Görünmeyen Duvarlar
Astsubay–Subay Gerilimi ve Türkiye’nin Kurumsal Çıkmazı
Türk Silahlı Kuvvetleri’nde yıllardır süregelen astsubay–subay ilişkileri, yalnızca askeri hiyerarşinin bir konusu değildir; devletin genel işleyişine, toplumsal algılara ve adalet anlayışımıza sirayet eden bir zihniyet sorunudur. Bu zihniyet, adım adım işleyerek astsubayları bugünkü en kötü konumuna sürüklemiş, hak kayıplarının zeminin hazırlamıştır.
Üstünlük Dayatmasının Kökleri
Subay camiası, görevdeyken olduğu kadar emeklilikten sonra da çoğunlukla “ben subayım” diyerek astlarından itaat ve ayrıcalık bekleyen bir duruş sergilemiştir. Bu, bir istisna değil; kökleşmiş bir davranış biçimidir. Kibirli üstünlük anlayışı yalnızca TSK içindeki dengeyi bozmakla kalmamış; toplumun hiyerarşik yapısını da zehirlemiştir. İşte bu “üst–alt” dayatması, astsubayların sistematik biçimde değersizleştirilmesine atılan ilk taş olmuştur.
Konfor Alanı ve Tarihî Fırsatın Kaçırılması
Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde bu anlayışın kurumsal sonuçları net biçimde görüldü. Generaller, kurumlarının bağımsızlığını savunacak dirayetli bir duruş sergilemek yerine çoğunlukla kendi kariyer hesaplarına yöneldi; “filanca gidiyor, önüm açılıyor” beklentisiyle sessiz kalmayı tercih ettiler. Konfor alanlarını terk etmeyen bu yaklaşım, ordunun bütünlüğünü koruyacak stratejik reflekslerin gelişmesini engelledi ve sonuçta her biri teker teker tasfiye edildi. Astsubaylar için bu süreç, üst kademenin kendi çıkarlarını öncelemesi nedeniyle alt kademeye daha da ağır yük bindirilmesinin ve görünmez konumlarının pekiştirilmesinin yeni bir adımı oldu.
Sert Disiplin ve Sessizliğin Bedeli
Üst kademede konforunu koruyanlar sessiz kalırken, alt kademedeki astsubaylar için disiplin zinciri ses yükseltmeyi imkânsız hale getirdi. Astsubayların görevdeyken hak talep etmesi yasaların sertliği nedeniyle neredeyse imkânsızdır; bu nedenle ses ancak emeklilikten sonra sivil toplum örgütleri aracılığıyla çıkabilmektedir. Ancak “kafes sistemi” öylesine güçlüdür ki, sadece orduda değil; devletin bütün kademelerine sirayet etmiştir. Son on yılda birçok meslek grubu ücret ve imtiyaz kazanırken, astsubaylar tam tersi hak kayıplarına uğramış; yakın tarihin en düşük ücret düzeyine itilmiştir. Yani sessizliğe mahkûm bırakılan astsubaylar, hak ettikleri payı değil, tam tersine kaybı yaşamıştır.
Bu tabloya bir de toplumun astsubaya bakışı eklenmektedir. Astsubayların omuzlarındaki gerçek yük kamuoyunda yeterince anlaşılamamaktadır. Çünkü astsubayların kendini anlatmasına fırsat verilmemiştir. Hatta toplumun astsubaya yönelik gizli bir rövanşı, adını koymadığı bir rekabeti vardır. Birçok meslek grubu astsubayla kendini kıyaslamış; astsubaylık kolay girilen, kolay para kazanılan bir meslek gibi gösterilmiştir. Oysa gerçek tam tersidir: Yoğun sorumluluk, ağır disiplin ve ciddi bir eğitim süreci vardır. Bu yanlış algı, astsubayların zaten içeride bastırılmış sesine toplumdan da değersizleştirme yükü bindirmiştir. Böylece haksızlık zincirine yeni bir halka daha eklenmiştir.
Kendi Kurumunda Başlayan Görünmezlik
Astsubayın görünmezliği aslında kendi ailesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri içinde başlar. Orduyu kamuoyuna anlatan dizi, film, belgesel ya da tanıtım kampanyalarına bakıldığında, hep ön planda subay figürleri vardır; astsubay neredeyse hiç yoktur. Kahramanlık sahnelerinde, karar anlarında, kamuoyunun zihninde hep subay vardır; astsubay ise geri plana itilmiştir. Bu, bilinçli bir tercih olarak yıllardır sürdürülmektedir. Dolayısıyla astsubay, daha kendi kurumunda yok sayıldığı için toplumun gözünde de tanınmaz hale gelmiştir. Bu görünmezlik, astsubayların haklarını aramasını zorlaştıran en önemli eşiklerden biridir. Çünkü varlığı bile gölgede bırakılan bir sınıfın emeğini, sorumluluğunu ve adalet talebini kamuoyuna anlatması baştan engellenmektedir.
Görünmez Kimlik ve Sessiz Baskı
Astsubay kimliği daha öğrencilik yıllarından itibaren baskıyla törpülenmektedir. “Sen kimsin, sen ne bilirsin, sana düşmez; düşünme, emredileni yap” anlayışı, astsubayı hem içeride görünmez kılar hem de dışarıda kendini ifade etmesini engeller. Sivil insanlar bu baskıyı anlamakta zorlanır; çoğu zaman böyle bir şeyin olabileceğini hayal bile etmezler. Yüksek makamlara gelen astsubay kökenlilerin çoğu da bu nedenle kimliklerini gizleme eğilimi göstermiştir. Çünkü halihazırda verdikleri mücadelenin yanında bir de astsubaylık kimliğini taşımak, omuzlarına yeni bir yük bindirmektedir. Bu da astsubayların görünürlüğünü daha da zayıflatmış ve bugünkü haksızlıkların devam etmesine katkı yapmıştır.
AKP iktidarına kadar bu ülkenin görünür elitleri subaylar ve generallerdi. Ergenekon ve Balyoz süreçleri bu tahakkümü kısmen sarsmış olsa da görünmez bir şekilde statüko hâlâ sürmektedir. Bunun yanına yeni elitler eklenmiştir; polis teşkilatının elit kadroları, adalet mekanizmasının elit çevreleri… Ancak en büyük sorun, liyakat yerine sadakatin temel ölçüt haline gelmesidir. Sadakatle yükselen kadrolar, ehliyet ve adalet yerine dar grup çıkarlarını öne koymakta; bu da ülkenin geleceğini tehdit eden hastalıklı kararların alınmasına yol açmaktadır. Bu süreç de astsubayların zaten kırılgan olan hak mücadelesini daha da zayıflatmakta; onların taleplerinin duyulmasını imkânsız hale getirmektedir.
Kimliklerin Görünmezleştirilmesi
Sonuçta tablo açıktır: Astsubay kimliği, sistemli bir biçimde görünmez kılınmaktadır. Görevdeyken sessizliğe mahkûm edilen, emeklilikten sonra ise hâlâ gölgede bırakılan astsubayların iradesi, toplumsal bellekte hak ettiği yeri bulamamaktadır. Her aşamada üstüne yeni bir ağırlık eklenmiş, bugünkü haksızlıkların temeli böyle örülmüştür.
Astsubayların Hak Ettiği Yere Gelmesi
Türkiye’nin daha güçlü bir orduya, daha adil bir devlete kavuşması için çözüm açıktır. Öncelikli olarak;
Astsubay eğitimi acilen lisans seviyesine çıkarılmalıdır. Çünkü astsubaylardan beklenen görev ve sorumlulukların karşılığı, önlisans değil; lisans düzeyidir.
Eğitim, özlük hakları ve görev sorumluluklarında eşitlik sağlanmalıdır. Yapay ayrımlar yerine liyakat temel alınmalıdır.
Astsubayların ücret kayıpları telafi edilmeli, çağdaş seviyelere yükseltilmelidir.
Ortak kurumsal kültür yeniden inşa edilmelidir. Karşılıklı saygı, adalet ve güven esas alınmadıkça ne ordu ne de devlet gerçek gücüne kavuşabilir.
Astsubayların görünmez kılındığı bir sistem, yalnızca onların değil; bütün toplumun kaybıdır. Her bir tarihsel süreç, her bir yanlış tercih, her bir sessizlik bugünkü adaletsizliğin taşlarını üst üste koymuştur. Şimdi yapılması gereken, bu yapıyı yıkıp yerine eşitlik ve liyakat temelinde yeni bir düzen kurmaktır.
Yunus Bilgiç - 3 Eylül 2025
#Astsubay #Astsubaylar #AstsubayOnuru #AstsubaySorunları #AstsubayHakları #AstsubayAdaleti #EmekliAstsubay #TSK #TürkSilahlıKuvvetleri #TEMAD #TürkiyeEmekliAstsubaylarDerneği #HakMücadelesi #StatüVesayeti #OnurluMücadele #Eşitlik #Adalet #Liyakat #CumhuriyetDeğerleri #Demokrasi #İŞKUR #TürkiyeGündemi
.Yerli ve Milli Projeler
1926’da helikopter üreten Türkiye’yi bu üretimden vazgeçiren irade kendisinin ilerici, çağdaş ve laik olduğunu söylüyor.
Nuri Demirağ’ı perişan edip 1936’da dünyada uçak üretebilen 6 ülkeden biri olan Türkiye’yi uçaksız bırakan irade kendisinin çağdaş ve laik olduğunu söylüyor.
Silah üreten ve Filistin’e destek verdiği için fabrikasıyla havaya uçurulan Nuri Killigil’i yok eden irade kendisinin ilerici, çağdaş ve laik olduğunu söylüyor.
Uçak bombası üreten Şakir Zümre’yi tehditle soba üretmeye zorlayan irade kendisinin ilerici, çağdaş ve laik olduğunu söylüyor.
Bunlar geçmişteydi. 70 yıl boyunca Türkiye’yi geri bırakmayı başardılar. Ve bu irade ilerici, çağdaş ve laik olduğunu söylemekten geri durmadı.
Aynı irade bugün iha-sihaya engel olmaya çalıştığı gibi, her şeye de engel olmaya çalışıyor.
Yeter ki Türkiye kalkınmasın; biz çağdaş, laik ve ilericilik palavrasıyla pardon sloganıyla aya bile gideceğimizi bilelim.
100 yıldır ilerlemeye mani olan ittihat ve terakki artıkları, çok ilginç bir şekilde sürekli Müslümanları “millet aya gidiyor sen başörtüsü takıyorsun” yaftasıyla suçlayıp kendilerini bir türlü ne olduğunu anlamadığımız ve bir türlü görme imkânı bulamadığımız o bahsettikleri ilericilik sloganının arkasına izleyip sadece çığırtkanlık yapmakla varlıkları devam etti. Çok garip.
Fakat ben bu maddi geri kalmışlığın tartışmasız faillerinin bu beyinsizliklerinden bahsetmeyeceğim. Konumuz başka.
Bu millete düşmanlıkları şeytanı şeytanlığından utandıracak seviyede olan bu güruhun verdikleri zarar keşke maddi terakkiyi engellemekle kalsaydı.
Maddi eksiklik bir şekilde telafi edilebilir.
Lakin öyle bir zarar veriyorlar ki, şeytanı emekliye ayırdılar bu memlekette.
Önce milyonlarca kilometrekare toprağımızın elimizden çıkmasına neden olan ve Çanakkale’de yüz binler insanımızı katleden İngiliz’e Fransız’a düşmanlığı unutturdular. Hasmımız hısımımız oldu. Kut savaşını bile kutlamaktan vazgeçtik İngiliz hatırına. İngiliz’in aşkına Araplara düşman olduk, Filistinlilerin toprak sattığına inandırıldık, tıpkı Vahdettin Han’ın hain olduğuna inandırıldığımız gibi.
Etrafımızdaki her devlete düşman olduk, sadece Avrupa ile ticaret yaptık rahmetli Özal gelene kadar. Oraların sahibi olduğumuz ve orada yaşayanların düşman değil kardeş olduğunu unutturdular bize.
Bosnalıları manen öldürdüler yalnız bırakmakla. Elçilik caminin avlusunda diye içeri girmeyen, bu şekilde laikliği koruyan bir İnönü’ye katlandı bu memleket.
Sapıklığı meşrulaştırmak için münasip yerleri yırtılıncaya kadar bağıran parti liderleri bu memlekette yaşadı yaşıyor hala. Ülkedeki açık saçıklık, resmi olarak açık saçıklığın merkezi olan Avrupa’yı geçti. Her türlü sapıklık laiklik korumasına alındı, devam ediyor…
80 yıldır Manukyanın arkasından nal toplayan işadamları, iş yerine milli eğitimi hizaya getirmek için girişimlerde bulunmayı hiç ihmal etmediler. Sanayici sıfatıyla bakanı ziyaret eden iş kadını, büyük bir öz güvenle Manukyanın arkasında nal toplamakla görevli olduğunu unutup, en önemli uzmanlık alanları olan eğitimin yerlileşmesini bir yıllığına durdurmayı teklif edecek kadar vazife şuurunda olduğunu gösterdi. Tebrik etmek lazım. Ne de olsa eğitim sanayicilerin işidir, onlar daha iyi bilirler bu işi, başka kim bilebilir ki?…
Daha asıl konuya gelmedim.
Niçin her şey bu memlekette olması gerekenin tersi oluyor?
Oynaşını eve almak için kocasını şikâyetle evden attıran ahlaksız kadını koruyan bu kanun müsvettesini de kim çıkardı?
Kadının beyanı esas diyerek kadınların tamamını ahlaklı ve erkeklerin tamamını da ahlaksız ilan eden ve Samanyolu galaksisinde henüz açıklaması bulunmayan bu kanun müsvettesini de kim çıkardı?
Ömür boyu nafaka diyerek erkeği evlenmekten vazgeçirerek aile kurmaya büyük bir darbe vurarak, gayri meşru ilişkilerle nüfusu artan Fransa’nın bile nüfus artışının gerisine tarihte ilk defa bu milleti düşüren bu kanun müsvettelerini de kim çıkardı?
Kadın cinayetlerinin sebebini araştırmadan, çareyi erkeğe verilen cezayı artırmakta bulan, ne doğruysa onun tersini yapan, erkeği ruhsuz odun olarak hayal edip tanımlayan bu kanun müsvettelerini de kim çıkardı?
Dul iken evlenen kadının babasından kalan maaşını tamamen keserek, bunun doğruluğuna bizi bile inandırıp evlilikleri azaltan ve gayri meşru evlilikleri artıran bu kanun müsvettesini de kim çıkardı?
18 yaşından önce gayri meşru ilişkiye özgürlük deyip, sonra 16-17 yaşında anne-babasının izniyle nikâh kıyanı tecavüzcü kabul edip binlerce insanı suçsuz yere hapse sokan bu kanun müsvettelerini çıkaranlar da kim?
Nikâh kıymadığı sürece istediği kadar fuhşiyatı kanun koruması altına alıp, sonra bunların geçimini üzerine almak denen nikâhı kıyınca “aileyi koruma kanununu” onun hapsine sebep gösteren bu kanun müsvettelerini çıkaranlar da kim?
Cevap çok açık aslında. Hani beni devletimiz bir başka devlete casus olarak gönderse ve dese ki, “görevin o milleti yok etmektir”, vallahi izleyeceğim program bugüne kadar Türkiye’de uygulanan programdır.
Başarısı tescilli. Hem uygulanmış hem sonuç alınmış.
Ecdadın ahlakı yok edilmiş, yerine de hiçbir şey konmamış. Sonuç sokakta ortada.
Bunların müsebbiplerini tebrik etmek lazım.
İslam’ın bayraktarı olan bir milletin ruhunu söküp hadım etmişler.
Gençlerin ideali Avrupa’ya kaçmak.
Mevcut eğitim bu milleti gencine sevdirmiyor, hatta nefret ettiriyor.
Öyle ya bu kanun denen saçmalıkları burada İngiliz Fransız oylamadı ya.
Bizim dilimizde dinimizde münafık diye bir kavram var.
Ekseriyetle ehli kitaptan olup kendini Müslüman gösteren insan görünümlü iki ayaklı şeytan türü.
Bizim adımızı taşır, bizim aramızda yaşar.
Şahdamarımızı hissettirmeden koparır.
Bizim insanımızın görüşüymüş gibi basında vs her yerde yaygara kopartır.
Münafıklığın hakkını verir.
Ama münafık, adı üzerinde Müslüman ve Türk görünümlüdür.
En iyi işi de Müslümanların arasında yapar.
Sol görüşlüsü de var ama en azılısı sağ parti içindedir.
O yüzden kapı kilit tutmaz.
Dindarsın ama bu kanun nasıl desteklenir yav dediğimiz her kanunun arkasında Müslüman kılığıyla o cehennem odunları bulunur.
Ortaya çıkarılmadıkları sürece milletin ham maddeten hem manen boğazını sıkmaya ve milleti gavurlaştırmaya devam edecekler, zaten büyük bir iştahla devam ediyor Manukyanın nal toplayıcıları.
Onlar her yerde her kılıktalar.
.
Tarihe M Kemal'in manevi kızları olarak geçen kadınlardan Zehra Aylin'in sır ölümü...
M.Kemal'in manevi kızları olarak bilinen kadınlardan, soldan sağa Rukiye Erkin, Sabiha Gökçen, Afet İnan ve Zehra Aylin...
Zehra Aylin’in ölümü sır ve muammadır.
Resmi tarihin her sır ölüme verdiği iki hüküm burada da kendini gösterir :
İntihar veya kaza...
Zehra Aylin, M.Kemal'in ilk manevi kızı olarak Çankaya Köşkü'ne yerleşmişti. Fakat fazla yalnız kalmadı, çünkü M.Kemal gittiği yurt gezilerinden manevi evlat denilen kızlarla dönmekteydi.
Zehra Aylin, eğitim için gittiği yurtdışından Türkiye'ye dönerken 1935'te Fransa'nın Amiens şehrinde trenden kendisini atarak, henüz 23 yaşında intihar etmiş veya kaza sonucu ölmüş resmi tarihe göre.
M.Kemal’in çevresinden her nedense eksik olmayan iki kelime : İntihar ve kaza...
Zehra Aylin'in daha çok intihar ettiği idda ediliyor. 23 yaşında hayat dolu, hayalleri olan bir insan niye intihar eder ?
Sebep ne ?
Zehra Aylin'in ölümü Türkiye'de asla büyük bir gündem olmamıştı ama, Fransa'da Zehra Aylin'in ölümü ciddi bir gündem olmuştu. Amiens şehri halkı Zehra Aylin'in cenazesi için şehrin meydanını hıncahınç doldurmuştu.
Vali, Belediye Başkanı ve üniformalı komutanlar saf saf dizilmişler, bando ve merasim kıtası yerlerini almıştı.
Zehra’nın fotoğrafları eşliğinde hazin sonuyla ilgili dünya basınında haberler yapılmıştı.
Çünkü o M Kemal'in manevi kızı, hatta Türkiye''nin Osmanlı geçmişinden dolayı "Prenses" olarak biliniyordu.
İlgi ve alaka bundandı.
Paris’te cenazeyi Fransa Cumhurbaşkanı’nın özel temsilcisi ve diğer ülkelerin elçileri çelenklerle karşılamış. Oradan geçilen Marsilya’da da törenler olmuş. Cenaze burada özel olarak hazırlanan vapuruna konup İstanbul’a doğru yola çıkarılmış.
Vapur uğradığı limanlarda yine elçiler tarafından resmî törenler ve çelenklerle karşılanmış. Tıpkı deyim yerindeyse bir devlet başkanının eşine, bir first lady'ye gösterilecek ilgi alaka ile.
Ta ki İstanbul’a kadar…
Bunca görkemli törenden sonra cenazeyi taşıyan gemi, sabaha karşı vardığı İstanbul limanında vali, birkaç devlet zevatı ve tabutu taşıyacak dört hamal tarafından karşılamış.
Cenaze aynı gün Teşvikiye Camii’ne götürülmüş, oradan da Maçka Mezarlığı’na.
Zehra’nın ölüm haberini Türkiye’de gazeteler birinci sayfalarından, fazla ayrıntıya girmeden duyurmuş.
Zehra Aylin'in ölümü ile ilgili bilgiler aşağı yukarı böyle. Burda benim aklıma bir soru geliyor. Bir insan manevi evladı yaptığı, Çankaya Köşkü'ne yerleştirdiği bir insanın cenazesine neden katılmaz ?
Neyse sorular çok ama kısa kesmek gerek.
Burada ünlü Time dergisi, Zehra Aylin’in ölüm haberini 2 Aralık 1935'te şöyle vermiş :
“Türk haremini ortadan kaldıran diktatör [ Derginin ifadesidir ] Kemal Atatürk, hiçbir hükümdarın sahip olmadığı kadar evlatlık kıza sahip.
Geçen hafta, beş evlatlık kızından biri olan minyon, kahverengi gözlü, kısa kesilmiş kuzguni siyah saçlı bayan Zehra, Calais-Paris treninden düştü ve kafatası kırılarak yaşamını yitirdi.
Londra yakınlarındaki St. Margaret Okulunun müdiresi ‘ Onun vatan hasreti çektiğine dair en ufak bir düşüncemiz yoktu. Tiyatroya yoğun bir ilgisi var gibiydi. diye konuştu. Paris’teki Türk Elçiliği ise ‘Muhtemelen kasvetli kasım havaları onu depresyona soktu ’ yorumunu yaptı."
M.Kemal'in manevi kızı olarak bilinen Zehra Aylin’e ait Maçka Mezarlığında olması gereken mezarı maalesef bugün kayıptır, yeri belli değildir.
■ Yorum kısmına Zehra Aylin'in ölümü ile ilgili iki görseli ve Zehra Aylin’in cenazesinin olduğu 2 Aralık 1935 günü, M.Kemal'in geçirdiği gün ile ilgili Cumhurbaşkanlığı Nöbet Defteri görselini atıyorum.
3 günlük nöbet defterini gösteren bu görselde M.Kemal'in kalkış saatlerine de dikkat edin...
.
Anka Kuşu ·
BANA "ATATÜRK DÜŞMANI AKTROLL !" DİYEN LAİK / KAMALİST'E CEVABIM :
* Ata'nın "şeceresi" (soy kütüğü) hakkında bir bilgin var mı ? Bunun emmisi, dayısı, halası, teyzesi, dedeleri, kuzenleri yok muydu ?!
Cinsi, cibilliyeti, sülâlesi, aşireti kimdir, nereden gelmişlerdir, bir bilgin var mı ?!
Yoksa Ata'nı Leylekler mi koydu anasının kucağına ?!
Ki, ondan ötesine gidemiyoruz ?!
* Trablusgarp, Bolayır, Çanakkale, Filistin'de onbinlerce mehmetçiğimizi düşman mitralyözlerine doğrattığından haberin var mı ?!
