ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
Şimal Türklerinden Fatih Kerimi, “İstanbul Mektupları” isimli büyük bir ilgiyle okunan eserinde hem Balkan savaşlarını ve Rumeli faciasını hem de o yılların İstanbul’unu kasıp kavuran felaket rüzgârlarını olanca feci sahneleriyle gözler önüne seriyor. Aynı muhabir, devrin ünlü tarihçilerinin ve edebiyatçılarının yanı sıra bir takım gazetecilerini ve siyaset adamlarını da ziyaret edip kendileriyle röportajlar yapıyor.
Fatih Kerimi’nin eserinde yer verdiği ve ölümünü hüzün göz yaşlarıyla anlattığı Türk büyüklerinden biri de meşhur Ahmet Mithat Efendi’dir. “Ahmet Mithat Efendi Cenazesinde” başlıklı yazıda ifade edildiğine göre, Aralık ayının on altısında erkenden gazeteleri karıştırırken Sabah gazetesinde kısa bir haberle karşılaşıyor. “Ziyâ-ı Azim”, yani büyük kayıp başlıklı bu haberle Ahmet Mithat Efendi’nin vefat ettiği bildirilmektedir. Bu habere göre, kalem erbabının önde gelenlerinden A. Mithat Efendi, 15 Aralık’ta gece saat on bir buçukta, Darüşşafaka Lisesi’nde rahatsızlanarak âniden vefat etmiştir.
Bu haberi okuyan ve çok şaşıran Fatih Kerimi gözlerine inanamıyor. Derhal İkdam ve Tasvir-i Efkâr gibi diğer gazetelerin de aynı haberi küçük puntolarla ve kısa bir iki cümleyle verdiklerini görünce acısı ikiye katlanıyor.
Fatih Kerimi, karşılaştığı manzara karşısında duyduğu şaşkınlığı, yahu bu adam, Türkiye’nin Tolstoy’u yahut Murmusof’udur. Murmusof öldüğünde Rus gazeteleri günlerce yayın yaptılar, Ahmet Mithat’ın vefatını ise Türk gazeteleri arka sayfalarda bir iki cümleyle geçiştiriyorlar. Doğrusu bunu aklım almıyor, sözleriyle dile getiriyor.
Fatih Kerimi, Prof. Murmusof’un 14 Ekin 1910’da Moskova’da vuku bulan ölümünü şu cümlelerle ve biraz daha ayrıntılı olarak dile getiriyor. O gün, bu ölüm haberi bütün üniversitelere ve diğer okullara ulaştırılıyor. Moskova’daki bütün eğitim kurumlarında – duyulan matemden dolayı – derslere ara veriliyor. Gazeteler okuyucuları için özel ilaveler yayımlıyorlar ve bu ilavelerdeki yazılarla müteveffa için âyin yapılacağını, evinde taziye kabulüne başlanacağını, orada nöbet tutmak isteyen kişilerin adlarını yazdırabilecekleri ilan ediliyor. Tabutunun başında nöbet tutmak için adını yazdırmak isteyen talebe sayısı o kadar fazlaydı ki, hepsine sıra gelmesi mümkün değildi. Dolayısıyla önce davranıp adını yazdırmayı başaran talebeler kendilerini mutlu kabul ediyorlardı. Bununla beraber, tabutun başında bulunma şerefi talebelere nasip olmadı. Orada profesörler nöbetle durdular, talebeler ise tabutun bulunduğu evin bahçesinde ve girişinde nöbet tutmakla yetindiler,
Daha bitmedi. Murmusof’un cenazesini defnetmek için özel bir heyet oluşturuldu. Ertesi gün çıkan gazetelerde nereye defnedileceği, nerelerde dualar yapılacağı belirtildi. Yine gazetelerin ilk sayfaları matem alâmeti olarak siyah basıldı. İlk üç sayfanın tamamı, Murmusof’un hayat hikâyesine tahsis edildi. Diğer haberler sadece dördüncü sayfada verildi. Bu ölüm haberi bütün Rusya’da büyük yankı uyandırdı. Âyin düzenlemeyen şehir kalmadı. Büyük gazeteler, bir hafta boyunca bütün sayfalarını Murmusof’a ayırdılar.
Cenazenin hangi caddelerden geçirileceği ve defin törenine gelen heyetlerin nerelerde duracakları, kimler tarafından nutuklar söyleneceği, hepsi daha önceden kararlaştırılmıştı. Cenazeye katılanların sayısı on binden fazla olup bunların arasında pek çok müesseseler, cemiyetler, sınıf ve fırkaların vekilleri vardı. Onun ölümünden sonra okullar bir hafta matem tuttular. Hayat hikâyesini öğrenmek ve adını ebediyen yaşatmak için “Murmusof Cemiyeti” kurdular.
Ne garip değil mi? Bizde ise tarihe isimlerini altın harflerle yazdıran Türk büyüklerini okullarda anlatalım diye müracaatta bulununca Milli Eğitim yetkilileri ya sükutla cevap veriyorlar, veya kırk dereden su getiriyorlar.
Geçelim!
Fatih Kerimi, daha sonra sözü Ahmet Mithat Efendi’ye getirip âdeta içini döküyor. Söylediklerine kulak verelim:
Merhum, 16 Aralık’ta gece saat on buçukta, Darüşşafaka Lisesi’nde ders verirken ilim yolunda şehit oluyor. Ertesi gün saat üçte, vefat ettiğini telgrafla Beykoz’daki evine bildiriyorlar. Ve o gün, gündüz saat dörtte, iki üç yüz kişiyle sessiz, sedasız defnediyorlar. Bu cemaatin yarısı ise, Darüşşafaka’da okuyan yetim ve fakir talebelerden ibaretti. Gazeteler bu büyük âlimin vefat haberini sayfanın en altında beş altı satırlık bir yazıyla bildirdiler. Nerede ve nasıl defnedileceğini hiç kimse öğrenemedi.
Araya girip belirtme ihtiyacını duyuyorum. Ahmet Mithat Efendi’nin kabri, Fatih Camii haziresinin girişinde, sağdadır. Ailesi Beykoz’a defnedilmesini istediği halde Darüşşafaka’nın gözleri yaşlı, gönülleri yaslı, talebeleri bunu asla kabul etmediler. O bizim sadece hocamız değil, aynı zamanda şefkat timsali babamızdı diyerek Fatih’in türbesinin hemen yanı başına defnedilmesini sağladılar. Allah rahmet etsin.
Fatih Kerimi, yazısını şu can alıcı sözlerle bitiriyor:
“Mithat, Türk oğlu Türk, Müslüman oğlu Müslümandı. Hiç durmadan milletine elli yıl hizmet etti. Onu Avrupalılar da tanıyorlar. Mithat, hiç durmaksızın çalıştı. Eser üstüne eser yazdı. Yayımladığı kitapların sayısı boyunu geçti. Sadece bu gayretinden dolayı ona himmet ve hürmet edilmesi gerekir. Üstelik onun ulûm ve fünunun her şubesi hakkında dahi tahkikatı ve tetkikatı, bildiği her şeyden kendi milletini ve bütün Müslümanları faydalandırmaya çalışması ne kadar mukaddes bir iştir.
Bir zamanlar bana merhum Şeyh Cemaleddin-i Efgânî Hazretleri, ‘İlim ve marifet karşısında diz çöküp hürmet göstermeyen milletin âkıbeti hüsrandır. Böyle bir millet yaşayamaz, çünkü yaşamaya layık değildir’ demişti. Mithat Efendi’nin cenazesinde bu sözleri hatırladım. Türklerin Rumeli’de, Trablus’ta, Yemen’de yenilmelerinin en büyük sebeplerinden biri bu. Yani kendilerine hizmet eden insanları takdir etmemeleri ve âlimlerine hürmet göstermemeleri imiş. Böyle devam ettikçe, bunlar daha çok yenilirler dedim.”
Sadece Ahmet Mithat Efendi mi, büyük İslam âlimi Ahmed Naim (Babanzade) Efendi de böyle hazin bir ölümle bu fani dünyayı terk etti. Kabri de, aziz dostu Mehmet Âkif’in bitişiğinde bulunuyor.
Milli Eğitim tarihimizin seçkin isimlerinden merhum Muallim Cevdet de, “Müderris Ahmed Naim” ismiyle 1935’de yayımladığı kitabda bu hüzün sahnesini dile getiriyor ve şöyle diyor: Gazeteler onun ölümünü sadece bir iki satırla haber verdiler. 14 Ağustos 1934’de biz kendisini, Fatih Camii’nden alıp Edirnekapı’daki ebedi istirahatgâhına götürürken cenazede sekiz on dostundan başka kimse yoktu.
Çün sefer kıldı cihandan Mustafâ
Dünyadan hiç kimse ummasın vefâ
Süleyman Çelebi
Osmanlı padişahlarının ilim adamlarına, hüner ve marifet sahiplerine ve tabii ki sanat erbabına büyük bir saygı duydukları öteden beri biliniyor. Padişahların nezaretinde ve “Huzur Dersleri” adıyla sarayda yapılan sohbetlerin de böyle bir muhabbetin neticesinde ortaya çıktığını kabul etmek gerekiyor. Yerli tarihçilerin yanı sıra Batılı ilim adamları da Osmanlı kültür hayatını süsleyen ilim meclislerine, kütüphane sohbetlerine ve benzeri toplantılara eserlerinde yer veriyorlar.
Bu mukaddimeden sonra belirtmek isterim ki, Osmanlı hükümdarları arasında âlimlerle, ediplerle ve şairlerle bir araya gelmekten, onlarla hembezm olmaktan, hatta nükteli sözlerle kendileriyle şakalaşmaktan en çok hoşlanan padişah Fatih Sultan Mehmet Han’dı. Bu büyük padişah, İstanbul’u fethetmeden önce hem milletin hem de ulemanın gönlünü kazanmıştı. Eğer İkinci Mehmed’in birinci vazifesi kalplere hükmetmek olmasaydı, dünyaya hükmetmesi de mümkün olmayacaktı.
Fatih’ten ve İstanbul’un fethinden söz eden hemen hemen bütün tarihçiler eserlerinde onun ilme ve ulemaya olan düşkünlüğüne ayrı bir yer veriyorlar. Hükümdarın tam bir cazibe merkezi olduğunu, mıknatısın demir parçalarını çektiği gibi, İstanbul fatihinin de bu kadim şehri bir dârülulûm yani ilim şehri haline getirdiğini itiraf ediyorlar.
Kronikler de dahil, bütün tarih kitaplarında – dipnotlar, hâşiyeler ve zeyiller halinde bile olsa – bu cihan hükümdarının bizzat kendisinin de büyük bir âlim olduğu belirtiliyor. Fatih devri ilim ve sanat hayatını anlatan yüzlerce, binlerce makalenin yanı sıra müstakil kitapların da kaleme alındığını biliyoruz. Buna iki önemli misal olmak üzere Prof. Dr. A. Süheyl Ünver’in hacimli eseriyle, Sâmiha Ayverdi’nin “Edebi ve Manevi Dünyası İçinde Fatih” adındaki kitabını gösterebiliriz.
Sâmiha Hanım, bu eserinde Fatih’in ilk hocaları başlığı altında Molla Gürânî’yi, Molla Hüsrev’i, Hocazâde’yi anlattıktan sonra yine “Fatih’in Müsahip Hocaları” başlığını taşıyan bölümde Molla Zeyrek, Hızır Çelebi, Ali Tûsî, Ali Kuşçu, Sinan Paşa, Molla Lütfi gibi büyük ve değerli ulema hakkında da ayrıntılı bilgiler veriyor. Asrın önemli şairlerine yer verilen bölümde ise, Şeyhi, Ahmet Paşa, Necâti, Mahmut Paşa, Zeynep Hatun, Mihri Hatun ve Melihî gibi isimlere de rastlıyoruz. Müellifimiz – tabii ki – bu isimleri tanıtırken sağlam Osmanlı kaynaklarının yanı sıra yabancı kaynaklardan da istifade ediyor.
Şunu da belirtmek gerekir ki, başta Akşemseddin olmak üzere, Fatih’in etrafında pervane olan ilim, sanat, edebiyat ve tasavvuf erbabı sadece yukarıdaki isimlerden ibaret değildi. Bu büyük hükümdarla senli benli konuşan, latif latifeler anlatan, fakat az bilinen başka bilginler de vardı. Mesela “Ümm-ü Veled” yahut “Nüktedan Hoca” lakaplarıyla tanınan Mevlânâ Hüsameddin de işte bunlardan biriydi. İtiraf edeyim ki, Fatih’in hocalarına az çok âşina olduğum halde bu zât-ı muhteremi ben de bilmiyordum. 10 Nisan 1959 tarihli “Büyük Doğu”da onunla ilgili olarak yayımlanan yazıyı okuyunca İstanbul fatihinin cazibesine kapılan bir bilginle daha tanışmış olduk. Sizin de bilgi dağarcığınıza katkıda bulunmak için bu yazıyı aşağıya alıyorum:
“Mevlânâ Hüsameddin, Fatih’in çok sevdiği bir ilim adamıydı. En ileri ve yüksek dereceli medreselerden birinde müderristi. Ümm-ü Veled, lakabıyla şöhret bulmuştu.
Her kitabı fâtihasından hâtimesine kadar tashih ve tenkid ederdi. Çok zengin bir kütüphanesi vardı. O, kendisini kitaplar ve meseleler içinde kaybederdi. Geniş mesaisi onu dalgın yapmıştı. Fatih medreselerinden olup kendisine tahsis edilen ve her gün ders verdiği dershaneyi – dalgınlığı yüzünden – kılavuzsuz bulamazdı. Yalnız gittiği zaman başka medresenin başka odasına girerdi. Talebeleri onu ararlar, bulurlar koltuğuna girerek kendi dershanesine getirirlerdi.
Fatih, Eyüp Sultan Türbesi’ni ziyarete giderken Ümm-ü
Veled Efendi, yol üzerinde bulunan evinin önünde padişahı selamlar,
ona şerbet ikram ederdi.
Fatih:
* Bu şerbeti gayrın elinden içmezem, ancak senin elinden içerim der, onunla tatlı tatlı konuşurdu. Ümm-ü Veled Efendi’nin konuşması çok güzeldi. Tatlı ve âhenkli sesiyle dinleyicileri âdeta büyülerdi. Onun nükteleri pek meşhurdur. Fatih, seferlerinden birine gitmek üzereyken muhteşem bir uğurlama alayı ile İstanbul’dan çıkıyordu. Pâyitahtın en kudretli ve yetkili âlimleri her vakit olduğu gibi padişahın etrafında hâlelenmişlerdi. Davullar ve kös-ü hâkâniler çalınıyordu. Fatih, böyle zamanlarda bile ilmi müsahabeleri (sohbetleri) severdi. Âlimler, bir âyet üzerinde konuşuyorlar. Allah’ın, zaten iman etmiş olanlara ‘İman ediniz şeklinde hitap buyurmasındaki mânâyı inceliyorlar, fakat bunu bir türlü
izah edemiyorlardı. Hazret-i Fatih, Ümm-ü Veled Efendi’ye dönerek:
* Siz ne buyuruyorsunuz Mevlânâ, sorusunu yöneltti. Ümm-ü Veled Efendi şöyle cevap verdi:
* Orduyu hümâyununuzun davul ve kös-ü hâkânî sesleri bu sualin cevabını kulaklara söyleyip dururken meselenin çözülmemiş bir tarafı kalmamıştır ki Hünkârım!
Bu cevap padişahı hayrete düşürmüştü. Cevaptaki nükteyi ve inceliği birden kavrayamamıştı.
* Hocam anlayamadım, biraz daha açıklar mısınız, dedi.
Ümm-ü Veled Efendi, muradını biraz daha açarak:
* Devletlû Hünkârım, davullar ve kös-ü hâkânîniz bu sualin cevabını ‘düm…düm..’ diye cevap verip duruyorlar, dedi.
Arapça ‘düm…düm’ kelimeleri ‘devam et.. devam et!..’ mânâsına geldiğine göre, bu âyetteki ‘âminû’ cemi sigasıyla ‘imanda devam ediniz!’ demektir. Yani Allah’a ve peygamberine iman edenler, bu imanınızda devamlı ve sebatlı olunuz!
Ümm-ü Veled Efendi’nin bu açıklaması padişahın çok hoşuna gitti ve Fatih güldü. Bu gülüş etrafındakilere de sirâyet etti. Herkesin Ümm-ü Veled Efendi’ye olan hayranlığı, padişahın saygısı ve sevgisi gibi arttı.
Ümm-ü Veled Efendi, bir gün padişahın huzuruna kabul edildiği zaman padişahın eli yerine avucunun içini öpmüştü. Padişah, âdete ve hürmet geleneğine uygun olmayan bu öpüş şekline hiç itiraz etmemiş yalnız şöyle sormuştu:
* Mevlânâ, niçin avucumu öptünüz?
Ümm-ü Veled Efendi, cevabını âhenkli sesine inci gibi dizerek şu cevabı verdi:
* Türkçede ‘aya’, ‘avuç içi’ demektir. Bu, devletlûmden rica ettiğim bir nimetin ilk parçasıdır. Yani “Ayasofya” kelimesinin başıdır. Ayasofya’nın müderrisliğini istirham ettiğim için ‘aya’nızı öptüm!
Bu zarif buluş da Hünkâr’ın çok hoşuna gitti. Kendisine Ayasofya Medresesi Müderrisliği’ni verdi.”
Ulema semtinin sakinleriyle
Fatih arasında geçen böyle daha
bir çok latif latife var. Onları da – inşallah – sırası gelince naklederiz
İlim adamlarını, sanat erbabını ve bunların peşinden gidenleri öne çıkararak söyleyecek olursak, İstanbul’un cazibe merkezlerinden birini de -kütüphanelerin yanı sıra- kitapçılar ve sahaf dükkânları teşkil ediyordu. Özellikle bazı sahafların dükkanları aynı zamanda bir sohbet meclisi halinde de faaliyet gösteriyordu.
Beyazsaray Çarşısı’ndaki Enderun Kitabevi de bunlardan biriydi. Burada yapılan sohbetlerin tadına doyum olmuyordu ve Ali İhsan Yurt Hoca’nın tam bir sohbet şeyhi edasıyla yaptığı konuşmalar dinleyicileri tiryaki haline getiriyordu. Şükürler olsun ki, ben de o tiryakilerdendim. Keza Sahaflar Çarşısı’ndaki Elif Kitabevi de aynı özelliği taşıyordu. Müdavimlerini daha çok musıki erbabı teşkil etmekle beraber tarihi ve edebi konulara da sık sık temas ediliyordu. Ayaklı Kütüphane diyebileceğimiz merhum Şevki Çanka, bu meclisin başaktörüydü. Aynı çarşıyı süsleyen Muzaffer Ozak merhumun dükkânını ve burada yapılan sohbetleri anlatmak için -muhakkak ki- ayrı bir kitap yazmak gerekiyor.
Günümüzde ise bu geleneği biri Kadıköy’de, diğeri Üsküdar’da olmak üzere iki dükkân devam ettiriyor. Evet, Kadıköy’de Sakallı Lütfü’nün, Üsküdar’da da Yüksel Gölpınarlı’nın dükkânçelerinde, öncekiler kadar geniş kapsamlı olmasa bile tarih, edebiyat, şiir ama bilhassa kitap üzerine konuşmalar yapılıyor.
Geçenlerde Yüksel Bey’e ve yanı başındaki kitapçıya bir kere daha uğradım. Raflara şöyle bir göz atınca Prof. Dr. Süheyl Ünver merhumun “Kırkambar”ıyla karşılaştım. Kırık kalplere şifa olsun diye bir kere daha okudum. Beni hem tebessüm ettiren, hem düşündüren bu gül bahçesinden bir demeti de siz değerli okuyucularıma takdim etmek istiyorum. Öyleyse önce gülümseten bir anekdotla, bir Nasreddin Hoca fıkrasıyla başlayalım.
Timurlenk Anadolu’yu istila ettiği sırada Akşehir’de bir gün, misafir kaldığı bir yerde oturuyormuş. Nasreddin Hoca da, huzurunda bulunuyormuş. Topal Timur, yanında bulunan bir aynaya bakarak “Ben ki, cihangir bir padişahım. Bütün dünya emrimin altında. Gel gör ki, çok çirkin biriyim” demiş ve başlamış ağlamaya. Topal’ın ağladığını gören Nasreddin Hoca da gözyaşı dökmeye başlamış.
Timur, ağlamış ağlamış ve tabii ki susmuş. Fakat Hoca susmuyor, ağlamaya devam ediyor. Timur dayanamayıp Hoca’ya demiş ki: “Aynaya baktım, çirkinliğime ağladım. Sen de karşımdasın, ayıp olmasın diye sen de ağladın. Ben ağladım, ağladım ama sonunda sustum. Fakat sen hâlâ ağlıyorsun. Halbuki çirkin olan benim. Hâlâ ağlayışının sebebi nedir?”
Hoca merhum şöyle cevap vermiş:
“Biz ağlamayalım da kim ağlasın? Siz, bir an kendi çirkinliğinizi görerek ağladınız ve sustunuz. Oysa biz bu çirkin yüzünüzü her gün görüyoruz!”
Bakınız dünyanın en büyük mizah üstadı, çirkin yüzü nasıl güzel anlattı.
Yavuz Sultan Selim’in üzüntüsünü dile getiren bir anekdot ise şöyle:
Cihangir hükümdar, daha şehzade iken âlimlerle, fazıllarla akademik toplantılar yapıyordu ve bu toplantılar belirli aralıklarla devam ediyordu. Bu ilim meclisinin en önemli temsilcilerinden biri de padişahın hocası Halimi Çelebi idi. Yavuz, padişah olunca artık o şehzadenin, bu değerli dostları toplantılara gelmez oldular. Yavuz, bir gün, ‘Halimi Çelebi gelsin’ diye haber yollar. Emri alınca Çelebi de gelir. Daha kapıdan girer girmez Yavuz ona şöyle der:
‘Halimi Çelebi! Gerçi padişah olduk. Ama ahval-i yârândan (dostlardan) haber alamaz olduk. Dört gündür ben seni göremiyorum. Böyle saltanatın tadı mı olur?’
Şairin biri, dostlardan ayrı kalmanın acısını şöyle dile getiriyor:
“Dostlarım ev eşyamdı, bir bir gitti gitti diyorum / Artık boş odalarda ölümü bekliyorum.”
“Çiçeklerin hükümdarı hangisidir” sualine bu risalede şöyle cevap veriliyor:
Çiçekler, “Her mahlûkun bir başkanı var. Bizim niye olmasın, biz de kendimize bir başkan seçelim” demişler. Toplanmışlar. “Gülü kendimize hükümdar seçelim” diyen bir üyeye, “Onu seçemeyiz, zira çok açılıp saçılıyor” diye cevap verilmiş.
“Nilüferi seçelim” teklifi yapılmış. Lakin bir diğer üye: “O, akşam olunca kapanıyor ve suyun derinliğine gömülüyor. Orada ne yapıyor, bilemeyiz. Ama ismetinden şüphe ediyoruz” deyince ondan da vazgeçmişler.
Böylece daha birçok çiçek sıralanmış. Büyük çoğunluğu kazanamamış. Nihayet en güzel kokan çeşitli muhtelif isimlerde çiçek olan nergisi kendilerine başkan seçmişler. Bu çiçeği Peygamberimiz de sever ve faydalı olduğunu söylermiş.
Bu dünyada kimlerin, hangi özellikleriyle meşhur olduklarına gelince o da şöyle dile getiriliyor:
Lokman’ın hikmeti, Aristo’nun aklı, Eflatun’un ilmi, Calinos’un tıbbı, Batlamyus’un rasadı, İskender’in seyri, Nemrud’un ateşi, Şeddad’ın zulmü, Nuşirevan’ın adaleti, Karun’un malı, Nuh’un ömrü, Eyüb’ün (Aleyhisselam) sabrı, Yusuf’un (Aleyhisselam) güzelliği, Yakut’un yazısı, Hatem’in cömertliği, Mecnun’un aşkı, Hebenneka’nın ahmaklığı, Enveri’nin kasideleri, Hayyam’ın rubaileri, Attar’ın nasihatnamesi, Meryem’in iffeti, Efendimiz’in yaratılışı. (Hiçbir kalem bu güzelliği ve özelliği tam olarak tavsif ve tasvir edemez) Hz. Ebu Bekir’in sadakati, Hz. Ömer’in adaleti, Hz. Osman’ın hayası, Hz. Ali’nin ilmi!..
Süleymaniye Kütüphanesi’nde Vak’anüvis Esad Efendi kısmında, 3705 numaralı yazma kitabın bir yerinde Fatih Sultan Mehmed’in oğlu Sultan Bayezid hakkında bilgi veriliyor. Orada şöyle bir kayıt görülüyor:
Sultan Bayezid’in, tırnağının arasına bir hasır çöpü girmiş, kendisine çok ızdırap verince şöyle demiş: “Cellatlar bundan sonra kimsenin tırnağına kamış sokarak işkence etmesinler!..”
Adı geçen kitapçıkta, Süleyman Aleyhisselam’la da ilgili şöyle ibret verici bir menkıbe ile karşılaşıyoruz:
Süleyman Aleyhisselam, bir gün, “Her yaratıktan bir tane gelsin” diye emir vermiş. Hepsi yanına koşmuş. Lakin gece kuşu (baykuş) gelmemiş. Bunun üzerine, “Onu zorla getirin, bakalım niçin gelmek istemiyor öğrenelim” emrini alınca şöyle haber yollamış:
“Yavrularım var. Benimle uğraşmasın. Bir vakıf yerden toprak alırım, sarayının üstüne döküp mahvederim.” Bu cevap üzerine Süleyman Aleyhisselam:
“Söyleyin ona sakın gelmesin. Oturduğu yerde otursun” diye haber yollamış.
Bunu da vakıf mallarına el koyanlar, vasiyetnameleri ihlâl edenler düşünsün.
SEYYİD MEHME T ALİ PAŞA KÜLLLİYESİ 15 EKİM 2023
Darbeci paşalar tarafından tahtından indirilip feci şekilde şehit edilen Osmanlı padişahlarından biri de -bilindiği üzere- Sultan Abdülaziz Han idi. Telemak Mütercimi diye bilinen Yusuf Kâmil Paşa da bu hükümdarın sadrıazamı idi. Seyyid Mehmed Emin Paşa’ya gelince o da Yusuf Kâmil Paşa’nın mühürdarı, yani bir bakıma müsteşarı idi.
Seyyid Mehmed Emin Paşa, salihât-ı nisvandan Hamide Nergis Hanım’la evlenince dört erkek çocuğu dünyaya geldi. Bunlar Mahmud Kemal Bey, Mehmed Selim Bey, Ahmet Tevfik Bey ve İsmâil Hakkı Bey isimlerini taşıyorlardı. Mehmet Selim Bey hariç, bu ailenin diğer fertleri Merkez Efendi Mezarlığı’ndaki aile kabristanında yatıyor. Seyyid Mehmed Emin Paşa’nın hem Bayezid Mercan’da hem de Yakacık’ta konağı vardı ve merhumun küçük oğlu Mehmet Selim Bey ailesinin bütün fertleri de işte bu Yakacık Mezarlığı’nda yatmaktadırlar. Yakacık’taki Mehmet Emin Paşa Konağı’nın yerinde günümüzde “Mühürdâr Emin Paşa Sitesi” bulunmaktadır.
Yakacık’taki bu konakta Paşa’nın büyük oğlu Mahmut Kemal Bey ile Mehmet Âkif’in ders gördüklerini biliyoruz. Hocaları ise, İstiklâl Marşı şairimizin babası Temiz Tâhir Efendi’dir.
Yakacık deyince, İbnülemin Mahmut Kemal ile Ali Emîri Efendi’yi konu alan bir anekdotu hatırladım. Son Asır Türk Şairleri’nde kaydedildiğine göre, bir kış mevsimi yaklaştığı halde İbnülemin, hâlâ yazlıktaki adı geçen konakta oturmaya devam ediyor. Bu sırada, Ali Emîri Efendi bir gün kendisiyle görüşmek için Babıâli’deki görev yerine gidiyor. İbnülemin’i bulamayınca şu beyti yazıp masanın üstüne bırakıyor:
“Yakacık’da bulabilse yakacak
Kış gününde dahi bizden kaçacak
İbnülemin Bey de şu beyit ile karşılık veriyor:
Düşme ey dil, bu sözünden eleme
Delinin kâli (sözü) gelir mi kaleme”
Ali Emîri, bildiğimiz anlamda deli değildi. O sadece kitap delisiydi. Önceleri sıkı fıkı dost oldukları halde sonradan araları bozuldu.
Geçen Salı günü ben de Yakacık’taki “Mühürdâr Emin Paşa” sitesine gittim. Merhum Paşa’nın küçük oğlu Mehmet Selim Bey’in kerimesi Selma Hanım’ın oğlu Mehmet Fırat Akay Bey ile ilk defa tanıştım. Bu faydalı buluşmaya yine merhume muallime Selma Hanım’ın kızı Dr. Dicle Hanım’ın beyi Prof. Dr. Sadık Kemal Tural Bey vesile oldu. Yedi sekiz saati bulan sohbetimiz esnasında bir geçmiş zaman yolculuğuna çıktık.
Mehmed Emin Paşa’yı kısaca tanıyalım. Ben bu zat hakkında İbnülemin’le ilgili kitabımın ikinci cildinde ayrıntılı bilgi vermeye çalıştım. Meraklı okuyucularımızı bu esere havâle edip merhum hakkında özetin özeti birkaç cümle söylemek istiyorum.
Seyyid Mehmed Emin Paşa dirayetli bir devlet adamı oluşunun yanı sıra aynı zamanda âlim bir şahsiyetti ve zengin bir kütüphaneye sahipti. Hüseyin Vassaf, Tâhir Harimi Balcıoğlu, Bursalı Mehmet Tâhir ve tabii ki oğlu Mahmud Kemal Bey onun ilmi cephesi hakkında ayrıntılı bilgiler veriyorlar. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken de hem “Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü” isimli eserinde, hem de “İslâm Medeniyetinde Tercümeler ve Tesirler” adlı kitabında Paşa merhumun ilim adamlığına temas edip yaptığı tercümeleri isim isim şöyle sıralıyor:
Ebû İshak Vatvat’ın “Gurerü’l – Hasâis”i, Şeyh Abdülmecid’in “Tuhfetü’l – Marziye”sini, Allâme Yâfiî’nin “Ravzü’r – Riyâz”ını, Celâleddin-i Süyûtî’nin, Tennûhî’nin, Ali üs Sebkî’nin, İbn-i Arabşâh’ın ve ilââhir birçok eserlerini Türkçe’ye çevirdi. Hilmi Ziya Ülken, bu bilgileri verdikten sonra adları geçen eserlerin hiçbirinin neşredilmediğini, hepsinin büyük oğlu İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in kütüphanesinde muhafaza edildiğini belirtiyor. Öyleyse sözün burasında biz de bir hatırlatma yapalım. İbnülemin’in bütün eserlerini birer birer yayımlayan Ketebe Yayınları’nın babası Emin Paşa’nın da bu tercümelerini kültür dünyamıza kazandırması gerekir. Böylece de güzel bir hizmet yerine getirilmiş olur.
Hüseyin Vassaf merhum da Mehmed Emin Paşa’nın eserleriyle ilgili olarak şöyle diyor:
Paşa, zengin bir kütüphaneye sahip olduğu gibi Arapça ve Farsça’yı da çok iyi biliyordu. Mercan’daki konağı bir nevi “darü’l-ilim” idi. Beşikten mezara kadar ilim tahsil etmenin lüzumunu çok iyi bildiği için daha küçük yaşından itibaren kendisini âlimlerin ve kitapların arasında buldu. Emin Paşa, sadece âlim değil, aynı zamanda ilmiyle de “âmil” idi. Hüseyin Vassaf ayrıca merhumun tasavvufa, edebiyata, hikemiyata dair on sekiz aded tercüme eserinin olduğunu belirtiyor. Bu eserlerin tam listesini Bursalı Mehmet Tâhir, “Osmanlı Müellifleri”nin ikinci cildinde vermektedir.
“Medeniyet Tarihinde Kütüphaneler” adıyla önemli bir esere imza atan Tahir Harimi Balcıoğlu’na gelince o da Seyyid Mehmed Emin Paşa’nın ve oğlu Mahmud Kemal Bey’in kitapları ve kütüphaneleri hakkında şunları söylüyor:
Seyyid Mehmed Emin Paşa merhumun da, büyük kısmı yazma ve kıymetli olmak üzere birkaç bin cilt kitabı ve birçok nefis eşyası yanmışsa da, yazma ve basma eserlerden mürekkep 600 ciltlik bir kütüphanesi mevcuttur. Bu hususta Süleyman Nazif, Servet-i Fünûn’da şu malumatı veriyor:
İstanbul’un kibar sınıfı öteden beri güzel yazılara ve nadir nüshalara meyil ve rağbet ederdi. Bunların büyük kısmı taklit ve tefahür (öğünme) sebebiyle nefis eserleri toplamış, fakat bazı münevver zatlar derin bir vukuf ve aşk ile ömürlerini bu hayırlı işe vakfeylemişti. İkinci güzide kısmın en ileri gelenlerinden biri övülmüş iyi hasletlerin muhibbi İbnülemin Mahmud Kemal Beyefendi’dir. Hayatını tetkik ve tetebbu ile nadir kitapların bir araya getirilmesine hasretti. Kütüphanesinin raflarını süsleyen sayısız eserden – ki içinde pek çok yazma kitap ve risale var – bir tane bulunmaz ki dikkatli okunmamış olsun. Mahmud Kemal Bey’in pederi Emin Paşa merhum evlâdının vicdânına ithaf etmişti. Yani bir çok meziyetine ilâveten nefâisperver bir zat idi. Yirmi yedi yaşına kadar topladığı 4000 cildden oluşan kütüphanesi Mercan’daki konağıyla birlikte yanmıştı. O acı hadiseden on iki sene sonra dünyaya gelen ilk oğlu Mahmud Kemal Bey, topladığı güzel eserler ile babasının âhir ömrüne kadar süren bir hasret ve değişimi izale etti.
Bazı ahbapları Mahmud Kemal Bey’in dairesinin kapısına “Dârülkemal” levhasını asmışlardı. Bu Kemal, o evin hem sahibine hem muhteviyatına işaret eder. Herkes, hepimiz ne zaman milli tarihimize ait bir araştırmadan sıkılır ve İstanbul’un bütün kütüphanelerinde aradığımızı bulamazsak Mahmud Kemal’e koşarız. Vak’aların şahitleri hakkında en sağlam senedimiz Emin Paşa’nın bu faziletli ve -iki mânâsıyla- büyük oğludur. O da bilmezse artık o bahis büsbütün nisyana terk edilmiş demektir. Mütareke yıllarının unutamayacağım facialarından biri de Dârülkemal’in geçirdiği kaza ve dûçar olduğu yağmadır.
Günün birinde, bir Fransız subayı, kumandasındaki bir müfreze ile bu konağın önünde âniden görünür. Kâgir hanenin sade ve kibar görünüşü onların daha önce dikkatini çekmişti. Hemen tahliye etmesini söylerler. Şahsıyla ailesinden çok kitaplarını ve evrakını düşünen ev sahibi Fransız ordusunun bu kararını, -mürâcaat etmediği vasıta kalmadığı halde- değiştiremedi. Önceki yangının karşısında pederi ne hissetmişse, bu işgal karşısında oğlu da onu duydu. Dârülkemal tamamen Fransız müfrezesine teslim edildi. Bilmem kaç sene keyiflerine göre kullandıkları bu hânede Fransızlar mesela eski kıymetli gazete koleksiyonlarını birer birer sökerek kâğıtlarını süflî temizlikte kullanmışlardı. Mahmud Kemal, o hadiseden ne zaman söz etse gözleri yaşarır. Bununla beraber Dârülkemal her zaman zengin bir hazinedir.
Bugün Mahmud Kemal Bey’in kütüphanesinde, Arapça, Acemce ve Türkçe olarak, mükerrerleriyle beraber 1219 yazma kitap, mecmua ve 1781 basma kitap mevcuttur. Toplam 3600 eseri içine alan bu kıymetli kütüphanede müellifin el yazısıyla yazılmış elli cilt ve 66 adet de yazma ki, yalnız o kütüphanede mevcut tek nüsha olan eser vardır. Bu kitaplardan 600 adedi de babası Seyyid Mehmed Emin Paşa merhumun kütüphanesinden nakledilmiştir. Mahmud Kemal Bey’in çok sayıda matbu eseri vardır. Âli’nin, “Menâkıb-ı Hünerverân”ına yazdığı mukaddime derin bir araştırmanın ürünüdür.
İşte Yusuf Kâmil Paşa’nın mühürdarı Seyyid Mehmed Emin Paşa ile oğlu İbnülemin Mahmud Kemal, böyle bir hazineye sahipti. Bu hazine şimdilerde İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi’nde muhafaza ediliyor.
Bu günlerde gözü kararmış İsrail ordusunun çocuk, kadın, sivil halk demeden büyük bir katliam yaptığı, her tarafı harabeye çevirdiği Gazze, dünyanın gözü önünde kan gölü haline getiriliyor. Masum halkın feryatları göklere yükseliyor. Bu feci manzara karşısında -ne yazık ki- dua etmekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Ama unutmayalım ki, zalimin zulmü yanına kalmayacak, er geç zafer Müslümanların yüzüne gülecektir. Yani istikbal İslâm’ındır.
Gazze’nin kuruluşunu, coğrafi özelliklerini ve İslâm tarihinde oynadığı rolü yakından öğrenmek için elimizde birçok kaynak ve arşiv belgesi bulunuyor. Bu konuda biraz daha bilgi tazelemek için geçen gün Diyanet’in İslâm Ansiklopedisi’ne müracaat ettim. Verilen bilgilerin hepsi bu sütuna sığmayacağından sadece ilgi çekici birkaç hatırlatmayla yetineceğim.
Gazze, Süveyş Kanalı’nın açılmasından önce Mısır, Suriye ve Anadolu’dan gelen ticaret ve hac yollarının birleştiği bir noktadır. Şehir, bu özelliğinden dolayı tarih boyunca çok hareketli günler yaşamıştır. Sık sık el değiştiren Gazze, Bizanslılar zamanında önemli bir ticaret merkezi ve bu arada Mekke’den gelen tüccarların da uğrak yeriydi. Müfessirler, Kureyş Suresi’nde bahsedilen yaz ve kış seferlerinde kışın gidilen yerin Gazze olduğunu söylüyorlar. Mekkeli tüccar kafilelerinin birinde Peygamber Efendimiz’in büyük dedesi Haşim bin Abdümenaf da bulunmuş ve bu şehirde vefat etmiştir.
Kabrinin burada yer almış olmasından dolayı şehre bazı kaynaklarda “Gazzatü Haşim” denildiği görülür. Resul-ü Ekrem’in babası Abdullah Hazretleri de Gazze’ye gelen tüccarlar arasındadır. Hz. Ömer’in esas servetini İslâm’a girmeden önce Gazze’ye yaptığı ticari yolculuklardan kazandığı rivayet edilmektedir. Hicretin ikinci yılında (624) Bedir Savaşı’na yol açan zengin ticaret kervanı da Ebu Süfyan idaresinde Gazze’den dönmekteydi.
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin 13. cildi bu bilgileri verdikten sonra İmam-ı Şafii hazretlerinin de Gazze’de dünyaya geldiğini kaydetmektedir.
Asıl ilgi alanım kültür tarihi olduğu için -bu vesileyle- Gazzeli bir İslâm bilgininden ve mutasavvıfından biraz bahsetmek istiyorum.
Bu büyük zat, meşhur mutasavvıf Niyazi Mısri Hazretleri’nin halifesi ve Bursa’daki Gazzi Dergâhı’nın postnişini Ahmed Gazzi Efendi’dir. Kudüs civarındaki Gazze’de 1643 yılında dünyaya geldi. Kendisi bu beldede vezirlik görevinde bulunan bir ailenin çocuğudur. Ahmed Gazzi, ilk tahsilini, memleketinde yaptıktan sonra, babasından izin aldı ve Kahire’ye doğru yola çıktı. 1655’te Ezher’de ilim tahsil etmeye başladı. Yedi yıl süreyle tefsir, hadis ve diğer ilim dallarında devrin tanınmış âlimlerinden olan Ahmed Beşişi’den yararlandı. Daha sonra Ezher’e hadis hocası olarak tayin edildi. Talebelik yıllarında, babası Gazze’ye dönmesi için defalarca teklifte bulundu. Gerek yazılan mektuplarda, gerekse gönderilen elçilere verdiği cevaplarda annesinden ve babasından özür dilemekle beraber bu konuda ısrar edilmemesini, tahsil hususunda kararının kesin olduğunu bildirdi.
Dört defa hacca giden Ahmed Gazzi veda tavafını yaptığı sırada daha önceleri birçok vesileyle adını duyduğu Anadolu’ya gelmeye karar verdi. Ezher’deki talebelerini, mesai arkadaşlarını ve dostlarını orada bırakarak yola çıktı. İstanbul’a giden bir gemiye bindi. Ancak hava şartları elverişsizdi. Kamarada bütün kalbiyle Cenab-ı Hakk’a dua ettiği sırada ilgi çekici bir gelişme oldu. Başında Halveti tacı bulunan bir zat yanına gelerek “Korkma ey Ahmed! Kehf Suresi’ne devam et ve bizi Bursa’da bul!” emrini verdi.
Ahmed Gazzi Efendi, 1675’te İstanbul’a gelerek bir süre burada ikamet ettiği gibi, Ayasofya Camii’nde de hadis dersleri verdi. 1676’da Bursa’ya gitti. Ulu Cami civarında bir hoca efendiye misafir oldu. İlerleyen zamanla birlikte dervişlerle ve meslektaşlarıyla tanıştı. Üçkozlar Tekkesi’nde Muhyiddin-i Bursevi ile sohbet ettiği sırada Bursevi, kendisine “Ahmed Efendi, sen iyi bir sütsün, eğer sana güzel bir maya çalınsa güzel yoğurt olursun” deyince Gazzi, “Güzel buyurdunuz. Benim de maksudumdur. Ama her mayayı sütüme katamam, zira mâyi fasit (bozuk) olursa süt de elden gider” cevabını verdi. Bursevi, “Maksudum farazidir” demekle yetindi.
Ahmed Gazzi Efendi Bursa’da kendisine mürşit ararken şehrin çeşitli medreselerinde hocalık yaptı. Niyazi Mısri’nin Bursa’yı teşrif ettiği 1691 yılına kadar Ulu Cami, Molla Fenari ve Orhan medreselerinde ders okuttu. Bursa’da sıkıntılı günler geçirmesine rağmen aldığı ders ücretlerinin bir miktarını kendine ayırıp kalanını talebelere verdi. Yine o günlerde sufilerle arası iyi değildi. Bazı sufilerin tavırlarına ve davranışlarına kızıyor, kendilerine müdahale ediyordu. Diğer taraftan da gemide gördüğü zata bir an önce kavuşmayı temenni edip dua ve niyazda bulunuyordu.
Derken bu beklentisi bir süre sonra gerçekleşti. O zamanlar lehinde ve aleyhinde çok şeyler işittiği Niyazi Mısri’ye de gıyabında sitem ediyordu. Hatta Mısri’nin Bursa’ya geleceğini duyunca konuyla ilgilenmemeleri için talebelerine tembihte bulundu. Ertesi gün yine sabah namazından sonra Ulu Cami’deki dersine başladı. Dersini tamamlamak üzereydi ki, Mısri’yi karşılamaya hazırlananların zikir ve tevhid sadalarını duydu ve camiden çıktı. Kalabalığın arasında tahtırevana binmiş olarak bir zatın geldiğini gördü ve büyük değişim burada başladı. Ahmed Gazzi’nin bulunduğu yere gelince selam verdi. O da Mısri’nin elini öptü ve Mısri Dergâhı’na birlikte gittiler. 1692 Ramazan’ının yirmi üçünde erbainleri tamamlanınca, Niyazi Mısri, Gazzi’ye halifelik görevini -öğle namazından sonra düzenlenen bir törenle- cemaatin huzurunda verdi.
Şeyh Ahmed Gazzi hakkında birçok menkıbe söylenmiştir. Onlardan biri de “Bursa Evliyaları” isimli kitapta şöyle kaydediliyor:
“Bir gün dervişler topluca, Niyazi Mısri’nin maiyetinde Üftade Hazretleri’nin türbesini ziyarete gittiler. Mısri, oradan geçerken daha sonra Gazzi Dergâhı olacak harabe durumdaki bir yere bakarak ‘Viraneler mâmur olur envar-ı zikrullah ile’ dedi ve böylece zikredilen harabenin bir zaman sonra feyiz saçan bir dergâh olacağını ima ve işaret buyurdu.”
Bunun açıklaması kısaca şöyledir:
Gazzi’nin hanımı bir gün bütün zinet eşyalarını veriyor ve bu parayla bir bahçe satın alıyor. Gazzi, inşaata başlamadan önce şükür ifadesi olarak otuz beş dervişiyle hacca gidiyor. Dönüşte bir hayli keresteci, doğramacı, dülger esnafından derviş peyda oluyor. Bunlar Hazret’e intisap ederek birlikte çalışıyorlar. Gariptir ki, o mahallede Tahtakale Ağası Muhammed Ağa adında son derece cimri bir adama erenlerin himmetiyle bir aşk ve şevk geliyor ve bu zat bütün dülgerlerin ücretlerini üzerine alıyor. Böylece 1696 yılında mükemmel bir dergâh inşa edilmiş oluyor. İşte Gazzeli Ahmed Gazzi’nin en büyük hizmeti, Mısrilik koluna mensup olarak, Bursa’da böyle müstakil bir dergâh kurmasıdır. “Güldeste” yazarı İsmail Beliğ Efendi’nin yazmış olduğu yedi kıt’alık şiir de dergâhın cümle kapısında asılıdır. Bu şiir Hüseyin Vassaf Efendi’nin “Sefine-i Evliya”sında yer almaktadır.
“Bursa Evliyaları”nda bu muhterem Gazzelinin bir takım hassasiyetlerine de şöyle temas ediliyor.
“Ahmed Gazzi medrese ilimleri ile tekke kültürünü birleştiren bir anlayışa sahipti. Tekkesinde tasavvufi eserlerin yanında tefsir, fıkıh, hadis dersleri de okutmuştur. Vaaz ve sohbetleri esnasında kürsüde Fütuhat-ı Mekkiye’nin bulunmasına dikkat ederdi. Vahdet-i Vücud’un tartışmalı konularında ihtiyatlı konuşmayı tercih etmiş olan Gazzi Efendi, tütün ve kahvenin cevazının tartışıldığı o yıllarda, tütünün çok sert muhalifi, kahvenin ise tiryakisi olmuştur. Yöneticilerle daima iyi geçinmeye dikkat etmiş, Mısri dergâhından çıkarılması dışında yöneticilerle pek işi olmamıştır. Dini hükümleri korumada hassasiyet göstermiş, özellikle ‘kadın müridleri şeyhin mahremi sayan’ bir görüşe şiddetle karşı çıkmıştır.”
On sekiz yaşında “muhaddis” ünvanını alan Gazzeli Gazzi Ahmed Efendi, kırk iki yıl, bahsi geçen dergâhın irşad makamında görev yaptı ve 6 Aralık 1731’de Hakk’ın rahmetine kavuştu. Cenaze namazı Ulu Cami’de kılındıktan sonra, son nefesini verdiği odaya defnedildi.
Rahmetullahi aleyh!.
Geçen gün, kütüphanemin raflarından birini karıştırırken ilgimi çeken bir kitapla karşılaştım. Nerede, ne zaman hangi sahaftan aldığımı hatırlayamadığım bu eser, “Hicri Onuncu- Miladi On Altıncı Asırda Yurdumuzu Dolaşan Gazzi-Mekki Seyahatnamesi” adını taşıyordu. Aslında bu bildiğimiz anlamda bir kitap değildi, 1937 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları arasında çıkan “Tarih Semineri Dergisi”nin kitaba dönüştürülmüş şekliydi. Ekrem Kamil adında bir zat tarafından tez olarak hazırlanmıştı. İsminde geçen “Gazzi-Gazzeli” kelimesi dikkatimi çektiği için hemen okumaya başladım.
Eserin baş tarafında verilen bilgilere bakılacak olursa, Bedreddin İbn-i Radiyyüddin el-Gazzi aynı zamanda Şaffi mezhebine mensup büyük bir âlimdir. Yüz elliden fazla eser kaleme almıştır, bunlardan biri de 30 bin beyitlik Arapça manzum “Tefsir-i Şerif”idir. Seyahatnamesine gelince onun da adı “El-Metaliu’l-Bedriyye fi Menazilü’r-Rumiyye”dir. Eser Köprülü Kütüphanesinde, Mehmet Paşa kitapları arasında 1390 numaradadır. Kitap küçük ebatlı olup, Venedik âbâdisi kağıt üzerine güzel bir ta’lik ile yazılmıştır. Her sayfada on üç satır vardır. Her iki sayfa bir varak itibariyle bütün kitap 182 varaktır. Başlıklar ve duraklar renkli mürekkeple yazılmıştır. Kitapta kırmızı, mavi mürekkepten başka altın yaldız da bulunmaktadır. Eser Arapçadır.
Büyük Şafii bilgini Bedreddin el- Gazzi Baalbek, Hama, Humus, Halep, Misis, Adana, Gülek Boğazı, Akköprü, Ereğli, Konya, Akşehir, Afyonkarahisar, Yenişehir, İznik, İzmit, Gebze gibi şehirlere ve bir takım yerleşim bölgelerine uğrayarak ve geçtiği bütün bu yerler hakkında ilgi çekici bilgiler vererek İstanbul’a ulaşıyor. Bir sene kadar İstanbul’da kaldıktan sonra yine aynı güzergahı takip ederek memleketine dönüyor.
Bedreddin el-Gazzi, yukarıda adını verdiğimiz seyahatnamesinde –bakınız- İstanbul’u nasıl anlatıyor:
Üsküdar’dan sandalla yaptığımız şairane bir seyahatten sonra nihayatet İstanbul’a (Konstantıniyye’ye) vardık. Bizi iskelede Mirahur İskender Çelebi karşıladı. Gereği gibi iltifat eden ve teveccühde bulunan bu zatı bize Vezir Ayas Paşa göndermişti. Büyük bir neşe ve sevinç içinde şehre güneşin batımına yakın girdik.
Burası Türk şehirlerinin merkezi, hükümdarların payitahtıdır. Bu koca şehir ilim ve irfanın kaynağı, âlimlerin ve devlet erkânının karargâhı, baht ve talihin menbaı, dileklerin ve arzuların sona erdiği, saadet güneşinin doğup yayıldığı yerdir.
İstanbul elde edilen fesat ve küfür kaynağı olan şehirlerin en büyüğü ve en güzelidir. Aynı zamanda şiddetle karşı duran ve müstahkem olanıdır. Burayı fetheden merhum aziz ruhlu, büyük şehit Sultan Mehmed Han’dır. Asırlarca hüküm süren bu mıntıka koca Fatih’in şevket ve azameti önünde baş eğmiş, tekbir ve tehlillerle süngülerini parlatarak şehre giren İslam Türk kuvvetleri karşısında eğilmek zorunda kalmıştır. İlk günlerden itibaren kiliseler camiye çevrilmiş, çanlar susturularak yerlerine birer İslam âbidesi olan minareler geçmiştir. Bununla da yetinilmeyerek yerle gök arasında ezan sesleri yükselirken diğer taraftan da medreseler, imaretler ve mescidler bina edilmiştir.
Hülasa, elde edilen diğer şehirlerde olduğu gibi, İncil’in yerine Kur’an-ı Kerim; papazların, kesişlerin yerine İslam uleması geçmiş, din-i mübinin güneşi doğarak şer’i Ahmedi kaim olmuştur.
Şimdi biraz da burada gördüğüm eşsiz camilerden ve mescitlerden, hesap ve kitaba sığmaz gelirlerle yapılan imaretlerden, görüştüğüm âlimlerden, âyân ve ahaliden bahsedeyim:
Gördüğüm medreselerin en büyüğü Sahn-ı Seman Medresesidir. Müderrisleri Türk müderrislerinin en âlimleridir. İçinde ulemaya, fakirlere ve yolculara sabah akşam yemek pişirilen imaretler vardır. Diğer bir âbide, içinde cuma namazı kılınan büyük camidir. İçinde birçok odaları, hasta koğuşlarını ihtiva eden ve imaretin bitişiğinde bulunan hastahane de görülmeye değer. İçindeki kemerleri, güzel kokulu sürmeleri, tıbbın kurallarına ve formüllerine uygun olarak yapılan güzel ve macun şeklindeki ilaçları nadirattandır. Hele kokulu birçok ıtriyatı, sulu ilaçları takdire değer mükemmeliyettedir. Bütün bunlar meşhur ve hazık tabiblerin nezareti altında imal edilmektedir.
Tedavilere gelince, yine bu doktorların nezaretinde elinden iş gelen becerikli kimselerle yapılmaktadır. Burada insanların ihtiyacı olan her şey bulunmaktadır. Muhtelif koyun ve kuş etleri bol miktarda mevcuttur. Mükemmel yatakları ve yorganları çok temizdir.
Fetihten önce şehrin en büyük kilisesi olup da el’an cami olan Ayasofya’ya gelince, bu seyredenleri hayretten hayrete düşürecek büyüklüğe, genişliğe ve ince tezyinata sahiptir ki, şehrin hemen göze çarpan en muazzam ve tarihi âbidesidir. Burada aynı adı taşıyan Küçük Ayasofya denilen bir cami daha vardır. Bunda da birçok tezyinat vesaire varsa da, Büyük Ayasofya ile kıyas etmek şöyle dursun, ikisini aynı zamanda ağıza almak bile doğru değildir.
Bize gelince; Esseyyid Abdurrahim’in tavsiyesiyle merhum Sultan Mehmed’in imaretine gittik. Görevli zat yanımıza gelerek, halimizi hatırımızı sorduktan sonra ihtiyaçlarımızın da en iyi bir şekilde karşılanacağını söyledi. Yatak ve yorganları da çok temizdi. Burada tek eksiğimiz vardı, o da vatandan ve ailemizden uzak bulunuşumuzdu. Bütün geceyi, onları ve Seyyid Abdürrahim’in bize gösterdiği alakayı düşünmekle geçirdim. Sabah olunca ilk işim adı geçen efendimize teşekkür etmek oldu. Zavallı iki yakasını saran hastalığın pençesi arasında kıvranıyordu. Geldiğimizi görünce çabalayarak ayağa kalktı ve benimle tokalaştı. Onunla epey muhabbet ettikten sonra biricik dostum alim ve fazıl Molla Hacı’nın ziyaretine gittim. Devamlı ibadetle meşgul bir pir-i fani olan bu zat Hacdan dönerken Şam’da babamla tanışmış ve ahiret kardeşi olmuştu.
Burada biraz oturduktan sonra imarete döndüm. Buradan çıkarken geldiğimizi haber vermek üzere vezire bir adam yolladım. Gelişimize çok sevinen vezir kendisiyle görüşeceğimiz zamanları bir adamla bize bildirdi. Bu zamanlar da perşembe akşamıyla cuma sabahı idi ki, buna da sebep bütün ileri gelen devlet ricalinin padişahın sünnet olan çocuklarının düğünüyle meşgul bulunmalarıdır.
Bu vezir, Vezir-i Âzam Ayas Paşa’dır. Çok temiz huylu, itikad sahibi, mütevazi, tatlı sözlü ve haluk bir kimsedir. Babamla, Şam beylerbeyi iken görüşmüş ve dost olmuşlardı.
Cuma sabahı, Galata’daki bahçeli yalılarında kendilerini ziyarete gittim. Gelişimizle pek ziyade sevinen vezir, beni dış kapıda karşıladı. Ayas Paşa, bana gösterdiği teveccühün samimiyetin ve tevazuun bu derecesini hiç kimseye göstermemişti. Kendilerine şehirdeki evlerinde ikinci bir ziyaretimde Ebu’l-Bevvab’ın el yazısıyla yazılmış bir Mushaf-ı Şerifle “Bürde Kasidesi”ni hediye ettim. Çok memnun oldu. Kısa zamanda biten Kaside-i Bürde şerhini sordular. Kendilerine gerekli malumatı verdikten sonra temize çekilmiş nüshasını da takdim ettim. Çok memnun oldum.
Bedreddin El- Gazzi’nin İstanbul hatıraları uzayıp gidiyor. Yerim müsait olsaydı, bu Osmanlı başkentinde hangi alimlerle görüştüğünü ve onlar hakkında verdiği bilgileri de naklederdim. Bu kadarla yetinip kendisine rahmet niyazında bulunuyorum.
