HDP’nin tabandaki sorgulanma sürecinin sahadaki görünen yüzüdür. Peki, daha önce örgütle çatışmada şehit düşmüş evlatların, babaları hangi kapıdadır, bilen var mı?
Demokrasi adına konuştuğunu ifade eden liderleri umutlarını açıkça HDP desteğine bağladıklarını söylüyorlar. Bunu yaparken sanki bu ittifakın dolaylı yoldan “Dağa Destek” anlamına geldiğinin fark edilemeyeceği gibi akla zarar bir kabulle safa yatıyorlar. Yani demokrat ve halkçı gözükeceğim, ya da muhafazakârlık üzerinden siyaset üreteceğim ama “Dağla” iyi geçineceğim.
Nasıl olacak bu iş? CHP ve İP bu ittifak arayışıyla kendi tabanını küçültecektir. Siyasi bir partinin asıl ittifak ortağı vatandaş olmalıdır.
AK Parti ise sanayileşme hamlelerindeki gayretini toplumdaki temayülleri, tepkileri okumak, sosyal bütünlüğü temin ve hasarı tamir etmek içinde göstermelidir. Seçmenle ittifak ortaklığı böyle yapılabilir. Bu da ancak insanlarla temas edilirse mümkün.
Gıyabi siyaset olmaz, özellikle son günlerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sıklıkla vurguladığı “Sahada olun kapı kapı dolaşın” talimatı bunu ifade eder.
Seçmenler gerek yerel seçimlerde ve gerekse genel seçimlerde oy kullanırken belirli şartlardan etkilenirler. Seçmen ait olduğu toplumun norm, örf, âdet ve kurallarından karşılıklı olarak etkilenir. Ancak bu karşılıklı etkilenme bazen çok güçlü olur ve “tahakküm” seviyesine çıkar.
Bu güçlü etkilenmenin alanı “Salonlar ve kahvelerdir…” Tıpkı geçmiş yıllarda olduğu gibi. Aslında salon ve kahveler siyasi partileri yukarı taşıma veya defterini dürme yeteneğini hiç kaybetmedi. Sadece sosyal medyanın sanal cazibesi güç zannedildi. Şimdi bu “güç” yeniden fark ediliyor.
Ne var ki çoğu siyasetçi bir topluluk içinde seçmenle yüzleşme yerine yukarıdan iş tutarak ayakta kalma yolunu seçiyor. Oysa artık seçmen yukarıdan gelen talimata teslim olacak yapıda değil. Kapıya oturup hesap soracak yetenekte. Bu siyasetin ve siyasetçinin kalitesini yükseltmek için iyi bir gelişmedir.
Her seçmende zaten kendi dünyasında; sosyal, ekonomik, güvenlik, gibi farklı konular üzerinden bir “kanaat” oluşur. Ve kanaatler de bulaşıcıdır. Herkes kanaatini diğer insanlarla paylaşmak onları yanına almak ister. Bu bulaşma ortamı bizim sosyal yapımızda her zaman salon ve kahve ortamları olmuştur.
2023 seçimlerini seçmen temayülünü belirleyecek merkezlerde yine “Salon toplantıları ve kahvehane buluşmaları” olacaktır
.
15 Temmuz işgal teşebbüsünün kökleri…
19 Temmuz 2021 02:00
15 Temmuz’da darbe girişimine karşı duran bu toplum, çok büyük bir felâketi önlemiş oldu. Ancak bu işgal teşebbüsünü besleyen kaynaklar ve boyutları tam olarak anlatılamamış ve anlaşılamamıştır.
Çünkü bu darbe girişimi; müsilajın, denizin dibinde uzun süre önce başlayan bir kuluçka dönemi geçirmesi gibi, uzun zaman sonra ve insanlar onu ancak kendi hayatlarına dokunmaya başladığında fark ettiler…
15 Temmuz darbe girişimini yapan darbecilerin hedefi, mevcut iktidarı alaşağı ederek yerine kendi kadrolarını yerleştirmek ile sınırlı değildi zira önemli bir kadrolaşmayı zaman içinde yapmışlardı. Türkiye’yi ele geçirmek, İslâm’ı Protestanlaştırmak (sadece bireysel bir inanç seviyesine indirgenmiş hayata müdahil olmayan bir İslâm) suretiyle, küresel sisteme itiraz etmeyecek, kolay güdülecek bir yapıya getirmekti.
Millet; 15 Temmuz darbe ve işgal girişimine karşı durmakla, sömürge devlet girişimini önlemekle kalmadı paralel din kurma girişimini de önledi. Bu engelleme ABD’nin kurduğu “sömürge sisteminin” çok önemli bir ayağını kırarak onun uzun yıllardır üzerine yatırım yaptığı içerideki ortaklarını da etkisiz kıldı.
Darbe girişiminin önlenmesi, sömürge sisteminin kurulma ve devam etmesini sağlamak üzere yetiştirilen “yerli memurların” da iflasıdır. Bu tehlikenin iyi anlaşılması için sömürgecilerin işgal ettiği ülkelerdeki sömürge sistemini nasıl kurduklarını ve nihayetinde ne hâle getirdiklerini hatırlayalım.
İngilizlerin, Hindistan’da 1800 yılında başlayıp ve yaklaşık bir buçuk asır süren işgalleri öncesinde Hindistan hemen her şeyiyle değişmişti. Maddi zenginliklerinin sömürülmesi ve yağmalanmasının yanı sıra, Hint insanı, düşünce yapısından hayat tarzına kadar bambaşka bir şekle büründü.
İngilizlere palazlanma fırsatını veren “Dinler arası diyalog” uygulamasını ilk defa Hindistan’da uygulayan Ekber Şah’tır. “Din-i İlahi” adıyla bütün dinlerden karma yaparak kurduğu dine insanları girmeye zorlamış fakat İmamı-ı Rabbani ve şakirtleri dindeki bu fitneyi önlemiş Ekber Şah ise yıkılıp gitmişti.
Batı’nın sömürgecilik hedefleri önündeki en büyük engel İslam’ı yıkmak için nasıl çalıştıklarını anlatan Thomas Macaulay “Minute on Indian Education” isimli kitabında diyor ki; “Hükmettiğimiz yerlerde idaremiz altındaki milyonlarca insanla bizim aramızda iletişimi sağlayacak, amaçlarımıza hizmet edecek bir insan tipi ve sınıfı oluşturmalıyız. Öyle ki, kanı ve rengiyle yerli, fakat düşüncesiyle, sözleri ve entelektüel birikimiyle İngiliz olan insanlardan oluşsun.”
İngilizler, hâkim oldukları (olmak istedikleri) ülkelerde kurdukları okullarda uyguladıkları eğitim politikalarıyla kısa sürede kendilerine hayranlıkla ve sadakatle bağlı bir nesil yetiştirdiler. Kendilerine sadakatle bağlı bu insanlar da efendilerine içeriden çanak tutarak ülkelerinin bütün kaynaklarını onların istifadesine sundu.
Tarih tekerrürdür, İtalyan mütefekkir Giardino Bruno’nun dediği gibi: “İçeride sana çalışan bir hain olmadıkça, bir kaleyi kolayca ele geçiremezsin. Kadehler dolduğunda, kale elde edilir. Muhafızların ve bekçilerin değişmesini izle. Fırsatı yakaladığında asla tereddüt etme.”
Onlar da öyle yaptılar, harekete geçtiler ama millet de harekete geçti. Geriye dönersek darbe filiz vermeye başladığında halkı ve bürokrasiyi tehlikeye karşı ikaz etmekle sorumlu olanlar kendi veballerinden “mahcubuz” diyerek kurtulamazlar.
Asıl direniş “kültür, bürokrasi, eğitim ve sanat...” Batılıların uydusu devşirmelerin kuşatmasından kurtarmakla olacaktır. O zaman ancak darbelerin ve darbecilerin filizleri köklerinden kurur…
.
Sırt verecek dağlar…
23 Temmuz 2021 02:00
Dağlar sadece yeryüzünün yüzey yükseltileri olmayıp, “Dağ Kökü” adı verilen kısımları ile de kimi zaman kendi boylarının 10-15 katı kadar yerin altına doğru uzanmaktadır. Bu özellikleriyle dağlar, tıpkı bir çivinin ya da kazığın çadırı sıkıca yere bağlamasına benzer bir role sahiptir. Mesela zirvesi yeryüzünden yaklaşık 9 km yukarıda olan Everest Dağı’nın 125 km’den fazla kökü vardır.
Yeryüzünün çivileri olan dağlar üzerinde yaşadığımız plakaları derinlerdeki enerji zorladığında yani deprem olduğunda sarsıntıyı aşağı çeker. Onun için şehirler, beldeler dağ yamaçlarında olursa deprem hasar riski azalır.
İnsanlarında birlikte yaşadıkları topluluklarda, magma baskılarına maruz kalan sürekli hareket eden yeryüzü plakalarına benzerler. İnsan toplulukları da sarsıntıya maruz kaldıklarında varlıklarını muhafaza için “sabitleyicilere” , ihtiyaçları vardır. Kimliklerini ve aidiyetlerini ve sosyal barışı koruyabilmek için toplumun dağları da “mekân ve insan”dır.
İnsanların toplum olabilmesi, ortak bir temel üzerinde kurulabilmesi için aralarında bir “Temas Noktası” bulunması gerekir.
Kriz zamanlarında doğru yönü işaret eden insanlar, konuştuğumuz dil, paylaştığımız ortak mekânlar, evler, sokaklar, meydanlar, yollarda cemiyetin dağlarıdır.
Bunlara tutunan toplumlar kazanır, varlığı devam eder, yok sayan tarih olur. Bir toplumu savurmak istiyorsanız bu sabitleyici insan ve mekânları itibarsızlaştırıp ortadan kaldırın. Hâlen maruz kaldığı tehlike budur. Mesela; 6284 sayılı kanunla aile içi geçimsizliklerin önlenmesinde aile büyüklerinin ara buluculuk yapmasının suç sayılarak engellenmesi böyle bir tahribattır.
Mısırlı aktör Mahmut Sobhi, sosyal medyada paylaşılan “Bir medeniyeti yok etmek isteyen işgalcilerin işe nereden başladıkları ve ne yaptıkları” hakkında bir konuşması var;
Diyor ki: “Aileyi yıkmak için, anneye farklı bir rol biç, öyle ki ev hanımı olmaktan utansın. Eğitimi yok etmek için, öğretmenleri toplumda itibarsızlaştır. Öyle ki öğrenciler bile ona hakaret edebilsin. Toplumda örnek olanları, âlimleri ve fikir adamlarını, kanaat önderlerini gözden düşürmek için değersizleştir, ta ki kimse onları (ciddiye alıp) dinlemesin.”
Aslında Sobhi bu tespitleri anlatırken bize “Dağlarımızın nasıl törpülendiğini” anlatıyor.
Sonucunu görmek için toplu çekilmiş bir resmimize bakalım!..