* Suriye'de bir milyon, Gazze'de 70.000 müslümanın küffâr tarafından şehid edilmesinin en büyük sebebinin, senin Ata'nın bu cephede ordusunu İngilizler'e teslim edip te kaçması olduğundan ve İtsrail Devleti'nin kurulmasına sebep olduğundan haberin var mı ?!
* Bu ihânet ve hıyâneti müteâkiben Kasım 1918'de İstanbul'a gelip te, "tevkif etmek (tutuklamak) üzere kendisini arayan" ( ?!!! ) İngilizler ile 6 ay gizli görüşmeler yaptığından haberin var mı ?!
* Ata'nı Anadolu'ya kimin gönderdiğinden haberin var mı ?!
* Lozan Muâhâdenâmesi imzalanmadan önce, "bizim vatanımız" olan toprakların nereleri ihâta ettiğinden haberin var mı ?!
* Lozan Muâhâdenâmesi'ni ve Boğazlar Sözleşmesi'ni (1936'da Montrö Sözlesmesi olarak revize edildi) okudun mu, kaç maddedir, bunlarla ne verildi ne alındı, haberin var mı ?!
* Inkılaplar'dan (Devrimler) önce, 300.000 kelimeden fazla bir lisânımız vardı, şimdi 3-5 Bin kelimelik bir kuş / kurbağa lisanı ile konuştuğumuzdan ve buna râğmen, meslekleri bizzat "öğretmenlik" olan nicelerinin bile, konuşurlarken ve yazarlarken, Türkçemiz'in kafasını gözünü yardıklarından haberin var mı ?!
* Atanız ile ABD'li 15'lik "çıtır" Zsa Zsa Gabor'un "aşk mâcerâsı"ndan haberin var mı ?!
Google amcana bir sor bakalım, ne cevap verecek ?!
* İngiliz şapkası giymedikleri için" idam edilen onbinlerce insanımızdan ve top ateşine tutulan şehirlerimizden (Rize ve Diyarbakır) haberin var mı ?!
Hadi biraz daha beriye geleyim :
* Bodrum'da yaşayan 60 yaşında koyu Atatürkçü kadının, 65 yaşındaki Atatürkçü sevgilisi bir yıldır, 8 yaşındaki erkek torununa tecavüz ediyor, çocuğa tenbihi :
"sakın kimseye söyleme !"
Çünkü, O sapık, çok koyu bir Atatürkçü !
* Tunceli de, parkta, özürlü çocuk yaşlı ve sakallı biri tarafından taciz edildi, bunu da duymadın, çünkü o sakallı, sapık bir Alevi Dedesiydi !
Sakallı "sünni" olsa duyulur, filmi bile çekilirdi !
* 2007 yılında ortaya çıktı ; Aziz Nesin Vakfı'ndaki çocuklara yıllardır tecavüz ediliyormuş ; duydun mu ?!
Elbette duymadın, çünkü, sapık eğitmenler komünist idi !
* Ensar Vakfı sapığının kim olduğu ortaya çıktıktan sonra kimse konuşmadı..
Çünkü, Gazi Mustafa Kemal İlkokulu'nda öğretmenlik yapan 52 yaşındaki sapık Muharrem Büyüktürk Kuran okumasını dahi bilmeyen ateist, komünist, CHP'li çıktı !..
* Sinan Sardoğan 25 yıl boyunca yüzlerce kadını tâciz etmiş, 12 yaşındaki erkek çocuğa tecavüz etmiş, Kayıtlara girmeyen, işlem yapılmayan ve de şikâyetçi olmayanlar harici kayıtlara giren "resmî" olarak 23 dosyası olmasına rağmen hep serbest kalmış. Cezaevinde hiç yatmamış.
Çünkü, o sapık, bir Tokat Alevisi !
Öldürdüğü 65 yaşındaki Alevi kadın komşusu kaybolmasa, muhtemelen yine duymayacaktın !
* Kemal Kılıçdaroğlu'nun 32 yaşındaki 3 çocuklu öz yeğeni Hıdır Çakmak sahibi olduğu marketin deposu ile inşaatta para çikolatayla kandırdığı 4 çocuğa aylarca tecavüz etmiş, elbette onu da duymadın !
Çünkü, O bir Tunceli Ermeni Alevisi !
Bulgar mültecisi Muharrem İnce'nin evli kadın ve o kadınların kızlarına attığı mesajları da muhtemelen duymadın !
* Evli Nesrin Baytok ve evli Deniz Baykal'ın hikâyesini muhtemelen duydun...
Fakat herkes "hiçbirşey olmamış" gibi yoluna / evliliğine devam etti, değil mi ?!
* Voleybolcu metres'ine servet veren evli EkRum Bizansiti'nin bu "icraatından" hiç bahsediliyor mu sizin mahallede ?!
Bahsedilmez, çünkü böyle şeyler sizin mahallede "vak'a-i âdiye" (normal, sıradan, herkesin yaptığı cinsten bir olay) !..
Mâmââfih, hakikatte "yaşananların" belki milyonda bir'i mesâbesindeki bu rezâletler, aslında Ata'nızı ve sizin de tam olarak "Atatürkçü olduğunuzu" isbat ediyor !
Binâenaleyh, elbette sizin zihniyetiniz ve "ulu önderiniz" ile "evimiz ayrı, yolumuz sapa" !..
Ben "elhamdülillah Müslümanım", küfr'e de kâfir'e de zerre kadar meylim ve muhabbetim olmaz !
1- DÜNYA UYUŞTURUCU PAZARI 1 TRİLYON DOLARLIK kapasiteye ulaştı,
bu kara para da dünyanın en zengin ailelerinin küreselcilerin denetimsiz off-shore adalarında kurduğu bankalarda-finans şirketlerinde toplanıyor
sonra New York ve Londra'da küresel şirketlerin bankalarına yatıyor…
2- PAGAN KÜRESELCİLER tüm yayın organları eşcinselliği destekliyor,
son birkaç yıl içinde bir anda tüm dünyada birden eşcinsellik patlaması yaşandı,
PAGAN KÜRESELCİLER eşcinsellik için sivil toplum örgütlerine de destek olmaları için milyarlarca dolar bağışlıyor…
3- PAGAN KÜRESELCİLER “Netflix” gibi tüm platformlarında diziler, filmler, çocuklara çizgi filmler bir anda eşcinsellik pompalayan senaryolarla dolduruldu,
gazeteler her yerde eşcinsellik için "Özgürlük" diye anırdı,
eşcinsel evlilikler ülkelerde serbest bırakıldı, eşcinseller devlet başkanı yapıldı, ABD Başkanı Biden eşcinselleri çalışmak üzere Beyaz Saray'a taşıdı…
4- CIA kontrolünde üretilen, satılan ve parası PAGAN KÜRESEL şirketlerin bankalarına taşınan uyuşturucu sayesinde büyüyecek eşcinsel sayısı ile DÜNYA NÜFUSUNU AZALTMAYA ÇALIŞAN bir PAGAN aklı vardır,
yani hem bankalardaki kasalarını uyuşturucu parası ile dolduruyorlar hem de bu parayla sapık hedeflerine ulaşıyorlar…
5- ABD'de yaklaşık 14 MİLYON YETİŞKİN “LGBT” OLARAK TANIMLANDI ve HER 6 GENÇTEN BİRİ EŞCİNSELDİR ve yine ABD’de yılda 120 bin kişi uyuşturucudan ölmektedir,
YouTube yayınında konuşan ELON MUSK, cinsiyet değiştirme ameliyatı olmadan önceki adı Xavier olan çocuğu ile ilgili yaşadığı süreçte "KANDIRILDIĞINI" söyledi, Elon Musk, kendisine çocuğunun " İNTİHAR EDEBİLECEĞİNİN" söylenmesi sonrası endişe ile ergenlik engelleyici ilaçların kullanımına onay verdiğini söyledi Musk; "BU NEDENLE OĞLUMU KAYBETTİM" dedi ve bu olaydan sonra "woke akıl virüsünü" yok etmek için kendisine söz verdiğini vurguladı…
6- Elon Musk, X'ten "Avrupa ölüyor" diyerek doğurganlık haritası yayınladı, doğum oranlarının nasıl geriye gittiğini duyurarak, küresel LGBT kampanyası tehlikesine dikkat çekti,
PAGAN KÜRESELCİLERİN EN ÇOK SEVDİĞİ, İNSAN ÖLÜMLERİNİN BOL OLMASIDIR, işte bundan dolayı TÜM SAVAŞLARI da SONUNA KADAR DESTEKLİYORLAR...
PAYLAŞIMI SESLİ DİNLEMEK İÇİN
ATATÜRK ZENGİN MİYDİ?
Engin ARDIÇ/Sabah gazetesi
16 Kasım 2014, Pazar
"Tarihçi Mete Tunçay yazmış, tarihçi Cemil Koçak da ondan aktarmış, biz de gazeteci Engin olarak kendi okurlarımızı haberdar edelim.
Diyor ki Profesör Tunçay:
"Vefatından bir buçuk yıl öncesine değin, Atatürk bütün Türkiye'nin en büyük toprak sahiplerinden ve zenginlerinden biriydi. Bu servet ona miras kalmamış, aylıklarının arttırılmasıyla da oluşmamıştır.
Bilinen iki kaynak, kurtuluş savaşı yıllarında Hint HİLAFET Komitesi'nin Ankara'ya yolladığı 600 bin liraya yakın yardımla, daha ileriki yıllarda eski Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa'nın TC uyrukluğuna girerken CHP'ye bağışladığı 900 bin lira dolaylarındaki paradır."
Allah Allah, CHP vatandaşlığa girmek için başvuranlardan para mı alırmış?
Profesör Koçak da şöyle devam ediyor:
"Tunçay'ın aktardığına göre Hindistan'dan gelen paranın 120 bin liraya yakın bölümünü büyük taarruzdan önce Batı Cephesi Komutanlığı'na harcamış, geri kalan paranın çoğuyla, yaklaşık 250 bin liralık kısmıyla İŞ BANKASI'NI kurdurmuştur.
Bankanın da hissedarı olmuştur."
Koçak kendi görüşünü şöyle açıklıyor:
"Burada ilginç olan husus, Hindistan'dan gelen yardımın doğrudan 'Atatürk'ün kişisel hesabı' olarak benimsenmiş olmasıdır. Eğer Hasan Rıza Soyak'ın anılarına bakılacak olursa, bu gayet tabii karşılanmış olmalıdır.
Çünkü harcanmayan para, Atatürk'e bizzat Bakanlar Kurulu kararıyla geri verilmiştir.
Soyak, Atatürk'ün çiftlik arazilerini de bu parayla satın aldığını yazmaktadır." Şimdi de bilançoya ve terekeye geliyoruz: "Atatürk öldüğünde İş Bankası'ndaki hesabında 1,5 milyon liradan fazla nakit parası ve 120 bin lira civarında İş Bankası hissesi bulunmaktaydı. Başkaca hisselerinden 25 bin lira nakit parası daha vardı."
O zamanın parasıyla... "Altın devir" parası...
Paranın para olduğu dönem.
Şimdi... Çeşitli sorular sorulabilir.
"Cumhuriyet Halk Partisi'ne bağışlanan bir para Atatürk'ün kendi parası mı sayılmış?" sorusunun cevabı evettir.
"İş Bankası Hintli Müslümanlar'ın kurtuluş savaşımıza gönderdikleri yardımla mı kurulmuş?" sorusunun cevabı da kısmen EVET'tir.
"Atatürk Orman Çiftliği de mi bu paranın bir kısmıyla kurulmuş?" sorusunun cevabı da EVET.
Bugün yerine Ak Saray yapılan arazinin temelinde Hintli Müslümanlar'ın "Hilafet" Komitesi'nin parasının yatması, tarihin ilginç bir cilvesidir.
Deyip geçeceğim, ben soru sormayacağım. "Koskoca Büyük Önder'in ülkenin en büyük toprak sahiplerinden ve en zenginlerinden biri olması doğal mıdır?" sorusunu ayakkabı kutusu araştırmacılarına bırakıyorum.
"CHP'YE VERİLEN PARA NASIL OLUYOR DA ATATÜRK'ÜN ŞAHSİ PARASI SAYILIYOR?" sorusuna ister Kılıçdaroğlu cevap versin, isterse Tarhan Hanım.
Çünkü nasıl olsa "Koskoca Büyük Önder banka sahibi olur mu, bankacılıkla uğraşır mı?" sorusunu daha önce sordum, cevap alamıyorum. "Koskoca Büyük Önder bira, turşu, yoğurt, ayran, dondurma, beyaz peynir ve kaşar peyniri üretimiyle uğraşır mı?" sorusuna cevap alamadığım gibi."
.
25 Nisan 1915 tarihinde başlayan Çanakkale savaşlarını Yarbay /Albay Mustafa Kemal kazandı zanneden cahiller var… 18 Mart Deniz Savaşı'na katılmayan Mustafa Kemal, Çanakkale kara savaşlarının çoğuna da katılmamıştır.
MUSTAFA KEMAL, ÇANAKKALE KARA SAVAŞLARINDA KATILDIĞI HİÇBİR SAVAŞI KAZANAMADI. İNGİLİZ ASKERLERİNİ DENİZE FALAN DA DÖKMEDİ. BU KOCAMAN BİR YALANDIR.
1- 18 Mart Çanakkale Deniz Savaşı: Mustafa Kemal yoktu…
2- 25 Nisan Gelibolu çıkartmaları: Pınariçi Koyu, İkiz Koyu, Tekke Koyu, Ertuğrul Koyu, Morto Koyu çıkartmaları ve çarpışmaları… Mustafa Kemal yoktu…
3- 25 Nisan Kumkale çıkartması: Mustafa Kemal yoktu…
4- 26 Nisan Seddülbahir Kalesi çarpışmaları: Mustafa Kemal yoktu…
5- 28 Nisan 1915… 1’inci Kirte Savaşı: Mustafa Kemal yoktu…
6- 1-2 Mayıs 1915… Kirte Osmanlı taarruzu: Mustafa Kemal yoktu.
6- 2 Mayıs 1915... 2’nci Kirte Savaşı: Mustafa Kemal yoktu…
7- 4 Haziran 1915… 3’üncü Kirte Savaşı: Mustafa Kemal yoktu…
8- 10 Haziran 1915… Bağ Savaşları: Mustafa Kemal yoktu…
8- 28 Haziran 1915… Zığındere Savaşı: Mustafa Kemal yoktu…
9- 21 Haziran 1915… 1’inci Kerevizdere Savaşı: Mustafa Kemal yoktu.
10- 13 Temmuz 1915… 2’nci Kerevizdere Savaşı: Mustafa Kemal yoktu…
HİÇ Mİ YOKTU?
Çanakkale’de 19'uncu yedek tümen komutanı Mustafa Kemal’in katıldığı savaşlar…
25 Nisan Arıburnu çıkartması: Mustafa Kemal vardı. Küçük bir çarpışma oldu. İngiliz birlikleri kıyıya tutundu. Siper kazdılar ve yerleştiler… Bu bir savaş değildi.
1- 19 Mayıs 1915- Büyük Arıburnu Taarruzu. Taarruza 19’uncu Tümen de katıldı. Mustafa Kemal'in birlikleri, 4 tümenlik saldırı gücünün sağ kanadını oluşturuyordu. Tamamı lise öğrencilerinden oluşan 2'nci tümen neredeyse tamamen şehit oldu ve Mustafa Kemal ve tümeni yenildi…
2- 8 Ağustos 1915… 1’inci Anafarta Savaşı. Mustafa Kemal bu savaşa komutan olarak katıldı ve İngiliz saldırısını durdurdu…
"Kurulan Askeri Bir Diktatörlüktü. Cumhuriyet de Bunun Kamuflajıydı."
 Hafî Türkiye Komünist Fırkası ve Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası Genel Sekreteri Salih Hacıoğlu:
"Mustafa Kemal Paşa'nın muhalifler hakkında bir planı vardı: Kendisine muhalefet eden her şahsı İngiliz casusluğuyla itham ederdi."
 Erden Akbulut & Erol Ülker, Hafî TKP ve THİF Genel Sekreteri Salih Hacıoğlu, 2020, s. 55
31 Aralık 1919
 Erzurum'daki 15'inci Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir, Ankara'daki Mustafa Kemal'e zata mahsus ve pek acele telgraf gönderdi.
İngiliz Yarbay Alfred Rawlinson, (i) hilafet-saltanatın ayırılmasını, (ii) hükümet merkezinin İstanbul'dan Anadolu'ya taşınmasını ve (iii) cumhuriyet idaresinin kurulmasını istemiştir.
Karabekir, millet tarafından hazmedilemeyecekleri vechile mezkûr 3 hususun gerçekleştirilemeyeceğini Rawlinson'a beyan etmiştir.
 T.C. Dışişleri Bakanlığı, Türk Diplomatik Arşivi Belgelerinde Millî Mücadele Diplomasimiz (1919-1920), 2023, s. 438-439.
 Şerh: Mustafa Kemal, İngiliz Muhafazakârların taleb ettiği üç hususu da tatbik edecektir.
m. kamal, ingilizlerden valilik istiyor
Kasım 1918
 Beyoğlu, Pera Palas
Mustafa Kemal Paşa'dan İngiliz Albay Heywood'a:
❝..Britanya idaresinde bulunan tecrübeli Türk valileri.. salâhiyet dahilinde hizmetlerimi arzedebileceğim münasip bir yerin mevcut olup olmıyacağını bilmek isterim...❞
 Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, 1971, s. 98
❝Cumhuriyet, bazılarının iddiasına göre, Osmanlı'nın "kulluk sistemi"ne son verdikten sonra, "kulluk sistemi"nin öngördüğü seçim yasasını ve sistemini sürdürdü.
Tek-parti döneminde seçim, atama anlamına geliyordu.
...önce Cumhurbaşkanı, CHP Değişmez Genel Başkanı olarak partisinin milletvekillerini seçiyor, ardından milletvekilleri de Meclis'te kendilerini atayan Cumhurbaşkanı'nı (yeniden) seçiyorlardı.
Cumhurbaşkanı anayasaya göre yetkileri kısıtlı devlet başkanıydı. Fakat Cumhurbaşkanı aynı zamanda CHP Değişmez Genel Başkanı'ydı da. Yetkilerini Cumhurbaşkanı olarak değil, fakat parti başkanı olarak kullanıyordu.❞
 Cemil Koçak, "Geçmişiniz İtinayla Temizlenir", 2013, s. 99-101-102
"İstendiği kadar “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" densin, "halk egemenliği"nden söz edilsin, “seçimler" den bahsedilsin, Mustafa Kemal döneminde bu kavramlar, diktatörlüğün gerçek yüzünü gizlemek amacıyla kullanılmıştır. 1924 Anayasası ölü doğmuş bir metin olarak kaldı.
Yerini CHF'nin (Cumhuriyet Halk Fırkası) tüzüğü aldı. Mebus tayinleri Mustafa Kemal tarafından bizzat yapılıyordu. Meclise girecek tüm üyelerin bir tek kişi tarafından seçildiği koşullarda, serbest seçimlerden ve hakimiyetin millete ait olduğundan söz etmek mümkün müdür?
Herhalde, "Hakimiyet kayıtsız şartsız Mustafa Kemal’in ve onun yakın çevresinindir."
 Fikret Başkaya/Paradigmanın İflası
 Rıza Nur:
❝Mustafa Kemal, Hilâfet meselesini ve ilgasını Nutkunda Sahife 511'den itibaren izah ediyor. İsmet'e olan telgrafındaki şu cümleler nazarı dikkatimi celbetti: "İstanbul'da milletin boğazından kesilmiş paralarla yapılmış birçok saraylar ve içindeki birçok eşya ilh..." Hey gidi, bunu söyleyen adam!.. Üç-dört yıldır o saraylara yerleşti. Her yerde çiftlikler, binalar elde etti. Ankara'da o koca çiftlik miletin parası ile meydana geldi. Bunun için istida ile Ziraat Vekâletinden bile elli bin lira aldı.
Ziraat Vekâletinin bütün traktörlerini Konya ovasında halk için çalışırken, Vekâlete 20 bin lira nakliye masrafı yaptırarak çiftliğine getirdi. Amele, memur, benzin hep Vekâletten... Bunu bana Konya meb'usu Hoca Musa Kâzım yana yakıla anlattı. Ankara Ziraat Mektebinin talebe ve muallim hey'etini çiftliğine nakletti. Orada amele gibi çalıştırıyor. Bu esnada Konya meb'usları traktörlerin alınmasına söylendiler. Ama ne fayda?.. Ankara'daki çiftliği halkın elinden arazisini alarak yaptı. Çiftliğin uzunluğu önünden geçen şimendiferle yarım saattir. İki yerli hanedandan, Alişanzâdeler bizzat bana anlattılar. Bozok Salih gelip çiftliklerinin Gazi'ye satılmasını söylemiş. Onlar razı olmamışlar. Birgün Salih tapu memuru ile gelmiş. "Çiftliğiniz iki bin lira kıymetinde imiş Parayı alın, takriri verin!" demiş.
Razı olmamışlar. "Sonra mahvolursunuz!" demiş, imzayı basmışlar.❞
 Rıza Nur, "Cumhuriyet Devrinin Perde Arkası", 2010, s. 27-28
.
Bir hafta önce İngilize teslim ettiği Halep'e tek başına geri döndü ve 7'NCİ ORDU KOMUTANI TUĞGENERAL MUSTAFA KEMAL, İNGİLİZ ORDUSU'NA TESLİM OLDU. KILICINI COLONEL W. P. FARR ALDI
Fotoğraflar: Solda Mustafa Kemal İngiliz üniformasıyla. Sağ üstte İngiliz Başkomutan General Allenby, Mustafa Kemal'in teslim olduğu Anzak Generali MacAndrew ve altta kılıcını teslim ettiği Colonel Farr... 2 Kasım 1918. 107 yıl önce bugün. Mustafa Kemal’in Arap milislere esir düştüğünü ve 1.000 altın (21 milyon lira) fidye vererek kurtulduğunu geçen hafta anlatmıştım. Mustafa Kemal, artık sıfırı tüketmişti. Esaretten kurtulmasından bir hafta, Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından 3 gün kadar sonra bu defa İngilizlere kendisi teslim oldu. Nasıl mı?