Cumhuriyet’in yüzüncü yıldönümü ve Türkiye yüz yılı ifâde ettiği anlam itibariyle aziz Türk milleti olarak hepimizi heyecanlandırıyor. İlerleyen zamanla birlikte rejimlerin isimleri değişse de mânevi dinamikleri, millî özellikleri geçerliliğini muhafaza eder. Unutmayalım ki, Cumhuriyetimizin kurucuları ve Millî Mücadele kahramanları da Osmanlı paşalarıdır. Ve yine hatırlamamız gerekir ki, Millî Mücadele’nin başarıyla sonuçlanmasında din adamları büyük bir rol oynamışlardır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hacı Bayram-ı Veli’de yapılan dualarla, tekbirlerle açıldığı gibi, Cumhuriyet’in temelleri de sağlam zeminler üzerinde atıldı. Diğer bir ifadeyle söylemek gerekirse, 29 Ekim 1923 tarihi çok önemli bir dönüm noktası olmakla beraber, asırlara hükmeden büyük Türk devletinin ve aziz milletimizin tarihi çok hem de çok eskilere dayanmaktadır.
Özetle söylemek gerekirse, tarih boyunca kazandığımız zaferlerin, elde ettiğimiz başarıların en sağlam dayanaklarından biri de İslâm inancıdır. Mustafa Kemal Paşa da bunun böyle olduğunu çok iyi bildiği için Millî Mücadele’yi, milletin dini ve mânevi duygularını harekete geçirmek ve galeyana getirmek suretiyle başlattı. Bunun çarpıcı bir örneği olan ve “Yakın Tarihimiz”in birinci cildinde yer alan belge mahiyetindeki bir yazıyı olduğu gibi aşağıya alıyorum.
“Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs’ta Samsun’a çıktıktan tam bir hafta sonra Havza’ya gidiyor ve burada kendisine ayrılan Ali Baba’nın oteline misafîr oluyor.
Havza, kaplıcaları ile meşhurdur ama Paşa’nın banyoyu filan düşünecek vakti yoktur. Evvelâ halk temsilcileri ile temas edip, milletin mücadeleye hazır olduğunu iyice anladıktan sonra, otel sahibi Ali Baba’ya ilk emri veriyor.
Git, bana Belediye Reis’i İbrahim Bey’i çağır!
Yarım saat sonra huzuruna gelen Belediye Reisi’ne şunları söylüyordu:
Halkın, sesini çıkarmasının zamanı gelmiştir, ondan evvel bu halka yol göstermek îcap eder. Binâenaleyh önümüzdeki Cuma günü, namazdan sonra Büyük Cami’de mevlid okutunuz. Mevlid bitince dışarıda fişek atılarak işaret verilsin. Böylece her üç camiden halk, ellerinde bayrak olarak ve tekbir getirerek alayla çıkıp miting yerinde toplansın. Miting yeri, bu otelle Belediye Dairesi arasındaki sahadır.
Şimdi bu emri alan o zamanki Belediye Reisi İbrahim Bey’i dinleyelim:
Mustafa Kemal Paşa biraz düşünerek, dur dedi, arada yapılması gereken bir iş daha var. Camide Mevlid bittikten sonra, hitabeti kuvvetli bir arkadaşınız, halka silahlanmak lâzım geldiğinden, zira düşmanlar ellerinde esir bulunan padişahdan bir medet ummanın mânâsız olacağından bahisle bir nutuk irâd etsin.
Bu emri aldıktan sonra Paşa Hazretlerine sordum:
Miting yerinde kimin söz söylemesini münasip görüyorsunuz, efendim? Çenesini avuçlayıp bir lâhza daldıktan sonra, “Bir Hoca Efendi.” dedi.
Bu vaziyet karşısında arkadaşları toplayarak lâzım gelen hazırlıklara başladık ve civar köylerden birisinde bulunan Hoca Sıtkı Efendi’ye haber gönderdik.
Artık her hazırlığımız tamamdı. Cuma günü geldi çattı. Namaz kılınıp bitti ve mevlid okundu. Şeker bulunamadığından cemaate külâhlar içinde çekirdeksiz İzmir üzümü dağıtıldı. Sıra mitinge geldi. Halk toplanmış, sahayı doldurmuş, tam nutuk başlayacak!.. Fakat bu işe memur ettiğimiz Hoca Efendi’yi koydunsa bul! Sağa, sola adam koşturduk, nâfile! Yok yok! Paşa da oturduğu yerden, sinirlendiğini belirten bir halle bizi gözetliyor. Baktım, halk da sabırsızlanıyor, hemen Paşa’nın yanına vardım. Efendim, dedim, buyurunuz, icâp eden şeyler miting mahallinde söylenecektir.
Hiç sesini çıkarmadan yerinden kalktı. Ben, elimde bir bayrak, en önde gidiyordum. Havza’nın en büyük şeyhi Ali Baba ile diğer bütün hacılar, hocalar, dervişler de ağır ağır beni takip ediyorlar. Ortalık tekbirlerle ve tehlillerle uğulduyor. Diğer camilerden çıkanlar da sokak başlarında bize katılıyorlar. Fakat halka hitap edecek Hoca Sıtkı Efendi hâlâ bulunamadı. Bizi bir telaşdır, aldı. Ne yapacağız diye düşünüyoruz.
O sırada Mustafa Kemal Paşa’nın maiyyetinde bulunanlardan Doktor Refik Bey (Saydam) önüme çıkarak:
İbrahim Efendi, ne düşünüyorsunuz? Halk, işte hazır, toplanmış bekliyor! Ne söylenecekse söylensin, diye konuştu.
İyi ama kim söyleyecek? Bu müşkül durumda arkadaşlardan Fuad Bey’e rica ettik. Kürsüye çıktı:
İşte, Yunanlıların yaptığı mezalimi görüyorsunuz. Biz de burada bir istilâ tehlikesi karşısındayız. İhtiyatlı, tedbirli, uyanık bulunmak ve hemen silahlanıp düşmana karşı koymak lâzımdır, şeklinde sözler söyledi. Ondan sonra ben kürsüye çıktım, aynı mealde bazı şeyler söyledim ve burada, bu Havza sokaklarında gördüğünüz Rum çeteleri, asker kaçakları filan olmayıp, Yunanlıların eskiden beri güttükleri siyasi maksatlarının mahsulü birer icra kuvvetidir. Bunların emel ve gayeleri artık meydana çıkmıştır. Bunun için canımıza kast eden düşmana karşı alınması gereken tedbirleri almak vazifemizdir. Haksız işgallere nihayet verilmek üzere gerektiği şekilde protesto edeceğiz. Bizi tevkil eder misiniz, dedim. Ortalık “Hayhay” sesleri ile çınladı.
Kürsüden indim ama içimde bir ukde vardı. Biliyordum ki Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin huzurunda yapılan bu ilk miting, emirlerine ve arzularına uygun bir şekilde yapılamamıştır. Bundan dolayı üzülüyordum. Tam o sırada yanıma şeyhimiz Ali Baba’nın oğlu, otelci küçük Ali Baba geldi. Paşa, sizi çağırıyor, dedi. Hemen yanlarına koştum. Odalarında pencerenin önünde, dağılmakta olan sokaktaki halka bakıyorlardı. Yüzlerinden anladım ki, durumdan memnun değiller. Başını çevirerek sert bir sesle:
Yaptığınız işi beğendiniz mi, dedi. Ellerimi oğuşturarak, efendim, bu işe memur ettiğiniz Hatip Hoca Efendi, Rum eşkiyâlarının tehdidine mâruz kalmış olmalıdır ki, bulunduğu köyden buraya gelemedi. Biz de çok müteessir olduk. Fakat hatibin geleceğinden emin olduğumuz için ona göre hazırlanmıştık. Bu sebeple emrivaki karşısında şaşırdık, gerektiği şekilde hareket edemedik. Affınızı dilerim, dedim.
Mustafa Kemal Paşa, birdenbire yumuşayan bir sesle, ben de dedi, sizin gibi bir ferdim ve aranızda sonuna kadar fert olarak çalışacağım. Bu memleketi hep beraber kurtaracağız. Ortada gizli kapaklı hiçbir şey yoktur ve olmamalıdır. Samimi, doğru ve açık kalpli olmalıyız. Bu mitingin tekrar ama noksansız olarak yapılmasını isterim.
Şimdi de vaktinde ve zamanında Havza’ya yetişemediği için ilk mitingin istendiği gibi yapılamamasına sebep olan hatip Hoca Sıtkı Efendi’yi dinleyelim:
Havza’dan Bayram Con Bey’in bana gönderdiği haberi çok geç aldım ve Sıtkı Hoca korktu da gelemedi, şâyiâsını duyunca beynimden vurulmuşa döndüm. Hemen cübbemi sırtıma alınca, doğru Havza’ya koştum. Ben korkak adam değilim, ne emrediyorsanız edin, derhal yapayım, dedim. Önümüzdeki Cuma günü miting tekrar edilecek ve sen çıkıp halka hitab edeceksin, dediler. Hazırım, cevabını verdim.
Gün geldi. Camiler, sokaklar, meydanlar her tarafı bağrı yanık halkla doldu. Mustafa Kemal Paşa Hazretleri de işte şu, şimdi belediye dairesi olan o zamanki Ali Baba Oteli’nin penceresinden bize bakıyordu.
Tekbirlerle ve tehlillerle ağır ağır yürüyerek meydana vardık. Olanca tâkatimi kullanarak heyecan ve halecan içinde söyledim, söyledim!..
Ey cemaat, diyordum. Düşmana karşı koymak için elde sopa lâzımdır! En gücü yetmeyen, en fakir Müslüman Türk bile, bugünden tezi yok, birer sopa olsun edinmelidir. Buna da iktidarım yok diyebilen kimse var mı? Varsa, o da evindeki kazmayı, keseri, bıçağı; o da yoksa yumruğunu hazırlasın. Artık zamanı gelmiştir. Hazreti Allah da, Peygamber Efendimiz de böyle emrediyor.
Böylece mükemmel bir miting yapıldı. Dualar edildi ve tekbirlerle dağılındı. Biraz sonra Mustafa Kemal Paşa Hazretleri Belediye Reisi İbrahim Bey’i çağırttı. Memnun oldum. İstediğimiz gibi bir miting yapıldı. Hoca Efendi de pek güzel konuştu. Artık, benim de burada vazifem tamam oldu. Daima sizinle muhabere edeceğim. Müsterih olun. Ben de sizin gibi bir fert olarak, inşallah kazanacağımız zafere kadar, beraber el ele çalışacağız, diye vedalaştı ve ertesi gün Amasya’ya müteveccihen buradan ayrıldılar.
İşte Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya ayak bastıktan sonra, emirleri ile huzurlarında yapılan ilk mitingin hikâyesi!..”
İşte ben de diyorum ki, Millî Mücadele’nin, İstiklâl Harbimiz’in harcı imânla, ihlâsla, tekbirlerle ve tehlillerle karılmıştır. Hiçbir münkir, bu gerçeği tarih sayfalarından silemeyecektir! Cumhuriyet’in yüzüncü yılı ve Türkiye yüz yılı hayırlı ve uğurlu olsun!
EVVEL GİDEN
Büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı, 1 Kasım 1958 tarihinde vefat ettiğine göre içinde bulunduğumuz 2023 yılının Kasım ayı, onun şiirle ve edebiyatla süslemek sûretiyle ebedileştirmek istediği bu fâni dünyayı terk edişinin altmış beşinci yıl dönümünü teşkil ediyor. Altmış beş yıldır eserleriyle yaşayan ve daha nice seneler ikinci ömrünü sürdürecek olan şairimizin en çok işlediği konulardan biri de, “Sessiz Gemi”nin yolcularını ilgilendiren hüzün duygularıdır. Bir örnek vermek gerekirse; “Sonbahar” başlığıyla kaleme aldığı o harika şiirini, bu hazin manzarayı resmeden altın sarısı bir levha olarak gösterebiliriz.
“Son” kelimesi, ne zaman, nasıl ve hangi vesileyle karşımıza çıkarsa çıksın, derhal içimizi bir hüzün kaplar, son derece insanî bir duygu olan gözyaşını dökmesek bile hissettiğimiz üzüntüyü, duyduğumuz teessürü içimize akıtırız. Böylece bir bakıma üzülerek sevinmiş, ağlayarak tebessüm etmiş oluruz.
İşte bu günlerde bir sonbahar hüznünü daha birlikte yaşıyoruz. Takvimden koparılan yaprakların sayısı hızla çoğaldığı gibi, ağaçların dallarını boynu bükük bırakan yapraklar da gazelleşerek güzelleşiyor. İsterseniz, “Son” sözünün telkin ettiği teessürü bertaraf etmek için, son olarak şöyle bir müjde verelim. Bize en büyük mutluluk olarak Âhirzaman Nebîsi’nin, yani Son Peygamber’in ümmeti olmak yeter. Dünyada ve ukbâda bundan daha geniş kapsamlı, bundan daha büyük bir şeref yoktur. Eşref-i mahlûkat olan insanlığın en eşrefi, en efdali, en ecmeli, en ekmeli, en ekremi Resûl-i Ekrem olduğuna göre son ümmet olan onun ümmeti de sonsuzluk kervanının mutlu yolcuları demektir. Şairimiz, bu özelliği ve güzelliği çok iyi fark ettiği için, sonsuzluk kervanının arkasında seke seke giden topal köpek olmayı, kendisine mâverâdan takdim edilen şeref madalyası olarak kabul ediyor.
Şurası da bir gerçektir ki, böyle bir hakikati bildiğimiz ve bunu yegâne teselli kaynağı kabul ettiğimiz halde, hayatın sonu anlamına gelen ölüm olayı öyle kolay geçiştirilemiyor. Başta annelerimiz, babalarımız olmak üzere, en yakınlarımızın ölümlerinden sonra dostlarımızın, arkadaşlarımızın vefatlarıyla da birlikte bu beşerî elemle müteellim, bu insanî teessürle müteessir oluyoruz.
Bilmem ki hangi birini anlatayım. Ömrü kitapların arasında geçen, yıllarca Millet Kütüphanesi’nin müdürlüğünü yapan, odasını ilim ve irfan meclisi hâline getiren bir Mehmed Serhan Tayşi vardı. Onun sohbetlerinden epeyce istifade ettiğim, gösterdiği ilgiden büyük bir mutluluk duyduğum, birlikte olmaktan haz aldığım için, vefatına en çok üzülenlerden biri de -niçin saklayayım- ben oldum. Hatıralarını yazdırmak suretiyle biraz teselli bulmuş oldumsa da ona duyduğum hasrette hiçbir eksilme olmadı.
Bir Ali İhsan Yurt Hoca vardı ki, ona canlı kitap da diyebilirdiniz, sohbet şeyhi de kabul edebilirdiniz. Cumartesi günleri Enderun Kitabevi’nde yaptığı ilmî, dinî, edebî sohbetlerin müdavimlerinden biri de bu fakir kardeşinizdi. Minnet borcumu ödemek üzere “Ayaklı Kütüphaneler” kitabımı onun ismiyle de süsledimse de, hakkında müstakil bir eser yazma arzumdan hâlâ vazgeçmiş değilim.
Ancak bizim gibi yakın âşinâlarının âşinâlık ettiği ve sanki meçhul bir meşhur diyebileceğimiz, ayrıca Babıâli efendisi sözüyle tesmiye edebileceğimiz bir İsmet Elbaşı vardı ki, dört başı mâmur bir kültür adamıydı. O aynı zamanda hazırlanan kitapların ehliyetli bir rapor türüydü. Onunla şakalaşmak, fıkra teatisinde bulunmak beni mutlu ediyordu. Bazen “Elbaşı” olan soyadını “Elebaşı” yapardım da, o da “Dursun Bey, bir baş ol da, istersen soğan başı ol.” diye karşılık verirdi. Son zamanlarda, yazar sayısının çok artmış olduğundan bahsedildiği bir sohbet sırasında yine bana, “Dursun Bey, ben tek bir yazar tanıyorum, o da Gönül Yazar” diyerek espri yapmıştı.
Bir merhum Osman Olcay Yazıcı vardı ki, müteşâir değil, gerçek şairdi. “Kültür Dünyamız” ismiyle intişar eden aylık kültür ve sanat dergisinin yazı işleri müdürüyken benden de her sayı için yazı isteme nezaketini gösteriyordu. Eski Millî Eğitim bakanlarımızdan Tahsin Banguoğlu ile yaptığı röportajları içine alan ve ilgiyle okunan kitabından başka, daha bir takım eserlere de imza atmıştı. Bu kısa boylu, güzel huylu arkadaşımla epeyce İstanbul gezisi yaptık. Ayrılacağımız zaman, “Hoca, dostluğumuz buraya kadarmış.” diyerek lâtife ederdi.
Şimdi biraz da, geçenlerde fâni ömür yolculuğunu tamamlayıp, ebediyetin kapısını çalan hikâyeci ve kadim dostum Recep Seyhan’dan söz etmek istiyorum.
Recep Seyhan, hikâye sahasında hayli mesafe kaydeden çalışkan ve değerli bir arkadaşımızdı. Onunla orta, lise yıllarında başlayan dostluğumuz vefatına kadar devam etti. Tokat İmam-Hatip Okulu’yla İstanbul Fikirtepe Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü beraber okuduk. Yedi yıllık İmam-Hatip Lisesi’ni altı yılda bitirme başarısını göstermişti.
İkimizin de edebiyatla ve kültürle ilgili yazıları aynı dergilerde yayımlandı. Meş’ale dergisi bunlardan biridir. Necip Fazıl üstadımızı Cağaloğlu’ndaki Büyük Doğu Bürosu’nda, Cemil Meriç’i de Göztepe’deki evinde birlikte ziyaret ettik. Divan edebiyatının otoritelerinden hocamız rahmetli Ali Tanyeri’yi de -keza- Cerrahpaşa’daki hanesinde yine birlikte ziyaret etmiştik.
Recep Hoca, uzun süre yurt dışında öğretmenlik yaptığı için asıl ilgi alanı olan kültürel faaliyetlerden biraz uzak kaldı. Emekli olduktan ve İstanbul’a yerleştikten sonra bu açığı bir an önce kapatmak amacıyla hızlı ve heyecanlı hareket etmeye başladı. Bu arada Kubbealtı’nda verdiğim Osmanlıca derslerine katılmayı da ihmal etmedi. Ödüllendirilen bir takım eserlere de imza attı. Hoca, hem çalıştı, hem okudu. Pek bilinmez, Yaşar Nuri Öztürk, Kocamustafapaşa’da küçük bir camide imamken müezzini de Recep Seyhan arkadaşımızdı. Onunla ilgili hatıralarım tabii ki sadece bu yazılanlardan ibaret değil. Anlatılması gereken daha bir çok anekdot var. Zamanı gelince inşallah onlar da gün ışığına çıkar. Allah, kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe eylesin.
Yahya Kemal’le başladık, Yahya Kemal’le bitirelim ve “Evvel giden ahbâba selâm olsun!” mısrâını terennüm ederek teselli bulmaya çalışalım.
Kültür ve edebiyat dünyamızın önemli isimlerinden Ali Canip Yöntem, 1886 yılında Üsküdar’da dünyaya geldi. Toptaşı Askeri Rüştiyesi ile Fransız Mektebi’nde okudu. Yüksek tahsilini ise Selanik Hukuk Mektebi’nde tamamladı. Şiirleri ve makaleleri Selanik’te çıkan Bahçe, Kadın ve Genç Kalemler isimli mecmualarda yayımlandı. Öğretmenlik yaptığı sırada 1911 yılında neşrettiği Genç Kalemler dergisiyle şöhret basamaklarını tırmandı. Ali Canip Bey, Ömer Seyfeddin ve Ziya Gökalp ile “Yeni Lisan” ve “Milli Edebiyat” tezini savundu. Ve bu cereyanının en önemli temsilcisi oldu.
Dildeki yabancı şekilleri ve kaideleri atmak, halkın malı olmamış ve Türkçede karşılığı bulunan yabancı asıllı kelimeleri kullanmamak şeklinde özetlenebilecek “Yeni Lisan” tezini kabul ettirmek için Süleyman Nazif ve Cenab Şahabeddin gibi eski nesrin üstatlarıyla münakaşa ve mücadele etti.
Balkan savaşından sonra Selanik’ten ayrılan Ali canip Yöntem çeşitli okullarda edebiyat hocalığı ve müdürlük görevinde bulundu. Maarif Vekâleti Müfettişliğinde vazife yaptı. 1950-1954 yılları arasında Bursa milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girdi. Osmanlı Edebiyatı ve Türk Dili sahasında tam biz uzmandı. Kaleme aldığı “Edebiyat” kitabı yıllarca liselerde okutuldu. Aynı zamanda iyi bir şair olan ve çeşitli yayın organlarında kültür yazıları neşreden Ali Canip Yöntem 1967 yılında vefat etti.
Bu zatın ilk talebelerinden olan merhum Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş, ölümünden sonra yayımladığı bir yazıda (Bilgi c.21 sy.247 (1367) s.13-14) “Uydurma dilin şiddetle aleyhindeydi. Ali Canip Bey’in dil konusunda cesur davranışları olmuştur. İlmi temelleri zayıf olan ‘Güneş Dil Teorisi’ni anlamayan ve kabul etmeyen Ali Canip Yöntem Atatürk’e ‘Paşam, şimdiye kadar etimoloji ile meşgul olmadım. Bu, ayrı ve mühim bir branştır. Şimdiden sonra da bu hususta zât-ı devletinize faydalı olabileceğimi sanmıyorum’ diyebilmişti” cümlelerini kullanıyor.
Ali Canip Bey’in aynı zamanda Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’nda üye olduğunu da bu vesileyle hatırlatmış olayım.
Bu kısa bilgilerle kendisinden söz ettiğimiz Ali Canip Bey, “Hatıralar, Vesikalar, Resimlerle Yakın Tarihimiz” isimli külliyatın üçüncü cildinde şöyle bir izahatta bulunuyor:
“Bugün mevcut olan Fatih Camisi, Fatih’in yaptırdığı bina değildir. Üçüncü Sultan Mustafa zamanında İstanbul’da büyük bir zelzele olmuş, hayli yerler yıkılmış. Fatih zamanından kalma bina da bu yıkılanlardandı. Üçüncü Sultan Mustafa ceddinin yadigârı olan bu binayı eskisine göre daha geniş, daha büyük olarak yeniden inşa ettirmiştir. Ayvansaraylı Hafız Hüseyin’in kaleme aldığı ‘Hadikatü’l-Cevami” adlı eserde diğer mabetlerle beraber bu Fatih Camii’nden de bahsederken şöyle diyor:
‘Vaktimizde 1179 Kurban Bayramının üçüncü Perşembe günü ki, Mayıs’ın on biridir. Güneş doğduktan bir saat sonra vuku bulan büyük zelzelede camiin büyük kubbesi tamamen harap olmuştu. Binanın tamamı zemine kadar yıktırıldı, yeniden inşaya başlandı. Medreselerin tamiri de yapıldı. Sultan Mustafa, 1185 Muharreminin onuncu ve Nisanın on beşinci günü Cuma namazını ilk defa orada kıldı…’
Sultan Mustafa’nın camiyi genişlettiği muhakkaktır. Türbesine gelince, yüz seneden fazla yaşamış olan türbedar Amiş Efendi’ye ben de yetiştim. Amiş Efendi hem türbedardı, hem de Fatih civarında ‘Mürşid’ olarak tanınırdı.
Annemin teyzesi Hamide Hanım’ın evi de, Fatih’te Emir Buhari civarında idi. Oğlu Hasan Nevres Bey, Harbiye Mektebi’nde Fransızca hocası idi. Benim çocukluğumda on, on bir yaşında iken Ömer Naci’nin, Atatürk’ün o eve gelerek hocalarını ziyaret ettiğini hatırlarım. İşte bu Hasan Nevres Bey, bu Amiş Efendi’ye müntesipti. Amiş Efendi’den naklen Hasan Nevres Bey’in söylediklerini unutmamışımdır.
Fatih’in medfeni, caminin genişlemesi sebebiyle içinde kalmıştır. Medfeni bir dehliz halindedir. Hatta şunu da hatırlıyorum ki, cesedi mumyalanmış imiş.
Bu rivayetler benim çocukluğumda -münasebeti geldikçe- halkın ağzında dolaşırdı. Benim gibi seksenine merdiven dayamış Fatihliler kalmışsa elbette onlar da bu rivayetleri çocukluklarında işitmişlerdir.
Amiş Efendi ufak tefek, solgun çehreli, yalnız mavi gözleri fıldır fıldır parlar, Halveti tarikatının ileri gelenlerinden biri idi. Hasan Nevres Bey gibi Harbiye muallimlerinden Aziz Bey, Nuri Bey gibi gençlerin onu ziyaret ettikleri gözlerimin önündedir.”
Bu nakilde Fatih Camii hakkında verilen bilgilere ben de vakıftım ve bazı yazılarımda dile getirmiştim. Asıl ilgimi çeken Ali Canip Bey’in Ahmed Amiş Efendiyle alakalı olarak söylediği sözlerdir. Bu zât-ı muhterem hakkında -son zamanlarda- epeyce yayın yapıldı ve bunlarla Efendi Hazretlerinin insanı tefekkür deryasına gark eden sözleri neşredildi. Bu kelam-ı kibarları nakledenlerin hemen hepsi Ahmed Amiş Efendi’nin müntesipleridir. “Fatih Sertürbedarı Tırnovalı Kutbü’l-Arifin Gavsü’l-Vasılin, Mürşid-i Kâmil Ahmed Amiş Efendi” isimli kitapta, bahsini ettiğimiz bu çok anlamlı vecizelerin büyük bir bölümü bulunuyor. Söz buraya gelmişken yukarıda adı geçen Fransızca hocası Hasan Nevres Bey’in, üstadı Amiş Efendi’den yaptığı bazı nakilleri ben de buraya nakledeyim.
Bir gün Hazreti Ali Efendimiz, yâ Resulallah, namaz kılmak istemiyorum ama ezan okunduğu zaman içim sızlıyor buyururlar, hazret, âkıbetinin hayır olduğuna alamettir, cevabını verir.
Bir gün üzüm alıyorduk. Üzümcü taneleri koyuyordu. Ben itiraz edip koyma dedim. “Bırak, taneleri kime verecek” buyurdular!
Bir gün abdest almışlardı. Kurulanmadılar. Hazreti Resulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem bazen böyle yaparlardı, buyurdular. Hayye alessalâh, müminleri salata, hayyeale’lfelah, ise münkirleri felaha davettir. Namaz kıldıktan sonra seccadeyi kaldırmayınız. Gelecek namazı kılana kadar namaz kılınmış gibi sevap yazılır.
Nevres Bey, Harbiye Mektebi’nde Fransızca muallimi idi. Ahmed Efendi’ye danışıyordu: İmtihanda talebeye kaç numara verelim diye mümeyyizlere sorduğu zaman, ne verirlerse onu ver, vermeyecek isen sorma. Sözün nereden geldiğini bil.
Bir gün huzurunda bulunuyordum. Namık Kemal Bey’in Vatan Yahut Silistre isimli eserinde askerlerin Allah muininiz (yardımcınız) olsun, sözüne karşı Abdullah Çavuş’un “Allah’ın işine karışmayacağız, yoluna gideceğiz” dediğini arz ettim. Ellerini vurarak “tam söz budur” buyurdular.
Adı geçen kitaptan Ahmed Amiş Efendi’nin şu sözünü de nakledeyim:
Gittiğiniz yerde, gönül safası bulabiliyorsanız, oraya devam edin. Gittiğiniz yer burası dahi olsa gönül safası bulamıyorsanız sizin için buraya gelmenin bir faydası yoktur.
Muhabbette fâni olan, vuslatta bâki olur.
Ahmed Amiş Efendi, Hazreti Fatih’in türbesinde tam kırk sene türbedarlık yaptıktan sonra 9 Mayıs 1920 tarihinde 126 yaşında Hakk’a yürüdü. Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun, Mesnevi şârihi ve musıkışinas Ahmet Avni Konuk, Hasan Basri Çantay, İsmail Fenni Ertuğrul, Süheyl Ünver’in babası Mustafa Enver bey gibi seçkin isimler Ahmed Amiş Efendi’nin müntesipleridirler.
Hazretin kabri Fatih Camii haziresindedi
KUDÜS FATİHİ
Ahlak ve fazilet sahibi bir insan, kim olursa olsun, düşmanları tarafından bile takdir edilir. Bu değerli şahsiyetlerin hayat hikâyeleri muhakkak kayda geçer, başarıları ve eserleri geniş okuyucu kitlelerine tanıtılır. İslam tarihine şöyle bir göz gezdirdiğimiz zaman Batılı yazarlar ve romancılar tarafından ilgiyle karşılanan, haklarında ciltler dolusu kitaplar yazılan kişilikleri ve takdire şayan yaşantıları romanlara konu olan çok sayıda kahraman görürüz.
Batı’nın gözünde Doğu her zaman esrarengiz bir ülkedir. Haçlı sürülerinin iştahlarını kabartan ve keşfedilmeyi bekleyen bir hazineler cennetidir. Binbir Gece Masalları böyle bir dünyanın ışık ve renk cümbüşünden başka bir şey değildir. Avrupa’nın yüz yıllar boyu İslam dünyasına çevirdiği tecessüs, merak ve talan projesi önemini hiçbir zaman yitirmedi. Binbir Gece Masallarının ve benzeri yazılı kaynakların en az bizim kadar Batılı okuyucuların da dikkatini çekmesi, onlar tarafından da büyük bir merakla okunması, İslam dünyasının yetiştirdiği büyük şahsiyetlere, coğrafyanın en verimli arazisini oluşturan bu toprakların sahiplerine duyulan ilginin -dün olduğu gibi- bugün de yarın da devam edeceğini göstermektedir.
Batılı yazarlar ve romancılar tarafından büyük alaka gösterilen tarihi şahsiyetlerin başında Selahaddin Eyyubi gelmektedir. Savaş meydanlarında kahramanlık tabloları oluşturan; cesareti, metaneti ve tabii ki fazileti düşmanları tarafından da teslim edilen, hasmını dahi tedavi edecek kadar asalet sahibi olan, İslam’ın çağlar üstü mesajını yeryüzüne yaymak için çırpınan ve bu şehameti dolayısıyla yenilmez kralları yenen, bükülmez bilekleri büken, eğilmez başları eğen, ezcümle Arslan Yürekli Rişar gibi gurur ve kibir heykeli bir kralı dize getiren, müttefik Haçlı ordularını çil yavrusu gibi dağıtan, İslam Birliğinin sembol ismi haline gelen, adalet dağıtan kılıcından sıçrayan kıvılcımların ışığı asırların üstünden günümüze kadar gelen böyle dört başı mâmur bir kahramanın hayatı elbette ki Batılı yazarların, gayr-i müslim romancıların dikkatini çekecekti. Nitekim onunla ilgili olarak bir hayli biyografinin, roman ve hikâyenin kaleme alındığını, bunlardan bazılarının filme çekildiğini biliyoruz. Ben de daha lise öğrencisiyken Tokat’taki Ali Sabri Sinemasında yabancı bir Selahaddin Eyyubi filmi seyretmiştim. Bu Kudüs fatihine duyduğum ilgi o yıllarda başlamıştır dersem, doğru söylemiş olurum.
Selahaddin Eyyubi’nin hayatını romanlaştıranlardan Corci Zeydan’ın eserinin adı “Selahaddin-i Eyyubi ve Haşhaşiler” Walter Scot’unki ise, “Selahaddin-i Eyyubi ve Arslan Yürekli Rişar”dır. Bendeniz her ikisini de -yıllar önce- Osmanlı Türkçesinden Latin harflerine aktarmıştım.
Walter Scot’tan ve bu önemli eserinden bahsetmeden önce Selahaddin-i Eyyubi hakkında birkaç cümle daha söylemek istiyorum.
İyi bir araştırmacı olan Ramazan Şeşen Bey, konuyla ilgili kitabında şöyle ilgi çekici bilgiler veriyor: Tarihçiler Selahaddin Eyyubi’nin büyük bir ihtimalle Kürt olduğunu beyan ediyorlarsa da babasının ve kendisinin tamamen Selçuklu Devleti’nin kolu ve devamı mahiyetindeki Atabeylerden Zengilerin hizmetinde bulunduğu biliniyor. Suriye’de elde ettiği başarıdan sonra Nureddin Zengi tarafından Mısır’a gönderildi. Mısır’da Şii Fatımi idaresine son verdi. Nureddin Zengi vefat edince onun küçük yaştaki oğluna bağlı kaldı. Daha sonra devrin halifesi tarafından Nureddin Zengi’nin vârisi olarak tanındı. Böylece Eyyubi Devleti, Selçuklu Atabeyliği Zengi Devleti’nin devamı haline geldi.
Selahaddin Eyyubi, birçok konuda hizmetinde bulunduğu Nureddin Zengi’nin açtığı yoldan yürüdü. Onun kardeşleri de Turanşah, Tuğtekin ve Böri gibi Türkçe isimler taşımaktadır.
Walter Scot’un bu romanı Üçüncü Haçlı seferini konu almaktadır ve hadiseler Filistin’de geçmektedir. Eserin önemli iki kahramanı Selahaddin Eyyubi ile İngiltere Kralı Arslan Yürekli Rişar’dır. Selahaddin Eyyubi bu savaşlarda, Filistin cephesinde büyük bir başarı kazandı ve Kudüs’ü Haçlılardan kurtardı. Böylece hem Arslan Yürekli Rişar’a hem de müttefikleri olan Fransa ve Almanya krallarına, hiçbir zaman unutamayacakları bir ders vermiş oldu. Mübarek şehir Kudüs’ü Şerif’in hürriyetine kavuşmasında en büyük pay Hazreti Ömer’den sonra Selahaddin Eyyubi’ye aittir.
Şimdi biraz da “Selahaddin Eyyubi ve Arslan Yürekli Rişar” adlı bu romanın yazarını tanımaya çalışalım:
1771 yılında Edimburg’da dünyaya gelen ve tarihi romanın babası kabul edilen Walter Scot’un pederi aynı şehrin savcısıydı. Kendisi soylu bir aileye mensuptu. Edimburg, İskoçya’nın romancılar tarafından birçok manzarası ve tipleri çizilen eski bir şehirdir. Sağlığı son derece bozuk olan Walter, çocukluğunu bir çiftlikte ve tam bir hürriyet havası içinde geçirdi. Üzülmemesi için kimse kendisine herhangi bir müdahalede bulunmuyordu. Çocuğun hayal gücü, annesinin anlattığı menkıbelerle, şiirlerle ve şövalye hikâyeleriyle bir hayli gelişmişti. Okul yıllarında en sevdiği şey, hikâye okumak ve tabii ki hikâye yazmaktı.
Uzun bir hastalık onu istirahate çekilmek zorunda bıraktığı için, kitaplarının içine gömüldü. Amcasının malikânesinde şiirler yazmaya başladı. Babası gibi avukatlık mesleğini seçti. Şiir sahasında o kadar büyük bir şöhret kazandı ki İngiltere’nin en büyük şairi kabul edildi. “İskoçya Hududunun Saz Şairleri” isimli eseriyle başlayan bu şiirler, büyük bir rağbet gördü. Ve Walter Scot çok zengin oldu. Bir şatoya çekilerek gösterişli bir hayat yaşamaya başladı.
Bayron ortaya çıkınca bu dev şairle yarışılamayacağını anladı ve şiiri terk ederek tamamen romana yöneldi.
İlk romanının okuyucular tarafından nasıl karşılanacağını anlamak için imzasız yayımladı. Eserinin büyük bir alaka gördüğünü anlayan Scot, otuzdan fazla roman kaleme aldı. Yorucu bir çalışma hayatından sonra kendisine felç geldi. Tedavi için İtalya’ya gitti. İkinci bir felç daha gelince memleketine döndü ve şatosunda öldü.
Şimdi bir de bu önemli romanın mütercimi Mehmet Halid’i dinleyelim:
Walter Scot’un tercüme ederek Sabah gazetesinde yayımladığımız bu roman Filistin topraklarında yapılan Üçüncü Haçlı Seferini konu almaktadır. Romanın iki büyük kahramanı vardır. Biri Mısır’da Eyyubi Devletini kuran Selahaddin, diğeri ise, Üçüncü Haçlı Seferinin ünlü isimlerinden İngiltere Kralı Arslan Yürekli Rişar’dır.
Haçlı seferlerinin en ünlüsü kabul edilen bu üçüncü seferde Hıristiyan ordularına karşı verdiği büyük mücadelede kolu bükülemeyen bir kahraman olduğunu ispat eden Selahaddin Eyyubi, düşman askerlerini perişan etti. Taberiye Savaşında büyük bir zafer kazandı. Kudüs’ü Hıristiyanlardan geri aldı. Kudüs Kralı Lui’yi komutanlarıyla esir etti. Bu sırada adaletten ve insaftan hiç ayrılmadı.
Romanda Selahaddin’in rakibi olarak gösterilen Arslan Yürekli Rişar’a gelince, bu adam daha gençliğinde kuvvetiyle ve cesaretiyle ama özellikle haşarılığıyla tanınmıştı. Tahta çıkar çıkmaz Fransa Kralı Filip Ogüst ve Alman İmparatoru Frederik Barbaros ile ittifak kurdu. Müslümanlara karşı Üçüncü Haçlı Seferini düzenledi. Şam’a kadar geldi. Akka’yı ele geçirdi. Ancak diğer krallar daha ileri gitmeye cesaret edemediler. Fransa Kralı geri kalan askerlerini alarak ülkesine döndü. Bir ara İngilizler Almanların bayrağını yırttı. Onlar da geri döndüğü için Rişar, Filistin topraklarında yalnız kaldı. Selahaddin ile bir anlaşma yapmak mecburiyetini duydu. Daha sonra Kudüs’ü terk ederek, memleketinin yolunu tuttu.
Scot, bu romanıyla Selahaddin’in kahramanlığını, ahlâkî meziyetini, Rişar’ın zulmüyle karşılaştırarak okuyucularına bir insanlık dersi vermek istedi. Bu özelliğinden dolayı roman bizim için son derece önemlidir.
Kudüs fatihinin ne büyük bir insan olduğunu İsrail zulmünün olanca fecaatiyle devam eden bugünlerde daha iyi anlıyoruz ve kendisine rahmet niyazında bulunuyoruz.
Ayasofya’ya duyulan hayranlık bu hayranlığın tetiklediği heyecan, tarihi mabedin temellerinin atılışıyla başladı. Kostantin’in ahşap olarak yaptırdığı ilk Ayasofya çıkan bir yangında kül olunca, mâbed kısa süreli bir matem hayatı yaşadı. Jüstinyen tekrar kâgir olarak inşa ettirdiğinde ise, ona gösterilen ilgi zirveye çıktı. Adı geçen hükümdarın inşaatın bitiminde mabedi teftiş ederken galeyana gelip, “Ey Süleyman seni geçtim!” diye haykırması bu büyük alâkayı göstermektedir.
Ayasofya en büyük heyecanı -hiç şüphe yok ki- 29 Mayıs 1453’te yaşadı. Fatih, bu kadim Bizans kilisesini camiye çevirince Ayasofya da Müslüman oldu, böylece küfür karanlığından kurtulup İslam’ın nuruyla aydınlandı ve tabii ki İslâm âlemini mutlu etti. Bu mutluluk 1934 yılına kadar sürekliliğini korudu. Ayasofya Camisi aslî kimliğinden koparılıp müzeye çevrilince de 86 yıllık bir fetret devrine girdi ve bu matemin bir an önce sevince dönüşeceği tarihi hasretle bekledi.
Şükürler olsun ki, bu hasret Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın himmetiyle sona erdi ve Ayasofya tekrar ilgi, alâka ve heyecan kaynağı haline geldi. Şimdilerde Müslüman halkımız Ayasofya’da namaz kılmak için can attığı gibi, ziyaret için gelen yerli ve yabancı turistlerin oluşturduğu kuyruklar da metrelerce uzuyor.
Tarihçilerimiz ve edebiyatçılarımızın yanı sıra bazı mimarlarımızın da Ayasofya hakkında kaleme aldıkları yazılarda işte bu heyecan ve hasret duygusu dile getiriliyor. Sırf bu konuda yazılan şiirler bile, büyük hacimli bir “Ayasofya Şiirleri Antolojisi”ni doldurmak için yeterli olur. Bu söylediklerime Adnan Adıvar, İsmail Safa, Peyami Safa üçlüsünden bir örnek vermek istiyorum.
Önce Abdülhak Adnan Adıvar’la başlayalım:
Kendisinin, “Bilgi Cumhuriyeti Haberleri” isimli kitabında, “Hocamla Ben” başlığıyla yayımladığı bir yazıdan Ayasofya’nın o göz kamaştıran kubbeleriyle birlikte nasıl bir heyecan ve ilham kaynağı olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Şöyle anlatayım: Adnan Adıvar ya bir bayram veya bir kandil gecesi Sultanahmed meydanına gidiyor. Meydana adını veren caminin minareleri ay aydınlığı ile giyinmiş, boyunlarına üç sıra pırlanta gerdanlık takmış altı narin gelin gibi göklere yükselmektedir. Onların arasında Ayasofya’nın minâreleri, -bu mabedin müze olması dolayısıyla- hiçbir anlam ifade etmiyordu. Bu minareler, tıpkı öksüz çocuklar gibi, bu bayramda da sevinmemişlerdi.
Yayvan Kubbe, dinlendirilmiş şamdanların ortasında somurtkan, fakat azametli görünüşüyle oturuyordu. Bu kubbe, bu manzarasıyla Adnan Adıvar’a birdenbire aziz hocası İsmail Safa Bey’i hatırlatıyor. Adnan Bey, Ayasofya’nın önünden bin defa geçtiğini, Orta Çağ’ı kapayıp Yeni Çağı açan muazzam bir altın anahtar gibi duran, yaldızlı alemiyle bu kubbeyi bin kere seyrettiğim halde ancak bu defa şair İsmail Safa’yı hatırlattı diyerek, duygularını dile getiriyor.
İsmail Safa o zamanlar Vefa Lisesi’nde edebiyat hocalığı yapmaktadır. Ramazanlarda mektep öğleden sonra açılmakta, dersler mahmur bir eda içinde geçmektedir. Hocalar da talebeler de -niyetli olsunlar, olmasınlar- bir oruç keyfi hüküm sürmektedir. İşte böyle bir Ramazan günü, kendi şiirlerinden asla bahsetmeyen İsmail Safa, Ayasofya adlı şiirini daha Servet-i Fünûn’da yayınlanmadan bir talebesine yazdırıyor. “Bir kubbe ki vicdân-ı muvahhid gibi muhkem” diye başlayan bu samimi şiirin, Servet-i Fünûn âilesinin hoşuna gitmesi mümkün değildir. Oysa bu şiir, o Ramazan havasının içinde Vefa Lisesi’nin talebelerini ve tabii ki Adnan Adıvar’ı da çok sarmıştır. Ve öğrencilerin hepsi bu şiiri ezberlemiştir. Çünkü bu şiirde “mehabetli bina”nın azameti, ihtişamı ve rûhanîyeti terennüm edilmektedir. Pencerelerinden yayılan latif sadaları ve Fatih’in “nakus menar” ettiği yani İslam’ın nuruyla nasıl aydınlattığı bir güzel dile getirilmektedir.
Adnan Adıvar, hocası İsmail Safa’nın böyle bir Ayasofya şiiri dolayısıyla kaleme aldığı yazısına şöyle bir not ilâve ediyor: “Ayasofya Camii’nin müzeye tahvilinin inkılap hadiselerinden biri gibi telâkki edildiğini zannetmiyorum. Hatta o vakitler, bu hadisenin Garp’ta büyüklüğü ve ehemmiyeti ile mütenasip (uygun) bir alâka ve heyecan uyandırmadığından şikâyet eden bir makale bile okumuştum.”
Şimdi sıra, İsmail Safa’nın oğlunun yazısında. Merhum Peyami Safa, 1961’de Yeni İstiklâl’de neşrettiği Ayasofya yazısında şunları söylüyor:
“Ezanın çana karşı en büyük zaferi, beş yüz sene evvel, kiliseden câmi hâline getirilen Ayasofya minarelerinden ‘Hayye ale’l-felâh’ sesleri yükseldiği zaman ilâhî ifadesine kavuştu. Bu sesler devam ettiği müddetçe Hıristiyanlık âleminde İstanbul’u yeniden ele geçirmek ancak delilerin rüyâsına girebilirdi. Çanakkale harpleri bu şehri fethetme teşebbüslerinin akıl dışı maceralar olduğunu gösterdi.
Fakat Ayasofya minarelerinden ezan sesi kesilince Orta Çağ ihtirasları kabarmaya başladı. Bu defa İstanbul’a Çanakkale Boğazı’ndan değil, Türk’ün târih şuuruna çaktırmadan, iğfalin lastik pabuçlarıyla sessizce ve hırsızca girmek hayalleri doğdu. Başta UNESCO, milletlerarası kültür teşekkülleri vasıtasıyla Ayasofya semtinde bir (Cité Historique-Tarih Köşesi) vücuda getirmek teşebbüslerine girişildi.
UNESCO Paris merkezinin, bir zamanlar İdare Heyeti’nde bulunduğum milli komisyona kadar intikal eden gayretlerinde bizantinologların tesîri başta geliyordu. Komisyonda teklifi reddetmeye muvaffak olduk. Fakat merkez ısrar ediyordu.
Bu teşebbüse müvazi (paralel) olarak bir de, Ayasofya ve civarını Vatikan gibi serbest ve müstakil bir bölge halinde ve Patrikhaneye bağlı ruhânî bir merkez şekline sokma gayretleri devam etmektedir. Bu gaye için İskenderiye Patriği’nin İstanbul’a geldiği, Yeşilköy Hava Meydanı’nda Rum metropolitleriyle konuştuğu malûmdur. Gazeteler, bu metropolitlerin hava meydanına dinî elbiseleriyle ve Türk kanunlarına aykırı olarak gittiklerini de yazmışlardı. Patrik, buradan Moskova’ya uçtu ve İstanbul’daki temasının neticelerini Moskoflara sundu. Sovyetlerin de desteklediği bu plânın İstanbul’u gayr-i askerî tertiplerle ele geçirmenin ilk merhalesi olduğu muhakkaktır.
Din mücadelelerinin sona erdiği bir dünyada yaşadığımıza inanmak gaflettir. Kıbrıs dâvâsında Ortodoksluğun oynadığı büyük rol göz önündedir. Ayasofya’nın müze hâline getirilmesi, Hıristiyanlığın İstanbul üzerindeki emellerini bertaraf etmemiştir. Bilâkis cesaretini artırmış, kışkırtmış ve azdırmıştır. Geçenlerde Atenagoras’ın, Patrikhaneyi kendi muhafızlarıyla korumak için giriştiği teşebbüsler de aynı cür’etli plânın adımlarından biriydi.
Ayasofya’nın tekrar cami haline gelmesini isteyenlerin emellerini yobazca bir hayâl sanmak da gafletlerin gafletidir. Fatih yobaz değildi. Hıristiyanlığa verdiği imtiyazlar bunun delilidir. Fakat Ayasofya minarelerinden yükselecek ezan sesinin bu şehirde İslâm-Türk hâkimiyetini ebedileştireceğini biliyordu. Beş asır sonra torunları arasında bunu unutabilenlerin bulunabileceğini tahmin edemezdi.
“Girânhâb-ı gafletsin ey kavm uyan
Uyan, belki bir devr-i mâkus olur
Ezanken bu sesler uyan, korkarım,
Vatan bir taningâh-ı nâkus olur
Bizi rûh-i pâk-i Muhammed bile
Görür Arş-ı Âlâ’da me’yûs olur,
Uyan, artık ey halk, tâkey1 sükût!
Bu samtın2 sonu bank-i efsûs3 olur.”
1- Tâkey; ne zamana kadar.
2- Samt; sessizlik.
3- Bank-i efsus olur; yazık ki, sersemlik,
budalalık olur, demektir.
Kaleme aldığı değerli eserlerle ilim ve kültür dünyamızın önemli isimlerinden biri olduğunu ispat eden merhum Nureddin Topçu aynı zamanda mesleğinin gereklerini hakkıyla yerine getiren değerli bir muallimdi. Onu en önemli meselimiz olan Milli Eğitim konusunda da fikir beyan eden, ilgi çekici açıklamalarda bulunan, maarifimizin hâl-i pürmelaline neşter vuran önemli bir kalem erbabı olarak da biliyoruz. Nureddin Topçu’nun eğitim ve öğretimle ama bilhassa eğitimle ilgili yazıları öyle basit kalem denemeleri değildir, bilakis bunların hepsi üzerinde durulması, değerlendirilmesi gereken önemli hususlardır.
Merhumun Milli Eğitimle ilgili olup da mutlaka kâle alınması icap eden yazılarından bazıları bugünlerde yayın hayatına atılan bir kitapta yer alıyor. Diğer bir ifadeyle söyleyecek olursak, “Hareketin Sakladığı Sır -Kitaplara Girmemiş Yazılar -Nureddin Topçu” adıyla Dergâh Yayınları’nın neşrettiği eserde Milli Eğitim camiasını yakından ilgilendiren bir hayli yazı bulunuyor. Başta Milli Eğitim bakanımız olmak üzere, diğer bütün yetkili birimlerin bu makaleleri büyük bir ciddiyetle okuyup istifade etmeleri gerekir diye düşünüyorum. Bu değerli ilim adamımızın “Türkiye’nin Maarif Davası” adıyla ayrıca müstakil bir eser kaleme aldığını da okuyucularıma hatırlatıyorum. Ezel Erverdi ve İsmail Kara beylerin birlikte hazırladığı bu kitapta, Milli Eğitim dışında daha birçok ufuk açıcı düşüncelere yer veriliyor. Kitaplarına girmeyen yazılarından oluşan bu kitapta, merhumun bizzat telif ettiği eserler zincirine vefatından sonra bir eser daha ilave edilmiş oluyor. Bir zamanlar başta Hareket dergisi olmak üzere, çeşitli yayın organlarında neşredilen bu yazılar da böylece nisyan perdesinin altında kalmaktan kurtarılmış oluyor. Kitapta Hareketin Sakladığı Sır, Türk Maarifi Üzerine, Zor Zamanların Yazıları, Kitap Tahlilleri ve Takrizler başlıklarıyla dört bölüm bulunuyor.
“Zor Zamanların Yazıları” başlığı altında Mehmet Âkif, Hz. Ömer, Hallac-ı Mansur, Alpaslan, Hacı Bayram-ı Veli, Hüseyin Avni Ulaş gibi büyük zatlar hakkında kaleme alınmış yazılar ilgiyle okunuyor. “Kitap Tahlilleri ve Takrizler” başlığı altındaki yazıları ayrıca büyük ilgi çekiyor. Mesela, Nureddin Topçu’nun düzgün bir bilirkişi olarak, Risale-i Nurlar ve Lahika Mektupları ile Said Nursi’nin Tarihçe-i Hayat kitabı hakkında müspet rapor verdiğini ben de ilk defa bu yazılardan öğrenmiş oldum.
Yine Milli Eğitim konusuna dönecek olursak, “Türk Maarifi Üzerine” başlığını taşıyan bu bölümde Türkiye’nin en önemli meselesi olması gereken tahsil ve terbiye mevzuunun bütün can alıcı noktalarına temas ediliyor. Müsaadenizle birkaç örnek vereyim.
Nureddin Topçu, “Eğitime Dair” düşüncelerini beyan ederken konuya ilköğretimden başlıyor ve şöyle diyor: “Bütün öğretim kurumlarında, başarısızlık bulunduğu hemen herkesçe kabul edilen bir realitedir. Ancak bunun sebepleri çok ve çeşitlidir. Bu öğretim devrelerinin hiç birisi kendi hayatımızın icaplarından doğmuş metotlarla düzenlenmemiştir. İlköğretimde çeşitli Amerikan metotlarını kullanıyoruz. Orta öğretimde Fransızların kırk yıldan beri üzerinden üç değişiklik geçirdikleri programları tatbik ediyoruz. Üniversitede ise on yıl evvelinden beri geniş ölçüde Almanya’dan gelen mütehassıslar, o memleketin çalışma metotlarını hâkim kıldılar. İşte, eğitim ve öğretim hayatımızı teşkil eden bu yamalı bohçanın hiçbir tarafı bizim değildir.”
İnsan bu satırları okuyunca, her tarafı bizim olan ve asla yamalı bohça özelliği taşımayan eğitim sisteminin özlemini duymaktan kendini alamıyor.
Topçu, ilkokul öğrencilerinin nasıl eğitilmesi gerektiğine dair ilgi çekici tekliflerde bulunuyor. Merhuma göre, ilkokul bir öğretim yeri değil, eğitim yani terbiye yeri olmalıdır. Çocuğu daha fazla eşyanın isimlerini hep bir ağızdan söyleyecek tarzda öğretmek veya sadece zekânın buluş kabiliyetini işletecek metodlarla onları çalıştırmak ilköğretimden beklenen gayeye ulaştırmaz. Çocuğu önce kendi iç hayatı ile karşılaştırmak ve cemiyetin hayatı ile temasa getirmek lazımdır. Bunun için onlarda vicdan ve ahlak araştırmalarına geniş yer verilmeli, toplu tedrisin yerine münferit terbiye esası kabul edilmelidir. İlkokul öğretmeni çocuklarla teker teker meşgul olmalı, onların karakterlerini işlemeli, onları iç muhasebesine alıştırmalıdırlar.
“Günaydın çocuklar” sözüne “Günaydın öğretmenim” diye hep bir ağızdan bağıran çocukların hali papağandan farksızdır. Lakin girdiği odanın kapısını kapamak gerektiğini düşünemeyen, kâinat içerisinde nefsini kontrol altında bulunduramayan çocuklardan meydana gelecek nefsin hali acıklı oluyor. Sonra bunlardan boşuna şikâyet edip duruyoruz. Çocukluğunda böyle yetişen insan binlerce gaflet içesinde bütün ömrünü geçirmeye mahkûm oluyor.
Nureddin Topçu, “Milli Eğitim Davamız ve Düşman” başlığı altında kaleme aldığı yazısında da eğitim tarihimizin çirkin tablolarını şöyle anlatıyor:
“Devlet bir irade ise maarif onun hayat noktasıdır. İnkılabın mânâsını anlayabilenler işe her zaman ve her türlü şartlar içinde maariften başlar, maarifte bitirirler. Devletimizin büyük kurucuları olan Alparslanlar, Nizamülmülkler gibi, modern Hind dünyasını ihya eden Gandi de bu devletleri yıkılmaz, sarsılmaz maarif temelleri üstüne kurdular. O Nizamülmülklerin çocukları, o Alparslanların torunları İstiklal Harbini zaferle bitirdikten sonra, ihtirasları içinde ter dökenler şeref paylaşmaya koyuldular. İçlerinden en kabiliyetsiz olanı Lozan’a gönderildi. Memleketin sınırlarını birkaç yerde kırpıp düşmanlara teslim eden o muahede, millet maarifinin ne demek olduğunu bilmeyen dirayetsiz ellerle, Türkiye’de kapitülasyonların en tehlikeli maddesi olan ve yeryüzünde yalnız Batı müstemlekelerinde (sömürgelerinde) görülen ‘Yabancı Mektep’ imtiyazını Avrupalılara bağışladı. Şimdi o mekteplerin çatısı altında binlerce Türk çocuğuna, mazimize ait hatıraların bayrağı üstüne Avrupalıların ve Amerikalı mazisiz, mefahirsiz bezirgânların kapkara örtüsü çekiliyor.
Cumhuriyeti ilan ettik. İnkılap yapıldı. Türk’ün tarihi yazısını hatırlatıyor diye âbideler sıvalandı. İçinde Allah kelimesi ağza alınıyor diye selam değiştirildi. Cami avlusundan geçiliyor diye köyün mektebi kapandı.
Tam 27 yıl süren bu şeamet devrinde memlekette mekteplerin sayısı ve her sahada diploma alanlar çoğaldı. Lakin maarif azar azar, sanki adım adım öldürüldü. Liselerden daha doğru dürüst üç satır yazamayan gençler mezun oldu. O zamanın maarif vekilleri, fikir babası olacak olan muallimler ordusunun karşısında kaşları çatık birer birer kâbus idi. Ve kimse ağzını açamıyor, sanki her köşede bir Giyom Tel faciası herkesi bekliyordu.”
Merhum Nureddin Topçu, benim buraya ancak az bir kısmını naklettiğim fecaat tablosunu anlatmayı eğitim tarihimizin pırlanta ismi Tevfik İleri’den ve göğüs kabartıcı hizmetlerinden bahsederek bitiriyor. Milli Eğitim tarihimizin göz bebekleri diyebileceğimiz Muallim Naci, Muallim Cevdet, Muallim Mahir İz gibi donanımlı eğitimcilerimizin ve onların yetiştirdiği her anlamıyla mükemmel gençlerin çoğalmasını istiyorsak Tevfik İleri’nin açtığı yoldan yürümemiz gerekiyor.
Unutmayalım, tevfik-i ilahi refiki olan adam, adem gayyâsına düşmez
İstanbul’un tarihi hazirelerindeki hazineleri, yani buraları cennet bahçeleri haline getiren âlimleri, ârifleri ve bilumum büyük insanları ziyaret edip, onlarla ülfet ve ünsiyet tazelemekten az da olsa manevi bir zevk alıyorum. Bu maksatla, özellikle selatin camilerinin yanı başında bulunan hazirelere arada bir uğruyorum. Böylece “Dünya işlerinizden sıkıldığınız zaman kabristanları ziyaret ediniz” hadis-i şerifindeki tavsiye-i Peygamberiden belki hissedar olurum diye ümitleniyorum.