Yeterince konuşulmayan bir görüntü, “31 Aralık tarihi itibarıyla Türkiye'de yüz bin kişi başına düşen ceza infaz kurumundaki kişi sayısı 2010 yılında 163 olurken, bu sayı yıllar itibarıyla artarak 2018 yılında 323'e ve 2019 yılında 351'e ulaştı. 2019 yılında 12 ve daha yukarı yaştaki her yüz bin kişiden 430'u ceza infaz kurumunda yer aldı.”
Bütün “Müştereklerimiz, müze hâline gelirken nasıl bir sonuç bekliyoruz ki?...” Dağları hayatın dışına attıkça toplumdaki kırıklar da büyüyor!.. Çocuklarımızı kaybetmekten bahsedenler onların sığınağı ve barınağı olan büyükler ile arasına engeller koyuyor.
Bizim DAĞLARIMIZA sırt dönersek, evrensel medeniyet değerlerimizi, yeniden inşa edemezsek, varlığımızı sürdürebilmemiz bile tehlikeye girer.
Kolonlardaki kırıklar sıvayla kapanmaz…
.
Sahipsiz bostana dalar gibi...
26 Temmuz 2021 02:00
Garip ama gerçek, önceki gün yoksulluk ve hastalıklardan her gün sayısız insanın telef olduğu bir Afrika ülkesindeki ziyaretinden dönen arkadaş kendisini gezdiren taksi şoförü ile muhabbet kuvvetlenince “sömürgecilerle aranız nasıl?..” diye sormuş. Şoför de “öyle söyleme… Bize Babalık yapıyorlar…” deyivermiş.
Batılı devletlerin, asırlardır devam ettirdikleri sömürge siyasetinin temeli; hedef ülkelerin halklarını kendi işgallerini beğenir ve ister hâle getirmektir. İçeriden gelecek direnç böylece yumuşatılır, insanlar zor kullanmadan kendi sistemlerinin uşağı yapılır.
Bu maksatla karşıdakilerin zihinlerine sirayet etmenin en uygun yolu kitle iletişim araçları olmuştu, hâlen de öyledir. Yenidünya düzeninde insanları kendilerine hizmet ettirmek için sömürgecilerin görünmezlik kazanan hegemonyalarını, silah kullanmak yerine sözlerle ve hiç temassız uzaktan basın ve yayın yoluyla kabul ettiren bir sistem var.
Biden’ın ifade ettiği üzere “her meslek ve meşrepten içerideki dostları” vasıtasıyla düşünce kuruluşlarını, basın ve yayın organlarını propaganda araçları olarak kullandıkları ve bu maksatla “Fonladıkları” bilinmektedir
ABD'li “Chrest Foundation Vakfı”, fonladığı medya kuruluşlarının listesini internet sitesinden yayınlayınca Türkiye’de hangi medya kuruluşların yurt dışı kaynaklardan para desteği gördüğü patronları tarafından ifşa edilmiş oldu.
Normalde “para alan emir alır” sözü gereğince beslenen vakıf ve medya kuruluşlarının patronlarını mutlu edecek söz ve eylem ortaya koydukları kabulünden hareketle “fonlanma” ahlaki kabul edilmese de Patronu mutlu etmeleri gerekir. Eğer sofralarından beslenip başkasının değirmenine su taşırlarsa patronları nafakalarını anında keser.
Her ne kadar “hayır efendim, içerideki muhalif söylemlere daha bağımsız hareket imkânı verir” diye bir fon savunması yapsalar da “Size milyon dolarları hayra hizmet olsun diye mi veriyorlar?.. İçerideki baskıyı bahane edip dışarıdaki kucağa düşmediğin ne malum?” sorusuna verecekleri cevap yoktur.
Nitekim bu sözde bağımsız yayın organlarının kendilerini fonlayan ABD tarafından terör örgütlerinin de eğitilip donatılıp desteklemelerini sorguladıklarını gören var mı?
İçerideki muhalefeti köpürtmek için açıkça yapılan finansal desteğin zaten gizlisi saklısı yok. Biden bile daha gelmeden önce “Erdoğan iktidarına karşı yerli dostları(!) ile iş birliği yapacaklarını” açıkça ilan etmişti.
Bunlar içeri dedikleri zaman “Dağ ve Şehir ve Kalem ve Silah birdir.”
Yabancı vakıf ve dernek adı altında psikolojik harekât ve kara propaganda faaliyetleri yürüten istihbarat merkezlerinin Türkiye'de nasıl böyle rahat iş yaptıkları sorgulanması gereken ayrı bir konudur.
Ancak; asıl sorgulanması gereken bu adamların “sahipsiz bostana dalar gibi” yürüttükleri faaliyetleri karşısında bizim insanımızın, genç nesillerin tutunacağı yerli ve millî kültürü yeşertmek için çırpınan düşünce kuruluşlarının hamisiz ve himayesiz ayakta kalma mücadelesi vermesidir
.
Sil baştan
17 Eylül 2021 02:00
Sanayileşme ve iletişimin hızlı gelişimi son yarım asırda toplumu kırsal köylü niteliğinden sanayi toplumuna çevirirken bunu kabullenmeyen sermaye ve sanayi işletmeleri, medya, bürokratik yapı ve siyaset yapısı da değişen ortamda kendine çıkış kapısı arıyor.
Pozisyonu ve kurumsal niteliği ne olursa olsun, bu değişim karşısında “Sil baştan” yapmayanların şansı yok. Değişime ayak uyduramayan herkes yok olmaya mahkûm.
“Sil baştan” sözü bana ölümünün 18. yılında geçtiğimiz hafta görev yaptığı her ilde mütevazı törenlerle anılan, çalışkanlığı ve halka yakınlığıyla iz bırakan Vali Recep Yazıcıoğlu’nun idari yapımızı ağır eleştirilere konu ettiği aynı isimli kitabını(*) hatırlattı.
Kendisine “Süper Vali” lakabı takılan Vali Recep Yazıcıoğlu’nun (hayatını kaybettiği olayın bir kaza değil suikast olduğu ise yıllarca konuşulmuştu.) hatırlanmasının; halkla iç içe oluşu, sıra dışı tavırları, Başpınar Köprüsü ve sportmen yönü ile sınırlı kalarak idari reformlar için rehber nitelikteki eserlerinin konuşulmamasını bu konuda hâlen mücadele edenler adına büyük bir kayıp olduğunu düşünüyorum.
Sonuçta her değişimin rahatsız ettiği için muhatapları tarafından eleştirilmesi beklenir. Ancak Yazıcıoğlu’nun yüksek sesle dillendirdiği reformların “bürokrat-siyasetçi ve halk” tarafından alkışlanması şaşırtıcı ve ender görülen bir durumdu.
Vali Yazıcıoğlu’nun bugün bile çoğu siyasetçinin bir kere söylemek için bin kere düşündüğü birkaç söylemini hatırlamakta fayda var. Gelecek için hesabı olanlara toplumsal destek için güçlü bir modeldir Yazıcıoğlu’nun fikirleri ve tarzı..
Bugün toplumu ve bürokrasiyi kene gibi kemiren birçok hastalığa karşı yirmi yıl öncesinden ikaz ediyor. Durum vaziyeti genelde “Köşeyi dönmenin dışında değer taşımayan vahşi kapitalizmi besledik. Bireycilik, egoizm, gözü dönmüşlük utanç değil itibar konusudur. Prestij parada, utanç fukaralıktadır” cümlesiyle özetlemektedir.
Bu batağa saplanmanın adımları Tanzimat ile atıldı diyen “Stanford” ile aynı görüşü paylaşmaktadır. “Tanzimat’ın en büyük kötülüğü halkın teşebbüs ve inisiyatif kabiliyeti yerine, bürokrasiyi ikame etmesi, her şeyi devlete ihale ve havale etmesidir... Havalecilik, beleşçilik, ihalecilik ve taşeronluk halkta kurtarıcı (dayı) kültürü oluşturdu…”
Durum vaziyetin düzelmesi için bürokrat ve politikacının yerinin çok net şekilde belirlenmesi gerektiğini bunun da bölük pörçük düzenlemeler ve “cımbızlama yaklaşımlarla” mümkün olmadığını belirterek yönetim reformunun sil baştan yeniden düzenlenmesini her ortamda ısrarla ifade etti.
Yazıcıoğlu ile yaptığımız çoğu tartışmada bazen umutsuzluğa kapılır ve bunu “Popülizm tuzağında kuşatılmış bir toplumda yetkiye ortak olmak sorumluluk getireceğinden tatlı hayal dünyasından kimse uyanmak istememektedir” şeklinde ifade ederdi.
Ne var ki; “Değişim” çoğu insanın hoşuna gitmese de istenmeden kapısını çalan ve uykuları kaçırtan bir mecburiyettir. Pandemi, sonrası bulunduğumuz yerde mi olacağız ya da daha mı farklı olacak?
Ben Yazıcıoğlu’nun umutlarını yeşertecek bir gelecek umudundayım…
…..
(*) “Sil Baştan” Recep Yazıcıoğlu, Yazıcı Basım Yayıncılık-Aralık 199
.
Velvele
24 Eylül 2021 02:00
“Yaygara, telaş, hengâme” anlamında kullanılan “velvele” bugünlerde üniversitelerin açılmasıyla birlikte özellikle büyük şehirlerde kiralık ev ve yurt sıkıntısı yaşayan öğrencilerin durumuna en uygun tarif.
Yurtlarda yer bulamayanlar özellikle öğrencilerin yoğun bulunduğu semtlerde yüksek kira talebiyle karşılaşıyor.
Yüksek fiyat artışlarına çözüm olarak gündemde “Kiralık toplu konut ve iş yeri üretimi” var. Bu maksatla inşaat şirketlerinin öğrenciye kiraya vermek maksadıyla yapacakları konut ve iş yerleri için finansal desteklerin verilmesi tartışılıyor.
Önce Konut kiralarının çok fazla ve adil olmayan fahiş seviyeye nasıl tırmandığına bakalım.
İnşaat sektörü, 200 farklı sektörle sürekli ilişki içerisinde olduğundan ülke ekonomisi için katma değer üretmekle beraber, kendisindeki müspet veya menfi değişimler de piyasaya yansımaktadır. Bir nevi bütün sektörler inşaat sektörünün havasına bakıyor.
Geçen sene pandemiden dolayı durağanlaşan sektörü canlandırmak, konut üretme ve satışına destek için konut kredilerinde faiz oranları ciddi seviyede düşürülünce artan talep gayrimenkul fiyatlarını da yüzde 50’ye varan oranda artırdı. Konut almak isteyen vatandaş ucuz kredi buldu ama konut fiyatları da yükseliverdi.
Konutlar elden çıktı, para piyasası ve inşaat sektörü tekrar kıpırdadı ama fiyat artışları konut fiyatları ve kiralar ile sınırlı kalmadı takipçisi olan diğer sektörlerde de mal ve hizmet fiyatlarının artış iştihası kabardı.
Kontrolsüz fiyat artışları karşısında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Fiyat artış zulmüne bizzat el koyacağım” derken Uzmanlar kiralık toplu konut ve iş yeri üretiminin ucuz kredi ile desteklenmesi fikrini kastederek “Enflasyonu körükleyen faiz indirimi gibi hamlelerin dikkatli yapılması gerektiğini” söylüyor.