“Bu arada Halep’te Baron Otel’in süitinde kalan Mustafa Kemal, emrinde 8 bin askeri olmasına rağmen daha fazla kan dökülmesini istemediği için olacak, şehri savaşmadan teslim etti ve Halep’in 40 mil dışında kamp kurdu. Anzak askerlerinin kumandanı General Harry Chauvel, kendisine asker gönderip teslim olmasını istedi. Mustafa Kemal gülerek, “Söyle Chauvel’e kendisi gelsin alsın” dedi. Fakat birkaç gün sonra gelip, (bir başka Anzak generaline) General MacAndrew’a kendisi teslim oldu… İngiliz Başkomutan Allenby, Mustafa Kemal'in ordusuyla savaş alanından kaçarak kendilerine büyük bir zafer hediye ettiğini yani savaşı onun sayesinde kazandıklarını elbette biliyordu. Zaten, Mustafa Kemal'i Aubrey Herbert'in evindeki akşam yemeğinde şahsen tanımıştı. Duruma müdahale etti. Emri üzerine General Macandrew, Mustafa Kemal’i serbest bıraktı ve onu lüks bir arabaya bindirip Adana Tren İstasyonu'na uğurladı…”
Kaynak: Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş. Sayfa 344 / 345 / 346
.
Şair-yazar ve düşünür Sezai Karakoç üstadım; dinimizin, ahlak anlayışımızın, örf, adet ve göreneklerimizin gereği bütün güzellikleriyle uygulanan, dostluğun, muhabbetin, Muhammed sevgisinin en güzel bir şekilde yaşandığı bir Anadolu kasabasında 1933 yılında dünyaya merhaba dedi.
Babası, Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas cephesinde, dedesi Plevne Savaşında bulunmuş, mertlik ve yiğitlikleriyle tanınmış vatansever kişilerdir. Annesi dinine, yuvasına, milli ve manevi değerlerimize saygıda kusur işlemeyen, Anadolu kadının cümle fedakârlıklarını, çalışkanlığını, Allah’a kulluğunu gördüğümüz, evladını inançlarımızın öğütlediği gibi yetiştiren bir ev hanımıydı.
Düşünür, şair ve yazar üstadımız; daha ilkokul öğrenciliği yıllarında Battal Gazi kitaplarını, Muhammediyeleri okuyup
peygamber kıssaları dinleyen, okul ve eğitimle ilgi kuran, ilk şirini lise üçte yazan, Büyük Doğu dergisinde müstear isimle yazdığı Sabır isimli şiiriyle ilk defa okurlara ulaşan (1), liseden sonra “mutsuzluğun şantiyesi” dediği büyük şehirde üniversite tahsiline yönelen, dersleriyle, şiirle, sanat ve edebiyat ile uğraşan, yazdığı şiir, deneme ve araştırmalarla Türk edebiyatına eskimez, pörsümez güzellikler armağan eyleyen, adı binlerce kişi tarafından bilinen, şiirleri, yazıları, eserleri hayranlık derecesinde beğenilerek okunan bir ustadır. Hakiki mânada usta bilinen birçok ustanın üstadıdır.
Düşünür, şair ve yazar kimliği ile birbirinden güzel şiirler, denemeler yazdı, birbirinden kıymetli araştırma çalışmalarını okurlarının ilgi ve alakasına sundu. En önemli konularda en etkili ve bilgilendirici konuşmalarıyla en temiz yüreklerde en samimi bir şekilde sevildi, benimsendi. Sadece ülkemizde değil İslam ülkelerinde de haklı bir şöhrete ulaştı.
İnsanlığın Yaşadığı Buhran, Ahlak Buhranıdır
Tüm hayatını “diriliş nesli”nin yetişmesine adadığını, okurlara ulaştırdığı Diriliş dergisiyle necip milletimize ve ümmete hayati öneme sahip bilgiler sunduğunu bildiğimiz üstadımız, birbirinden değerli tespitlerde bulundu. “İnsanlığın yaşadığı buhran, ahlak buhranıdır. Ahlaktan, manevi değerlerden, cümle faziletlerden uzaklaşan insanlık, dünyayı adeta cehenneme çevirmiş, yılanların, akreplerin, tilkilerin, domuzların görüntüsü halindeki davranışlarıyla yaşadığı coğrafyayı yaşanılmaz eylemiştir.” dedi özetle.
Yaşanılan coğrafyayı yaşanılmaz eyleyen insanların aksine, Sezai Karakoç üstadımız, “Ne doğulu, ne batılıdır. Onların dışında ve üstüde kendi başına var, suigeneris, aklın iki prensibini de yapıları ve şiddetleri ölçüsünde çalıştıran, temelinde özdeşlik prensibi bulundururken çelişmezliği bir yapı prensibi olarak koruyan, mutlakçılık ve rölativizmin altın sulh noktasını yakalamış, geçmişle gelecek arasına soylu çelik köprüyü kumuş bir din ve dünya görüşüdür” (2) dediği İslam ile insanlığı tanıştırmaya çok uğraşmıştır.
Üstada göre, “Doğu sadece anatomi ve Batı sadece fizyoloji iken, İslam canlı bir vücuttur. Diğer bir deyişle doğu natürmort, batı non-figüratif, İslam portredir.” (3)
Bizler sürekli batılılaştırmayı düşünmemiz sebebiyle bir türlü sağlıklı kültür ve medeniyet hamlelerine ulaşamadık.
Hâlbuki bizim görevimiz, kendimizi, kendi kültür ve medeniyetimizi hakkıyla tanımak, Anadolu’yu, Anadolu insanını doğru anlamak, Anadolu insanın iman, gayret ve fedakârlığını doğru değerlendirmekti. Karakoç’un deyimiyle “Anadolu’yu dinleyelim, Bu ses materyalistlerin sandığı ve çizdiği gibi, küfürlü, utanmaz, kaba cırtlak değildir. Bu ses senfonidir.” (4)
Özetle bu senfonide güven, Allah’a bağlılık ve ideal mânada kulluk, merhamet, saygı, sevgi ve zafer sesleri vardır.
Bu senfonide, kılıcın kahramanları, daha çok ruhun, sanat, fikir ve ekonominin, şiirin, ahlakın ve dinin kahramanları vardır.
Bakış Açısı ve Kelimelerin Seçimi Çok Önemlidir
“Sermayeyi, eşyayı, malı, parayı, ünü putlaştıran kişi, özgür değil” diyen ve ruhun kapalı pancurlarını aralamayı önemseyen, “ Alınteri insan huzurunun temel taşıdır.” görüşüne inanan, “Kendini gören kendini aşamaz” (5) sözünü dillendiren şiir ve yazı üstadına göre edebiyatta bakış açısı ve kelimelerin seçimi çok önemlidir.
Üstadın deyimiyle, “İnsanoğlunun dünyadaki yerini, işini ve eserini, tavrını ve tesirini belirleyen belli başlı ruh odaklarından biri de, bakış açısıdır.” Edebiyatçı, yazar önce sağlam bir bakış açısı kazanmalı ve sonra bu bakış açısı doğrultusunda dillendireceği konuları ışıklı, sıcak, temiz ve etkili kelimelerle okurların ilgisine sunmalıdır. “Güzel eserler güzel kelimelerle yazılır. “
Yazarımızın tespitiyle, bu konuda üniversitelerin ve dil öğreticilerinin görevi fevkalade önemlidir.
Üniversiteler, gazeteler, dergiler, radyo ve televizyon yetkilileri özellikle bilmelidirler ki, milletleri kendi varlıklarının bilincine erdiren en etkili kültür planı, edebiyat sayesinde hedefine ulaşır. Edebiyatı uzun süre ihmal eyleyen halklar zamanla
unutulurlar (6)
Cehaletin karanlığından kültür ve medeniyetin aydınlığına
ulaşabilmek için, edebiyatçı her türlü engeli aşmasını bilmeli, zorluklar karşısında ürkmeden, yılmadan okumalı, yazmalı, çalışmalıdır. Hiçbir zaman taklitçiliğe sapmamalı, doğruların takipçisi özelliğini her şartta korumalıdır.
Sezai Karakoç, Ortadoğu Konusuna Bir Hayli Değinmiştir
Sezai Karakoç üstadım, eserlerinde ve yazılarında Ortadoğu konusuna da bir hayli değinmiştir. Ortadoğu coğrafyası “ Bir medeniyet ocağıdır.” (7), kendine özgü bir şekilde kemikleşmiş ve bütünleşmiş bir yapıdadır. “Büyük peygamberlerin yurdudur.” (  , “O, türlü medeniyetleri kendi ruhunda demleyen, dinlendiren sabırlı bir ruha sahiptir.”(9) demiştir.
Ortadoğu İnsanı Şunları İyi Bilmelidir
“İslam devletlerinin, hele Ortadoğu ülkelerinin bir pakt ve blok etrafında toplanması kadar gerekli, realist, kazançlı, ikinci bir dış politika projesi bulmak” (10) zordur.
“Ortadoğuluların Kur’an nefesiyle, peygamberlerin nefesiyle dirilmeleri” (11), “aşırı tutkuların lekeleri, putlaştırma lekeleri ve kötü ahlak nakışlarından” (12) arınıp kurtulmaları gerekir.Kaliteli aydınların çoğaltılması fevkalade önemlidir.
İslam ülkelerinin birbirine ilgi duyması, karşılıklı ziyaretler, haberleşmeler, ticaret, siyasi, ekonomik ve kültürel kuruluşların
artırılması (13), her ülkede İslam için çalışanların eserleri ve görüşlerini öbür ülkelerde tanıtmak (14) şarttır.
Batı Konusundaki Görüşleriyle Binlerce Kişi Bilgilendirmiştir
Tanınmış yazar, şair ve düşünürlerimizin hiç şüphesiz en önemlilerinden birisi de Sezai Karakoç üstadımızdır. Sezai Karakoç üstadım yazdıklarıyla binlerce kişiyi Batı konusunda bilgilendirmiş, okurlarını Batıyı daha doğru bir şekilde tanıma şansına eriştirmiştir. Eğer bugün Batı ile ilgili bir şeyler biliyorsak, bu bilgilenmede Sezai Karakoç üstadın da bir hayli payı vardır.
Üstadın yazdıklarından hareketle söylersek “Batı medeniyeti öncelikle bir tehlike medeniyetidir… Tehlike, her medeniyet için bir korku iken, Batı medeniyeti için bir yaşayış sebebi”dir. (15)
Batı medeniyetinde “hürriyet, eşitlik, sevgi gibi kelimeler”(16), sadece birer fantezidirler
Batılılar, henüz kendilerinden başkasını insan sayma, sayabilme anlayışına ulaşamamışlardır. “Batı, insan derken “Batılı”yı kasteder.” (17)
Batılılar, Kızılderilileri, Doğuluları, Asya ve Afrikalıları, zencileri insan kimliğiyle düşünmek erdeminden yoksundur. (18)
Batı, başka insanlar ve ülkeleri dost ve insan olarak değil, sadece zengin hammadde kaynakları soyulup talan eylenebilir topluluklar gibi görmektedir
Avrupa ne zaman dirilmişse, insanlık o vakit bunalmış, zulme uğramış, türlü türlü haksızlıklarla karşılaşmıştır. ( 19)
Batının Teknikteki Üstünlüğü Bir Örümcek Ağıdır
Batının teknikteki gelişmesini, ahlakı, şahsiyeti yok eyleyen bir silah şeklinde değerlendirdiğini özellikle belirten yazarımız, Batının bir-iki yüzyıllık bu teknik üstünlüklerini Müslümanların üzerlerine ördükleri örümcek ağına benzetmektedir. (20)
Müslümanların ve geri kalmış ülke insanlarının üzerine ördükleri bu örümcek ağı ile insanlar ve toplumlar batılılaştırılmak istenmektedir.
Üstadın bu konudaki tespiti özetle şöyledir:
Batı, batılılaştırmayı düşündüğü toplumlara önce sembollerin unutturuyor. (21)
Bu özelliğini, sadece bizde değil, iki yüz yıldır batılılaştırmaya çalıştığı doğulu ülkelerde de uyguladı, Batı. (22)
Batılılaşmış Aydınlar, Batılılaşmanın Dışında Bir Çözüm Tanımıyorlar
Batının, batılıların dışındaki aydınlara yönelik sinsi ve insafsız çalışmaları neticesinde, batılılar dışındaki toplumlarda, batılılaşma dışında bir çözüm bilmeyen, öğrenmeyen aydınlar kuvvetlendi. Bu aydınlar problemlerden kurtulma noktasında batılılaşmanın dışında bir çözüm tanımıyorlar. Kendi değerlerinden çözüm yollarına ulaşma çabalarını “irtica”, “gericilik” şeklinde isimlendiriyorlar. (23)
Batıda her Gazete Mutlaka Bir Devletin Hedefleri Doğrultusunda Okurlarına Ulaşır
Batılılar, kendi değerlerine karşı düşünüş ve çabaları “irtica” ve “gericilik” şeklinde isimlendirme çalışmalarında gazete, dergi ve diğer cümle kitle iletişim vasıtalarından faydalanmayı çok iyi bilmekte ve özellikle gazeteleri bu hedeflerine ulaşmada ustaca değerlendirmektedirler.
Üstada Göre Batı ve Batılılara Karşı Öncelikli Görevlerimiz
Üstadın özellikle ve öncelikle tembihi, Batının bizlerle ve diğer ülkelerle ilgili sinsi ve planlı çalışma ve gayretlerini görüp en kısa bir zamanda uyanmak, kendimize ve kendi değerlerimize bütün ciddiyetimizle kararlı ve şuurlu bir şekilde yönelmek, Batının hiçbir zaman bizlere dostça davranmayacağını bilmektir.
İkinci iş de, İslam ülkeleriyle birleşmeyi gerçekleştirmektir. Şimdi İslam ülkeleri, ufak ufak lokmalar halindedir, batı kargası için. O ise kendine bir kuşbaşı ziyafeti düşünmekte ve buna göre hazırlanmaktadır. İslam ülkelerinin birliği, samimi dostluğu, gayret ve çabaları, Batı ve batılıları mutlaka en azından bir süreliğine menfi emellerinden caydırır.
Üçüncü iş, uzun vadede hazırlıktır. Hem kültürel hem de manevi sahalarda, hem teknik hem de kuvvet gerektiren sahalarda İslam ülkeleri kimliğimizle kendimi koruyabileceğimiz bir seviyeye ulaşmak ve “Kurtuluş ve ilerlemenin temel şartı birliktir” gerçeğini her zaman aklımızda tutmak ve bu gayeye uygun bir şekilde yılmadan, yorulmadan çalışmaktır. (24), İslam ve İslam medeniyetini layıkıyla bilmek bildiklerimize uygun davranmak ve yaşamaktır.
İslam Medeniyeti, İnsanlık Medeniyetinin En Üstün Hâlidir
Öncelikle İslam, her şeyden önce peygamberleri tanrılaştırmadan tanıtan, peygamberlik özelliklerini ve yaşantılarını mucizeleri ve çileleriyle tam bir gerçeklikle tespit eyleyen, insanlığa en kıymetli bir örnektir.
İslam ve İslam medeniyeti ilgili yazdıkları her daim saygıyla okunan üstadın görüşlerinden anladığımız: “İslam medeniyeti… İnsanlık medeniyetinin en mükemmel ve en üstün halidir.”
(25)
O’na göre bu medeniyet, o güne kadar ki nice görüşleri inceleyip kendi özüyle yoğurmak suretiyle gerçeğin ve tüm insanlığın medeniyeti özelliğini kazanmış ve bu özelliğini bir daha elden bırakmamış (26), İslam aydınlarının gayretli çalışmalarıyla insanlığa birçok faydalı eser, güzellik armağan eylemiştir.
İslam Aydınları Her şeyden Önce Allah’a İnanır…
İslam milletinin şerefli mensubu Müslümanlar ve Müslüman
aydınlar “Her şeyden önce Allah’a inanır, öteki dünyaya inanır, yeniden dirileceğine, hesap gününe inanır… İnandıkları Allah’ın huzurunda secdeye yönelirler, insanlara kulluğu kabul eylemezler, malı, faydayı, parayı tanrılaştırmazlar… Cümle
ibadetlerinin gereğini en samimi bir şekilde uygularlar.
Ahlakları da batılı ahlakından farklıdır. Yerinde konuşmaktan, doğruları mertçe dillendirmekten korkmazlar, korkuları sadece Allah karşısındadır. Sabırlıdırlar, tevekkül eylerler, Hak ve Müslümanlar uğruna fedakârlıkları sonsuzdur. (27)
İslam Bir Aydınlar Dinidir, Bilmek Müslümanın Birinci Ödevidir
“İslam bir aydınlar dinidir. Onun için bilmek Müslümanın birinci ödevidir.” (28)
Üstadımızdan özetleyerek söylersek; bilmekten korkmamak, tembelliğin telkin eyleyeceği cehaletten kurtulmak, Kur’an’ı ve bütün en önemli İslâmî eserleri okumak, karanlıkta kalmış insanların dünyalarını aydınlığa kavuşturmak, En değerli İslam âlimleriyle en değerli eserlerinin sayfalarında buluşup bu eserleri okumak niyetiyle sabahlamak; İslam aydınlarının ihmal eylemekten sakınmaları gereken hususlardır. (29)
Ruhumuzu Kilitleyen Batıdır
Ruhumuzu kilitleyen Batıdır. Batının ruhumuza engel teşkil eyleyen bu kilidinden en kısa bir zamanda kurtulmak, daha başka kilitlerle bizleri engellemeye çalışanlara kararlı ve inançlı bir mukavemet göstermek, ruhumuzun ferahlaması yönünde azimle, gayretle çalışmak, İslam aydınlarının vazgeçilmez görevlerindendir. (20)
Tarihi Yürüten Tek Din İslamdır
Elbette, “İslamiyete “vakit dini” dense yeridir. Öbür dinler tarihi sürüklemişlerdir, tarihi yürütememişlerdir. Tarihi yürüten
tek din İslamdır” (31) gerçeğini de duymalı ve tam hakkıyla benimsemelidirler, İslam aydınları.
Görevlerimiz Fevkalade Önemli ve Lüzumludur
Üstadın önemle duyurmaya çalıştığı, kavramamız için uğraştığı, birçok yazılısında dillendirdiği görevlerimiz vardır ve bu görevlerimiz fevkalade önemli ve lüzumludur.
Bu konuda şiir ve yazının üstadı Sezai Karakoç üstadımdan
özetle şunları söyleyebiliriz:
İçten ve dıştan tepkiler bizleri bunaltsa bile kendi doğrultumuzda ilerlemekten hiçbir zaman vazgeçmemeliyiz. Kutlu
meşaleyi her daim elimizde ve yüksekte tutmayı bilmeliyiz. (32)
Zayıf omuzlarımızdaki Kafdağı heybetindeki emanetin gereğine uygun bir şekilde inançla, ilimle, bilgiyle, kültürle, mesuliyet hisleriyle, sabır ve gayretle donanmalıyız.(33)
Bu dünyayı öteki dünya ile tanıştırmalı (34, ötelerin ötesine
hazırlıklı ve yeterli bir üslup geliştirmeliyiz. Zamanı bereketlendiren, tarihi ve uygarlığı sağlamlaştıran sabır ahlakını ziyadesiyle kuvvetlendirmeliyiz. (35)
Her şey Allah için, her şey Allah’a doğru prensibini bütün samimiyetiyle benimseyip kabul eyleyenlerin (36, kendi ruhunu o yüce ve ebedî ilkelerin ışığında tazelemeye ve diriltmeye niyet eylemiş fedakâr, korku nedir bilmeyen, adanmış insanların her daim kazanacağını bütün insanlara duyurabilmeliyiz. (37)
Sezai Karakoç üstadım, öncelikle hakiki mânada bir düşünür ve yazar kimliğinin sahibidir.
Düşünür ve yazar kimliği ve özelliği ile bugüne kadar binlerce kişi tarafından okunan İslâm’ın Dirilişi (1967), İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü (1967), Dirilişin Çevresinde (1967), Yazılar (1967), İslâm 1967), Kıyamet Aşısı (1968), Mağara ve Işık (1969), Allah’a İnanma ve İnsanlık (1970), Ölümden Sonra Kalkış (1970), Ruhun Dirilişi (1974), Çağ ve İlham I (1974), Yitik Cennet (1976), İnsanlığın Dirilişi (1976),Diriliş Neslinin Âmentüsü (1976), Çağ ve İlham II (1977), Gündönümü 1977), Çağ ve İlham III (1980), Makamda (1980), Diriliş Muştusu 1980), Çağ ve İlham IV (1986), Düşünceler I (1986), Fizik Ötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I (1995), Fizik Ötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi II (1995), Fizik Ötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi III (1995), Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı I (1996), Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II (1996), Unutuş ve Hatırlayış (1996),Varolma Savaşı (1997), Düşünceler II (Kurumlar) vs
gibi birbirinden kaliteli eserler yazmıştır. (38)
İsimleri sıralanan bu eserlerinde insanlığın problemleri ve çözüm yollarını göstermiş, özellikle Batı, Batı karşısında İslam aydınlarının görevleri, Batı medeniyetinin özellikleri, Batılıların özellikleri, batılılaşma olayı, Ortadoğu ve özellikleri, Ortadoğu’nun bugünkü durumu, İslam, İslam medeniyeti, İslam aydınlarının özellikleri, İslam ülkelerinin birliği, diriliş ve diriliş
erlerinin özellikleri, ahlak, ahlak buhranı gibi konuları doğru ve anlaşılır bir şekilde, aydınlık cümlelerle, kendine özgü bir
üslupla yazmış, ismi sıralanan konuları meraklılarının ilgi ve
istifadesine sunmuştur.
Yazar Mehmet Erdoğan’ın “Modern Türk edebiyatının en büyük şairlerinden biridir.” dediği şiir üstadı Sezai Karakoç’un şiirleri, Büyük Doğu, Hisar (1951-54), Mülkiye (1952-53), İstanbul (1963-57), Şiir Sanatı (1955), Hamle (1955), Pazar Postası 81957-58), Türk Yurdu (1959), Hür Söz (1961), Soyut (1965), Hilal (1965) ve Diriliş (1960-92) gibi dergilerde okurlarına ulaştı.
Birbirinden değerli şiir kitapları, Körfez (1959), Şahdamar (1962), Hızırla Kırk Saat (1967), Sesler (1968), Taha’nın Kitabı (1968), Gül Muştusu (1969), Şiirler 1 (Hızırla Kırk Saat) (1974), Şiirler 2 (Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu) (1974), Şiirler 3 (Körfez, Şahdamar, Sesler) (1974), Şiirler 4 (Zamana Adanmış Sözler)
(1975), Şiirler 5 ( Ayinler) 1977), Şiirler 6 (Leylâ İle Mecnun) (1980), Şiirler 7 )Ateş Dansı) (1987), Şiirler 8 (Alın Yazısı Saati) (1989), Şiirler 9 (Monna Rosa) (1998), Gün Doğmadan (Bütün Şiirleri) (2000) yıllardır hayranlıkla okunmaktadır.
Şiir ve yazı üstadı yazarımızın hikâye, eleştiri, tiyatro, röportaj, konferans, inceleme ve araştırma türlerinde de eserleri de bulunmakta ve bu eserleri de okuyucuları tarafından layıkıyla
ilgi görmektedir.