Birkaç aydan beri Süleymaniye Camii’ni ve haziresini ihmal etmiştim. Dün, eski Diyanet İşleri başkanlarımızdan merhum Lütfü Doğan hocamızın, ikinci defa kılınacak olan cenaze namazına katılmak üzere yine bu tarihi mabede gittim. Merhumun namazı o koca avluyu dolduracak kadar kalabalık bir cemaatle kılındı ve okunan dualar eşliğinde ilahi rahmete tevdi edildi.
İstanbul’un diğer hazirelerinde olduğu gibi, Süleymaniye Haziresi’nde de birçok tarihi şahsiyetin türbesi ve kabri bulunuyor. Fatih Sultan Mehmed’le oğlu Sultan İkinci Bayezid gibi, cihan hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesi de kendi camiinin hemen önündeki bu tarihi kabristanda yer alıyor. Osmanlı padişahları genellikle kıble tarafındaki bu türbeleriyle, bir bakıma her birisi muhteşem bir selatin camisi olan bu eserlerini mühürlemiş oluyorlar.
Ulema ve mutasavvıf meşheri diyebileceğimiz bu tarihi hazirede en eski ve en çok ziyaret edilen türbe -tabii ki- karaların ve denizlerin hâkimi Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesidir. Giriş kapısının üstünde Hacerü’l-Esved’den küçük bir parça bulunmaktadır. Unutmadan söyleyeyim ki bu padişahımızın biri Zigetvar’da, diğeri de Süleymaniye’de olmak üzere iki türbesi bulunuyor. Tarihçilerimiz büyük hükümdarın cenaze namazının ihtişamı ve defin merasimindeki heyecanı eserlerinde anlatırken o gün İstanbul’da yer yerinden oynadı, diyorlar. Mesela Reşad Ekrem Koçu, bu merasimi şöyle tasvir ediyor:
“Cenaze Belgrad’dan yola çıkmış haberi geldi. İstanbul şöyle bir titredi. Edirne’yi geçmiş haberi gelince, şehir yavaş yavaş boşalmaya başladı. O tarihte İstanbul’un nüfusu sekiz yüz binle bir milyon arasında tahmin edilebilir. Şehirde yalnız kadınlar, sabiler, hastalar kaldı. Müslim, gayr-i müslim bütün İstanbullular, takatlerine göre, Çekmecelere, Silivri’ye kadar büyük padişahlarının mübarek nâşını karşılamak için yola döküldü.
Şeyhülislam Ebussuud Efendi ile bütün ulema ve şeyhler Küçükçekmece’de karşılamıştı. Oradan İstanbul’a Kur’an ile tekbir ve tehlil ile gayet ağır bir vaziyette gelindi. Mevsim tam kış ağzı, 1566 yılı Kasım’ının 28. perşembe günü tabut Süleymaniye Camii’nin musalla taşına kondu. Ulema arasında kısa bir münakaşa oldu; bir cenaze namazı Zigetvar’da, ikinci cenaze namazı Belgrad’da kılınmıştı. İstanbul’da da namaz kılınacak mıydı? Cenaze namazının tekrarı caiz miydi? Şeyhülislam Efendi, hiç tereddüt etmedi, caizdir dedi ve hemen imamet mevkiine geçti. Büyük padişahın İstanbul’da üçüncü namazı kılındı.
Öyle bir namaz ki, cemaati şehrin bütün Müslümanları idi. En az üç yüz bin kişi tahmin olunabilir. Süleymaniye Camii’nin avlusu geriye doğru ne kadar sokak varsa bin bir ayak, bir ayak üstünde idi. Bu namazda yer yer beş binden fazla müezzinin kâmet getirdiği söylenir. Macaristan fatihi Sultan Süleyman Han, Türk mimarisinin haşmet timsali camiinin mihrap duvarı önündeki türbesine defnedildi. Ve sonra günlerce, defalarca aylarca, hep ondan bahsedildi. Fıkralar, menkıbeler, hikâyeler anlatıldı. İşte onun bir münacaatı:
Son nefesde sakla îmânım benim
Bulmaya yol âna şeytânı’r-racîm
Mustafa’nın hürmetine yâ İlâh
Sen müyesser eyle cennât-ı na’îm.
Süleymaniye Haziresine revnak veren türbelerden biri de Ahmed Ziyâeddin Gümüşhanevi hazretlerinin ebedi istirahatgâhı olup, Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesine bitişik bulunmaktadır. Bakımlı ve etrafı demir parmaklıkla çevrili bu türbede medfun olan diğer zat da, Gümüşhanevi hazretlerinin zevcesi Hace Seher Hanım’dır. Mezar taşında, Muallim Naci’nin şu meşhur beyti bulunuyor:
Hakperestim, ârz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir
Bir nefes Tevhid’de ayrılmadım Allah bir
Alt kısmında ise şu ibareyi görüyoruz:
“Muhaddisin-i kiramdan kutb-i Rabbani ve ârif-i sübhani, gavsu’l – vâsılin Gümüşhanevi el- Hac Ahmed Ziyaüddin Efendi Hazretlerinin zevce-i tahiresi ve Şeyhü’l – Harem-i Nebevi Hacı Emin Paşa kerimesi tâcü’l – muhadderat Hâce Seher Hanım’ın ruhuna Fatiha”
Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi hazretlerinin vefat haberi duyulunca, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünde de olduğu gibi, Müslüman halk derin bir üzüntü duydu ve büyük bir sarsıntı geçirdi. Çünkü o bütün müslümanların sevdiği, saydığı ve gönülden bağlı olduğu bir İslam âlimi, bir mutasavvıf şahsiyet idi. Sultan İkinci Abdülhamid de ona hürmet ediyordu. Cenaze namazında mahşeri bir kalabalık bulundu, dualar ve gözyaşları içinde bu tarihi hazirede sırlandı.
Onun açtığı kutlu yolu, takipçileri olan Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi, Safranbolulu İsmail Necati Efendi, Dağıstanlı Ömer Ziyaüddin Efendi, Tekirdağlı Mustafa Fevzi Efendi ve Bursalı Mehmet Zahid Kotku Efendi gibi mürşidler de bu tarihi hazireyi tezyin ediyorlar. Yanlış hatırlamıyorsam, Zahit Efendi’den sonra Mahmut Esat Coşan Hoca Efendi de – geleneğe uyarak – buraya defnedilmek istendiyse de kararnameyi devrin başbakanı Bülent Ecevit imzaladı ama Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer veto ettiği için bu mümkün olmadı.
Süleymaniye Haziresinde bu saydıklarımızın dışında daha birçok âlimin ve sanatkârın mezarı bulunuyor. Defin esnasında karşılaştığım Fatih Belediye başkanımız Ergün Turan Bey’e, Fatih haziresinde olduğu gibi, buranın da bir envanterinin çıkarttırılıp kitap halinde neşredilmesi için ricada bulundum. Ergün Bey, böyle bir eserin hazırlanmakta olduğu müjdesini verdi, arkasından da, bir zamanlar benim de derslerime gelen genç araştırmacı İbrahim Akkurt’un kaleminden çıkan “Veziriazam Davud Paşa Külliyesi” isimli kitabı da, hediye etmek lütfunda bulundu. Bu vesileyle kendilerine teşekkür ediyorum.
İçimde ukde kalmadan belirtmek isterim ki, başta hazireler olmak üzere İstanbul’un bütün tarihi mekânlarını gün ışığına çıkarmak ve yıllarca ihmal edilen bu ecdat eserlerini cazibe merkezleri haline getirmek için Kültür ve Turizm bakanlığıyla birlikte belediyelerimizin de daha organize ve planlı programlı çalışmalar yapmaları gerekiyor. Şimdilerde yapılan İstanbul gezileri ve bu minval üzere gerçekleştirilen diğer faaliyetler takdire şâyân olmakla beraber, gönül daha fazlasını istiyor. Mekke, Medine, Kudüs çizgisinin son durağı olan İstanbul’a borcumuzu hakkıyla ödemek için özel ve güzel gayretler göstermemiz gerekiyor. Üsküdar, Fatih ve Zeytinburnu belediyelerini – kültürel faaliyet itibariyle – diğer ilçe belediyelerimizin de örnek almalarında fayda var.
Sa’yiniz meşkûr olsun!..
İlim adamlarımızın; tarihçilerimizin ve sanat erbabının okullarımızda görevlendirilmesi, öğrencilere derslerinin yanı sıra milli ve manevi konularda da ufuk açıcı konuşmalar yapması güzel bir uygulamadır. Son günlerde Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet’le de işbirliği yaparak böyle bir faaliyete başladı. Lakin bu eğitim hizmeti Sözcü ve Cumhuriyet gibi gazetelerin köşe yazarlarını çok rahatsız etti. Bunlar her gün köşelerinde eğitim dinselleştiriliyor, laiklik elden gidiyor, tarikatlar ortalığı istila ediyor diye vâveyla koparıyorlar.
Geçen gün, Cumhuriyet yazarı Emre Kongar’ın “Milli Cehalet Eğitimi” başlığıyla yayımladığı yazıyı buna bir örnek olarak gösterebiliriz. Sayın Kongar, sözlerine “İktidar iş bilmediği, eğitimden anlamadığı, politikayı bilmediği için değil…
Çok iyi iş bildiği, eğitimden çok iyi anladığı, politikayı da çok iyi bildiği için…
Milli Eğitimi tarikatların dernek vakıflarına ve Diyanet İşleri Başkanlığının personeline havale etmiş durumda” diye başlıyor. Kültür tarihimizin ilgi çekici şahsiyetlerinden Sakallı Celal’i de düşüncelerine dayanak yapıyor. Kongar, Sakallı Celal’i bize şöyle tanıtıyor:
“ ‘Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür’ sözü bir halk filozofu olan ‘Sakallı Celal’e atfedilir.
Bu iktidar, Sakallı Celal’in söylediği türde bir eğitim yani ‘Cehalet Eğitimi’ yapmakta, çocuklarımızı eğitim yoluyla cahilleştirmektedir.
Bu vesile ile Sakallı Celal’i anımsayalım:
Sakallı Celal’in asıl adı Celal Yalnız’dır.
İkinci Abdülhamit’in Bahriye Nazırı Amiral Hüseyin Hüsnü Paşa’nın oğludur.
Hakkındaki bilgiler Orhan Karaveli’nin ‘Sakallı Celal, Bir Bilinmeyen Ünlünün Yaşam Öyküsü’ adlı kitaptadır. (Pergamon Yayınları,2004)
Galatasaray Lisesi’nde Tevfik Fikret’in öğrencisidir. Fikret’in ‘Hak bellediğin yola yalnız gideceksin’ dizesinde ifade edilen ilkeye uygun biçimde bağımsız, isyankâr ve yalnız bir hayat sürmüştür. Üsküp’te Fransızca öğretmenliği yapmıştır.
Ben Sakallı Celal’in kim olduğunu Üsküp göçmeni olan babamdan öğrenmiştim.
Rasih Nuri İleri, bir protesto için valilik binasının önünü süpüren ve bu nedenle çöpçü sandığı Sakallı Celal’in elini, hocası profesör Kerim Erim’in öptüğünü görünce şaşırdığını yazar.
Sakallı Celal, yazılı bir eser bırakmamıştır ama yakın arkadaşları onun adını bir efsane haline getirmişlerdir. Haldun Taner, Ali Sami Yen, Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Haşim, Nazım Hikmet, Ordinaryüs Profesör Ali Yar bu arkadaşlar arasındadır.
İktidar, bu ‘cahillik eğitimi’ ve bu ‘nüfus ithalatıyla’ ülkeyi Ortaçağ’a geri götürmeyi hedeflemektedir ama bu hedefi gerçekleştirdiği anda kendisinin de Ortaçağ karanlığında boğulacağının farkında değildir.” (Cumhuriyet 8 Aralık 2023)
Sakallı Celal’i bir de talebesi Mahir İz’in hatıralarından tanımaya çalışalım. Hocamız diyor ki:
“Mümeyyiz olan Celal Bey’in bana olan husumetinin şu hadiseden ileri geldiğini sanırım. Bize Fransızca dersine gelirdi; fakat derslerine muntazam devam etmez ya geç gelir veya hiç gelmediği olurdu. Bir gün dersimiz Fransızca olduğundan hoca gelmeyecek diye yine biz başka şeylerle meşguldük. Ben tahtaya her zaman olduğu gibi arkadaşlarımın arzusu ile bir beyit yazmış, okuyup izah ediyordum. Tam o sırada ayak sesleri işittiğimiz için derhal yerlerimize oturduk. Celal Bey, her zamanki gibi kolunda bir deste kitapla sınıfa girdi, kitapları masaya bıraktı, tahtaya bakıp henüz silmeye fırsat bulamadığım Muallim Naci’ye ait beyiti okudu ve ‘bunu kim yazdı?’ diye sordu. Arkadaşlar bana bakınca haliyle ‘Ben yazdım’ dedim. ‘Kimdir?’ dedi. ‘Naci’nin’ diye cevap verdim. ‘Başka adam bulamadın mı?’ deyince ‘Münevver, Fransızca bilen, açık fikirli bir adamdır’ diye cevap verdim. ‘Karanlığa doğru açık’ diye mukabelede bulundu.
Bu muhavere hoşuma gitmedi, ayrıca babamın Ankara kadısı olduğunu da biliyordu. Müftünün yeğeni ile bana karşı çok haşin tavırlar almaya başladı. Sebebi iki Müslüman çocuğu olup, dini inançlarımızın sağlam bulunuşundandı. Bizim de ona sırf bu yüzden antipatimiz vardı. ‘Sakallı Celal Bey’ diye meşhur olan bu Fransızca hocası Sultan Hamid’in Bahriye Nazırı Hüsnü Paşa’nın oğlu idi. Son derecede materyalist olup dindarlara musallattı.
Bir gün mektebin ihtiyar kapıcısı Boşnak Mehmet ağayla şöyle bir muhaveresi olmuş:
Mehmet Ağa, beni görüyor musun?
Evet müdür bey.
Ben var mıyım?
Evet, müdür bey
Ben de seni görüyorum, sen de varsın değil mi?
Evet müdür bey
Demek ki var olan görünüyor. Şimdi bana Allah’ı göster bakalım deyince Mehmet Ağa:
Tövbe, tövbe müdür bey diye kulübesine çekilmiş.
Bir kere de Kuyulu Kahve önünde eski nüfus müdürüne yine böyle nahoş bir söz söylemiş olacak ki, nüfus müdürü oturduğu iskemleyi kaptığı gibi Celal Bey’in başına geçirmek istemiş. Daha evvel yine bu mizacından dolayı Üsküp’ten, arkasından teneke çalarak kaçırdıklarını Üsküplü arkadaşlar anlatmışlardı.
Mektepte aynı zamanda müdir-i sâni, yani başmuavin olan bu zat, fizik ilmine meraklı olup Fransız İhtilalini ve Fransızcayı çok iyi bilirdi. Derse geç gelir, gelince de sohbetle vakit geçirir, alay eder, ders yapmazdı. Harb-i Umumi devam ederken bir gün demişti ki: ‘Tahtakurusu ile başa çıkamayan millet, İngilizlere harp ilan etti.’ Galatasaray Lisesi’nde okumuş çok zeki, sür’at’i intikal sahibi, hane-berduş, muayyen fikirler besleyen bir adamdı. Avurdundaki apseden dolayı sakal salıvermişti. ‘Sakallı Celal’ diye anılırdı. Kendi inancına göre haksız tanıdığı hususlar için herkesle kavga ederdi. Tatilde İstanbul’a gittiği zaman rapor üstüne rapor gönderir, kışa doğru gelirdi. Yaşayışı kimseye benzemezdi. Hemen hemen tanımadığı yoktu. Elini bir yere sürmez, bastonuyla kapı perdesini açar, odasında devrilmiş testiyi kaldırmaz, suya elini sürmez, kolonya ile temizlik yapardı. Sevdiğine kul köle olur, sevmediğine amansız düşman kesilirdi.
Fevkalâde hazırcevaptı. Kıyafet Kanunu’nun neşrinden bir müddet sonra tramvayda kendisiyle karşılaştım. ‘Efendim, bilmem dikkat ettiniz mi? İlmiye sınıfı şapka kanunundan sonra hep melon şapka giyiyorlar, içlerimde fötr giyen yok, acaba neden?’ deyince, hemen ‘Cami kubbesine benzediği için’ deyiverdi.
Yıllarca sonra Celal Bey’e bir gün Kadıköy vapurunda rastladığımda kendisine, ‘Sizi hâlâ huzura kavuşmuş göremiyorum. Siz ne istiyorsanız, ne düşünüyorsanız, hatta şimdiye kadar düşünemediklerinizin hepsini Mustafa Kemal Paşa yaptı. Neden hâlâ memnun değilsiniz?’ diye sordum. Bana, ‘Sen hiç tiyatroya gitmedin mi? Perde açılır, karyolaya uzanmış bir hasta görürsün. Başında ilaç veren bir de hemşire görürsün. Biraz sonra kulaklığını boynuna asmış beyaz gömleği ile doktor içeri girer, nabız yoklar, reçete yazar. Bu sahne nedir? Ortada ne hasta, ne hasta bakıcı, ne doktor vardır. Bunların hepsi bilirsin ki rolden ibarettir. İşte bizim Cumhuriyetimiz de ‘Yaşasın Cumhuriyet!’ rolünden ibarettir’ diye karşılık verdi. Hasılı, bazılarına göre ‘sosyal demokrat’ bir adamdı. Kendisi için ‘komünist’ diyenler de vardı. İhtimal ondan dolayı rejim düşmanı idi ki, böyle söylüyordu. Her şeyi kendi zaviyesinden görür, kendi inanmadığına ‘hak’ diyemez, kanaati aleyhinde bulunanlarla dövüşürdü.”
Ben de Celal Bey’in “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün” sözüne bir nazire yapayım: Koca koca eserlerini devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in yayımladığı İbnülemin Mahmud Kemal Bey, şu beyti söylüyor:
İlmine hükmettiren insana fartı cehlidir.
Ehl-i irfan cehlini âlim olunca anlıyor.
Bir hatırlatma da yazısını “Ortaçağ karanlığı” diye bitiren sayın Emre Kongar’a. Ortaçağ karanlığı Avrupa için söz konusudur. İslam dünyası, aynı çağda medeniyetin zirvesine tırmanmıştı. Bunu öğrenmek için sadece Alman asıllı Sigrid Hunke isimli yazarın “Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde” isimli kitabını okumak yeterlidir. (Altın Kitaplar Yayınevi Mütercim: Hayrullah Örs)
MEHMET AKİF
Büyük şairimiz Mehmed Âkif Ersoy her yıl aralık ayının son haftasında -ölüm yıl dönemi olması dolayısıyla- hayırla yad ediliyor. Çeşitli kuruluşlar onun hakkında anma ve hasret giderme programları düzenliyorlar. Bütün bu kültürel faaliyetler ise, milletimizin merhuma duyduğu muhabbeti canlı tablolar halinde gözler önüne seriyor.
İçinde bulunduğumuz 2023 yılının Aralık ayı İstiklal Marşı şairimizin vefatının 87., doğumunun da 150. seneyi devriyesidir. Ve bu vesileyle o büyük insan bir kere daha Türk milletinin yine hayır dualarıyla yâd edilmiştir. Âkif, başta İstiklal Marşı olmak üzere diğer bütün eserleriyle büyük bir hizmette bulunduğu için bu hatırlayış ilanihaye devam edecektir.
Bu girizgâhtan sonra belirtmek isterim ki, Kur’an şairi Mehmet Âkif, hakkında en çok araştırma yapılan, en fazla eser yazılan bahtiyar insanlardandır. Vefatından bu yana 87 yıl geçtiği halde onun hakkında hâlâ yeni keşiflerde bulunuluyor. Bilinmeyen şiirleri, duyulmayan hatıraları, ulaşılamamış yazıları gün ışığına çıkıyor. İtiraf edeyim ki, Âkif’imizin bu minval üzere kaleme aldığı şiirleri ve bir takım hatıra kırıntılarını okumaktan büyük bir zevk duyuyorum. Öyleyse birkaç örnek vereyim:
Geçen gün 15 Nisan 1959 tarihli “Tarih- Coğrafya Dünyası” isimli derginin sayfalarını çevirirken böyle bir keşifte bulundum. “Mehmet Âkif’in Bilinmeyen Şiirleri” başlığıyla ve Şeref Ergenekon imzasıyla yayımlanan yazıda Âkif’in büyük şairliğinin yanı sıra aynı zamanda tam bir fikir adamı olduğu da vurgulanıyor. Ayrıca o temiz ruhlu, heyecanlı ve son derece vatansever bir kimsedir. Bu memleketin taşına, toprağına kalbini bağlamış içli bir şairdir. Yurt parçalarının her kopuşunda, milletimizin kara günlerinde hiçbir şair onun kadar gözyaşı dökmemiştir.
1894’te daha yirmi bir yaşındayken Baytar Mektebi’ni birincilikle bitiren şairin bir süre sonra, Rumeli’de baytar müfettişi olarak görev yaptığı görülüyor. Osmanlılara bağlı bir emaret olarak idare edilen Bulgaristan ve Balkanlar bu sırada için için kaynamaktadır. 1895’de Filibe’de çıkan Gayret gazetesine gönderdiği bir “Terkib-i bend ve gazeli” şairin hiçbir eserinde mevcut değildir. Gazeli, Gayret gazetesinin 31 Mart 1311 tarihli nüshasında şöyle bir başlıkla çıkmıştır:
“Edirne Baytar Müfettişi şair ve edib-i mahir izzetlû Hafız Mehmed Âkif Beyefendi tarafından ihda buyurulmuştur.”
Ser-i bâlini cânânda
İsterse gönül dâğ-ı tahassürle yansın
Rahat bırakın sevdiğimi uykuya kansın
Varsın uyusun. Değmeyin ol şîr-i ziyâna
Yok, çeşm-i terimden yine kanlar mı boşansın?
Bir nûr-i semâvî mütecelli iken Allah!
İnsan şu güzel çehreyi bilmem ki, ne sansın
Ben mest-i harâbım ben levm eyleyen âdem
Giysûy-i perişânıma baksın da utansın
Ey kalb! Yetişmez mi kes artık darâbânın
Darken dahi sabrım gibi pâyâne dayansın
Ey merdüm-i didem! Uyu, sen Âkif’e bakma
İsterse gönül dâğ-ı tahassürle yansın
Âkif’in bu gazelini yazdığı sırada Osmanlı Devleti içten ve dıştan çöküntü halindeydi. Gazelinin başına koyduğu “Cânânın başı ucunda”ki “cânân” ölüm halinde bulunan vatandı.
Vatanın hazin haline ağlayan şairin aynı yılda ve aynı gazetede bir terkib-i bendi de şu başlıkla çıkmıştır: “Şair-i nüzhetperver ve edib-i fetânetküster, izzetlû Hafız Mehmed Âkif Beyefendi tarafından ihda buyurulmuştur.”
Terkib-i bend dokuz beyitten ibarettir ve şöyle başlamaktadır:
Sâki getir ol câmı ki âyine-i cândır
Serşâr-ı safa turub efzây-ı cenândır
Allah için olsun bana bir bâde yetiştir
Zira dil-i hasretzedenin hâli yamandır
Terkib-i bend şu mısralarla bitiyor:
Kurban olayım sâgârı gel, bir daha doldur
Candan geçecek, kâm alacak an, bu andır.
İkinci “Bir hatıra” ise, Ocak 1962 tarihli “İslâm’ın İlk Emri Oku” mecmuasında Mustafa Uzunpostalcı imzasıyla neşredildi. Uzunpostalcı, Tokat İmam – Hatip Okulu’nda bizim de hocamız olduğu için “Oku” dergisinde gördüğüm bu hatırayı büyük bir zevkle okudum. Aynı zevki sizin de tatmanız için “Bir hatıra”yı aşağıya alıyorum:
“Mehmet Âkif Bey merhum, Mısır dönüşünde Hatay’a uğramış ve dostu Andırınlı Ali İlmi Bey’in yanında kalmış. Hatay’a hâkim bir tepede -ki bu tepe aynı zamanda Hatay’ın en güzel yeriymiş- beraberce vakit geçirmişler. O zamanlar Hatay hâlâ Fransızların elinde. Hatay’ın hükümet konağında Fransız bayrağı sallanıyor. Bu hal, tabii kalbi memleket ve millet için çarpan Âkif’in yüreğini sızlatıyor ve ağzından şu beyitler dökülüyor:
Virânelerin yascısı baykuşlara döndüm
Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu
Gül devrini görseydim onun bülbül olurdum
Yâ Rab! Beni evvel getirseydin ne olurdu?
Aradan zaman geçiyor. Mehmet Âkif Bey vefat ediyor. Sonra Hatay bize,
biz Hatay’ımıza kavuşuyoruz. Her yer gül, gülistan oluyor. Bu sefer de Ali İlmi
Bey coşarak Âkif Bey merhuma hitap
eden şu şiiri söylüyor:
Ey bağrı yanık şâir-i İslâm gel…
Gel bağrına basmakçün açılmış sana her el
Dalma ebedi uykuya bir lâhza uyan da
Rûhundaki hicranları sil, gel de şu anda
Bak, başka bahar arzediyor şimdi tabiat
Dolmuş gibi âfâkına fecr-i ezeliyet
Zulmet eridi her yer ışıklarla donandı
En gamlı gönüllerde ne sevdalar uyandı
Geldindi, fakat fasl-ı hazânıydı bu yurdun
Sezmiştin onun çektiği âlâmı derinden
Âsi’ye (1) düşen göz yaşının mevcelerinden
Derdinle geçen bahse hemen nokta komuştun
Şu şiiri bize acı bir sesle okumuştun:
‘Virânelerin yascısı baykuşlara döndüm
Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu
Gül devrini görseydim onun bülbül olurdum
Yâ Rab! Beni evvel getireydin ne olurdu?’
Haklıydın evet! Gülşeni küldü bu diyârın
Sönmüştü o şen neşeleri eski bahârın
Tan yerlerine yaslı bulutlar sürünürdü
Her gün batıda kanlı alevler görünürdü
Gökler, doğacak aylara hasretle bakardı
Aysız gecenin kalbine yıldızlar akardı.
İşte o hazan bir kara hülyâ gibi geçti
Yıllar bile en korkulu rüyâ gibi geçti
Görmek bugünü sence de en mutlu dilekti
Dursandı ne var? Beklediğin gün gelecekti
Gittin, bizi öksüz gibi âvâre bıraktın
Kalsaydın Hatay marşını da sen yazacaktın
Gül devri onun geldi fakat bülbülü nerde?
Yâdın gibi unmaz yaralar kaldı ciğerde.
Bu hatırayı hocam Neyzen Halil Can Bey anlatmıştı. O da, Ankara’da bir mecliste Ali İlmi Bey’le otururlarken bizzat ağzından dinlemiş ve imzasını almış. Hâlâ kendileri saklamaktadırlar. Bir yerde neşredilip neşredilmediğini bilmiyorum. Yalnız çok hoşuma gittiği için, başkalarının da okumasını arzu ederek nakletmeyi uygun buldum.”
Âkif, ölümü dolayısıyla sadece Hatay Marşı’nı mı yazamadı. O, İstanbul’un fethini, İstanbul’un fethine yol açan Alparslan ve Malazgirt zaferini ve tabii ki Veda Haccı’nı kaleme alamamanın hasretiyle fani dünyayı terketti. Ölüm döşeğinde şöyle demişti: asıl bu üçüncüsüdür ki beni alıp tekrar engin kumların sûzan sinesine götürecek, Efendimizin Veda Haccı’dır. Bu öyle uzaktan hayal edilerek yazılacak şey değil. Yeniden o kumlara yalın ayak basabilmeliyim. Ruhumu yakan harareti vücudumda hissetmeliyim!..
Yazımızı ruhun şâd, mekânın cennet, makamın âli olsun, duasıyla bitirelim!
Âsi nehri
Tarihi şahsiyetlerin, ilim ve kültür adamlarının unutturulmuş olmasından büyük bir üzüntü duyan Ebüzziya Tevfik Bey, Yahya Kemal Beyatlı ve İbnülemin Mahmut Kemal İnal gibi âlimler ve şairler bu teessürlerini her vesileyle dile getiriyorlar. Bu isimlerin dışında daha birçok kalem ve kelam erbabının da vefasızlığımızdan ve ihmalkârlığımızdan acı acı şikâyet ettiklerini biliyoruz. Bu ifademizin “kavl-i mücerred” halinde kalmaması için – yukarıdaki üç ismi esas alarak – birkaç örnek verelim.
Ebüzziya Tevfik Bey, “Rical-i Mensiyye”, yani “unutulmuş adamlar” başlığıyla yayımladığı bir makalede bu konuyu şöyle özetliyor: Bize unutturulan önemli şahsiyetlerden öyle insanlar var ki, Avrupalılar kendi aralarında yetişen böyle büyük zatlara çok önem veriyorlar. Onların nisyan perdesi altında kalmaması için heykellerini dikiyorlar; caddelere, sokaklara, meydanlara isimlerini veriyorlar, adlarının yaşaması, eserlerinin okunması için her türlü gayreti gösteriyorlar. Bizde ise, bir yüz yıl sonra, belki de onları hiç kimse hatırlamayacak.
Yahya Kemal de zarif şairimiz Rıfkı Melul Meriç’e ithaf ettiği şiirinde bu sanatkârın, Buhûrizâde Mustafa Itri Efendi’nin belki binden fazla bestesinin kaybolduğunu söylüyor, hayatının da yüz yılların karanlıkları arasında silinip gittiğini belirtiyor. Sadece Itri mi, daha nice büyük âlimi ve sanatkârı, vefasızlığımızın acı bir göstergesi olarak hatırlayamaz olduk.
İbnülemin Mahmud Kemal Bey’e gelince, o da bu konudaki ızdırabını şu cümlelerle dile getiriyor: Defalarca söylediğim ve yazdığım gibi, biz geçmiş zaman büyüklerini ihmal etme konusunda çok ileri gittik. Büyüklerini öğrenmekte ihmal gösteren bir cemiyet, tarihini unutuyor demektir. Tarihi yapan vak’alardır. Vak’aları ortaya çıkaran da şahıslardır. Şahıslar olmasa ne vak’a olur, ne de tarih.
Milli Eğitim camiasından birkaç zata sırası geldikçe söyledim. Okullarda tarih önemli bir ders olarak nasıl okutuluyorsa, milletin yüzyıllardan beri yetiştirdiği her sınıftan meziyet ve marifet sahiplerinin biyografilerini de ders programına dahil edip okutmalı, evlatlarımıza kıymetli babalarımızı -layık oldukları derecede- öğretmelidir.
Bir takım garazkârlar, Türklerde kıymetli öyle pek çok adam yetişmedi iddiasında bulunuyorlar ve böylece hakikati inkâr ediyorlar. İnsafla söylemek gerekirse kabahatin çoğu bizdedir. Çünkü Türkler arasında -garazkârların kendi milletlerinde bile emsaline az rastlanılan- nice kıymetli şahsiyetler yetiştiğini ispat etmek ve kinlerini yüzlerine çarpmak için yetişenlerimizi aramadık, ortaya çıkarmadık.
Milletimizin çeşitli mesleklerde yetiştirdiği diğer hünerli ve değerli zatların da isimleri ve cisimleri yok olmuştur. Bunların namlarını ihya etmek, ihyay-ı emvat etmek, yani ölüleri diriltmek gibi bir şeydir. Herkes -az çok- bildiğini yazsa, yine faydalı bir iş yapmış olur. Fakat bilen kalmadı ki bir şey yazsın.
Bu satırların sahibi merhum üstad, böyle bir ihtiyacı ciddi ciddi duyduğu için şaheser biyografi eserleri hazırladı. Son Sadrıâzamlar, Son Asır Türk Şairleri, Son Hattatlar ve Son Bestekârlar (Hoş Sada) isimli tercüme-i hal kitaplarıyla üzerine düşen görevi hakkıyla yerine getirdi. Garip olanı şu ki, İbnülemin gibi mütedeyyin ve nev’i şahsına münhasır bir âlimin bu muazzam külliyatını tek parti devrinin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, Milli Eğitim Yayınları arasında önce fasikül fasikül, sonra hacimli kitaplar halinde yayımladı. Hasan Âli Yücel, aynı zamanda Seyyid Mehmet Emin Paşa’nın oğlu İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in Beyazıt Mercan’daki konağında yapılan tarih ve edebiyat sohbetleriyle musıki fasıllarının da müdavimiydi. Yıllardır piyasada bulunmayan bu biyografi şaheseleri şimdilerde Ketebe Yayınları tarafından yeniden ve peş peşe neşrediliyor.
İbnülemin Bey’e ve eserlerine gerekli alakayı gösteren diğer bir Milli Eğitim Bakanı da merhum Tahsin Banguoğlu idi. Ben de onunla yıllar önce Beylerbeyi’ndeki yalısında uzunca bir röportaj yaptım ve bu büyük tarihçimizle ilgili kitabımın ikinci cildine kaydettim. İnşallah onu da başka bir yazım da uzun uzun anlatırım.
Sadede gelip biyografinin öneminden ve ders olarak okutulmasının lüzumundan biraz daha söz edelim. Memnuniyetle belirtmek isterim ki, bugün birçok okulumuz tarihi şahsiyetlerin ismini taşıyor. Esefle ifade edeyim ki, öğrencileri bir tarafa bırakalım, öğretmenlerin birçoğu bile bu isimlere aşina değiller. Prof. Fatin Gökmen’in adını taşıyan bir okulumuzda yaptığım konuşma esnasında bu zatın kim olduğunu sorduğumda, galiba okulumuzu yapan müteahhit, cevabını almıştım. Hâlbuki o hem astronomi bilginiydi, hem Kandilli Rasathanesi’nin kurucusuydu, hem de Mehmet Âkif Bey’in aziz dostlarından biriydi. Böyle garipliklere, can sıkıcı daha birçok örnek vermek mümkünse de bundan vazgeçip biz yine ısrarımızı sürdürelim ve tarih yapan milletimizin yetiştirdiği tarihi şahsiyetleri gençlerimize tanıtmanın önemini ve lüzumunu bir kere daha vurgulayalım.
Ben de bir öğretmen emeklisi olduğum için okullarımızda hükümfermâ olan bu ilgisizliğin ve bilgisizliğin boyutlarını az çok biliyorum. Ve bir an önce böyle bir boşluğun doldurulmasını yeni Milli Eğitim Bakanı’mızdan -başarı dileklerimle- temenni ediyorum. Unutmayalım ki, tarih geçmiş zaman masalları değildir, Ömer Hayyam’ın ifadesiyle kâinatın vicdanıdır. Yahya Kemal’in Ziya Gökalp’e cevap mahiyetinde söylediği “Ne harâbiyim, ne harâbâtiyim / Kökü mâzide olan âtiyim” beyti bu gerçeği ne güzel dile getiriyor.
Tabii ki, böyle bir hizmetin bilgili, ilgili ve donanımlı eğitimcilerimizin okullarda görevlendirmenin önemine inanan idarecilerimiz de var. Şimdiki Ankara Valimiz Vâsıp Şahin Bey, işte bu hamiyetli yöneticilerimizden biridir. İstanbul Valiliği’nde bulunduğu sırada bu değerli valimizin desteğiyle ben de bu tarihi şehrimizin çeşitli okullarında Türk büyüklerini anlatan konuşmalar yaptım ve öğrencilerimizin ilgiyle dinlediklerini görerek büyük bir mutluluk duydum. Bazı eğitim kurumlarımızın bir takım idarecileri böyle bir göreve angarya gözüyle baktılarsa da netice değişmedi.
Gönlüm, böyle bir kültür hizmetinin daha geniş kapsamlı, sistemli ve donanımlı bir şekilde ve devamlı olarak yapılmasını arzu ediyor. Bir fikir olarak söylüyorum. Önce “muallim” sıfatını taşıyan Muallim Nâci, Muallim Cevdet, Muallim Kilisli Rıfat Bilge, Muallim Mahir İz gibi şahsiyetlerin isimlerini taşıyan okullardan başlanmalı ve bu daire gittikçe genişletilmelidir. Ve böyle bir hizmet sadece İstanbul’la ilgili olarak kalmamalı, bütün illerimizi, hatta ilçelerimizi kapsam alanı içine almalıdır. Çünkü memleketimiz büyük adamlar ülkesidir ve geleceğin büyüklerini yetiştirmek için büyük düşünmek gerekiyor. Doğduğum köydeki ilkokul bugün Yavuz Sultan Selim’in şeyhülislamı büyük bilgin İbn-i Kemal’in adını taşıyor. Bu yazıyı onun şu beytiyle bitirelim:
Deme kış, yaz
Daima oku, yaz!
.Türkiye’de ilk defa açılan İmam- Hatip okullarından biri de Tokat İmam- Hatip Okulu’dur. 1953 yılında eğitim ve öğretim yılına başlayan bu okuldan bin dokuz yüz yetmişli yılların başında mezun oldum. Meslek derslerinin yanı sıra kültür derslerimize de giren değerli hocalarımız vardı. Kelâm dersimize Niyâzi Ceylâni adında bir hocamız giriyordu ve büyük İslâm âlimi Ömer Nasûhi Bilmen’in, “Muvazzah İlm-i Kelâm” isimli kitabını okutuyordu. Hadis dersimizin hocası ise rahmetli Mücteba Uğur’du. Mücteba Bey, daha sonra profesörlüğe kadar yükseldi. Sahasında birtakım çalışmalar yaptığı gibi, Hasan Basri Çantay merhum hakkında da bir biyografi eseri hazırladı. Profesör olan diğer bir hocamız da geçenlerde vefat eden Mustafa Uzunpostalcı idi. Arapça hocamız Bekir Yiğit Bey’e de sağlık ve afiyet diliyorum.
Tefsir hocamıza gelince, o da görevini hakkıyla yerine getiren bir muallimdi. Meşhur müfessirlerin hayat hikâyelerini anlatırken onlarla ilgili naklettiği anekdotlar çok hoşuma gidiyordu. Meselâ Zemahşerî’nin Türk asıllı bir âlim olmasına rağmen Arapça'yı Araplardan daha iyi bildiğini dile getiren menkıbe bunlardan biriydi. Hâlen aklımdadır, Zemahşerî, Mekke’de bulunduğu bir sırada, bir gün Ebû Kubeys tepesine çıkmış ve ey Araplar, babalarınızın, dedelerinizin dilini, gelin benden öğrenin diye bir bakıma meydan okumuş. Bu günlerde Zemahşerî hakkında ilgi çekici bazı yeni bilgilere daha ulaştım. Onlardan birini aşağıda anlatacağım ama önce Arapça hocamız Bekir Yiğit’in derslerinden birinde anlattığı bir Nasreddin Hoca fıkrası nakletmek istiyorum.
Nasreddin Hoca, bir gün karşılaştığı bir Arap bilginiyle iddiaya girip ben Türk’üm ama Arapça'yı senden iyi bilirim, diyor. Arap, buna itiraz edip, "Böyle bir şey mümkün değildir, Arapça benim ana dilimdir, dolayısıyla bu konuda benimle boy ölçüşemezsiniz" cevabını veriyor. Nasreddin Hoca’yla Arap âlimi arasındaki ben iyi bilirim-hayır ben daha iyi bilirim eksenli tartışma epeyce uzayınca bizimki, Arap muhatabına "Sana şimdi Arapça bir cümle söyleyeceğim. Eğer onu îrap edebilirsen Arapça'yı benden daha iyi bildiğini kabul edeceğim" der. Hoca’nın uydurduğu cümle şudur:
“Men kazara kuyuya likardeşihi lekad deşerehâ” Türkçe, Arapça kelimelerle söylenilen bu cümlenin içinden çıkamayan Arap bilgini Nasreddin Hoca’nın bu dili kendisinden daha iyi bildiğini mecburen kabul eder.
Lâtife bir yana, müfessirler zincirinin en parlak halkalarından birini teşkil eden Zemahşerî’nin Arap edebiyatı konusunda tam bir otorite olduğunu bütün İslâm uleması itiraf ediyor. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyen kardeşlerimiz, Ömer Nasûhi Hoca’nın “Büyük Tefsir Târihi-Tabakâtü’l- Müfessirîn” adındaki muhalled eserinin ikinci cildine bakabilirler. Bu büyük İslâm âliminin hayat hikâyesiyle ilgili yeni öğrendiğim ilgi çekici bir hususu siz değerli okuyucularımıza nakletmenin sırası şimdi geldi.
“İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi”nin 26. sayısında “Zemahşerî- Hayatı ve Eserleri” başlığıyla ve Nuri Yüce imzasıyla yayımlanan makaleden anlaşıldığına göre, Zemahşerî, damdan veya hayvandan düştüğü yahut daha kuvvetli bir ihtimalle bir yolculuk esnasındaki kar fırtınasında donduğu için bir ayağı dizinden kesilip topal oldu. Ağaçtan takma bir bacakla yürümek zorunda kaldı. Bu acı hadiseyi annesinden de bahsettiği bir çocukluk hâtırasına atfediyor. Çocukluğunda bir gün yakaladığı bir serçenin ayağına, oynamak için bir ip bağlıyor. Serçe bir ara elinden kaçıp bir duvarın deliğine giriyor. Küçük Zemahşerî, kuşu çıkarmak için dışarıda kalan ucu çekince kuşcağızın ayağı kopuyor. Bunu gören annesi, oğlunun yaramazlığı yüzünden kuşun uğradığı felâkete çok üzülüyor ve “Onun ayağını kopardığın gibi, Allah da senin ayağını koparsın!” diye beddua ediyor. Daha sonra Zemahşerî, bacağı kesilip sakat kalınca o kuşun ayağının kopuşunu ve annesinin bedduasını acı acı hatırlamış ve bunun bir takdir-i ilâhi olduğunu kabul etmiştir.
Topallığının başkaları tarafından yanlış anlaşılıp suç ve sâire gibi kötü bir sebebe yorumlanmaması için sakat kalışının şiddetli soğuk yüzünden olduğuna dair pek çok şahit dinleterek bir belge tanzim ettirdiği ve gittiği her memleketin hâkimine bu belgeyi göstererek, ayağının sakat kalma sebebini yazdırıp altını imzalattırdığı, ayrıca topallığının belli olmaması için, yere değecek kadar gayet uzun elbise giydiği rivâyet ediliyor. “Topallardan nicelerinin, yücelere yükselmekte, sağlam ayaklılardan daha ileride olduklarını gördüm ama sağlam ayaklıların, iyilikte öne geçtiklerini görmedim” demesi kendi topallığı ile alâkalıdır.
Bu satırları iktibas ettiğimiz makalenin ilerleyen satırlarında Zemahşerî’nin hayatına dair daha başka bilgilere ve anekdotlara da yer veriliyor. Ezcümle babasının genç yaşta devrin zalim veziri tarafından tutuklandığı ve hapishanede vefat ettiği anlatılıyor. Keza yine babası tarafından bir terzinin yanına çırak olarak verilmek istendiği, fakat çocuğunun okumak için yalvarmalarına dayanamayarak Harizm’de bir medreseye verdiği belirtiliyor. Ayrıca gençlik devresinin, Sultan Melikşah’ın büyük veziri Nizâmülmülk zamanına rastladığı kaydediliyor. Bir süre Mekke’de ikamet etmiş olmasından dolayı kendisine “Carullah” ünvanı verildiği hatırlatılıyor. Amelde Hanefî olduğu, itikadda ise Mu’tezile’ye mensup bulunduğu, buna rağmen yazdığı “Keşşaf” isimli tefsirinin Ehl-i Sünnet ulemasınca takdir edildiği ayrıca belirtiliyor.
Yukarıda da ifade edildiği üzere, Zemahşerî hakkında bilgi veren en sağlam kaynaklardan birini de eski Diyânet İşleri başkanlarından merhum Ömer Nasûhi Bilmen’in eseri teşkil ediyor. Hoca Efendi, Zemahşerî’nin kısa hayat hikâyesini “Rahmetullâhi Aleyh” duasıyla bitirdikten sonra onun tefsir sahasındaki kudretini ve ilmî mevkiini kuvvetli delillerle izah ediyor. Diğer iki müfessir olan Fahreddîn-i Râzi ile Ebussuud Efendi’nin de Zemahşerî’yi, bu hârika tefsirinden dolayı çok takdir ettiklerini, ayrıca bazı cümlelerle dile getiriyor.
Özetle söylemek gerekirse, Ömer Nasûhi Bilmen, “Tabakâtü’l- Müfessirîn” isimli bu anıt eserinde Türklerin İslâm’a ne büyük bir hizmette bulunduklarını Zemahşerî’nin şahsında ve şu vurucu cümlelerle tebârüz ettiriyor. Asya kıt’asının en eski ve medenî sakinlerinden olan Türkler, fıtratlarına en uygun olan İslâm’ı kabul edince büyük başarılara imza attılar. Böylece dîn-i mübîne çok büyük hizmetlerde bulundular. Daha aradan çok zaman geçmeden bu aziz milletin içinden gerek siyasetce, gerekse ilim ve irfanca pek seçkin kimseler yetişti. Ve bunlar İslâm’a hizmeti en ulvî bir gaye edindiler. İslâmi ilimlerin tedvininde, tasnifinde ve neşrinde hârikulâde bir şekilde himmet ve gayret gösterdiler. Eserlerini Arapça yazmak sûretiyle, fesahat ve belagattaki derinlikleri dolayısıyla âdeta Araplar ile müsabakaya giriştiler. İşte bu altın zincirin en şaşaalı halkalarından biri de Zemahşerî idi. Ve onun yazdığı tefsir, Ebussuud’un ifadesiyle “çehre-i î’câzın incilası için parlak bir ayna oldu.”
Bu mevzuda çarpıcı bilgiler elde etmek için Bursalı Mehmed Tahir’in “Türklerin Ulûm ve Fünûna Hizmetleri” isimli kitabı okunmalıdır.
.
Büyük insanlara “büyük” sıfatını kazandıran ilim, irfan ahlâk ve karakter gibi özelliklerdir. Onlar bu meziyetlerinin neticesi olarak kaleme aldıkları eserlerle ve diğer üstün hizmetleriyle isimlerini tarihe altın harflerle yazdırdılar ve böylece ölümlerinden sonra da unutulmayan mutlu insanlar kafilesine katıldılar.
Bu güzîdeler kervanının gözde isimlerinden biri de hiç şüphe yok ki, merhum Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek’ti. Kısa bir süre önce, vefatının 40. yılı dolayısıyla Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nde muazzam ve muhteşem bir törenle anıldı. Onunla tanışma ve görüşme mazhariyetini elde eden Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan da bu toplantıda bir konuşma yaptı ve özetle şunları söyledi:
“Gençlik yıllarımda Üstad Necip Fazıl ile tanışma şerefine nail olmuş bir kardeşinizim. Dünya görüşümüzün şekillenmesinde Üstad’ın çok büyük etkisi oldu. Sinesinden çıktığımız milleti karşılıksız sevmeyi biz ondan öğrendik. Ayırım yapmadan mazlumların yanında olmayı, ezilenlerin elinden tutmayı ondan öğrendik. Necip Fazıl, CHP ideolojisini milletin kökünü kurutmaya çalışan marazî bir yapı olarak görmüştür.
Ayasofya dâvâmızı da Necip Fazıl’dan öğrendik. Sultanahmet Meydanı’nda ‘Ayasofya açılacak’ derken bu mânâyı, bu ruhu onun sayesinde yakaladık ve Ayasofya’yı da açtık.” (11 Haziran 2023)
Bu tarihten tam kırk yıl önce yine aynı mekânda Üstad hakkında muhteşem bir toplantı yapıldı ve kendisine “Sultan-ı Şuarâ”, yani şâirlerin sultanı unvanı verildi. Böyle bir toplantının yapılmasına ve böyle bir unvanın verilmesine merhum Ahmet Kabaklı ön ayak olduğu için o da büyük adamlar meclisine dahil oldu. Unutmayalım ki, büyük adamlara bu özelliği ve güzelliği kazandıran vefa duygusudur. Ve yine aklımızdan çıkarmayalım ki, vefa gidince cefa gelir.
Efendim, ben de bir Necip Fazıl tutkunu olarak Atatürk Kültür Merkezi’ndeki bu törene katılmıştım ve Necip Fazıl heyecanını olanca coşkunluğuyla yaşamıştım. Bu satırların yazıldığı sırada, salonun manzarası, hatiplerin coşkulu sözleri ve tabii ki Üstad’ın kürsüyü zînetlendirmesi ve birden kopan alkış tufanı bütün net çizgileriyle gözümün önünde -kırk yıllık aradan sonra- bir kere daha canlandı. Öyleyse anlatayım:
Üstad, iki kişinin koltuklamasıyla kürsüye çıktı ve “Muhterem dâvetliler!” diyerek söze başladı. Tam bir hitâbet örneği olan ve derin anlamlar ifade eden konuşmasını “Muhabbetle selamlarım!” diyerek bitirdi. Unutmadan ilâve edeyim, bu sırada merhum Prof. Dr. Ayhan Songar, ardı ardına fotoğraflar çekiyordu. Üstad, üst üste patlayan flaşlardan rahatsız olduğu için ünlü doktorumuzu ikaz etme ihtiyacını duydu. Ayhan Bey de emre itaat etme faziletini gösterdi.
Daha sonra Ahmet Kabaklı açış konuşmasını yapmak için kürsüye çıktı ve “Türk Edebiyatı Vakfı adına hepinize hoş geldiniz diyorum. Çok duygulu bir yaş gününün hepimiz için huzurlu, faydalı geçmesini temenni ediyorum. Değerli şâirimiz Necip Fazıl Kısakürek, muhterem Neslihan Hanımefendi, Sayın Milli Eğitim Bakanı, Sayın Müsteşarımız, Milli Eğitim Bakanlığı’nın, Kültür Bakanlığı’nın değerli üyeleri, üniversitemizin seçkin profesörleri, sanat âlemimizin, basın dünyamızın saygı değer mensupları, bugün Türk Edebiyatı Vakfı’nın, bu çok mânâlı toplantısına şeref vermiş bulunuyorlar. Hepsine teşekkür ederiz. Özellikle günümüzün mihrakı ışığı, aydınlığı olan değerli şâirimize, daha nice uzun yıllar ve böyle anılmalar diliyorum” diyerek bir giriş yaptı, sonunda “Değerli şâirimize uzun ömürler diler, Sultan-ı Şuarâ tâcının çok uzun zaman başlarında kalmasını temenni ederim” cümlesiyle hitâbetini bitirdi.
Arkasından Milli Eğitim Bakanı Orhan Cemal Fersoy, kürsüye çıktı. Kısa konuşmasını “Mânâsız şiir yerine mânâlı şiirin hayatta en büyük temsilcisi Necip Fazıl Kısakürek’tir. Hayatında muhterem refikalarının ne derece kendisine destek olduğunun yakın şahitlerinden biriyim. Bu yönden de büyük şâirimizi böyle bir eşe sahip olduğu için ayrıca kutlamak istiyorum. Büyük şâirimize Allah uzun ömür versin” cümleleriyle bitirdi.
Sıra kendilerine gelince, Kültür Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Emin Bilgiç ile Prof. Dr. Ayhan Songar da konuşmalarını yapmak üzere kürsüye çıktılar. Merhum Ayhan Songar sözlerini şu cümlelerle tamamladı:
“Necip Fazıl Kısakürek, son devrin en büyük şâiridir. Türk dilini en güzel kullanan, dilde, ifâdede mücerredin zirvesine varabilen kişidir. Günlük hayatın sahte pırıltıları ile doymayan, asla tatmayan rûhu onu gerçeği, hakiki mânâyı arama gayreti içinde asırlar sonrasına seslendirebilmiştir. Biz bugün fâni Necip Fazıl’ı bu ebedi şahsiyetiyle anmak için toplandık. Bu toplulukla ona bir milletin saygılarını, sevgilerini takdim etmek istedik. Necip Fazıl, Sultan-ı Şuarâ unvanını Türk Edebiyatı Vakfı’ndan, ‘gönüller sultanı’ unvanını ise, bizlerden, kendisini sevenlerden almıştır. Burada konuşma cesaretini de bu sevgiden alıyorum. Yoksa benim, Necip Fazıl’ın huzurunda onu anlatmaya çalışmam, körün fili tarife kalkması gibi, muhal ile iştigal olurdu.”
Özel doktoru Prof. Dr. Süleyman Yalçın da Üstad’ın beyitleriyle süslediği konuşmasını yaptıktan sonra diğer bir doktorumuz Prof. Dr. Recep Doksat, kürsüde yerini aldı. Üstad’dan hem “Necip” hem “Fazıl” diye bahsederek biraz uzunca ama çok etkileyici bir konuşmasını yaptı. “Lâilahe illâllah” diyerek başladığı konuşmasını Üstad’a dair bir rüyâsını anlatarak bitirdi. Rüyâsını şöyle nakletti:
“Gençtim, daha hamdım ve her yerde onun aleyhinde konuşmayı âdeta iş edinmiştim. İslâm’ın gıybet yasağını da müdrik değildim henüz. Hep içimi, onu sevmemeye, beğenmemeye zorlamıştım meğer!..
Bir gece, rüyâda, bir vâhadayım. Etraf kum ve çöl… Bir kaç ağaç ve halka olup bağdaş kurmuş beyaz maşlahlı, nur yüzlü şahıslar… Ortada bir ateş yanıyor… Ben, halkanın dış kenarına yakınım ve ayaktayım. O halkaya mensup olma şerefinden mahrûmiyetin idrâki içindeyim. Fakat halkanın dışındakilerle konuşacak kadar da yakınım onlara. Kırklarmış onlar! Tüylerim ürperiyor. Fakat bir de farkediyorum ki, halkanın ön sırasında, Necip Fazıl da oturuyor. Hayret ve biraz da haddini bilmez bir hiddetle en yakınımdakine soruyorum: ‘Bunun aranızda işi ne?’ Muhatabım, elini dudaklarına götürüp ‘Suss…’ diyor ve ilâve ediyor!.. ‘Onun misyonu var!’
Misyon, deruhde edilen mukaddes vazife.
Necip Fazıl’ı ve onun şerefle ifa ettiği misyonunu bir kere daha selâmlayarak ve kendisinden helâllik dileyerek huzurunuzdan ayrılıyorum.”
Onun bu misyonunu, bu mukaddes vazifesini daha önceden farketmiş olmalı ki, merhum Fethi Gemuhluoğlu ağabeyimiz bir konuşmasında, “Necip! Allah seni bu dünyaya küfrü imhâ etmek için gönderdi!” demişti. Üstad, sadece küfrü imhâ etmekle kalmadı, ilhâmını mâveradan alan şiirleriyle, İstanbul Türkçesi’nin güzelliğini yansıtan nesirleriyle dinleyenlerin kulaklarını zînetlendiren sohbetleriyle gönüllerimizi de ihyâ etti.
“Her fikir, her inanış, tek mevsimlik vesselâm;
Zaman ve mekân üstü biricik rejim, İslâm
.
Ağustos ayının ilk Cuma namazını kılmak için Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii’ne gittim. Dışarıdaki aşırı sıcağa karşılık içeride serin bir hava vardı. Vaiz efendi Cuma namazının önemini anlatmaya başlamıştı. Bu mühim namazın tarihçesinden, ilk defa nerede ve nasıl kılındığından bahsettikten sonra mazereti olmadan üç cumayı peş peşe terk edenlerin kalplerinin mühürleneceğini söyledi. Türkçesi de, fena değildi.
İmam efendiye gelince, o da minberde aynı konuyu işledi. Özellikle hutbeyi dinlemenin ne kadar önemli olduğunu anlattı. Hatip, hutbe okurken cep telefonuyla veya başka bir şeyle oynamanın son derece yanlış bir hareket olduğunu belirtip hutbeyi sükûnet içinde dinlemenin farz olduğunu dile getirdi. Bunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamak için birkaç cümle daha söyleyince ben de içimden hele şükür dedim. Çünkü son zamanlarda vaaz ve hutbe esnasında cep telefonlarını ceplerinden çıkaranların sayısı hayli artmıştı ve hocalarımız ikaz konusunda biraz yavaş davranıyorlardı.
Bu hususta bir iki cümle daha söylemek istiyorum. Camilerimizi süsleyen kürsüler ve minberler birer irşad makamıdır, dolayısıyla vaizlerimizin ve hatiplerimizin bu makamların hakkını, vermeleri gerekiyor. Unutmayalım ki, dini kültürümüzün bir bölümünü de, hitabeti kuvvetli hatipler ile kürsü vaizleri teşkil ediyor. İki örnek vermek gerekirse Manastırlı İsmail Hakkı Efendi ile Alasonyalı Hacı Cemal merhumun isimlerini zikredebiliriz. Meşrutiyet devrinde engin bilgisiyle ve hitabet sanatına olan vukûfiyetiyle tanınan İsmail Hakkı Efendi, en meşhur kürsü vaizlerimizden biriydi ve “Ayasofya Vaizi” olarak büyük bir şöhret kazanmıştı. Tahirü’l – Mevlevî, Ayasofya Camii’ni anlatan bir yazısında bu büyük söz ustasından da bahsediyor. Son devrin olgun ve coşkun vâizlerinden biri de merhum Alasonyalı Hacı Cemal Efendi idi. Nükteli cümlelerle ve latif latifelerle yaptığı vaazlar camileri şenlendiriyordu. Erkek cemaati kadar, kadın cemaati de mabedleri doldurup taşırıyordu. Eskiden bunlara “İstanbul dersiâmları” deniliyordu.