Öğrencilerin yurt ve kiralık ev bulma sıkıntısı ise bir gerçeği de güçlü bir şekilde önümüze çıkarıyor. Devlet yurdu ve özel yurtların kapasitesinin üniversite öğrencilerinin talebini özellikle büyük şehirlerde karşılayacak sayıda olmadığıdır.
Hâlen üniversitede okuyan öğrenci sayımız 8 milyonun üzerinde. Kampüse gelme zorunluluğu olmadan, derslerini bilgisayar vasıtasıyla tamamen sanal ortamda takip eden Açık Öğretim (lisans) öğrencisi 2 milyon 96 bin ve Açık Öğretim (ön lisans) öğrencisi 2 milyon 19 bin...
Kendi bulundukları yerden öğrenimlerini sürdüren bu açık öğretim öğrencileri dışında, yurtlarda veya evlerde kalma zorunda olan öğrenci sayısı 3 milyon 825 bin olarak temel alınabilir.
2021 yılı için 81 ilimizdeki toplam kamu yurt sayısı 780, toplam yatak kapasitesi ise 1 milyon 28 bin. Öğrenci sayısının devlet yurdu kapasitesine oranı yüzde 27 olarak gerçekleşmektedir. Devlet yurtları dışında devletin aylık 750 lira civarında barınma ve beslenme yardımında bulunduğu 3 bin civarında da özel yurt var.
Öğrenciler ödeme gücünün üzerinde artırılan ev kiraları karşısında yurtlara akın etti. Ve kiralık ev ile yurt arasındaki denge, kiralardaki fahiş artış nedeniyle bozuldu. Köklü çözüm “Destek ve Teşviklerin” kira maksadıyla yapılacak konut ve iş yerlerine değil, kapasite artırımı için kamu ve özel yurtların inşasına öncelik verilmesi olarak görünüyor.
Asıl cevap aradığımız soru ise; bugün kalacak mekân aradığımız bu gençlerin mezun olduklarında çalışma alanlarını nasıl bulacağı?
.
Akil İnsanlar ve Sulh Komisyonları...
1 Ekim 2021 02:00
Cumhurbaşkanı Erdoğan, hafta başında katıldığı 24. Dönem Adli Yargı Hâkim ve Cumhuriyet Savcıları Kura Töreni’nde "Vatandaşımızın kamu ile uyuşmazlıklarında mahkeme mahkeme dolaşmadan; dilekçeler, başvurular, dosyalar arasında vakit kaybetmeden hakkına kavuşmasını istiyoruz. Yakında her ilde sulh komisyonlarını devreye alıyoruz" açıklamasını yaptı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kurulacağını açıkladığı Sulh Komisyonlarının işlevinin tam olarak ne olacağı ya da kimlerin görev alacağı henüz açık olmamakla beraber “Vatandaşın kamu ile uyuşmazlıklarında vatandaş-yargı için külfeti ve iş yükünü azaltan” isabetli bir çözüm yolu olarak tasarlandığı anlaşılıyor.
Vatandaş-Kamu uyuşmazlıklarında yerinde bir çözüm aracı olarak düşünülen “Sulh Komisyonları"nın kişiler arasındaki uyuşmazlıklar için de bugüne kadar düşünülmemesi noksanlıktır. Hatta uyuşmazlık alanını genişletip özellikle aile içi uyuşmazlıklarda taraflar karakolluk olmadan müdahale için aile büyüklerinin önde yer aldığı uzlaşma birimlerinin kurulması bugün zaruret olmuştur.
Nitekim toplumda didişmeyi körüklemek isteyenlerin kullandığı en etkili yollardan biri de toplumda örnek, rol modeli ve ara bulucu olan “kanaat önderlerini” gözden düşürmek ve değersizleştirmektir.
Vatandaş-Kamu uyuşmazlıkları külfet getirir ve iş yoğunluğunu besler. Süregelen aile içi uyuşmazlıkları ise erken müdahale edilmediğinde şiddeti besler, nihayetinde ailenin yıkımına ve dağılmasına kadar gider. Günlük haberlerde acıyla izlediğimiz trajik olaylar müdahale edilmeyen küçük tartışmaların büyümesi ile ortaya çıkmaktadır.
Toplumun yapı taşı olan aile içi uyuşmazlıklarda “Uzlaşmacı” ihtiyacının aciliyetinin anlaşılması için tabloya yakından bakalım...
TÜİK istatistiklerine göre evliliklerin ilk beş yılında boşanma oranı yüzde 39, yani 100 evli çiftten 39’u boşanıyor. Batılı ülkelerdeki duruma bakarak kendimizi avutmayalım. Avrupa’da durum daha kötü, boşanma oranı yüzde 50’nin üzerinde ama eğer müdahale etmezsek kısa sürede onları yakalarız!
Aile içi anlaşmazlıklar olduğunda hemen “karakol ve mahkeme” kapısına dayanmak tavsiye edilmez. Çözüm bulacağız derken aile içi düşmanlık artar. Prof. Dr. Nevzat Tarhan bu tehlikeye karşı “Aile içi sorunlar karşı taraftan intikam alarak çözülmez. Devletin aile içi uyuşmazlığa çözüm getirecek daha çok proje üretmesi lazım. Bunları yapmak mahkemelerin görevi değil. Aile içi ilişkiler için anlaşmazlık merkezlerinin kurulması gerekiyor" diyerek çok daha önceden haber vermişti...
Aileleri telef eden şiddet ve boşanma akımına karşı Sayın Nevzat Tarhan’ın tasarladığı ve teklif ettiği “Aile içi ilişkiler için anlaşmazlık merkezleri” adı farklı olsa da aynı hizmeti verecektir.
“Sulh Komisyonları” üzerinden Vatandaş-Kamu ihtilaflarında uzlaşma arayışı bana yakın geçmişte farklı bir sosyal sorunun uzlaşma aracı olarak çözüm sürecinde kullanılan “Akil İnsanlar"ı hatırlattı. Bu uygulamanın sonuçları iyi bakıldığında bize uyarıcı ipuçları verir.
Sahada uzlaşma için kullanılan “aracılar” muhitin adamı olmadığı için kendilerinin de itiraf ettiği gibi bölgeye ve insana ısınmaları, meseleyi kavramaları zaman almıştı. Ara bulucunun taraflarca kabul görmesi için “Olaya, İnsana ve Muhite” aşina olması gerekir.
“Modernleşme" adı verilen toplumdaki dönüşüm süreci bizi “Yeni Toplum, yeni sıkıntılar ve Yeni İnsan” ile yüzleştirdi. Hayatımızın her alanı üzerinde yaşadığımız çatışmalar için ara buluculuk üstlenecek “Sulh Komisyonları” adını verdiğimiz bu sivil organizasyonlar bu değişimin sonucu ve mecburiyetidir.
Çözüm arayan “Çatışma Alanı ve Tarafları” kim olursa olsun, bu komisyonların başarılı olması, komisyonlarda yer alacak kişilerin ehliyet ve liyakati ile sınırlı olacaktır.
.
Akademik zorbalık!..
8 Ekim 2021 02:00
Hani her görüşe saygı, Boğaziçi Üniversitesi’nin en önemli özelliğiydi. “Kapısından bile geçemez” diye gerindikleri “Şiddet” rektör aracının üstüne kadar sıçradı ve yine karakolluk oldular. Dertleri rektör değil, önceki rektörü de istemiyorlardı. İtirazları açık: “Bizden değil!..” Biri çıkıp sormalı: “Sizden olmak ne demek?..”
Belli ki mevcut akademik kadroda olmak da yetmiyor. Yeni rektör Prof. Mehmet Naci İnci, üniversitedeki öğretim üyeleri içinden seçildiği hâlde bu itirazın sebebi nedir?
Toplumu etkileme aracı olarak “sosyal medya”nın hükümranlığını kabul etmeyen yok. Kim daha çok “tık” yaparsa yaptırım gücü onun olacak. Ama sahadaki durum hiç de öyle değil; Dünyanın büyüsü bozulsa da ikna aracı olarak “zorbalık” hâlen varlığını devam ettiriyor.
Bir uygulamaya karşı çıkmanın farklı yolları var. Bunları en ilkeli, muhatabını tırmalamaktan öteye geçmeyen “tepinmektir”… Esef ve hayretle izlediğimiz Boğaziçi Üniversitesinde, Rektörünün aracının üzerindeki gösteri “tepinmekten” ibarettir.
Hafta başında; Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne Bulu'nun görevden alınması sonrası yerine Prof. Dr. Naci İnci'nin rektör olarak getirilmesine karşı çıkan bazı öğrenciler Rektör Naci İnci rektörlük binasından çıkarken bindiği makam aracının önünde durarak geçmesine izin vermedi. Olaya müdahale edildi ve İnci'nin makam aracının önünün kesilmesi ve otomobilin üzerine çıkıp tepinmeye ilişkin başlatılan soruşturma kapsamında 10 kişi gözaltına alındı.
Rektörün aracının etrafını sarıp, üstüne çıkarak tepinenlere 2021-2022 Yükseköğretim Akademik Yılı Açılış Töreni'nde konuşma yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, sert tepki göstererek “Rektörün arabasının üstüne çıkıp, orada tepinen öğrencilerin olduğu bir Türkiye'yi ben kabullenemiyorum. Bize böyle öğrenciler gerekmez. Rektör aracın içinde siz aracın üstünde tepiniyorsunuz. Böyle öğrenci olamaz. Bunlar olsa olsa ancak üniversitelerin içerisine sızmış teröristlerdir” ifadelerine yer vermişti.
Sayın Erdoğan’ın bu değerlendirmesi dışında yaşananlar karşısında olaya fikrî müdahale etmesi gereken ve beklenen akademik otoriteler ve siyasal muhit yine susmayı tercih etti.
İşte bu “sükût suikastı” Türkiye’de sorunların üst üste bir çöp yığını hâline gelmesinin sebebidir. Asıl konuşmaları gereken ve beklenen entelektüel çevrelerin kendi alanlarındaki olaylar karşısındaki bu havalecilik alışkanlığı ve sükût etmesidir.
Boğaziçi olayları karşısında YÖK’ten henüz hiç ses çıkmadı. Onlar susunca susması gerekenler tepinir!
Entelektüelin kendi fikirleri, düşünceleri, tespitleri, kavramları, analizleri olur ve olmalıdır. Yeri geldiğinde bu birikimini işe yarasın, kullanılsın diye paylaşır.
Entelektüel; kendini laboratuvar ile sınırlayan ve sadece mesleki birikimini aktaran kişi değildir. Hayatı nasıl okuduysa onu paylaşandır. Toplumsal travmalar yaşanırken hiçbir şey olmamış gibi sırtını dönemez. İçeride ve dışarıda ekonomik dalgalanmalar, hayatın artan maliyeti, şiddetin yaygınlaşması, suç ve suçlu sayısındaki tırmanış daha birçok meselemizin çözümünde sorumluluk almaları gerekir.
Makam aracının üzerinde yarı çıplak tepinen zorbalık karşısında sükût etmek militanlığa daha yükseklerde tepinmek için cesaret vermek anlamını taşır. Müdahale edilmediğinde, bu tepinmenin nerede duracağını kimse tahmin edemez...