Hülasa Sezai Karakoç üstadım; her daim millî ve manevi değerlerimizden beslenen, okurlarına yürekten ve yüreklice seslenen, sürekli kendini aşma çabasıyla çalışan, yazan, dinine, dününe, “diriliş ülküsü”ne sadık, imanlı, ahlaklı, bilgili, kararlı bir şiir ve yazı üstadıdır. Şiir ve yazılarıyla temiz gönüllere taht kurmuş üstadımdır.
Allah’tan dileğim; daha nice nice yıllar yaşaması, daha nice
nice birbirinden kaliteli eserler yazmasıdır.
Allah sağlık, mutluluk ve başarılarını daim eylesin.
1) Bkz.İhsan Işık, Sezai Karakoç. Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, Cilt: 5, Ankara
2006, s.2013
2) Sezai Karakoç, İslam. 6. Baskı, İstanbul 1989, s.94.
3) Sezai Karakoç, a.g.e. s. 94.
4) Sezai Karakoç, Günlük Yazılar 1 Farklar. 4. Baskı, İstanbul 1986, s. 8
5) Sezai Karakoç, Diriliş Muştusu. 2. Baskı, İstanbul 1985, s.40
6) Ayrıntılı bilgi için bkz, Sezai Karakoç, Günlük Yazılar 4 Gün
Saati, İstanbul 1986,s.9
7) Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde, 4. Baskı, İstanbul 1988,
s.76
 Sezai Karakoç, a.g.e. s.77
9) Sezai Karakoç, Günlük Yazılar 2 Sütun, 4. baskı, İstanbul 1986,
s. 589
10) Sezai Karakoç, a.g.e., s.104
11) Sezai Karakoç, a.g.e., s. 255
12) Sezai Karakoç, a.g.e., s.74
13) Sezai Karakoç, a.g.e., s. 67
14) Sezai Karakoç, a.g.e., s. 67
15) Sezai Karakoç, Diriliş Çevresinde, 4. Baskı, İstanbul 1988 s. 56
16) Sezai Karakoç, Günlük Yazılar 3 Sûr, İstanbul 1986,s.46
17) Sezai Karakoç, Günlük Yazılar 4 Gün Saati, İstanbul 1986, s.137
18) Sezai Karakoç, A.g.e., s.137
19) Sezai Karakoç, Günlük Yazılar 3 Sûr, İstanbul 1986, s. 51
20) Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde, 4. Baskı, İstanbul 1988, s.44
21) Sezai Karakoç, Günlük Yazılar 2 Sütun, İstanbul 1989, s. 41
22) Sezai Karakoç, A.g.e., s.408
23) Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde, 4. Baskı, İstanbul 1988, s.53
24) Sezai Karakoç, Günlük Yazılar 3 Sûr, İstanbul 1986, s. 58
25) Sezai Karakoç, düşünceler 1, İstanbul 1986, s. 17
26) Sezai Karakoç, Günlük Yazılar 4 Gün Saati, İstanbul 1986, s.57
27) Sezai Karakoç, Günlük Yazılar 2 Sütun, İstanbul 1989, s.143
28) Sezai Karakoç, A.g.e., s. 399
29) Sezai Karakoç, A.g.e., s. 399
30) Ayrıntılı bilgi için bkz, Sezai Karakoç, A.g.e., s. 48, 483,484
31) Sezai Karakoç, dirilişin Çevresinde, İstanbul 1988, s.98
32) Sezai Karakoç,Diriliş muştusu, İstanbul 1985, s.8
33) Sezai Karakoç, A.g.e., s. 16
34) Sezai Karakoç, A.g.e., s.78
35) Sezai Karakoç, A.g.e., s.90
36) Sezai Karakoç, Gündönümü, İstanbul 1985, s.8
37) Sezai Karakoç, A.g.e., s.25
38) Bkz.İhsan Işık, Sezai Karakoç. Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, Cilt: 5, Ankara
2006, s. s.2021
39) Bkz.İhsan Işık, Sezai Karakoç. Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, Cilt: 5. Ankara
2006, s.20
YALANLARINIZI SEVSİNLER
...............................................................
(Not:Derdi ve davası olanlar bu arşivlik yazımı okusun lütfen!)
.................................................................
Kemalistlerin Cumhuriyet tarihi için
En büyük yalanlarından birisi de;
Sürekli olarak Atatürk ve silah arkadaşlarının üstün başarılarından bahsederler ama
O silah arkadaşlarının başına neler geldiğini hep gizlerler..
Baştan ifade edeyim ki;
Mustafa Kemal kendisini Kamal Atatürk yapan tüm silah arkadaşlarını savaş sonrasında medeni ölü haline getirmiştir..
Yani Mustafa Kemal'in önünü açan tüm sivil ve askeri kişilere hayatları dar edilmiştir.
Önceden Mustafa Kemal'in önünü açanlardan birisi olmasaydı bugün tarihte Atatürk diye birisi olmayacaktı.
Arşivinize almanızı isteyeceğim bilgileri tek tek yazayım ki;
Atatürk ve silah arkadaşları güzellemesi yapanların yüzlerine çarparsınız...
Bir kere Mustafa Kemal Anadolu'ya gitme diye bir niyeti yoktu.
Hedefi Enver Paşa'nın yolunu takip edip Saray'a damat olmak ve Harbiye Nazırı olmaktı.
Padişah Vahdettin Mondros Antlaşması sonucu ülkenin işgal edilmesinden kurtulması için
Anadolu'dan bir başkaldırının olması için strateji geliştirir.
Önce ülkenin her tarafına kolorduları yerleştirir ve bunları koordine edecek kişinin saptanması için devletin üst kademesine görev verir.
Şimdi bu görevden hareketle bakınız neler yazacağım?
1-Devletin üst kademe bürokratlarının İstanbul-Erenköy toplantısında Anadolu'ya gönderilecek komutanın Nuri Paşa(Killigil) seçilir ama
Toplantıda olması gereken Refet Paşa öncesinde İngiliz Büyükelçisine uğrar ve zar-zor otomobille toplantının çıkışında heyeti yakalar.
"-Kimi seçtiniz cevabına karşılık Nuri Paşa denilince tekrar toplantıya girilir ve liste başına bu sefer MUSTAFA KEMAL yazılır.
Yani Refet Paşa olmasaydı Anadolu'ya Mustafa Kemal değil Nuri Paşa gidecekti ki Bakü Zaferi komutanı idi.
2-İngilizlerin baskısı ile 8 Temmuz 1919 gecesi Mustafa Kemal'in görevden alınıp İstanbul'a getirilmesi ve tüm görevlerinden azledilmişken;
Kazım Karabekir'e verilen emirle"Mustafa Kemal'i tutukla ve İstanbul'a gönder" emrini yerine getirmez ve
Karabekir Mustafa Kemal'e 8-9 Temmuz 1919 gecesi "Kolordumla emrinizdeyim Paşam!" der ve desteğini verir.
Yani Kazım Karabekir isteseydi Mustafa Kemal'i tutuklar ve İstanbul'a gönderirdi ki Mustafa Kemal'in tüm görevleri Karabekir'e verilmişti...
3-Fevzi Çakmak Paşa Mustafa Kemal'in İstanbul'a gelmek istemediği için Erzurum'a gidip tutuklamak isterken Kazım Karabekir Fevzi Çakmak'ın bulunduğu Sivas'a kendisine telgraf çeker ve Mustafa Kemal'in tutuklanması yanlıştır ve o devlet için çalışmaktadır der ve ikna eder ve de Fevzi Çakmak Paşa geri döner..
4-25 Eylül 1919'de İngiliz Generali Sall Flood"Biz Kuvayi Milliye'ye karşı hiçbir tavır almayacağız ve işlerine karışmayacağız.İsterseniz Anadolu'daki askeri güçlerimizi çekebiliriz der ve Eskişehir,Samsun,Ankara ve Merzifon'daki güçlerini İstanbul'a taşırlar..
5-İngilizler 16 Mart 1920'de İstanbul'u resmen işgal ederken 18 Mart 1920'de İstanbul'daki Meclis-i Mebusan'ı basarlar ve Ankara'daki Meclis'in önünü açarlar.
Çünkü Mustafa Kemal 19 Mart 1920'de İstanbul'aki milletvekillerinin ve yeni milletvekillerinin Ankara'ya gelip Meclis'in açılacağını söyler.
Yani İngilizler Meclis-i Mebusan'ı basmasaydılar Ankara'daki Meclis'in açılması hayaldı...
6-Fevzi Çakmak'ın İstanbul'u terkedip Mustafa Kemal'e katılmak istediğini Ali Fuat Paşa Mustafa Kemal'e bildirir ama Mustafa Kemal ise
Fevzi Çakmak'ı geri gönder,der..Ali Fuat Paşa Mustafa Kemal'i ikna eder ve Fevzi Çakmak Ankara'ya gelir ve de Milli Mücadele'ye katılır ve
Sakarya Savaşı'nı kazanarak Mustafa Kemal'in önünü açar..
Sakarya Savaşı'nı Fevzi Çakmak kazanmasaydı Enver Paşa Batum'dan içeri girip sevk ve idareyi ele alacaktı....
7- Ali Fuat Paşa'nın komutanlık yaptığı 20.Kolordu Konya Alaşehir'de iken İstanbul'daki Genelkurmay'a ve hükümete haber vermeden
orduyu Eskişehir'de bulunan İngiliz güçlerine rağmen o yol üzerinden Ankara'ya intikal ettirir ve Sivas'ta sıkışan Mustafa Kemal 27 Aralık 1919'da güvenliğin alındığı Ankara'ya gelir...
8-..Sakarya Savaşı öncesinde alınan üst üste yenilgiler sonrası"bu iş Mustafa Kemal ile olmuyor veliaht 2.Abdülmecid'i Ankara'ya çağırıp başımıza geçsin" diye feryat eden milletvekillerinin dediğini Mustafa Kemal epey bir direnmeden sonra kabul eder ve Yümni Üresin Paşa ile 2.Abdülmecid'e bir davet mektubu yazar ama İngilizler 2.Abdülmecid'in Dolmabahçe Sarayı'nın dışına çıkmaması için tüm önlemleri alır ve 2.Abdülmecid Ankara'ya gidip sevk ve idareyi ele alamaz..
9-Sakarya Savaşı öncesinde başta Rusya,Fransa,İtalya ve İngiltere'nin bedava ve parayla silah ve para yardımlarının yanında Doğu'da Ermenilere hayatı dar eden ve doğu topraklarımızı garanti eden Kazım Karabekir ordunun yarısını Mustafa Kemal'e gönderir.Yunanistan'a 14 Nisan 1921'de yardım etmeyi kesip Yunanlıları Anadolu'da kaz yolunması gibi çırılçıplak bırakan İngilizler olmasaydı Sakarya Savaşı kazanılmayabilinirdi..
10-İstanbul ve Vahdettin işgal kuvvetlerinin elinde olmasına rağmen 1 Kasım 1922'de Saltanat kaldırıldığında zerrece kendilerini korumamışlardır.Ama aynı işgal güçleri Vahdettin'i zor duruma düşürüp Mustafa Kemal'in önünü açmak için zaman geldiMustafa Kemal'in isyanını bitirmek için Vahdeddin'in büyük ordu kurmasına izin vermediler;
zaman geldi Meclis-i Mebusan'ı bastı,zaman geldi Ankara'da Meclis'in açılmasına tarafsız kaldı ve zaman geldi İstanbul'daki silah depolarından Ankara'ya uçak dahil her türlü silahların kaçırılmasına göz yummuştu..
Bütün bunları yazdıktan sonra Milli Mücadele'de başarılar gösteren paşalara neler olduğuna da kısaca değinelim..
İzmir suikastı bahane edilerek Kazım Karabekir,Ali Fuat Paşa,Rauf Orbay ve Refet Bele gibi en önemli komutanlar evlerinen tek tek alınarak Ankara Emniyeti'nde yerlerde yatırılarak İzmir'e mahkemeyi çıkarılıyordu.Bunlar idamla yargılanacaklardı.
Bu yargılanma esnasında Karabekir taraftarı olan askerler hem mahkeme salonunda ayakta ve silahlı olarak beklemekte hem de uçaklarla "eğer Karabekir'e idam verilirse hem mahkemeyi hem de Ankara'yı bombalarız" diye broşürler atıyorlardı.Hakimler korkusuyla beraat kararı verir ama Çeşme'de bulunan Mustafa Kemal hakimleri yanına çağırır ve çok sert tepki gösterdiğinde hakimler pencereden kaçarak oradan uzaklaşırlar..
Milli Mücadele'deki tüm kaliteli paşa ve milletvekilleri devlet tarafından sürekli takip ediliyordu.
Hele hele Kazım Karabekir öylesine zor durumda kalmıştı ki,
Kayınpederinin yardımıyla Erenköy'de harap halindeki bir evi alır ama camlarını takacak parası yoktu.
İlaç alacak parası bile yoktu.
100 kişilik polis güçleri evi basarak 90 çimento torbasını dolduracak evraklar veya belgeler alınır.Bunların hâlâ daha nerede oldukları belli değildir..
Size tavsiyem Kazım Karabekir'in şiiri olan İKİ DAMLA GÖZYAŞI'nı okuyun da biraz hüzünlenin..
Diğer tüm paşaların durumu da aynı koşullarda idi.
Mesela Refet Paşa limon satarak hayatını devam ettirirdi..
Ölen milletvekillerinin maaşları verilmiyordu.
Mesela milletvekili Kara Vasıf suikastten beraat eder ama 1931'de öldüğünde ailesine maaşı ta 1948'de bağlanır.
Yani demem odur ki Mustafa Kemal başta Kazım Karabekir olmak üzere Rauf Orbay gibi önemli kişilere çok ağır hakaretler ederek hem aşağılar hem de yanından ve yönetimden uzaklaştırmıştır..
Bütün bu bilgiler bilinmesine rağmen kemalist olanların Atatürk'e saygı duyup bu paşaları tenkit edeceklerine sürekli olarak Atatürk ve silah arkadaşları der dururlar.
Bu ne paradoks yahu!
Sizin o çok sevdiğiniz Atatürk'e olan saygınız nerelere uçtu?
Siz var ya sizler!
Oportünizmin dibini yaşayan bir kitlesiniz.
Yalan mı?
Sabri çolak
.
YAŞAR GÖREN HOCAM SÖYLE DİYOR.
Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet yok... Hiç olmadı... CUMHURİYETİN KABULÜ DE MUSTAFA KEMAL'İN CUMHURBAŞKANI SEÇİLMESİ DE GEÇERSİZDİR. YOK HÜKMÜNDEDİR. YASADIŞIDIR. MUTLAK BUTLAN VAR. Fotoğraf: Gazeteci Yılmaz Öztuna'nın Türkiye Gazetesi'nde çıkan bilgilendirmesi. 29 Ekim 1923. 102 yıl önce bugün. Televizyonlarda yalanlar fink atıyor. Yalan ama her şey yalan. Söyledileri herşey. Kurdukları tek bir doğru cümle yok. Gazeteler de öyle. Padişahlıktan cumhuriyete geçmek için referandum yapılmalıydı. İttihatçı haydutlar, sanki öğrenci derneğinde tüzük değişikliği yapar gibi, Anayasayı çiğneyip geçtiler. Referandum yapılmadı. Yoklamasız toplanan Büyük Millet Meclisi, gece geç saatlerde önce Anayasa’yı değiştirdi. Anayasa’nın birinci maddesine “Türkiye Devleti’nin şekl-i hükümeti, cumhuriyettir” cümlesi monte edildi. 158 oyla Anayasa mı değişir? Değişikliğin resmi gazetede yayınlanması ve halka ilanı gerekiyordu. Bu da yapılmadı. Sadece 15 dakika sonra bu kez cumhurbaşkanı seçimine geçildi. Mustafa Kemal tek aday olarak seçime katıldı ve salonda bulunan milletvekillerinin oylarıyla üstelik işari oyla Cumhurbaşkanı seçildi. Yani oylar sayılmadı. Resmi açıklamalar oybirliği ile / 158 oyla seçildi, yönündedir. Oysa milletvekili sayısı 333 idi. Ve bırakın Anayasayı değiştirmek / Cumhuriyeti kabul etmek ve cumhurbaşkanı seçmek için gerekli olan üçte iki çoğunluğu, salonda salt çoğunluk bile yoktu. Üçte iki çoğunluk rakamı 217, salt çoğunluk rakamı ise 167 idi. Zaten resmi açıklamalar toplantının 159 kişiyle yapıldığı şeklindedir.
ŞİMDİ AYRINTILARA GEÇELİM
Cumhuriyet ittifakla kabul edildi diyorlar. 158 milletvekili oy kullandı, diyorlar. Kaç kişi oy kullandı, gerçekte bilinmiyor. Ya geride kalanlar? Onlara haber verilmemişti, onlar muhalif olarak görünüyorlardı. Yangından mal kaçırırcasına, bir gece İsmet Paşa ile Mustafa Kemal Paşa'nın başbaşa görüşmüş karar almışlardı. Cumhuriyet'e itirazları olan, Cumhuriyet'e değil ama bu şekline itirazı olan milletvekilleri o gün çağrılmadı. 29 Ekim günü bunların katılması engellendi. Toplantı, bir grup toplantısı, Halk Fırkası toplantısı şeklinde başladı. Toplantı devam ederken sıralar değiştirildi, şimdi Genel Kurul var, dendi. Saat 20:30 civarında. Genel Kurul'da görüşülmeye başlandı, Halk Partisi'nin kendi toplantısı olduğu için diğerleri katılamadı, Kazım Karabekir Trabzon'da, Rauf Orbay İzmir'deydi.
Ve Cumhuriyet, 29 Ekim 1923’te Meclis’te bulunanların işari oylarıyla kabul edildi. [2] Bu karardan 15 dakika sonra ise Cumhurbaşkanı seçimine geçildi ve Mustafa Kemal yine aynı kişilerin oylarıyla Cumhurbaşkanı seçildi. [3] Halbuki Mahmut Goloğlu’na göre Meclis 287 milletvekilinden oluşuyordu. [4] Dursun Gök ise “Ikinci Türkiye Büyük Millet Meclisi Dönemi (1923-1927)” isimli çalışmasında Meclis’e seçilenlerin 287 kişi olduğunu belirledikten sonra istifa ve yeniden seçilmelerle bu sayının 314’e kadar çıktığını açıklamakta (5), ancak hemen ardından II. TBMM mebuslarının mesleki dökümünde Mehmet Turhan’ın “Siyasal Elitler” kitabından yaptığı alıntı ile bu oranı 333 olarak göstermektedir.[6] Peki diğer milletvekilleri neredeydi? Tarihçi Yılmaz Öztuna şöyle diyor:
“… Cumhuriyet rejimine geçildi. Atatürk böyle istedi. Bir referandum falan yapılmadı. Zaten cumhuriyet, milletvekillerinin ancak yarısının gece meclis oturumuna katılıp müzakeresiz oylanıp kabûl edildi. Diğer yarısına o oturuma katılmamaları için haber gönderildikten başka, gelmemeleri için evlerinin önüne polis dikildi. 1923 meclisi milletvekili sayısının, cumhuriyet için oy verenlerin iki misli olduğu rakamların belâgati ile açıktır. Üstelik bu, ikinci Meclis’tir.”[7] Mustafa Kemal'in deyimiyle "Kız gibi meclis" Bütün üyeleri tek tek Mustafa Kemal tarafından seçilmiş meclis. İşte bunların yarısının evlerinin önüne polis dikilmiş…
Önergede dikkati çeken husus, ‘Cumhuriyet’in ilanından’ değil, ‘Türkiye Devleti’nin hükümet şeklinin cumhuriyet olduğunun açıklığa kavuşturulmasından’ (kullanılan terim ‘tavzih’tir) söz edilmesiydi. Tavzih işi, anayasanın 1'inci maddesine “Türkiye Devleti’nin şekl-i hükümeti cumhuriyettir” cümlesinin eklenmesiyle yapılmıştı. Ancak hemen ardına, daha önceki metinde olmayan “Türkiye Devletinin dini, din-i İslamdır, resmi lisanı Türkçedir” şeklinde yeni bir madde getirilmişti. Bunun muhafazakâr kesimlere verilmiş bir sus payı olduğu açıktı. Ayrıca ‘cumhurbaşkanlığı’ konusuyla ilgili iki yeni madde ile bazı maddelerde de değişiklikler yapıldı. Bu değişikliklerin tamamı geçersizdir, yok hükmündedir. Keellem yekun.
Kanun, yoklamasız oylandığından oylamaya kaç kişinin katıldığı, dolayısıyla kaç kişinin oyuyla rejimin ‘cumhuriyet’ olduğu bilinmiyor. Ancak, bundan sonra cumhurbaşkanı seçimine geçilmiş, oturumu yöneten İsmet Bey sonucu şöyle açıklamıştı: “Türkiye Cumhuriyeti için yapılan intihapta reye iştirak eden azanın adedi 158’dir. 158 aza, müttefiken Ankara mebusu Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ni Cumhuriyet Riyaseti’ne intihap etmişlerdir.”
Bu sayı rejimin adını koyan kanunun oylamasına katılanların da sayısı olmalıdır. Ancak İsmet Bey, ‘çekimser’ veya ‘ret’ oyu verenlerden söz etmediğine göre, Mustafa Kemal kendisine oy vermişti. Şevket Süreyya Aydemir Tek Adam (C.III) adlı eserinde “159 kişi oya katılmış ve 158 oyla Gazi Mustafa Kemal oybirliğiyle Türkiye Reisicumhurluğu’na seçilmişti. Çekimser kalan tek oy Mustafa Kemal’in oyu idi” diyerek, bu garabeti gidermeye çalışacaktı. Ama asıl garabet, Cumhuriyet’in ilanı oylamasına, TBMM’nin 320 üyesinden sadece 158 veya 159’unun katılmasıydı. Meclis’in tüm üyelerinin bizzat Mustafa Kemal tarafından seçilmiş olduğu düşünülünce fire büyüktü.
Sabaha karşı 101 pare top atışı
Mustafa Kemal’in teşekkür konuşmasını Afyonkarahisar Mebusu Kamil Efendi’nin okuduğu dua izledi. Ankara halkı, olayı gece atılan silah ve havai fişeklerle öğrendi, ama İstanbul’da kutlamalar, 30 Ekim günü sabaha karşı 3’te Selimiye’den atılan 101 pare top atışıyla yapıldığı için halk büyük korku yaşadı.
31 Ekim günü, Halife Abdülmecid Efendi, Mustafa Kemal’e, dedesinin hükümdarlığını ima eden ‘Abdülmecid bin Abdülaziz Han’ imzalı kuru bir tebrik telgrafı gönderdi. Mustafa Kemal de kendisine aynı kurulukta teşekkür etti. Aynı gün İstanbul’daki Vatan ve Tevhid-i Efkâr gazetelerini ziyaret eden Rauf Bey, Cumhuriyet’in kendilerinin yokluğunda alelacele ilan edilmesinden duyduğu şaşkınlığı belirttikten sonra, olayın İttihatçıların Merkez-i Umumi kararlarına benzediğini ima etti ve hükümetin bu acelenin haklı ve mantıklı gerekçelerini açıklamasını beklediğini ekledi.