Sözü yine Tahirü’l -Mevlevî’ye getirecek olursak, merhum hem dinî mâlûmâtı dolayısıyla, hem de kültürel zenginlik itibariyle büyük bir donanıma sahipti. İstanbul’un çeşitli selâtin camilerinde yıllarca Mesnevî sohbetleri yaptığı için cemaatle, camiyle her daim içli dışlı bir hayat yaşamıştı. Cami âdâbıyla, minberle, mihrapla, eski hoca efendilerle, edebî şahsiyetlerle, İslâm tarihiyle ilgili kaleme aldığı yazılar ve kitaplar büyük bir yekûn tutuyor. Mesela 17 Kasım 1949 tarihli “İslâm Yolu”nda, “Dini Hutbelerde Beden Hareketleri Yapılamaz” başlığıyla yayımladığı bir makalede minber âdâbıyla, hutbenin kısalığıyla yahut uzunluğuyla ilgili dikkat çekici ve irşad edici bilgiler veriyor.
Yeri gelmişken onun böyle alaka celbedici ve Peygamber sevgisinin ne demek olduğunu dile getirici bir yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum. Şârihi Mesnevî, Tahirü’l – Mevlevî minberi konu alan ve Asr-ı Saadet’te meydana gelen olağanüstü bir hadiseyi, daha doğrusu bir mucizeyi bakınız nasıl anlatıyor:
“Hicretin sekizinci senesi sonlarına doğru idi ki Müslümanlar çoğalmış, Mescid-i Nebevî cemaati artmış. Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz, mihrabın yanındaki bir hurma direğine dayanarak hutbe irad ederken arkada kalanlar tarafından Vech-i Saadet tamamen görülemez olmuştu. Halbuki bir hatibin sözü kadar yüzü de dinleyenler üzerinde tesir yapar. Yüzü görülmeyen bir hatibin, hatta bir vaizin yalnız sözlerini dinlemek, radyo makinesinden çıkan sesi dinlemek gibi olur. Bundan dolayı zamanımızda olduğu gibi, eskiden de Araplarda ve hitabeleriyle iştihar etmiş (meşhur olmuş) eski Yunanlılarla Romalılarda hatipler, yüksek yerlerde ve ayaküstünde nutuk irad ederler ve böylece sözlerinin tesirini artırırlardı. Araplarda nikâh hutbesinden maâdasının ayakta yahut deve üstünde irad olunması âdetti. Buna binaen Aleyhisselati Vesselam Efendimiz de hazarda ve mescid dahilinde irad edeceği hutbeleri mihrap yanındaki bir hurma direğine dayanarak iblağ buyururdu. Seferde ise, yine ayakta durur, ya kılıca yahut yay’a dayanırdı. Sahih-i Buhari’nin Kitabü’l Cum’a’sında Sehl bin Sa’dissaidi radiyallahü anh’den naklen deniliyor ki: Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem Hazretleri, filan kadına haber gönderdi. Dülger bulunan kölene emret de bana ağaçtan bir minber yapsın. Halka söz söylediğim vakit onun üstüne oturayım, buyurdu. Kadın emir verdi, köle de minberi yaptı.
Bu minber üç basamaklı, bir meclisli ve dayanmak için aralıklı idi. Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz, üçüncü basamakta durur, icabında üst tarafına otururdu. Sonra Sıddık-ı Ekber Radiyallahü Anh, teeddüben bir basamak aşağı oturdu. Hz. Ömer Radiyallahü Anh de bir basamak aşağı indi. Hz. Osman Radiyallahü Anh ise Zat-ı Risâlet’in durduğu basamağa kadar çıktı. Çünkü o da bir basamak inseydi, minbere çıkmamış olacaktı. Sonra ma’zereti anlattı.
Abbasi halifelerinden biri, şu hareketinden dolayı Hz. Osman’ı tenkid ediyormuş. Nedimi demiş ki: Eğer her halifenin bir basamak aşağı hitabeti lazım gelseydi Efendimiz’in kuyu dibinden hitabe iradı icab ederdi.
Minber kapısına ilk defa perde astıran Hz. Osman imiş. Bunun için İran camilerindeki minberlerin kapılarında perde yoktur.
Sonra Muaviye bin Ebu Süfyan, saltanatını maddi vasıtalarla takviye için Minber-i Nebevî’yi Şam’a nakletmek istedi. Bunun için Medine Valisi Mervan Bin Hakem’e emir verdi. Mervan, minberi söktüreceği sırada güneş tutuldu. Ahali bundan teşe’üm etti. (uğursuzluk saydı). Binaenaleyh Mervan:
Maksadım minberi kaldırtmak değil, yüksetmek idi diyerek aşağıdan altı basamak ilave ettirdi. Bir de Resulullah Efendimiz’in oturduğu yerin üstüne bir kubbe yaptırdı. İran camilerinde bu kubbe de yoktur. Keşke bizde Minber-i Nebevî’nin şekli muhafaza edilmiş olsaydı.
Emevilerden Melik bin Abdülmelik, Medine mescidini genişlettirdiği sırada, Medine Valisi bulunan Ömer bin Abdülaziz’e hücerât-ı seniyyenin yıktırılmasını emretmiş, ezvâc-ı tahirâtın (Peygamberimiz’in temiz zevcelerinin) ikamet ettikleri hücreler yıktırılıp arsaları Mescid-i Nebevî sahasına ilave olunmuştu. Ömer bin Abdülaziz, bu işe vasıta olduğuna nâdim olmuş. ‘Keşke hücreler muhafaza edilmiş olsaydı da, Hz. Peygamber’in ne kadar mütevazı ve kanaatkâr olduğunu görüp de ümmeti anlasaydı’ demişti.
Bu minber Hicret’in 578. senesine kadar dayandı ise de çürüyüp o sene yıkıldı. Muhtelif tarihlerde 7 defa yenilendi. Enkazından teberrüken sakal tarakları yapıldı. Şimdiki mermer minber Osmanlı padişahlarından Üçüncü Sultan Murad’ın eseridir.
İşte minber yapılıp da Aleyhissalat Efendimiz onun üstüne çıkınca daha önce dayandığı hurma direğinden bir inilti duyuldu. Efendimiz minberden inip direği kucakladı ve susturdu. Bu mucize-i celile, Buharî’de, Neseî’de, Ebû Davud da Cabir Radiyallahü Anh’den şöyle nakledilir:
Resulullah Efendimiz hutbe irad ettiği vakit mescidin direklerinden bir hurma sütununa dayanırdı. Zât-ı Akdes-i Nebevî için minber yapılıp da oraya çıkınca yanında hutbe okuduğu direk çatlayıp yarılacak derecede inledi. Efendimiz minberden indi. Direği kucakladı. O esnada direk, kucakta susturulan bir çocuk gibi inliyordu. Efendimiz, şu hali izah için ‘Bu direk işittiği zikir ve hutbeden uzak düştüğü için ağladı’ buyurdu.
Zât-ı Risâlet’in direği kucaklayıp susturduktan sonra cennette ebedi bir ağaç olması için, minberin altına gömdürdüğü siyer kitaplarında yazılıdır.”
.
Cihan hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman’ın aynı zamanda güçlü bir şair olduğu ve “Muhibbi” mahlasıyla birbirinden güzel şiirler yazdığı öteden beri biliniyor. Bu büyük hükümdarımızın divanı daha sonraki yıllarda İkinci Mahmud’un kerimesi Âdile Sultan tarafından yayımlandı. Günümüzde ise, beyitlerinin açıklamalarıyla birkaç nüshası neşredildi. Divan Edebiyatıyla ülfeti ve ünsiyeti olanların ilgi duydukları şiir külliyatından biri de işte bu Muhibbi Divanı’dır.
Padişahın en çok bilinen ve dilden dile dolaşan şiirlerinden biri de “Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” beytidir. Muhteşem Süleyman, bu beytiyle en büyük devletin, en değerli nimetin sağlık olduğunu böyle veciz bir üslupla dile getiriyor. Bilmem ki belirtmeye gerek var mı, insan sıhhatli bir hayat yaşamanın kıymetini, rahat nefes almanın – bu bir tek nefes olsa bile – değerini hasta olunca biliyor. Ama unutmayalım ki hastalık da bir sabır imtihanıdır. Hatta ehli irfan bazı alimler hastalığı Allah’ın kullarına verdiği bir hediyedir diye tarif etmişlerdir. Cenab-ı Hak, hepimize hem dünyevi, hem uhrevi sağlık ve afiyet nasip eylesin.
Hastalık deyince ilk etapta akla hastane, ilaç, doktor ve hemşire geliyor. Hemşire ile doktor koordineli çalışıyor ama hasta doktordan ziyade hemşireye muhatap oluyor. Eğer hemşire görevini düzenli ve severek yaparsa, şefkatli hareket ederse, incitici ve endişe verici sözlerden ve davranışlardan uzak durursa hastanın tedavisine belki de katkıda bulunmuş olur. Memnuniyetle itiraf etmek isterim ki bir iki yıl önce yaşadığım üç yoğun bakımda da hep böyle gayretli ve güler yüzlü hemşirelerle karşılaştım.
Bu satırları yazmama, ömür boyu yaptığı Mesnevi sohbetleriyle, ilmi ve irfani yazılarıyla nice insanın manevi hastalığını tedavi eden merhum Tahirü’l – Mevlevi’nin “Müslümanlıkta İlk Hastahane ve İlk Hasta Bakıcı Kadın” başlığıyla yayımladığı bir yazı sebep oldu. 4 Haziran 1948 tarihli Sebilürreşad’da neşredilen bu makalede ifade edildiğine göre, meşhur mesnevihanımız, eski bir ülserin kanamasından dolayı çok zayıf düşüyor ve Tıp Fakültesi’nin Ord. Prof. Dr. Tevfik Sağlam idaresindeki iç hastalıkları kliniğine yatırılıyor. Kırk güne yakın bir süre için de orada kendine şefkatle ve nezaketle bakılıyor ve eski sağlığını tamamen elde ederek hastaneden çıkıyor. Başta muhterem Prof. Ekrem Şerif, Doktor Ali ve Doktor Nihat beylere, Hemşire Emine Hanım ile diğer hemşirelere gösterdikleri dikkat ve ihtimam dolayısıyla minnet ve şükranlarını arz ediyor.
Daha bitmedi, hastanedeyken hemşirelerden birine, “Müslümanlıkta ilk hasta bakıcı kimdir, biliyor musunuz?” diye bir soru yöneltiyor. Tabii ve haklı olarak hemşire bilmediğini söylüyor. Çünkü yerine göre çok önemli olan böyle ufak tefek şeylere ehemmiyet verilmiyor ve öğretilmediği için de bilinemiyor. Tahirü’l – Mevlevi, İslam tarihinde ilk hemşirenin Rüfeyde isminde bir hatun olduğunu söylüyor ve iyi olursam ona dair bir makale yazacağım diye kendine söz veriyor. O vaadini yerine getirmek için kaleme aldığı ve yukarıda tarihini verdiğim Sebilürreşad’da yayımladığı makaleyi sizin de ilgiyle okuyacağınızı tahmin ettiğim için aşağıya alıyorum.
“İslam’dan evvel Araplar gazveye yani harbe giderken bazen kadınlarını da götürürlerdi. Kadınlar, muhariplere (savaşanlara) su dağıtmak, onların yaralarını sarmak gibi hizmetlerde bulunurlardı. Yaptıkları tedavi basit olmakla beraber, oldukça sıhhi idi. Mesela hafifçe yaralara hasır yakıp külünü bastırırlar. Büyücek cerihaların kanını kaynar zeytinyağıyla dindirirlerdi.
Uhud bozgunluğunda yaralanmış olan Hazreti Peygamber’in mübarek yüzünden akan kan – Medine’den harp meydanına koşup gelmiş olan – Hazreti Fatıma tarafından yanmış hasır külü ile kestirilmiş. Yemame vak’asında bir eli düşürülmüş olan meşhur Ümmü Umare’nin bileği kaynak zeytinyağına bastırılmak suretiyle fışkıran kanı durdurulmuştu. Hülasa: Her Arap kadını bu gibi tedavi usullerini bilir ve icabında yapardı.
Hicretin ikinci senesinde vukua gelen Bedir Muharebesi’ne çıkılacağı sırada Ümmü Varaka, Resulullah’a müracaatla, mücahitlerin hizmetinde bulunmak üzere, birlikte gitmek için izin istedi ve:
- Belki bu vesile ile Allah bana da şehitlik nimetini ihsan eder, dedi.
Resul-ü Ekrem:
- Sen evinde otur. Allah sana o nimeti verecektir, buyurdu.
Hazreti Peygamber’in şu ihbarı dolayısıyla kendisine ‘şehide’ denilir ve hakkında hürmet gösterilirdi.
Ümmü Varaka, Hazreti Ömer’in hilafetine kadar yaşadı. Cenab-ı Faruk, ekseriya onu ziyarete gider ve duasını alırdı. Şehide’nin bir kölesi, bir de cariyesi vardı. Bunları müdebber etmiş, yani ‘ben öldükten sonra âzad olsunlar’ demişti.
Bu iki hain, bir an evvel hür olabilmek için hanımlarını öldürmeye karar verdiler ve bir gece boğdular. Ertesi gün, cinayet meydana çıktı. Cürümlerini itiraf eden katiller de Medine’de asıldılar.
Ümmü Varaka, hasta ve yaralı bakıcılığı hizmetinde bulunmayı en evvel istemişse de talebine Resulullah tarafından müsaade buyurulmadığı için, İslam’ın ilk hasta bakıcısı sayılamaz. Bu ünvanı asıl hak eden ve yine Medineli bulunan Rüfeyde isimli kadındır.
Hicretin beşinci senesi içinde idi ki, Kureyş ve Katafan kabilelerinden on bin kişilik bir kuvvet Medine üzerine yürümüştü. Bunlara karşı Selman-ı Farisi’nin tavsiyesiyle geniş bir hendek kazıldı. Muhacimler ( hücum eden düşman askerleri) hendeği görünce şaşırdılar. Çünkü bu yolda tahaffuz (kendini koruma) Araplarca âdet değildi. Gelenlerden bir kaçı atını zorlayıp hendeği atlamış ise de, ya öldürülmüş yahut kaçmaya mecbur edilmiş olduğundan iki taraf da ok atışmak suretiyle çarpışıyordu.
Hazreti Peygamber, Medine mescidinin içine bir çadır kurdurmuş, yaralıların tedavisi için kurulan o çadırı, Rüfeyde namındaki kadının idaresine bırakmıştı. İşte İslam’ın ilk hastahanesi ve ilk hasta bakıcısı…
Düşman tarafından atılan oklardan biri, Ensar’ın büyüklerinden Sa’d bin Muaz’ın koluna saplanmış ve ekhal denilen kalın damarını koparmıştı. Resulullah:
- Sa’d’ı, Rüfeyde’nin çadırına götürün, buyurdu. Götürdüler. Yarası Rüfeyde Hatun tarafından sarıldı ve o çadırda yatırıldı. Lakin kan bir türlü kesilmiyordu. Nihayet seyelân-ı dem, yani kanın durmayıp akışı dolayısıyla Hazreti Sa’d, şehiden vefat etti.
Bu çadır içinde Rüfeyde Hatun tarafından yarası sarılmış başkalarının da bulunması pek tabii ise de, isimleri tarihe geçmemiştir. Rüfeyde Hatun’un adı ve çadırı da Sa’d bin Muaz’ın yaralanması ve yarasının orada sarılması münasebetiyle kaydedilmiştir.”
Tahirü’l – Mevlevi hazretleri, Asr-ı Saadet’te vuku bulan bu ilgi çekici hadisenin kaynağını da Kitabü’l – İsabe, C.4 s. 301 ve 505 olarak veriyor. Bu vesileyle biz de İslam’da ilk hastaneyi ve bu mübarek kadının ismini öğrenmiş oluyoruz. Son söz olarak söyleyeyim. Tahirü’l – Mevlevi, sadece ünlü bir mesnevihan değildir, o aynı zamanda dört başı mamur bir İslam kültür tarihçisidir. Ayrıca edebiyat tarihçisi ve şair olarak da bilinmektedir. Rahle-i tedrisinde bulunmayı, sohbetlerinden feyiz almayı ne kadar isterdim bir bilseydiniz.. Eserlerini okumakla teselli bulduğumu itiraf edeyim.
.
Osmanlı’nın son devriyle Cumhuriyet’in ilk yıllarını birlikte yaşayan bazı ünlü ilim adamlarının, şairlerin ve yazarların gençliklerinde dini kurallara riayet ettikleri halde daha sonraki yıllarda namazı niyazı terk ettiklerini bu konularla meşgul olanlar gayet iyi bilirler.
Gençliğinde Sultan Abdülhamid Han’ı öven ve ezanın ulviyetini dile getiren şiirler yazıp da bilahare imansızlığın gayyasına düşen Tevfik Fikret’i bir yana bırakıp, merhum Prof. Dr. Fuat Köprülü’den bir misal verelim. Osman Yüksel Serdengeçti “Gülünç Hakikatler” isimli kitabında anlatıyor.
Dost, kardeş ve dindar Pakistan’ın cumhuriyet ilan etmesi münasebetiyle merhum Başbakan Adnan Menderes, devrin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü ile birlikte bu ülkeyi ziyarete gidiyor. Bilindiği üzere Pakistan koyu Müslüman bir devlettir. Bizimkiler orada bir hayli kalıyorlar. Tabii, bugünler içinde birkaç defa cuma namazını geçiriyorlar. Cuma günleri onların bütün devlet adamları cuma namazına gidiyorlar. Vaziyeti gören Menderes, Köprülü’ye, haydi biz de gidelim, diyor. Köprülü: “Ben namaz kılmayı unuttum” cevabını veriyor. Bunu üzerine Menderes “Gel, ben sana öğretirim” deyip Köprülü’yü birlikte götürüyor.
Serdengeçti sözlerini şöyle tamamlıyor:
“Türk edebiyatı tarihi, tasavvuf tarihi, İslami ilimler mütehassısı Prof. Dr. Fuat Köprülü’ye, Menderes namaz hocalığı yapıyor. Ben de Sayın Fuat Köprülü’ye eksiği varsa tamamlasın diye ‘Tam Namaz Hocası’ kitabından bir adet gönderdim.”
O devirde meydana gelen bu türlü trajikomik vakalara birçok örnek verebiliriz dedikten sonra sözü şimdi de İbnülemin Mahmud Kemal Bey’e getirelim. Fetret devrinde merhum Mehmet Âkif gibi, Babanzade Ahmed Naim gibi salabet-i imaniyesini muhafaza edip, beş vakit namazını kılan nadir şahsiyetlerden biri de işte bu büyük bilginimizdir. İbnülemin’in arkadaşlarına, yakın dostlarına “namazınızı ihmal etmeyiniz” diye ikazda bulunduğunu onu tanıyan herkes bilir. Üstadın evine yakın olan Bayezid Camii’ne namaz kılmak ve Kur’an bülbülü Abdurrahman Gürses Hoca’nın aşr-ı şerifini dinlemek için sık sık gittiğini biliyoruz. Hatta bir gün Abdülhak Hamid, kendisini ziyarete gelip de evde bulamayınca ve yanındakiler nereye gitti acaba diye sorunca, nereye gidecek, Bayezid Camii’ne gitmiştir diye -biraz da istihzalı- bir cevap veriyor.
İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in, “Namazını ihmal etme” dediği hanımlardan biriyle yıllar sonra ben de tanıştım. Kısaca anlatayım. Kubbealtı’nda her hafta cumartesi günleri kültür sohbetleri yapıyordum. En önde oturan yaşlıca bir hanımefendi pürdikkat dinliyordu. Adının Saliha Fazlıağaoğlu olduğunu daha sonra öğrendiğim bu İstanbul hanımefendisi sohbetin bitiminde hemen yanıma yaklaşıp teşekkür ediyordu. Ayrıca bir iki cümleyle de olsa bizzat tanıdığı yazarlardan ve musıkişinaslardan da hatıralar naklediyordu. Ülfet peyda ettiği isimlerin arasında Hakkı Süha Gezgin, Ahmet Avni Konuk, Kilisli Muallim Rıfat Bilge, Lâika Karabey, Ayhan Songar, Ahmet Kabaklı gibi zatlar da vardı.
Saliha Hanım sert mizaçlı bir kimse olarak tanınan, kadınlara karşı mesafeli duran ve konağındaki toplantılara hanım kabul etmeyen İbnülemin Mahmut Kemal Bey’le nasıl tanıştığını bana şöyle anlatmıştı:
İbnülemin Mahmud Kemal Bey’i ilk defa ağabeyimle beraber Beyazıt Camii’nden çıkarken bir rastlantı sonucu görmüştüm. Ağabeyimin kemal-i hürmetle kendisini selamlayıp, karşısında büyük tevazu ile durup konuşması dikkatimi çekmişti. Ağabeyimin o saygılı halini biraz da hayretle seyretmiştim. Ağabeyim biraz sonra yanıma gelince onu yaşayan en büyük âlimimiz diye tanıtmıştı. Ramazan müdavimleri olan bizler, ikindi namazlarından sonra Hendekli Abdurrahman Hoca Efendi’nin okuduğu mukabeleyi dinliyorduk. O devirde cemaat arasında Mahmut Kemal Bey’den başka Ebu’l-Ula Mardin Bey, Hakkı Süha Bey, Cemal Reşit Rey kardeşler gibi daha fazla hatırlayamadığım İstanbul’un en müstesna şahsiyetleri de bulunuyordu. Mahmud Kemal Bey hemen hemen her gün Hoca Efendi’nin sağında yerini alıyor, huşu ile kendisini dinliyordu.
Onu bazen Beşiktaş’ta, Şair Nedim Caddesi’nde gördüğüm de oluyordu. Hakkı Süha Bey’in evindeki musıki toplantılarına düzenli bir şekilde geliyordu. Ağabeyimle beraber o toplantılara ben de gidiyordum. Yalnız harem selamlık şeklindeki toplantılarda bir türlü kendisiyle tanışmak fırsatı olmamıştı. Evindeki musıki toplantılarına da gitmek mümkün değildi. Çünkü, ağabeyimin ifadesine göre o evin kapısından hiçbir hanım içeri giremiyordu. Rahmetli Lâika Karabey ile bu mevzuyu konuşurken ben müstesna demişti. Tanburi olsaydım bu yasak belki benim için de kalkar diye zaman zaman düşünmüşümdür.
Aradan, bilmiyorum kaç yıl geçti. Bir gün Kanlıca’dan bir arkadaşla Beşiktaş’a gelmek üzere dost ziyaretinden dönüyorduk. Vapurun gelmesini beklerken arkadaşımla güvertede en arkaya gidip şu güzel gurubu seyredelim diye anlaştık. Fakat güverteye çıkınca birden Mahmud Kemal Bey’i gördüm. Tam karşısı bomboştu. Arkadaşıma ben gurup seyretmekten vazgeçtim, gidip şuraya oturalım dedimse de ikna edemedim. Ayrıldık.
Mahmut Kemal Bey’in karşısında yerimi aldım. Yüzümü denizden tarafa çevirip oturdum. Kaçamak bakışlarımı yakalar diye de korkuyordum. Çünkü ağabeyim onun cins-i latiften pek hoşlanmadığını defalarca söylemişti. Yanındaki zata neler anlatmıyordu ki… Kur’an-ı Kerim’den ayetler okuyor, izahlar yapıyor, ben de can kulağıyla dinliyor, bir şeyler öğrenmeye çalışıyordum. Bu sırada küçük bir çocuk koşup küpeşteye dayanıyor, tekrar gidiyor, gidip geliyor, tabii ki beyefendinin dikkati dağılıyordu.
Birden bana sert bir bakış fırlattı ve çocuğuna sahip ol, dedi. Ellerimi gayri ihtiyari havaya kaldırıp o benim çocuğum değil efendi hazretleri dedim. Birden dikkatli dikkatli yüzüme baktı. Hazretleri ne demek oluyor, diye sordu. Ben kekeleyerek, efendim ben sizi tanıyorum, bilhassa sizi dinlemek ve istifade etmek için buraya oturdum, diye cevap verdim. Bana sen kimsin sorusunu yöneltince tanımazsınız efendim, ben İstanbullu değilim dedim. Nerelisin sorusuna Kilisliyim efendim karşılığını verince yanındaki zat bir isim söyledi. Kuleli Askeri Lisesi’nden talebem, tanır mısın dedi. Ağabeyim, efendim dedim. Bir isim daha vererek öyleyse onun da kardeşisin, dedi. Ben yine evet efendim, dedim. (O isim devrin bakanlarından Tarım ve Maliye Bakanı merhum Nedim Ökmen idi)
O kızgın adam, bu defa gayet munis bir sesle kızım gel bakalım şuraya da beni yakından dinle diye lütfedip yanında yer gösterdi. Zaman zaman da sorular yöneltti. Ben içimden hani bu adam kadınları hiç sevmezdi, kendisine kadın düşmanı derlerdi diye hayli düşündüm. Bana gösterdiği yakınlığı ve ayrılırken elini omzuma koyup, namazını kıl, ihmal etme deyişini her zaman hatırlarım.
Eve sanki uçarak geldim. Ağabeyime olanları anlatıp kendini, tanıyan zatın eşkalini verdim. Mahir İz Bey olduğunu öğrenince o yaşta bu iki muhterem zatla konuşmam beni yıllar yılı mutlu etmiştir.
Senelerdir güneş her gün doğuyor, gurubun binlercesini seyrettim ama seyretmediğim o gurubun zevkini ve güzelliğini hiçbirinde bulamadım.
Ol hikâyet bu kadar deyip üçüne de Allah’tan rahmet diliyorum.
.Eskiden öyle kütüphane müdürleri vardı ki, onların makam odaları aynı zamanda birer ilim ve edebiyat meclisi idi. Kalem ve kelam erbabı dediğimiz söz ve yazı üstadları bu meclislerde toplanıyorlar, tadına doyum olmayan sohbetler yapıyorlardı. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin eski müdürlerinden merhum Muzaffer Gökman, bu ilim ve irfan mahfillerinin müdavimlerini “kütüphane dervişleri” diye nitelendiriyor.
Kütüphanesini engin ilmiyle, zengin mahfuzatıyla, rengin sohbetiyle, son derece geniş kapsamlı kitabiyat bilgisiyle bir mektep haline getiren iki büyük hafız-ı kütüpten biri İsmail Saib Sencer, diğeri de Ali Emiri Efendi idi. Her ikisinin kütüphanesi de birer cazibe merkezi olduğu için kitap dostlarıyla, ilim âşıklarıyla, sohbet erbabıyla dolup taşıyordu. Eğer buralarda yapılan konuşmalar düzenli bir şekilde kaydedilip kitap haline getirilmiş olsaydı koca koca ciltler ortaya çıkardı. Ne yazık ki, bu pek yapılamadı.
Bendeniz yaş itibariyle bu iki büyük kütüphanecimize yetişemedim ama Ali Emiri Efendi’nin kurmuş olduğu “Millet Kütüphanesi”nde uzun yıllar müdürlük yapan merhum büyüğümüz Mehmet Serhan Tayşi’den feyiz alma imkanını elde ettim. Kim ne derse desin, Serhan Tayşi, Ali Emiri Efendi’nin tam bir hayrülhalefiydi ve kütüphane sohbetlerinin son temsilcilerinden biriydi. Tasavvuf neşvesiyle de renklendirdiği konuşmaları ilim irfan teşnegânını (susamışlarını) gaşyediyordu. Bu sohbetlerin kaydedilip kitap haline getirilmesi için fırsat kolluyordum ki, bir gün meşhur Çınaraltı’nda tanışma imkânı bulduğum Taha Kılınç, bana bu fırsatı verdi. Şimdilerde “Derin Tarih Dergisi”nin yönetmenliğini yapan, Yeni Şafak’ta köşe yazan ve genç yaşında birçok esere imza atan Taha Kılınç kardeşimizi Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde merhum Serhan Tayşi ağabeyimizle tanıştırmış olmam, “M. Serhan Tayşi – Ali Emiri’nin İzinde” isimli hatıra kitabının hazırlanması ve yayımlanması için yeterli oldu.
Aklıma gelmişken belirteyim. Mehmet Serhan Tayşi Bey, kendini dinleyen gençleri arada sırada şöyle ikaz ederdi. Büyük zatlarla bir araya geldiğiniz zaman sadece dinlemekle yetinmeyin, onlara çeşitli sorular yönelterek deşin, derdi. Bu türlü hatırlatmalara ben de defalarca şahit olmuşumdur.
Bu mukaddimeyi sözü birkaç gün önce gördüğüm bir rüyaya, ayrıca Süheyl Ünver ile Mükrimin Halil Hoca’ya getirmek için yaptım. İçinde bulunduğumuz Temmuz ayının beşinci Çarşamba gecesi bir rüya gördüm. Şöyle ki: Süheyl Ünver Hoca başta olmak üzere bir grup insanla, bilmediğim tanımadığım bir mekânda yürüyoruz. Nereye gittiğimizi kestiremiyorum ama herhalde camiye gidiyoruz, lakin benim abdestim yok diye içimden geçiriyorum. Abdest almak için gruptan ayrılıyorum. Süheyl Hoca da benimle birlikte hareket ediyor. Derken çeşit çeşit çiçeklerle dolu bir bahçede bir yere oturuyoruz.
Süheyl Ünver, merhum sohbete başlıyor. Ben bir ara, efendim, Prof. Mükrimin Halil Yınanç hakkında ne dersiniz diye kendisine bir soru yöneltiyorum. Dünyada iki büyük adam vardır. Birincisi Mükrimin Halil’dir, cevabını veriyor. Orada hazır bulunan ama kendilerini tanımadığım bir gruba, yahu ne meraksız adamlarsınız, niçin ikincisi kim diye hocaya sormuyorsunuz şeklinde sitem ediyorum ve Hoca’yı dinlemeyi sürdürüyorum. Yaşlılık haliyle yerinden kalkacağı sırada yardım etmek maksadıyla kucaklamak istiyordum ki rüya sona erdi.
Rüya bitiyor ama benim de Ord. Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver’in 3 Nisan 1967 tarihli “Hayat Tarih Mecmuası”nda “Mükrimin Halil Yınanç’tan İnciler” başlığıyla yayımladığı notlar aklıma geliyor. Defalarca okuduğum ve hakikaten söz incileri kabul edebileceğimiz bu notları ben de “Ayaklı Kütüphaneler” kitabıma almıştım.
İşte bu rüyanın etkisiyle “Ord. Prof. Mükrimin Halil Yınanç – Makaleler” adıyla Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanan hacimli kitabın sayfalarını çevirmeye başlıyorum ve “Mükrimin Halil Yınanç’tan Sözler: Derleyen: Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver” başlığıyla karşılaşıyorum.
“Takdim” başlığıyla yayımlanan bu yazının birkaç cümlelik özeti şöyle:
Süheyl Ünver Mükrimin Halil Hoca dostluğu 1919’da başlıyor. Ünver, Tıp Fakültesi’nin 4. sınıfındadır, Mükrimin Halil ise Edebiyat Fakültesi’ne devam etmektedir. Bunlar sık sık Millet Kütüphanesi’ne gidiyorlar ve birlikte ders çalışıyorlar. Fakat büyük kitabiyat bilgini Ali Emiri Efendi yüksek sesle konuşmaya başlayınca her ikisi de dersi mersi bırakıp pürdikkat bu ünlü kütüphanecimizi dinliyorlar. Süheyl Hoca, dinlediklerinin en önemlilerini “Kırkambar” isimli cep defterine kaydediyor.
Aradan yıllar geçiyor. Mükrimin Halil hocalık hayatına atılıyor. Üniversitede nadide kitapları inceliyor. Kütüphaneleri ikinci adres haline getiriyor. Bunlar 20 sene kadar da Türk Tarih Kurumu’nda birlikte görev yapıyorlar. 1954’ten 1957’ye kadar “Tarihi Mezarlıkları İmar Komisyonu”nda bulunuyorlar. Mükrimin Hoca, bu komisyona başkan seçiliyor. Ünlü tarihçimiz, Tıp Tarihi Enstitüsü’ne de uğruyor ve her gelişinde tarihi hakikatleri o güzel üslubuyla anlatmayı sürdürüyor. Süheyl Hoca, “Anlattıklarının doğru olduğuna kesinlikle inanıyorduk. Çünkü müthiş bir hafızaya sahipti, bir defa okuduğu aklında kalırdı” diyor. Ve Süheyl Ünver not tutma geleneğine Hoca’yı dinlerken de uyarak duyduklarının hepsini kayda geçiriyordu. İşte Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in “Mükrimin Halil Yınanç’tan İnciler” başlığıyla yayımladığı tarihi anekdotlar böylece ortaya çıkmış oluyor. Süheyl Ünver, aynı yazısında “Mükrimin Halil, sadece üniversitedeki talebelerinin hocası değil, o aynı zamanda kendisine soru yöneltenlerin de hocasıydı” diyerek ilgi çekici bir tesbitte bulunuyor. Merhumun hayatı boyunca yaptığı sohbetleri bir yana bırakalım, sadece Laleli’deki Acem’in Kahvesi’nde söyledikleri tespit edilip kitap haline getirilmiş olsaydı ortaya tam bir kültür hazinesi çıkardı.
Her biri ayrı bir tarihi gerçeği dile getiren 135 maddelik bu anekdotların hepsini nakledemeyeceğim. Sadece bir ikisini kaydetmekle yetineyim.
Mükrimin Hoca diyor ki:
Padişahların muhtelif yerleri arpalık namıyla çeşitli vezirlerine vermesi, verilen yeri imar ve ihya et demektir. Böylece zengin paşalar, bütün servetlerini harcayarak oraları birer mamure haline getiriyorlar. Mesela Gedik Ahmet Paşa’ya Afyon verildi. Hersek de Hersek Ahmet Paşa’ya… Kanuni de Gebze’yi Çoban Mustafa Paşa’ya verdi. Kadıköy ise, İstanbul’un ilk kadısı Hızır Çelebi’nin arpalığıdır.
Sultan Vahidüddin harika bir musıkişinastı. Çok ince ve hassas bir bestekârdı. Bu özelliğini İbnülemin de anlatmıştı. Hanedanlar içinde bizim Osmanlı hanedanı kadar kuvvetlisi ve kıymetlisi yoktur.
Eskiden camiden önce hamam yapılırdı. Çünkü amelenin, Allah’ın evi yapılırken yıkanması gerekiyordu. Dolayısıyla amele sabahleyin gelir, guslederdi. Akşamleyin dönüşte yine hamamda yıkanırlardı. İş başında gusüllü ve abdestli olması gerekiyordu.
Kuvvetimiz tarikatlerden kaynaklanıyor. Tarikatler bozulan, dağılan cemiyeti yeniden topluyorlar. Moğol istilası yıktı, tarikatler topladı.
Mezar taşı, içindekinin nâmı devam etsin diye değil, Fatiha okunmasına sebep olsun diye dikilir.
Bu incilerden bir gerdanlık yapmak istiyorsanız verdiğim kaynakları okumanız gerekiyor.
.
İslâm dünyasında kâğıda büyük bir önem verildiğini sadece yerli kaynaklardan değil, yabancı ilim adamlarının eserlerinden de öğreniyoruz. Mesela bunlardan biri olan ünlü İngiliz tarihçisi Wels, “Cihan Tarihi’nin Umûmi Hatları” isimli eserinin üçüncü cildinde şöyle diyor:
“Kâğıt, insan rûhuna hürriyet vermiştir. Şark’tan kâğıt ithal edilmesi, uzun zamandan beri devam eden basın ve yayım faaliyetlerine hız vermiştir.”
Araplar 751 yılında Çinli savaş esirlerini Semerkant’a yerleştirirler. Bir sanat icrâsı sûretiyle para kazanarak, hürriyetlerini satın alma imkânı kendilerine verilince kâğıt îmalinde ihtisas sahibi olan bu kölelerden bir kısmı, kâğıt fabrikasının inşaatında çalışırlar. Böylece Semerkant’ta canlı bir kâğıt endüstrisi gelişir. Keten ve pamuk elyafından zarif, beyaz kâğıtlar imâl edilir. Kâğıtlar buradan hareket etmek sûretiyle devleti istilâ ederler. Ve ilk zaferlerini devletin merkezi olan Bağdat’da kutlarlar. Yazı yazmasını bilmeyen Batı aradan asırlar geçtikten sonra ilk defa onu ithal etme, arkasından husûsi imâlâta geçme ihtiyacı duyunca kâğıt, Bağdat’da fikren yükselen uyanık İslâm medeniyetinin bir şeref sayfası olur.
Halife el- Mansur (754-755) bürolarda, akademi ve resmî dairelerde bilginlerin, musahhihlerle tüccarların fazlaca kullandıkları yeni kırtasiyenin devlet bütçesi yönünden ehemmiyetini derhal kavrar. Bu hammadde, kâğıtçılığı Mısır’dan yapılan ithalat ile sağlanan papirüsten kurtarabilecektir. Halife, resmî dairelerde artık papirüsün kullanılmasını yasaklar. Bundan sonra sadece ucuz kâğıda yazı yazılmasını emreder. Yeni kırtasiyenin büyük ehemmiyeti karşısında oğlu Harun Reşid’in hükümranlığı zamanında vezir Yahya bin Fadıl Bermekî, 794’de Bağdad’da ilk kâğıt fabrikasını kürar. Kâğıt endüstrisi kendi zafer alayını, Şam ve Trablus’taki kâğıt fabrikalarıyla, Suriye’den başlayarak Filistin ve Mısır üzerinden Batı’ya doğru Tunus, Fas ve İspanya’ya ulaştırır. Batı, nihayet kültürün en mühim yapı taşlarından birini, zihnî hayatın emsalsiz kirişi olan bu faydalı maddeyi, Sicilya ve Endülüs Araplarından öğrenir.
Alman asıllı hanım yazar Dr. Sigrid Hunke “Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi” isimli eserinde kâğıdın önemini ve serencâmını işte böyle anlatıyor.
Başta kitaplar olmak üzere, yazılı her türlü malzemenin esasını teşkil eden kâğıt, Doğu’da büyük bir itibar gördü. İslâm dünyasında kâğıda duyulan bu olağanüstü ilgi, onunla ilgili bir hayli menkıbenin de ortaya çıkmasına vesile oldu. İşte bir örnek: Büyük mezhep imamımız İmam-ı Âzam Ebû Hanife hazretleri – bilindiği üzere – Bağdad’da ikâmet ediyordu. Merhum Ali Rıza Sağman’ın kitaplarından birinde kaydedildiğine göre, bu büyük âlim geceleri yatarken ayaklarını Basra’ya doğru uzatmazmış. Şundan dolayı ki, o devirde bu şehirde kâğıt imâlâthânesi varmış.
Kâğıda, sadece selüloz kokusuyla mest olan bilginler değil, okur yazar olmayan ümmiler bile gerekli saygıyı gösteriyorlardı. Bu gelenek -kısmen olsa bile- günümüzde de devam ediyor. Gayet iyi hatırlıyorum, köyümüzün yaşlıları nerede bir kâğıt parçası görseler onu hemen ayak altından alıyorlar, katlayıp duvar deliklerinden birine yerleştiriyorlardı.
Esefle belirtelim ki, bugün birçok kalem sahibi, anlı şanlı yazarlar, hatta bazı kütüphaneciler bile böyle bir hassasiyete sahip değiller. Kitaplarını üst üste koyup da üzerine oturan çok kimse görmüşümdür. Kitabı bir yana bırakalım, boş kâğıt yığınlarına bile böyle bir saygısızlık gösterilmemelidir.
Kâğıda saygı göstermek yetmez, onu israf etmemek, ona zarar vermemek de hassasiyetin gereğidir. Kâğıt israfına verilecek örnekleri sıralayacak olursak bu yazı uzayıp gider, öyleyse iki misalle yetinelim. Gazetelerin çıplak kadın resimleriyle, dedikodu haberleriyle kirletilen magazin ekleri tam bir kâğıt israfıdır. Keza binbir zahmetle elde edilen kâğıtları “telifat” nâmındaki “telefat”a harcamak da bir başka “savurganlıktır” diyebiliriz.
Reşad Ekrem Koçu 12 Ekim 1950 tarihli Büyük Doğu’da “Sadece Kâğıt Zaviyesinden Dün ve Bugün” başlığıyla yayımladığı bir yazıda bu konuyu şöyle işliyor:
“Atalarımızın en güzel itiyatları: Bir kâğıt parçası gördüler mi, eğilip ayak altından alırlar, bir duvar kovuğuna sokarlardı.
Tefekkür ve bilgi hazinesinin kasaları kâğıttandır. Bir kırpıntısının bile büyük hürmete lâyık kıymeti vardır. Türk lügatinde ‘Helvacı Kâğıdı’, ‘Bakkal Kâğıdı’ kelimeleri vardır. Basılmış kitap, mecmûa ve gazetelerin okkaya verilip satılması, bu kâğıtlara çeşitli eşya ve erzak konulup sarılması fikir eserine hürmetsizliktir ve bugün imparatorluğun inhitat asrından kalmış kötü şeylerden biri olarak devam etmektedir. Gazete ve mecmua koleksiyonlarını, yeni ve eski birçok kitapları okkacılık mahvediyor. Ben, içinden türlü şeyler çıkardığım kese kâğıtlarının, nadide gazete nüshalarından, bugün bir takım yüksek paralarla bulunamayan kitaplardan yapılmış olduğuna rastlamışımdır. (Ben de bir Kur’ân sayfalarının kese kâğıdı hâline getirildiğini Kadıköy’deki bir sahafta görmüşümdür.)
Temiz ve asil hürmet ananelerini, bozgun devrinin perişanlığı ve felâketi içinde unutulan talihsiz bir neslin devam edegelen bu terbiye hatasını düzeltmek, Türkiye maarifi için birkaç senelik bir iştir. Sokakta, evde, hatta mektepte, hatta kitapçı dükkânında yazılı kâğıda hürmet eden bir neslin yetiştirilmesi lâzımdır.
Kâğıda hürmet edilen devirlerde, ecdadımız kullandıkları kâğıtlara ‘Sultânî’, ‘Âbâdî’, ‘İstanbul Tabağı’ ‘Eser-i Cedit’ gibi isimler vermişti. Bunlardan ilk üçü çok eskidir. On altıncı asırdan beri kullanılagelmiştir. On yedinci asır ortasında, Sultan İbrahim devrinde tanzim edilmiş bir narh defterinde isimlerine rastlıyoruz. Evliya Çelebi de İstanbul’un kâğıtçı esnafından şöyle bahsediyor:
Türkiye’de kâğıtçılığın ilk parlak inkişâfı, büyük vezir Nevşehirli İbrahim Paşa’nın devrinde olmuştu. Bir taraftan İbrahim Müteferrika’nın ilk Türk matbaası kurulurken, Yalakâbad (Yalova) kasabasında da bir kâğıthâne açılmıştı. Bu Kâğıthâne’nin hizmetinde bulunacak civar köyler halkı da bazı vergilerden muaf tutulmuşlardı. İbrahim Müteferrika’nın bastığı kitaplar hem baskı sanatı, hem kâğıt nefâseti bakımından asrının en üstün eserleridir.
‘Temiz kâğıdı’ gibi tertemiz bir terkip, karakollarımızla mahkemelerimizde iyi hal varakası ve beratnâme yerine hâlâ kullanılıyor. ‘Kâğıt gibi’ sözü de insan yüzünün dalgasız bir denize benzetilmesidir. Ve nihayet Kâğıthâne, İstanbul’un namlı bir mesiresidir. Halk ağzında biraz pelteleşmiş Kâhtâne olmuştur.
Sadece kâğıt zâviyesinden dün ile bugünü mukayese edecek olursanız ‘hiç’e benzeyen bir unsur üzerinde ‘hep’in farkını ve ruhunu anlarsınız.”
Dağlarda kar kalmadı
Gözlerde fer kalmadı
Daha yazacak idim
Kâğıtta yer kalmadı.
.
Ünlü ressamlarımızdan Elif Naci’nin “Anılardan Damlalar” isimli hatıratını bugünlerde ben de büyük bir ilgiyle okuyorum. Aynı zamanda Türk-İslâm Eserleri Müzesi’nin müdürlüğünü de yapan yazarımız adı geçen kitabında meşhur ressamlarımızın yanı sıra Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Cahit Sıtkı Tarancı, Peyami Safa, Özdemir Âsaf gibi edebiyatçılarımızla ilgili hatıralarını okuyucularıyla paylaşıyor.
Kitabının son kısmında ise, Fındıklı’daki Âdile Sultan Sarayı’nın nasıl yandığını yana yakıla anlatıyor. Bende en fazla alaka uyandıran bölümü işte bu yangınla ilgili kısım teşkil etti. Elif Naci, daha sonraki adı Güzel Sanatlar Akademisi olan bu tarihi binada çıkan yangın haberini Asmalımescid’deki bir eğlence yerinde arkadaşlarıyla demlenirken alıyor. Kapı birden açılıyor, Adalet Cimcoz, rüzgâr gibi içeri giriyor ve “Akademi yanıyor!” diye yüksek sesle bağırıyor. Bunlar alelacele Fındıklı’ya vardıklarında Âdile Sultan Sarayı’nın alevler içindeki korkunç manzarasıyla karşılaşıyorlar.
Bu dehşet verici sahneyi iç geçirerek dile getiren Elif Naci, sözlerini şöyle tamamlıyor:
“Boğaz’ın iyot kokulu rüzgârlarına karşı açılmış geniş pencerelerinden sanat ve tarih anıları taşan bu binaya her girişimde çoğu başları sarıklı Osmanlı mebuslarının ve Sultan Abdülmecid’in müezzinbaşısı dedem Hacı Salih Efendi’nin seslerini duyar gibi olurum. Annemin anlattığına göre, Âdile Sultan, kocası Mehmet Ali Paşa’yı ve kızı Hayriye Sultan’ı kaybettikten sonra bu saraya kapanmış. Yüzünü bile görmediğim annemin babasından Nakşibendi Tarikatı’nın ilahilerini dinleyip avunurmuş.”
Bu konuda epeyce araştırma yaptığım için biliyorum. Âdile Sultan bazen, ben bir padişah kızıyım, iki padişahın kardeşiyim, bir padişahın da halasıyım diye övünürmüş. Evet efendim, bu hanım sultanın babası İkinci Mahmud Han, kardeşleri Abdülmecid ve Abdülaziz, yeğeni ise Sultan İkinci Abdülhamid Han’dır. Sultan Abdülhamid, işte bu halasına gerekli saygıyı -hem de fazlasıyla- gösteriyormuş. Hatta saraya geldiği zaman olağanüstü bir merasimle karşılıyormuş. Kahvesini bile padişah kendi elleriyle takdim ediyormuş. Ayşe Osmanoğlu, “Babam Abdülhamid” isimli kitabında bu şaşaalı karşılama ve uğurlama merasimini bütün ayrıntılarıyla anlatıyor, daha ilk satırlarda Âdile Sultan’ın hayırsever, şair, ilim ve irfan sahibi dindar bir sultan olduğunu belirtiyor. Yine Ayşe Osmanoğlu’ndan öğrendiğimize göre, Âdile Sultan Yıldız Sarayı’na son gelişinde, parmağında taşıdığı gayet değerli bir lâ’l yüzüğü çıkararak Abdülhamid’in parmağına takıyor ve bunun, dedesi Birinci Abdülhamid’den babasına intikal ettiğini de ayrıca belirtiyor. Büyük bir memnuniyet duyan Sultan Abdülhamid Han, hemen kalkıp halasının elini öpüyor. Biliyor musunuz, bu son derece kıymetli yüzük padişah tahtından indirildiği sırada kayboluyor. Kim bilir belki de Yıldız Sarayı’nı yağmalayan çapulculardan birinin eline geçmiştir. Neyse…
Yukarıda kendisinden ve hâtıralarından bahsettiğimiz Elif Naci Bey, Âdile Sultan hakkında daha ayrıntılı bir makâle yayımlıyor ve ona duyduğu ilgiyi böylece dile getirmiş oluyor. Buna göre, Âdile Sultan da babası İkinci Mahmud gibi iyi bir şairdir. Topkapı Sarayı’nın kütüphanesinde altın yaldızlı, el yazması iki dîvanı bulunmaktadır.
Âdile Sultan annesi Zernigâr’ı küçük yaşta kaybetti. Babası vefat ettiği zaman ise henüz 13 yaşına basmamıştı. Babasından sonra Osmanlı tahtına oturan kendisinden dört yaş büyük ağabeyi Sultan Abdülmecid kız kardeşini çok seviyordu. Dolayısıyla onu himâyesine aldı ve hiçbir şeyden mahrum etmedi. Âdile Sultan 20 yaşını geçtiği bir sırada Tophane Müşiri Mehmet Ali Paşa ile evlendi. Sultan kocasına çok bağlıydı. Hayatta olduğu sürece onu hiç üzmedi. Hatta bazı çapkınlıklarına bile göz yumdu.
Bununla ilgili şöyle çarpıcı bir anekdotun kaynaklarda yer aldığını biliyoruz. Âdile Sultan yaratılış itibariyle mütevazı bir insandı. Âlâyişi, gösterişi pek sevmiyordu. Gideceği yerlere de daima kıyafetini değiştirmek suretiyle gidiyordu. Bir gün kira arabasıyla Hırka-i Şerîf ziyâretine giderken Atikali civarında abdestini tazelemek zorunda kalıyor. O semtte gözüne kestirdiği gösterişli bir konağın önünde arabasını durdurup kapıyı çalıyor. O zamanlar sahibinin bilinmediği bir eve böyle bir mazeretle misafir olmak ayıp sayılmayıp normal karşılanırmış. Konağın son derece süslü ve zevkle döşenmiş olduğunu, kendisine tutulan altın leğeni, ibrikle beraber sırmalı havluları ve ev sahibi hanımın şık kıyafetini görünce çok beğeniyor. İkram edilen kahve ve şerbet takımlarına hayran kalıyor.
Böyle bir manzara karşısında şaşkınlık yaşayan Âdile Sultan ev sahibi hanımın kim olduğunu soruyor. Ev sahibi hanım, biraz da işveli bir eda ile:
- Kaptan-ı Derya Mehmet Ali Paşa’nın zevcesiyim, demesin mi?
Böyle garip ve beklenmedik bir cevap karşısında âdeta şok geçiren Âdile Sultan ciddiyetini ve soğukkanlılığını korumasını biliyor. Gördüğü ilgiye teşekkür ederek konaktan ayrılıyor. O gece Saray’da kocasına en küçük bir serzenişte bulunmak şöyle dursun, aksine daha fazla iltifatta bulunuyor. Ve Âdile Sultan ölene kadar bu durumu kocası Mehmet Ali Paşa’ya söylemiyor. Daha bitmedi, Mehmet Ali Paşa, 24 yıllık bir evlilikten sonra 1868 yılının Temmuz’unda ölünce Âdile Sultan çok gözyaşı döküyor. Sultandan 14 yaş büyük olan Paşa, cömert, hayırsever ve fukarası çok bir insandı. Bu ölümün kendisini ne kadar harap ettiğini dîvanındaki mersiyede dile getiren Âdile Sultan şiirini şu mısralarla bitiriyor:
“Devlet ü dine sadâkatle ederdi hizmet
Emr-i Peygamberi icrâya kılardı gayret
Bir özü doğru sözü doğru muhibbi devlet
Öyle bir yâr için Âdile ağlar elbet
Bir Mehemmed Ali Paşa idi ol dünyâda
Vechini göstere Allah âna ukbâda”
Şâire Âdile Sultan’ın kültür dünyamıza yapmış olduğu önemli hizmetlerden biri de, Kânûnî Sultan Süleyman’ın “Muhibbî” mahlasıyla yazdığı şiirleri bir dîvan hâlinde toplayıp ilk defa bastırmış olmasıdır. Bendeki nüshanın başında “Dîvan-ı Muhibbî” hakkında eski harflerle şu not bulunuyor:
“Kânûnî Sultan Süleyman Aleyhirrahmeti velgufrân hazretlerinin dîvanı olup cennetmekân, firdevsi âşiyan, Gâzi Sultan Mahmûd Hân-ı Sânî hazretlerinin kerîme-i muhteremeleri devletlû, ismetlû Âdile Sultan, Aliyyetüşşan Hazretleri cânîbinden tab ve temsil edilmiştir.”
Âdile Sultan, Osmanlı hânedânı içinde dîvanı olan tek kadın şâirdir. Dîvanında Münacaat, Naat, Mersiye, Ashab-ı Kirama övgüler, Gazeller, babasının, eşinin, kızının ve kardeşlerinin ölümüyle ilgili şiirler, Fuzûlî ve Şeyh Gâlib’e nazireler bulunmaktadır. Hacı Fâik Bey’in bestelediği Hüzzam ilâhisinin güftesi şöyledir:
“Yüzün mir’at-i kibriyâdır yâ Resûlallah
Vücûdun mazhar-ı nûr-u Hüdâ’dır yâ Resûlallah
Kabul eyle onu, aşkından âzâd eyleme bir ân
Kapında Âdile kemter gedâdır yâ Resûlallah”
Âdile Sultan’ın kardeşi Abdülaziz’in intihar etmediğine, darbeci Hüseyin Avni Paşa tarafından katledildiğine işaret eden bir beyti de şöyledir:
“Nasıl yanmam ki, oldu olanlar Şâh-ı Devrân’a
Bilinmez oldu hâli kıydılar o zıll-i Yezdân’a
O gitti mülk-i ukbâya, firâkı geçdi tâ câna
Saraya velvele saldı, cihânı koydu efgâna
Cihân mâtem tutup ağlasın kan ağlasın Abdülaziz Hân’a
Meded Allah, mübârek cismi ki boyandı al kâna”
Böyle içli ve dervişâne şiirler yazan, hayır ve hasenâtının çokluğuyla tanınan, mütedeyyin bir hayat yaşayan, Nakşibendî Tarikatı’nın müntesibesi olan Âdile Sultan Ocak 1898 yılında bir bayram sabahı vefat etti. Vasiyeti üzerine, Eyüp Sultan hazretlerinin yakınındaki türbesine defnedildi.
Hayır eserlerinden bugün de istifade edilen Âdile Sultan’ın rûhu şâd olsun.
.
İstanbul’da Osmanlı padişahları tarafından yaptırılan tarihi camilere “Selatin camileri” denildiğini bu konularla az çok ilgilenenler muhakkak bilirler. Mimari özellikleriyle ve güzellikleriyle yüz yıllardan beri İstanbulumuzu süsleyen Fatih Camii işte bu selatin camilerinin ilkidir.
Bu sıfatı taşıyan İslam mabedlerinin hemen hemen hepsi külliye şeklinde inşa edilmiştir ki, sahasının genişliği ve etrafını kuşatan binaların sayı itibariyle çokluğunu da dikkate alırsak bu külliyelere şehir içinde şehirler diyebiliriz.
Medreseleriyle, kütüphaneleriyle, muvakkithaneleriyle, tabhaneleriyle, hamamlarıyla muhteşem bir manzara arzeden bu külliyeleri “sadakayı cariye” hadisinin canlı şahitleri sayabiliriz. Külliyenin ana binası tabii ki camidir ve bütün bu hayır eserlerinin tam orta yerinde bulunmaktadır. Şairane bir ifadeyle söylemek gerekirse selatin camii, o ihtişamlı görüntüsüyle etrafını kuşatan bu yapılar topluluğuna sanki sultanlığını ilan etmektedir.
Mademki Fatih Camisi’yle başladık, öyleyse bu muazzam külliye hakkında külli olmasa bile cüz’i biraz malumat verelim. Fatih Camii ve külliyesi, Hazreti Fatih’in İstanbul’a ilk muhteşem hediyesidir. Fetihten yaklaşık on yıl sonra inşa edilen bu külliye – özellikle Sahnı Seman medreseleriyle – öyle canlı bir hale geldi ki, bu bölgeye daha sonraki yıllarda “ulema semti” denildi. Kanuni Sultan Süleyman’ın bilahare yaptırdığı Süleymaniye Camii ve külliyesi de Fatih Camii ve külliyesiyle yaptığı yarışı kazanmış olmalı ki, o bölgeye de “ulema semti” unvanı verildi. Ama unutmayalım ki, Fatih külliyesi ilk olma özelliğini taşıdığı için birincilik onun hakkıdır.
Fatih Camii’nin haziresine gelince, kıble tarafından bulunan bu cennet bahçesi de burada medfun olan âlimlerinin çokluğuyla – bugün bile – İstanbul’un orta yerinin “ulema semti” olduğunu ilan ediyor.