.
Topyekûn bir akıl örtülmesi mi?..
15 Ekim 2021 02:00
Haftayı, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Bütün tahriklere rağmen bir gerilim olmaz. Umarım öyle bir tablo da Türkiye’de yaşanmaz. Siyasi cinayetler kaygım var. Erdoğan ‘Dur bakalım başınıza daha neler gelecek’ diyor. Açıkça tehdit ediyor. Kaygılarım var. Yani Erdoğan iktidardan gitmemek için her yolu deneyecektir. İşin Türkçesi bu, gitmemek için her yolu deneyecektir. Çünkü iktidardan gitmenin kendisi için maliyetinin ne kadar ağır olduğunu görüyor” açıklamasını tartışarak geçirdik.
Kılıçdaroğlu’nun uyarısı ciddiye alınmalı mı? Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun beyanı kapsamında varsa suç ve delillerinin tespiti bakımından araştırma yapılmasına karar vermiş.
Korku üreterek muhataplarını ikna etme en eski, en ilkel ama en sık uygulanan yoldur. Dikkatleri farklı bir hikâyeye çekerek HDP ile ittifak arayışını seçmen tabanına hazmettirmeye çalışan Kılıçdaroğlu’nun “suikast kaygıları” bana geçtiğimiz hafta Balıkesir/Bandırmayı karıştıran “intihar ihbarı”nı hatırlattı.
Trajik olayda, A.U. isimli bir şahıs, ailesiyle yaptığı telefon görüşmesinde denize atlayarak intihar edeceğini söyledi. Telefon görüşmesinin ardından telaşa kapılan aile durumu Emniyet Müdürlüğüne bildirince, Emniyet güçleri, Sahil Güvenlik ekipleri, Arama Kurtarma ekipleri ve İtfaiye ekipleri ve bütün ekipler şahsı aramaya başladı…
Bandırma Limanına giriş çıkışlar durduruldu, İstanbul'dan gelen feribot Bandırma açıklarında bekletildi. Yük gemileri ve Ro-Ro gemisi de normal süresinden çok sonra limana giriş yaptı.
Yaklaşık 3 saat süren aramalarda intihar ettiği sanılan A.U. arkadaşının evinde uyurken(!) bulundu. Böyle söylense de muhtemeldir ki uydurduğu hikâyenin sahadaki sonucunu izlemekle meşguldü.
Bir yalanın ürettiği gerilim ortalığı karıştırmaya yetti. A.U.’nun sebep olduğu karmaşanın toplumsal bir maliyeti var. Muhtemelen adli sorgulamasından sonra bir psikiyatri kliniğinde tetkikten geçmeli ve şu soruya cevap vermesi istenmeli: “Bunu neden yaptın?..”
Sayın Kılıçdaroğlu’nun sıkça depreşen kaygılarına yol açan bilgi ve kaynağı hakkında henüz arkasını dolduracak bir açıklama yapılmazken İçişleri bakanı Süleyman Soylu’nun “Arkadaşlar, toplumu kaosa sürüklemek üzere böyle bir siyasi cinayet istihbaratı var mı? Yok!.. peki siz böyle bir bilgiyi nereden aldınız?..” tepkisini de bir cevap verilmedi...
Korkunun hâkim olduğu yerde muhakeme bozuluyor, karmaşada daha önemli şeyler arkada kalıyor ve insanlar artık refleksleriyle hareket ediyorlar. Yani akılla değil duygusal karşılıklar veriyor.
Öyle anlaşılıyor ki, halka dayanan, ülkenin hâlihazır sıkıntılarına çözüm üretme yetersizliğindeki muhalefet HDP ile girmek istedikleri iş birliğini seçmene makul gösterecek malzeme peşinde. Gürültü patırtı arasında kaynayıp gitsin.
Dağa kaçırılan çocuklarını geri almak için İl Başkanlığı binaları anneler tarafından ablukaya alınan bir siyasi partiyle ittifakı “Bütün Annelere” izah edecek hiçbir gerekçe ikna edici değildir.
Terör örgütünün vesayetindeki HDP ile yol yürümek onları aklamaz ama birlikte yol arkadaşlığı yapanları tartışılır hâle getirir. Eğer topyekûn bir akıl örtülmesi yoksa
.
Çalan ders zili değil “Alarm”
22 Ekim 2021 02:00
Aydın Kuşadası’nda önceki gün geleceğe dair alarm zillerinin çaldığını gösteren “failleri ve mağdurları” gençler olan bir olay, bütün Türkiye’yi derinden sarstı.
Kuşadası Endüstri Meslek Lisesinde öğrenim gören 16 yaşındaki B.S. ile Z.K. arasında pet şişe atılması yüzünden tartışma çıktı. “Okul çıkışında görüşürüz” diyen ikili, birbirini düelloya davet etti.
Son ders zilinin çalmasıyla birlikte öğrenciler belirledikleri parkta buluştu. Sınıf arkadaşları da onların kavgasını seyretmek için peşlerinden gitti. Ardından çember kuruldu, dövüş arenası oluşturuldu. İki öğrenci, bıçak ve muşta ile dövüştü. Z.K, B.S.'yi karnından ve kalbinden bıçakladı. Ağır yaralanan B.S. düştüğü yerden kalkamadı. Kendisi de yaralanan Z.K. ise diğer öğrenciler ile birlikte kaçtı…
Gençler arasında yaşanan saldırganlık, şiddet ve suça karışma olayları bütün toplumların en önemli sorunları. Bizde ise; 2020 yılı adalet istatistiklerine göre geçtiğimiz yıl suça karışan 209 bin 689 çocuk, mahkemelerde sanık olarak yargılandı. Yıl içinde yeni açılan davalarda çocuk sanık sayısı 99 bin 919 oldu. Yargılamalar sonucunda 52 bin 505 çocuk mahkûm olurken, 29 bin 592 çocuk hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına hükmedildi.
Bunlar yaşanırken hayatları “dedi ki, demiş ki, demişler ki” ile geçenler, 2023 seçimlerinde oy kullanması beklenen 64 milyon seçmenin %16’sını teşkil eden bu 16-25 yaş grubunu sandıkta kazanmanın derdinde…
Gelecekleri için gençleri garantör görenler “gençleri anlamayan siyasetçiler önümüzdeki seçimleri kazanamayacak!..” diyorlar ama onların gelecekleri ile ilgili hiçbir endişe taşımıyorlar.
Gençleri anlamak ne demek? Bu elim olayın arka planına bakalım. Nasıl bir anlayış ki, bir pet şişe fırlatmasını kan davasına dönüştürüyor. Sözüm ona arkadaşların gözü önünde bir “ölüm çemberi” çizilerek taraflar ellerinde bıçak ve muştalarla o ölüm çukurunun içine atılıyor. Sonu tarafların biri veya ikisinin de yaralanması veya ölümü ile sonuçlanacak bu anlamsız Orta Çağ gösterisi itiraz görmeden bütün sınıf tarafından iştahla seyrediliyor.
Bu tablo, Şerif Mardin’in “Gençlik ve Şiddet” makalesinde ifade ettiği gibi büyük binaların içindeki “Anlam boşluğuna düşmüş” savrulan bir gençlik gösterisidir.
Eğer hava soğudu ise hepimiz üşüyoruz… Bu anlam boşluğu içinde seküler hasar almış bir toplumda millî ve manevi değerleri aşınmış, durduğu ve doğduğu yere yabancı, dertsiz, çilesiz, yarın için fikri olmayan depresif, kalabalık bir insan topluluğu görmek hepimize acı veriyor.
Farklı ortamlarda gençlerle, kendileri ve ülkeleri adına “gelecek senaryoları” üzerine yaptığımız konuşmalarda bende bıraktıkları kanaat şudur: Bu hengâmede; uyuşturucu, şiddet ve adrenalin içinde kaybolmak istemiyorlar. “Global Dünya”nın savruk, küçük parçası olmak yerine küçük olsa da kendilerine ait güvenli bir dünya arayışı içindeler…
Her otoriteyi sorgulama cesaret ve yetenekleri var ama küreselleşmenin etkisiyle aile bağları, etik ve dinî değerler gibi “aidiyet zeminleri” ile olan bağları zayıflamakta, önemini kaybetmektedir.
“Çocuklar suç işlediğinde büyükleri terbiye etmeli” diyen düşünür haklı çıkıyor. Büyükler gençleri anlamak istiyorsa onlara “oy torbası” gözüyle bakmayı terk etmeli.
Hayatla didişen genç kuşağı kazanalım ama kendi siyasi tercihlerimize adam devşirmek için değil, geleceğimiz için…
.
Kavala olayında üçüncü taraf…
29 Ekim 2021 02:00
ABD Türkiye’de, uyumlu çalışacağı bir iktidar istiyor ve iktidarı değiştirme hedefiyle kargaşalık planını yoğunlaştırıyor. 10 büyükelçinin “Kavala” bildirisi de seçimler öncesindeki kaos planı içinde olduğu kanaati hâkimdir.
“Kavala” operasyonu, hem dışarıdan Türkiye’ye ayar vermeye kalkanları hem de iktidar, muhalefet ve gelişmelerden etkilenen tüm aktörleri test etti.
Bildiri yayınlanıp, bütün gözler Erdoğan’a çevrildiğinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’nin maruz kaldığı bu müstemleke muamelesi karşısında “Kavala denilen Soros artığıyla ilgili olarak Türkiye’yi âdeta burada mahkûm etmek istiyorlar. Dışişleri Bakanı'mıza söyledim, bizim bunları ülkemizde ağırlamak gibi bir lüksümüz olamaz. Türkiye’ye böyle bir ders vermek haddinize mi sizin?” diyerek kararlı bir tepki verdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararlı tutumuna, daha bildiriyi verenlerden cevap gelmeden CHP, DEVA ve Saadet Partisi ve sonra HDP'liler karşı çıktı.
10 büyükelçinin bir an önce istenmeyen adam ilan edilmelerinin ülkeyi yeni çıkmazlara götürecek, şiddetli mali ve iktisadi krizlere sebep olacağını söyleyerek “Cumhurbaşkanı’nın yapabileceği tek doğru şey, AİHM kararlarının uygulanması önündeki siyasi engelleri kaldırmaktır" diyerek mütecavizlerin yanında yer aldılar.
10 büyükelçiden cevap gecikmedi ve cevap tam da “Osman Kavala’nın bir malzeme olarak kullanıldığının teyidi idi.”
Bildiriyi veren ve bildirinin muhatabı olan her iki taraf da sonuçtan memnun ama memnun olmayan ve büyük hayal kırıklığı yaşayan bir üçüncü taraf var. Muhtemel bir siyasi kargaşadan nemalanmak isteyen “Türkiye batacak, Erdoğan gidecek” umuduyla 10 büyükelçiye alkış tutan içerideki bazı muhalefet.
Bu “Kriz Avcıları” bana uzun zaman önce, aralıksız yağan yağmurun balçığa çevirdiği yolda çamura saplanan ayakkabısını çıkarmak için uğraşırken bir yandan da lanetler savuran bir sarhoşu hatırlattı. Homurdanıp, çamurda debelenip dururken bir yandan da “Her yanımız çamur… sallan sallan da yolumuzu bulalım!..” diye kendisi için fırsat, toplum için ise felaketten ibaret bir deprem beklentisi içindeydi.