13 Ekim’de Sarıkamış’tan ayrılan, Cumhuriyet’in ilanını Trabzon’da iken top atışlarından öğrenen Kazım Karabekir, 10 Kasım’da İstanbul’a vardıktan sonra şu açıklamayı yapacaktı: “Cumhuriyet şeklinin memleketleri yükselten bir şekl-i idare olduğu şüphesizdir. Şahsi saltanatların aleyhdarıyım.” Rauf Bey, Refet Bele ve diğerleri İstanbul’da kalırken, Kazım Karabekir 15 Kasım’da Ankara’ya gelmiş ve Mustafa Kemal’i ziyaret etmek istemişti, ancak hastalık mazeretiyle huzura alınmamıştı. (Mustafa Kemal 1927’de okuduğu Nutuk’ta, bu kararı alırken arkadaşlarına danışma gereği duymadığını çünkü onların da kendisi gibi düşündüklerine emin olduğunu söyleyecekti.) Bu tarihten sonra, ‘cumhuriyet’ tartışmaları, yerini hilafetin kaldırılması tartışmalarına bırakacak, bu tartışmalar aralık ayının sonunda Cumhuriyet’in ilan şeklini ‘düzenbazlık’ olarak niteleyen İstanbul’da bir dizi gazeteci, aydın ve muhalif cemiyetin Ankara’dan gönderilen İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmasıyla tırmanacaktı. Yeni rejimin anayasası ise ancak altı ay sonra hazırlanabilecekti.
Not: Cumhuriyeti 2'nci Meclis "kabul" etmiş ve Mustafa Kemal'i 2'nci Meclis Cumhurbaşkanı "seçmiştir" ..TBMM albümünde bugün 2'nci Meclis'in milletvekili sayısı 320 olarak kayıtlıdır. Yani bir kere daha bu seçim geçersizdir. Yok hükmündedir. Yasadışıdır.
KAYNAKLAR:
[1] Erik Jan Zürcher, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, (Tercüme eden: Gül Çağalı Güven), Bağlam Yayınları, Istanbul 1992, sayfa 50.
[2] TBMM Zabıt Ceridesi, Içtima 28, 29 Ekim 1923, cild 2, sayfa 96.
[3] TBMM Zabıt Ceridesi, Içtima 28, 29 Ekim 1923, cild 2, sayfa 99. (Orjinali 119. sayfa) Ayrıca bakınız; Ahmet Cemil Ertunç, Cumhuriyetin Tarihi, Pınar Yayınları, 6. Baskı, Istanbul 2011, sayfa 72.
[4] Işıl Çakan, Türk Parlamento Tarihinde II. Meclis, Çağdaş Yayınları, Istanbul 1999, sayfa 86-90.
[5] Dursun Gök, Ikinci Türkiye Büyük Millet Meclisi Dönemi (1923-1927), Siyasi, Sosyal, Iktisadi Gelişmeler, Inkılaplar, Olaylar, Tepkiler, Konya 1995, sayfa 12.
[6] Dursun Gök, Ikinci Türkiye Büyük Millet Meclisi Dönemi (1923-1927), Siyasi, Sosyal, Iktisadi Gelişmeler, Inkılaplar, Olaylar, Tepkiler, Konya 1995, sayfa 14.
[7] Yılmaz Öztuna, “Cumhuriyet’e geçiş biraz sancılı oldu”, Türkiye Gazetesi, 14 Mayıs 2011.
. Ayşe Hür
https://tr.wikipedia.org/…/TBMM_2._dönem_milletve
Daha Azını Gör
.
MUSTAFA KEMAL'İN İNGİLİZ AJANI OLDUĞUNUN KESİN DELİLİ
Sakarya Savaşı'nın planlarını savaş başlamadan 3 gün önce İngiliz istihbaratına göndereni bulduk...
AĞUSTOS 1921/ BLACK JUMBO, MUSTAFA KEMAL'Dİ...
İNGİLİZ İSTİHBARATI ŞAKA OLSUN DİYE
BLONDE DEĞİL, BLACK DİYE KODLAMIŞTI
21 Ağustos 1921. 98 yıl önce bugün. Sakarya Savaşı'nın başlamasına 2 gün var. Dün, acayip bir şey olmuş ve Fevzi Paşa'nın hazırladığı savaş planları, Black Jumbo kod tarafından Ankara'dan İstanbul'a, General Harington'a telgrafla gönderilmişti. Harington da elindekini yine telgrafla Londra'ya MI6'ya postalamıştı. Ben de bu sabah sormuştum: BLACK JUMBO, 3 PAŞADAN HANGİSİ? Gerçekten sadece 3 ihtimal vardı. Sakarya Savaşı'nın planları ve komutan emirleri Alagöz'deki ordu karargahındaydı. Fevzi Paşa ve Miralay İsmet'in denetimi ve gözetimi altındaydı. Bu belgeler bir de 5 Ağustos'ta Başkomutan yapılan Mustafa Kemal'in elindeydi. O halde; Bu belgeleri İnliliz istihbaratına ulaştıran, bu üç komutandan hangisiydi?
Mustafa Kemal, 12 Ağustos 1921’de Polatlı’da cepheyi denetlerken attan düştü. Kaburgasını kırdı. Hastaneye kaldırıldı. 2 gün sonra istirahat etsin diye Çankaya’ya evine gönderildi. Otomatik olarak Sakarya Savaşı’nın dışında kaldı. Kendine şöyle bir görev edindi. Fevzi Paşa, telefonla cephedeki gelişmeleri ona anlatıyor o da kürsüye çıkıp Meclis’i bilgilendiriyordu. Yani Sakarya Savaşı’nın ve komutan emirlerinin İngilizlere gönderildiği 20 Ağustos 1921 günü tepe kadronun durumu şuydu. Savaş planlarını hazırlayıp Mustafa Kemal’e gönderen ve onay alan Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa cephedeydi. Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa da cephedeydi ve bu ikisinin, değil telgrafla uğraşacak, başlarını kaşıyacak zamanı bile yoktu. Zaten Alagöz'de telgraf merkezi de yoktu. Zamanı bol olan sadece Mustafa Kemal idi. Üstelik emri altında bir telgraf merkezi de vardı. İstasyon'da direksiyon binasında. Anadolu Ajansı'nın merkezinde. Hatırlayalım… İngiliz General Harington 20 Ağustos 1921 gecesi saat: 23.35’te, İstanbul’dan Londra’ya çektiği telgrafa “20 Ağustos saat 06.30’a dek alınan bilgiler…” diye başlamıştır. Demek ki, Black Jumbo kod, bütün geceyi Ankara’da telgraf başında geçirmiş, 3 gün sonra başlayacak olan Sakarya Savaşı’nın planlarını, komutanların emirlerini sabaha kadar Harington’a geçmişti…
Üstelik, Black Jumbo… Yunan Harbi boyunca Meclis’in gizli oturumlarında konuşulanları bile İngilizlere geçmeye devam edecektir…
KAYNAK
Murat Sertoğlu,
Mareşal Fevzi Çakmak Açıklıyor. Sayfa 57-62.
Yardımcı Doçent Dr. Süleyman Solmaz
Dr. Nazif Öztürk
Ahmet Yüksel.
Ankara Tarihi ve Kültürü Dizisi. İstiklal Savaşı’nda Ankara sayfa 264
.
Çocuğunuz;
– Varsın, bir çivi bile çakamasın…ama,
dersleri iyi olsun.
– Varsın, omuzlarda cenaze taşıyanlara bön bön baksın…ama, matematiği düzgün olsun.
– Varsın, evin çalan telefonuna cevap veremesin…ama, notları yüksek olsun.
– Varsın, eve gelen misafirlerinizle üç kelime konuşamasın…ama, fen lisesine gitmiş olsun.
– Varsın, ağlayan bir çocuk görünce ona gülsün…ama, sınıfın birincisi olsun.
– Varsın,kendisinin fazladan harçlığı olduğu halde; kantinden simit alamayan çocuklarla alay etsin…ama, öğretmenlerinin gözdesi olsun.
– Varsın, başını okşayıp hatırını soran bir yetişkine dönüp; “ Ya siz nasılsınız efendim…” diyemesin…ama, yabancı dili mükemmel olsun.
– Varsın, oyun arkadaşları olmasın…ama, sınavlarda “on” çeksin.
– Varsın;
– Taziye nedir,bilmesin,
– Başın sağ olsun ne demek, anlamasın,
– Geçmiş olsun kime denir,niçin denir, haberi olmasın,
– Uğurlar olsun, ne anlama gelir farkında olmasın,
– Ama… karneleri süper olsun.
– Evet…varsın, tek dostu olmasın…ama, iyi gelir getiren bir mesleği olsun…öyle mi…
Bu çocuğu bu hale nasıl mı getirdiniz:
– Bandı üç ay geriye sararak, çocuğunuzla “nelerden ibaret” olan iletişiminizi dinlemek ister misiniz;
– “Oğlum, çıkar üstünü-başını…doğru derslerinin başına…
– Kızım, öğrenemedin gitti şu işi…hafta içi sokak-mokak yasak…
– Ne gezmesi…sen önce ödevlerini bitir.
– Oyun mu…gelmeyeyim yanına…
– Geçen dönemin berbat karnesini unuttuğumu sanma…
– Birazdan tek tek bakacağım ödevlerine…
– Yavrum, bıktım ama her akşam ders çalış demekten…
– Şu odanın hali ne küçük bey…
– Hayır efendim…siz de ana-baba olunca her akşam bol bol televizyon izlersiniz…
– Haftaya veli toplantısı var biliyorsun değil mi küçük hanım…
– Çocuklar…kesin şamatayı da elime sopa almayayım…
• Çocuğunuzla bilmem ama,bu tarzınızla kimseyle iletişim kuramazsınız.
• Mesela, çocuğunuz hakkında şunları hiç merak ettiniz mi:
– Elinin neye yatkın olduğunu,
– Gönlünün neler arzuladığını,
– Dilinin neye uyumlu olduğunu,
– Gözlerinin zevkini,
– Hangi oyunlardan hoşlandığını,
– Neleri “merak” ettiğini,
– Arkadaşları ile en çok hangi oyunları oynadıklarını,
– Hangi oyunlarda başarılı olduğunu,
– Futbolla ilgisini, basketle arasını, satrançla havasını…hiç merak ettiniz mi acaba.
– Bisiklet sürmeyi öğrenip öğrenmediğini,
– Resim dersiyle ilgisini,
– Müzikle arasını…hiç mi sormadınız…
• Öyleyse çocuğunuzla:
– Ayağı yere basan bir iletişim kuramazsınız.
– Her sözünüze tepkili olması,
– Lafı ağzınıza tıkaması,
– Bazen de sizi terslemesi,
– Hayallerinizin suya düşmesi…hep bundandır…canım kardeşim.
MEVLÜT YAMAN
Ramazan Sucu "Bize ne olduysa, bizden zannettiklerimizden oldu.."
Bu necip milleti Allah'tan, Resul'ünden, tarihinden, ecdadından ve Değerlerinden uzaklaştırıp, çağdaşlaşma adına Şeytan'a ve Batıya yaklaştırarak (asimile edip) perişan ettiler,  perişan olasıcalar..
Bundan dolayıda millet neyin helal neyin haram, kimin dost kimin düşman olduğunu bilmiyor.. hatta bilmiyoruz..
Devler cüce, cüceler dev, hainler kahraman, kahramanlar ise Hain, olarak öğretilmiş.. 
Osmanlı sultanı Abdulaziz'in bileklerini kesip intihar süsü verilerek, Darbe yapan jön Türkler (!) [ittihat Teraki] bizden zannettiklerimiz.
Yine Osmanlı sultanı Abdulhamid'e darbe yapıp, osmanlıyı parçalayanlar..
Milletimizi ve ümmeti perişan edenler
(Enver, Cemal,Hasan ve Talât paşalar (!) bizden zannettiklerimiz..
27 mayıs 1960 darbesini yapıp milli iradenin başbakan Menderesi ve bakanları idam edenler bizden zannettiklerimiz..
Milli iradeye karşı 10 senede bir darbe yapanlar ve 28 şubat darbesi ile Türkiye'nin 291 milyar dolar zarar etmesine neden olanlar, bizden zannettiklerimiz..
Eski Cumhurbaşkanı "Turgut Özalı zehirleyenler, Eşref Bitlis paşamızın uçağına bomba düzeneğini yerleştirenler, siyasilerimizi, brokratlarımızı Aselsan da ki ilim Adamlarımızı da faili neçhul edenlerde bizden zannettiklerimiz..." 
15 Temmuz darbe ve işgal girişimi ile ülkemizin en güzüde koruluşlarımızı bombalayıp, milletimizi yiğid evkatlarını, özel kuvvetlerde ve Özel harekat dairesinde görevli 251 Yiğid subay ve polisimizi katledenlerde, bizden zannettiklerimiz.  
Hariçte ise Suudi Arabistanda Lawrans, Afkanistanda topal hoca(!) lakaplı Şeyh Ahmet bizden Zannetiğimiz..
Irak'ta Keztizani tarikatı ile Irak silâhlı kuvvetlerinin üst kademesine hakim olup ABD'nin işgalinden evvel ordu birliklerini izine çıkarıp, ABD'nin işgalini kolaylaylaştıranlar da bizden zannettiklerimiz..
ABD Emperyalizmine karşı çıkıp israil'in işgalinde olan Kudüs'ün işgalden kurtulması için Cihad ilan eden,
https://youtu.be/k5NYBszQXFM
Suudi Arapistan'ın eski kralı merhum Faysal'ı şehid eden yeğeni Abdulaziz de bizden zannettiklerimiz..
Mısır'ın seçilmiş Cumhurbaşkanı Prof. Ve Hafız olan Muhammed Mursi'ye ABD'nin ve israilin yardımı ile darbe yapan,
https://youtu.be/Im0g1dVR4W4
SİSİ'de, bizden zannettiklerimizden..
Uyandır bu milleti  
Allah'ım!
.y
1948'de,Padişahların kemiklerini taşıyalım,türbeleri kütüphane olsun diye CHP Meclis grubuna bir önerge vermek isteyen Orgeneral Fahreddin Altay...
Fahreddin Altay, Kanuni'den sonraki padişahların kemiklerinin toplanıp,başka bir mezara defnini ve türbelerin de kitaplık olmasını teklif etmişti.
Teklif, o zaman Meclis Başkanı olan Şükrü Saraçoğlu tarafından " Henüz zamanı değil " diyerek geri çevrilmişti.
Fahreddin Altay, Konya'da cami,mescid,türbe, medrese gibi sayısız eseri yok ettirmişti.
Yazar İbrahim Hakkı Konyalı şöyle diyor. "Fahreddin Altay, elinde bastonuyla Alaeddin Tepesi'ne çıkarak gözüne kestirdiği herhangi bir mimari abideyi gösterek :
- Yıkın bunu ! derdi.Kimse de itiraz edemezdi.Bunu sözde şehri imar kastıyla yapıyordu. "
Balkan Savaşları, 1.Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşında savaşmış başarılı bir asker olan Fahreddin Paşa'nın bu icraatları düşündürücü.
Tam anlamıyla o da zamanın, devrin ruhuna uymuş denilebilir.
Selçuklu sultanlarının naaşlarını mezarlarından çıkarıp dışarıya atan fahrettin Altay paşa.bir çok selçuklu sultanı vefatından sonra konyada Alaeddin tepesine,1. Mesut tarafından yapılan kümbete defnedilmiş.8 sultanın sandukasının bulunduğu kümbetin alt katındaki ceset odasında 25 civarında selçuklu sultanı ve yakınının mumyalı cesedi varmış.1925-1932 arası konyada 2. Ordu müfettişi olan Altay paşa selçuklu sultanlarının naaşlarını çıkarıp attırmış.bu konuda araştırma yapan halit erkiletlioglu Altay paşanın kümbethanedeki mumyalı selçuklu sultanlarının naaşlarını çıkarttırıp ortalık yerde beklettigini yıllar sonra olay yerine gittiklerinde bir kemik dağını andıran bir görüntü ile karşılaştığını ve 25 kadar kafatası tespit ettiğini söylüyor.o yıllar tek parti devri ve konya valisi izzettin bey bu arada. Fahrettin Altay paşa 7 senelik ordu müfettişliği zamanında konyada adeta bir tarih katliamına imza atmış.medreseler,türbeler, mezar taşları,kabristanlar gibi bir çok tarihi mekan fahrettin altay paşa tarafından yıktırılmış.zamanın idarecilerinin yıkmaya cesaret edemediği ne varsa konyada Altay paşanın bastonunu işaret etmesi ile yıkılmış.milli mücadelede bulunan fahrettin Altay paşanın tarihe ve selçuklu sultanlarının kabilelerine yaptığı bu zulüm ne sebep olursa olsun ister bilinçli ister bilinçsiz olsun tam bir skandaldır.chp zihniyeti ve o zamanki mantalitenin özeti idi aslında Altay paşanın yaptıkları..
1925 ve 1932 yılları arasında Konya'da 2. Ordu müfettişliği yapan Fahrettin Altay menemen olayların"dan sonra Selçuklu Sultanı Kılıçaslan tarafından yaptırılan Hükümdar Türbesi'ndeki 6 Selçuklu Sultanının naaşlarını çıkarttırıp parçalanması için köpeklere attırdı ve sonra
Konya'da ecdat mirasıyla dolu Alâeddin Tepesi'ne çıkırak ve mağrur bir firavun edasıyla elindeki asasını kaldırarak şöyle haykırdı
"GÖREBİLDİĞİNİZ BÜTÜN OSMANLI ESERLERİNİ YIKIN" ve ne yazık'ki Genelkurmay Başkanlığı tarafından ilk milli tanka Fahrettin Altay'ın ismi verildi. Altay tank ismi ordan gelme.
Fahrettin Altay'ın yıktırdığı mescid ve medreselerin bir kısmı şöyle:
Şerafettin Camii yanında bulunan türbe
Nalıncı Baba Türbesi
Karamanoğlu İbrahim Bey imarethanesi (Kazancı Hoca Medresesi)
Altunbağ Medresesi
Pamukçular Medresesi
Pembe Firuşan Medresesi
Çumralı Hoca Medresesi
Karahüyüklü Medresesi
Kafalı Medresesi
Takva Hoca Medresesi
adigarları yıktı adı tanka verildi
İlk milli tanka Altay isminin verilmesiKonya’da tepki çekti. Konya’da görev yaptığı 1925-1932 yıllarında onlarca ecdatyadigârına zarar veren, medreseleri yıktıran, türbe ve camileri ahır olarakkullanan, sultan kemiklerini köpeklerin önüne atan Fahrettin Altay’ın ismininmilli tanka verilmesi ecdada hakaret olarak algılandı.
Milli savunma alanında en önemli atılımlardanbiri olan tank projesi nihayet gerçekleşti ve ilk portatifi yapılarak,kamuoyuna tanıtıldı. Dünyadaki tanklarda bulunan özellikleri aratmayacaksistemle donatılan tank, Cumhuriyetin ilanından bugüne 89 yıldır milli savunmahasretini de sona erdirdi.
Fakat ilk defa milli bir tankınüretilmesinin yanında dikkat çeken bir konuyu ise tanka verilen isim oldu.Genelkurmay Başkanlığı tarafından ilk milli tanka 5. Süvari Kolordu KomutanıFahrettin Altay’ın ismini verdi. Altay ismi verilmesi ise özellikle Konyalılartarafından tepkiyle karşılandı. Tepkinin nedeni ise Milli Mücadele yıllarındaKonya’da bulunan Fahrettin Paşa’nın ecdat yadigârlarını yıkmasındankaynaklanıyor. Fahrettin Altay, Milli Mücadele’de çok sayıda subay ve askergibi kahramanlıklar yapmış olmasının, İzmir’e ilk giren süvari birliği komutanıolması bir yana Konya’da gerçekleştirdiği anıt vahşeti bugün dahi genç neslinvicdanında rahatsızlık uyandırmaktadır. Bu bakımdan Konyalılara göre böyle birpaşanın isminin milli tanka verilmesini doğru bulmayan vatandaşlar, “Geçmişteonlarca camii ve türbeyi ahır olarak kullanan, medreseleri yıkan, Selçuklueserlerini yok eden birinin isminin verilmesi yanlıştır. ‘Asım’ın nesliyiz,dindar gençlik yetiştireceğiz’ diyen bir iktidara da yakışmamaktadır. Camilerive türbeleri ahır olarak kullanan birinin ismini milli tanka vererek, dindarnesil yetişmez” sözleriyle tepkilerini dile getiriyor.
ASASIYLA DEHŞET SAÇTI
Fahrettin Altay’ın özellikle 1925-1932yıllarında Konya’da yaptığı işlere baktığımızda tepkilerin haklılığı da biranlamda ortaya çıkmaktadır. Özellikle Konya tarihi alanında önemli bir tarihçive araştırmacı olan İbrahim Hakkı Konyalı’nın ölmeden önceki yazılarında (Konyatarihi alanında uzman) Fahrettin Paşa hakkında sert ifadeler kullanmaktadır.Paşa’nın taşıdığı bastonu kastederek, “Camiler, medreseler, minareler birbaston işaretiyle mahvoluyordu. Anadolu’yu Müslüman yapan Selçuklularınpayitahtı Konya’da yıkma ve yok etme cellâdı pervasızca kol geziyordu. AnadoluSelçukluların payitahtı Konya’nın eşsiz tarih yadigarlarının pek çoğu korkunçtahriplere uğramıştır. Bunlar FahrettinPaşa’nın Alâeddin Tepesi’nden verdiği asa işareti ile olmuştur” bilgisini verenKonyalı, Paşa’ya bu yıkımları kimsenin mani olamayacağını belirtmiştir.
MEZAR TAŞLARINDAN TREN YOLU YAPILDI
Fahrettin Paşa zamanında sadece medreseler,türbeler, camiler değil, yazıları, nakışları, süsleri, taçları, serpuşları veşekilleri bakımından eşsiz mezar taşları ve kabristanlar da yok edilmiştir.İbrahim Hakkı Konyalı’nın aktardığına göre bu mezar taşları demiryolu yapımındakullanılmıştır. “Yıkım nedeniyleSelçukluların, Karamanoğullarının ve Osmanlıların çok kıymetli mezartaşlarından hemen hemen hiçbiri kalmamıştır. Saaddin-i Konevi ve GariplerMezarlığı’nın bütün mezar taşları Paşanın emriyle kütür kütür kırılmış yolyapımında ve başka yapılarda kullanılmıştır. Kıymetli Selçuk mezar taşlarınınsayısı birkaç düzineyi geçmez. Bunların bir kısmı müzelerde yer almıştır”ifadelerini kullanan Konyalı en önemli yıkımın ise Alâeddin Camii’ndeki sultanmezarlarında yaşandığına dikkat çekmektedir.