Fatih Camii ve külliyesi hakkında daha ayrıntılı ve daha önemli bilgilere ulaşmak isteyen kardeşlerimiz bu konuda yayımlanan eserlere müracaat edebilirler. Ben burada adı geçen caminin maruz kaldığı çirkin ve vahşi bir saldırıyı anlatmak istiyorum. Bu tarihi mabedin uzun ve ilgi çeken hikâyesini -bazen gurur verici, iftihar ettirici özellikleriyle bazen de hüzün verici, öfkelendirici sahneleriyle- Reşat Ekrem Koçu, o meşhur fakat nâtamam ansiklopedisinde anlatıyor. Biz “İstanbul Ansiklopedisi”nin bu ilgili maddesini okuyunca Fatih’in vakfiyesini, ilk Fatih Camii’ni (bugünkü Fatih Camii Sultan Üçüncü Mustafa’nın eseridir), şadırvan avlusunu, taç kapısını, mihrabını, minberini, daha bir çok teferruatını bütün detaylarıyla öğrenmiş oluyoruz. Daha bitmedi, yine aynı sayfalardan Fatih Camii civarındaki mahallelerde çingenelerin oturmasının yasaklandığını, camide meydana gelen softa vak’asıyla birlikte Kadızadeliler olayını, Hüsrev Paşa hadisesini, musıki dersi konusunu, minareden düşen gencin hikâyesini de ayrıca öğrenmiş oluyoruz.
Merhum Tahirü’l Mevlevi de “İslam Yolu” isimli mecmuada, 1950’li yıllarda yayımladığı yazılarda İstanbul’un selatin camilerini de tanıtıyor. Bu meyanda Fatih Camii ve külliyesiyle ilgili hatıralara da yer veriyor. Hangi birisini nakledeyim, hem merhum Mehmet Akif’in bu camiyi konu alan o şaheser şiirini yayımlıyor, hem de yine aynı cami hakkında kendisinin yazdığı şiiri neşrediyor. “İçindeki Bir Saflık Cemaat Dolayısıyla” ve “Fatih Camii’ne Hitap” başlığını taşıyan bu şiirin tam bir mersiye olduğunu da bu vesileyle belirteyim.
Bütün bunlardan çıkan sonuç şu ki, değerli mimarlarımızın İstanbul camilerini tanıtırken verdikleri mimari bilgiler -önemli olmakla beraber- bu mabedleri tam olarak tanıma ve benimseme bakımından yeterli olmuyor. Bu İslam mabedlerini hayat hikâyeleriyle ve manevi özellikleriyle öğrenmek gerekiyor. Rahmetli Prof. Dr. Semavi Eyice, bu ihtiyacı duymuş olmalı ki, tarihi camilerin hikâyelerini “İstanbul” dergisinde bir dizi halinde yayımladı.
Şimdi gelelim Fatih Camisi’nin nasıl kurşunlandığına. Ben bu konudaki rivayetleri, İstanbul’a ilk geldiğim yıllarda bazı yaşlı başlı kimselerden duymuştum ama inanmakta zorlanmıştım. Fakat daha sonraları bu mevzudaki yazılı belgelere de rastlayınca tereddüdüm ortadan kalktı. İşte belge mahiyetindeki bu yazılardan birini de değerli tarihçilerimizden Süleyman Zeki Bağlan, 2008 yılında “Kültür” dergisinin 11. sayısında “Fatih Külliyesi ve Önemi” başlığıyla yayımladığı yazının bir yerinde şöyle dile getiriyor:
“31 Mart Vak’asında, Selanik’ten İstanbul’a gelen Hareket Ordusu, Fatih külliyesini kuşatmıştı. Bir hafta talebe dışarı çıkamadı. Camide üç gün namaz kılınamadı. Hareket Ordusu komutanlarından Selahaddin Âdil Paşa, cami avlusunda yapılan çarpışmaları hatıralarında anlatır. Hep bir ağızdan ‘Biz ne idik, ne olduk. Sâye-i hürriyette şeriattan kurtulduk’ sloganıyla etrafa ateş edilir. Şu anda caminin Akdeniz ciheti yüzünde yüz on tane Bulgar mermisi darbesi çok net olarak görülmektedir. Bu makaleyi yazanın dedesi Hafız Mehmet Rüşdü Efendi o günlerde orada talebedir. İki asker tarafından kovalanır. Yakalanırsa ‘mermiye yazıktır’ diye süngüyle öldürülecektir. Can korkusuyla kaçan genç molla çevreyi bildiğinden bir çeşmenin deposuna girerek kendini kurtarır.”
İlginç değil mi, bu cinayetin belgelerinden birine ben de, geçen gün eski dergilerden birinin sayfalarını çevirirken rastladım. Ocak 1970 tarihli “Tohum” dergisinde Latif Aşçı imzasıyla ve “Fatih’te Bir Çınar” başlığıyla neşredilen bir şiirde -bakınız- Fatih Camii’nin kurşunlara hedef olması nasıl anlatılıyor:
Kocaman bir târihi sinesinde saklayan
Fâtih’in başucunda fâtihalar okuyan
Gel ey çilekeş çınar, mâziyi bir eşelim
Açalım da tarihi şöyle bir dertleşelim.
Yaprakların dökülmüş mahzunsun neden böyle
Dertli misin ben gibi söyle çınarım söyle
Kana kana su içtin Fâtihlerin elinden
Bize selam getirdin Yavuz Sultan Selim’den
Altı yüz yıla doğru uyanan bir kökün var.
Söyle neden üzgünsün heybetle duran çınar?
Bu tuttuğun mâtem ne? Nedendir bu çektiğin?
Sana mı, bütün kahrı şu divâne feleğin
Dinle, öğren! Ne oldu otuz bir martta bana
Hassa denen bir ordu yürümüştü vatana
O gün benim dalıma gülmek yazılı haram
Kurşunların altında sızlıyor işte yaram
Şu mâbette beraber yaşıyoruz ölmedik
Otuz bir marta kadar kara günler görmedik
Mart ayının sabahı güneşler doğdu ammâ
Bütün gözler kapandı o günlerde İslâm’a
Mavzerlerle tüfekle yükseldi nâmert eller
Ateşlendi hep birden işte kurşundan seller
Kurşunların yarası daha hâlâ bellidir
Saymadım ama onu herhalde yüzellidir
Mâbede bir darbedir bu yapılan hareket
Kalktı artık yurdumdan kazanç ile bereket
O yaralar dururken ben güleyim öyle mi?
Bahar geldi diyerek unutayım mâtemi
Tâ o günlerden beri matem tutan çınarım
Duvardaki ateşle senelerdir yanarım!..
Hayretle, dehşetle ve ibretle öğreniyoruz ki, camileri kurşunlayan câniler de varmış. Allah şerlerinden muhafaza etsin
.
Bir insanın mizah yapabilmesi, latif latifeler söyleyebilmesi ve böylece taşı gediğine koyabilmesi için hem kültürel altyapıya, hem keskin bir zekâya sahip olması gerekiyor. Mizâhın izâhını tam yapabilmek için büyük âlimlerin hayat hikâyelerini, güçlü şâirlerin divanlarını ve diğer edebî eserleri ciddi ciddi gözden geçirmek
icap ediyor. Unutmayalım ki, mizah ciddi bir iştir.
Burada akla, mizahla ciddiyet bağdaşabilir mi diye bir soru gelebilir. Evet, zıt gibi görünen bu iki kelime aslında birbirinin tamamlayıcısıdır. Çünkü ciddiyet sözüyle kaliteli mizah, latif latife, hisseli kıssa kastedilmektedir. Mizahın gücü o kadar fazladır ki, bazen bir iki cümlelik latife koca bir kitaptan veya bir yığın sözden daha etkileyici olabilir. İlmî eserlerin sayfalarına serpiştirilen nükteler o ağır bahislerin daha kolay anlaşılmasını sağladığı gibi, sohbet meclislerine de renk ve âhenk katar. Yerinde ve zamanında söylenen mevzun sözler, gülümsetici ve tefekküre sevk edici cümleler kulakları ziynetlendirir. Bundan dolayı edebî türlerden biri kabul edilen mizah da mükeyyifattan sayılmaktadır. Tefekkür kadar tebessüme de ihtiyaç olduğu izahtan varestedir.
Türk edebiyatının ve şiir dünyamızın gözde isimlerinden Mehmed Âkif Ersoy’un da, büyük bir mizah kabiliyetine sahip olduğunu biliyoruz. Ciddi Âkif’imiz, lâubâlilikten hiç hoşlanmayan büyük şâirimiz aynı zamanda usta bir nüktedandır. Başta Safahat olmak üzere diğer bütün eserleri böyle zarafet örnekleriyle doludur. O, yazarken de, konuşurken de ibtizâle düşmeyen tam bir söz ustasıdır. Eskilerin ifadesiyle “meclis-âra” bir şahsiyettir. Nitekim aziz dostlarından biri olan Hasan Basri Çantay da bu özelliğini şu cümlelerle dile getiriyor:
O, ciddi bir mevzuya girmek istediği zaman ilk önce birkaç latife yapar, okuyucusunu neşelendirirdi. Bazen de karşısındakine melâl geleceğini hissedince, söz arasında yine neşelendirme yolunu seçerdi. Bu sayede bedîi zevki olmayan okuyucular bile Üstad’ın şiirlerini seve seve okurlar ve bitirmeden ellerinden bırakmazlardı.
Büyük şairimizin aziz dostları diyebileceğimiz Eşref Edip, Mithat Cemal, Süleyman Nazif, Ömer Ferid Kam, Mahir İz gibi kelâm ustaları da, birçok vesileyle onun ne büyük bir kültür hazinesine sahip olduğunu dile getiriyorlar.
Haydi, sözü uzatıp durma, birkaç örnek ver, dediğinizi duyar gibi oluyorum, “el-emrü fevkaledeb” diyerek emrinizi şöylece yerine getiriyorum.
Mithat Cemal Kuntay, “Ayda Bir” dergisinde yayımladığı bir yazıda şöyle diyor: Safahat şâiri Mehmed Âkif’in tiksindiği şeylerin başında cimrilik geliyordu. Bir arkadaşının kayınpederi çok cimriydi. Âkif, çok sevdiği bu arkadaşının kayınpederini çok cimri diye hiç sevmiyordu. Bu adam da Mehmed Âkif’e, kendisinden bir şey isteme ihtimali yok diye, çok sevgi duyuyordu.
Bir gün bu adam çok hastalandı. Lâkin parasına kıyamadığı için hekim getirtmiyordu. Nitekim damadı Mehmed Âkif’e geldi ve “Bizim kayınpeder galiba yolcu. Ölüm hâlinde bile hekim çağırmıyor. Sana çok saygı duyuyor. Eğer sen söylersen belki getirtir” dedi.
Mehmed Âkif, adamın yanına gidip, “Efendi hazretleri, bir hekim getirtseniz, iyi olur” dedi. Cimri herif, “Aman Âkif Beyefendi nasıl getirtebilirim” cevabıyla karşılık verdi. Mehmed Âkif, “Ne demek, nasıl getirtebilirim. Doğrusu bunu anlamadım” deyince adam şöyle anlattı:
“Âkif Beyefendi, hekim para ister!” Âkif, “İsterse verirsiniz” dedi. Adam, affetmeyen gözlerle Âkif’e bakıp, “Ne demek veririm? Ak akça, kara gün içindir” cevabını verdi. Âkif, adama daha fenâ gözlerle baktı ve: İşte o kara gün geldi, diye çıkıştı.
Merhum şâirimize atfedilen bir cimri fıkrası daha var ki, o da şöyle:
Âkif, Beylerbeyi Ziraat Mektebi’nde görev yaptığı sırada, aynı şubenin şefi olan ve eli sıkılığıyla tanınan zengin bir arkadaşının eşeğine -arada sırada- biniyor ve dostlarını ziyarete gidiyordu. Bir gün, bu adamın cimriliğini ihsas etmek için kendisine şöyle takıldı.
-Beyefendi! Eşeğiniz hep ağaç yaprakları yiyerek yaşamaya alışmış olmalı ki, arpayı gösterdiğimde tanıyamadı!
Âkif, sadece cimrilerden değil, kibirli insanlardan da hiç hoşlanmazdı. Gurur âbidesi diye nitelendirilecek kimselerle karşılaştığı zaman, bir yolunu bulup onlara gerekli cevabı verirdi. Ali Şevki Bey de işte böyle kendini beğenen, burnundan kıl aldırmayan tiplerden biriydi. Özellikle Avrupa’ya gidip geldikten sonra, gururundan, kibrinden yanına yaklaşılmaz olmuştu. Onun bu hali, tabii ki çevresindekileri çok rahatsız ediyordu. Âkif, bir gün, bir toplulukta kendisine şöyle hitap ederek gereken dersi verdi:
-Ali Şevki Bey, siz daha önceleri insanlara Fatih Camii’nin minaresinden bakıyordunuz. Avrupa’dan döndükten sonra ise, Eyfel Kulesi’nden bakmaya başladınız! Âkif’in bu sitemi, insanlara yüksekten bakanların, aslında nasıl alçaldıklarını göstermiyor mu?
Âkif’in mesleğiyle dalga geçmek isteyen bir adamı nasıl bozduğunu anlatmadan önce Tahirü’l- Mevlevî’den öğrendiğim kısa bir baytar fıkrasını nakledeyim.
Yenikapı Mevlevîhânesi’nde, “mukâbele” icra edildiği bir perşembe günü Salih Dede’nin hücresine Doktor Ârifî Bey gelmişti. Salih Dede, bu zatın doktor olduğunu öğrenince gidip önünde diz çöküyor.
-Ben hastayım, haydi bakalım, beni tedavi et, diye ricada bulunuyor. Doktor, neresinden şikâyetçi olduğunu soruyor. Salih Dede,
-Ben söyledikten sonra, senin doktorluğun kaç para eder? Onu, senin bulman gerekir, cevabını veriyor. Bunun üzerine doktor:
-Dede Efendi! Hastalığını söylemeyenleri baytarlar tedavi ediyorlar! Sen de onlardan birine müracaat et, karşılığını veriyor. Salih Dede bu cevabı aldıktan sonra, “Cevap aleyhime oldu ama iyi oldu” diyerek doktorun hazırcevaplığını takdir etmiş.
Salih Dede, Mevlevîhâne derken aklıma Konya Mevlevîhânesi geldi. Onu da istidrat kabilinden anlatayım. Devrin müstebit ve mütekebbir valilerinden biri, nasılsa bir gün yolunu Mevlânâ’nın türbesine düşürmüş. “Merd-i Kıptî şecaat arz ederken sirkatin söyler” fehvasınca, şu kadar yıl Konya’da valilik yaptım, buraya gelmeyi hiç düşünmedim! Postnişin Efendi, bu küstahça ifadeye şöyle karşılık vermiş:
-Beyefendi, bu dergâhı insanlar ziyaret ediyorlar!..
Yine asıl konumuza gelecek olursak, devrin züppelerinden biri, bir gün, bildiği halde bilmezlikten gelerek Âkif’e şu soruyu yöneltiyor:
-Beyefendi, sizin için baytar mektebinden mezun olmuş, diyorlar. Doğru mu?
Âkif verdiği şu cevapla adamı mat ediyor:
-Evet, doğrudur. Bir yerin mi ağrıyor?
Âkif’in can dostlarından biri de merhum Prof. Dr. Ömer Ferid Kâm idi. İstanbul Dârülfünûnu Şerh-i Mütûn Müderrisi, Âkif Bey Mısır’da iken ne hikmetse ona hiç mektup yazmaz. Bir süre sonra Âkif’in annesinin vefat ettiğini haber alınca kendisine bir baş sağlığı mektubu gönderir. Âkif, cevâbî mektubunda Ferid Bey’e şöyle sitem eder:
-Yâhu, senden ses seda çıkması için bizim evden cenaze çıkması mı gerekiyor.
Âkif, işte böyle hoşsohbet ve nüktedan bir büyüğümüzdü. Mekânı cennet olsun.
.
Bir önceki yazımın başlığı, “Merhum Tarihçimiz Ziya Nur ve Ayasofya Hasreti” idi. Tabii ki bu hasreti çeken sadece Ziya Nur Aksun değildi. Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu’ndan Refi Cevat Ulunay’a; Necip Fazıl Kısakürek’ten Osman Yüksel Serdengeçti’ye; Arif Nihat Asya’dan Ali Ulvi Kurucu’ya kadar daha birçok yazarımızın ve şairimizin Ayasofya hasretiyle, Ayasofya heyecanıyla, harika yazılar kaleme aldıklarını, duygulu şiirler terennüm ettiklerini biliyoruz. Bizim nesil bu yazıları okuyarak büyüdü. Böylece Ayasofya hasretimiz gitgide büyüdü.
Bu tarihi mabed, kurulduğu ilk günden zamanımıza kadar aktüalitesini hiç kaybetmeyen, ilgi odağı olmayı başarıyla sürdüren, yerli yabancı herkesi cezbeden bir ibadethane idi. Tam bir cazibe merkezi olan Ayasofya kiliseyken de, cami iken de ibadethane idi. Müze oluşu arızîliktir ve 86 yıllık bir fetret devri bittikten sonra bu arızîlik de sona ermiştir. Ayasofya bundan böyle asli ve ulvi kimliğine kavuşmanın mutluluğunu yaşamaya devam edecektir. Ayasofya’ya gösterilen büyük alakayı uzun uzun anlatmaya ne hacet, mabedin önünde ziyaretçilerin oluşturduğu hayli uzun kuyruğa, bir an önce içeriye girmek için sabırsızlanan insan seline bakmak yeterlidir. Oradan geçerken bu manzarayı görüp ben de aynı heyecanı duyuyorum.
Sadede gelecek olursak, Ayasofya hakkında en coşkulu heyecanı onu inşa eden Bizans krallarıyla beraber Osmanlı padişahları yaşadılar. Banisi olan ‘Jüstinyen’i önceki yazımda bir nebze de olsa anlattığım için Ayasofya’ya İslami kimliğini kazandıran Fatih Sultan Mehmet’le başlayayım ve değişik bir ifadede bulunayım, Fatih sadece Konstantıniyye’yi değil, şehir halkının gönülleriyle beraber Ayasofya’yı da fethetti. Bizans’ın en büyük ve en önemli kiliseleri olan Pantokrator Kilisesi ile Ayasofya Kilisesi, önce Allah’ın inayetiyle, sonra Fatih’in ve şanlı askerlerinin (fetih şühedasının) gayretiyle ele geçirilince İslam’ın nuru çan seslerini susturdu ve “Konstantıniyye” “İslambol” oldu.
Fatih şehre girer girmez ilk iş olarak Ayasofya’ya gitti ve iki rekât şükür namazı kıldı. Cuma namazına yetişmesi için gerekli hazırlığın yapılmasını emretti. Bu sırada, bir yeniçerinin avludaki mermerleri koparmaya başladığını görünce fena halde sinirlendi. Hünkâr, mermere sarılan o gafil elde sanatı, güzelliği hırpalamak isteyen bir pençe sezerek haşinleşti ve elindeki gürzle askere engel oldu. Bu olayı Hammer, Ducas’tan şöyle naklediyor:
“Nefer, gürzün şiddetinden çok Hünkâr’ın gazabından (gazab-ı şâhânesinden) yarı ölü hale geldi. Birkaç kişi kendisini kucaklayarak oradan uzaklaştırdı. İşte o heyecanlı hengâme, o mahşeri kargaşalık, o şuursuz karışıklık arasında İstanbul’u ayakta tutan ve şehirden tek bir taşın düşmesini imkânsız kılan bu gürz darbesidir!..”
Ayasofya’da en muhteşem manzara ilk cuma namazının kılındığı sırada ortaya çıktı. Ahmet Muhtar Paşa, “Feth-i Celil-i Konstantıniyye” isimli eserinde bu ihtişamı olanca renkli çizgileriyle ve nev’i şahsına münhasır üslubuyla anlatmaktadır. Buna göre mimarlar ve işçiler gece gündüz çalışarak Ayasofya Kilisesi’ni Ayasofya Camisi haline getirdiler. Padişah, kumandanları, mücahitleri ve gazileriyle alay halinde içeri girdi. İlahi gulguleler kubbelere doğru yükseliyordu. Hafızlar okumaya, müezzinler selalara ve ezanlara başladılar. Cemaat bir ağızdan tekbir alıyor, kubbede hoş yankılar meydana geliyordu. Akşemseddin hazretleri, saygıyla padişahın koltuğuna girip minbere çıkardı. Etrafa hidayet nurları saçan Peygamber kılıcı elinde parıl parıl parlıyordu. Hazreti Fatih, hutbeyi okuduktan sonra minberden inerek Akşemseddin hazretlerini imamlığa davet etti. Böylece yeni Müslüman olan Ayasofya’da ilk cuma namazı kılınmış oldu.
Fatih’in gazilerinden ve divan kâtibi aynı zamanda meşhur Osmanlı tarihçisi Tursun Bey, ünlü eserinde Fatih’in şehre girişini Efendimiz’in Miraç’ta cenneti seyredişine benzetiyor ve “Bihişt istersen eyâ sûfiyâ / Bihişt-i berîndir Ayasofya” diyor. Fatih, Bizans’ın bu kadim kilisesine üç gün içinde ilk minareyi de yaptırınca Ayasofya’nın cami haline gelmesi tescillenmiş oluyor.
Diğer Osmanlı padişahlarının da Ayasofya’yla ilgilerinden – birkaç cümleyle de olsa – bahsedeceğim için İstanbul Fatihi’nin Ayasofya muhabbetini ancak bu kadar anlatabildim. Ayrıntılı bilgi isteyenlerin fetih kitaplarını okumaları gerekiyor.
Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu İkinci Selim de, Ayasofya’ya hem iki minare yaptırdı, hem de mabedin etrafını sarmaşık gibi saran köhne yapıları yıktırarak çevresini tertemiz bir hale getirdi.
Ünlü tarihçi Selanikli Mustafa Efendi, Ayasofya’nın çevresini ve yapılan işlemi şöyle anlatıyor:
İstanbul’un fethinden sonra Sultan Selim’in zamanına kadar tam yüz otuz beş yıl geçmişti. Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi’nin etrafını parazit binalar sarmıştı. Ömrü bin yıldan fazla olduğundan yıkılma tehlikesi baş göstermişti. Allah’ın inayetiyle bizzat padişah vüzerasıyla, ulemasıyla, ileri gelen devlet adamlarıyla Ayasofya’ya gitti. Durumu görünce camiye bitişik olan evlerin hepsinin yıkılmasını, mülk iddiasında bulunanlar çıkarsa ellerine azıcık bir şeyin verilmesini emretti. Koca Mimar Sinan Ağa’ya hitap ederek: “Yerlerine sağlam payandalar yapıp güçlendir. Muradım cami-i şerifi ihya etmektir, dedi. Sinan Ağa’ya “hil’at-i fâhire” giydirildi ve tamire hemen o gün başlandı.
Rivayet bu ya, Mimar Sinan, caminin kıble tarafındaki dış duvarlara o kuvvetli payandaları dayayınca “Bizans’ın bu köhne mabedinin çok ihtiyarladığını görünce tökezleyip düşmesin diye eline baston verdim!” demiş.
Üçüncü Murat ile Birinci Mahmut’un da Ayasofya’ya bir takım ilavelerde bulunduklarını belirttikten sonra sözü Sultan Abdülmecid’e getirelim.
Ayasofya, bu padişah zamanında ciddi bir restorasyon geçirdi. Bu restorasyonu İsviçreli Mimar Fossati gerçekleştirdi. Ayasofya’nın tamir edilmesini çok isteyen Abdülmecid sık sık gelip giderek tamiratı kontrol altında bulundurdu. 2003 yılında Prof. Dr. Semavi Eyice ile bir röportaj yapmıştım. Merhum, konuşmasının bir yerinde sözü Abdülmecid’e getirip şunları söylemişti:
“Ben, İsviçre’de Fossati’nin arşivini tetkik ettim. Not defterinde Türkçe cümleler kullandığını gördüm. Mesela şöyle diyor: ‘Haşmetmeâb! Bugün mizaç-ı şerifleriniz nasıldır? Bre oğlan! Nirdesün? Çığıra çığıra sesim boğuldu!’
Bu tamir sırasında Abdülmecid, kapının üstündeki İmparator Konstantin ile İmparator Jüstinyanus’un resimlerine bakarak ‘Bunlar kim?’ diye soruyor. Ortada Hz. Meryem oturuyor. İki yanında da İstanbul’u takdim eden İmparator Konstantin, Ayasofya’yı takdim eden İmparator Jüstinyanus! O zaman padişah, ‘Bu kadar masrafla burayı tamir ettirdiğime göre keşke benim de resmim buraya konsaydı’ şeklinde bir cümle kullanıyor. Tabii böyle bir şey, o devirde imkânsız. Halifenin resminin mozaiklerin arasında bulunması mümkün değil. Fossati başka bir şey düşünüyor. Dökülmüş mozaik tanelerini toplatıyor. Yanındaki mozaik ustasına vererek Sultan Abdülmecid’in tuğrasını altın zemin üzerine işletiyor. O tuğranın eşi bende de var. Ben de bunu bir çayırda buldum. Yere atmışlar. Odunlar çürümesin diye üzerine de odunlar istif etmişler. Elli sene önce bir çayırda buldum.
Tabii bu tuğra kayıp. Eski müdürlerden biri bana Topkapı Sarayı’ndaki depoyu gezdiriyor. Bir depoya girince, teşhir edilmeyen kıyamet gibi eşyanın yığılmış olduğunu gördük. Yerde masa kadar yuvarlak bir taş ile karşılaştım. Arkasına baktım. Latin harfleriyle ve siyah boyayla yazılmış ‘Lanzoni’ diye bir imza gördüm. Yahu bu, Fossati’nin yanındaki adamlarından biri. Çevirin şunu, dedim. Baktık, o tuğra! Topkapı Sarayı’nın deposunda yerde duruyor.
Bunu niçin burada muhafaza ediyorsunuz, diye sordum. Götürün bunu, Ayasofya’ya yerleştirin. Ayasofya’yı 1840 yıllarında restore eden Fossati’nin yapmış olduğu Abdülmecid’in tuğrası. Zaten kendisi de orada bir hatırasının bulunmasını istiyordu. Hiç değilse oraya tuğrası konulsun, dedim. Her müdüre rica ettim. Fakat netice alamadım. Daha sonraki yıllarda eski öğrencilerimden biri müze müdürü oldu. Ona da söyledim. Öncekilerin yapmadığı bu işi o yaptı. O taş, şimdi Ayasofya’da! Girişte kapının sağ tarafında, duvara rekzedilmiş halde duruyor. Altında da şu yazı bulunuyor:
“1840 yıllarında Ayasofya’yı restore ettiren, Sultan Mecid’in Fossati tarafından yapılan tuğrası.”
Bu yazıyı şu cümleyle bitirelim.
Osmanlı padişahlarından sonra Ayasofya’ya en büyük iyiliği Sayın Recep Tayyip Erdoğan yaptı. Onu camiye çevirmekle ecdadın yolundan gittiğini fiilen de göstermiş oldu. Unutmayalım. Ayasofya Türk’ün Kızılelması’dır!...
.
Kütüphanemde Ayasofya hakkında dosyalar dolusu yazı bulunuyor. Birbirinden değerli bu makâleler tanzim ve tasnif edilmek sûretiyle kitap haline getirilse hacimli bir eser ortaya çıkar, hatta belki de birkaç cildi bulur. Uzun yılların mahsulü olan “Ayasofya yazıları”nı bir tarafa bırakınız, sırf tekrar camiye çevrilmesi dolayısıyla yapılan yayınlar bile bu ciltlerden birini teşkil eder.
Bugün bile bu minval üzere kaleme alınan makaleleri toplamaya devam ediyorum. Geçenlerde Belma Aksun Hanım’ın, “Bir Millet Mistiği Ziya Nur Aksun” adıyla ağabeyini konu alan kitabını ikinci bir defa gözden geçirirken merhum bilge tarihçimizin enfes bir Ayasofya yazısıyla karşılaştım. O kadar hoşuma gitti ki, bu tarihi mabede hizmet eden devlet adamlarını anlatmaya, kendisini defalarca ziyaret etme şerefine nail olduğum Ziya Nur’un bahsi geçen makalesiyle başlayacağım. “Fâtih Ahfâdının Fikir ve İmân Timsâli, Türk’ün Hükümranlık Sembolü Ayasofya” başlığını taşıyan bu makalede şunlar dile getiriliyor:
“18 Temmuz 1958.
Biliyorsunuz ki, Ayasofya Büyük Roma İmparatoru Jüstinyen zamanında insanüstü gayretler sarfıyla 6 senede tamamlanmış ve 537 Milâdi senesinde Mukaddes Peygamber’imizin velâdetlerinden 33 sene önce masallarda işitilebilen bir âyin-i rûhânî ile açılmıştı. Sadece mabedin ön tarafındaki sekiz sütunluk mahfel için Mısır’ın üç senelik vâridâtının (gelirlerinin) sarfedildiği söylenir.
Jüstinyen o zamanki Patrik Menas tarafından mabedin kapısında karşılanmış, imparator mahfeline çıkıp mabedin güzelliğini görünce hayâllerinin ve cihanşümul arzularının yerine geldiğini görerek heyecanla bağırmıştı: ‘Ey Süleyman! Seni de geçtim…’ O zamana kadar tarihler en büyük mabedin Süleyman Aleyhisselâm tarafından yaptırıldığını haber veriyorlardı. Hâlbuki Ayasofya bu mabedden çok daha şaşaalı idi.
Mabed, Hıristiyan teolojisinde müşahhas bir mahiyeti olan ilâhi hikmete, Sofya’ya izafe edildi.
Zelzeleler geçirdi. Tahripler ve tamirler gördü. Lâtin istilâsı, Ayasofya’daki meşhur gümüş parmaklıklara, altın haça, iki çeki ağırlığındaki altın yapraklı İncil’e ve diğer eşyalara mal oldu. Halen Lâtin haraçgüzârlarının (haraç verenlerinin) şefi Enrico Dandolo’nun mezarı oradadır. Lahdinin içindeki zırhları ve silahları, Fatih tarafından resmini yapan Bellini’ye verilmiştir.
1 Haziran 1453’te i’lây-ı kelimetullah için 53 gün bilâ fasıla (ara vermeden) muharebe eden Ekmelü’r-Resûl ve Efdalü’n-Nebî’nin müjdesine nail olan kavuklu Türk ordusu şehr-i şehire (meşhur şehir Kostantıniyye’ye) girmişti.
Rum ikliminin sultanı, karaların ve denizlerin kahramanı ve hâkimi, İslâm’ın hizmetkârı Gâzi Ebü’l-Feth Mehemmed Han, İlâhi Hikmet’in (Sofia’nın) mâbedinde ilk namazı kendisi kıldırarak Bizans İmparatorluğu’na maddeten ve manen malik ve hâkim olduğunu gösterdi. Artık İstinpolis’in ‘Megalas Ekklesias’ı, Bizans’ın büyük, İslâmbol’un Ayasofya Camisi olmuştu.
Fatih cenubi şarkideki (güney doğudaki) tuğla minareyi inşa ettirdi ve Roma İmparatorluğu’nun manevi sembolünü Tevhidin alemiyle ihtida ettirdi.
Ayasofya 1453’ten 1934’e kadar tam 479 sene Müslümanların derdiyle ağladı. Sevarlarındaki Mısır’ın, Numibya’nın, Yunanistan ve Anadolu’nun en güzel ve renkli mermerleri İslâm imânının salâh ve kurtuluşa çağıran mukaddes sedasını aksettirdiler. Diana mabedinin kırmızı porfir direkleri; Roma, Delf, Baalbek mabedlerinin altın değerindeki taşları ve sütunları Müslümanların tehlil ve tekbir seslerinin, ilâhi ve sermedî heyecanlarının mâkesi (yansıma yerleri) oldular. Ayasofya tam 479 sene Allahüekber sedâlarıyla doldu. Asil heyecanların, rûhanî titreyişlerin, dini hislerin penahı (sığınağı) ve makarrı (meskeni) oldu. Jüstinyen’in mabedi artık maddeten ve taşlarındaki zerreleriyle de kelime-i tevhidi haykırıyordu.
Ayasofya Türk’ün mânâsı ve Anadolu’nun ruh muhtevasının remzi idi. Rumeli Hisarı restore edildi. Ayasofya mânevi bir restore beklemektedir. (Elhamdülillah, bu mânevi restore artık gerçekleşti.) Ayasofya’da tarihi incelemeler artık bitmiştir. Onun cami olarak açılması Türk’ün hâkimiyet ve hükümranlık alâmetidir. (Şükürler olsun ki, Ayasofya bugün Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın himmetiyle yeniden cami olarak açıldı. Artık Türk’ün bahtı da açılıyor.)
Ayasofya zelzelelere dayandı. Ayasofya tahriplere dayandı. Ayasofya zamanın ve tarihin tozlarına ve ağırlığına da dayandı. Hâlen mânevi ihmalimize de dayanıyor. (Ne mutlu ki, bu ihmal bir imhaldi. Bir müddet sonraya bırakmaktı. 86 yıl sonra o da miadını doldurdu ve Ayasofya aslî kimliğine kavuştu.)
Ey mukaddes mabedlerin etrafındaki kara ve kesif binaları yerle bir edip camilerimizi bütün asâlet ve necabetiyle nazarlarıma açan eller! Ayasofya Camii’ni de cemaatine açacaksın. Bunu bekliyoruz ve ümit ediyoruz. (Müjdeler olsun ki, bu bekleme süresi artık sona erdi ve Ayasofya Camii cemaatine kavuştu. Vuslâtımız mübarek olsun.)
Ey bilge tarihçimiz Ziya Nur, yıllar önce Ayasofya hasretini dile getiren böyle enfes bir yazı kaleme aldığın için senin de kabrin ziya ve nur ile dolsun!
Büyük Kostantin ve II. Teodosios tarafından ahşap olarak yapılan ve korkunç yangınlar geçiren ilk Ayasofyaları bir yana bırakacak olursak, bugünkü Ayasofya’nın bânisi, Bizans tarihinde kendisinden sitayişle söz edilen işte bu Jüstinyen’dir. Ayasofya ile ilgili kaynaklarda gerek bu tarihi mabed, gerekse Jüstinyen hakkında ayrıntılı bilgilere rastlıyoruz. Hepsini anlatmaya sütunum müsait değil ama ilgimi çektiği için şu rakamları nakletmek istiyorum.
Ayasofya’nın açılışı için yapılan merasim dolayısıyla 1.000 öküz, 6.000 koyun, 6.00 geyik, 10.000 tavuk ve 10.000 bin horoz kurban edildi. Bundan başka fakirlere ve kimsesizlere üç saat içinde 30.000 kile buğday dağıtıldı.
Bu yazının asıl konusu Ayasofya’ya hizmet eden devlet başkanları olduğu için -tabii ki- önce Jüstinyen’le başlamamız gerekiyordu. Gelecek yazımda da -inşallah- bu tarihi mabede, başta Fatih Sultan Mehmed olmak üzere diğer bütün Osmanlı padişahlarının nasıl ilgi gösterdiklerini anlatmaya çalışacağım. Son olarak şu bilgiyi de vermek istiyorum.
Fatih Sultan Mehmed, henüz Edirne valisi iken İstanbul’da meydana gelen depremde Ayasofya’nın kuzey bölümü bir tarafa meyletmiş ve yıkılma tehlikesi baş göstermişti. Bu durum Hıristiyan halkı korkuttu. Şehzade Mehmed, o sırada hayatta olan Mimar Ali Neccar’ı büyük bir dostluk eseri olarak, Ayasofya’yı tamir ettirmesi için Bizans hükümdarına gönderdi. Bursa’daki ve Edirne’deki büyük camilerin mimarı olan bu usta, dört büyük payanda ile mabedi yıkılmaktan kurtardı. Mimar, Ayasofya’nın özellikle, Sarıkçı dükkânları olan bölümdeki dayanak duvarlarının içine iki yüz basamaklı bir merdiven yapmıştı. İşin sonunda imparator ona bu merdivenleri ne amaçla yaptığını sorduğu zaman, gerektiğinde kurşunluğa çıkmak için, karşılığını verdi. Bunun üzerine İmparator Ali Neccar’ı hediyelere boğdu. Edirne’ye dönüşünde Sultan Mehmed’e:
-Ey sultanım! Dört büyük payanda ile Ayasofya’nın kubbesini kurtardım. Tamir görevi bana kısmet oldu, onu fethetmek görevi de size düşüyor. Hatta yapacağım minarenin temelini de hazırladım ve üzerinde ilk namazı da ben kıldım, dedi.
.
Evvelâ Bizans İmparatorluğu’nun son zamanlarındaki İstanbul’un durumunu gözden geçirelim:
Şehri çeviren Anadolu ve Rumeli sahilleri tamamen Türklerin eline geçmişti. Diğer taraftan, Galata, Cenevizlilerin elinde bulunuyordu. Bu durum, büyük bir mübadele merkezi olan şehrin iktisadî ehemmiyetini kaybetmesine sebep olmuştu. Sadece Akdeniz ve Karadeniz arasında çalışan gemilerin uğrak yeri halindeydi. Bu vaziyet karşısında İstanbul küçülmüştü. Şehrin nüfusu 100 ile 150 bin arasındaydı. Nüfusun daha az olması ihtimali kabul edilse, Bizans eserlerinin bakımsızlıktan kendi kendine yıkılması icap ederdi. Halbuki bize intikal eden eserler yıkık değildi. Bunlar arasında dört saray vardı. Birincisi Sultanahmet’te bulunan Mukaddes Saray’dı. Küçük bir şehir kadar büyük olan bu sarayda, yangın sebebiyle, oturulmuyordu. İkincisi, Beyazıt meydanında bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu yerdeki Saray’dı. Üçüncüsü, Valakerna Sarayı ki bizim dilimizde Ayvansaray olmuştur. Dördüncüsü ise, Edirnekapı ile Eğrikapı arasında bulunan Tekfur Sarayı’dır. Makedonya sülâlesi tarafından yaptırılan bu saray sur kenarında bulunması sebebiyle, fetih esnasında, harap olmuştur. En büyük kiliseleri Ayasofya idi. Şehrin sokakları dardı ve evler kerpiçten yapılmıştı.
Fatih Sultan Muhammed Han elli üç gün süren muhasaradan sonra İstanbul’u almıştı. Türkler Hıristiyanlardan aldıkları bütün memleketlerde eski İslâmların geleneklerine göre hareket ederdi. Eğer şehir harp ile alınmışsa o şehrin Katedrali camiye tahvil edilirdi. Sulhen alınan şehirlerde İslâmlarla Hıristiyanlar aralarında anlaşırlar, kiliselerin bazılarını camiye tahvil ederlerdi. Çünkü İslâm dinine nazaran Allah ibadetine tahsis edilen bir mabedi harap etmek veya başka bir işde kullanmak en büyük günahtı. Binaenaleyh, Allah evi yine Allah evi olarak kullanılırdı. Bu geleneğe dayanarak Türkler başta Ayasofya olmak üzere birçok kiliseleri camiye tahvil etmişlerdi. Küçük Ayasofya Camii, Kariye Camii, Fethiye Camii, Gül Camii, Aksaray Kilise Camii, Zeyrek’de iki Kilise Camii, Vefa’daki Kilise Camii, Atatürk Bulvarı’ndaki cami ve Şehzadebaşı’ndaki Kilise Camii bunlar arasındaydı.
İstanbul’u zapt eden büyük cihangir Fatih Sultan Muhammed Han Beyazıt meydanında bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu yerdeki sarayı kendisine mesken olarak seçmişti. Bütün saraylar gibi bunun da etrafı küçük bir surla çevrilmiş bulunuyordu. Bilâhare Uzun Hasan’ın oğlu Mehmet Han, babası ile bozuşarak Fatih Sultan Muhammed Han’a iltica etmiş ve ona damat olmuştu. Bu zat, büyük bir şehrin ortasında etrafı iyi tahkim edilmemiş bir sarayda padişahların oturmalarını doğru bulmadığını, söyledi. İfadesine göre, herhangi bir isyan vukuunda sarayın zabtedilmesi ihtimali mevcuttu. Bu itibarla başka bir yerde, kalın surlarla çevrili, bir saray inşa ettirmesini Fatih Sultan Muhammed’e tavsiye etmişti.
Damadı ile birlikte İstanbul’un etrafını gezen Fatih Sultan Muhammed, eski Akropol’ün yani eski Bizantiyum Kasabası’nın bulunduğu tepeyi beğenmişti. Beğenmiş olduğu bu tepenin etrafına yüksek kuleli ve mazgallı muhteşem bir sur inşa ettirdi. Bu surun içerisine de Çinili Köşk denilen bir saray inşa ettirdi. Bu sarayın inşaasından sonra Beyazıt’taki saraya Eski Saray adı verilmişti. Bundan böyle de bu Eski Saray, ölen padişahların hanımları ile kız kardeşlerine ve ölen şehzadelerin ailelerine tahsis edilmişti.
Fatih Sultan Muhammed Han, şehri Türklerle iskân etmek ve dolayısıyla İstanbul’u bir İslâm beldesi yapmak istiyordu. Bunun için her taraftan ahali nakledildi. İstanbul’un ilk ahalisini Bursa, Bolu ve Balıkesir mıntıkasından gelen halk teşkil etmiştir. Bursa ve Bursa havalisinin asil ve büyük aileleri evlerini İstanbul’a nakle başlamışlardı. Gelenler arasında Veliyüddin Zâdeler, Fenârî Zâdeler ve Candarlı Zâdeler başta bulunuyordu. Dünyanın en mes’ut insanları sayılması lâzım gelen, elli üç günlük İstanbul muhasarasını seyreden Üsküdar Türkleri’nin mühim bir kısmı da İstanbul’a geçmişlerdi. Bundan sonra Anadolu’nun muhtelif yerlerinden İstanbul’a halk gelmeye başlamıştı. Bunlar iskân edildikleri yerlere ekseriya geldikleri yerlerin isimlerini vermişlerdir. Cide’den gelenler Cide Mahallesi’ni, Konya Çarşambası’ndan gelenler Çarşamba semtini, Karaman’dan gelenler Karaman Mahallesi’ni ve Aksaray’dan gelenler de Aksaray semtini meydana getirmişlerdir. Keza, Antalya, Akseki, Elmalı ve Manavgat tarafından da ahali gelmişti. Bunlar esnaflık ve daha ziyâde meyvacılık yaparlardı. Meyvacıların en mühimleri Manavgatlı oldukları için bunlara Manav denmiştir.
İstanbul’da ilk imar edilen semt, Fatih semtidir. Sebebi de Fatih Sultan Muhammed Han’ın kendi camiini orada yaptırmış olmasıdır. Eskiden beri İstanbul Patrikleri’nin ikametgâhı olan Havariyun Kilisesi, fetihten sonra, camiye tahvil edilmişti. Fatih Sultan Muhammed bu camiyi yıktırıp yerine kendi camiini inşa ettirmiştir. Bu cami yapıldıktan sonra etrafını medrese, han, hamam ve çarşı ile süslediler. İstanbul’a gelen müslümanlar da bu camiin etrafına yavaş yavaş yerleşmeye başladılar. Medresesi, hanı, hamamı ve çarşısı halkın ihtiyaçlarını karşılamağa kâfi geliyordu. Bu şekilde Müslüman Fatih semti doğmuş ve gelişmeye başlamıştı. Daha sonra Fatih Sultan Muhammed Han camiye tahvil edilen Ayasofya’nın yanında bir medrese inşa ettirmiştir. Bu medrese aklî ilimlere, bilhassa Riyaziyat tedrisine, tahsis edilmişti.
İmar politikasını ciddi bir şekilde ele alan Fatih Sultan Muhammed Han, Aksaray’ın daha alt kısmında Yeniçeri kışlaları inşa ettirdi. Şehrin diğer kısımlarını da imar etmek için boş mıntıkaları vezirlerine tahsis etti. İstanbul’un imarında büyük hisseleri bulunan bu vezirler kendilerine tahsis edilen yerlerde faaliyete geçmişlerdir. Bunlardan Mahmut Paşa kendisine verilen semtte hayratını yani camisini, medresesini ve hamamını inşa ettirmişti. Bu yapılanlara varidât temin etmek için de Mahmut Paşa çarşısını yaptırıp, vakfetmişti. Gedik Ahmet Paşa kendi adını taşıyan semtte imaratını husule getirdi. Nişancı Paşa, bugünkü Nişancı semtinde bir cami yaptırdı. Vezir Rum Mehmet Paşa, Üsküdar’da bir medrese ve imaret inşa ettirdi. Diğer uleması da aynı şekilde cami ve medreseler yaptırarak kendi adlarına mahalleler ve semtler meydana getirdiler. Molla Zeyrek, Hızır Çelebi ve Molla Gürânî semtleri bu şekilde meydana gelmiştir. Bu meyanda Hazreti Halid Ebu Eyyub el-Ensarî’nin mezarı bulunmuş ve Eyyüb’deki türbesi inşa ettirilmiştir.
Görülüyor ki, İstanbul’un büyük ve mühim semtlerinden olan Mahmutpaşa, Gedikpaşa, Molla Güranî ve Zeyrek gibi yerler o zamanın paşaları ve uleması tarafından kurulmuştur. Buralar zaman geçtikçe genişlemiş ve bugünkü duruma gelmiştir. Mahmutpaşa gibi İstanbul’un ticarî hayatında mühim bir yer işgal eden çok hareketli bir semt Fatih Sultan Muhammed devrinin hediyesidir.
Meydana gelen bu semtleri birbirine bağlayan yollar umumiyetle dardı. Anadolu şehirlerinin sokaklarına benzeyen bu yollar düz olmayıp kavisliydi. Soğuk rüzgârlardan müteessir olmamak için bu şekilde yapılması muvafık görülmüştü. İstanbul’un üç ana yolu vardı. Bunlardan birisi merasim caddesi olarak kullanılan Edirnekapı yoluyla, Topkapı Sarayı’ndan başlar, Sultanahmet, Divanyolu, Beyazıt, Şehzadebaşı, Fatih ve oradan da Edirnekapı’ya giderdi. Bizans İmparatorluğu’nun merasim caddesi bu değildi. Onlar merasim caddesi olarak Yedikule yolunu kullanmışlardı. Cadde Yedikule’deki Altın Kapı’dan başlar Aksaray’a gelir, Aksaray’dan Takı Zafer’in altından Beyazıt’a ve oradan da Sultanahmet’e giderdi. Yukarıda belirtildiği gibi, Türkler bu caddeyi kullanmamışlar, Altın Kapı’nın yanında Yedikule nâmıyla bir kapı yaptırmışlardı. İstanbul’un ikinci ana yolu da Topkapı yoluydu ki, aşağı yukarı bugünkü yolun geçtiği yerdir. Fakat bu yol az kullanılırdı. Üçüncü yol, Edirnekapı, Sultan Selim, Fatih yoluydu. Keza bu yol da diğer yol gibi çok az kullanılmaktaydı.
İstanbul’un Hıristiyan ahalisine gelince… Onlar tam bir serbesti içerisinde ticarî sahada çalışmaktaydılar. Ortodokslar, Patriklerinin oturmaları için, bir yer tahsisi hususunda Fatih Sultan Muhammed’e ricada bulundular. Sultan, Ortodoks Patriği’nin Fethiye Camii’nde oturmasına izin vermişti. 136 sene burada kalan patrikhane Üçüncü Murad zamanında Fener’de bugünkü yerine nakledilmiştir.
Sultan İkinci Beyazıt zamanında İstanbul’da büyük bir zelzele olmuştu. Birçok binalar yıkılmış ve çatlamıştı. Yıkılan binaların altında kalarak ölen insanlar çoktu. Bu zamana kadar İstanbul’da ahşap evlerin inşaasına müsaade edilmemişti. Zelzelelerden daha az hasar görmek gayesiyle ahşap evlerin yapılmasına izin verildi. Bu zelzeleden yıkılan ve harap olan camiler, medreseler, hamamlar ve bilumum binalar tamir edilmişti. İkinci Beyazıt zamanında da şehirde büyük imar hareketleri olmuştur. Padişahın belli başlı en büyük eseri Beyazıt Camii, hamamı, medresesi, kütüphanesi ve imaretidir.
İçinde bulunduğumuz 2023 yılı Mayıs’ının İstanbul’un fethinin 570. yıldönümü olduğunu Yeni Şafak’ta yayımlanan iki yazımla değerli okuyucularıma hatırlatmıştım. Ayrıca Fatih’in türbesinin 25 yıl kapalı tutulduktan sonra 1950’de nasıl hürriyetine kavuştuğunu konu alan uzunca bir makaleyi de -resimlerle takviye etmek sûretiyle- Derin Tarih’te neşretmiştim. Bu yazımda da yine Hazreti Fatih’ten ve türbesiyle ilgili ibret verici tablolardan söz etmek istiyorum.
Geçen salı günü sık sık gittiğim Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Külliyesi’ne bir kere daha uğradım ve İstanbul Fetih Cemiyeti’nin değerli mensuplarıyla sohbet etme imkânını buldum. Fırsattan istifade, içinde bulunduğumuz mayıs ayının 570. fetih yıldönümü olduğunu hatırlattım ve ne gibi hazırlıklar yapıldığını sordum. Sohbet esnasında bir ara türbeden de söz edilince Mimar Aydın Yüksel Bey, merhum Ekrem Hakkı Ayverdi’den bir nakilde bulundu. Meşhur ve mağfur mimarımızın, Fatih’in türbesinin açılıp naaşına ulaşıldığını kabul etmediğini, böyle bir şeyin Hazreti Fatih’e karşı saygısızlık ve hürmetsizlik olacağını söylediğini nakletti. Doğrudur. Ekrem Hakkı Bey’in ne büyük bir dini hassâsiyete ve tarih şuuruna sahip olduğunu, kendisini tanıyan herkes bilir.
Ama şurası da bir gerçektir ki, bazı zaruretler, böyle büyük insanların mezarlarının açılmasını, nakl-i kubur yapılmasını ve daha başka sebepler dolayısıyla bu yola gidilmesini zorunlu hale getiriyor. Bunu ben de az çok bildiğim için, Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında görülen bir rüyâ üzerine türbenin padişah emriyle açıldığını, naaşının sandukanın altında değil de, caminin mihrabının altında bulunduğunu ve daha bir takım ayrıntıları -biraz da yanlış yapma korkusu duyarak- anlatmaya çalıştım. Konuyla ilgili bilgilerin, Reşat Ekrem Koçu’nun “Osmanlı Padişahları” isimli kitabında ve “Fatih” adındaki eserinde bulunduğunu da ayrıca ilâve ettim.
Tevafuk bu ya… Ertesi gün, eski bir derginin sayfalarını çevirirken, Reşat Ekrem Koçu’nun aynı konuyu işleyen bir yazısıyla karşılaştım. Resimli Tarih Mecmuası’nın Mart 1950 tarihli sayısında “Gayet Mühim Bir Sırrı İfşa Ediyoruz” başlığıyla yayımlanan ilgi çekici bu makaleyi -öyleyse- ben de sizinle paylaşayım.
İstanbul Ansiklopedisi ve daha birçok tarihi eserin müellifi olan Koçu şöyle diyor:
“Herkesin büyük şair bildiği Yahya Kemal’i, ben ayrıca, Türkiye tarihi üzerinde hurda teferruata kadar varan derin bilgisiyle de tanırım. Hayli zaman oluyor, bir gün kendileriyle -nâçiz şahsıma sevgisiyle övünürüm- baş başa sohbet ederken mevzû Fatih Sultan Mehmet’ten açıldı. Üstad, çok zaman evvel dinlediği bir fıkranın tarafımdan tahkik ve tetkikini istedi. O zamandan beri buna imkân elvermedi. İstanbul’un beş yüzüncü fetih yılı yaklaşırken Resimli Tarih Mecmuası’nın aziz okuyucularına bu fevkalâde şâyân-ı dikkat fıkrayı nakledeyim, dedim.
İkinci Abdülhamid devrinde bir yıl, Fatih civarından geçen ana suyolları patlamış, semtin geniş bir kısmında evlerin bodrumlarını su basmış. Semt halkından birkaç kişi de, rüyâlarında büyük şehrin fâtihini görmüşler. Sultan Mehmed, ‘Boğuluyorum, beni kurtarın!’ demiş. Rüyâlar kahvehane sohbetlerine düşmüş. Hafiyeler de saraya jurnal vermişler. Padişahın vehmi ve telâşı malûm. Büyük ceddinin kabrini gizlice açtırmaya karar vermiş. Bu işi de mahrem olarak Fatih İtfâiye Kumandanı Mehmet Paşa’ya havâle etmiş. Mehmet Paşa, gördüklerini hiçbir yerde söylemeyeceklerine yemin ettirdiği ve yeminlerine güvendiği kimselerle işe başlamış. Türbede sanduka kaldırılmış, kabir kazılmış. Fakat üç metreden fazla derinliğe inildiği halde Fatih Sultan Mehmed’e ait hiçbir iz bulunamamış. Nihayet karşılarına bir demir kapak çıkmış. Kapak kaldırılınca bir taş merdiven görmüşler.
Aşağı inmişler. Gayet büyük bir mahzenin ortasında büyük bir mermer, mermerin üstünde de Fatih’in tabutu duruyormuş. Tabut açılmış, cihangir hükümdarın mumyalanmış cesedini görmüşler. Yüz tarâvetini (tazeliğini) olduğu gibi muhafaza ediyormuş. Mehmet Paşa, keyfiyeti Abdülhamid’e arz etmiş. O da, her ne sebepten ise, mahzenin, yolun ve kabrin derhal kapatılmasını ve gördüklerinden kimseye bir şey söylenmemesini tekrar tekrar emir ve tembih etmiş. Fakat Mehmet Paşa, bu tarihi sırrı muhâfaza edememiş. Yakın dostu Damat Şerif Paşa’ya nakletmiş. O da Yahya Kemal’e söylemiş.
En azdan üç kuşak İstanbullu ihtiyarlar arasında şöyle bir rivayet dolaşır:
Fatih Sultan Mehmet, türbesinde, sandukasının altında değil, camisinin mihrabı altında yatarmış. İmamlar okudukları sûrelerde kaza eseri yanılırlarsa, yer altından bir ses gelir, hatayı düzeltirmiş…
Hoş ve şirin bir halk menkıbesi!..
Fatih Camii, Bizans mimarisinin büyük eserlerinden Havariyun Kilisesi’nin yerine yapılmıştı. Bu kilisenin altında da birçok dehlizlerin, yer altı yollarının ve mahzenlerin bulunacağı muhakkaktır. Mehmet Paşa rivayeti ile bu halk menkıbesini birbirine bağlarsak, mezkûr mahzenin, cami mihrabının altına rastlayabilmesi mümkündür.”
Bilindiği üzere, Fatih’in en önemli icraatlarından biri de, hocası Akşemseddin hazretlerinin himmetiyle, Eyüp Sultan hazretlerinin kabr-i şerîfini keşfettirmiş olmasıdır. Padişah, bu muazzam keşiften hemen sonra büyük sahâbinin kabrinin üzerine bir türbe, yanı başına da bir cami inşa ettiriyor. Böylece İstanbul’un en rûhânî ve uhrevî semtinin temeli atılmış oluyor. Birçok yazımda da belirttiğim üzere, şehrimizde Eyüp Sultan hazretlerinden sonra en çok Fatih’in türbesi ilgi görüyor. Bu mübarek türbe 1950’li yıllarda da -güya Fatih’in zehirlenip zehirlenmediğini öğrenmek için- açılmak istendi ama halkın tepkisi buna engel oldu. Bu bahsi başka bir yazıya bırakarak, İstanbul’un tapu senetlerinden biri olan bu Fatih Türbesi’nin yeniden açılışı sırasında ortaya çıkan ibret tablolarından birini daha nakletmek istiyorum.
“Cağaloğlu’ndan gelen caddenin Divanyolu’na ulaştığı yerde, sol köşede eski bir kıraathane vardı, “Pehlivanlar Kahvesi” olarak tanınırdı. Duvarlarındaki eski ve namlı pehlivanların boy boy renkli resimleri asılıydı. Hemen her tabakadan insanların, fakat daha ziyade yaşlıların ve özellikle emeklilerin geldiği bu kahve, geniş ve yüksek tavanlıydı. Sonraki yıllarda yıkıldı ve arsasına bir iş hanı yapıldı.
Atsız’la burada buluşmak üzere sözleşmiştik. Bir yaz günüydü. 1952’nin Temmuz’u, belki de Ağustos’u. Ben, liseden sıra arkadaşım Erk’i de yanıma alarak gittim. Biraz sonra Hoca da geldi (Atsız’ın adı aramızda artık ‘hoca’ydı. Gıyabında nadiren Atsız Bey diye bahsettiğimiz de olurdu).
Düşünüyorum: Niçin buluşmuş olduğumuzu şimdi hatırlayamıyorum. Fakat ayrılacağımız sırada onun, her zamanki gibi Köprü istikametine değil, Aksaray tarafına doğru yöneldiğini gördük.
-Hocam nereye?
-Fatih’e gidiyorum. Bugün Fatih Sultan Mehmed Han’ın türbesinde çalışacağız.
Erk’le birbirimize bakıştık ve aynı anda, ikimiz birden:
-Bizi de götürmez misiniz? diye sorduk. Gelmemizde bir mahzur var mı?
Memnun olmuştu.
-Hayır, hiçbir mahzur yok, dedi, beraber gidelim.
Duraktan Edirnekapı-Bahçekapı tramvayına bindik. Biraz sonra Fatih’teydik.