“10 Büyükelçi Olayı” yakın gelecekteki dış ve iç siyaset gelişmelerinde önemli bir belirleyici olacaktır. Yaşananlar, her kararı her icraatı dışarıya tasdik ettirmek ihtiyacındaki teslimiyetçi siyaset anlayışının iflasının ilanıdır. Muhtemelen gelişmelerden hasar alan muhalefet 10 büyükelçiye “yaptığınızı beğendiniz mi?..” diyecektir.
Öte yandan gelişmelerin Osman Kavala’nın geleceği için de karanlık olacağından endişe duyanlar asıl gelişmelerin Türkiye’nin Batı ittifakından kopma sürecini hızlandıracağından dem vuruyor.
Acaba hangi ittifakın zarar görmesinden endişe duyuyorlar? Bu nasıl müttefiklik ki, parası ödenmiş F-35’leri vermeyen, güney sınırımızda silahlandırdığı terör örgütlerine binlerce tır silah yardımı yapan, anlaşmaları hiçe sayarak adaları silahlandıran müttefiklerden mi?
Hayret bir şey!.. Bu “gönüllü kölelik” hastalığı nereye kadar?
Erdoğan’ın kararlı tutumu ile tarihî bir yanlışın düzeltildiğini vurgulayan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ifadesiyle; “Türkiye kum torbası değildir. Başına vurup ekmeğinin alınacağı bir ülke değildir. Küstahların eline de oyuncak olmayacaktır. 18 Ekim bildirisinden geri adım atılması anlamlıdır, yerindedir. Hiçbir dış güç bir daha ülkeler arasında kriz çıkarmaya tevessül etmemelidir…"
.
Siyasi bir depremin öncü sarsıntıları...
5 Kasım 2021 02:00
HDP tabanından parça koparmak için tezkereye ‘hayır’ diyen Kılıçdaroğlu en çok terör örgütünü sevindirmiş olmalı ki PKK yöneticileri “CHP hayırlı bir iş yaptı” demiş.
CHP ile HDP arasındaki bu yakınlaşmaya CHP tabanından da itirazlar gelince vaziyeti kurtarmak için keskin bir geri dönüş yapan Kılıçdaroğlu bu defa Yozgat'ta yaptığı konuşmada "Söz veriyorum o Kandil denen yuvayı yerle yeksan etmezsem bana da Kılıçdaroğlu demesinler" ifadelerini kullandı.
Kılıçdaroğlu Kandil’i değil ama ittifakı sallıyor!..
Millet İttifakı’ndaki öncü sarsıntılar devam ededursun, Kılıçdaroğlu’nun partisine ve ittifakına verdiği hasar AK Partiye önümüzdeki seçimler için katkıyı garanti etmez. Seçmen muhalif cephenin beceriksizliğinden çok kendi partisinin becerisine bakar. Sâbitelerini kaybetmiş muhalefet kendi yaralarını kaşırken İktidarın “seçmen müşterekleri” üzerinden yürümesi gerekir.
Bu söz ne anlama geliyor?
Mayıs 2013’te Can Paker başkanlığındaki Akil İnsanlar Heyeti’nin Doğu Anadolu Bölgesi grubu toplantısında tartışırken “Sosyal barışın nasıl sağlanacağı” sorusuna cevap olarak “Bunun çok pratik ama hâlen başvurulmayan bir yolu var. Toplumun bugün hayatta olmayan ama eserleriyle varlıklarına her zaman ihtiyaç duyduğumuz kanaat önderlerini tekrar gün yüzüne çıkarmaktır. Siz bölge insanını yeterince tanımadığınızı söylüyorsunuz, biz de, Mele Ahmet Cüzeyri’nin bir dörtlüğü ile hiçbir endişe duymadan bu coğrafyada yürüyebileceğinizi söylüyoruz.
O hâlde gelin yüz yıldır kapalı tuttuğunuz bu kapıyı açın… Cüzeyri’de, Mevlâna’da niye buluşmuyoruz?..” demiştim…
Gidiş o gidiş… Aradan geçen zaman içinde bu anlamda bir gelişme yaşanmazken siyaset de bugünkü şizofrenik seviyesizliğine düştü.
“Ne yapılabilir?..” sorusuna cevap olarak değerli Ahmet Sırrı Arvas’ın bir paylaşımı var. Arvas paylaşımında HDP’ye füze tesiri yapacak bazı projeler başlığı altında “Molla Ahmed-i Cüzeyri etkinlikleri, İdris-i Bitlis-i anma günleri, Seyyid Taha-i Hakkâri ve Kayme Sarayı Festivali, Fakih Tayran Festivali, Ahmed-i Hani’yi Anma Haftası…” ve benzeri düzenlemeleri örnekleyerek “Bu projeler ile gönüller kazanılır” diye belirtmişti.
HDP üzerinden yürütülen bu son operasyonlar siyasi bir depremin öncü sarsıntılarıdır. Önlenmesi ise tıpkı bildiğimiz depremleri frenleyen dağlar gibi bu “sâbiteleyicilere” yakın durmakla mümkün.
İnsan toplulukları da sürekli hareket eden yer plakalarına benzer, kimliklerini ve aidiyetlerini muhafaza için “sâbitleyicilere” ihtiyaç duyarlar. Toplumun çivisi de “Kanaat önderleri”dir. Aksi durumda “Sâbitelerini” kaybedince gelecek için yönünü de kaybeder.
Önceki gün Prof. Dr. Ahmet Maranki, TGRT-TV’deki sabah programında anlattı; “Yurt dışındaki bir toplantıda İbni Sina’dan bahsedince yabancı katılımcılardan biri -Benim ülkemde ismine açılmış 7 tane enstitü var- dedi. Ben de soruyorum, bizde kaç enstitü var, benim enstitüm nerede?.. Maranki mi açacak?..”
Büyük meseleler küçük gürültüler arasında kaybolmasın.
Çin bile kendisini sevimli göstermek için Kaf Dağı’nın arkasından gelip ülkemde “Konfüçyüs Enstitüleri” açarken, yukarıda sadece birkaçının ismini zikrettiğimiz muhteşem insanlarımız adına kaç enstitümüz var?
"Kültürel iktidarı" almadıkça toplumun “Vertigo” hâli, siyasetin zemini de sallanmaya devam edecektir...
.
Kalkınmanın yolu “Kütüphane ve İnsan”
12 Kasım 2021 02:00
Neden bazı ülkelerin müreffeh, bazılarınınsa geride kaldıkları sorusuna hepimizin farklı cevaplarımız olsa da hemen çoğunluk “Bilgiye ulaşmak, bilginin kullanılması ve dünyada olup bitenleri okumakla” ilgili olduğunda birleşir.
Mesele, bilgiyi hayatının merkezine alacak ve geleceğimize yön verecek bir öncü kuşağı nasıl yetiştireceğimiz. Bunu nasıl yapacağımızla ilgili entelektüel ve akademik çevreden yeterli sesleri duymuyoruz. Ekranlar ve medya bir türlü günlük “harala gürele”nin işgalinden kurtulmuyor.
Önceki gün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Batman’da gerçekleştirilen "Gençlerle Buluşma” programına katıldığı “Şehit Şenay Aybüke Yalçın İl Halk Kütüphanesi” medyada ve entelektüel çevrede hak ettiği karşılığı bulmadı…
Hem de, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un, sosyal medyada “Şehit Şenay Aybüke Yalçın İl Halk Kütüphanesi”nin, Uluslararası Kütüphane Dernekleri ve Kurumları Federasyonunun (IFLA) düzenlediği Yılın Halk Kütüphanesi Yarışması’nda dünyada tanınmayı hak eden 32 kütüphaneden biri olarak seçildiği paylaşımına rağmen.
O zaman önce şunu konuşalım: Kitap ve Kütüphane kişi ve toplum hayatımızda ne anlama geliyor?
Türk Tarih Profesörü İlber Ortaylı “Kütüphane”ler için “Beşeriyetin hafızasıdır. Bazı insanlar bilgisayar devrinin kütüphane ihtiyacını ortadan kaldırdığını ve irfanı getireceğini söylerler, boş lakırtıdır. Kitap gibi bir sanat eserini elden geçirmek bir zevktir” diyor.
Durum böyle olunca, “Kütüphane-Toplum” ilişkisinde ne durumdayız diye bakıverdim.
Verilere göre, Türkiye genelinde içinde ihtisas, çocuk ve bebek kütüphanelerinin de bulunduğu 1233 adet il halk kütüphanemiz var. Ülkenin en kalabalık kenti olan İstanbul’da 51 il halk kütüphanesi, başkent Ankara’da 44 kütüphane, İzmir’de ise 42 kütüphane bulunuyor…
Batıda ise durum farklı, Fransa’da 4.000 kişiye 1 halk kütüphanesi düşerken Türkiye’de şehirlerde yaklaşık 40.000 kişiye bir halk kütüphanesi düşmektedir.
Günlük haber bültenleri, bize değerlerdeki kayıplar, fikir ve ahlak fukaralığı yüzünden aile ve toplum hayatımızda süregelen karmaşa ve can acıtan olayların hangi ortamlarda ürediği hakkında bir fikir verebilir.
Okumanın sadece entelektüel ve aydınların yapması gereken bir “uğraş” olduğu kanaati oldukça yaygın olan bir toplumda farklı sonuç beklenemez.
Oysa “okuma” hayatı anlamamızı ve anlamlandırmamızı, sağlayan bir tecrübe paylaşımıdır. Çünkü her şeyi yaşayarak öğrenmeye gücümüz ve zamanımız yetmez.
Sosyal barış ve refah adına hangi meseleye baksak “Eğitilmiş İnsan” unsuru her zaman ilk sıradaki yerini alıyor. İnsanlara yatırım yapmak, onların yetenek ve becerilerini harekete geçirmek, değişmek ve hayatını değiştirmek isteyenler için geçmişten günümüze en önemli araç “Kitap ve Kütüphaneler” olmuştur.
Kütüphaneler; değişmek isteyen insanların dilini, tecrübe ve hayatı okumasını geliştiren, değiştiren insanlarla/kitaplarla bir araya geldiği bir “Gök kubbedir.”
Son yıllarda kütüphanelerin hayatımızdaki yerini büyütmek, “Kütüphane-Okuyucu” arasındaki bağı güçlendirmek ve mevcutları daha verimli kılmak için ciddi bir gayret var. Sayı ve nitelik olarak her gün zenginleşen kütüphanelerimizin çalışanları, emekçileri ve okuyucularını daha fark edilir kılmak için Kültür ve Turizm Bakanlığımızın farklı kategorilerde “Teşvik Programları” düzenlemesi teklifimizdir.
Unutulmamalı ki: “Marifet iltifata tabidir
.