SULTAN MEZARLARI TAHRİP EDİLDİ
Halk arasında da ve araştırmacıların dakabul ettiği bilgiye göre ise Kılıçarslan’ın yaptırdığı Selçuk HükümdarlarıTürbesi’ndeki 6 Selçuk Padişahının cenazeleri Paşa’nın emriyle kaldırtılarakşimdiki Dedebahçesi’nin arkasındaki Taçveziri Türbesi’nin önüne atılmıştır.Kemikleri köpeklerin parçalaması üzerine çöpçüler tarafından toplanan kemiklerbilinmeyen bir yere atılmıştır. Böylece Anadolu’yu Türkleştiren, Müslüman yapan6 Selçuk Hükümdarı’nın kemikleri böylece yok olup gitmiştir.
İNCE MİNARE TAHRİP EDİLDİ
Bugün dahi dünyada önemli bir yapı olarakgörülen İnce Minare Müzesi’nin batı kısmı da sır evinin önünü kapatarakAlaeddin’i göremediği gerekçesiyle Fahrettin Paşa’nın emri ile yıkılmıştır. Buolayı acı gerçeklerle anlatan İbrahim Hakkı Konyalı, o gün bu durumugazetelerde yazdıklarını ve gelen tepkiler üzerine yıkımın durduruludğunu ancakbazı medrese hücrelerinin ise talan edilmekten kurtulamadığını dile getirmektedir.
ECDAD ESERLERİ PAŞA'YA YIKTIRILDI
Araştırmacılar da o yıllarda Fahrettin AltayPaşa'nın ve başta Vali İzzet Bey olmak üzere yerel yöneticilerin teşviki ileçok sayıda ecdad yadigarının bilinçsiz bir şekilde yıkıldığına işaretetmektedir. Ancak, Paşa'nın bu yıkımı gerçekleştirirken siyasi bir düşüncesininolmadığını yerel yöneticilerinin yıkmaya cesaret edemediği eserleri imar adıaltında Paşa'ya yıktırdığına dikkat çekilmektedir.

Doktora tezinde Konya medreseleri konusunaçalışan Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Doç. Dr. Caner Arabacı,Fahretttin Altay Paşa'nın Konya'dabulunduğu yıllarda Vali İzzet Bey’le birlikte tarihi eserleri yıktığınıbelirtmektedir. Altay'ın bu işleri yaparken siyasi bir düşünce içindeolmadığını dile getiren Caner Arabacı, dönemin Konya yöneticilerinin bueserleri yıkmaya cesaret edemedikleri için Paşa'nın askeri kişiliğindenyararlandıklarını aktardı. Arabacı, “Paşa İzmir'e giren ilk komutan olmasınedeniyle halk arasında seviliyordu. Yaptığı işler doğru kabul ediliyordu.Böyle olduğu için de çok sayıda Selçuklu ve Osmanlı eseri Paşa'ya tahripettirilmiştir” dedi.
ALAEDDİN ÇEVRESİ TAHRİP EDİLDİ
Alaeddin çevresinde çok sayıda medreseyiyıktırdığını dile getiren Arabacı, şunları kaydetti: “Bunun yanında evindenalaaddin görülmediği için dünya şimdiki İnce Minare Müzesi'nin batı tarafınıyıktırmıştır. Alaeddin İş Bankası'nınyanında bulunan Nizamiye (Nalıncı) Medresesini yıktırmıştır. Bugün MeramAnadolu Lisesi ve Muhacir Alanı'nın etrafındaki mezarlık tahrip edilmiş vemezar taşları yol yapımında kullanılmıştır. Bu tahrip sonucunda bugün çoksayıda Selçuklu büyüyüğünün mezarı bilinmediği gibi Atatürk Anıtı dahil çok sayıda esere imza atan Konya'nın değeriMimar Muzaffer'in de kabrinin nerede olduğu belli değildir. Mezar yıkımıbunlarla da kalmamıştır. Alaaddin'deki sultan mezarları da tahrih edilmiş vekemikler bugün kültürpark alanı olarak kullanılan Dedebahçesi’ne atılmıştır.Köpeklerin kemiklere hücum etmesi sonucu kemikler çöpçüler tarafındantoplanarak bilinmeyen bir yere atılmıştır” dedi.
BATILILAŞMANIN ACI YIKIMI
O yıllarda 200'e yakın eserin zarargördüğünü aktaran Arabacı, batılılaşma düşüncesi, modernlik adı altında ecdadeserlerine karşı bilinçili veya bilinçsiz şekilde zarar verildiğini 1927'deyasa çıkartılarak Aziziye Camii'nin üç girişinde yer alan Sultan Abdülaziz'intuğraları muçlarla kazındığını sözlerine ekledi.
GÜCÜNÜ AŞIRI KULLANMIŞTIR
KTO Karatay Üniversitesi, Güzel Sanatlar veTasarım Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd.Doç. Dr. Osman Nuri Dülgerler ise dönem içindeki yıkılan eserlerin gönderilenkararnamelerin yanlış anlaşılmasındanve Fahrettin Paşa'nın verilen görevinhandikapına kapılmasından dolayı gerçekleştiğini ifade etti. Dönemin İstanbulMüze Müdürü Halil Ethem Bey'in tarihi yapılar üzerindeki kitabelerin onarımısırasında kitabelerin üzerini mala ve harçla tamir edilmesi, sıvanması üzerineDönemin Milli Eğitim Bakanı'nın tarihi eserlerin korunmasıyla ilgili gönderdiğikararnamede belirtilen “temizleyin” ibaresinin yanlış anlaşılması üzerine çokasyıda tarihi yapı ve mezarın üzerindeki yazıların kazandığını veya harçlakapatıldığını dile getiren Dülgerler, bazı şoven insanların da bu duruma aletolduğuna dikkat çekti. Diğer yandan gücünden ve milli kahramanlığındanyararlanmak isteyen yerel yöneticilerin de Fahrettin Paşa'yı imar adı altındabu yıkıma alet ettiğini aktaran Dülgerler, şunları kaydetti: “1926'daKayalıpark çalışmaları sırasında çok sayıda medrese tahrip edilmiştir. UlviSultan Mescidi ve Türbesi yıktırılmıştır. Bunun yanında Fahrettin Paşa, gücü ve görevininhandikapına kapılarak kişisel yıkım da gerçekleştirmiştir. 1930 yılında MustafaKemal Paşa Konya'ya gelmese ve İnce Minare Müzesi'nin önünden geçmese bugünİnce Minare diye bir yapı kalmayacaktı. Çünkü Altay Paşa evinden Alaeddin'igöremediği için Mesdrese’yi yıktırmaya başlamıştır. Mustafa Kemal Paşa hemenAnkara'ya telgraf çekerek eski eserlerin korunması kararını aldırmıştır.Telgraf üzerine de Konya'daki bir çok yapı yıkılmaktan kurtarılmıştır.Fahrettin Paşa, tüm bunları imar gerçeksiyle yapmıştır. Fakat yaparken demedreseler, mezarlıklar, çeşmeler tahrip edilmiştir.”
DEVAM EDEN YIKIMLAR SONRASINDA DA SÜRDÜ
“Kim iktadara gelmişse, gücü eline almışsabenzer çalışmalara imza atmıştır” diyen Dülgerler, “Medreseler sadece Fahrettinpaşa'nın zamanın da değil, Eski Konya Valisi Avlonyalı Ferit Paşa dönemin debugün İl Genel Meclisi olarak kulanılan Eski Sanayi Mektebi’nin yerinde bulunanSüleymaniye Bedesteni yıkılmıştır. Sadece Muhacir Pazarı, Meram Ticaret Lisesi,Meram Anadolu Lisesi'nin bulunduğu alandaki mezarlıkların kaldırılıp binayapılması Fahrettin Paşa zamanında değil, 1970’li yıllara kadar sürmüştür. TakiEski Konya Belediye Başkanı Yılmaz Kulluk'un mezarlıkları vakıflara devredenekadar. Evet, Fahrettin Paşa döneminde de 20-23 tane tarihi yapı tahripedilmiştir ancak bu tahrip uzun yıllar devam etmiştir. Burada Fahrettin AltayPaşa, kendisine verilen görevi kişisel olarak da kullanmış ve yıkılmayacakeserleri yıkmıştır” ifadelerini kullandı.
DRAMATİK BİR DURUM YAŞANDI
Araştırmacı-Yazar Ali Işık da FahrettinAltay Paşa'nın görev sırasında Konya'da başta İnce Minare Müzesi olmak üzerebirçok Selçuklu ve Osmanlı yadigarına zarar verdiğe dikkat çekti. Sultankemiklerini köpeklerin önüne attırdığını doğrulayan Ali Işık, “Bu halk arasındada bilinen bir gerçektir. Kemikler Dedebahçesi'ne atılmış daha sonra iseçöpçüler tarafından toplanarak bilinmeyen bir yere gömülmüştür.
Ayrıca SultanAbdülaziz’in Alaaddin Camii’ne yaptırdığı bir sanat şahaseri olan Çalar Saatdinamitlerle yıktırılmıştır. Alaeddin'deki Eflatun Mescidi yıktırılmıştır.Alaeddin çevresindeki onlarca medrese ve imarethane tahrip edilmiştir. Buaçıdan o yıllar Konya için dramatik bir dönemi kapsamaktadır. Çünkü o tahripsonucunda bugün çok az bir Selçuklu yadigarı günümüze gelmiştir. Selçuklu'nunbaşkentinde bu durum hakikaten dramatik bir durum oluşturmuştur” ifadelerinikullandı.
FAHRETTİN PAŞA’NIN YIKTIRDIĞI BAZI TÜRBE,MESCİD VE MEDRESELER
Şerafettin Camii yanında bulunan türbe
Nalıncı Baba Türbesi
Karamanoğlu İbrahim Bey İmarethanesi(Kazancı Hoca Medresesi)
Altunbağ Medresesi
Pamukçular Medresesi
Pembe Firuşan Medresesi
Çumralı Hoca Medresesi
Karahüyüklü Medresesi
Kafalı Medresesi
Takva Hoca Medresesi
Kara Hafız Medresesi
Şerafeddin ve Bekir Sami Paşa Medreseleri
Ulvi Sultan mescidi ve türbesi
HASAN AYHAN
Hatice Oturak
Delilleriyle Atatürk’ün
İslam Dini hakkındaki sözleri:
Tarihe baktığımız zaman iki farklı Atatürk görüyoruz. Bunlar Cumhuriyet’ten öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılıyor.
Öncesinde bir Şeyhü’l İslam edasıyla İslamı müdafaa eden Atatürk görmenize karşılık sonrasında İslamın ve dinin karşısına dikilmiş bir insan görüyorsunuz. Yazımızın değişmesi, giyim kuşamımızın batılılaştırılması, şapka kanunu, medreselerin kapatılması ve daha bir çok uygulama da bunun bir göstergesi oluyor.
Atatürk Cumhuriyeti kurduktan sonra gerçek düşüncelerini saklamıyor ve her platformda açıklıyordu. İşte o sözlerden bazıları:
Kuran: “Gökten indiği sanılan kitapların doğmaları”
…Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. M. Kemal (Kaynak: Söylev ve demeçler, cilt 1, s 389. (1 Kasım 1938′deki son meclis konuşması)
“Suçlu Allah’ın dinidir.”
Kralların ve padişahların istibdadına (baskılı yönetim), dinler mesnet olmuştur. M. Kemal (Kaynak: Atatürkün El Yazmaları, Medeni Bilgiler, s 30.)
“Kuran’ın yasalarını Muhammed yazmıştır.”
Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’an denir. (Kaynak: Atatürkün emriyle liselerde okutulan tarih kitabı (1938), 2. cilt)
“Din, körü körüne bağlanmaktır.”
Gerçekte dinleri konusunda halkın hiçbir fikri yoktur, din dediği şey, bilinmeyen inanç dizgelerine ve gizle karışık emellere kör bağlılıktan başka birşey değildir. M. Kemal (Kaynak: Atatürkün El Yazmaları, Medeni Bilgiler, Afet İnan)
“Tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar (!)”
Tarih bize öğretir ki, bütün dinler, milletlerin cehaletlerinin yardımıyla utanmaksızın Tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından tesis olunmuştur. M. Kemal (Kaynak: Atatürkün El Yazmaları, Medeni Bilgiler, Afet İnan)
“İnsanları Allah değil “tabiat” üretti”
Natür (Tabiat) insanları üretti, onları kendisine taptırdı da… M. Kemal (Kaynak: Atatürkten Düşünceler, Derleyen: Prof. Enver Ziya)
Çünkü malumdur ki, insan tabiatın mahlukudur. M. Kemal (Kaynak: Atatürkün El Yazmaları, Medeni Bilgiler, Afet İnan)
“Duanın faydası yoktur.” M. Kemal
Ali Kılıç (İstiklal mahkemeleri savcısı, merhamet nedir bilmez)anlatıyor: “Meclise geldik. Bir de müezzin geldi. Müezzin ezan okudu. Meclis kapısından içeri girdiğimiz zaman atatürkün önüne sırmalı elbiseler giyinmiş bir imam dikildi. Atatürk ne istediğini sordu. İmam ellerini kaldırarak: “Dua etmeden girilmez!” dedi. Atatürk, “Bu yurt askerin süngüsü ile kurtarıldı ve bu meclis onun gayretiyle kuruldu. Yoksa senin duanla değil! Çekil oradan!” dedi ve imamı eliyle iterek meclise girdi.” (Kaynak: Kemal Arıburnu, Atatürkten Anekdotlar-Anılar)
Aynı M.Kemal yanına hocaları alıp dualarla meclisi açmıştı. Ama artık emeline ulaşmıştı. İktidarı ele almış ve içindekileri alenen dışa vurmaya başlamıştı.
“Arapların dini Türkleri mahvetti”
Türkler, Arapların dinini kabul etmeden evvel büyük bir milletti. Arap dinini kabul ettikten sonra Türk milletinin milli rabıtaları gevşedi; milli hisleri ve heyecanı uyuştu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde, bir arap milleti siyasetine müncer oluyordu. M. Kemal (Kaynak: Medeni bilgiler ve Atatürkün El Yazmaları, Afet İnan, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1969, s 364-365)
Hocaları toptan kaldırmadıkça hiçbir iş yapamayız. Bugünkü kudret ve prestijimizle bugün bu inkilabı yapmazsak, başka hiçbir zaman yapamayız.
M. Kemal (Kaynak: Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası; Emre Yayınları, Aralık 1991, s 165.)
İnsanlar ilk devirlerinde pek acizdi. Kendilerini koruyamıyorlar, hiçbir hadisenin de sebebini bilmiyorlardı. Kendilerini koruyacak bir kuvvet aradılar. Nihayet insanlık vicdanında bir kuvvet yarattı. O da işte Allah’tır. Herşeyi ondan beklediler, ondan istediler. Hastalıktan, felaketten korunmayı hep Allah’larından istediler. Fakat modern çağlarda insan herşeyi Allah’tan beklemedi. Ancak toplumdan bekledi. Her şeyin koruyucusu insan cemiyetidir. Bizi koruyan, refah içinde yaşatan toplumdur.
M. Kemal (Kaynak: Enver Behnan Şapolyo, Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, 1932, s 305.)
Masum ve cahil insanları, yüzlerce Allah’a taptırmak veya Allah’ları muayyen gruplarda toplamak ve en nihayet bir Allah kabul ettirmek, siyasetin doğurduğu neticelerdir. M. Kemal (Kaynak: Türk Tarihinin Ana Hatları, 1930, Devlet Matbaası, s 220-221 )
İnsanlar, kurtçuklar gibi sulardan çıktılar en önce… İlk ceddimiz balıktır. İşler daha daha ilerledikçe o insanlar, primat zümresinden türediler. “Biz maymunlarız”; düşüncelerimiz insandır. M. Kemal (Kaynak: Ruşen Eşraf Ünaydın, Atatürk Tarih ve Dil Kurumları, s 53.)
Muhammed, iptida Allah’ın resuluyüm diyerek ortaya çıkmamıştır, bunu düşünmemiştir. Bu düşünce, senelerce mücadele ettikten ve fikirlerini neşreyledikten sonra kendisinde hasıl olmuştur. M. Kemal (Kaynak: Nokta Dergisi, 17 Kasım 1985)
Muhammed’in peygamberliğinin başlangıcına dair birçok eski rivayetler vardır. Bunlar artık efsanelere karışmıştır. Hakikatte peygamberin ilk söylediği Kuran ayetinin ne olduğu malum ve belki de mazbut değildir. Kuran sureleri Muhammed’e açık semada peyda olmuş bir şimşek gibi günün birinde, birdenbire bir taraftan inmiş değillerdi. Muhammed’in söylediği sureler uzun bir devirde dini düşüncelerinin ürünü olmuştur. Muhammed, bu surelere birçok çalıştıktan ve incelemeler yaptıktan sonra edebi şeklini vermiştir. M. Kemal (Kaynak: Afet İnan, Atatürkün El Yazmaları, 2000′e Doğru Dergisi, 8. Sayı, s 15-16.)
“Beyni sulanmış hafızlar”
Türk milleti, bir kelimesinin manasını bilmediği halde, Kuran’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler. M. Kemal (Kaynak: Medeni Bilgiler, Afet İnan, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1969, s 364-365.)
Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkumdurlar. Onun için önce din ve namus telakkisini kaldırmalıyız.(Kaynak:İstanbul, Tekin Yayınevi, 1990, s 83-84.)
Benim bir dinim yok ve bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum. Hükümetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar zayıf yöneticilerdir, adeta halkı bir kapana kıstırırlar. M. Kemal (Kaynak: Andrew Mango, Atatürk, s 447.
.
İslam’ı seçmekle çağı seçtim
8 Nisan 1983 günü Karyünes Üniversitesinin konferans salonunda bir büyük ilim adamı, bir büyük yazar Roger Garaudy diyor ki:
Evet, bugün ben Müslümanım. Niçin İslam’ı seçtiniz, diyorsunuz, İslam’ı seçmekle çağı seçtim.
70 yaşındaki Roger Garaudy ki, yıllarca Fransa’da komünist sistemin ateşli savunucusu olmuştu. Üniversiteden siyaset kürsülerine kadar Fransızlara ve Batı dünyasına hep Marksizm’i anlatmış, insanların kurtuluşunu yalnız bu sistemde bulmuştu. Çağımızda Fransız komünistlerinin en büyük "Düşünce mimarı" durumunda idi. Nerede komünistlerin düzenlediği bir miting, konferans ve seminer var, orada Garaudy vardı. Katolik ve Hristiyanlığa karşı, düşüncesiyle, kalemiyle hitabetiyle büyük bir mücadele veriyordu.
Fakat, şimdi o bilim adamı hakikatı anladı. Şöyle diyordu:
(İslam, çağları arkasında sürükleyen bir dindir. Diğer dinler ise, çağların arkasında sürüklendi. Yani, İslam dışındaki bütün dinler zamana uyduruldu. Reforma tâbi tutuldu. Mukaddes kitaplar zamana göre tahrif edildi. Kur'an-ı kerim ise, indirildiği günden beri hep zamana hükmetti. O, zamanı değil, zaman onu izledi. Zaman yaşlandıkça o gençleşti. Bu, çağlar üstü bir olaydır. Bugüne kadar, bunca savaşların bıraktığı korkunç, sosyal, siyasi ve ekonomik sarsıntılardan daha büyük bir olaydır. İslam, materyalizme de, pozitivistlerin görüşüne de, egzistansiyalistlere de hakimdir. Fakat bunlardan hiç biri, İslam’a hakim değildir.
Büyük Peygamberimiz, (Yarın ölecekmiş gibi ahirete, hiç ölmeyecekmiş gibi, dünyaya çalışın) derken, her şeyi anlatmıştır. İslam hem maddeye, hem de manaya hükmetmiştir. Öyle ise, bunların ikisi birbirinden koparılamaz. Nasıl koparılabilir ki, İslam, (İlim Çin’de de olsa gidip bulunuz. İlim ve Fen müminin kaybolmuş malıdır, ara ve bul) diyor. İlmin ve çalışmanın burada sınırı yoktur. İslam, dünyayı saran bu iki olaya sınır koymadığına göre, dünyayı sarsmıştır.
İnsanı, mahlukların efdalı ve en şereflisi olarak bildirirken, onun sömürülemeyeceğini anlatmıştır. İsrafı, gösterişi ve lüksü yasaklayan, kazancı alın terindeki damlacıklarda arayan, biriken sermayeyi fakire ölçülü ve ahlak hükümleri içinde aktaran, faizi, tembelliğe sebep olduğu için yasaklayan ve gayrimeşru serveti böylece imha eden bir sistemler manzumesidir.
İslam, halife ile kölenin aynı hakka sahip olmasını mecbur kılmıştır. Deve olayı vardır ki, bu kralların kılıçlarından daha keskin bir olaydır. Hazret-i Ömer ile kölesi bir şehirden bir şehire giderken deveye sıra ile binerler. Zaman zaman, devenin yularını halife çeker, zaman zaman da köle... İşte adalet ve hukukta İslam’ın devrimidir bu. Marksizm ile kapitalizmin ikisi de, insanı sömüren sistemlerdir. İslam bunlara karşı, insana prestijini iade eden bir semavi dindir.)
Sayın ERDOĞAN BİR AMERİKAN PROJESİ MİDİR?
...........................................................................................................
Bu kemalistlerin tepe savunucularında
Zerrece akıl yok ya Hu!
Önümde bir video var ve aşağıda paylaştım.
Ünlü kemalist Erol Mütercimler
Mal bulmuş mağribi gibi pür dikkat bir şeyler geveliyor.
Nedir o?
"Erdoğan bir Amerika projesidir.
Zamanında Abdullah Karslı'nın evinde
Amerika ile yola devam edileceği konuşuluyordu.
Amerika bir proje sonucunda Erbakan'a bir teklif yapar kabul etmez ama
Bu projeyi Erdoğan kabul eder..
Burada temel kriter:İsrail ve Batı'nın çıkarları korunacak ama
siyasal islamın da önü açılacak"diyor..
Allah Allah !
Ey Kemalistler!
Kendinizi çok mu akıllı hissediyorsunuz?
Bak şimdi sizin saçmalıklarınıza karşı neler yazacağım?
Siz 1923 sonrasında halka rağmen Batılı olabilmek için
Elinizden gelen her şeyi yapmadınız mı?
Yapılan tüm devrimler;
Batı kapitalizminin yaşamasına oksijen taşımak değil miydi?