Türbeye vardığımız zaman, orada bizi küçük bir grubun beklediğini gördük. Bunlar, Atsız’ın kardeşi Nejdet Sançar ve hanımı Reşide Sançar, Atsız’ın hanımı Bedriye Atsız ve o sırada galiba Diyarbakır’da lise öğretmeni olan Kırzıoğlu Fahrettin Bey’di. Biraz vakit geçince İsmail Hâmi Dânişmend de geldi.
İsmail Hâmi gelene kadar Atsız, Kırzıoğlu’na takıldı durdu. Kırzıoğlu, Kürtlerin menşei üzerinde çalışmalar yapıyordu. Kürt adıyla anılan topluluğun bir Türk boyu olduğunu ispat etmeye çalışıyordu. Onun ileri sürdüğü ilmî iddialara ve delillere Atsız başka delillerle cevap veriyor, sakin ve sağlam Kırzıoğlu’nu kızdırmak istiyordu. Fatih’in kapalı türbesi önünde yarım saat kadar bu ilmî tartışmayı dinledik.
İsmail Hâmi Dânişmend, o sıralarda Milliyet gazetesinde günlük yazılar yazıyordu. Ayrıca Fetih Cemiyeti’nin de başkanıydı. İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü için hazırlıklar yapılıyordu. Bu yıldönümünün büyük törenlerle kutlanması için gayret gösteriyordu.
Cumhuriyetin ilânından sonra çıkarılan bir kanunla bütün türbeler kapatılmıştı. Bu arada Fatih Sultan Mehmed’in türbesi de kilitlenmniş, kendi hâline terk edilmişti. Dışardan bakıldığı zaman âdeta bir izbeye dönmüş, yer yer harap olmaya yüz tutmuş görünüyordu. Pencere parmaklıklarına birkaç bez parçası bağlanmıştı. Türbe kilitliydi, ziyaret yasaktı ama Müslüman İstanbul halkı, Fatih’i evliyadan sayıyor, onun ruhundan istimdatta bulunuyor, bu yüzden türbenin pencereleri önünde dua ediyor, hatta adaklar adıyordu.
Türbedar, türbe kapısını açmaya bir türlü yanaşmıyordu. Nihayet İsmail Hâmi, otoriter ve tehditkâr bir tavır takındı. Fetih Cemiyeti, gereken izni almıştı, türbeye girilecekti. Türbedarın gözü o kadar korkutulmuştu ki, türbeden içeri bir canlının adım atmasını affolunmaz bir suç gibi görüyordu.
En sonra karşısındaki adamın doğru söylediğine kanaat getirmiş, biraz da hatırı sayılır bir kimse olduğunu anlamış olacak ki, eski, kocaman bir anahtar getirdi, kapıyı açtı.
Hep birlikte içeri girdik. Önce burnumuza bir küf ve pas kokusu çarptı. Loşluğa ve bu tuhaf kokuya bir süre sonra alıştık. Anlaşılan, İsmail Hâmi ile Atsız önceden konuşmuş, gerekli tertibi almışlardı. Bedriye Atsız’ın yanında elektrik süpürgesinden bez parçalarına, küçük süpürgelerden parlatıcı maddelere kadar gerekli her şey vardı.
-Şimdi burasını temizleyeceğiz.
Kolları sıvadık. Kimimiz süpürme, kimimiz toz alma, kimimiz parlatma, cilâlama işlerini üzerimize aldık. Yılların tozu, pası birikmişti. Sildikçe çıkıyor, bir türlü temizlenmek bilmiyordu.
Hey koca Fatih! 21 yaşında İstanbul’u fetheden, ulaşılması güç Konstantıniyye Kızılelması’na erişen yüce dâhi! Büyük Sultan! Bu ne nankörlük! Biz evlâtların mı, senin türbeni bu hâllere getirmişiz? Sana olan şükran borcumuzu, türbeni zamanın tahribatına terk ederek, âdeta senden intikam alır gibi mi ödemeye kalkışmışız? Bizi bu hâle nasıl getirmişler? Hangi bilinmez eller bizi sana yabancı, hatta düşman kılmış?
Eski bir dolabı temizlemeye çalışırken bunları düşünüyor, garip ve acı kaderimize lânetler savurarak gözyaşlarımı içime akıtmaya çalışıyordum.
O gün, diyebilirim ki, Fatih’in ağır bir havayla dolu türbesinde, yüz kitap okusam alamayacağım ibreti aldım.
Atsız’ın belki bilerek, belki farkında bile olmadan verdiği derslerin en değerlisi, orada geçirdiğim beş-altı saatlik zamana sığmıştır.
Sandukanın örtüsü yırtılmış, kirlenmiş, solmuştu. Sanduka çevresindeki parmaklıklar eskimiş, dökülmüş, paslanmıştı. Örtünün ölçüleri alındı, civardan bir usta getirildi, parmaklığın tamiri için anlaşmaya varıldı. Atsız’ı alış-veriş ederken hiç görmemiştim. İlâç ve kitap alımlarının dışında, bir daha da görmeyecektim. Ama ne yaman bir pazarlıkçı olduğunu orada anladım. Birkaç lira eksiğine yaptırabilmek için, usta ile dakikalarca pazarlık etti, dil döktü. İnsaflı ve vicdanlı bir adammış. Bu sözlere mi kandı, yoksa Fatih’in türbesindeki harâbîye mi içi yandı, bilemiyorum; sonunda âzamî indirimi yaptı.
O yaz akşamının alacakaranlığı perde perde inerken, türbeden çıktık. Fatih’e kadar yürüdük. Orada ayrıldık.
Atsız’ın o günkü ıstırabını unutmak kabil değil. Türbenin acıklı görünüşü, terk edilmiş hâli onun gönlündeki yarayı büsbütün kanatmış olmalı, diye düşünürüm.”
.Hiç şüpheniz olmasın ki, hakkında en fazla yayın yapılan, kitap yazılan, araştırmaya ve incelemeye tâbi tutulan hükümdarlardan biri de Fatih Sultan Mehmed Han’dır. Fatih’in hayatını ve akıllara durgunluk veren fetih harekâtını konu alan neşriyatın arasında İstanbul’un fethinin beş yüzüncü yıl dönümü dolayısıyla kaleme alınan eserler de büyük bir yekûn tutuyor. İşte onlardan biri olan küçük bir risale de bu kardeşinizin kütüphanesinde bulunuyor.
Eser, 1953 yılında Hakkı Tarık Us tarafından yayımlandı. Bilindiği üzere bu ünlü gazetecimiz aynı zamanda tam bir kitap kurdu idi. Ömür boyu topladığı birbirinden değerli kitaplarla Hakkı Tarık Us Kütüphanesi’ni kurdu. Sahaflar Çarşısı’nın bitişiğindeki tarihi Sıbyan Mektebi, yıllarca kitap ve süreli yayınlar hazinesi olarak, kültür dünyamıza büyük hizmette bulundu. Şimdilerde ise aynı kültür varlığı Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde muhâfaza ediliyor. Hakkı Tarık Us merhum Merkez Efendi Mezarlığı’ndaki aile kabristanında istirahat ediyor.
Hakkı Tarık Us, kitabının ikinci sayfasına düştüğü notta şöyle diyor:
“Bizanslılara, ‘Benim gücümün yettiği yere, sizin hayâliniz bile ulaşamaz’ diyen büyük Fatih’in gücüne değil, hayâline bile hasret yaşadığımız bu beş yüzüncü fetih yıldönümünün coşturduğu hayranlık duygularıyla bu eser hazırlandı. Onun mâneviyatının eşiğine sunuyoruz.”
“Kimsenin görmediği bir tarih kitabı” başlığını taşıyan ilk yazıda İstanbul’un nasıl devlet merkezi yani pâyitaht haline getirildiği anlatılıyor. Bu, 350 sayfalık manzum bir eserdir, fakat ne yazık ki, 274 sayfa tutan baş tarafı mevcut değildir. 75 parçalık son kısmını da meşhur kitapçımız Raif Yelkenci bulup ortaya çıkarmıştır. Türk-İslâm eserlerini korumaktaki titizliğiyle, sattığı eserlerin muhtevasına olan vukûfiyetiyle de tanınan bu kitabiyat bilginimiz böylece takdire şâyân bir kültür hizmetinde bulunmuştur. İstanbullular, Fatih’e yalnız İstanbul’u fetheden hükümdar gözüyle bakmamalılar. İstanbul’a tarihi merkez olmanın bütün değerlerini kazandıran, şehri imar ve ihya eden bir büyük kurucu olarak da minnet ve şükran duymalıdırlar.
Eserde, “Fatih kendi fethettiği şehri nasıl vasfediyordu?” başlığı altında yer alan yazıda ise Mekke’ye ve Mısır’a gönderilen mektuplardan söz ediliyor.
Fatih Sultan Mehmed İstanbul’un fethinden hemen sonra, Mekke-i Mükerreme’nin seyyidi (şerîfi) Ahseniyyü’l- Celâniyyü’l- Hasenî’ye ve Mısır’ın azizi İnal Şah’a birer Nâme-i Hümâyun yollayarak fetih olayını onlara bildirdi.
Feridûn Bey Münşeatı’ndaki metinlere göre bu yeni nâmeden ikincisi Fatih’in hocası Molla Gürânî’nin kaleminden çıkmadır. Arapça yazılan her iki mektupta fetihten maksadın ne olduğuna, fetih esnasında karşılaşılan zorlukların nasıl üstesinden gelindiğine temas ediliyor. Ayrıca şehri tanıtan cümlelere de yer veriliyor. Yine mektupta İstanbul’un yedi tepesinden söz ediliyor. Bu yedi tepenin Allah’ın irâdesiyle İslâm hilafetinin merkezi olmak üzere hazırlandığı dile getiriliyor. Bu kayda göre, demek daha İstanbul’un alındığı gün, onu İslâm hilafetine merkez yapmayı düşünmüş olan da Fatih’tir. Torunu Sultan Selim’in hemen üç çeyrek asır sonra elde edeceği bir mazhariyeti Fatih kendisine sanki vasiyet bırakmış gibidir.
Arapça kaleme alınan mektup Allah’a hamdü senâdan ve muhâtabına duadan sonra şöyle devam ediyor:
“Allah’ın bu yıl bize müyesser kıldığı fütuhatı müjdelemek için size bu nâme-i hümâyunu gönderiyoruz. Bu bir fetihdir ki, benzerini ne bir göz görmüş, ne de bir kulak işitmiştir. Fethedilen şehir, iki denizin kavuştuğu yerde Kostantıniye adıyla meşhurdur ki, karşısında Galata denilen bir başka belde, güneydoğusunda da Üsküdar demekle bilinen başka bölge vardır.
Birinci belde (Kostantıniye), o meşhur tepeleriyle yedi başlı bir ejderhaya benzer. Bu yüksek ve müstahkem tepeler göklere baş kaldırmıştır. Sanki onlar Allah’ın emri ile İslâm’ın halifeliğine merkez olmaya hazırlanmışlardır. Allah’ın takdiri ile elde ettiğimiz bu beldeye hiç şüphesiz ki, ‘Beldelerin Padişahı’ adını vermek gerekir. Öteki iki belde ise Kostantıniye’nin sağ ve sol yanlarında sanki o padişahın daima iki tarafında bulunan ulaklarıdır.
Biz fetih arzumuzu gösterdiğimiz, azmimize kuvvet vererek maksada yöneldiğimiz zaman Kostantıniye’nin içine de, dışına da sığınan bir düşmanla karşılaştık. Onlar şeriatın kabul ettiği vergiyi vermek teklifimize yanaşmadılar. Harbe giriştik. Aramızda iki aya yakın bir zaman muharebe ile geçti. Fakat onlar dayanamadılar, âciz düştüler. Harp meydanından kaçınmaktan utanmadılar. İslâm ise gerek karadan, gerek denizden cihat vazifesini hakkıyla yerine getirdi. Böylece surlara yaklaştılar. Allah’ı bir bilenlerden bir kalabalık delik deşik olan surların üzerine çıktılar. Cumâde’l-Ûlânın 23. günü tekbirlerle, tehlillerle bu uğurlu, bu aydınlık şehre girdiler. Herkesten evvel bu mel’unların başı olan Tekfur’un başını kestiler. Kalanlarını affettik. Onları yıllık bir mikdar belli cizyeye bağladık. Hutbelerde adımız okunmaya başladığı, paraların üzeri adımızla süslendiği şu sırada size yakınlarımızdan Hoca Hacı Mehmed Ezzeytûnî’yi gönderdik.
Bu Allah vergisi ve büyük müjdeye bütün âlimlerin, efendilerin ileri gelenleriyle bütün Mekke ve Medine ahâlisinin sevineceklerini umuyoruz.”
Bu satırları yazarken aklıma geldi. Yukarıda da anlatıldığı üzere, halkı Hıristiyan olan bir ülke yahut şehir Müslümanlar tarafından fethedildiği zaman İslâm memleketlerine işte böyle müjdeciler gönderiliyordu. Hatırlayınız. Fatih, Çandarlı Halil Paşa’ya, tahta ilk geçtiği günden itibaren bir mim koymuştu. Nitekim fetihten 40 gün sonra Yedikule’de boğularak öldürüldü. Meşhur tarihçilerimizden Mükrimin Halil Yınanç’ın bir yazısında okumuştum. Hem Yavuz’un, hem Kânûni Sultan Süleyman’ın şeyhülislâmlığını yapan büyük âlim İbn-i Kemal, bu hususta şöyle diyor:
-İstanbul’un fethedildiğini müjdelemek için her memlekete birer elçi gönderiliyordu. Bu arada öbür dünyaya da bir elçi göndermek gerekiyordu. Fatih, Çandarlı Halil Paşa’yı da cennete müjdeci yolladı!..
Yine bahsini ettiğimiz kitapçığa dönecek olursak, Akşemseddin hazretlerinin İstanbul’un fethinde gösterdiği olağanüstü haller de bu sayfalarda anlatılıyor. Ayrıca Fatih’in genç yaşta nasıl vefat ettiğine de yer veriliyor. Şair-i Âzam Abdülhak Hamid’in bir edebiyat şaheseri olan “Merkad-ı Fatih’i Ziyâret” başlıklı şiiri de keza aynı sayfaları süslüyor. Türbeyi de ziynetlendiren bu şiiri acaba ziyaretçilerden kaç kişi fark ediyor? Cevab-ı sükût!..
Büyük hükümdarın türbe resminin altında da şu şiir görülüyor:
“Tükenmez çağları sarıp her yönden
Adın sonsuzluğa hâle olmuşken
Nasıl alır seni bir küçük türbe?
Fecirler dolu gök, türbene kubbe!
Türbenin ezeli kandilleri var:
Her gece renklerle yanan yıldızlar
Işıklar yağdırır yedi tepeye
Güzel Tanrımızdan armağan diye…”
Ebü’l-Feth ve’l- Megâzî Fatih Sultan Mehmed Han hazret
.Bugünlerde Abdülhak Adnan Adıvar’ın “Bilgi Cumhuriyeti Haberleri” isimli kitabını bir kere daha okuyorum. 1945 yılında, “Tasvir Neşriyatı” tarafından yayımlanan bu eserde hayli ilgi çekici ve bilgi verici makale bulunuyor. Bunlardan biri de “Hocam ve Ben” başlığını taşıyor. Müellifimiz, bu yazısında hem hocasından, hem Ayasofya’dan bahsediyor.
Adnan Adıvar, -kendisinin anlattığına göre – bir bayram akşamı Sultanahmet meydanında dolaşıyor. Meydana ismini veren muhteşem caminin ihtişamına hayran oluyor. Nasıl olmasın ki, “caminin minareleri, ay aydınlığı ile giyinmiş, boyunlarına üç sıra gerdanlık takmış, altı nârin gelin gibi göklere yükseliyorlardı.”
Onların arasında Ayasofya’nın müze olması hasebiyle minareleri, böyle bir bayram akşamında, öksüz çocuklar gibi melûl mahzun duruyorlardı. Yayvan kubbesine gelince, o da dinlendirilmiş, şamdanların ortasında biraz somurtkan, fakat olanca azametiyle oturuyordu. Bu manzara yazarımıza aziz hocasını, Peyami Safa’nın babası İsmail Safa’yı hatırlatıyor ve ona şu cümleyi kurduruyor: “Ayasofya’nın önünden bin defa geçtiğim, tarih sahnesinde, ortaçağı kapatıp yeniçağı açan muazzam bir altın anahtar gibi duran yaldızlı alemiyle bu kubbeyi bin kere seyrettiğim halde, ancak bu defa şair İsmail Safa’yı, hatırlattı. Evet bilirim ki, rûhî ve hayatî sebepler, fizikî sebepler gibi daima, her defa aynı neticeyi vermezler.”
Yine yazarımızın ifadesine göre, İsmail Safa, şimdiki adı Vefâ Lisesi olan Dersaâdet İdadisi’nden edebiyat hocasıdır. O zamanlar Ramazan günleri mektep öğleden sonra açılmakta ve dersler mahmur bir eda içinde geçmektedir. Dolayısıyla hocalar da, talebeler de -oruçlu olsunlar, olmasınlar- bir oruç keyfi hüküm sürmektedir. İşte böyle bir Ramazan günü İsmail Safa, talebelerine bir Ayasofya şiiri yazdırıyor. İlk beyti, “Bir kubbe ki, vicdân-ı muvahhid gibi muhkem” mısraıyla başlayan bu şiir gerçekten de bir edebiyat hârikasıdır. Çünkü Ayasofya’nın kubbesinin ne kadar sağlam olduğunu, onu Müslüman vicdânına benzetmek sûretiyle dile getiriyor.
Adnan Adıvar’ın hocasından ve Ayasofya’dan söz ettiği bu yazı bana babası, bizim de üstadımız Peyami Safa’nın yine Ayasofya ile ilgili şâhâne bir makalesini hatırlattı. Konunun eksik kalmaması ve Peyami Safa’nın nasıl bir kaynaktan beslendiğini daha iyi göstermesi için onu da aşağıya naklediyorum:
“Ezanın çana karşı en büyük zaferi, beş yüz sene evvel, kiliseden cami haline getirilen Ayasofya minarelerinden ‘Hayye ‘alel-felâh’ sesleri yükseldiği zaman ilâhi ifadesine kavuştu. Bu sesler devam ettiği müddetçe Hıristiyanlık âleminde İstanbul’u yeniden ele geçirmek hayâli ancak delilerin rüyâsına girebilirdi. Çanakkale harpleri bu şehri fethetme teşebbüslerinin akıl dışı mâceralar olduğunu gösterdi.
Fakat Ayasofya minarelerinden ezan sesleri kesilince ortaçağ artığı ihtiraslar kabarmaya başladı. Bu defa İstanbul’a Çanakkale Boğazı’ndan değil, Türk’ün tarih şuuruna çaktırmadan, iğfalin lastik pabuçlarıyla sessizce ve hırsızca girmek hayâlleri doğdu. Başta UNESCO, milletlerarası kültür teşekkülleri vasıtasıyla Ayasofya semtinde bir ‘Citê Historique- Tarih Köşesi’ vücuda getirmek teşebbüslerine girişildi. UNESCO Paris merkezinin bir zamanlar İdare Heyeti’nde bulunduğum milli komisyona kadar intikal eden gayretlerinde bizantinogların tesiri başta geliyordu. Komisyonda teklifi reddettirmeye muvaffak olduk. Fakat merkez ısrar ediyordu.
Bu teşebbüse muvazi (paralel) olarak bir de, Ayasofya ve civarını Vatikan gibi serbest ve müstakil bir bölge hâlinde ve Patrikhâne’ye bağlı bir rûhanî merkez şekline sokma gayretleri devam etmektedir. Bu gaye için İskenderiye Patriği’nin İstanbul’a geldiği, Yeşilköy Hava Meydanı’nda Rum metropolitleriyle konuştuğu malûmdur. Gazeteler bu metropolitlerin hava meydanına dini elbiseleriyle ve Türk kanunlarına aykırı olarak gittiklerini de yazmışlardı. Patrik, buradan Moskova’ya uçtu. Ve İstanbul’daki temasının neticelerini Moskoflara sundu. Sovyetlerin de desteklediği bu planın İstanbul’u gayr-ı askeri tertiplerle ele geçirmenin ilk merhalesi olduğu muhakkaktır.
Din mücadelelerinin sona erdiği bir dünyada yaşadığımıza inanmak gaflettir. Kıbrıs davasında da Ortodoksluğun oynadığı büyük rol göz önündedir. Ayasofya’nın müze haline getirilmesi, Hıristiyanlığın İstanbul üzerindeki emellerini bertaraf etmemiştir. Bilakis cesâretini artırmış, kışkırtmış ve azdırmıştır. Geçenlerde Atenagoras’ın Patrikhane’yi kendi muhafızlarıyla korumak için giriştiği teşebbüsler de aynı cür’etli plânın adımlarından biriydi.
Ayasofya’nın tekrar cami haline gelmesini isteyenlerin emellerini yobazca bir hayâl sanmak da gafletlerin gafletidir. Fatih yobaz değildi. Hıristiyanlığa verdiği imtiyazlar bunun delilidir. Fakat Ayasofya minarelerinden yükselecek ezan sesinin bu şehirde İslâm-Türk hakimiyetini ebedileştireceğini biliyordu. Beş asır sonra torunları arasında bunu unutanların bulunabileceğini tahmin edemezdi.
Babamla beraber tekrarlayayım:
“Giranhâb-ı gafletsin ey kavm
Uyan, belki bir devr-i mâkûs olur
Ezanken bu sesler uyan, korkarım
Vatan bir taningâh-ı nâkus olur
Bizi rûh-ı pâk-i Muhammed bile
Görür Arş-ı A’lâda me’yus olur
Uyan, artık ey halk, tâkey sükût!
Bu samtın sonu bank-i efsûs olur.”
İnsan, kitap karıştırmaya devam ettikçe yeni yeni şeyler öğreniyor, kenarda, köşede gizli kalmış bilgilere ulaşıyor. Ben de, Adnan Adıvar’ın yukarıda adı geçen eserine ikinci bir defa göz atmamış olsaydım Peyami Safa’nın babası İsmail Safa’nın Adnan Bey’in hocası olduğunu, bu içli şairimizin harika bir Ayasofya şiiri yazdığını öğrenmemiş olacaktım. Adnan Adıvar, kabrinde müsterih uyusun, çünkü Ayasofya’nın minareleri öksüz ve yetim olmaktan kurtuldu. Bu muhteşem mâbedin sağlam kubbesini Müslüman vicdanına benzeten İsmail Safa, mezarında sefâlansın, artık Ayasofya’nın kubbesini çınlatan Kur’ân sesleri buradan gök kubbeye yükseliyor. Peyami Safa’nın rûhâniyetine de müjdeler olsun, şimdilerde Ayasofya tekrar Müslüman oldu.
Ayasofya tarihinin yanı sıra bir de Ayasofya edebiyatı olduğunu ve bu mâbed hakkında yazılan şiirlerin edebiyat tarihimizi süslediğini bu vesileyle hatırlatmış olayım.
Bu bahse son vermeden önce belirtmek isterim ki, Sayın Cumhurbaşkanı’mızın iktidarda olduğu sürece yaptığı en büyük hizmetlerden biri de 86 yıllık bir fetret devrinden sonra Ayasofya’yı camiye çevirmiş olmasıdır. Maddi anlamdaki hizmetler elbetteki makbûldür ve muhakkak yapılmalıdır. Ama unutmayalım ki, sevabı kesintiye uğramayacak olan asıl icraat aziz Türk milletinin manevi dünyasına yapılan hizmettir. Kanaâtim o ki, “Türkiye Yüzyılı”nın ilham kaynağını Ayasofya’nın asli kimliğine kavuşmuş olması teşkil edecektir. Unutmayalım ki, Ayasofya Türk’ün “Kızıl Elma”sıdır. Buna bir şahit aramak gerekirse ünlü tarihçimiz İsmail Hâmi Dânişmend’e muracâat etmemiz gerekiyor.
Merhum Dânişmend, “Ayasofya Kızıl Elması” başlığıyla yayımladığı bir yazıda bu deyimin ne anlama geldiğini açıkladıktan sonra sözlerini şöyle tamamlıyor:
“Âdeta bir kânun gibi daima riâyet edilmiş muhteşem bir Türk an’anesi (geleneği) vardı: Herhangi bir kale yahut şehir fethedildiği zaman surun üstüne bayrak çekilirken mutlaka ezan okunur ve Türklüğün sembolüyle Müslümanlığın sesi ordunun zaferini birlikte ilan etmiş olurdu. En büyük kilisenin camiye tahvili (dönüştürülmesi) de işte ilk fetih gününün ilk işiydi. Eski Türk işte böylece ‘Kızıl Elma’sına kavuşmuş sayılır ve ilk Cuma namazı işte o Kızıl Elma Camii’nde yani hem İslâmiyet’in, hem Türklüğün hâkimiyet timsali olan büyük camide kılınırdı. Bu gibi camilere umumiyetle ‘Fethiyye’ yahut ‘Kilise Camii’ denilir ve bazen de Ayasofya’da olduğu gibi, eski adı bir zafer alâmeti olarak bırakılırdı. İşte bütün bunlardan anlaşılacağı gibi, kiliseden çevrilmiş büyük cami demek, Türk ordusunun tarihi, milli ve dini bir zafer anıtı ve aynı zamanda Kızıl Elma’nın en büyük sembolü demektir. Bu vaziyete göre Ayasofya Camii yalnız bir İslâm mâbedi değil, aynı zamanda Türk fethinin en büyük milli ve tarihi âbidesidir.
Netice itibariyle İstanbul’un 29 Mayıs 1453 Salı gününe rastlayan fethinden 24 Kasım 1934 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilinceye kadar Milâdi Takvim’in ıslâhından doğan on günlük fark da hesap edilmek şartıyla 481 yıl, 5 ay, 16 gün cami vaziyetiyle Kızıl – Elma sıfatını muhafaza etmiş olan Ayasofya’nın bu son devri, şehrin Türk hâkimiyeti timsalinden mahrumiyet devri demektir.”
Şükürler olsun, mahrûmiyet devri bitti. Müjdeler olsun, hâkimiyet devri başlıyor. “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi”nin yazarı merhum müverrihimiz Prof. Osman Tûran’ın da ruhu şâd olsun.
.
Âdetimdir. Sahaflar Çarşısı’na yahut eski kitapçılara ne zaman gitsem eski kitapların yanı sıra dergileri de gözden geçiririm. Yaprakları sararmış, kapakları kararmış, orası burası yırtılmış bu türlü dergilerin sayfalarını çevirmekten büyük bir zevk duyarım. Hele ilgimi çeken bir iki yazıya rastlarsam bu zevk ikiye katlanır. Bazen bir yazının hatırı için bile koca bir dergiyi alırım.
Kütüphanem böyle evrâk-ı perişanla dolup taşıyor. Bir akşam onlardan bir tomarı karıştırırken “Petek” isimli bir dergiyle karşılaştım. Orada Prof. Dr. Süheyl Ünver’in “Fatih ve Adalet” başlıklı yazısını görünce merakla ve ilgiyle okudum ve beğendim. Mademki İstanbul’un fethinin 570. yıldönümünde bulunuyoruz, öyleyse ben de bu mânevi ziyafeti sizinle paylaşayım.
Ord. Prof. Dr. Ahmed Süheyl Ünver, Hazreti Fatih’i ve onun adaletini şöyle anlatıyor:
Üstad Yahya Kemal diyor ki: Türkler yalnız mekânı değil, zamanı da fethetmesini bilen bir millettir. Nitekim Rumeli’yi alıyorlar, biz burada yedi asır oturacağız diyorlar ve oturuyorlar. Mısır’da dört yüz sene kalacağız diyorlar ve kalıyorlar. Macaristan’da yüz elli sene kalmayı yeterli görüyorlar ve o kadar kalıyorlar. Halbuki zamanı fethedemeyenler, gittikleri yerde pâyidâr olamıyorlar. İskender’in cihangirliği ancak yaşadığı sürece devam etti, sonra yıkıldı.
O halde bunun sebebi nedir? Sebebi şudur. Türkler gittikleri yere kendi medeniyetlerinin ve kültürlerinin en başında adaleti götürüyorlardı. Bunun sırrı âdil olabilmektir. Adaletimiz pâyidâr olduğu müddetçe bu böyle devam etmiştir.
Bir Rum müellifi diyor ki: Birinci Murad Hüdâvendigâr. Edirne’yi kuşattığında mevsim yazdır ve üzümler de olmuştur. Şehirden ve civardaki bağlardan herkes Türkler geldi diye korkup kaçmıştır. Fakat Edirne’yi almışız. Herkese emniyet gelmiş ve halk da geri dönmüştür. Tabii ki bağları olanlar da bağlarına koşmuştur. Bakmışlar ki, kütüklerde üzüm kalmamış. Türkler hepsini koparıp yemişler. Lâkin ne görsünler? Her kütüğün dibinde paraları duruyor. Elbette bizden emin olarak sahipleri gelince paralarını alsınlar, hakları kalmasın, demişler. Bu ne yüksek bir adalet duygusudur? Esasen bir memlekette adaletin baş şartı, herkesin birbirine karşı âdil olmasıdır.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethedince yine aynı adalet en öne geçiyor. Her şeyden önce İstanbul’a o yerleşiyor. İnsan hakları koruma altına alınıyor. Bunun en büyük misali, Hıristiyan reâyâya dini muhtariyet (özerklik) verilmesidir. Batılılar, o devire ve en büyük şahsiyetlerine hücum ederlerken bunu düşünsünler. Medeni dünyada ve bu yirminci asırda ne haksızlıklar yapıldığını hep görüyoruz. Günümüzde, milletlerarası münasebetlerde adaletin uygulanmaması, bugünkü vaziyetin ne kadar sakat ve devamsız olacağının bir ifadesidir. Hâlbuki on beşinci asırda bizde böyle değildi. O devrin adaletine bir misal verelim ve bunu halkın ağzından dinleyelim.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldıktan sonra bir gün şehirde dolaşırken mahzen gibi bir yerden inilti sesleri duyuyor. Adamları oraya gidince perişan vaziyette iki papaz ile karşılaşıyorlar. Niçin hapsedildiklerini soruyorlar. Papazlar, biz İmparator Konstantin’e müracaat ederek, memleketin gerilemesine ve bu hale düşmemize sebep hep adaletsizliktir. Adaleti tesis et, dedik. O da kızdı ve bizi hapsetti. Bizimkiler papazlara, artık buradan çıkın dediklerinde, biz yerimizden memnunuz. Adalet olmayan yerde artık bizim işimiz yok, bizi rahat bırakın, diye cevap verdiler.
Durum Fatih’e bildiriliyor. Padişah, onları huzuruma getirin emrini veriyor. Papazları temizleyip yanına getiriyorlar. Fatih, önce bunların böyle doğru konuşmalarından memnun olduğunu söylüyor. Daha sonra memleketi dolaşmalarını ve adalete aykırı bir durumla karşılaşırlarsa, derhal bildirmelerini emrediyor.
İki papaz yola revan oluyor. Evvelâ Bursa’ya gidiyorlar. Ne yapalım diye düşünürken, mahkemeye gidip dâvâ dinleyelim diye karar veriyorlar. Şöyle bir dâvâ dinliyorlar. Bir dâvâcı diyor ki: Efendim, bu adam bana bir at sattı. Fakat solungandır, demedi. Sık sık hastalanıyordu. Durum böyle olunca alış-verişi bozmanız için size koştum. Fakat siz makamınızda yoktunuz. Döndüm, baktım ki at ölmüş. Ben şimdi hakkımı arıyorum.
Hâkim şöyle hüküm veriyor:
-Ben yerimde olsaydım bu alış-verişi bozacaktım. Fakat yerimde bulunmamam dolayısıyla adaleti hemen yerine getirme imkânı olmadı. At da öldü. Dolayısıyla suçlu olan benim. Atın bedelini ben ödeyeceğim.
Hâkim, kaç para ise verir ve dâvâyı halleder. İki papaz bir süre birbirine baktıktan sonra oradan ayrılır. Şimdi ne yapalım, dedikten hemen sonra İznik’e gitmeye karar verirler.
İznik’te bir adam, kendisine bir tarla satan şahsı, şöyle bir sebepten dolayı dâvâ etmektedir. Der ki:
-Efendim, ben bu adamdan bir tarla satın aldım. Ekin için sürerken bir yerinde bir define çıktı. Götürdüm verdim. Almadı. Bu, benim hakkım değil, dedi. O da ben tarlanın sadece üstünü değil, altını da sattım, define senindir dedi. Ben de senden tarla aldım, fakat altından çıkan defineyi alamam, o senin hakkındır, dedim ama bir türlü kabul etmedi. Ben de aramızda geçen anlaşmazlığı çözüme kavuşturmak için size geldim, deyince hâkim hayretler içinde kalır ve şöyle karar verir:
-Öyleyse aranızda yarı yarıya taksim edin. Tarlayı alan adam bu hükümden memnun olmamıştır. Zira tarlayı satan şahsın bunu tamamen almamasından muzdariptir. Ama şeriatın hükmü de böyledir der ve karara boyun eğer.
Papazlar yine birbirlerine şaşkın şaşkın bakarlar. Nereye gitsek adalet böyle tecelli ediyor. Yeter, daha ne diye dolaşalım. Hemen gidip yeni padişahımıza haber verelim deyip İstanbul’a varırlar. Huzûra çıkıp gördüklerini teker teker anlatırlar. Nereye gittiysek hep adaletle karşılaştık. Eğer memlekette adalet devamlı böyle uygulanırsa daima ilerlersiniz, derler.
İşte efendim, merhum Süheyl Ünver Hoca, bu yazıyı 29.5.1953 tarihli Yeni Sabah gazetesinde yayımlıyor, Haziran 1957 tarihli Aylık Meslek ve Sanat Dergisi olan “Petek” de iktibas ediyor. Hoşunuza gideceğini tahmin ettiğim için ben de siz değerli okuyucularımla paylaşmak istedim.
“Hakk’ın olur adâleti her yerde münceli
Âhir bulur fenâlık edenler cezâsını”
Nasûhî
.
Mübarek Ramazan ayını, başta mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere, birkaç kitap okuyarak değerlendirmeye çalıştım. Bu arada iki eseri de ikinci defa gözden geçirme fırsatını buldum. İsimlerini de vereyim: Birincisi merhûm Ergun Göze ağabeyimizin kaleminden çıkan “Gözümle ve Gönlümle Tanıdıklarım”, ikincisi de ünlü mimarlarımızdan Sedat Çetintaş’ın makalelerinden oluşan ve “Türk Tarih Kurumu” tarafından yayımlanan “İstanbul ve Mimari Yazıları”
Önce birincisinden başlayayım. Ergun Göze, bana da imzaladığı adı geçen kitabında merhûme Sâmiha Ayverdi Hanım’la nasıl tanıştığını anlatırken merhum babasının kalem ve kelâm ehli bu hanıma, “derviş kadın” dediğini naklediyor. Daha sonraki paragrafta ise şunları söylüyor:
“1953 senesi ise, fethin beş yüzüncü yıl dönümü idi. Bütün memleketi bir heyecan sarmıştı. Amma devlet bu heyecana iştirak etmiyordu. Biz milliyetçi gençler devletin Yunan dostluğu masalına, fetih hadisesini kurban edişine içerliyorduk. O zamanki ilericilere göre de fetih hadisesi o kadar büyütülmemeli idi.
Yalnız İstanbul’da bir grup fethi kutlamak için gerçekten akademik bir çalışma ve büyük gayret gösteriyorlardı. Bu grubun başında Sâmiha Ayverdi bulunuyordu. Sâmiha Ayverdi, o şiir dolu İstanbul Geceleri’ni o günlerde yazmıştı. Rahmetli Ekrem Hakkı Ayverdi de ‘Fatih Devri Mimarisi’ni kaleme almıştı.”
İkinci kitaba gelince, Yüksek Mimar Sedat Çetintaş’ın ilgiyle okunan makalelerini ihtiva eden bu eserde Fatih’e de, İstanbul’un fethine de hayli geniş yer veriliyor. En az on beş makale ile bu konu bütün ayrıntılarıyla işleniyor. Neticede fethin beş yüzüncü yılı kutlamalarının bir fiyasko olduğu anlaşılıyor. Nitekim Bugün gazetesinin okuyucularına hediye ettiği 29 Mayıs 1970 tarihli
“Fetih ve Ayasofya” ilâvesinde yer alan bir yazıda da bu konu şöyle dile getiriliyor:
“1953 yılının 29 Mayıs’ı Müslüman Türk milleti için beş yüz senede bir gelecek müstesna bir yıl dönümü idi. Büyük ceddimiz Cennetmekân ve Firdevs-i Âşiyan Fatih Sultan Mehmed Han hazretleri o tarihten beş yüz sene önce Bizans’ı almış ve ‘İslâmbol’ yapmıştı.
Düşününüz, aradan tam beş yüz sene geçmişti. Milletlerin tarihinde böyle beş yüz senelik yıl dönümleri ne kadar azdır. İşte o günlerde bütün Müslüman Türk milleti bu şanlı ve şerefli yıl dönümünü kutlamaya hazırlanıyor ve devletin buna gereken ehemmiyeti göstermesini bekliyordu. Heyhat ki, ümitler boşa çıkmıştı. Zamanın Reisicumhuru Celâl Bayar, kraldan daha kralcı bir devrim hastasıydı. Başvekil Adnan Menderes ise, inkılâplarla din hürriyeti karşısında, iki cami arasında kalan bir beynamaz gibi, ne yapacağını bilmez bir vaziyetteydi.
İşte 29 Mayıs 1953 günü. Fethin beş yüzüncü yıl dönümünde Türk tarihini utanca boğan ve milletin içini kan ağlatan garip bir hâl oldu. Tarihimizin bu en müstesna yıl dönümünü devrin Reisicumhuru ve Başvekili sabote ve boykot ettiler. Birer bahane uydurup, birer tarafa savuştular.
İstanbul’daki farmason valiye de emir verilmişti. ‘Törenleri geçiştiriver.’ Vali bu direktifi büyük bir sadakatle yerine getirdi. Tören, devlet tarafından suikasta uğradı. Birkaç mektepli çocuk, bir bando, sıradan bir iki nutuk ve sonra dağılındı.
Beş yüz yıllık bir zafer yıl dönümünü ihanetlerine kurban edenler, milletin iradesine ve hukuka aykırı olarak müze hâlinde tuttukları Ayasofya’nın etrafını görülmemiş ordu ve polis kuvvetleriyle sardırmışlardı.
Türk halkından korkuyorlardı. İçlerinde daima şu endişe vardı:
Görüldüğü üzere, Demokrat Parti’nin günahlarından biri, bu satırlarla işte böyle dile getiriliyor ve fetih kutlamalarının bir fiyaskodan ibaret olduğu basın yoluyla da teyit edilmiş oluyor. Bu arada şahsi kanaatimi de şöyle belirteyim. İktidara gelir gelmez ezanı Arapça’ya, yani aslına çeviren, “İmam-Hatip Okullarını açan, bu millet Müslümandır, Müslüman kalacaktır” diye nutuk atan Menderes, 1953’te, İstanbul’un fethinin beş yüzüncü yılı kutlamalarının şanına yakışır bir ihtişamla gerçekleşmesini de büyük ihtimalle arzu ederdi. Fakat karşısında iki engel vardı. Biri Celâl Bayar’dı, diğeri de Cumhuriyet Halk Partisi’nin korkunç ve çirkin muhalefeti… Menderes de insandı, o da tesir altında kalıyordu ve maalesef yanlış icraatlara da imza atıyordu. Bunlardan biri de Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasıydı. Allah taksiratını affetsin, mekânı cennet olsun.
Sadede gelecek olursak, İstanbul’un fethi, Osmanlı tarihinde vukû bulan muhteşem icraatların en büyüklerinden en önemlilerinden biridir. Hatta İslâm tarihinin de parlak ve göz kamaştırıcı tablolarından birini teşkil etmektedir. Konstantıniyye’nin Müslümanlar tarafından fethedileceğini Peygamber Efendimiz tebşir ettiğine ve bu müjde Fatih’in şahsında gerçekleştiğine göre, İstanbul mübeşşer, yani müjdelenmiş bir şehirdir. Mübeşşiri de Fahr-i Kâinat olması hasebiyle kutlu ve mutlu fetih -yukarıda da belirtildiği üzere- İslâm tarihinin de sayfalarını süslemektedir.
İstanbul’un fethinin beş yüzüncü yılı kutlamalarının nasıl olacağına dair -tâ kırklı yıllardan itibaren- gazetelerde birçok yazı neşredildi. Bunların bazıları daha sonra kitaplaştırıldı. Yüksek Mimar Sedat Çetintaş’ın İstanbul yazılarından oluşan kitap da bu konuda sağlam bir kaynak olarak karşımıza çıkıyor. Mesela bu eserin bir yerinde, Fatih’e heykel yapılması gündeme gelince, buna hiç gerek yok. İstanbul fatihinin heykelleri onun bu şehre kazandırdığı tarihi eserlerdir. Bu heykellerin en muhteşemlerinden biri de Rumeli Hisarı’dır, deniliyor.
Ayrıca, arkadaşımız Beşir Ayvazoğlu’nun, “Üsküdar” dergisinin 15. sayısında “Beş Yüzüncü Yıl Masalı” başlığıyla yayımladığı uzun makalede de fetih hazırlıkları, karşılaşılan zorluklar, hayâl kırıklıkları ve üzücü gelişmeler bütün ayrıntılarıyla dile getiriliyor. Tarihten ibret almak isteyen değerli okuyucularımıza bu makaleyi de okumalarını tavsiye ederiz.
Evet, fetih yıl dönümü sönük geçti ama o zamanki gazeteler ve dergiler -memnûniyetle belirtelim ki- görevlerini tam yaptılar. Başta Cumhuriyet olmak üzere bütün günlük gazeteler o gün fetih özel sayısı olarak yayımlandılar. Ahmed Emin Yalman’ın Vatan’ı bile bu kervana katıldı. Hürriyet gazetesi dahi aynı şekilde hareket edip hem fetih hadisini, hem de Nihat Sami Banarlı’nın şiirini birinci sayfasına, Fatih’in resminin hemen altına yerleştirdi. Kütüphanemde böyle birçok fetih sayısı bulunuyor, iyi ki sahaflarda her gördükçe almışım. Sadece gazeteler mi, birçok dergi de o tarihte fetih özel sayısı olarak yayımlandı. Onlarla da Hazreti Fatih’le ve İstanbul’un fethiyle ilgili birçok önemli yazı yayımlandı.
İşte, İstanbul’un fethinin 570. yıl dönümüne geldik. Önümüzdeki Mayıs’ın yirmi dokuzunda bütün günlük gazetelerimiz -29 Mayıs 1953’de olduğu gibi- keşke böyle fetih sayısı olarak yayımlansalar. Meselâ gazetemiz, Yeni Şafak buna öncülük etse, ne iyi olur. Hatta çok sayfalı, bol yazılı ve resimli bir özel sayı hazırlasa, okuyucuları ne kadar memnun eder.
Hem 14 Mayıs’ta, hem de 29 Mayıs’ta, fethin 570. yılında -inşallah- iki bayramı birden kutlama bahtiyarlığına ereriz.
.
Cağaloğlu Yokuşu’nu çıktıktan sonra Çemberlitaş’a doğru yürümek istiyorsanız ışıklardan sağa dönmeniz gerekiyor. Daha ilk adımda Sultan İkinci Mahmut Türbesi’yle karşılaşıyorsunuz. Bu türbede adı geçen padişahın yanı sıra Sultan Abdülaziz’le Ulu Hakan Abdülhamid Han da medfun bulunuyor. Türbenin yanı başındaki tarihi hazirede ise, âlimlerin, şairlerin yanı sıra Osmanlı devlet ricalinin kabirlerine de rastlıyoruz.
Boğaziçi’ndeki yalısıyla hatırlayabildiğimiz Said Halim Paşa burada yatıyor. Osmanlı’nın son döneminde Trabzon’da, Ankara’da, Sivas’ta, Diyarbakır’da, Adana’da valilik görevinde bulunan, ayrıca birtakım dini eserler kaleme almak suretiyle büyük bir İslam âlimi olduğunu da ispat eden Sırrı Paşa da, Said Halim Paşa’nın hemen yanı başındaki mezarında ebedi uykusunu uyuyor. Unutmadan söyleyeyim, son devrin büyük yazı ustası Hattat Hamid tarafından yazılan ve Said Halim Paşa’nın kabir taşını süsleyen Besmele-i Şerif bugün de ziyaretçilerin gözlerini ziynetlendiriyor.
Sadece Osmanlı devlet adamlarının mı, aynı dönemin ediplerinden ve şairlerinden bazılarının kabirleri de -keza- aynı hazirede yer alıyor. Ziya Gökalp ve Muallim Naci de İkinci Mahmud Haziresi’nde yatıyor. İtiraf edeyim ki, benim ilgimi daha çok Muallim Naci çekiyor. Ne zaman bu tarihi hazireye yolum düşse kabir taşındaki yazıyla beraber Fatiha’mı da okuyorum.
Bu satırları 130. ölüm yıl dönümü dolayısıyla kaleme alıyorum. Edebiyatımızın pırlanta isimlerinden Muallim Naci 12 Nisan 1893 tarihinde Ramazan ayının son günlerinden birinde vefat etti. 2023 yılının Nisanını ve tabii ki mübarek Ramazan ayının son haftasını yaşadığımıza göre içinde bulunduğumuz zaman dilimi merhumun seneidevriyesi oluyor. Bu vesileyle değerli edibimizi biraz daha yakından tanımaya çalışalım:
Muallim Naci, maalesef bugün unutuldu ama yaşadığı devirde büyük bir şöhret kazanmıştı. Dolayısıyla onu da meçhul meşhurlar kafilesine katabiliriz. O zamanlar İstanbul’un bütün aydınları onun peşine düşüyor yazılarını yayımladığı “Tercümân-ı Hakikat” matbaasına koşuyordu. Bu gazetenin sahibi olan meşhur Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci’den o kadar hoşlandı ki, yalnız gazetesinin edebiyat sayfasını ona tahsis etmekle yetinmedi, kızıyla da evlendirerek Naci’yi kendisine damat yaptı.
Naci, adı geçen gazeteden ayrıldıktan sonra Saadet gazetesinin yazı işleri müdürlüğüne getirildi. Bu arada Batı edebiyatından seçtiği bazı parçaları tercüme ederek yayımladı. Emil Zola’nın bir romanını çevirmeye başladı ama araya giren bazı engeller dolayısıyla bitiremedi. Mekteb-i Sultanî ve Mekteb-i Hukuk’ta muallimlik yaptı. Ertuğrul Gazi zamanındaki tarihi hadiseleri içine alan manzumenin Sultan Abdülhamid’e takdim edilmesi üzerine maaşı yükseltildi. Ayrıca “Osmanlı Vak’anüvisi” unvanını aldı. Çeşitli nişanlarla ve rütbelerle taltif edildi. Kabir taşındaki yazıda Osmanlı vak’anüvisi olduğu ayrıca belirtiliyor.
Bu göreve getirildiği günden beri bütün zamanını okuyarak ve yazarak geçiriyordu. Bazen kayınpederi Ahmet Mithat Efendi’nin Beykoz civarındaki Akbaba’da bulunan çiftliğine gidiyor, orada geçirdiği günlerden büyük bir zevk alıyordu. Bir ara çok sevdiği arkadaşı, Kefevi Tekkesi’nin postnişini Şeyh Vasfi Efendi hazretleriyle birlikte Bursa’ya gitti. İstanbul’a döndükten sonra hemen Gül Camii’nin yakınında bulunan evinden taşındı.
Kış geceleri, Fatih müderrislerinden Hoca Musa Kâzım hazretlerinden “İlm-i Kelâm”, “Şerh-i Mevâkıf”, “Mir’ât” okumaya başladı. Ramazan’ın başından beri Mithat Efendi de misafir olarak yanında bulunduğu için kitap okuyarak, karşılıklı sorular sorup cevaplar vererek geceleri ihya ediyorlardı. Naci, Ramazan’ın yirmisine doğru vücudunda bir rahatsızlık, kalbinde hafif bir sancı hissetmeye başlamış ama bunu o kadar önemsememişti. Ramazan’ın yirmi beşinci çarşamba gecesi, sabaha kadar şiddetli acılar içinde kıvrandığı için gündüz hemen bir doktor çağırttırmış, verdiği ilaçları kullanmaya başlamıştı.
O gece büyük bir ıstırap çektiği sırada karısının üzüldüğünü görünce konuyla ilgili âyeti okumuş, “Müslüman ölümden korkmayacak kadar iman sahibi kimsedir!” diyerek zavallı kadını teselli etmişti. Aynı gün kardeşi Mehmet Selim Efendi’yi yanına çağırtarak konuşmuş, bazı ev işlerinin yerine getirilmesini istemişti. İkindiye doğru vücudunda bir üşüme, bir gevşeklik hissettiği için karyolaya uzanmış, iftar vaktinin yaklaşması üzerine karısı aşağı inmiş, uyuduğunu zannederek kimse yanına girmemişti.
Ahmet Mithat Efendi, damadının yemeğe inmesi için kızını yukarı gönderir. Bir iki dakika sonra ortalığı kaplayan canhıraş bir feryat, ev halkını mateme boğar. Naci, döşeğinde ölü bulunur. Yapılan muayene neticesinde büyük şairin, uyku sırasında maruz kaldığı şiddetli bir kalp çarpıntısından vefat ettiği anlaşılır.
Bu acı haber karşısında son derece üzülen Sultan Abdülhamid Han cenaze masraflarının Hazine-i Hassa’dan ödenmesini emreder. Muallim Naci, Sultan Mahmud Türbesi’nin haziresine gömülür. Mezarında kendi eseri olan şu beyit yazılıdır:
“Hakperestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir
Bir nefes Tevhid’den ayrılmadım Allah bir!”
Ziyâret etmek isteyen okuyucularımıza faydalı olabilmek için tam yerini şöyle tarif edebilirim: Merhumun kabri, hazireye Cağaloğlu tarafındaki kapısından girince hemen sağ köşede bulunuyor.
Burada okuyucularıma bir hatırlatmada daha bulunayım. “Yeni Sanat” dergisinin Kasım 1974 tarihli 8. sayısı Muallim Naci Özel Sayısı olarak yayımlandı. Bu nüshada Mustafa Miyasoğlu, Abdullah Uçman, Nezihi Ferhun, Galip Boztoprak, Ali Nar, Mustafa Özer, Recep Duymaz gibi isimlerin merhumla ilgili yazıları bulunduğu gibi bazı şiirlerine de yer veriliyor. Cemil Meriç’in, Muallim Naci ile alâkalı olarak kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplar ise zevkle okunuyor. Meriç mülâkatı şu sözlerle bitiriyor:
“Naci, edebiyatımızın büyük direklerinden biridir. Tefekkürün bütün sahalarında dalgalanmış hoca. Genç yaşta ölümü memleket irfânı için büyük bir kayıp olmuştur. Yolundan mutlaka gitmek, dile, daha doğrusu kelâma kazandırdığı haysiyeti unutmamak ve bilhassa kendimize, yani Doğu-İslâm medeniyetine gereken şuuru, alâkayı göstermek, Batı irfânının taarruzu karşısında hisarlarımızı inşa etmek Naci’den alacağımız en büyük derslerdir. Hepimiz Naci’nin bir parça talebesiyiz. Eserlerini yeniden basmak ve ölümün yarıda bıraktığı işi, vazifeyi yüklenmekle, bu şerefli mirasa lâyık olacağımızı kuvvetle ümit ediyorum.”
Mübârek Ramazan, ayının bir akşamında, iftara beş kala, Rahmet-i Rahmân’a kavuşan Muallim Naci Efendi’yi bu ölüm yıl dönümünde ben de rahmetle anıyorum ve onun şu hârika Na’t-ı Şerîfi’ni -teberrüken- aşağıya alıyorum:
“Arz-ı ta’zim eylemez mi âlem-i imkân sana
Arz-ı ta’zim etti Allah-ü Azîmüşşân sana
Nûr-u imândır nücûmundan demâdem berk uran
Âsmân etmiş hezârân kalb ile imân sana
Fazl-ı bî-pâyânının bürhân-ı bî-pâyânı var
Var mı ulviyyât içinde olmayan bürhân sana
Hüsn-ü Kur’ân’ı görür insan, olur hayrân sana
Dest-i kudretle yazılmış Hilye’dir Kur’ân sana
Dil, esirin olduğu günden beri âzâdedir
Mâsivâya bağlanır mı bağlanan vicdân sana
.Gençlik yıllarımda makalelerini büyük bir zevkle okuduğum köşe yazarlarından biri de Babıali’de “Deli Nizam” lakabıyla anılan Nizameddin Nazif Bey’di. Merhum yakın tarihimizin sırlarını ve devlet ricali arasında dönen dolapları çok iyi biliyordu. Bilmekle de kalmıyor, onları cesur kalemiyle deşifre ediyordu. O kadar ki bir çok yazısı Babıali’de bomba tesiri yapıyordu. “Ordu ve Politika”, “Sultan Abdülhamit ve Komitacılar” isimli eserleriyle ve “Kara Davut” adlı romanıyla büyük bir şöhret kazanmıştı. Yeni İstanbul ve Yeni İstiklal gazetelerinde neşredilen bir çok yazısını tâ lise yıllarından itibaren kesip saklamıştım. Geçen gün evrak-ı perişanı karıştırırken işte bu yazılardan biriyle karşılaştım. Ekim 1966 tarihli “Yeni İstiklal”de “Hilafet Tarihimizde Tek Halife: Sultan Abdülhamid Han” başlığıyla yayımlanan son derece ilgi çekici makaleyi siz değerli okuyucularımın da merakla okuyacağınızı tahmin ederek aşağıya iktibas ediyorum.
“Deli Nizam”, nasıl akıllı bir adam imiş, bakın görün.
“Halifelik makamına layık olmuş, Hilafet makamını bu müessesenin en parlak devirlerini hatırlatacak nüfuz ve kudrete ulaştırmış, sonra da bu kudreti hem Osmanlı devletinin hem de İslam âleminin faydasına kullanabilmiş olan tek Osmanlı halifesi Sultan Abdülhamid Han cennetmekândır.
Kanaatim şudur ki, bizde Hilafet Mısır Fatihi Sultan Birinci Selim (Yavuz) Han’dan, Şehid Sultan Abdülaziz Han’a, Deli Murad’a kadar tamamıyla nazari kalmıştır. Bizde Hilafet İkinci Abdülhamid Han cennetmekân ile başlayıp bu ulu hakanın irtihali ile son bulmuştur.
Halife Abdülhamid hazretleri, Hilafetin kudretini, kudsiliği asla giderilemez, el dokundurulmaz bir mihrap üzerine kondurup orada tutmayı bilmiş ve bu kudreti zedelemeden kullanmak basiretini ve dirayetini göstermiştir. Gözlerine ahmaklık perdesi inmiş veya düpedüz gâvura satılmış olanlardan gayri herkes tarafından artık tereddütsüz kabul edilen siyasi dehasının en feyizli kaynağı bu başarıdır.
Yavuz Mısır’ı zaptetmiş, Mısır Fatihi olmuştur. Halifeliği almış, fakat halife olamamıştır. Kanuni Sultan Süleyman Han, Semendre’yi, Belgrad’ı zaptettiği zaman Semendre’de, Belgrad’da Macar’ı ve Nemçe’yi vurduğu zaman Macar ovalarında ve Viyana varoşlarında, Bağdat ile Tebriz’i ele geçirdikçe de Irak’ta ve Azerbaycan’da hüküm sürebilmiş, ferman dinletebilmiştir. Fakat ikisinin de adları en çok zaptettikleri yerlerde ve ancak hüküm sürebildikleri müddetçe hutbelere sokulmuştur.
Abdülhamid Han’ın hilafet devrine bir mukayese kurmak için Osmanlı tarihinden başka nümune almaya ihtiyaç var mı? Halifeliğin bize devredilmesinden sonra baba oğul bu iki sultandan daha keskin kılıcımız olmadı. Bir bu sultanların o kahhar (kahredici) kudretli devirlerini düşününüz, bir de Mithat ile arkadaşlarının şerri yüzünden bin kahra uğramış, paramparça edilmiş 1877-78 Türkiyesini…
Yüz yerinden yamalı bir bohça…Bin payanda ile güç bela ayakta durabilen bir berhane!
Abdülhamid hazretleri işte böyle bir enkaz içinden Hilafet sırrına ulaşabilmiştir. Yirmi beşinci ceddi olan Yavuz’un ve yirmi dördüncü ceddi olan Kanuni’nin satvetlerine sahip olmadığı halde, Abdülhamid Han yalnız Osmanlı imparatorluğu hudutları içinde değil, bütün dünyada, Sünni Müslümanların bütün camilerindeki hutbelere adını ve mukaddes ünvanını zikrettirmek saadetine ulaşmıştır.