Kılıçdaroğlu ve küçük balıklar…
19 Kasım 2021 02:00
Bazı işlerin hak ettiğinden fazla emek ve karşılık aldığının anlaşılması fazla zamana muhtaç değil. Eğer anlatan uygun dili kullanıyorsa ve anlattığına önce kendisi inanıyorsa…
Önceki gün İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener'le, İYİ Parti Genel Merkezi'nde bir araya gelen CHP Genel Bakanı Kemal Kılıçdaroğlu görüşme sonrası yaptığı açıklamada hükûmete seslendi ve “Kendisine açık ve net çağrıda bulunuyorum! Yönetemiyorsun milletin sırtına daha fazla yük yükleme. Bir an önce Türkiye'nin seçime gitmesi gerekiyor” diyerek erken seçim çağrısını tekrarladı.
Kılıçdaroğlu ve Akşener’i erken seçim için bu kadar iştahlandıran sebeplerin başında bugün için HDP’nin üzerine oturduğu seçmen desteği geliyor.
Geriye doğru baktığımızda, HDP geçmiş zamandan günümüze farklı siyasi isimler altında siyaseten var olmak istemiş ve ilk yıllarda seçmen üzerinde baskı yaparak sandıktan çıkmıştır. Ancak bugüne geldiğimizde örgütün bölgedeki saha baskısı kalktığında herkes mutabık ise o zaman HDP hangi sebeple, CHP ve İP’nin iştahını kabartacak bir sandık gücü oluşturuyor?
Bu sorunun cevabını farklı zamanlarda ve alanlarda ifade etmiş olsak da yaşadıklarımız tekrarını gerekli kılıyor. Zira bidayetinden beri terörün halk tabanında siyasi desteğinin yok edilmesi ve teröristin halktan ayrıştırılması saha operasyonları kadar önemli.
“Teröristin halktan ayrıştırılması” çözümün merkezidir ama muhalefetin seçim ortaklığı hamlesi çözümle aramızda yükselen bir duvardır.
Uzman R. Thomson’ın bir araştırmasında “ayrılıkçı terörle sahada ve siyasette mücadelede başarı sağlanmak isteniyorsa hükûmetler önceliği teröristlere değil siyasi ırkçılığı önlemeye vermelidir” diyordu. Kasaba ve köylerde yıkıcı siyasi örgütlenme tasfiye edilmedikçe gerilla birimlerinin faaliyetleri bertaraf edilemeyeceğini belirterek “Eğer gerilla halktan tecrit edilebilirse, yani küçük balıklar sudan çıkarılabilirse, o zaman nihai temizleme kendiliğinden gerçekleşmiş olur” diyordu.
Bunu kabullenmekle birlikte meselemiz hep “Tamam da, bunu kim ve nasıl yapacak?” olmuştur.
Ortak çözüm, güneydoğu ve doğu bölgesinde “Muhafazakârlık” derecesi öteki kültür sahalarına göre daha güçlüdür. Bölgede gelenekler, dinî inançlar, törelere bağlılık bir hayat tarzıdır. Bu önemli bir “pekiştirici” unsurdur. Küçük gruplar istisna edilirse yöre bütünüyle Müslümandır ve İslamiyet en canlı biçimde burada yaşamaktadır. Terörle mücadelede “Yöneticiler, siyasiler ve aydınlar”ın bundan bir yol haritası çıkarmaları gerekir.(*)
Prof. Türkdoğan bu sorumluluğu üstlenecek aktörleri sayarken siyasiler ve kanaat önderleri yanında “Dicle, Harran ve Fırat Üniversitelerinin bu tarihî görev ve sorumluluğu canlı tutulmalıdır” diyordu.
Şimdi geldiğimiz noktada CHP, yıllarca devam eden zulüm ve inkâr politikasıyla bölgede oluşturduğu büyük mağduriyetlerle güçlendirdiği PKK’dan siyasi destek istiyor. CHP çözümün değil sorunun bir parçası oluyor. Hem HDP’nin politikalarını destekliyor hem de “Helallik” turlarına çıkmak istiyor.
İktidar veya muhalefet herkesin durduğu yer ve yol haritası belli. Seçim sonuçlarını ise seçmenin durduğu yer belirleyecek. Geride kalan siyasi parti didişmelerinden çok farklı olan bu mücadelede kararlı veya kararsız, genç veya ileri yaşta herkes kendi vicdanında şuna cevap vermeli;
Türkiye’yi durdurmak için ABD ve Avrupa’nın hazırladığı büyük projenin ortakları yarın iktidar olsalar, dün “hendek kazan” birinin bakanlık görevi almayacağının teminatı var mı?
CHP’nin ve İP’nin bu soruya bir cevabı yok zaten böyle bir dertleri de yok ama bizim olmalı!..
.
İşsizlik Sarmalı ve Millî Eğitim Şûrası
3 Aralık 2021 02:00
Hoşumuza gitmese de ülkenin genç kuşaklarından önemli bir kısmının özellikle pandemi sürecinde yurt dışına göç etmekten söz ettiği dillendiriliyor. Sebebi, gençlerin mezuniyet sonrası iş bulmadaki alan darlığı.
Yüksek Eğitim Kurumlarının ortalama atama sayısının üzerinde mezun vermesiyle bozulan denge “Eğitim-İstihdam ilişkisinde” böyle bir sıkıntıyı kaçınılmaz kıldı. Genç neslin; mezuniyet sonrası iş hayatına atılacağı yer, giderek büyüyen özel sektör olması gerekirken özelleştirmelerle küçülttüğümüz kamu sektörü adres gösterilmekte ısrar ediliyor.
Kilitlenen sektörlerden birisi Eğitim... Sonuçlara baktığımızda öğretmen arzı ve talebi arasında bir denge kurulması şart oldu. Bir yılda ortalama 42 bin atama yapılan öğretmen kadrosu için 7 kat başvuru yapılıyor. 7 yıl aradan sonra “Eğitimde fırsat eşitliği” başlığı altında toplanan Millî Eğitim Şûrası bu sorunlarla yüzleşmek için bir fırsat olabilir.
Şûrada; daha önce 26 bölgede sivil toplum kuruluşları, meslek kuruluşları, öğrenci, öğretmen ve velilerin katılımı ile hazırlanan Çalıştay raporları değerlendirilecek. Şûra sonrasında açıklanacak sonuç bildirgesini merakla bekliyoruz…
Üzerinde durulması gereken, atanmaktan ümidini kestiği için farklı mesleklere hatta yurt dışına göç etmeye yönelmek zorunda kalan atama imkânı bulamamış öğretmenin geleceğidir. Eğitimdeki bu tablo ve diğer sektörlerdeki tablolar “Üniversite çağındaki hiçbir öğrenciyi açıkta bırakmayan ucuz ve popülist, gösterişten ibaret üniversite modelinin” hepimize ödettiği bedeldir.
Burada şunu sorguluyoruz: “25-26 yaşına gelen ve elini hiçbir işe sürmemiş, mezun olduğu bölümde iş alanı olmayan gençlerimiz için neler yapmamız gerekir?..”
Kabul edelim ki, günümüz dünyasında ekonomik başarının anahtarı; “İyi eğitilmiş ve yüksek niteliklere sahip, yeni teknolojilere uyum sağlayabilen iş gücüdür.” Kalkınmış ülkelerde; rekabet gücünün ve sanayinin temelleri “Ara katmanlarda çalışanların” mesleki eğitimi üzerine kuruludur.
Avrupa’da çoğu ülkede eğitim sistemi; öğrencilere arzu, eğilim ve yeteneklerine göre esneklik ve seçenek sunan “Akademik Liselerle-Mesleki ve Teknik Liselerden” oluşuyor. Yükseköğrenime devam etmek istemeyen öğrenci 15 yaşında üç yıllık bir çıraklık eğitimine başlıyor. Oturduğu bölgede bir fabrikada iş eğitimi görürken haftada üç günde okulda kurumsal eğitimini (başarılı olana mezuniyetinde iş garantisi ile) sürdürüyor.
Ülkemizde ise “Teknik ve Mesleki eğitim” üniversiteye giden bir yol olarak kullanıldığı için yeterince gelişmedi.
Artık şunu fark edelim; özel şirketler kamu kurumundan daha rekabetçi ve uluslararası hâle geldiler. Çalışanları, hem istihdam olarak hem de ürettikleri ve kullandıkları teknoloji de emsallerinden çok daha yüksek nitelikli seviyeye ulaştılar.
Ülkemizde, 2019 yılında kamuda çalışanların oranı yüzde 15,1 iken özel sektörde çalışanların oranı yüzde 84,9'dur. Toplam istihdam içerisinde özel sektörün payı, kamu sektörünün 5,5-6 katıdır ve çalışma hayatında her 100 kişiden sadece 15'i kamu sektöründe çalışmaktadır.
Üniversiteler ve tüm eğitim kurumları yapılanmalarını bu sonuçlara göre revize etmeli. Eğer bu Eğitim Şûrası’nda ciddi bir karar alınacaksa bu; eğitim kurumları ile sanayi ve ticaret çevrelerinin temasını mümkün kılacak bir yapı kurmak olmalıdır.
Atama umudunu giderek kaybeden, ailesi ve kendisi için ciddi sosyal sorunlara muhatap “Ne iş olsa yaparım” diyen mezun gençlerin istihdam sorununun ilk sırasında olduğu ve hepimize bir “Sosyal Pandemi” olarak hasar verdiği kanaatindeyim. Bu birikimin sosyal ve siyasal sonuçları kaçınılmazdır.
Çözüm, iş hayatına giden yolda “Teknik ve Mesleki eğitim kurumlarını” üniversiteye geçiş için bir “ara kurum” olarak kullanmaktan vazgeçmektir.
.
Olacak o kadar!..
10 Aralık 2021 02:00
Sonunda Meclis kürsüsü Kemal Kılıçdaroğlu’nun el-kol hareketleri ile “Olacak O Kadar” ekranına döndü. “Olacak O Kadar” seksenli yıllarda Levent Kırca'nın oluşturduğu ve 22 yıl boyunca televizyon kanallarında yayınlanan, sosyal sorunları ekrana taşıdığı bir eleştirel-güldürü programıdır.
Kırca, kurguladığı haber bültenlerinde ekranın sağ alt köşesinde spiker rolünde işaret dili ile zamları hicvediyordu. Kılıçdaroğlu’nun işaret dili de Meclis kürsüsünde aynı yere geldi oturdu!
Millet İttifakı’nın ortak cumhurbaşkanı adayı olmak için kararlı bir kampanya yürüten, Mersin mitingiyle şişen Kılıçdaroğlu’nun hızını alamayıp kontrolden çıkınca iş kazası yapması doğaldır. Performans zehirlenmesinden(!) eli ayağı bir birine karıştı.
Kılıçdaroğlu’nun son anketlerde, Cumhurbaşkanlığı seçiminde Cumhurbaşkanı Erdoğan'a muhtemel rakip olarak çıkması durumunda yüzde 33,9 oy almasına karşılık, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun yüzde 34,2 ve ABB Başkanı Mansur Yavaş'ın ise yüzde 39,3 oyu bulunuyor.
Kılıçdaroğlu karşısında İmamoğlu da Mansur Yavaş da önde. Binaenaleyh Cumhurbaşkanı Erdoğan ise her üçünden de önde. Bu tablo karşısında Kemal Kılıçdaroğlu anketlerde kendisinden önde çıkmasına rağmen Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ı niçin arkaya atıp kendini ön plana çıkarıyor?