Sadece fötr ithaline ve matbaa alanında ödenen ekonomik bedeli isterseniz bir masaya yatırınız?.
1923 sonrasında bu ülkenin yönetimi islam coğrafyasından ayrılıp
Daha doğrusu bu ülkenin rotası Mekke,Medine,İstanbul,Buhara'dan çıkarılıp
Washington,Roma,Paris ve özellikle Londra'ya çevrilmedi mi?
Bu ülkenin tüm askeri ihtilallerinin arkasında Amerika ve diğer devletler yok muydu?
Bu ülkenin Genelkurmayı'nda NATO şemsiyesi altında CIA masası yok muydu?
Bu ülkenin cumhurbaşkanlarını,Başbakanlarını,MİT Müsteşarını,
Genelkurmay Başkanını, Kuvvet Komutanlarını ve tüm önemli bürokratları Amerika,İngiltere ve İsrail atamıyor muydu?
Bir zamanlar MİT'in başına olan General Fuat Doğu"Ben CIA'nin emirlerini yerine getiren bir bürokrattım" dememiş miydi?
Masonların hemen hemen her alanda devlettte görev yapanları zoraki kendine üye yapmıyor muydu?
Türkiye'yi yönetenler başta NATO ve IMF ile katolik nikah kurmamışlar mıydı?
Bir zamanlar Refah Partisi yükselirken bunu gören
SHP'nin Genel Başkanı Aydın Güven Gürkan'ın
"İslam alemi Refah Partisi'ne yardım ederken
Batılı dostlarımız bize niye yardım etmiyorlar?" dediğini bilmiyor muyuz?
Sayın Erdoğan'ı emperyalistlerin bir projesidir dediğinizde
Yine emperyalistlerin piyonu olarak müslümanlara neler yaptığınıza ve
Sayın Erdoğan'ın içinde olduğu müslümanlara nefes aldırmadığınıza bir bakalım mı?
Milli Nizam Partisi'ni kapatmadınız mı?
Milli Selamet Partisi'ni kapatmadınız mı?
Amerikan Dışişleri Bakanlığı binasında,
TÜSİAD'ın Atina toplantısında ve Fransız masonların aldığı kararlar sonucuna
Refah Partisi'ni kapatmadınız mı?
Zevk için Fazilet Partisi'ni kapatmadınız mı?
Sayın Erdoğan'ın yasal bir şiiri okuduğu için Belediye Başkanlığından alıp
312.madde sonucunda hem siyasi hayatını bitirdiniz
Hem de hapse atmadınız mı?
Son olarak da 2008'e AK Parti'ye kapatma davası açmadınız mı?
Ulan utanmazlar!
Hem hayat hakkı tanımıyorsunuz;
Hem de sizlerin emperyalizme ömrünüz boyunca verdiğiniz tavizlerin çok azını
Mecburiyetten dolayı veren Sayın Erdoğan'a nasıl proje adamı dersiniz?
Utanmaz ve saygısız olarak emperyalistlerin köleleri olan kemalistler!
Siz değil miydiniz?
Bülent Ecevit"hükümet kim olursa olsun iktidar hep CHP'dir"
Türkan Saylan,Yekta Güngör Özden ve Fatih Hilmioğlu"Bu ülkede söz hakkı hep bizimdir..Müslümanlar % 99 oy alsa bile onlara ülkeyi yönetme hakkını vermeyiz" derken
Mehmet Moğaltay"Adliyeye 5.000 alevi ve Atatürkçüleri atadık.Ne yani MHP'lileri alacaktık?" demelerinizi bile biliyoruz..
Şimdi de sonuca bir bakalım.
Sayın Eroğan 2002'de iktiara geldiğinde;
Anaya Mahkemesi'nde,TSK'da,MİT'te,ana akım medyada,emniyette,üniversitelerde,
barolarda,valilerde ve tüm müdürlüklerde bir tane adamı yok iken;
Türkiye'deki siyasi yapıyı organize eden emperyalist güçlere taviz verilmeden
312.maddeden nasıl sıyrılacaktı?
Ülkeyi ve insanları kimlerle yönetecekti?
Bülent Ecevit 1998'de Refah Partisi kapatıldığında:
"Bunların partisini kapatmakla yetinemeyiz.
BUNLARIN KÖKLERİNİ KURUTMALIYIZ"dediğini unuttuk mu sanıyorsunuz?
Sayın Erdoğan 2012'lere kadar verdiği tavizleri bir tarafa bırakarak;
Emperyalistlerin 200 yıllık bu ülkedeki yönetme imtiyazını ortadan kaldırmaı mı?
IMF'yı kovmadı mı?
Arkalarında 13 emperyalist devletin oluğu FETÖ ve PKK'yı bitirmedi mi?
Sayın Erdoğan her alanda devasa devrimleri yaparak
TÜRKİYE'yi KÜRESEL BİR DEVLET YAPMADI MI?
Madem emperyalizmin piyonu olacaktı da;
Neden MİT krizi çıkarıldı,
Neden Gezi Olayı devreye sokuldu?
Neden 17-25 Aralık operasyonları yapıldı?
Neden 2018'de dış finansal operasyon yapıldı?
Neden hendek ve çukur olayları oldu?
Neden 15 Temmuz gerçekleşti?
Sayın Erdoğan bunların bir tanesinden darbe alsaydı
Bırakınız Sayın Erdoğan'ı Türkiye'nin net olarak üniter yapısı darma dağınık olacaktı?
Joe Bien'in,Michael Rubin'in,Emmanuel Macron'un ve Henri Barkey'in gibi kişilerin Sayın Erdoğan için hangi kötü düşünceleri sarfettiklerini bilmiyor muyuz?
Ne yaparsanız yapınız?
Sayın Erdoğan önceleri mecburen taviz verdi ama
Şu ana geldiği nokta:
Bu coğrafyanın şimdiye kadar görmediği bir liderlik ve
Son 300 yıllık emperyalizmin ortadan kaldırılmasındaki paradigmanın sahibidir..
Siz ise Lozan'dan beri hep Batı'nın projesi ve adamı olarak yolunuza devam ediyorsunuz..
XXXX
ATATÜRK,YALANLAR ve SÖMÜRME
..........................................................................
Dünyanın hiçbir yerinde kültürel alanda
Bizim aydınlarımız kadar korkak ve sömürücü olanını göremezsiniz.
Bu aydınlar Atatürk'ün gerçeğini halktan gizledikleri gibi
Atatürk'ün olmayan yaşantısını kamuoyuna zorla dikte ettirirler.
İşin kötü tarafı ise bu düşüncelerini resmi ideoloji haline getirdiler..
Nasıl mı?
Nice kemalist,Atatürkçü,sağcı,solcu,dindar ve liberal kişiler
Aslında Atatürk'ün gerçeğini kabul etmiyorlar...
Atatürk kültü oluşturup vatandaşların dindar liderlerin peşinden gitmeyip
Türkiye'de müslümanların ilkeleriyle bir yönetim olmasındır tek amaçları..
Bunun için her kisveye girmiş entelijansıyalarıyla müslümanları kandırma peşindedirler...
İşin en kötü tarafı ise:
Ne devlet,
Ne ülkeyi yöneten siyasiler,
Ne bürokratlar,
Ne her türlü aydın kişiler ve
Ne de tarih öğreticiliği yapanlar
Böylesine rezalet bir Atatürk tanıtımına karşı tavır alırlar.
Örnek mi istiyorsunuz?
Aşağıda ve diğer videolarında Haydar Baş
Karşısında Kemal Kılıçdaroğlu olduğunda bakınız neleri saçmalıyor?
Haydar Baş:"Atatürk 8 yaşında hafız oldu.
Ankara-Leblebici camiinde her ramazanda ibadetini yapar ve Hatmi Şerif okuturdu.
Hacıbektaşi ve Leblebici camilerinde hutbeler okurdu.
Balıkesir Nasrullah Camii'nde 60 sayfalık hutbe okudu..
Atatürk Elmalı Hamdi Efendi'ye tefsir yaptırarak halka dini hizmet sunmuştur.
Atatürk dindardı ,müslümandı ve Hacibektaşı tarikatındandı..
Anne ve babası Peygamberimiz yani Hz.Ali sülalesinden gelen bir seyit ve Beştaşı Dedesi ii...
1919 yılına Sivas'tan Ankara'ya gelirken 3 gün kaldığı
Hacibektaşı'de Kemalettin Çelebi ile
Cumhuriyeti kurma kararını orada vermişti" diyor..
Deveye sormuşlar neren doğru?
Deve de"nerem doğru ki" demiş...
Haydar Baş baştan aşağı saçmalamış ve bu adama kimse de itiraz etmemiş.
Niye mi?
Yeter ki bir şekilde "Atatürk'ü öv;doğru veya yanlış olması önemli değil.
Önemli olan bizim sömürümüze alan açın" hinliğidir.
Şimdi gelelim Atatürk'ün gerçeğine..
Atatürk islama inanmadığı gibi islamın bu topraklardan silinmesi için her türlü adımı atmış bir liderdir..
Çünkü Atatürk'ün kendi el yazısıyla yazdıkları,verdiği demeçler,konuşmaları ve
Devleti yönetirken aldığı kararlar bunu net olarak bize göstermektedir...
Atatürk ne hafızdı,
Ne camilerde hutbe vermiştir,
Ne tüm ramazanlarda hutbe irat etmiştir,
Ne tüm ramazanlarda ibadet etmiştir,
Ne Peygamberimizin sülalesinden yani Arap soyundan gelmiştir,
Ne de islamın anlaşılması için Elmalı Hamdi'ye tefsir yaptırmıştır.
Bu arada Haydar Baş öylesine ezber konuşuyor ki;
Balıkesir Zağnos Paşa camisini Kastamonu'daki Nasrullah Camisi ile karıştırdığı gibi
Balıkesir Zağnos Paşa camisinde 7 Şubat 1923 ÇARŞAMBA günü yükseklik açısından minbere çıkarak konuşma yapmıştır yani hutbe falan vermemiş...
Devam edelim..
Atatürk ömrünün her safhasında içkiyi seven ve içen bir kişiydi..
Bazılarına göre(Prof.Celal Şengör) her gece bir litre rakı içerdi.
Rakı ile birlikte şarap,viski ve bira gibi alkollü içkilerden de içerdi.
Sadece ramazan ayının Kadir Gecesi'nde alkol kullanmazdı;nerede kaldı her ramazanda ibadet etmesi;KÜLLİYEN YALAN..
Atatürk'ün 1924 yılı sonrasında bir kez olsun camiye gittiğini gösteremezler..
Kur'an'ı tercüme ettirmesinin iki nedeni vardı.
Türkçe ibadet reformu ve vatandaşların Kur'an'ı okuyup ondan tiksinip aldatılmaktan kurtulmaları içindi.
Çünkü Atatürk Kur'an'ın vahiy oluğuna inanmayıp (kendi tabiriyle)
"Muhammed 3 yıl düşündükten sonra Kur'an'ın saçmalıklarını yazmaya başladı" der..
Onun için 1933 ila 1938(aslında İnönü zamanı olan 1948)arasında tüm okullarda ve müesseselerde dini eğitimi vermek YASAKLANMIŞTI...
Atatürk ve arkadaşları arasında namaz kılan bir kişi gösteremezsiniz..
Bir tek ne idüğü bilinmeyen Genelkurmay Başkanı olan Fevzi Çakmak'ın Atatürk'ün sofralarına eşlik etmeden namaz kılarmış..(Kıldığı namaz başına paralansın tabii) Atatürk islam dinine o kadar uzak oluğuna dair ideolojik yapısı vardır ki;
Bu da onun en doğal yaşam özgürlüğü hakkıdır.
Mesela Atatürk"Dinsiz bir toplumun yaşamayacağını ben de biliyorum.
Onun için Türk'ün DİNİ TABİATTIR"der..
Ünlü kemalist ve ekran yüzü Erdoğan Aydın"Atatürk çağının en ileri derecede ATEİST OLANLARINDAN BİRİSİYDİ"derken
Kemalist gazeteci Can Dündar"Atatürk'ün son yıllardaki ömrü islama savaş açmakla geçmiştir" der.
Demesine derler ama kendilerine en ufak bir tenkit yapıldığını veya
Hapse atılma algısını göremezsiniz..
Yetmedi Haydar Baş'ın söylediklerinin bir benzerlerini
Yüzlerce insanın söylemesine rağmen onlara da bir tek söz söylenmez..
Gazeteci Mine Kırıkkanat"Ben Atatürk'e tapıyorum ve o benim ilahımdır"...
Emekli Pilot Albay Şenay Günay"Atatürk Allah tarafından gönderilen ismi konmamış bir peygamberdir"...
Namık Kemal Zeybek"Atatürk bir evliya idi.Yaptığı her şeyi Kur'an'a ve Sünnet'e bakarak yapardı" demişlerdi..
Ne enteresan şeyler yazıyorum değil mi?
Oysa Atatürk dini inancını,yaşamını ve içki alemlerini toplumdan gizlemeden yapan son derece cesur bir liderdi..
Bir gün en yakını olan gazeteci-milletvekili Falih Rıfkı Atay"Atatürk,hep yabancılar sizin hayatınızı yazıyor.İzin verin de Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile birlikte sizin yaşamınızı ve Çankaya Sofrası'nı yazalım" dediğinde
Atatürk"dünkü eğlenceyi de yazacak mısınız?" sorusuna
F.R.Atay"O kadar özele inmeye gerek var mı?" diye karşıt soru yöneltince
Atatürk"O zaman BEN ANLAŞIMAM Kİ,sizin yazdıklarınızın yabancılardan bir farkı kalmaz" der ve noktayı koyar..
İşte Atatürk bu sözlerin içinde hapsedilmiş cesur bir duruşu vardır..
Asıl sıkıntı nerede biliyor musunuz?
Müslümanların Atatürk'ün dini ve diğer alanlardaki bakışının gerçeğini yazmaya ve söylemeye başlandığında kemalistler ve Atatürkçüler kıyameti koparıyorlar.
Mesela kemalist Erdoğan Aydın Atatürk için "çağının en ileri ateistlerinden biri idi" dediğine tepki göstermeyenlerin
Sıra müslümanların ateist terminolojisi yerine Atatürk kâfirdi dediğinde Türkiye'de değil 7 şiddetinde; 10 şiddetinde bir deprem olur..
Hadi yalan desinler!
.
XXX
İhanet ve ihanetin bedeli...
Fener Rum Patriği Grigoryus'un Rus Çarı 1. Alexandr'a gönderdiği mektup :
"Türkler'i madden ezmek ve yıkmak gayri mümkündür. Çünkü Türkler, çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdular ve izzet-i nefis sahibidirler.
Bu hasletleri de dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir.
Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Onların bütün meziyetleri, kahramanlık ve şecaat duyguları da ananelerine olan bağlılıklarından, ahlaklarının selabetinden gelmektedir.
Türkler' de evvela itaat duygusunu kırmak ve manevi rabıtalarını kesmek, dini metanetlerini zaafa uğratmak icap eder. Bunun da en kısa yolu, milli anane ve maneviyatlarına uymayan harici fikirler ve hareketlere onları alıştırmaktır.
Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkler'i kendilerinden şeklen çok kuvvetli, kalabalık ve zahiren hakim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kuvvetleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olacaktır.
Bu sebeple Osmanlı Devleti'ni ortadan kaldırmak için yalnız harp meydanlarında zaferler kâfi değildir. Hatta bu yolda yürümek, Türkler'in haysiyet ve vâkarlarını tahrik edeceğinden hakikate nüfuz edebilmelerine sebep olabilir.
Yapılacak olan, Türkler'e bir şey hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribi tamamlamaktır. "
Patrik Grigoryus, Mora isyanında baş rolü oynamış, Osmanlı'ya ihanet etmiş, fakat bu mektubu ve ihaneti suçüstü ile ortaya çıkmıştı. 1821'de Patrikhane'nin orta kapısında asılarak idam edilmiş, cesedi ibret-i âlem için 3 gün asılı kalmıştı.
Fakat aradan geçen 200 sene, Patrik Grigoryus ve benzerlerinin mektupta yazılanları Türk milleti üzerinde başarıyla uyguladıklarını gösteriyor.
Patriğin idam edildiği kapi, o gün bu gündür kullanılmıyor kapalı tutuluyor. İddiaya göre o kapıda birgün bir Türk büyüğü veya bir din adamı asılmadan bu kapı açılmayacak.
■Fotoğraftaki Patrik, Kurtuluş Savaşı yıllarında Fener Rum Patriği olan, Yunanistan ve Yunanistan'ın Anadolu davasına her türlü desteği veren Patrik, 4.Meletios'a aittir. O da Grigoryus'dan aşağı kalmamış yani.
■Yorum kısmına Fener Rum Patriği Grigoryus'un idam edildiği, 200 seneden fazla zamandır kapalı olan, Patrikhane'nin orta kapısının fotoğrafını atıyorum. Fotoğrafı ben çektim. Kapının kapalı olduğunu öndeki engelden anlayabilirsiniz.
Fotoğrafı bundan bir kaç sene önce bir Fener- Balat gezim sırasında çekmiş ve paylaşmıştım. Bugün tekrar sizlerin bilgisine sunuyorum
.
TÜRK MİLLETİ BÖYLE BİR ZULÜM GÖRMEDİ
Hocanın elini öpüp İstanbul’dan ayrıldım. Ben Kastamonu’ya döndükten bir süre sonra, tekkeler ve türbeler kapatıldı.
Esad Efendinin dedikleri bir bir çıkmaya başladı. Dindarlar göz hapsine alındı. Kur’an kursları yasaklandı. 1928 yılında Harf inkılabı ilan edilince, biz Kastamonu’da iki dehşetli hadiseyle karşı karşıya kaldık:
Vali tellal bağırttırdı:
“Ey ahali! Bundan sonra hiç kimse Arap alfabesiyle okuyup-yazmayacak!
Arap alfabesi yasaklanmıştır. Kimin evinde eski Türkçeyle yazılı kitap varsa getirip vilayete teslim etsin! Evlerinde, dükkânlarında eski Türkçe eser bulunduranlar şiddetle cezalandırılacaktır!
Duyduk duymadık demeyin haaa!”
Halk korku içindeydi. Bazı kimseler, evlerindeki eski Türkçe kitapları, bahçelerinin bir tarafına gömdüler. Bazı kimseler, o kitapların değerine bakmadan götürüp sulara attılar. Bazı kimseler de getirip vilayetteki yetkililere teslim ettiler.(Moğol baskınları ile yakıp yıkılan nice değerli kütüphanelerimizin hikayesi ciğerlerimizi dağlarken o günün şartlarındaki uygulamaya ne demeli)
Gözlerimle gördüğüm dehşetli bir hadiseyi hiç unutamıyorum:
Hacı Kadı Camiinin (Ferhat Paşa Camii) kitaplığında, binlerce kitap vardı ki hepsi de eski harflerle yazılıydı. O kitaplar arasında el yazması çok kıymetli eserler, salnameler, cönkler, divanlar, padişah fermanları, ilim ve fen kitapları da bulunuyordu. Bir gün o eserlerin hepsini, belediyenin gübür (çöp) arabalarına abur-cubur yığarak şehrin dışına çıkardılar ve orada hepsini birden cayır cayır yaktılar. Dersaadetten gelen padişah fermanları, gümüş çerçeveliydi.
Kitap yangınına o gümüş çerçeveli fermanlar da atıldı. Halk üzerinde öyle büyük bir korku vardı ki, oradaki vazifelilerden hiçbiri, cesaret edip de o gümüş çerçeveleri olsun alamadı. Kastamonu, sanki yunan işgaline uğramıştı.
Artık, Kur’an okumak da, okutturmak da suç sayılıyordu.
Sokaklarda zaman zaman şöyle manzaralarla karşılaşıyorduk:
Bekçiler veya jandarmalar önünde bir cami imamı görüyorduk.
Adamın elleri kelepçeli olurdu. Bazen de bilekleri bir dana ipiyle bağlanırdı. Koltuğunun altında suç unsuru olan bir Kur’an-ı Kerim bulunurdu. İmamın yanında da 8-10 yaşlarında üç beş çocuk yürürdü. Adamın suçu: Çocuklara Kur’an okumayı öğretmekti.
Bu kitap yakma işinden sonra sıra vakıf eseri olan camilerimizin satışına geldi.
Diyeceksiniz ki, “vakıf eseri hiç satılır mı? Vakfeden kişilerin maksatları dışında kullanılır mı?” Devir, başka devir beyefendi! Memlekette muhalefet yok!
Muhaliflerin kafaları koparılıyor! Muhalifler zindanlara atılıyor! Padişahlık kaldırılmış ama herkes bir padişah gibi!
Kastamonu’da yaşadığım dehşet verici ikinci hadise vakıf eseri olan camilerimizin satılması oldu.
1930’lu yıllarda şehrin içinde 42 veya 44 camimiz vardı.
Devrin valisi, bu camilerden 33’ünü satışa çıkardı. Satışı istenen camiler arasında, bizim Yılanlı Camimiz de vardı. Onu, belki üç yüz sene önce, benim dedelerim hayır için yaptırmışlar ve halkın ibadetine cami olarak vakfetmişlerdi. Şimdi o yetkili geliyor, sanki Yılanlı Camii kendi babasının tapulu malıymış gibi, onu satışa çıkarıyordu, iyi mi?
Biz kendi camimizi devletten, o zamanın parasıyla beş bin liraya yeniden satın aldık ama onun cami özelliğini katiyen bozmadık. Onu yine cami olarak halkın ibadetine açık tuttuk. Satılan otuz üç camiden, bu gün sadece üç tanesi ayaktadır: Biri bizim Yılanlı Camimizdir. Diğer ikisiyse: Karanlık Camiyle, Keskin Efendi Camii!
Diyeceksiniz ki öteki camiler ne oldu? Onlar, yeni sahipleri tarafından yıkıldılar. Yerlerine ya ev yapıldı ya dükkân ya bahçe!
Şimdi burada belirteceğim önemli bir husus var:
Ben, ömrüm boyunca, çeşitli tecellilere şahit oldum. Vakıf eseri o otuz camiyi devletten satın alarak yıktıranların hepsi de perişan oldular.
Vallahi billahi onlardan kimisi iflas etti. Kimisi, amansız hastalıkların pençesinde inleye inleye öldü. Kimisi zürriyetsiz kaldı. Zamanla dilenenleri bile gördüm. Kimisi de paraya pula rağmen huzurunu kaybetti. Bir lokma ekmeği, ağız tadıyla yiyemedi.
O 1930’lu yıllardı, halk, korkusundan Cuma namazlarına bile gelemiyordu.
Hazin hatıralarımdan biri de şudur: Ben, bizim Yılanlı Camimizde müezzinlik yapıyordum.
Camimizin bir de imamı vardı. Vakit namazların genellikle ikimiz kılardık. Ama Cuma namazı için en az üç kişi olmak lazım!