Cava’nın, Sumatra’nın, Malaka yarım adasındaki yedi sultanlığın (Bugünkü Malezya’nın) Filipinlerin, Avustralya’nın, o engin Hindistan kıt’asının, Doğu Türkistan ile o engin Çin kıt’asının, Japonya’nın, Seylan’ın, Batı Türkistan ile Hive, Kırım, Azerbaycan’ın, Kafkasya’nın ve o engin Çarlık Rusya’sının, Romanya, Finlandiya ve Sırbiya ile Karadağ’ın, Bosna’nın, Hersek’in, Seylan ve Zengibar adalarının, Hind ve Pasifik okyanuslarındaki Afrika kıyılarının, Cezayir’in, Kongo’nun, Nijerya’nın, Sudan ve Habeşistan’ın bütün camilerinde hutbeler Halife Abdülhamid Han adına okunmuştur.
Kılıç kuvveti kullanarak mı edinilmiştir bu dini saadet ve siyadet? Tabii ki değil. Kılınç cihangirliğinin bu derecesi, insan gücü için hayal dahi edilemez. Bu bir his ve vicdanın cihangirliği idi ki, emellerinin temizliği ve imanının salabeti sayesinde Halife Sultan İkinci Abdülhamid Han cennetmekâna müyesser olmuştur.
Bu, bir inayet-i Rabbaniye idi.
Yabancı ülkelere yapılan bu nüfuzunun yanında Halife Abdülhamid Han’ın fiilen idaresi altında bulunan engin ülkeleri de unutmamak gerekiyor. O, Mekke’nin, Medine’nin, Kudüs’ün, bütün mübarek makamların hizmetindedir. O, İstanbul’un, Bursa, Edirne, Şam ve Kudüs şehirleri ile Suriye ve Mısır’ın, Trablusgarp, Tunus, Bingazi, Fizan ve Berka ile Sahray-ı Kebir’in, Halep ile Keruan, Megris, Basra, Bağdat, El-Hassa, Dilem, Rakka, Kuveyt, Umman, Hadramut, Yemen, Asir, bütün Anadolu, Kıbrıs, Girit, Rodos’un, Akdeniz adalarının, Hicaz ve Habeşistan’ın padişahıdır.
Halife Abdülhamid Han, bütün İslam dünyasında hatasız Kur’an okunmasını temin etmiştir. Dünyanın hemen her tarafındaki camilere billur avizeler, büyük tunç şamdanlar, şaheser hat levhaları, halılar, musanna minberler, Kütahya çinileri, sakal-ı şerifler, sadefli rahleler hediye etmiştir.
Halife Abdülhamid Han, bugün Amerikan, İngiliz, Fransız misyonerlerinin Hıristiyanlığa yaptığı hizmetleri seksen yıl önce kurduğu seyyar hafızlar, müderrisler, Ramazan imamları teşkilatı (bir takım serserilerin cer hocası diye alay ettikleri fedakâr ulema sınıfı budur) ile İslam dinine yapmış ve kazandırmıştır. Sünni müslümanlar arasında büyük bir intibah uyandırmış, yeni bir dini terbiyenin esaslarını kurmuş, mezar taşlarına varıncaya kadar âdetlerini bize uydurmuştur.
Böyle bir halife unutulabilir miydi. Nitekim unutulmamış, unutturulamamıştır. Afrika’da, Asya’da ve Balkanlar’da seyahat eden genç gazeteciler elli yıldan beri Türk nesillerine kasten öğretilmemiş olan Abdülhamid Han’ı Hartumlar’da, Umdurmanlar’da, Zengibar veya Cava’da keşfetmektedirler. Afrika’nın bir beldesinde hutbe hâlâ Abdülhamid Han adına okutuluyor.
Osmanlı hanedanından gelmiş tek gerçek halife, hatta Çeharyâr-ı Güzin (Allah onlardan razı olsun)’den sonra Mütevekkil Alelllah zavallısına kadar gelmiş geçmiş nice seleflerine kıyas edildiği takdirde en üstün şahsiyet sahibi ve İslam’a cidden faydalı olmuş halife işbu Abdülhamid Han efendimizdir.
Sultan Reşad’ın devrinde halifeliğin kofluğu anlaşılmıştır, diyenler; Sultan Reşad’ı, İslam’ın halife olarak kabul etmemiş olduğunu bilmeyenlerdir. İslam dünyası, tanıdığı halifenin iradelerine daima boyun eğmiştir.
Sudan ve Nübya’da Mehdi’nin İngilizleri tepeleyip devlet kurması da Halife Abdülhamid Han’ın gizli başarısıydı.”
Tarihler ismini andığı zaman
Sana hak verecek koca Sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan
Asrın en siyasi padişahına!.
Rıza Tevfik Bölükbaşı
.
Biyografiyle ilgili olup da kütüphanemde yer alan kitapların arasında İstanbul valilerini anlatan eserler de bulunuyor. Mesela bunlardan biri “Meşhur Valiler” adını taşıyor, diğeri ise “İz Bırakan Mülki İdare Âmirleri” adıyla neşredilmiş.
Bunların ikisinde de hem Osmanlı devri hem Cumhuriyet dönemi idarecileri hakkında bilgi veriliyor. Türkçeleri bozuk olduğu için ne yazık ki ikisi de zevkle okunamıyor. Ayrıca ufak tefek bilgi yanlışlarına da yer veriliyor.
Mesela meşhur Osmanlı devlet adamlarından olup Bursa’da da valilik yapan Ahmet Vefik Paşa anlatılırken Yahya Kemal Beyatlı onun hakkında “Hezar gıpta o devr-i kadim Efendisine / Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine” beytini söylemiştir, deniliyor. Halbuki bu beyit merhum İbnülemin Mahmud Kemal Bey’le ilgilidir, birinci mısra Yahya Kemal’e, ikinci mısra ise Süleyman Nazif’e aittir. Ahmet Vefik Paşa’yla hiçbir alakası yoktur.
Şimdi asıl konumuza gelelim.
Yukarıda da belirtildiği üzere, “Meşhur Valiler” isimli 628 sayfalık bu eserde Osmanlı valilerinin de, Cumhuriyet devri valilerinin de hayat hikâyelerine yer veriliyor. Kitabın sayfalarını çevirirken eski İstanbul valilerinden Lütfü Kırdar’ın adını görünce merakla okudum. Ama gördüm ki, biyografisi klasik cümlelerle ve kuru bir üslupla anlatıldığı halde Yassıada Mahkemesi’ndeki hazin ölümünden ve cenaze merasiminde meydana gelen tatsız olaylardan hiç söz edilmiyor. Halbuki başka kaynaklarda konuyla ilgili bilgiler de dile getiriliyor. Merhumun hizmet yıllarına ait birkaç cümle kaydettikten sonra, darbeci zihniyetin merhametsizliğine ve despotluğuna da işaret eden bir iki nakilde bulunayım.
1888 yılında Kerkük’te dünyaya gelen Lütfü Kırdar 1913’de İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdi. Göz hastalıkları doktoru olarak çeşitli şehirlerde görev yaptı. Kızılay Başkanlığı’na getirildi. Kütahya milletvekilliğinden Cumhuriyet Halk Partisi Balıkesir Vilayet Başkanlığı’ndan sonra Manisa Valiliği’ne tayin edildi ve burada iki yıl vazife yaptı. Manisa’daki başarılarından dolayı İstanbul Valiliği’ne getirildi. Tam on bir yıl İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı olarak bu tarihi şehre büyük hizmette bulundu.
Boğaz sahil yolunun ihyası, Spor Sergi Sarayı’nın, Eminönü Meydanı’nın açılması, Mithat Paşa Stadyumu’nun inşası, Üsküdar – Beykoz yolunun açılması, Taksim Gezisi gibi hizmetler hep onun gayretiyle gerçekleşti. En önemli icraatlarından biri de İstanbul’a tam üç yüz okul kazandırmış olmasıdır. Manisa’daki bu gibi başarılarından dolayı bir caddeye “Lütfü Kırdar Caddesi” adı verildi. Birinci Dünya Savaşı’ndaki üstün hizmetlerinin karşılığı olarak İstiklal Madalyası’yla ödüllendirildi.
1949 ara seçimlerinde Manisa’dan CHP adayı olarak seçime girdi ve bu ilden milletvekili seçildi. 1950’de Manisa’da o zamanki ekseriyet sistemine göre Demokrat Parti seçimi aldığından Kırdar açıkta kaldı. 1954’de bizzat Menderes’in ısrarı ile Demokrat Parti listesinden, fakat bağımsız olarak İstanbul’dan seçime girdi ve kazandı. Bir süre sonra Sağlık Bakanı oldu ve DP’ye girdi.
Son Havadis gazetesinin yazarlarından Tekin Erer “Hayatımdan Esintiler” isimli kitabında ondan bahseden yazısının bir yerinde, “Bu muhterem insanın ölümü yürekler acısıdır. Onun vefatını anlatırken insanın utancından yüzü kızarır ve tüyleri ürperir. İnsanlara yapılan zulümler meyanında acı bir örnektir” diyor.
Zulüm sahnesi şöyle açılıyor:
Lütfü Kırdar, Yassıada Cezaevi’nde hastalanmıştı. 17 Şubat 1961 Cuma günü, Anayasa’yı ihlalden soruşturması yapılacaktı. Bundan dolayı mahkemeye çıkmamak için müracaatta bulundu, ancak müracaatı kabul edilmedi. Son derece bitkin bir halde mahkeme huzuruna çıktı. Mahkeme başkanı Salim Başol’a şöyle dedi: “Belli olmaz, bu mikrofona belki bir daha gelemem. Çok rahatsızım, ayakta duracak halim yok. Bildiklerimi söylemeye gayret edeceğim.”
Salim Başol, hiç oralı olmuyor ve soru üstüne soru yöneltmeye devam ediyor. Kırdar, cevap verirken âni bir fenalık geçiriyor ve “Reis Bey, çok fenayım müsaadenizle oturayım” diyerek yanındaki sandalyeye oturuyor. Oturmasıyla beraber yere yuvarlanması bir oluyor. Hayrettin Erkmen, Fatin Rüştü Zorlu gibi milletvekili arkadaşları hemen yanına koşuyorlar. Fatin Rüştü Zorlu, “Doktor, doktor!” diye bağırıyor. İki asker doktor geliyor ama heyhat, Lütfü Kırdar artık nefes almıyor. Hemen bir sedye getiriliyor ve merhumun cesedi mahkeme salonundan çıkarılıyor. Başkan Salim Başol, celseye on dakika ara veriyor. Sonra hiçbir şey olmamış gibi Anayasa’yı ihlal davası devam ediyor.
Eski İstanbul Valisi Lütfü Kırdar için 19 Şubat 1961 Pazar günü Şişli Camii’nde cenaze namazı kılınıyor. Cenaze büyük bir kalabalık tarafından omuzlarda taşınarak, Zincirlikuyu Mezarlığı’na götürülüyor. Cenaze defnedilirken tekbir seslerinin fazla olduğu ve dinin politikaya alet edildiği ileri sürülerek kalabalığın dağılması için emir veriliyor. Darbecilerin valisi General Refik Tulga da üniformalı olarak orada bulunuyordu. Sert bir sesle cenaze sahibinin kim olduğunu soruyor. Kırdar’ın büyük oğlu Erdem, kendisini gösterince yine sert bir ifade ile arabasına çağırıyor. Halk, Erdem’in tutuklandığını zannederek, “O, bir şey yapmadı. Onun ne kusuru var? Onu nereye götürüyorsunuz?” diye bağırmaya başlıyor. Erdem’in gitmemesi için biri onun eteğinden çekince, Tulga, eteğini çekene bir tokat atıyor ve Kırdar’ın oğlunu arabasına alarak oradan uzaklaşıyor. Cemaat sessizce dağılıyor ama ertesi günü cenazede bulunanlardan 23 kişi tutuklanıyor. Tutuklananlar arasında Belediye Baş İmamı Nusret Yeşilçay da vardı. Merhum Tekin Erer, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin zulümlerinden birini işte böyle anlatıyor.
Daha bitmedi. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Demokratik Parti’nin kurucusu merhum Ferruh Bozbeyli de hatıralarında, Yassıada duruşmalarındaki komik sahneleri anlatırken bu çirkin manzaradan da söz ediyor. Kısmen olsun, nakledelim:
Yassıada’da ifade verirken vefat eden Vali Lütfü Kırdar, daha sonra Demokrat Parti’nin Sağlık Bakanı olarak görev yapmıştı. Demokrat Parti mensuplarının korkunç akıbetine çok üzülen büyük bir kalabalık cenazeye katılmıştı. İşte bu cenaze töreninden bir “mezarcılar dâvâsı” çıkarıyorlar. Aynı zamanda avukat olan Bozbeyli, bu mezarcılar dâvâsına baktığı için çirkin gelişmelere yakından şahit oluyor. Temmuz sıcağı salonu kasıp kavuruyor. Sanıklar arkalıksız kanepelerde oturuyorlar. İçerideki 75 kişi Lütfü Kırdar’ın cenazesinde tekbir getirmekle ve valinin arabasını taşlamakla suçlanıyor.
Hakimler, herkese bu tekbir ve taşlama konusunu soruyorlar. Herkes ya getirdim ya getirmedim; taşladım yahut taşlamadım, diyor. Bu sırada söz sırası bir adama geliyor. Bu şahıs esmer, traşsız, kötü giyimli bir kimsedir. Şöyle ifade veriyor:
-Hâkim Bey, ben dinden, diyanetten hiçbir şey anlamam. Ben hamalım hamal. Oğlum gazeteleri okur. Böyle büyük adamların cenazesi var diye bir şey görürse bana haber verir. Ben de oraya gidip çelenk taşırım. Buraya da çelenk taşımak için geldim. Tekbir mekbir bilmem. Beni yakalayıp buraya getirdiler!..
İşte darbenin çirkin yüzü ve değerli bir devlet adamının hazin ölümü, iç karartan görüntüleriyle böyle kayıtlara geçti.
Allah’ın rahmeti merhumun üzerine olsun.
.
Son büyük depremin sebep olduğu korkunç can kaybıyla ilgili haberleri hüzünle okumaya el’an devam ediyoruz ve böyle büyük bir felaketi bize bir daha yaşatmaması için Yüce Rabbimiz’e yalvarıyoruz.
Sadece can kaybı mı? Eskilerin “kıyamet-i suğra” dedikleri bu küçük kıyamet, bir çok tarihi eseri de, büyük oranda tahrip etti. Gazeteler bu tahribat haberlerini, insanın içini kanatan resimlerle birlikte yayımlamaya halen devam ediyorlar.
Geçen gün Yeni Şafak’ta “250 tarihi eser enkazdan kurtarıldı” başlığıyla yer alan haberin spotu şöyleydi: “Hatay’da depremde zarar gören tarihi eserlere yönelik çalışmalar hız kazandı. Yıkıntılar tek tek fotoğraflanıp belgelendirilirken enkazdan da 250’den fazla eser kurtarıldı. Her hafta belirlenen bölgedeki eserlere yoğunlaşan ekipler bu hafta İhsaniye Camii ile Rum Ortodoks Kilisesi üzerinde çalıştı.”
“Ömrünü Hatay’a adamıştı” başlığıyla yine aynı sayfada neşredilen haberi de gözden geçirince hüznüm ikiye katlandı. Bu haberin de giriş paragrafı şöyle başlıyordu:
“Depremlerde kaybettiğimiz on binlerce can içinde kültür dünyamızın da insan hazinelerini yitirdik. Onlardan biri de Hatay’da yaşamını yitiren araştırmacı yazar Mehmet Tekin. Hayatı boyunca şehrin kayıp kültürünün gün yüzüne çıkarılması için çalışmalar yapan Tekin, Hatay’ın tanıtımına katkı sunan 44 eser yazdı. Bölge kültürünün tanınması için dernekler kurdu, seminerler verdi. 6 Şubat gecesi Antakya’da yaşadığı evde enkaz altında kaldı. Tekin, ömrünü adadığı Hatay’a defnedildi.”
Söz buraya gelmişken, şehir kitapları ve tabii ki şehir tarihleri üzerinde biraz durmak istiyorum. Merhum Mehmet Tekin gibi yaşadıkları şehirler hakkında geniş kapsamlı yayınlar yapanları doğrusu çok takdir ediyorum. Bu türlü kitapların beni cezbeden tarafı daha çok biyografi bölümleri oluyor. Daha önce kaleme aldığım birkaç makalede de belirttiğim üzere, her şehirde yetişen tarihi şahsiyetler, o şehirlere ait kitaplarda ayrıntılı anlatılıyor. Araştırmacılar ansiklopedilerde ve başka kaynaklarda bulamadıkları bilgilere bahsi geçen kitaplarda kolayca ulaşabiliyorlar.
İşin bu yönünün bildiğim için ben de kütüphaneme bir çok şehir kitabı kazandırdım. Bu satırları kaleme alırken onlardan bir kaçını masama koyup gözden geçirmeye başladım. Mesela “Sivrihisar Tarihi”nde, “Sivrihisar’da Yetişen Zevat” başlığı altında Nasreddin Hoca, Yunus Emre, Hızır Çelebi, Sinan Paşa, Şeyh Baba Yusuf, Aziz Mahmud Hüdayi gibi büyük zatlar daha ayrıntılı tanıtılıyor. Bunların dışında özellikle tasavvuf vadisinde yetişmiş başka şahsiyetlere de -keza- bu eserde yer veriliyor. İşte bir örnek:
Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri şöyle anlatıyor:
Bir gün, Peygamber Efendimiz’le Hz. Ali birlikte oturuyorlardı. Allah’ın Resulü, Hz. Ali’ye hitaben şöyle dedi: Yâ Ali! Sen ve ben bu ümmetin babasıyız. Hz. Ali, yâ Resulallah biz Haşimiyiz ve soyumuzdan gelenlerin babasıyız. Bütün ümmetin nasıl babası oluyoruz? Sebeb-i Hilkat-i Kainat olan Efendimiz şöyle buyurdu: Yâ Ali! Bu ümmet ilmi, irfanı ve fazileti bizden öğrendi. Ümmetimizin âlimleri ve fazılları manen bizim soyumuzdandır!..
M. Zekai Konrapa’nın 744 sayfalık “Bolu Tarihi” de işte bu şehir kitaplarından birini teşkil ediyor. 1960’da Bolu Vilayet Matbaası’nda basılan eserde Osmanlı tarihinin önemli olaylarına kuvvetli bir projektör tutuluyor. İslam tarihine olan vukufiyetiyle tanınan merhum, İstanbul İmam – Hatip Okulu’nda ve Yüksek İslam Enstitüsü’nde uzun süre hocalık yaptı. Ben de Tokat İmam Hatip okulu öğrencisi olarak onun yazdığı siyer kitabını okudum. Bu kitabı hâlâ saklıyorum. Fatih Camii’ni süsleyen ve Sultan Abdülhamid’in bütün Müslümanların halifesi olduğuna işaret eden o muhteşem tablonun hazin hikâyesini de -büyük bir merakla- bu eserden okumuştum.
Bu sahanın en velud kalemi hiç şüphesiz tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’dır. Merhumun “Akşehir Tarihi”, “Erzurum Tarihi”, “Niğde Tarihi”, “Konya Tarihi”, “Alanya Tarihi” gibi bir çok değerli ve hacimli şehir kitabı bulunuyor. 854 sayfalık Akşehir Tarihi’nde hem bu şehrin tarihi, hem de Nasreddin Hoca hakkında önemli bilgiler ve belgeler yer alıyor. En girift kitabeleri bile kolayca okuyan Konyalı, bu eserinde Nasreddin Hoca’mıza ve onun ibret dolu fıkralarına yeni bir bakış açısı getiriyor. Merhum, adı geçen kitabında sadece Nasreddin Hoca’yla yetinmiyor, Akşehir’de yetişen büyük zatları da bize tanıtıyor. Harem’e yakın Selimiye’de kütüphanesi bulunan İbrahim Hakkı Konyalı, Karacaahmet Kabristanı’nda istirahat ediyor.
544 sayfalık “Alanya Tarihi” de Konyalı’nın diğer bir şehir hazinesi olarak karşımıza çıkıyor. Merhum kitabının önsözünde şu ilk cümleyi kullanıyor: “Alanya (Alaiyye) yalnız Türklerin değil, bütün dünyanın en büyük hükümdarı, Konya Selçuklu sultanlarından Birinci Alaüddin Keykubat tarafından kurulmuş ve adlandırılmıştır.”
Önsöz’deki diğer bir söz ise şöyle:
“Selçuklu Alaiyye şehirlerin büyüğü, büyüklerin şehri idi. İleri ve yüksek zevkli Selçuklular burasını başkent ve Konya’nın kışlağı yapmışlardı. Fatih ve Türk büyükleri burada bulunan saraylarındaki köşklerinde dinleniyorlardı.”
Diğerlerinde olduğu gibi bu eserde de, şehrin büyüklerine ayrıca yer veriliyor; devlet adamları, şeyhülislam, kadılar, âlimler ve şairler tanıtılıyor. Şairler arasında Fıtnat Zübeyd Hanım en ilgi çekici bölümü teşkil ediyor. Dedesi de, babası da Şeyhülislam olan Fıtnat Zübeyde Hanım bilindiği üzere Osmanlı kadın şairlerinin en ünlülerindendir. Yanılmıyorsam Laleli’deki, Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi civarında bir sokağa da bu şairemizin adı verildi.
Konyalı, Fıtnat Zübeyde Hanım’la ilgili yazısını şu cümlelerle bitiriyor:
“Zübeyde Fıtnat Hanım’ın mezarı İstanbul Çarşamba’da dedesi Şeyhülislam İsmail Efendi’nin yaptırdığı caminin doğusunda, babası Şeyhülislam Mehmet Esat Efendi’nin yaptırdığı darülhadisin güneyinde, babasının, dedesinin, amcalarının ve kardeşi Şeyhülislam Mehmed Şerif Efendi’nin açık türbelerinin doğusundaki aile kabristanındadır.”
Şehir kitaplarının, şehirlerin bilgi hazineleri olduğunu unutmayalım.
.
Cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimlerinin adım adım yaklaştığı şu sıralarda ittifaklar yapılıyor, iltihaklar oluyor, ihtilaflar çıkıyor, ihtiraslar, bu çirkin sıfatın sahiplerini birer birer deşifre ediyor. En korkunç olanı da şu ki, dindar, sağcı, muhafazakâr, milliyetçi damgası taşıyan bazı siyasiler ise karşı cephedekilerin yanında yer almak, onlara destek olmak için âdeta birbirleriyle yarışıyorlar.
Yakın tarihimizin gerçeklerinden biri de cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya çıkan karmaşadır. İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığında da, daha sonraki seçimlerde de bu böyle olmuştur. Bâbıâli’de “Deli Nizam” adıyla bilinen ama en akıllıca yazılarla yakın tarihin gerçeklerine ışık tutan Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu’nun “Yeni İstiklal” gazetesinde “Cumhurbaşkanlığı Rahat Bir İş Değildir”, “İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanı Seçilişinde Tek Rolü Oynayan Kim”, “Mareşal ile Şükrü Kaya Arasındaki Nefret ve İ. İnönü’nün Cumhurreisi Olması” başlıklarıyla yayımladığı makaleler, cumhurbaşkanlığı esnasında çevrilen dolapların iç yüzünü gün ışığına çıkarıyor.
Darbe dönemlerinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri ise, dayatmanın, despotluğun korkunç örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. Ali Fuad Başgil gibi dört başı mamur bir ilim adamının, bir ahlak ve karakter âbidesinin cumhurbaşkanlığının engellenmesi, darbeci paşaların dayatmasıyla Orgeneral Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanı seçilmesi ne yazık ki, siyaset tarihimizin nahoş manzaralarından birini teşkil ediyor.
Ben, Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil’i ortaokul ve lise sıralarında tanımaya başladım. Onun “Gençlerle Başbaşa” isimli kitabını okuyarak gençliğimi değerlendirmeye çalıştım. İmam-Hatipli olmanın etkisiyle de, “Din ve Laiklik” adındaki kitabını hem de birkaç defa hatmettim. Daha sonraki yıllarda ise, hem gazete ve dergi yazılarını takip etmeye başladım, hem diğer eserleriyle tanıştım.
Esefle ifade edeyim ki, tam bir hukuk otoritesi ve kültür adamı olan Başgil, bu milletin gençlerine yeteri kadar tanıtılmadı. Onunla ilgili olarak, ölümünden hemen sonra hazırlanması gereken armağan kitap bile ancak yıllar sonra neşredildi. Buna da şükür. Bizim nesil bu büyük şahsiyeti talebeleri olan İsmail Kahraman, Rasim Cinisli, Servet Armağan gibi isimlerin kitaplarına serpiştirilen hatıralarıyla, verdikleri konferanslarla tanıdı. Son zamanlarda merhum hocamızla ilgili bir hayli yayın yapıldı. Birkaç örnek vermek gerekirse, Samsun Çarşamba Belediyesi’nin hazırladığı kitapla, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin yayımladığı 1062 sayfalık “Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in Anısına Armağan” adlı eserini tavsiye edebiliriz. Rasim Cinisli Bey’in zevkle okunan “Bir Devrin Hâfızası”nda da hocayla ilgili bahislere yer veriliyor. Eski Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Demokratik Parti’nin Kurucusu Ferruh Bozbeyli’nin “Yalnız Demokrat”ı, Boğaziçi Yayınları’ndan çıkan “Ali Fuat Başgil’in Hatıraları”, Mehmet Gökalp’in hazırladığı “Haksızlıklar Karşısında Susmayan Âlim Başgil”i de ayrıca okumak gerekir.
Ali Fuad Başgil’in nasıl cumhurbaşkanı adayı olduğu, hangi zorluklarla karşılaştığı ve niçin vazgeçtiği bütün bu kaynaklarda ayrıntılarıyla anlatılıyor. Seçimlerin sath-ı mailinde bulunduğumuz şu günlerde bu konuyu da siz değerli okuyucularıma bir çeşni olarak hatırlatmak istiyorum ve sözü Milli Türk Talebe Birliği başkanlarından Rasim Cinisli Beyefendi’ye bırakıyorum:
“Yirmi yedi mayıs darbecileri Başbakan Adnan Menderes’i, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ı idam ettiler. Milli vicdan kanadı. İdamlardan yirmi beş gün sonra belirsiz bir ortam ve boğucu bir atmosferde milleti seçim sandığına çağırdılar. Milleti korkuyla ürkütüp demokratik görüntü içinde darbeciler yandaşları ile birlikte seçim sandığından çıkarak, milletlerarası platformda meşruiyet kazanmak istiyordu. Buna rağmen seçim, demokrasiye dönüş için bir aşama idi. Alelacele partiler kuruldu. Seçmen, Demokrat Parti’nin yerine geçeceği partiyi seçmeye çalışıyordu. Ekrem Alican’ın Yeni Türkiye Partisi’ni mi, General Ragıp Gümüşpala’nın kurduğu Adalet Partisini mi?.. Millet Ali Fuat Başgil Hoca’yı izliyordu. Hem parlamentoya girmesini istiyor, hem de hangi partiyi seçeceğini kolluyordu. Başgil Hoca Adalet Partisi’nin listesinden bağımsız senatör adayı oldu. Seçim sonuçları 27 Mayısçıları hüsrana uğratmıştı. Halkın gücünü küçümseyen darbeciler müthiş bir tokat yemiş, şoka girmişlerdi. Halkımızın anlamlı sükûtu, bozulan siyasi istikrarı yeniden kurmak istiyordu. Vatandaş lezzetini sevdiği demokrasiyi özlemişti. Toplum vicdanı bu çare için tek isim üzerinde birleşti. Samsun’dan senatör seçilen Ali Fuat Başgil… Milletimiz Başgil’in reisicumhur olmasını istiyordu. Halk seçtikleri milletvekillerine Başgil Hoca’yı seçmeleri için sıkı sıkı tenbih etti.
Vatandaşlar milletvekillerini Ankara’ya taşıyan trenin siyah gövdesine gece karanlığında, tebeşirle adam boyu harflerle ‘Reisicumhur Ali Fuat Başgil’ yazarak uğurladılar. Milletvekilleri Ankara’ya geldiklerinde adayları belli oldu. Milletin bağrından coşan bu teveccühü Ali Fuat Hoca reddedemedi.
Devletine ve milletine büyük hizmetler vermiş demokrasi şehidi Menderes’in darağacındaki siluetine baka baka millet adına, demokrasiyi yeniden kurmak uğruna, aday olmayı kabul etti. İşte bu fırtınaların içinde Başgil Hoca yine dimdik, ağırbaşlı, yine mütevazı idi. Ama bu gelişmeler karşısında Ankara’daki darbeci yine silaha sarılmıştı. Seçimleri yaptırdığına pişman olmuştu. Seçimleri iptal etmek istediler.
Org. Fahri Özdilek ve Gen. Sıtkı Ulay Ankara’da, Başbakanlık odasında gecenin saat ikisinde, Ali Fuat Başgil’i adaylıktan vazgeçirmek istediler. Cumhurbaşkanlığından çekilip Senato başkanı olmasını teklif ettiler. Hoca bu teklifi kabul etmedi. Milletin teveccühünü reddedemedi. Bu durum karşısında Hoca’yı hayatı ile (ölümle) tehdit ettiler. Böyle bir ortamda Hoca’nın verdiği cevap muhteşemdir. Hoca, ‘Paşalar, siz hiç harp ettiniz mi?’ diye sorar. Generaller harp görmediklerini söyleyince Hoca, ‘Ben Kafkas cephesinde dört yıl savaştım. Harp içinde ölüm akla gelmez. Ben, şu anda harp içindeyim. Ölüm korkusu yolumu kesemez.’ Tehditlerinin işe yaramadığını gören darbeciler birkaç saat sonra açılacak parlamentoyu feshedip seçimleri iptal edeceklerini açıklayınca Hoca durakladı. Kurmak ve kurtarmak istediği demokrasinin kendi adaylığı bahane edilerek yeniden tehlikeye itilmesini istemedi. İyi kötü seçim yapılmış, parlamento açılacaktı, iyi bir mesafe alınmıştı. Siyasette zaman ve mesaj çok önemliydi. Hoca, mesajını vermiş, zamanı parlamentoya bırakarak reisicumhur adaylığından çekildi, senatörlükten de istifa etti.”
Allah, Ali Fuad Başgil’e rahmet etsin. Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimini de milletimiz için hayırlı ve uğurlu eylesin!
.Son devrin iki önemli kültür tarihçisi kimdir diye bana bir soru yöneltirseniz biri merhum Osman Nuri Ergin, diğeri de rahmetli A. Ragıp Akyavaş’dır diye cevap verebilirim. Dokuz ciltlik “Mecelle-i Umur-ı Belediye”, beş ciltlik “Türkiye Maarif Tarihi”, yedi yüz yetmiş dört sayfalık “İstanbul Şehreminleri”, ayrıca “Türkiye’de Şehirciliğin Tarihi İnkişafı”, “Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi”, “Beledi Bilgiler”, “Fatih İmareti Vakfıyesi”, “İbn-i Sina Bibliyografyası”, “İstanbul’da İmar ve İskan Hareketleri”, “Türk Tarihinde Evkaf, Belediye ve Patrikhaneler” isimleriyle yayımladığı birbirinden önemli eserler, Osman Nuri Ergin’in kültür tarihimize olan vukufiyetine işaret ediyor.
744 sayfalık “Muallim Cevdet Hayatı, Eserleri ve Kütüphanesi”, 331 sayfalık “Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun – Hayatı ve Şahsiyeti”, 156 sayfalık “Abdülaziz Mecdi Divanı” gibi kitaplarına gelince, bunlar da merhumun biyografi konusundaki derin tetkiklerine delil kabul ediliyor.
Aynı yazarımızın, diğer bazı kalem erbabının eserlerini bir takım şerhlerle, ilavelerle, takdim yazılarıyla yayımladığını biliyoruz. İsmail Fenni Ertuğrul’un “Hakikat Nurları” Hüseyin Kâzım Kadri’nin “İnsan Hakları Beyannamesinin İslam Hukukuna Göre İzahı”, Sahih-i Buhari Mütercimi Babanzade Ahmed’in “İslam Ahlakının Esasları” da işte bunlardan bazılarını teşkil ediyor.
Osman Nuri Ergin’in kültür dünyamıza yaptığı önemli hizmetlerden biri de, gerek İstanbul Vilayeti Mektupçusuyken, gerekse Belediye Mektupçusuyken bu tarihi şehrimizin caddelerini, sokaklarını ilim adamlarının, şairlerin ve edebiyatçıların isimleriyle süslemiş olmasıdır.
A. Ragıp Akyavaş merhuma gelince, onun da dini, tarihi, edebi ve mimari konularda kaleme aldığı ve çeşitli gazetelerde, muhtelif dergilerde yayımladığı yazılar büyük, hem de çok büyük bir yekun tutuyor. Eğer vefakâr kerimesi Prof. Beynun Akyavaş, bunları sabırla, azimle ve büyük bir titizlikle toplayıp çeşitli isimler altında kitaplaştırmamış olsaydı, biz bugün böyle bir hazineden mahrum kalacaktık.
Evet, Beynun Hanım’ın hazırladığı ve “Fahr-i Kâinat Efendimiz”, “İslamiyet İnsaniyettir”, “Âsitane”, “Üstad-ı Hayat”, “Edeb Yahu”, “Tarih Meşheri”, “Derken Efendim”, “Çalar Saat” isimleriyle ve ikişer cilt halinde yayımlanan kitaplar dini, milli ve kültürel tarihimize kuvvetli bir projektör tutuyor. Türkiye Diyanet Vakfı’na da böyle değerli eserleri neşrederek kültür dünyamızı zenginleştirdiği için teşekkür ediyoruz.
Bilmem ki belirtmeye gerek var mı? Bu iki ismin dışında daha başka kültür tarihçilerimiz de bulunuyor. Onların kaleme aldıkları değerli eserler de ilim ve irfan dünyamızı aydınlatıyor. İsimleri geçen eserlerin sayfalarını zaman zaman çevirmekten, ilgimi çeken konuları -hem de birkaç defa- okumaktan büyük zevk alıyorum ve bu zevki mükeyyifattan kabul ediyorum. Geçen akşam “Derken Efendim”in birinci cildini gözden geçirirken “Zelzele Felaketi” başlıklı yazıyla karşılaştım. Mademki deprem günlerini yaşıyoruz, öyleyse siz değerli okuyucularımla da – iktibas yoluyla – paylaşayım.
A. Ragıp Akyavaş diyor ki:
“Zelzeleyi gören yangına razı olur derler. Bu âfet, sel baskınından da, yangından da, hatta kasırgadan da beterdir. Bu saydıklarımızın kısmen de olsa önüne geçilebilir. Amma ve lakin yerin karnı acıktı, canı et lokması istedi mi, bir kere anan yahşi baban yahşi ne deseniz, ne yapsanız hangi tedbiri alsanız nafiledir. O, hiddeti, şiddeti geçinceye kadar ortalığı hâk ile yeksan edecektir.
Oldu İstanbul ahâlisi harîka razı
Yere geçtikte bu yıl şehr-i Ayıntâb ve Haleb!
Tutuşup her birinin dâmen-i sabrı dediler
Bize yangın yetişir, zelzele verme Yâ Rab!
İzzet Molla’nın bu mısraları pek yerinde söylenmiştir.
Akşam sular kararmak üzere. Gazetelere tekrar şöyle bir göz atayım dedim. Oturduğum koltuk birden altımdan kayar gibi oldu. Bu esnada gözüm avizeye ilişti. Bir de ne göreyim, salıncak gibi sallanıyor. Eskiler buna âfât-ı arziyye derlerdi. Yani zelzele!
Bizim ev halkını bir telaştır aldı. Ne yapalım, sokağa çıkalım mı, çıkmayalım mı? Oturduğumuz daire apartmanın üçüncü katı. Biz merdivenlerden ininceye kadar maazallah olan olur. Tevekkeltüalellah deyip beklemeye başladık. Bu esnada sokak ve caddeler mahaşerallah insanla doldu. Çoluk çocuk, genç yaşlı, pijamalı pijamasız bir yığın insan! Cümlesi şaşkın bir halde ve dehşet içinde…
Derken efendim, biraz sonra radyo kısa haberleri vermeye başladı. Bu yer sarsıntısı bir çok vilayetlerimizde kendini göstermiş. Bilhassa Adapazarı’nda can ve mal kaybına sebep olmuş. Yine bir çok ölü, yine bir çok yaralı. Cenab-ı Allah bu gibi âfât-ı semaviyye ve arziyyeden bütün insanları korusun. Ölenlere rahmet, yaralılara acil şifa ihsan buyursun.
Büyük vak’alar halkımızın dilinde ve bilhassa İstanbul ahalisince birer tarih başlangıcı olarak kullanılır. Mesela, oğlunun yaşından bahseden anne Büyük Hareket’te doğmuştu der veya meşhur Çırçır yangınına tesadüf eden günlerde bizim oğlanı mektebe başlatmıştık diye anlatır.
Anadolu’da bunun daha hususi mahiyet ifade edenlerine rastlanır. Mesela İmam’ın ayaklandığı sene denir. Bununla Yemen isyanı kastedilirdi. Daha yakın tarihte Halk Partisi iktidarı devrinde çıkartılan Varlık Vergisi belası da hafızalarda yerleşen mühim vak’alardandır.
Dün akşamki zelzele müfekkiremi Büyük Hareket’e kadar götürdü. Bu sarsıntı birkaç gün bütün hiddetiyle ve şiddetiyle devam etmiş ve en büyük tahribatı Kapalıçarşı’da yapmıştı. Turistler gibi nedense felaketler de bu çarşıyı ziyaret etmeyi ihmal etmezler. Surlar yıkılmış, selatin camilerinin minare kılıfları uçmuş, binalar çatlamış veya çökmüş. Denizler kabarıp iskeleleri su basmıştı.
Zilzal, Kur’an-ı Kerim’in 99. Sûresinin adıdır. ‘İzâ zülziletil ardu zilzâlehâ’ diye geçer. Bu sûre zelzele üzerine nazil olmuştur.
Hicretin ikinci senesinde bir gün, Risâletpenah Efendimiz maiyyetinde Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer olduğu halde Uhud Dağında dolaşırken birden bire yerin şiddetle sarsıldığı görülmüş, Resul-ü Ekrem hiç telaş etmeyerek:
Sakin ol ya Uhud! Üzerinde bir Nebi, bir Sıddîk ve bir şehit vardır, diyerek dağa hitap etmiş ve sarsıntı derhal kesilmiştir. İşaret buyurulan şehit Hazreti Ömer’dir. Peygamberimiz Efendimiz bu suretle mucize göstermişlerdir.”
Manevi dünyamızı sarsacak zelzelelerden de korunmak için Fahr-i Kâinat Efendimize ittiba etmek gerekiyor.
.
Üsküdar’da sık sık gittiğim bir arkadaşın kitapçı dükkânına geçen gün bir kere daha uğradığımda kendisini şaşkın ve telaşlı bir vaziyette gördüm. “Hayrola Yusuf Bey, bir şeye mi canınız sıkıldı” sorusunu yönelttim. Arkadaşım şöyle cevap verdi:
Az önce dükkâna gelen bir adam, hem de İslami gruplardan birine mensup olduğu anlaşılan bir zat, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi Bey’in bir kitabının olup olmadığını sordu. “Sizde ‘Ahmak-ı Hayal’ var mı?” dedi. Donup kaldım. “Âmak-ı Hayal”den “Ahmak-ı Hayal” diye söz etmesi beni çok fena şaşırttı, diyerek hayretini dile getirdi.
Bu türlü yanlış ifadelerle ben de çok karşılaştığım için fazla şaşırmadım. Çünkü, Osmanlı Türkçesi yeteri kadar bilinmediği için böyle hatalar her zaman yapılıyor. Vahim olan şu ki, böyle kitap isimlerini karıştıranlara, yanlış telaffuz edenlere okumuş yazmış kimseler arasında da rastlanıyor. Ve biliyor musunuz en çok da alem ile âlem, delalet ile dalalet, medfun ile meftun, tanzimat ile tazminat birbirine karıştırılıyor.
“Ayaklı Kütüphaneler” isimli kitabımın Ali Emiri Efendi ile ilgili bölümünde de kaydı geçiyor. Son devrin ünlü kültür adamlarından Şakir Ülkütaşır, daha ortaokul sıralarındayken bir gün babasının tavsiyesi üzerine İzmir’in Milli Kütüphane’sine gidiyor. Yaşlı başlı adamların oturduğu masanın bir köşesine ilişiyor. Kütüphane memurundan, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarını getirmesini istiyor. Görevli şahıs da, arzu ettiği bir kitabı hiç yüksünmeden önüne koyuyor. Hatta bir gün, Şehbenderzade’nin işte bu “Âmak-ı Hayal”ini bir başka okuyucu için dolaptan çıkarırken kendisine gösteriyor ve “Eğer bu kelimenin, “âmak” kelimesinin anlamını bilirsen sana daha başka kitaplar da veririm, diyor. Şakir Ülkütaşır, “O yaşımda ‘âmak’ı bilemedim ama hafız-ı kütüp (müdür) beni yine kitaplardan mahrum bırakmadı” diye sözünü bitiriyor.
Âmak-ı Hayal’i ben de yıllar önce Latin harflerine aktarıp yayınlamıştım. Bu tasavvufi roman günümüzde de baskı üstüne baskı yapıyor. Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin diğer önemli bir eseri olan “İslam Tarihi”ne ilgi çekici bir önsöz yazan merhum tarihçimiz Ziya Nur Aksun, Âmak-ı Hayal hakkında şöyle bir değerlendirmede bulunuyor:
“Â’mak-ı Hayal – Racinin Hatıraları: İstanbul’da 1326 senesinde Giridi Ahmed Sâki Matbaası’nda basılmıştır. Seksen sayfalık, felsefi ve tasavvufi bir romandır. Bu eserin şimdiye kadar beş baskısı yapılmıştır. Tasavvufa meraklı olanlar için, pek aranan bir kitaptır. 1947 senelerinde 50 lira gibi bir fiyata aldığımı hatırlarım ki, çok pahalı idi. Bu bir manevi seyahatin hikâyesidir. Yolcu, birçok şehirlerden geçer. Hiç birinde aradığını bulamaz ve daima yeniden aramak için dolaşır. Nihayet sonsuz varlık şehrine ulaşır. Seyyahın adı Raci’dir.
Bir mezarlıkta garip ve çok basit hayat süren, her tarafında ayna parçaları asılı meczup bir ihtiyarla karşılaşır. Bu zata ‘Aynalı Baba’ denmektedir. Ermişlerden bir zattır. Baba, Raci’ye kahve pişirir ve sonra ney çalar. Raci, garip bir tarzda dalar ve böylece manevi seyahatler başlar. Birinci gün Hiçlik Zirvesi’ne (Nirvana’ya) ulaşır; Buda sırrını anlar. İkinci gün ‘Ey Nur! Zulmetleri durdur’ diyen Zerdüşt diyarına ulaşır. Hürmüz ve Ehrimen’in sırrını anlar. Üçüncü gün, Devr-i Daim şehrine varır ve her şey başladığı yere döner. Dördüncü gün, Mecma-ı Ârifan’da imtihan meydanını görür. Beşinci gün, Saha-ı Azamet’tir. Altıncı gün, Kaf-ı Anka şehridir. Rahman’ın arş üzerinde istivasının sırrına varır. Yedinci gün, Umman-ı Azamet’tir ve ilmin bir nokta olduğu sırrını anlar. Sekizinci gün, Muammay-ı Ebedi’ye yani ‘Sonsuz Bilmece’ye ulaşır. Ancak ilimde râsih olanların sırrına ıttıla hasıl eder. Dokuzuncu gün, ‘Mahfel-i Âzam’dır. Bu manevi seyahatten, yani Uruc’dan sonra Nüzul’a erenler için, artık her şey yeni mânâlar kazanır.
Bu kitapda, bir takım teşhisler, tecridler, sözler, ruhi haller ile tasavvufun, enbiyanın, evliyanın sırları ve ahvali hayaller içinde ifhama (anlatılmaya) çalışır.
Kitap, müellifin muhayyilesinin genişliğimi tasavvuf ve felsefedeki vukufunu, bunu ifhamdaki (anlatmaktaki) büyük kabiliyetini açıkça ortaya koyar. Hakikaten şâyân-ı mütalaa ve erbabı için kıymetli bir kitaptır. Sırr-ı Muhammedi türlü teşhisler, hayali seyahatler ve muhayyel içtimalar ile pek güzel anlatılır.”
Ziya Nur üstadımız cehalet zulmetini aydınlatmayı sürdürüyor, Şehbenderzade’yi tenkide kalkışan Baha Tevfik’e gerekli cevabı şu veciz cümlelerle veriyor:
“B. Tevfik, ‘Bizde Felsefe’ isimli bir makalesinde herkesle beraber onu da tenkid etmekte, ‘Gençleri memnun edemeyen bir yol tuttu. Ulum-u müsbite ve hakikiye taharrisi için açılmış taze dimağları, iblis-i Behmen hikâyeleriyle, duvarlardan geçen, yedi kat semalara uçan perilere mahsus masallarla doldurmak istedi’ demektedir.
‘Felsefe-i Ferd’ isimli basit ve birbiriyle alakasız makalelerden mürekkep, ismiyle mahiyeti arasında alaka bulunmayan bir kitap yazan bu adam, yazılarından anladığımıza göre Ahmed Hilmi’yi tenkid edecek felsefi kültüre sahip görünmemektedir. Tenkidinde dayandığı ve alay mevzuu ettiği hususlar da ‘Â’mak-ı Hayal’den doğmaktadır. Mesela tenkid sadedinde bir ölçü olarak ileri sürülen ‘Gençleri memnun edemedi’ sözü ne kadar düşük ve enfüsi eda taşımaktadır. Bir filozof veya mütefekkir gençleri memnun etmek için mi düşünecek, yoksa bir hakikati mi arayacaktır? ‘Felsefe-i Ferd’ gibi ağreb-i garaibden bir isim ile ortaya çıkan basit traşlamalarla ferd de felsefe de pek zavallılaşmıştır. Bu zatın yanında ve karşısında Ahmed Hilmi’yi ‘Felatun-i Asr!’ (Asrın Eflatun’u) addetmek hiç yanlış olmaz.”
Efendim, “Â’mak-ı Hayal”, hayalin derinlikleri anlamına geliyor. Peki ama “Ahmak”la “â’mak” arasında bir ilişki var mı diye sorarsanız, ben de İbnülemin’in ünlü bir tarihçimize – biraz da espri kabilinden – söylediği şu cümleyi sizlere naklederim.
“Sen zaten öteden beri humk-i amikle malûl olmakla meşhursun!”
Hadiselerin sadece dış yüzüne bakarak karar verenler ve bu kararları doğrultusunda yorum yapanlar genellikle yanılırlar ve yanlış sonuçlara varırlar. Halbuki, büyük felaketlerin, korkunç yıkımların bir de iç yüzü ve deruni sebepleri vardır. Bu sebepleri de görebilmek ve sağlıklı değerlendirme yapabilmek için kişinin basiret sahibi olması, kalb gözünün açık bulunması gerekiyor.
Basiret sahibi bir insan, olağan üstü gelişmeleri, sıra dışı olayları değerlendirirken iç dünyasının sesini dinlemeyi ihmal etmez. Dolayısıyla basit, sığ, kaba ve çirkin sözler söylemekten şiddetle kaçınır. Felaket tablolarından ibretli sonuçlar çıkarır ve ders almasını bilir.
Bu mukaddimeyi, sözü deprem felaketine getirmek için yaptım. Her konuda olduğu gibi deprem faciasının da, hem fiziki açıdan, hem de metafizik zaviyeden değerlendirilmesi icap ediyor. Sırf maddi sebepleri esas alarak yapılan yorumlar doğru olmakla beraber eksiktir ve depremzedeyi teselli etmek için yeterli değildir. Korkunç enkazın altından bir hafta sonra ve sağ salim çıkan yavrunun gülümseyen gözlerine ibretle bakılırsa, ne demek istediğimiz daha kolay anlaşılır.
Tarih sayfalarının böyle ibret tablolarıyla dolu olduğunu görüyoruz. Ünlü Osmanlı bilginlerinden Âli, “Künhü’l-Ahbar” isimli eserinde -hicri 991 yılının hadiselerini anlatırken- o sırada meydana gelen Erzincan depremiyle ilgili garip bir olayı şöyle naklediyor:
“Bu yıl Erzincan’da korkunç bir zelzele oldu. Tarihin kaydettiği büyük depremler, bunun yanında ancak insan vücuduna ârız olan ürpermeler gibi kalır. Yeni büluğa ermiş bir Hıristiyan çocuğu, koltuğunda yedi sekiz ekmekle fırından gelirken yıkılan evlerinin avlusunda, enkaz altında kalıyor. Hadisenin üstünden tam on sekiz gün geçip, ailesinden kurtulanlar enkazı temizlerlerken çocuğun iki direk arasında sağ salim kaldığını ve yanında yarım ekmek bulunduğunu görüyorlar. Kazazedenin elinde ancak bir günlük ekmeği kalmış.”
Erzincan depremi deyince aklıma geldi. Bilindiği üzere son devrin en büyük, en yıkıcı depremlerinden biri de yine bu şehrimizi vurdu. 1939’da vuku bulan bu zelzelede yaklaşık kırk bin kişi hayatını kaybetti. Şehir, yerle bir oldu. Tokat’a kadar uzayan fay hattı, daha birçok şehri, köyü ve kasabayı harabeye çevirdi. Bütün bir ülke matem havasına büründü. İçeriden ve dışarıdan yardım gelmeye başladı. Milletimiz de tek yürek olup gerekli desteği verdi.
Bu arada devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de, trenle Ankara’dan Erzincan’a gitti. Depremzedelere tabii ki moral vermek istedi. Yaşlı bir kadın Cumhurbaşkanına sarılarak ve gözyaşları dökerek “Mehmedim öldü. O da askerdi. O, senin de oğlundu. Başın sağ olsun, millet sağ olsun” dedi. Devrin gazetelerinde ve dergilerinde yayımlanan bu resme bakılırsa, İsmet Paşa’nın bu elem verici manzara karşısında bir heykel sessizliğiyle durduğu görülür. Cumhurbaşkanı yine geldiği trenle Ankara’ya döndü. Koskoca trene ne bir yaralı alındı, ne de bir matemzede. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi almak isteyenlerin rahmetli Münevver Ayaşlı’nın “Pertev Bey’in Üç Kızı” isimli romanını okumaları gerekiyor.
Söz buraya gelmişken Erzincan depremiyle ilgili olarak hazırlanan bir kitaptan ve bu kitapta yazıları bulunan kalem sahiplerinden de kısaca bahsedeyim. “1939 Anadolu Zelzelesi” adıyla 1940 yılında yayımlanan eserde Falih Rıfkı Atay, İskender Fahrettin, Meliha Avni, Burhan Cahid, Nadir Nadi, Hakkı Süha Gezgin, M. Zekeriya Sertel, Necip Fazıl Kısakürek, Hüseyin Cahit Yalçın, Fazıl Ahmet Aykaç, Etem İzzet Benice, Peyami Safa, Burhan Felek, Nurullah Ataç, Mahmud Yesari gibi yazarların yazıları yer alıyor. Adları geçen bu yazarların makalelerini okuyunca -bir ikisi hariç- hepsinin basmakalıp sözler söylediklerini ve bunların depremzedeleri teselli edecek hiçbir yönünün bulunmadığını görüyoruz.
Esefle belirtelim ki, bunlardan biri olan Mahmud Yesari -depremle hiçbir ilgisi olmadığı halde- tam bir Osmanlı düşmanlığı yapıyor ve şu garazkâr cümleleri söylemekten kendini alamıyor:
“Türk topraklarında zelzele, tufan ilk defa görülmüş âfetlerden değildir. Fakat, asırlarca bu milletin başına geçip ‘veli nimet (!)’ geçinmiş bu padişahlar yurdun felaketine uzaktan seyirci kalırlardı. Yer yerinden oynar, onlar yerlerinden kımıldamazlardı. Yer yerinden oynar, onların kılı kıpırdamaz, çubuklarını yakar, şaraplarını çakar, köçek oynatırlardı.
Kendilerine ‘Allah’ın gölgesi (!)’ ‘Veli nimet-i bi-minnet’ dedirttiler. Hakikatte, milletin kanını emen aç sülüklerdi. Onların çılgınca israfları, rezilane sefahatleri millete zelzeleler, tufanlar kadar zarar ziyan verirdi…”
Bu satırları okuyunca gözlerime inanamadım. Cehaletin ve gafletin bu derecesine pes doğrusu!..
Adı geçen kitaptan güzel bir örnek verip, konuyu tatlıya bağlayalım. Merhum Üstad Necip Fazıl, depremi şöyle değerlendiriyor:
“Geçenlerde, jeologya mütehassısı bir dostumla Şirket-i Hayriye vapurlarında buluştuk. Buğulu vapur penceresinden Anadolu kıyısını seyrederek dertleşiyorduk. Ben, deniz kenarında ve su hizasındaki ahşap yalı fikrini müdafaa ediyordum. Sahilden 20 metre gerideki kübik kümesleri hicvede hicvede bitiremedim. Laf döndü dolaştı, Boğaziçi’nden çıktı, büyük şehri ihata eden bir imar davasına temas etti. Ahşap mı, kârgir mi?
Lisanında mensup olduğu ilmin bütün heybetini taşıyan dostum dedi ki:
Yerle gök arasına Süleymaniye çapında eserler çeken ecdadımız, oturdukları toprağın tabiatı üzerinde en ince hesapları yapmış insanlardı. Ahşap bina fikri, işte bu hesaplardan doğmadır. Vatanımızın mevzuu olan topraklar, henüz oturmamış, yerleşmemiş arz tabakaları sahasına dahil. Bu sâhada her an, bütün vatanı allak bullak edebilecek zelzeleler fıkırdayabilir. Taşa ve çimentoya dayanan binalar, eğer zelzele bakımından hususi bir inşa düsturu altında meydana getirilmezse, atın ilk çiftesinde toprağı boylayan toy süvariler gibi, ilk sarsıntıda yere yüzükoyun kapanırlar. Ecdadımızın büyük taş inşalarında, zelzeleye ait mükemmel hesaplar görüyoruz. Uzun müddet mukavva ev yapmaktan başka çare bulamayan hamarat Japonlar, nihayet beton inşalarında zelzeleye karşı tedbir ifade eden yeni formüller buldu. Fakat biz, madde planındaki inşa davamızda, ahşap binayı atarken kâgir binanın topraklarımıza göre hususi icaplarını düşünmüş değiliz. Esefle söyleyebilirim ki, çok kuvvetli bir zelzele, Ankara ve İstanbul’da taş üstünde taş bırakmayabilir.
Görülüyor ki, her işin, hatta çatık kaşlı teknik işinin bile bir ‘bize göre’, ‘Türk’e göre’ cephesi var. Benim bu ‘bize göre’leri müdafaa etmekten artık dilimde tüy bitti. Maymunla papağandan başka her varlıkta ve her sâhada ‘kendine göre’yi bulabilirsiniz.
Şu dakikada tamamıyla mazur olduğumuz Erzincan felaketi bir tarafa; fakat mutlak olarak inandım ki, ‘bize göre’lerin gerçekleştirilmediği her şubede, maddi ve manevi sosyal bünyemiz zelzeleye karşıdır.”
İşte, depremlere nasıl hazırlık yapılacağı ancak böyle doğru ve güzel anlatılır.
Ruhun şâd olsun Üstad!..
.Son devrin büyük İslam âlimlerinden Alasonyalı Hacı Cemal Efendi, “Tekbir” isimli eserinin bir yerinde Bestekâr Mustafa Itri’den ve Tekbir bestesinden bahsederken “Bu beste sadece mü’min kalbleri değil, herkesi etkiliyordu” cümlesini kullanıyor. Evet bu “herkes”in içinde, biliyor musunuz gayr-i müslimler bile bulunuyordu. Bendeniz de merhum Ali Rıza Sağman’ın kitaplarından birinde okudum. İşgal yıllarında İstanbul’da trafik polisi olarak görev yapan bir İtalyan, Dolmabahçe Camii’nin minarelerinden “Allahü Ekber” sedası duyulur duyulmaz düdüğünü çalıyor, trafiği durduruyor ve Ezan-ı Muhammedi’yi sonuna kadar dinliyordu. Bunu başka bir yazımıza bırakıp Tekbir’in cazibesine kapılan Azaryan Efendi’den bahsedeyim:
Son vak’anüvis Abdurrahman Şeref Efendi, “Tarih Müsahabeleri” isimli eserinde anlatıyor. Paris’te bulunan bazı Jön Türkler bir Ramazan Bayramı’nı kutlamak üzere büyük bir ziyafet tertipliyorlar. İşbirliği yaptıkları bir kısım hürriyet taraftarı Fransız gençlerini de bu toplantıya davet ediyorlar. İmparatorluğun istibdadından şikayetçi olan Fransız hürriyetperverleri, Yeni Osmanlılar’la –tanışarak– birlikte çalışıyorlardı. Tarihçi Leon Kohen de bunların içindeydi.