Üstelik İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Koray Aydın, Kemal Kılıçdaroğlu'nun muhtemel cumhurbaşkanlığı adaylığını değerlendirirken "Kazanamama ihtimali olan birinin uygun olmayacağını söyleyeceğiz" demesine rağmen. Koray Aydın’ın bu ifadesi Meral Akşener’in Kılıçdaroğlu’nun İttifak’ın adayı olmasına karşı olduğunun açık ilanıdır.
Yine anketler Millet İttifakı adayı olarak İmamoğlu ve Yavaş dışında üçüncü bir ismin de ortak aday gösterilmesi durumunda kabul göreceği yönünde. Bu durumda Kılıçdaroğlu neye dayanarak sonuçların kendi lehine değişmesini umut ediyor?.. Yoksa Kılıçdaroğlu “paratoner” aday mı?
Buna cevap olarak farklı görüşler var.
Bazıları; Kılıçdaroğlu kendi adaylığına değil Ekrem İmamoğlu veya Mansur Yavaş dışında üçüncü bir isim için yolu süpürüyor. Ama o üçüncü isim kimdir, ortada görünen kimse yok. Zayıf bir ses Abdullah Gül diyor ama arkası yok.
Kılıçdaroğlu’nun adaylığına usul yönünden kimse itiraz edemez. Aday belirleme sürecinde ileri günlerde ortam ısınınca kendisinin “Kamuoyu yoklamalarında kazanma şansımı yüksek göremiyorum, ittifakın geleceğini riske sokmamak için adaylıktan Sayın Abdullah Gül adına çekiliyorum…” derse kim itiraz edecek.
Millet İttifakı’nın ortakları Meral Akşener ile Temel Karamollaoğlu’nun “Hayır kabul etmiyoruz, biz kendi adayımızı çıkaracağız…” derlerse ve Ekrem İmamoğlu’nun adaylığında ısrar ederlerse parçalanmış bir CHP ile ittifakın sahada ne karşılığı var?..
Üçüncü şahıs ihtimalini gündeme getiren, muhtemelen, sadece ittifak içindeki ortakların değil son günlerde sıkça görüştükleri müttefiklerin de tavsiyeleri olabilir. Aradıkları “Üçüncü şahıs” seçimde AK Parti tabanından parça koparacak birisi.
Muharrem İnce, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun, geçmişte de Abdullah Gül'ü aday göstermek istediğini ancak bu isteğinin Millet İttifakı'nın diğer ortakları tarafından kabul görmediğini belirterek "Meral Hanım ve ben bastırdığımız için projeden vazgeçtiler, yoksa adayları Gül'dü. Ben Sayın Gül üzerinde anlaşacaklarını düşünüyorum" demişti.
Millet ittifakının aday belirleme süreci oldukça zor geçecek. Seçime doğru çok şey değişir, farklı isimler ortaya çıkabilir, kimi sahaya sürülürken kimi de kulübeye gönderilir.
Bugün Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş veya Abdullah Gül’ün adaylığına itiraz edenler yarın rahatlıkla “aradığımız adayı bulduk…” der. Bu da mümkün.
Ne de olsa; “siyasette dün dündür bugün bugündür…”
Siyaset bu, “Olacak o kadar!.
.
Ekonomik kriz bulaşıcı mı?..
17 Aralık 2021 02:00
Çin’de başlayıp bir tsunami dalgası gibi tüm dünyayı vuran pandemi her şeyi azmanlaştardı! Gerçekten de hiçbir şey eskisi gibi değil. Pandemiyle gelen enflasyon dalgasında Dolar/TL kurundaki yükselişin ne zaman bir geri dönüş yapacağı hakkında farklı görüşler var.
Mal ve hizmet fiyatlarındaki kabul edilemez artışlar, İklim değişikliği, kuraklık ve Pandemi gibi doğal afetlerin arkasına saklansa da, kolay kredilerle desteklenen inşaat sektöründeki patlamayla sahaya girdiği söyleniyor.
Ülkeler arasındaki sınırların artık geçirgen olduğu zamanımızda sosyal ve ekonomik krizlerinde bulaşıcı olması doğaldır. Günümüzde tüm sektörel kurumlar birbirine bağımlı olduğu için, bir hastalığın yayılması gibi piyasalarda benzer etkileri ortaya çıkıyor.
Dünya genelinde son birkaç yıldır yaşanan gıda krizi de, ulusal çapta gıda firmalarının üretim, depolama satış hatlarından başlayarak son tüketiciye kadar yansıyor. İç piyasadan temin edilebilir mal ve hizmet fiyatlarındaki artış özellikle herkesin müşterek ihtiyacı olan un, yağ ve şekerdeki fiyat sıçramaları da bunların ne kadarında dışa bağlı olduğumuzu tartışılır hâle getirdi.
Psikolog A. Maslow (1943) tanımladığı insan ihtiyaçları sıralamasında nefes almanın peşine “ekmek, yemek ve suyu” eklemektedir. Bu sıralamayı esas alarak son günlerde sıkça tartışılan un ve ekmek fiyatlarını konuşalım…
Türkiye'de yıllık buğday ihtiyacı 40 milyon ton içerideki üretimi ise ortalama 18-22 milyon ton civarında. Geri kalan kısmı dış piyasadan temin için ihaleler açıyoruz. Toplamda 20 milyon tonu yurt içinde tüketilirken diğer 20 milyon ton ile bisküvi, makarna, baklava üretilerek yurt dışına ihraç ediliyor.
Ancak dünyada kuraklık ve salgın nedeniyle ihracatçı ülkeler kolay ihraç etmiyor. Tedbiren uyguladığı kısıtlamalar nedeniyle tedarik zincirlerini bozabilir ve gıdaların teminini zorlaştırabilirler. Nitekim Türkiye Unlu Mamuller Makine Üreticiler Birliği Başkanı Serdar Yalçınkaya “Buğday fiyatlarındaki son yedi aydaki yüzde 100 artışın enerji ve lojistik maliyetlerin artmasından kaynaklandığını” ifade etmişti.
Bu durum temel besin ihtiyacı olarak bilinen un, mısır, pirinç, buğday gibi tarım ürünlerinin çok uluslu şirketler tarafından yönlendirilir duruma gelmesi risk oluşturmaktadır. Mevcut sıkıntıda gıda ve tarımdaki nispi bağımlılığın payını gelecek için de önemsemek gerekir. Devletler ve küresel şirketlere olan bağımlılık yarın daha uzun süreli ve derin krizlerde daha ağır hasarlar verebilir.
Türkiye’nin en büyük buğday ithalat kapısı olan Rusya “Değirmenciliği” öğrenmiş olacak ki, ürettiği buğdayı doğrudan ihraç etmek yerine önümüzdeki birkaç yıl içerisinde katma değeri daha yüksek unlu mamul ihracatına dönüştürmek istiyor.
İthalattaki daralma gelecek zamanlar için bizi mecburen doğru olanı yapmaya götürecek. Doğru olanda, iç piyasadaki üretimi yeterli seviyeye çıkarmaktır. Ancak yerli üretim için geriye dönüp baktığımızda elimizdeki üretim yapılabilir alanların verimli kullanılamamasından başlayarak, kırsal nüfusun daralmasından tescilli tohum kullanımına kadar uzanan bir dizi sorun var.
Mesela, geçmişten günümüze insanlığın ortak malı olmuş tohumların, bir kişi veya şirket adına tescillenerek sahiplenilmesi ve "Tescilli tohumu alırsan üretim yaparsın" anlayışı, üreticiyi bağımlı hâle getiren ve üretimi yok eden bir anlayıştır.
Tohumların korunması, saklanması, çiftçiler tarafından yeniden üretilmesi ve dağıtılması tarımın ve sağlıklı ve yeterli gıdanın en büyük garantisidir. Bu kriz süreci, bizi tohum temininden başlayarak temel gıda maddeleri üretim ve teminindeki mevcut politikalarımızı sorgulamaya mecbur kılmaktadır.
Ekonominin küreselleşmesi ve ülkelerin birbiriyle bağımlı ticari ilişkiler içinde olmasından dolayı ekonomik krizlerde bulaşıcı ve küresel düzeyde olmaktadır. Ancak kabul edelim ki ortaya çıkan hasar da her ülke ekonomisinin üretimdeki gücü ve “Kurtlar Sofrasındaki payı” nispetinde oluyor.
Bir şey daha öğrendik ki; ekonomik hengâmede kabaran “kısa yoldan köşe dönme iştahı”nın bulaşıcılığı Covid-19’dan daha güçlü!..
.
Neler oluyor orada öyle?..
24 Aralık 2021 02:00
Bütün bir haftayı “Kum Fırtınası” değil bir “Kur Fırtınası” içinden geçerek tamamlıyoruz.
Çin Modeli ile girdiğimiz kur savaşı Japon modeline evrildi. Çin Modeli aynen “Taklamakan Çölü”nde yürümek gibi bir süreç. Taklamakan Çölü, Rub'ul-Hali'den sonra Asya’nın, Çin'deki en büyük kum çölüdür. Geçmişte çok kervanı yuttuğu söylenir. Zaten kelime anlamı "içine gir ve asla çıkamazsın"dır.
Japon modeli ise ayakta ve hayatta kalmayı sabit fikir hâline getirmekten ibaret basit ama güçlü bir söyleme dayanır. “Ülkem varsa ben varım...”
Sony'nin kurucusu Japon iş adam Akio Morita “Hemen her gün ayaklarımızın altında toprak tir tir titrerken sırt sırta vermekten başka bir itici güce ihtiyacınız olmaz” diyordu. Çinliler “Kimsenin pirinç kâsesini kırma” Japonlar ise “Kimsenin gururunu kırma” derler. İnsanı öne alan bu ilke bize daha uyar.
Nitekim; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, "Ekonomik kurtuluş savaşı mücadelemizi başarılı bir şekilde sürdürüyoruz. Faiz zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapar. Milletimizi, vatandaşımızı faize ezdirmeyeceğiz” duruşu da aynı ilkeye dayanır.
Sayın Erdoğan’ın “Kur getirisi mevduat kazancının üstünde kalırsa aradaki getiri farkı doğrudan vatandaşımıza ödenecek” açıklamasının hemen ardından dolar zemberekten boşandı, 18,50’lerden 11,20 liralara düştü ve içinden çıkılmaz denilen “Taklamakan Çölü”nün içinden çıktık.
Pandemi bütün dünyanın sosyal ve ekonomik hayatını bu fırtınanın içine attı. Bundan hasar almayan yok. Bütün toplumlar pandemi sonuçlarıyla ağır imtihandan geçiyor. En iyi savunma musallat olan bu fırtınayı tanımak onunla yüzleşerek, haşır neşir ve parçası olmaktır.
Bundan sonraki gelişmeleri de; neler olacağı hakkında umudumuz var ama iyileşmeleri zamana yayılı olarak ve yaşayarak öğreneceğiz. Son “Kur travması”na karşı reflekslerimiz çok da olumlu olmadı. İtiraf edelim ki, fırsatçılık fedakârlığı çok hırpaladı.
Olayın politik sebep ve sonuçlarından ve kâbustan beslenenlerden bahsetmiyorum. Faize karşı verilen haklı mücadelede doların yükselirken artan cazibesine verdiğimiz tepkiden bahsediyorum. Yüksek kur karşısında bazı vatandaşın kredi çekip döviz alacak kadar iştahının kabarması ahlaki bir imtihan mıydı?
Kura bağlı sanayi mallarının fiyatlarındaki artış kabul edilebilirken kur ile hiç de doğrudan ilgisi olmayan marketlerdeki raf ürünlerinin etiketlerinin günde birkaç tur atması bir ahlaki erozyon değil midir?
Bizde âdet olduğu üzere basit politik beyanları tartışmak daha kolay geliyor. Ama bunlar ucuz etin tiritleri kimsenin hayatına bir anlam ve değer katmıyor.
Kalkınmış ülkelerdeki gibi sosyal ve ekonomik tıkanmışlıklara bilimsel çözüm üreten, çeşitli tavsiyelerde bulunan, raporlar yayınlayan “think-tank”ler yani düşünce kuruluşları ortada yok. STK’lar ise mücadeleye taraf olmak yerine tribünden seyretmekle yetindiler. Bu da mücadelenin geri cephesinde sosyal medya üzerinden yürütülen saldırıları besledi.
Hayatın kendisi zaten bir mücadeledir. Savunmada kalanlar, ne kadar paylaşımcı olursa bu mücadele o kadar kolay ve rahat geçer. Ekonomik savaşın yeni cephesi daha geniş bir tüketici üzerinden devam edecek. Bunun için ihtiyacımız olan şey toplumsal bütünlük, ortak hedef, ideal ve değerlere bağlılıktır.
“Neler oluyor orada öyle?..” diye yas tutan kimi siyasi ve bürokratik kadrolar için anlaşılır dilden verilecek cevap ancak şu olabilir: “Endişeye mahal yok!.. TL, doları vurmuş, başınız sağ olsun.
.
Sel gider, kum kalır...
7 Ocak 2022 02:00
“Sel gider, kum kalır" sözü sanki pandemiden sonraki hayatımız için söylenmiş. Uyarı niteliğindeki söz “geçici olanlara değil, kalıcı olanlara önem vermek gerektiğini” vurguluyor. Hayatın akışı içinde başımıza gelen her musibetin bir asli olanları, bir de gelip geçici olanları vardır. İşte bizim için önümüzdeki yıllarda bu aslî olanlar, geçici olanlardan daha önemlidir.
Uzmanlar, koronanın, bir enfeksiyon ve sağlık sorunu, pandeminin ise psikolojik bir fenomen olarak başımıza gelen asli sorun olduğunu söylüyor.
Dünya Sağlık Örgütü yaptığı açıklamada “Covitten sonraki ikinci salgının psikiyatri hastalıkları salgını olacağıyla ilgili ciddi endişeler var. Bireyler pandemiye karşı gerekli tedbirleri alıp soğukkanlı davranırsa büyük ihtimalle daha hafif geçer” demiş.
Bu pandeminin psikolojik hasarı şu anda göz ardı ediliyor diyen Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan “Tedbirler alınmazsa psikiyatri polikliniklerinin önünde kuyruklar başlayacak. Bu mücadele süreci güven üzerine kurulu, yani insanlarla güven sağlayan ilişki kurulması gerekir. Şu anda da maalesef bu yapılmıyor. Belirsizliğin olduğu yerde insanlar komplo senaryolarına inanırlar” diyor.
Anlaşılan “Sekel” pandemi sona erdiğinde arkasından sıkça kullanacağımız kelime “Sekel” olacak. Anlamı, geçirilen bir hastalıktan sonra doku, davranış ve iş görme yeteneğimizde yerleşip kalan bozukluk…
Önceki gün bir uzman özellikle çocuklara musallat olan Japonca “hayattan elini eteğini çekmek” anlamına gelen “Hikikomori” diye bir hastalıktan söz etti. İnsanların önemli bir bölümü saatlerini ekran başında zaman geçiriyor, yemeklerini bilgisayar başında yiyor, bilgisayar ile sanal bir dünyada yaşıyorlar.
Prof. Dr. Mustafa Çetiner, hastalığın “Sınav stresi, sonu kötü bitmiş travmatik ilişkiler, dışlanma, anne baba arasında yaşanan sorunlar ve başarısızlık korkusu” ile beslendiğine dikkat çekti. Hikikomori’nin pandemi sürecinde bireylerin yakınlarıyla, ailesi ve arkadaşlarıyla görüşmelerini kısıtlanması ile bu sekelin güçlendiğine dikkat çekiliyor.
Hayattan kaçışın beslendiği ortam pandemi dolayısıyla uygulanan kapanma ile ilişki ağı kopan insanın en yakın ve güçlü sığınağı sadece bilgisayar müptelalığı ile sınırlı değil. Bilgisayar olmasa da Hikikomori hastası başka bir sığınak bulur, kendisini dış dünyadan tamamen yalıtabilir.
Artık “Hikikomori” hastalarına sadece Japonya’da rastlanmıyor. Geçtiğimiz kasım ayında, İstanbul’a eğitim için gelen Mimar Başak Cengiz’in yolda yürürken Samuray Kılıçlı Can Göktuğ Boz'un saldırısına uğrayarak hayatını kaybetmesi tehlikenin boyutunu ortaya kor. Cinayetin Samuray Kılıcı ile işlenmesi tesadüf müdür?..
“Tehditler fırsata çevrilebilir” diye pandemi tehdidi ile eve kapanmayı ailemize, eşimize ve kendimize zaman ayırmak, kendimizi tanımak, için önemli bir fırsat olarak görenler de var.
Ben aynı kanaatte değilim. Bir insanın sadece bir tehditle karşılaştığı zaman evini, ailesini, arkadaşlarını hatırlaması o kişinin Hikikomori’den daha tehlikeli bir hastalığa müptela olduğunu gösterir.
Gerekçesi ne olursa olsun, hayatımızın sonunda daha varlıklı olmadığımız için değil eşimizle, çocuğumuzla, bir dostumuz ve anne babamızla geçirmediğimiz zaman için üzüleceğiz.
Bizim insan olarak başarımız evimizin içinde olanlarla ölçülü
.
Evkolik mi olduk?..
14 Ocak 2022 02:00
“Hayat eve sığar” derken evlere sığmamaya mı başladık?
Enflasyon ile mal ve hizmet fiyatlarındaki sıçrama içinde konut ve kira fiyatlarındaki artış daha uzun müddet tartışılmaya devam edecek gibi görünüyor. İnsanlarda ruhsal ve bedensel sarsıntılara yol açan depremlerden sonra çadır müptelası olmak gibi pandemi de konutları farklı bir yere taşıdı.
Psikologlar bu durumun aidiyet ihtiyacı ve hayata tutunma şekli ve pandemi dolayısıyla kendini emniyete almanın farklı bir yolu olduğunu söylüyor.
İnsan; varlığını tehdit eden bir afetle karşılaştığında bazı toplumsal değerlere veya çevresine tutunarak ve yaslanarak kendisini güvende hisseder. İnsanlardaki psikolojik tepki ve bozukluklara karşı alınması gereken en önemli tedbir “çevre desteği”dir. Fakat Covid-19 pandemisi insanlara bu kapıyı ilişkileri mesafe ile sınırlayarak kapattı.
2020 yılı mart ayından bu yana hüküm süren Covid-19 pandemisinin sosyal, ekonomik ve psikolojik etkileri hayatımızın üzerine gelip çöküverdi. Herkesin potansiyel risk altında olması, yalnızlık, sosyal izolasyon, damgalanma, mali sıkıntılar, iş ve çalışma şartlarının değişmesi sonucu artan depresyon salgını “sağlık sorunu" olmaktan çıkarıp küresel bir “Psikolojik travmaya” dönüştürdü.
Bazılarına göre bir davranış bozukluğu olarak sıkıntıyı defetme kabilinden konutlarda tamirat ve tadilatlar ile mutfaklardan başlayan değişim, mevcudu satıp yenisini almak şeklinde yeni konutlara olan talebi normal sınırlarının üzerine çıkardı. Zaruri ihtiyacı karşılamanın çok üstündeki konut talebi piyasada virüs gibi yayıldı.
Bundan sonraki gelişmeler salgının seyrine bağlı. Çok sayıda uzman Omicronun koronavirüs salgınını bitirecek son varyant olacağı görüşünde. Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Alper Şener geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamada “Benim tahminim de büyük ihtimalle şubat ayına kadar Delta, Delta plus ve Omicron varyantları birlikte olacak, salgın Türkiye içinde haziran ayından sonra gündemimizden çıkacak. Çünkü enfekte olmayan kişi kalmayacak gibi görünüyor…” demişti.
Pandeminin daralttığı ruh dünyamızı dış mekânları büyüterek genişletmemiz mümkün değil. Mekân büyütme savaşının zenginlikle, fiyatlarla çok da alakası olmadığını düşünüyorum. Hatta ekonomik savaş için çizgisini örnek aldığımız Asya Modeli diyoruz ya!.. Buyurun bu ortalama kalkınmışlık modeline konut üzerinden yakından bakalım.
Dr. Cem Kozlu diyor ki: (Vizyon Arayışları ve Asya Modelleri 1994)
“Akşam yemeği için gittiğim bir evde aile reisi uluslararası bir elektronik firmasında genel müdür yardımcısı. Sefaretlerin yoğun olduğu şık bir mahalledeki 70 metrekarelik bir daireyi alabilmek için babasından borç almak zorunda kalmış. Misafir salonu aynı zamanda yemek odası ve ailenin oturma mahalli görevini yapıyordu. Yersizlikten bu oda ile yanı başındaki mutfak arasındaki kapı yerinden çıkarılmıştı. Ufacık giriş holünün öbür tarafında iki tane küçük yatak odası olduğunu öğrendim. Ev sahibi (Japon) evlerinin müsait olmaması nedeniyle tekrar tekrar özür diledi…”
Hepimiz ailesi ve arkadaşları ile iyi ilişkileri olan kişilerin hayattaki zorlukları çok daha kolay aştıklarını, çok daha mutlu olduğunu biliyoruz. Tartışmasız olarak aile, iş ve sosyal hayattaki başarımız onlarla olan bağlarımızın gücü ve desteği ile mümkün. İki yıllık salgın süreci, yalnızlaşan insanın hayatındaki kişilerin kıymetini anlaması için bedeli yüksek bir tecrübe oldu.
Son günlerde giderek artış gösteren şiddet, cinayet ve intihar vakalarının artışı bizi ikaz ediyor. Dikkatli bakılınca, her bir vakanın altından bir iletişimsizlik ve yalnızlık hikâyesi çıkar. Psikolojik açıdan hayatta kalmak için bu iletişime her insanın ihtiyacı vardır.
Pandemi sonrası yeni mücadele “Yalnızlıkla” olacaktır…
.
Bir teselli ver!..
28 Ocak 2022 02:00
Anadolu’da bir şehirde kar yağışı | | |