Sofrada yenildi, içildi, nutuklar atıldı. Fransızlar milli marşlarını ve hürriyet şarkılarını söylediler. Bizimkilere siz de milli marşınızı söyleyin de dinleyelim teklifinde bulundular. Bizimkiler ne söyleyeceklerdi ki? “Ey Gaziler”le “Sivastopol Önünde Yatan Gemiler”den başka milli duyguları okşayacak bir şeyleri yoktu. Tam bu sırada Mehmet Bey diye biri derhal ayağa kalktı ve Tekbir getirmeye başladı. Diğer bütün arkadaşlar da ayağa kalktılar ve hep birden Tekbir’e devam ettiler. Fransızların ricası üzerine, birkaç kere tekrar ettiler. Sofrada hazır olan Azaryan Efendi, “Bana da işaret ettiler, bilir bilmez ben de katıldım. Tekbirin ruhları okşayan o nağmeleri Fransızları kendinden geçirdi” diyor.
Ne hazin değil mi? Tekbir sesleri Fransız gençlerini bile coşturuyor ama bu mübarek ve ilahi musıki bizdeki imansız kalbleri fena halde rahatsız ediyor. Müslüman kimliğini taşıyan bu güruh, hayatta kalan depremzedeler enkaz altından çıkarılırken getirilen Tekbirlerden, okunan salalardan duydukları rahatsızlığı dile getirmekten hiç ama hiç geri durmuyorlar. Köşelerinde “Nereden çıktı bu Tekbirler, salanın sırası mı” diye yazarak imansızlıklarını ilan ediyorlar.
Geçen gün solak gazetelerin birinde okudum. Köşe yazarlarından biri, “Yahu ‘mucize’ sözcüğünü (ifade onun) unutmuştuk, bakın artık ben de kullanmaya başladım” diye şikâyetini dile getiriyordu. O, buna şaşıradursun, biz bir mucize haberi daha verelim. Depremin yedinci günü, bir gazetede, “Enkazda Kur’an okudu, hayata el salladı” başlığıyla yayımlanan haberde şöyle deniyordu:
“Kahramanmaraş’ta depremin üzerinden 140 saat geçmesinin ardından inanılmaz bir kurtuluş daha yaşandı. Ekipler 27 yaşındaki Muhammed’i on saatlik zorlu bir çalışma sonucunda bulunduğu yerden çıkardı. Enkaz altında Kur’an okuyan ve kurtarma ekiplerine ‘Ben iyiyim’ diyen Muhammed, dışarıya çıkarıldığında el sallayıp Tekbir getirdi. Kurtarma ekipleri de Tekbirler getirerek bu sevince ortak oldu.”
Yer yüzünde, hatta bütün kâinatta tek bir hakikat vardır, o da Tekbir’dir. İslam Tevhid ve Tekbir dinidir. Tevhid’in ve Tekbir’in ne anlama geldiği ve ne kadar önemli olduğu İslami eserlerde bütün ayrıntılarıyla anlatılıyor. Mesela Bediüzzaman Said Nursi, Tekbir’i şöyle tarif ediyor:
“Evet, eğer namazların arkasında, hususen bayram namazlarında bir anda Allahü Ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihat ettikleri gibi, âlem-i şehadette dahi birbirleriyle ittihat edip içtima etse, küre-i arz tamamıyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sada ile söylediği Allahü Ekber’e müsavi geldiğinde o muvahhidinin ittihadıyla bir anda Allahü Ekber demeleri, küre-i arzın büyük bir Allahü Ekber’i hükmüne geçiyor. Adeta bayram namazlarında âlem-i İslam‘ın zikir ve tesbihleriyle zemin zelzele-i kübraya mazhar olup, aktar ve etrafıyla Allahü Ekber deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerreme’nin samimi kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahü Ekber diyerek o tek kelime, etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağara misal ağızlarındaki havada temessül ediyor.
Bir tek Allahü Ekber kelimesinin aks-i sadasıyla hadsiz Allahü Ekber vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerinde de temevvüç ederek (dalgalanarak) sada veriyor. İşte, bu arzı böyle kendine sacid ve âbid ve ibadına mescid ve mahluklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-ı Zülcelal’e yerin zerreleri adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip mevcudat adedince hamd ediyoruz ki, bize bu nev’i ubudiyeti ders veren Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ına ümmet eylemiş.”
Anlayana ve zevkine varana ne harika bir izah!
Mekke Tekbirlerle fethedildi. İstanbul Tekbirlerle alındı. Büyük Millet Meclisi dualarla, Tekbirlerle açıldı. Bir Müslüman olarak beş vakit namazda Tekbir getirmenin manevi zevkini yaşıyoruz. Teşrik Tekbirleriyle teşrif eden bayramlarda manen de bayram ediyoruz.
Tekbir, musıki dünyamızda da yankılanıyor. Mustafa Itri Efendi’nin Segâh Tekbir bestesi bayram sabahları ve müteakip namazlardan sonra okunarak kulakları bir güzel zinetlendiriyor.
Tekbir edebiyat dünyamızı da nurlandırıyor. Ediplerimizi bilhassa şairlerimizi de o güzel âhengiyle sarıp sarmalıyor. Şinasi, “Büyüksün İlahi, büyüksün büyük / Büyüklük yanında kalır pek küçük” diyerek büyük bir hakikati dile getiriyor. Şair-i Âzam Abdülhak Hâmid, “Milli Tekbir” başlığıyla kaleme aldığı şiirine, “Allahü Ekber, Allahü Ekber, kâim onunla mihrâb u minber / Tekbir-i milli, İslâm’a rehber, Allahü Ekber, Allahü Ekber” beytiyle başlıyor. Mehmed Âkif, “Ne lâhütî sadâ ‘Allahü Ekber’ sarsıyor cânı / Bu bir gülbank-ı Hak’dır, çok mudur inletse ekvânı” mısralarıyla Tekbir’in azametini dile getiriyor. Ârif Nihat Asya:
Ezanımdan alışıp Tekbir’e
Buldunuz mutluluk imânımla;
Vatan ettim sizi ey topraklar
Beş vakit damgalayıp alnımla
beytiyle, Tekbir’le toprağın nasıl vatan hâline getirildiğini bir güzel anlatıyor.
Tevfik Fikret:
Allahü Ekber… Allahü Ekber…
Bir samt-ı ulvî gûyâ tabiat
Hâmûş hâmûş eyler ibâdet
Allahü Ekber… Allahü Ekber…
Bir samt-ı nâlân, gûyâ avâlim
Pinhân ü peydâ, nevvâr ü muzlim,
Etmekte zikr-i Hallâk-ı dâim,
Allahü Ekber… Allahü Ekber…
Bir samt-ı ulvî kalb-i tabiat,
Bir samt-ı nâlân, rûh-i akâlim
Etmekte zikr-i Hallâk-ı dâim,
Etmekte ra’şan ra’şan ibâdet
dörtlükleriyle, dört dörtlük bir Tekbir şiiri yazmayı başarıyor.
İnsan bu muhteşem şiiri okuyunca, keşke bedbaht şairi, Tekbir’i bırakıp, tekfire sapmasaydı da, böyle daha nice dini terennümlere imza atsaydı, diyesi geliyor.
Yâ Allah… Bismillah… Allahü Ekber!
.NASREDDİN HOCANIN TORUNU
Bu memlekette tarihi eserlerin, özellikle camilerin, tekkelerin ve türbelerin en büyük zararı tek parti devrinde gördüğü herkes tarafından biliniyor. 1950 yılının Mayıs ayında Demokrat Parti iktidara gelene kadar başta Eyüp Sultan’ın ve Fatih’in türbeleri olmak üzere bütün türbelerin kapısına kilit vurulmuştu. Yıllar boyu kapalı tutuldukları için toz toprak, çerçöp içinde tam bir mezbelelik haline gelmişlerdi. Yasak bitip de tekrar ziyarete açıldığını gören şahitlerin ifadelerine göre, bu uhrevi mekânların içleri güvercin pisliklerinden, fare ölülerinden ve daha bir çok iğrenç ve tiksindirici görüntüden geçilmiyordu.
İşte merhum Menderes ve arkadaşlarının aziz Türk milletinin manevi dünyasına yaptıkları en büyük hizmetlerden biri de türbelerin açılmasıdır. Allah’a nâmütenâhi şükürler olsun ki ellili yılların başından günümüze kadar türbe ziyaretleri bütün hızıyla devam ediyor.
İşte görüyorsunuz ki, 14 Mayıs 2023’de yapılacak seçimin yaklaşmasıyla birlikte muhalif parti liderleri de Kur’an okumaya, camiye gitmeye, dua etmeye başladılar. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu da geçen gün Akşehir’e gitti ve Seyid Mahmud Hayrani hazretlerinin ve Nasreddin Hoca’nın türbelerini ziyaret etti. Yörük Türkmen kıyafetiyle yaptığı konuşma esnasında Nasreddin Hoca’nın torunu olduğunu ayrıca söyledi. (Hürriyet: 29 ocak Pazar)
Ben bu yazıda, hayır böyle bir şey yoktur, Kılıçdaroğlu Nasreddin Hoca’nın torunu olamaz diye itirazda bulunacak değilim. O kendisinin bileceği bir iştir. Ben sadece dünyaca ünlü hocamızın başka bir torunundan, yani asıl torunundan söz edeceğim. Önce şu hususu belirteyim. Büyük mizah ustası Nasreddin Hoca sadece fıkralarıyla ünlü bir nüktedan değildir. O aynı zamanda büyük bir İslam âlimidir. Fıkralarından maksat da kıssadan hisse çıkarmaktır. Nitekim, en abus çehrelerde bile tebessüm çiçekleri açtıran latifelerini, tasavvufi açıdan şerh eden âlimler görülmüştür. Bunlardan bazılarını ben de bazen gülümseyerek, bazen kahkaha atarak okuyup kütüphaneme yerleştirdim.
Bu minval üzere yazılan eserlerden biri de Büyüyenay Yayınları arasında neşredilen Seyyid Burhaneddin Çelebi’nin kaleme aldığı ve Prof. Dr. Fikret Türkmen Bey’in yayına hazırladığı “Letaif-i Nasreddin Hoca”dır. Okuyanları hem tebessüm ettiriyor, hem zihinleri açıyor. Ne dersiniz, bir kısa örnek verelim mi?
Latife: Bir gün hoca sarık sararken ucu bir türlü gelmez. Tekrar bozar, yine sarar ama yine gelmez. Canı sıkılıp sarığı mezada verir. Bir herif gelip müşteri olur. Hoca gizlice yanına varıp, “Birader, sakın alma, bu sarığın ucu gelmez” der.
Tercüme: Bu fani ve vefasız dünyaya sakın aldanma. Bu dünyayı satıp, karşılığında âhireti satın al. Zira bâkidir. Bekasının nihayeti yoktur, demektir.
Şimdi gelelim, Nasreddin Hoca’nın gerçek torununun kim olduğuna… Hocamız kızlarından birini Sivrihisarlı Celaleddin adında bir kadı ile evlendiriyor. Bu kız, bir erkek çocuğu dünyaya getiriyor. Adını da Hızır koyuyorlar. Hızır, tahsil çağına gelince ilk eğitimini babasından alıyor. Ancak bununla yetinmeyip eline ne kadar kitap geçtiyse hepsini okudu. Kuvvetli hafızası, sağlam mantığı ve parlak zekâsıyla öğrendiği bilgileri bir güzel hazmetti.
İlim basamaklarını teker teker çıkarak sonunda devrin büyük âlimlerinden biri haline geldi. Aynı zamanda iyi bir şair olarak da tanınan bu genç ilim adamı, Fatih tarafından da keşfedildi. Büyük hükümdar, onu Sivrihisar müderrisi yaptı. İslami ilimlerin yanı sıra matematiğe, astronomiye ve tıbba da büyük bir vukufiyeti olan Hızır Çelebi daha sonra İstanbul’a geldi ve Fatih’in müsahip hocası oldu. Padişah onu İstanbul kadısı, İstanbul belediye başkanı olarak görevlendirdi. Kadıköy’ü de arpalık olarak kendisine verdi. Eski ismi Kalkedon veya Kalkedonya olan bu kadim semtin adı, Hızır Çelebi’nin orada ikamet etmesinden dolayı Kadı’nın oturduğu köy anlamında Kadıköy oldu. Aslında bu galat-ı meşhurdur, doğrusu ise “Kadıköyü”dür.
Bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için kısaca belirtelim. Bir padişah, devlet ricalinden birine şu bölgeyi arpalık olarak sana veriyorum derse bunun mânâsı o bölgenin imarından, ihyasından, her türlü hizmetinden sen sorumlusun demektir. Ord. Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver, 1945 yılında “Hızır Bey Çelebi – Hayatı ve Eserleri” adıyla yayımladığı kitabın girişinde arpalık konusunu ve Kadıköy’ü hikâyesini belgelere dayanarak anlatıyor. Ezcümle “Kalkedon’un Hızır Bey’e verilmesine doğrusu çok sevindim. Zira Kadıköyü’nün sokaklarında dolaşırken Üsküdar gibi, eski ve tarihi abidelerinin olmayışına çok üzülüyordum. Kadıköyü ile Hızır Bey’imizin münasebeti öğrenince – bilseniz- ne kadar sevindim. Kadıköy’ümüzün her ne kadar iftihar edeceği tarihi ve eski abideleri yoksa da manen onun Hızır Bey gibi beş yüz senelik bir abidesi var diye iftihar duymaya başladım” diyor.
Sadece Kadıköy’de değil, Üsküdar’da da Hızır Bey’in damgası bulunuyor. İlçenin merkezinde, Aziz Mahmud Hüdai hazretlerine çıkılan noktada görülen tarihi bir bina Fatih’in yargılandığı mahkeme diye biliniyor. Hızır Çelebiyle ilgili hemen hemen bütün kaynaklarda Fatih’in hocası Kadı Hızır Çelebi tarafından nasıl yargılandığı ibret tabloları halinde anlatılıyor. Rakım Ziyaoğlu’nun 1976’da “İstanbul’un İlk Belediye Başkanı Hızır Bey Çelebi” adıyla yayımladığı kitap da bu konuda önemli bir kaynaktır.
Hızır Bey 1459 yılında 53 yaşında vefat edince İstanbul’un orta yerinde, yani Unkapanı’nda bulunan Voynuk Şucâeddin Camii’nin haziresine defnedildi. Divan şairi Necati Bey ile büyük bilginimiz Kâtip Çelebi’nin kabirleri aynı hazirededir. İşte Nasreddin Hoca’mızın torunu merhum ve mağfur Hızır Çelebi böyle güzel bir insandı ve İstanbul’un ilk efendilerinden biriydi.
Anlatabildim mi efendim?
.KURANI KERİM YAKAN PİSKOPOS
Cehenneme, senin ateşinden daha şiddetli bir ateş var mı diye sormuşlar. Cehennem de “muhabbet ateşi” öyle yakıcı bir ateştir ki, benim ateşimi bile söndürür cevabını vermiş. Evet muhabbet öyle ilahi bir nurdur ki, onun mü’min kalblerde estirdiği maneviyat rüzgârlarını hiçbir kalem tarif edemez. İslam büyükleri, bu nurlar nurunu Muhabbetullah, Kelâmullah ve Resulullah diye tavsif ediyorlar.
Cenâb-ı Hakk, Fahr-i Kâinat Efendimiz’e Kur’ân-ı Kerim’i göndermek suretiyle en büyük bir lütufta bulundu. Mukaddes kitabımızın mahiyetini, ulviyetini, şanını, azametini beyân etmek için yüzlerce, binlerce, on binlerce kitap yazıldı. Şairlerimiz Kelâm-ı Kadim’in fesâhatini, belâgatini -kısmen de olsun- anlatabilmek için nice güzel şiirler yazdılar. İslâm âlimlerini bir tarafa bırakınız, insaflı bazı Avrupalı bilginler ve müsteşrikler bile ilahi kitabımız hakkında övücü ve takdir edici yazılar kaleme aldılar. Merhum Eşref Edib’in bu konuda hazırladığı kitap gözden geçirilirse ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.
Bu mukaddimeden sonra demek istiyorum ki, Kur’ân düşmanlığının diğer adı da İslâm düşmanlığıdır. İsveçli İslam düşmanının ve diğer Batılı kâfirlerin mukaddes kitabımızı yakmaları, bizim Kur’ân’a olan muhabbetimizi daha da artırır.
Bilindiği üzere bu cinayet Türk kamuoyunda büyük infiale sebep oldu. Başta devlet adamlarımız olmak üzere her gruptan, her kesimden protesto sesleri yükseldi. Bu iğrenç hadise karşısında bazı sanatçılarımız da tepkilerini dile getirdiler. Sabah’ın ekinde gördüm. Usta sanatçı Selda Bağcan konuya ilişkin bir soru üzerine şöyle demiş:
“Bu olay affedilemez ve izâh edilemez. Siz hiç İncil yakan ve yırtan bir Müslüman gördünüz mü? Ben görmedim, göremeyiz de. Böyle olayların bir daha yaşanmamasını diliyorum.”
Hanımefendi doğru söylüyor. Bir Müslümanın İncil’i yakması aklının ucundan bile geçmez. Tam aksine biz Müslümanlar, tahrif edilmiş dahi olsa aslına hürmeten ve dört büyük kitaptan biri olması hasebiyle gerekli saygıyı gösteririz. Bu satırları yazarken aklıma geldi. Beyazıt Devlet Kütüphânesi’nin ikinci hafız-ı kütübü (müdürü) büyük allâme merhûm İsmail Saib Sencer işte bu hassasiyeti gösteriyor. Kütüphânede araştırma yapan bir zatın masasındaki İncil’in üzerine başka kitaplar koyduğunu görünce onu kibar bir üslûpla ikaz ediyor. “Efendi, dikkat et. Belki içinde tahrif edilmemiş ayetler var. Bunu düşünerek gerekli saygıyı gösterelim” diyor.
İnsanlık tarihini gözden geçirdiğimiz zaman yakılan kitap ve kütüphane sayısının dehşet verici rakamlara ulaştığını görürüz. Meşhur Çin Seddi’ni yaptıran imparator, korkunç bir karar alıyor; seddin inşasından sonra Çin medeniyetinin ve ilim tarihinin kendi devrinden itibaren başlamasını, önceki yıllara ait eserlerin yok edilmesini istiyor. Bunun için de Çinli bilginlerin ve tarihçilerin idam edilmelerini, mevcut kitaplarının hepsinin yakılmasını emrediyor. Ve bir günde dört yüz bilgin diri diri toprağa gömülüyor. Ülkede bulunan kitapların ve kütüphânelerin tamamı cayır cayır yakılıyor. Meşhur “Çin işkencesi” de böyle başlamış oluyor.
Endülüs, İspanya Hıristiyanları tarafından işgal edildiği zaman da böyle dehşet verici bir katliam ortaya çıktı. İslâm medeniyetinin ilim hazineleri ve bilgi depoları olan kütüphaneler birer birer ateşe verildi. Özellikle Gırnata’daki birbirinden muhteşem kitap sarayları yok edildi. Tuleytula piskoposu, sayısı beş bini geçen ve her biri hat şaheseri olan tezhipli Kur’ân-ı Kerim’i bizzat kırılasıca eliyle ateşe attı. Tarihler, bu facia esnasında yakılan kitapların seksen bin cildi bulduğunu kaydediyor.
Engizisyon tarihini kaleme alan Filorondo, 1481’de İspanya’da Engizisyon Mahkemeleri kurulduğu zaman, İbranice yazılan ‘Tevrat’ların nerede bulunduysa yakıldığını kaydediyor. Aynı müellif, Salamanka’da Yahudilik hakkında kaleme alınan altı bin ciltlik edebi eserin de ateşe atıldığını, bunlar arasında Doğu Edebiyatı’yla ilgili birçok kıymetli eserin de bulunduğunu belirtiyor.
Üzülerek ifade edelim ki, böyle feci tablolara İslam tarihinde de rastlıyoruz. Şu veya bu sebeple İslam bilginlerinin kaleminden çıkan birçok eserin yakıldığını görüyoruz. Gazneli Sultan Mahmut, Rey şehrini fethettiği zaman, Batınilere ve Mutezile mezhebine mensup bilginlere ait eserlerin yakılmasını emrediyor. İmam Gazalî’nin kitapları Endülüs’te büyük bir tepkiyle karşılanıyor, İhyâyı Ulûm nüshaları yer yer yakılıyor.
Ahmet Cevdet Paşa’dan öğrendiğimize göre Vehhabiler Üçüncü Selim devrinde Mekke’yi işgal edince büyük bir yağma hareketi başlıyor, kütüphanelerdeki kitaplar sokaklara atılıyor. Buhari ve Müslim gibi meşhur hadis kitapları caddelere fırlatılıyor ve o mübarek eserler ayaklar altında eziliyor. Gariptir ki, kitaba olan düşkünlüğüyle bilinen ve kendi adına muazzam bir kütüphâne kuran Şeyhülislam Ârif Hikmet Bey gibi münevver biz zat bile Şeyh Bedrettin Simâvî’nin Vâridât’ını nerede bulursa satın alıp yakıyor.
Bazı İslâm büyükleri de kendi kitaplarını, yine kendi elleriyle yakıyorlar. Mesela Ahmed bin Ebu’l-Havarî, tahsilini tamamladıktan sonra, tasavvufa intisap ediyor. Bütün kitaplarını Fırat nehrinin kenarına götürüyor. Orada bir saat kadar ağladıktan sonra, “Allah’ı tanımak için bana rehberlik ettiniz. Artık size ihtiyacım kalmadı!” diyor ve kitaplarını yok ediyor. Hicretin 400. yılında seksen yaşında vefat eden Ebu Hayyan et-Tevhidî, Bağdat’ta yaşadığı sıkıntılı hayata tahammül edemeyip, kütüphânesini ateşe veriyor. Bu hadise Bağdat’ta büyük bir tepki topluyor. Devrin kadısı kendisine bir mektup göndererek serzenişte bulunuyor. O da uzun bir mektupla karşılık veriyor. Tam yirmi yıl aralarında yaşadığı Bağdat halkının kıymetini bilmediğini, gerekli ilgiyi göstermediğini, büyük bir üzüntüyle dile getiriyor.
Osman Nuri Ergin tarafından kaleme alınan “Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti” adındaki kitapta yer alan konuyla ilgili bir anekdot da şöyle:
“Fatih Türbedârı Ahmed Amiş Efendi, tenevvürü ve yüksek hakikâtlere ulaşmayı kast ederek, Muhyiddîn-i Arabî’ye atfedilen şu cümleyi söylüyor:
Allah Teâlâ benden ne istersin dese: Ya Rabbi! Beni tekrar dünyaya gönder, yazdığım kitapları toplayıp yakayım demiştir.”
İsterseniz bir örnek de günümüzden verelim:
Şehir târihçiliğinin önemli isimlerinden merhum Osman Nuri Ergin’in, “Hüseyin Kâzım Kadri ve İnsan Hakları Beyannâmesi’nin İslâm Hukuku’na Göre İzâhı” adıyla kaleme alındığı eserinden öğrendiğimize göre, kültür dünyâmızın önemli isimlerinden biri olan bu zat, daha hayattayken kütüphânesini bağışlamak istiyor. Bu maksatla, 12.6.1932 târihinde, birbirinden değerli kitaplarını, dolaplarıyla birlikte arabaya yerleştiriyor. Beylerbeyi’ndeki evinden bizzat Üsküdar’a kadar götürüyor ve Hacı Selim Ağa Kütüphânesi’ne veriyor. Kitapların büyük bir bölümünü, Büyük Türk Lûgatı’nı yazarken faydalandığı çeşitli dillerdeki lûgatlar, kâmuslar ve ansiklopediler teşkil ediyor.
Bütün bu eserleri büyük bir sandığa dolduran Hüseyin Kâzım Kadri Bey, sandığı mühürledikten sonra garip bir teşebbüste bulunuyor. Emâneti kütüphânenin müdürü Ahmed Remzi Dede’ye teslim ederken, küçük bir tenekenin içinde bir miktar da petrol gazı veriyor ve şöyle diyor: “Ben öldükten sonra gelip bu kitapları senden isteyeceklerdir. Böyle bir durum söz konusu olduğu zaman şu gazı kitapların üzerine dök ve hemen yak.” Ancak aradan bir süre geçtikten sonra merhum tekrar kütüphaneye geliyor. “Sen memursun, bu dediğimi yapamazsın.” diyerek sandığı geri alıyor.
Şair Üsküdarlı Talât Bey de, eviyle birlikte kitaplarının da yanmasına çok üzülüyor, duygularını şu beyitle dile getiriyor:
Evimin yandığına yanmadım ammâ Talât
Yandı bin beyt-i metînim âna hâlâ yanarım.
.Merhum üstadımız Necip Fazıl’ın hemen hemen bütün eserlerini gözden geçirdiğim gibi kendisiyle alakalı olarak yazılan diğer bütün kitapları da okumaya çalıştım. Sadece bu kadar mı, aşk ve vecd adamı olarak yaptığı sohbetlerden istifade etmek için de âzâmi gayreti gösterdiğim gibi “Büyük Doğu”ların da takipçisi oldum. Bugün bile kütüphanemi, her biri farklı boydaki ve ebattaki Büyük Doğu ciltleri süslemeye devam ediyor. Geçen gün bir sahafta gördüğüm yeşil ciltli bir adet Büyük Doğu’yu da satın aldım, onu da kardeşlerinin yanına yerleştirdim.
Hiç şüphe yoktur ki, Necip Fazıl büyük bir şairdir, nitekim daha hayattayken “Sultanü’ş-Şuara”, yani şairlerin sultanı ilan edilmiştir. Üstadın nazımda olduğu kadar nesirde de büyük maharet gösterdiği öteden beri biliniyor. İmanî vecdini, manevî heyecanını şiirle olduğu kadar, düz yazıyla da terennüm ettiği okuyucuları tarafından biliniyor. İstitrat kabilinden söyleyeyim, Üstad bugün hayatta olsaydı da, benim nesre “düz yazı” dediğimi görseydi muhakkak öfkelenir ve “eğri yazı var mı be adam?” diye bir güzel haşlardı. Yoksa ben zaten nesirciyim.
Üstad, asıl hassasiyeti ve âzâmi titizliği özellikle dini konuları işlerken, bilhassa Peygamber Efendimiz’den bahsederken gösteriyordu. Şimdi buna çarpıcı bir misal vermek istiyorum.
Bugünlerde yeni yayımlanan bir Necip Fazıl kitabı daha okuyorum. Vehbi Vakkasoğlu dostumuzun kaleme aldığı ve Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi’nin neşrettiği “Gençler İçin Necip Fazıl” kitabını gözden geçiriyorum. Eserin ismi her ne kadar “Gençler İçin Necip Fazıl” ise de, muhtevası itibariyle orta yaşlıların yanı sıra, ortanın üstündekileri de ilgilendiriyor. Hatta onları, Üstad’la erken yaşta tanışmış olmaları dolayısıyla daha fazla alakalandırıyor. Mukaddimeyi daha fazla uzatmayayım ve asıl konuya gireyim:
Necip Fazıl, 1964 yılının ilkbaharında bir konferans için Kahramanmaraş’a gidiyor. O sırada İmam-Hatip Okulu öğrencisi olan Vehbi Vakkasoğlu, ilk çıktığında adı “O Ki O Yüzden Varız” olan daha sonra ise, “Çöle İnen Nur” ismiyle neşredilen kitabı imzalatmak için harekete geçiyor. Bir gün, öğretmenlerinden biri, elindeki bu kitabı görüp, “Bu ne kitabı, kim yazmış?” sorusunu yöneltiyor. Vehbi Bey, eserin kapağını gösterince öğretmeni “Necip Fazıl büyük bir şairdir ama siyer uzmanı değildir. Keşke bu mevzuya hiç girmeseymiş!” diyor. Buna rağmen kitabı öğrencisinden alıp inceliyor. Hoca, siyer dersine giren bir ilahiyatçı olduğu için -tabii ki- kendini bu konunun uzmanı kabul ediyordu ve bir edebiyatçının sahasına girmesini doğru buluyordu.
Bir hafta sonra hocası Vehbi Bey’i yanına çağırıp, “Evladım, Necip Fazıl tarihçi değil ama doğrusu etkileyici bir üslupla çok güzel yazmış. Harika bir kitap. Sonuna kadar elimden bırakamadım. Ancak mühim bir eksiği var!” diye cevap veriyor ve şöyle diyor: “Bir insan yüzlerce sayfa coşkun üslupla Efendimiz’i anlatır da, bir kere bile adını anmaz mı? Hiç Hz. M….. dememiş. Gerçi çok güzel sıfatlarla anmış ana ne olurdu en güzel adıyla da ansa, Hz. M….. dese, biz de bütün gönlümüzle salavat getirsek, daha güzel olmaz mıydı.”
Daha sonra Vehbi Bey, üstadın özel olarak yaptığı bir sohbet esnasında bu konuyu kendisine çekinerek ve sıkılarak da olsa soruyor. Siyer hocasının, keşke Üstad, o coşkun eserinde Hz. M….. ismine de yer verseydi de okuyucular bol bol salavat getirselerdi dediğini naklediyor.
Necip Fazıl, şu ürpertici cevabı veriyor:
“Evladım, hocanız doğru söylemiş ama bu doğru, Necip Fazıl için doğru değildir!”
Üstad, bu düşündürücü ve şaşırtıcı cevabı verdikten sonra kısa bir süre sessiz kalıyor ve eliyle ağzını göstererek şu flaş cümleyi söylüyor: “Evet doğrudur. Kâinatın Efendisi’nin has ismini ne kelamıma ne de kalemime alamadım. Çünkü benim bu günahkâr ağzım o pâk, o has ismi anmaya layık değildir!”
Üstadın, bu cümleyi sarf ettiği sırada gözlerinin nemlendiği görülüyor.
Bundan anlaşılıyordu ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz’i sadece bilenler değil, O’na en güzel şekilde bağlananlar, O’nu daha kâmil mânâda anlatıyordu. Buna da aşkla anlatma deniliyordu. İşte Necip Fazıl böyle bir Peygamber âşığıydı.
Şimdi bir bu hassasiyete, titizliğe ve samimiyete nazar edelim, bir de “Hz. M……din Yaşamı” diye sözde siyer kitabı yazan ilahiyat hocasının saygısızlığına bakalım. Dahası var. Adam, bununla da yetinmiyor, kapakta kendi adını o mübarek ismin üstüne yerleştirmekten çekinmiyor.
Son devir ulemasının en önemlilerinden biri olan Hasan Basri Çantay’ın Nisan 1962 tarihli “İslâm” dergisinde “Mealler- İzahlar” başlığıyla yayımladığı makalenin başlangıç bölümü bu mevzuyu -Kur’an-ı Kerim’i esas alarak- izah ettiği için aşağıya alıyorum.
Çantay Hoca şöyle diyor:
“Kur’an-ı Kerim’in 24. En - Nur Suresi’nin 63. âyetinde mealen şöyle buyurulmuştur:
“O Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın. İçinizden yekdiğerini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak ki, Allah biliyor. Artık onun emrinden uzaklaşıp gidenler kendilerini (dünyada) bir fitne (ve bela) çarpmasından, yahut (ahirette) onlara pek acıklı bir azap gelip çatmasından çekinsinler.”
İnsanlığın o yüce Peygamberine adıyla hitap edilmemesi, O’na, ‘Ya Nebiyyallah, ya Resulallah’ gibi saygı ve hürmet ifaden eden kelimelerle, nâzikâne ve hafif bir sesle seslenilmesi emrediliyor.
Ashab-ı Kiram bu ilahi terbiyeye göre hareketi şiar edinmiş, O konuşurken sanki başlarına kuş konmuş da, uçup kaçmasın diye kıpırdanmayanların hâli gibi tam bir sükûnet ve tevazu ile ve can kulağıyla O’nu dinlerlerdi.
Gerek rahmetli Süleyman Çelebi’nin Mevlid manzumesine kendilerinden katmalar yaparak ‘Ya M…., ya Mustafa’ diye avaz avaz bağıran bazı mevlid okuyucuları, gerek yazılarında ve sözlerinde buna benzer mübâlâtsızlığa (saygısızlığa) alışmış olanları bu ayet-i celile ne güzel edebe davet ediyor.
Senin –hâşâ- kendi akran ve emsalinden biri imiş gibi, saygısızca hitap ettiğin O zat yok mu? Bu kâinat O’nun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Sen kim oluyorsun ki, O’na adıyla hitap ediyorsun? O’na Allah bile ‘Ya M…..’ dememiştir.”
Diğer selâtin camileri gibi tarihi güzelliğiyle ve mimarî özelliğiyle İstanbul’u süsleyen Yeni Câmi 2016’da tamire alındı, gerekli onarım titizlikle yapıldıktan sonra Ocak 2023’ün ilk haftasında yeniden ibâdete açıldı. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, mabedin inşasıyla ilgili kısaca bilgi verdikten sonra, imam-hatip okulunun 4. sınıfındayken bu camide vaaz ettiğini dile getirdi. O yılların birinde, bir Kadir gecesi, Feyzullah Hoca ile birlikte aynı kürsüyü paylaştığını söyledi.
İstanbul’da, gerek Sur içinde olsun, gerekse diğer ilçelerde olsun “Yeni Câmi”, “Yeni Valide Câmii” adıyla başka mabetler de bulunuyor. Aksaray’daki ve Üsküdar’daki camileri bunlara birer örnek olarak verebiliriz.
İnşaatı, diğer selatin camilerine göre en uzun süreyi kapsayan bu tarihi mâbedi şimdi biraz daha yakından tanımaya çalışalım.
Mimar Sinan ekolünün önemli isimlerinden olan Davud Ağa, Sultan Üçüncü Mehmed’in vâlidesi Safiye Sultan’ın emriyle işe başladı. 1597 yılının Ağustos’unda, İstanbul’un merkezi kabul edebileceğimiz Bahçekapı’da câminin temelini attı. Ünlü Osmanlı tarihçisi Selânikli Mustafa Efendi, camiye ait arsanın dağ eteğinde olması dolayısıyla, gece-gündüz tulumbalar ile su çıkartıldığını anlatıyor.
Davud Ağa’nın vebadan ölmesi üzerine, inşaata hassa sermimarlığına getirilen Dalgıç Ahmed Çavuş devam etti. Ancak 1603 yılında Sultan III. Mehmed’in ölümü ve annesinin Eski Saray’a gönderilmesi üzerine câminin inşaatı yarıda kaldı. İnşaat 1659 yılına kadar tam elli sekiz yıl yüz üstü bırakıldı. Daha sonra Hassa Mimarı Mustafa Ağa işe başladı. Tarihçi merhûm İbrahim Hakkı Konyalı’nın ifâdesiyle, Sinan mektebinin üç kudretli mimarı, birbirlerini kontrol etme fırsatını bularak, külliye 1760 yılında tamamlanmış oldu. Aynı tarihçimiz, Yeni Câmi külliyesi hakkında değişik bir yorumda bulunup şöyle diyor: “Bu manzûme kurulduğu zaman devletin istîla ve fütuhat devri kapanmış, zengin yapı malzemesi menbâları kurumuş idi. Eğer bunun mimarlarına Rodos ganimetleri, dünya hükümdârlarına gönderdikleri kıymetli taşlar, bol yapı malzemeleri verilseydi -eminim ki- Yeni Câmi, Süleymaniye ve Sultanahmed Câmii’nden daha mükemmel olurdu.”
Sadede gelecek olursak, birinci kat pencerelerine kadar yükselmiş olan Yeni Câmi, Yahudi mahallelerinin arasında sıkışıp kalmış, âdeta metrûk hâlde yıkılmaya yüz tutmuştu. Bu sırada çıkan ve İstanbul’un büyük bir kısmını harap eden yangında Yeni Câmi’nin inşaatı da zarar görmüştü.
Ünlü sadrıâzam Köprülü Mehmed Paşa, Dördüncü Mehmed’in vâlidesi Hatice Turhan Sultan’a, yangın geçiren Cerrah Mehmed Paşa Câmii’nin tamirini arzetti. Hassa Mimarı Mustafa Efendi ise, sadrıâzamı ve onun vasıtasıyla Vâlide Sultanı iknâ ederek, Mehmed Paşa Câmii’nin yerine, Bahçekapı’da böyle harap vaziyette bekleyen câmiyi tamamlama iznini aldı. Silahtar Fındıklılı Mehmed Ağa Tarihi’nin birinci cildinde kaydedildiğine göre, Mimar Mustafa Efendi, “Böyle bir câminin, bir alay Yahudi mahallesinin içinde, mezbelelikte harap yatması dine ve devlete yakışmıyor. Yarısı yapılmış, binası ve aşağı pencereleri bitmiştir. Tamamlanmasına çalışılırsa kıyamete kadar hayır duasına mazhâr ve mağfiret olunur.” diyordu.
Mimar Mustafa Efendi, Davud Ağa’nın plânlarını esas alarak câminin yapımına başladı. Bina eminliğine de El-Hac İbrahim Ağa tayin edildi. Binayı saran Yahudi evleri de buralardan kaldırılıp, sahiplerine Hasköy’de yeni evler verildi ve kaydı hayat şartıyla bunlar vergiden muaf tutuldu.
Yeni Câmi de, diğer selatin câmileri gibi külliye idi. Çifte çarşısı, dârülkurrası, mektebi vardı. Mektebin iki kapısında birer sebilhâne ve denize nâzır yüksek bir kasır bina edilmişti. Tarihçi Ahmet Refik Bey’in “Âlimler ve Sanatkârlar” da anlattığına göre, câminin önceki plânına ikinci bir minare, bir medrese ve türbe ilâve edilmişti.
Yeni Câmi’nin resmen açılışı muhteşem bir manzara teşkil etti. Hatice Turhan Sultan oğlu Dördüncü Mehmed’i, vezirleri, âlimleri davet etti ve kalabalık bir cemaatle Cuma namazı kılındı. Vâlide Sultan, başta padişah olmak üzere, bütün davetlilere çeşitli hediyeler dağıttı. Padişaha yekpâre zümrüt kabzalı bir altın hançer, elmasla süslenmiş bir kuşak ile bir gazi sorgucu, ayrıca donatılmış on küheylan (gözleri sürmeli Arap atı) verdi. Bina emini İbrahim Ağa’ya da beş kese akçe ve bir samur kürk ihsân etti, Daha birçok davetliye de hil’atler, kürkler giydirildi. Unutmadan söyleyelim; bu günkü Mısır Çarşısı da câminin ve külliyenin masraflarının karşılanması için inşa edildi.
Bu yazıyı hazırlarken tabii ki bazı kaynaklardan istifade ettim. Onlardan biri de tâ İmam-Hatip yıllarında kesip sakladığım önemli bir araştırmadır. Konyalı’nın kaleminden çıkan bu makale de, Yeni Câmi ile ilgili iki önemli konuya da ayrıca temas ediliyor. Ünlü müverrihimiz Yeni Câminin mimarî özelliklerini ve güzelliklerini -belgelere dayanmak sûretiyle- uzun uzun anlattıktan sonra sözü vakfiyesine getirip şöyle diyor:
“Yeni Câmi manzumesinin kendisi kadar kıymetli ve çok muhteşem kitap hâlinde bir vakfiyesi vardır. Süleymaniye’de Yeni Câmi kütüphanesinde, numara yüz ellide kayıtlı olan bu Türkçe vakfiye, cildi, tezhip yazısı, dili, zerefşân (altın serpilmiş) süsleri, padişahın el yazısı ve tuğrası bakımından fevkalâde mühimdir. Bu vakfiye 168 sayfalık bir kitap hâlindedir.”
Tarihçimize göre bu vakfiye o kadar önemlidir ki, eğer Yeni Câmi manzumesi terazinin bir gözüne konulsa, öbürüne de bu vakfiye yerleştirilse, vakfiye ağır basar.
Hatice Turhan Sultan vakfiyesinde yer alan bir kayda göre, Ramazanlarda, teravih namazından çıkan cemaate, câminin üç kapısında bal şerbeti dağıtılması şart koşuluyor, bu balın da Atina balından olması özellikle vurgulanıyor. Ramazan ayı yaza rastladığı takdirde içine kar konulması da ayrıca belirtiliyor. Her sene şerbet için üç bin okka (360 kilogram) Atina balı alınacak ve her kapı için, her gece otuz üç okkalık (39,600 kilogram) baldan şerbet yapılarak ikişer şerbetçi tarafından cemaate dağıtılacaktır.
Eskiden dünyanın en meşhûr balı, şimdiki adı Pazar olan Rize iline bağlı Atina’da elde ediliyordu. Evliyâ Çelebi bu balın pek meşhûr ve çok lezzetli olduğunu söylüyor. Hatice Turhan Sultan vakfiyesinde, ne pahasına olursa olsun, şerbetin mutlaka Atina balından yapılmasını özellikle belirtiyordu.
Yeni Câmi’ye hayrân olan Batılı seyyahlar da var. Ve daha bilmediğimiz birtakım özellikler ve güzellikler… İnşallah, yeni girdiğimiz, yeni yılda Yeni Câmi’yi anlatmaya yine devam ederiz.
Bir çok Osmanlı padişahı gibi, bazı şehzadelerin de şair olduğu, hatta mürettep divanlarının bulunduğu öteden beri biliniyor. Şiiri, şairliği bir tarafa bırakacak olursak, bu padişah adaylarının arasında âlimlere, sanatkârlara – mesela – musıkişinaslara bile rastlıyoruz. İşte bu özelliklere sahip olan maktul şehzadelerden biri de Sultan İkinci Bayezid Han’ın civanmert mahdumu, Yavuz Sultan Selim Han’ın hakikatli biraderi Şehzade Korkut idi. Bu bahtsız şehzadenin çilekeş hayatı tarih kitaplarında, özellikle merhum Mehmet Zeki Pakalın’ın “Maktul Şehzadeler” isimli eserinde uzun uzun anlatılıyor.
Şehzade Korkut hakkında ayrıntılı bilgi veren bir takım kaynaklar, onun ilmine, irfanına ve kaleme aldığı kıymetli eserlere de temas ediyorlar. Ünlü tarihçilerimizden Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Ekim 1966 tarihli “Belleten”de yayımladığı hacimli makale, Şehzade Korkut’un hem siyasi hayatını hem ilmiye sınıfındaki yüksek mevkiini dile getiren araştırmaların belki de başında geliyor. Aşağıda okuyacağınız cümleleri de, adı geçen araştırma üzerinde kısmen tasarrufta bulunmak suretiyle buraya naklettiğimi de ayrıca belirtiyorum.
Uzunçarşılı’ya göre, Şehzade Korkut, önce dedesi Fatih Sultan Mehmed’in sarayında, sonra da babası İkinci Bayezid’in yanında ilim tahsil ederek kendisini yetiştirmeye başlıyor. Özellikle fıkıh, hadis ve usul-ü hadis sahasında hayli mesafe katediyor. Şehzadenin okumaya olan düşkünlüğüne bakınız ki, Manisa ve Antalya gibi görev yaptığı sancaklarda, yazın yaylalara çıktığı zamanlarda bile kitaplarını develere ve katırlara yüklettirerek naklettiriyor.
Şuara tezkirelerinden birini kaleme alan Kastamonulu Latifi onun bu yönüne işaret edip, “Selatinin ulemasından ve şehzadelerin füzelasındandır. Nice katar cemel (deve), kitaphanesini ve kitaphane hızanesini (hazinesini) çekerdi” diyor.
Aynı kaynak, Şehzade Korkut’un ilm-i edvar denilen musıkide de üstad olduğunu, meclislerinde yüksek seviyeli şairlerin ve ediplerin bulunduğunu, herkesin derecesine ve mertebesine göre saygı gördüğünü, ayrıca mürettep divanının ellerde dolaştığını yazıyor. Meşhur tezkirecilerimizden Kınalızade Hasan Çelebi de, musıkideki maharetini şöyle anlatıyor:
İran’da, kemençedeki ustalığıyla tanınan meşhur Hüseyin Avvad’ın, hocası Zeynelabidin adındaki büyük musıki üstadı Anadolu’ya gelip o sırada Amasya Valisi olan Şehzade Ahmed’in meclisine dahil oluyor. Kendisine günde elli akçe yevmiye, ayrıca yiyecek tayin ediliyor. Şehzade Korkut, bu sanatkârın şöhretini duymuş olmalı ki, kardeşine mektup yazıp -geçici bir süre için- yanına çağırıyor. Korkut, ondan bir fasıl yapmasını istiyor. O da, Anadolu’da musıkinin inceliklerine vakıf bir âlimin bulunabileceğini aklına getirmeyerek sıradan bir fasıl yapıyor. Bu basit faslı dinleyen şehzade, Zeynelabidin’e:
“Sizin bu faslınız şöhretinizle çelişiyor. Bunu bizim anlamayacağımızı zannederek ihmal ettiniz. Bizim de bu konuda cüz’i bilgimiz ve saz çalmada kabiliyetimiz vardır” diyerek, kendisinin icat ettiği “Ruh - Efsâ” adındaki sazını alıp bir fasıl yapıyor. Böylece Zeynelabidin’i çok şaşırtıyor. Büyük mahcubiyet yaşayan Zeynelabidin, tekrar şahane bir fasıl yapıp Korkut’un takdirini kazanmayı başarıyor.
Uzunçarşılı, Şehzade Korkut’un birbirinden değerli kitaplarını sıraladıktan ve onlar hakkında yeterli bilgileri verdikten sonra ilmi hüviyetini de şöyle anlatıyor:
Eserlerindeki derin tetkiklerden anlaşılacağı üzere Sultan Korkut, hadis ve fıkıhta da kudretli bir otoritedir. Eline aldığı meseleleri çeşitli kaynakları incelemek suretiyle bir sonuca varıyor, sonra bu hususa kendi kanaatini ve görüşünü de ilave ediyor. Bir çok dini ve itikadi meselelerde Şafii mezhebini esas almaktadır. İbn-i Kemal, Korkut’un bir çok konuda İmam-ı Şafi’yi tercih ettiğini, doğru kabul ettiği sözde gayreti olup, taassubu olmadığını beyan etmektedir.
Kendisi hem cismen, hem ruhen hasta olup, valilikten, idari işlerden uzaklaşma konusunda ısrar ediyor, gönlünde gizlemek istediği saltanat hırsını zaman zaman dışa vuruyor, sonra yine sükunet buluyordu. Hülasa üzgün, bezgin ve kararsız bir yol takip etmek durumunda kalıyordu.
Şehzade Korkut’un tasavvufa meyli vardı. Lakin zahir ulemasının eserleri kendisini daha fazla etkilediği için vahdet-i vücutculuğa pek yanaşmıyordu. Ancak coşkun hallerinde kitap ve sünnete uygun gördüğü sufiyye mesleğini tercih ediyordu.
İslam filozoflarından Farabi, İbn-i Sina, Nasırı Tûsi ve emsali gibi hükemanın, zahir ulemasının nakillerine ve rivayetlerine aykırı olan mütalaalarını açıkça reddetmiyordu. Bununla beraber, bu hususta zahir ulemasının bu filozoflara aleyhdar olan yorumlarını beyan etmekle yetiniyordu.
Şehzade Korkut’un manevi neşesi vardı. Zahir ulemasının katı taassup çerçevesinde kalmak istemiyordu. Sayı itibariyle çok ve çeşitli eser okuması kendisini zahiri bağların dışına çıkarıyordu. Bunları bizzat kendi manzumeleriyle ve diğer tasavvuf ehlinin şiirleriyle beyan ediyordu. Bu hususta “Aşk”ı esas tutup, ancak aşk ile maşuka ulaşılabileceğini söylüyordu. Mesela:
“Aşk bahrine dal ey ki iresin yekdâneye
Can’a kıyan kaçan vâsıl olur cânâneye”
beytiyle başlayan manzumesiyle âşıkıbillah olduğunu gösteriyordu. Divanında böyle daha başka nazımları vardı. Heyecanı sükunet bulunca taşkın nehrin yatağına çekilmesi gibi, zahiri şeriat hükümlerine tabi oluyordu. “Kitab-ı Davetü’n - Nefsi’t - Tâliha” isimli eserinin mütalaası, Şehzade Korkut’un geçirdiği ruhi halleri göstermesi itibariyle incelemeye değer. Diğer eserleri daha çok fıkıhla ilgili meselelerin hallini ve bu husustaki mütalaalarını göstermektedir.
Şehzade Korkut’un yüzlerce ciltten oluşan kütüphanesinin Manisa Kalesi’nde bulunduğu, biraderi Sultan Selim’e göndermiş olduğu bir mektubundan anlaşılıyor. Onun vefatından sonra bu kütüphanenin Sultan Selim tarafından -herhalde- Topkapı Sarayı’na nakledilmiş olduğu tahmin ediliyor. Nitekim bazı kitapları oradan çıktı.
Osmanlı’nın mukaddimesi Bursa’da, büyük ceddi Orhan Gazi’nin türbesindeki kabrinde mahşer gününü bekleyen merhum Şehzade Korkut’a, bu vesileyle biz de rahmet ve mağfiret niyazında bulunalım.
Yazar ve yayıncı Erol Kılınç Bey’in Rahmet-i Rahman’a kavuştuğunu Timaş Yayınevi’nde Osman Okçu Bey’den öğrendim ve Allah’tan rahmet niyazında bulundum. Daha sonra Yeni Şafak’taki ölüm haberini de okuyunca, ikinci bir defa mekânı cennet olsun diye dua ettim.
Erol Bey’le birkaç defa Ötüken Yayınevi’nde karşılaştım. Bazen de kendisini akşamları Ümraniye minibüs kuyruğunda görüyor ve selam veriyordum. Merhumla fazla ünsiyetim ve ülfetim olmadı ama kültür dünyamıza yaptığı hizmetleri dostlarından duydukça takdir ediyordum. Bu ciddi ve çalışkan adam özellikle Ziya Nur Aksun’un eserlerinin yayımında büyük rol oynadı. Daha sonra “Damla Damla Yaşadıklarım” adıyla yayımladığı hatıratını ben de büyük bir ilgiyle okudum.
Erol Bey, adı geçen kitabında “Marmaratörlüğüm” başlığıyla bir bölüm açıyor ve Marmara Kıraathanesi’nin renkli simalarından biri olan merhum tarihçimiz Ziya Nur Aksun’u ilgi çekici anekdotlarla anlatıyor. Her ikisine de, bir kere daha rahmet niyazında bulunarak, bu bölümü Ziya Nur’a olan muhabbetinizin tazelenmesi için aşağıya iktibas ediyorum.
Erol Kılınç söze şöyle başlıyor:
“Ziya Nur’u Marmara Kıraathanesi’nde tanıdım. Soyadının “Aksun” olduğunu da yıllar sonra öğrendim. Marmara’daki sohbet halkasına dâhil olduğumda, konuşulan mevzular hakkında tarihten verdiği örneklerle o günkü olayları değerlendirmesi, ilk dikkatimi çeken nokta olmuştu. Evet, tarih ibret alınmak için değil miydi? Madem siyasetle uğraşılıyor, o halde ülkenin, milletin geçmişinden çıkarılan ibretlerle, geçmişteki uygulamalarından edinilen tecrübeyle günümüzün meselelerine çözümler getirilmesi veya o tecrübeler ışığında politikalar geliştirilmesi, dünyanın en tutarlı mantıki çıkarımlarından biridir.
Yalnız, bu adamın siyasi yönü yoktu. CHP ve sol karşıtlığı netti, ama sağ partilerden herhangi birine taraftar olduğuna dair net bir belirti görememiştim. Doğrusu bu da beni etkileyen bir özelliğiydi. Çünkü Ziya Bey konuşurken devlet diyor, devlet telakkisi diyor, tarihi seyirden bahsediyor; bir takım fikri züppelikler karşısında bunları tartışmaya bile değer görmeyerek, sigarasından bir nefes çekip, kaşının birini kaldırıp, “S… et hazret, bunlar boş şeyler!” deyip -şayet Emin Hoca da yanındaysa- “Patlat bir gazel üstad!” deyip konuyu “iplemediğini” etrafındakilere tavrıyla gösteriyordu. Sürekli düşünüyordu; sürekli günün siyasi olaylarıyla Osmanlı tarihinin muhtelif safahatı arasında paralellikler kuruyordu. Hadiseleri anlamaya; ahalinin geçmişteki ahaliyle arasındaki benzer tavır ve reaksiyonları kavramaya, görmeye ve göstermeye çalışıyordu. İnsanlar akan zaman içinde değişseler de maşeri vicdandaki toplumsal değerlerin değişmeden kaldığına, bu değerlerin, anlayışın yeni nesillerle devam ettiğine inanıyordu. Muhafazakâr yapıda dindar bir adam olmasına rağmen felsefe ve hukuk bahislerinde de, uluslararası diplomasi konularında da “behre” sahibiydi.
Bu adam Ankara Hukuk’ta okumuştu. Vaktiyle Osman Yüksel Serdengeçti’leri falan orada tanımış, görüşmüştü. O zamanlar Nur cemaatinin ön sıralarında da görev yapmış biriydi. Ama Nurcular onu reddetmeseler de bir türlü benimseyemiyorlardı. Çünkü düşünce istiklaline sahip bir zattı, kendi kozası içinde ipeğini ördüğü için olsa gerek, kimse de ona dışlayıcı bir laf söylemiyordu. Karaköy’de bir matbaası vardı. Öğleden sonra iş yerine gelir, akşama kadar çalışır, akşam belli bir saatten sonra da Marmara mesaisi başlardı. Gecenin 24.00’üne kadar sohbet, çay faslı sürer, sonra Kadıköy’e geçer, oradaki evinde sabah namazına kadar okur veya yazar, sabah namazını eda ettikten sonra uykuya yönelir, öğle vakti kalkıp yeni güne başlardı. Evinde 7 bin kadar kitap bulunduğunu, bunların büyük kısmının Osmanlı tarihiyle ilgili olduğunu bir Osmanlı tarihi yazmaya başladığını öğrenmiştim.
Ziya Bey, bize Osmanlı tarihini sevdirdi. Kendisi Osmanlı’ya hayrandı. Bizleri de hayran edip bıraktı. Dündar Taşer’le bir araya geldiklerinde aralarında âdeta bir “fena fi’d-devle”ye götüren bir devlet zikri başlardı, ki işte o zaman dinleyenler de, sözü biri bırakıp diğeri alan bu cezbeli ikilinin “cezbesine” kapılırlar, lafları tam duyamasalar da, zikrin seyrindeki ritme kendilerini kaptırırlar ve mânâyı âdeta ruhlarında hissedelerdi. Hele hele Erol Güngör de aralarına katılmışsa müthiş üçgen kurulmuş olur. Sohbet ve bu “zikir hali” bitmesin isterdik.
1972 Haziranında Dündar Taşer vefat edince, Ankara’daki cenaze merasimine katılmıştık. Döndükten sonra aşağı yukarı 40-45 gün boyunca Ziya Bey’in sohbet halkasındaki herkesle Dündar Bey’le ilgili hatıraları tazeleyip durmuştuk. Meğer o sohbetlerden sonra Ziya Bey eve gidip bunları not edermiş. Bir müddet sonra bunu sevinçle öğrendik. Kendisinden yayınlamasını istedik. Nazlandı. O sırada ben Kutluğ Yayınları’nı açmış, Türkeş’in kitaplarını yayınlıyordum. Ziya Bey’e rica ettim. Bunun üzerine ismini yazmamam şartıyla yayınlamama müsaade etti. Ben buna da itiraz ettiysem de izin vermedi. Fakat kitaba Z.N. rumuzunu koyup kitabı yayınladım. Büyük ilgi gördü.
Ziya Bey gerek Söğüt Ertuğrul Gazi İhtifali gezilerinde, gerek bayramlarda ve Ramazanlardaki sohbet ve gezilerinde bizi Osmanlı’nın, İstanbul’un Yahya Kemal’in şiirlerinde yankısını bulan atmosferine sokar, bu şuuru derinde duymamızı sağlardı. Özellikle arife günü sabaha kadar Marmara’da sohbet eder, sabah ve bayram namazını kılmak için kalkıp Eyüp Sultan’a giderdik. Oradan ya bir tekkeyi, ya bir evliya türbesini ziyarete, oradan da Yavuz’un, Fatih’in, Kanuni’nin türbelerini ziyaret edip, dualar okuduktan sonra dağılırdık ki, hayli ruhaniyetli ve anlamlı olurdu.
Hele Ertuğrul Gazi İhtifali için gidişimiz tam bir ruhani sefere dönüşürdü. İstanbul’dan gece yarısı hareket edip sabah ezanından önce Bilecik’te mola verirdik. O zaman pek bakımsız olan Edebali Dergâhı’na uğrayıp yanındaki camiyi – hocasını uyandırıp açtırarak – sabah namazını edadan sonra, dergâhı ziyaret, Sadeddin Ökten, Ahmet İyioldu, Ferruh Müftüoğlu, Mustafa Uzun ve Emin Işık ilahiler söyleyip, oradan da güneş bir mızrak boyu yükseldiğinde Söğüt’e yönelirdik ve Ertuğrul Gazi’yi ziyaret ederdik. Tadına doyum olmazdı.
İşte ben böyle bir akademiden, “Ziya Nur Akademisi”nden de ders almış, etkilenmiş, şanslı bir adamım vesselam!..”
Ziya Nur Bey’e, Erol Kılınç Bey’e Marmaratörlerden olup da âhirete intikal edenlere bir kere daha Allah’tan rahmet ve mağfiret niyaz ediyorum.