Cuma vakti girince kalkıp ezan okuyordum. Görüyordum ki üçüncü kişi yok. Kapının önüne çıkıp gelene gidene yalvarıyordum. “Yahu biriniz Allah rızası için gelin de cemaat olup Cuma namazını kılalım!” diyordum.
Halk ürküyor, omuz silkip geçiyordu.
Kastamonu bir gâvur işgaline uğramış olsaydı, halk bu zulme karşı direnirdi. Ama kendi yöneticilerinin zulmü önünde kan kusuyor, “kızılcık şerbeti içtim!” diyordu.
El yazması eserlerimiz, kitaplarımız yakıldıktan, camilerimiz satıldıktan sonra sıra kıymetli halılara ve antika eşyalara geldi.
Size hangisini anlatsam beyefendi? Musa Fakih veya Zihnizâde Camiinin çok güzel ve çok büyük bir halısı vardı.
Bütün Kastamonu, o halının vakti zamanında beş yüz altına alındığını bilirdi. İşte o güzelim halıyı bir gün, Zihnizade Camiinden alıp valinin makam odasına serdiler. İtiraz etmek kimin haddine düşmüş.
Halı, bir süre valinin ayakları altında kaldı. Sonra bir gün nasıl olduysa o nadide halı, vilayet konağından, hem de valinin makam odasından çalınıp gitti. 70-80 metrekare büyüklüğünde bir halıyı tek başına kim dürebilir, tek başına kim omuzlayabilir ve sonra hiç kimseye görünmeden vilayet konağından kim sıvışıp gidebilir?
Hiç kimse, o halının, bir gece yarısı, nasıl kanatlanıp uçtuğunu öğrenemedi!
Hiç kimse, o modern hırsızlık üzerine yürümek cesareti gösteremedi.
Kastamonu halkı “Bizim o antika halımız ne oldu?” diyemedi.
Zamanın Kastamonu valisi de o müthiş hırsızlık üzerinde hiç durmadı.
Sanki odasından, eski, günü geçmiş bir gazete parçası alınıp götürülmüş gibi bir tavır takındı. Polisler, eskici pazarlarında bir-iki dükkâna şöyle bir girip çıktılar, sonra onlar da işin peşini bıraktılar. Halının nerede, kimin evinde dürülü kaldığını çok iyi bildikleri halde oralara yanaşamadılar. Hatta çalınan halının çok yakınlarında nöbet tuttular. Hırsızlığa göz yumdular.
Ah biz ne günler yaşadık beyefendi!
Rabbim, milletimize ve devletimize o karanlık günleri bir daha göstermesin!”
Yavuz Bülent Bakiler
RAKI, BEYAZ LEBLEBİ VE TABANCA KURŞUNU EŞLİĞİNDE ATATÜRK’ÜN SAN’AT VE SAN’ATÇIYA SAYGISI.
Bu yazımı günlerdir san’at kisvesi adı altında insanımızı zehirlemeye çalışan alçaklara karşı seri makaleler yazan ve pek çok arkadaşımın Adil Gerçek olarak bildiği öz be öz abime ithaf ediyorum.
Efendim ‘’San’atsız kalmış milletlerin hayat damarlarından bir kopmuştur.’’ Diyen Atatürk, san’atçıya saygı konusunda da Türk Milletine ( Pardon, dilime biberler… ‘’Ulusuna ‘’ diyecektim. ) bu konuda da örnek olmuştur tabii olarak ( yani doğal olarak efendim. )
Yok, biliyorum şimdi bunları yazınca bazıları ‘’ Atatürk Düşmanı Köpek.’’ Diyecek bana, ana avrat küfürler de edecek ama bu sefer elimde oldukça sağlam bir delil var. Yani hiç kimse yazdıklarımdan dolayı bana ‘’Atatürk Düşmanı’’ Diyemeyecek.
Atatürk, Dolmabahçe Sarayında o meşhur sofralarından birini kurdurmuş.
Bir taraftan hafiften hafiften demlenirken diğer taraftan Necati Tokyay, Şükrü Tunar, Nubar Tekyay, Selahattin Pınar, Kemal Niyazi Seyhun, Yorgo ve Aleko Bacanos’tan oluşan bir saz heyeti oluşturmuş ama bu saz heyetine bir de solist lazım. Kim olabilirdi bu solist? O sıralarda henüz on sekiz yaşında olmasına rağmen ünü tüm Türkiye’ye yayılmış olan Müzeyyen Senar olabilirdi mesela. Nitekim de öyle oldu.
Atatürk, saz heyetinden Nubar Tekyay’ı, Müzeyyen Senar ve kocası Ali Senar’ın yaşadığı eve gönderdi ‘’ Git ve Müzeyyen Senar’ı buraya getir.’’ Diye.
Allah Allah… Yahu hani sanatçı el öpmez eli öpülürdü? Hani sanatçını ayağa çağrılmaz, ayağına gidilirdi.
Nubar Tekyay, Senar çiftinin evine gitti ve Atatürk’ün, Müzeyyen Hanımı saraya davet ettiğini söyledi.
Müzeyyen Senar’ın hadsiz kocası ‘’Ben de geliyorum ‘’ deyip karısına kuyruk oldu ve alelacele bir şeyler giyinip Dolmabahçe Sarayına geldiler.
Huzura çıktıklarında Nubar Tekyay ‘’ Müzeyyen Senar huzurlarınızda.’’ Dedikten sonra yanındaki sünepeyi de takdim etti. ‘’ Bu da kocası Ali Senar.’’
Atatürk ‘’ Yaa öyle mi? ‘’ dedikten sonra ve muhtemelen içinden ‘’ Ulan hıyar ! Seni çağıran oldu mu? Ne diye takıldın kadının arkasına’’ diye geçirdikten sonra yanındaki koltuğu göstererek ‘’ Buyurun oturun.’’ Dedi Müzeyyen Senar’a. Kocası Ali ise sap gibi ayaktaydı doğal olarak.
Sonra bir şey Atatürk’ün dikkatini çekti Müzeyyen Senar’ın yüzüne bakınca.
“Aaa! Bu saçlarının hali ne?” deyip yaveri ve çocukluk arkadaşı Nuri Conker’e işaret etti; Nuri Conker yanına geldiğinde de kulağına bir şeyler fısıldadı.
Nuri Conker, “Lütfen beni takip ediniz Müzeyyen Hanım,” dedi.
Salondan çıkılıp siyah mermerlerle kaplı büyük bir banyoya gelindi. Müzeyyen Hanım birden korkuya kapıldı.
Nuri Conker “Merak etmeyin efendim, berberimiz Mehmet sadece sizin saçınızı, yardımcısı Rıdvan da eşinizin bıyığını kesecek,” dedi.
Evet yanlış okumuyorsunuz. Sanat ve sanatçılara son derece saygılı olan Atatürk, Türkiye’nin en genç ve en ünlü sanatçılarından biri olan Müzeyyen Senar’ın bir erkek berberi tarafından ( Kendi berberi Mehmet Yaşar ) saçlarının kesilmesini emretmişti ( Saç kesilmesi derken yanlış anlaşılmasın. ‘’Dımdızlak bırakın’’ dememiş. O zamanın modası olan alagarson saç modeli istemiş.)
Velhasılıkelam, Dolmabahçe Sarayının bir banyosunda ( Yüznumara da olabilir. ) Müzeyyen Senar’ın saçları bir erkek berberi tarafından, kocası Ali’nin bıyıkları da berber yardımcısı tarafından kesildikten sonra tekrar salona döndüler.
Atatürk ‘’ İşte mükemmel oldu ‘’ dedi
Allah Allah. Yahu hani sanatçının ne giyeceğine, saçlarını hangi model yaptıracağına cumhurbaşkanları karar veremezdi?
Bir nesye daha deyip devam edelim
Müzeyyen Senar’ın kocası Ali, karısının saçlarının, kendisinin bıyıklarının kesilmesinden son derece rahatsızdı. Bunu direkt olarak söylemesi elbette mümkün değildi ama rahatsız olduğu her halinden belliydi.
San’at ve san’atçıya son derece saygılı olan Atatürk, Ali Senar’ın bakışlarından ve tavırlarından sıkılmıştı ‘’Atın şunu dışarı.‘’ dedi ve anında Ali Senar, saraydan postalandı.
Atatürk daha sonra Müzeyyen Senar’ın elinde tuttuğu defteri istedi. Deftere bakınca da içinde bir sürü şarkının yazılı olduğunu gördü ve sordu: ‘’ Bunların hepsini biliyor musun?’’ Müzeyyen Senar ‘’ Evet’’ deyince meşk başladı.
Atatürk bir taraftan rakısını içip beyaz leblebilerini yerken bir taraftan da Müzeyyen Senar’a eşlik ediyordu.
“Mâni oluyor halimi tâkrire hicâbım / Üzme yetişir üzme fi râkınla harabım…”
“Mestim bu gece sen de bana mest olarak gel.”
Bu minval üzere bir hayli vakit geçti.
Bu arada Atatürk, tamamen san’atçıya saygının bir göstergesi olarak Dolmabahçe Sarayının sütunlarına, duvarlarına tabancası ile ateş ediyordu.
Atatürk büyük bir saygı göstergesi olarak bir taraftan rakı kadehini doldur-boşalt yapıp leblebi yerken diğer taraftan şarkılara eşlik ediyordu.
‘’ Haydi şimdi de bir Rumeli türküsü oku.’’ Emriyle Müzeyyen Senar başladı:
Estergon kal’ası bre dilber aman subaşı durak
Aliş’imin kaşları kara
Manastır’ın ortasında var bir havuz
Meşk alemi sabahın ilk ışıklarına kadar devam etti.
Sonrasında hiç bir Allah’ın kulu,
‘’ Ulan sanatçı ayağa çağrılır mı?’’
‘’ Bir kadın sanatçının saçları, çağrıldığı yerdeki tuvalette ( ya da banyo olsun ) bir erkek berber tarafından kesilemez.’’
‘’ Bir erkek, karısının yanında böylesine rencide edilmez.’’
‘’ San’atçı şarkı söylerken duvarlara, sütunlara ateş etmek de ne ? Bu nasıl bir magandalık?’’
‘’ Dolmabahçe Sarayı gibi bir ata yadigarının duvarlarına, sütunlarına kurşun sıkmak için insan nasıl bir tarih ve san’at düşmanı olmalı:’’
‘’ Saçımızın şekline bile cumhurbaşkanı karışıyor. Bu ülkede yaşanmaz artık.’’ Demediği gibi Sanatçıya da
‘’ Sabaha kadar sarayda şarkı söyleyen Atatürk yalakası, İktidarın köpeği’’ Diyen olmadı
Şimdi merak ediyorum: Günümüzün cumhurbaşkanı bir sanatçıyı Cumhurbaşkanlığı Sarayına çağırıp ona aynen Atatürk’ün Müzeyyen Senar’a yaptığını yapsa ( Tabii ki Atatürk’ün izinde olaraktan ve dahi sanata saygı sebebiyle..) bizim milletin tepkisi ne olur?
Haaa başta da demiştim. Bu sefer ‘ Yalan söylüyorsun hain Atatürk düşmanı köpek!’’ diyemeyecek hiç kimse. Yazdıklarımın yalan olduğunu iddia eden varsa buyursun şu kısa videoyu seyretsin.
Safiye Ayla konusunu ise elimde kesin deliller olmadığı için kaleme almadım.
.
Bilmemiz ve örnek almamız gereken gerçek millî kahramanları bir türlü bilemedik,
öğretmediler, tanıtmadılar.
MESELA;
Kore’ye giden birliğimizin komutanı, kurmay albay Celal Dora !
Kore’de çatışma sırasında, Amerikalı komutan, kendi birliklerini geri çekip Türk askerlerini ortada desteksiz bırakır.
Albayımız, en az kayıpla birliğimizi kurtarır, geri çeker.
Karargaha döndüğünde Amerikalı subay,ayakları masada, alaycı bir halde, "Hayret, kurtulabildiniz mi, nasıl başardınız" gibi laflar ederken
Celal Dora tabancasını çekip Amerikalı subayı alnından vurur.
Hemen geri çağırıp rütbe verir ve emekli ederler.
Eminim ki bazı tarih öğretmenleri bile bunu bilmiyorlardır.
NEDEN?!
Amerikancı eğitim sistemi,
Fullbright Eğitim Komisyonu eliyle hazırlanan ders kitapları ve müfredatta hiç böyle şeyler Türk gençlerine öğretilir mi?!
Sonra millî kimliklerini kazanırlar !
Dünyanın en büyük Masonlarından olan İngiliz felsefeci Bertrand Russel diyor ki:
"İnsanlar bilgisiz doğar, aptal değil. Eğitimle aptal olurlar."
Adam açık açık söylemiş:
"Biz insanları öyle bir eğitiriz ki,
aptal olurlar.’’ demiş.
Bizi yavaş yavaş, rendeleye rendeleye istedikleri kıvama getirmiş olacaklar ki,
anasınıfı ve ilkokul talebelerinin mezuniyet törenlerinde dahi
İlim kıyafeti diye çocuklarımıza papaz kıyafeti giydiriyoruz!
Evet, o kep ve cübbeler, papaz mekteplerindeki talebelerin ’’Pastör’’lerin kıyafetidir.
“İlim kıyafeti’’ diye bula bula bunu mu buldunuz?
Ya da soruyu mu yanlış sordum? "İlim kıyafeti’’ diye bize bunu kimler kakaladı?!" Ama, aslında gayet de normal...
İngiltere Kraliçesinin sarayındaki uşakların kıyafeti olan smokin-frak-papyon bizde kimlerin kıyafetidir?!
Devlet adamlarının değil mi?
İnanın ki, bunlar kimin eseriyse, bunların sebebi kimler ise, Mübarek Şehidlerimizin bugüne kadar Coppen’in cenaze marşı ile kaldırılmaları da aynı üst aklın eseridir.
Hep söyleriz: "Şehitler ölmez, neden Ayette Cenab-ı Hak öyle haber veriyor.
Onlar, ALLÂH, İslam, bayrak, vatan, namus, istiklal, şeref için can verenlerdir.
Peygamberlikten sonra en yüce, en kıymetli rütbe ve makamdır.’’
Peki, bu aziz insanlara da, bula bula Choppen’in cenaze marşını mı layık gördünüz?!
Bizim Besmelelerimiz, Fatihalarımız, bizim Tekbirlerimiz, Salavat-ı Şerifelerimiz yok mu?!
Ne haldeyiz, buyurun bir muhasebe yapın !!!
MESELA; bugüne kadar ortaokul, lise ders kitaplarında Fahrettin Paşa’nın Medine Müdafaasını hiç gördünüz mü?
Haklı olarak "Kut’ül Amare bize unutturuldu" diyenlerin de gözünden Medine Müdafaası herhalde kaçtı.
Çöl arslanı lakaplı Fahreddin Paşamız, Medine’yi,
sevgili Peygamberimizin Kabr-i Şerif’ini aç ve susuz iki ay İngilizlere karşı müdafaa etti.
Kendisi bir Hazret-i Muhammed aşığıdır. “Ölsek de Ravzanı ruhumuz bekler’’ diyerek, çekirge yiyerek, hiçbir destek almadan İngilizlere direndi...
Bu İman ve kahramanlık destanı, şayet ders kitaplarında yer alsa gençlerimiz bunları okusa, ’’Millî ve Dinî’’ kimlikleri oluşacaktı. Amerika,
hiç buna müsaade eder mi?!
Çanakkale Savaşları bile sadece Anafartalar Zaferine, bir güne sıkıştırılmıştır.
İki büyük cephede, 8,5 ay süren kara savaşlarındaki zaferlerimizin tümü, ders kitaplarında asla yer almamıştır.
Mesela, Nuri Yamut ismi insanlarımızın çoğu tarafından bilinmez.
Ders kitaplarımızda yer almayan Güney Cephesinde, İngiliz ve Fransızlara karşı çarpışan bu kahraman komutan
Gelibolu Kolordu komutanı iken Alçıtepeye gelmiş, birkaç köylüyle beraber binlerce şehidimizin kemik ve künyelerini toplamış, elleriyle kazdığı mezarlara defnetmiştir.
İstanbul’daki iki evini satarak onların parasıyla bu mezarların üstüne bir anıt yaptırmıştır.
Daha sonra genelkurmay Başkanlığı da yapmış ve emekli olmuştur.
1960 darbesine karşı çıktığı için evinde eşinin yanında akıl almaz hakaret ve küfürlere maruz kalmış, sille, tekme, tokat dövülmüş, ikinci kat merdiveninden aşağı atılmıştır..........
"Ne yapıyorsunuz, delirdiniz mi? Ben sizin komutanınızım,
Genelkurmay başkanıyım,
Kemal paşanın silah arkadaşıyım, Çanakkale gazisiyim." dediyse de dinlememişlerdir.
Teğmen Teoman Koman
(80 darbesinin Jandarma genel komutanı )
askeri araca bindirip Yassıada’ya götürmüş, bir hafta sonra da cenazesi eşine teslim edilmiştir.
Yakın tarihimizin bu kahramanlarını, bu olaylarını ders kitaplarımıza koyamadık.
Tarihimizi doğru bir şekilde güncelleyemedik.
Üstelik bu iğrenç cinayetler, yine Amerika, İngiltere, NATO tarafından bize "Demokrasi Bayramı" diye yıllarca dayatıldı.
İngiltere ve Amerika,
Yahudi Baronlar ve Masonlar bizi nasıl taklaya getirmişler değil mi?!
Bu kadarla da kalmadı tabii ki!
1960’tan sonra sahte kahramanlar türettiler.
Mesela,kendisi de Sabetayist Yahudi olan gazeteci Ahmet Emin Yalman,
İzmir’de Yunanlılara ilk kurşunu arkadaşı Hasan Tahsin’in attığını yazdı.
Hasan Tahsin kahraman oldu.
Oysa ki,gerçek adı Osman Nevres olan
Hasan Tahsin de Sabetayist idi.
Yunanlılara kurşun attığı filan da yoktu.
Yunanlılara ilk kurşunu atanın,
saatçi Aziz Efendi,Germencikli İbrahim,Arap Rasim olduğu söylenir.
Yarbay Arif Bey’in ilk kurşunu attığını yaveri Aziziyeli Hoşafoğlu Hüseyin anlatır.
Nazlı Ilıcak ( tam bir Sebatay ) ise,İzmir’in işgalinde,Hükümet Konağından Türk bayrağını Yunanlı subayla birlikte indiren şahsın torunudur,Azılı Sabetayisttir.
İzmir belediye başkanı
Osman Kibar’a "Efendim, sizin için dönme yahudi diyorlar, dönme misiniz? ’’ diye sorduklarında, ’’Evet, 360 derece döndüm.’’ diye cevap verir.
O da Sabetayisttir.
Rahmetli Menderes’in müsteşarı,
Ahmet Salih Korur sabetayist yahudi idi. Hem de ajan, Hem de İşbirlikçi idi.......
Menderes’in asılmasında rolü büyüktür.
TARİHİNİ BİLMEYEN NESİLLLER
YOK OLMAYA. MAHKUMDUR
İRKİL - VE KENDİNE GEL.
 Asımın Nesli alıntıdır.
Tarihte bazen bir olayın kendisi kadar, o olayın sembolik anlamı da nesiller boyunca taşınır. İngiliz büyükelçisinin arabasının önündeki atları söküp, kendi bedenlerini koşarak Sirkeci’den sefârete kadar arabayı çeken ve kendilerine “Jöntürk” diyen eşeklerin hikâyesi de bunlardan biridir. Bu sahne, sadece bir garabet değil; aynı zamanda bir zihniyetin, bir teslimiyetin ve bir yanlış özgürlük anlayışının en çıplak göstergesidir.
Atı indirip kendini bağlamak… Normalde insana “aşağılanma” gibi gelen bu davranış, o günün sözde Jöntürkleri için bir gurur vesilesi olmuştu. Kendi iradesini kaybetmiş, efendinin arabasını çekmek için can atan bir ruh hali… Üstelik bunu bir “devrimcilik” yahut “yenilikçilik” kisvesiyle sunmaları, ibretliktir. Bu, özgürlük arayışının değil, özgürlüğü yanlış anlamanın tipik bir tezahürüdür.
Bugün de farklı isimler, farklı yüzler, farklı unvanlarla aynı zihniyetin devam ettiğini görmek şaşırtıcı değildir. Dün arabaya kendini koşan eşekler vardı, bugün ise ekranlara, mikrofonlara, küresel güçlerin çıkarlarına gönüllü bağlanan kalemler ve diller var. Dün sefaretin yolunu açmak için ter dökenler vardı, bugün ise dışarıdan yazılan senaryoları uygulamak için sıraya girenler…
Aynı Ruhu Taşıyan Nesiller
Kendisini “aydın”, “ilerici” veya “demokrat” diye tanıtan bu zürriyetin ortak noktası, kendi halkına yabancı, efendisine sadık bir çizgi izlemesidir. Onların gözünde millet; ya geri kalmış, ya cahil, ya da adam edilmesi gereken bir kitle… Ama iş efendilere hizmete gelince; en sadık köle, en vefalı eşek oluverirler.
Bir zamanlar Sirkeci’de sefaret arabasını çeken o eşekler, aslında sadece bir hayvan sürüsü değildi; zihniyetin, teslimiyetin, aşağılık kompleksinin cisimleşmiş hâliydi. Bugün hâlâ aynı ruhtan türeyen “zürriyetlerle” uğraşıyor olmamız, tarihin bize öğrettiği en önemli gerçeği hatırlatıyor:
Efendinin arabasını çeken, eşekten başka bir şey değildir.
.
Paris'te, Hristiyan mezarlığı Haç altında yatan vatan haini Yılmaz Güney'i hatırlayalım...
Emperyalistlere maşalık yaparak sözde Kürdistan için her bölücülüğü yapan Yılmaz Güney'e Fransa ödülü bölücü olduğu için verdi.
Bugünde ödülleri hala çomarlarına veriyorlar.
Eşi Fatoş Güney'de, "Silahlı mücadelenin halka zarar vereceğini düşünmüyordu. Lüks içinde yaşamadı. Cihangir'de, köşklerde oturup film senaryoları yazmadı" demişti.
Bakın, komünist Yılmaz Güney kimdi.
En lüks semtlerden 1. Levent'te villada oturan Yılmaz Güney, Ermeni Ayhan Işık'la beraber dönemin en yüksek ücreti 75 bin lira alan iki kişiden biriydi. Komünizmi öven köşe yazıları ve öyküler yazardı ama kendisi burjuva hayatı yaşar, son model lüks Amerikan arabalarına binerdi. Ara sıra para sıkıntısı çekerdi çünkü kumar hastalığı vardı. Silaha karşıydı ama sağı solu kurşunladıktan sonra yakalandığında üzerinden çifte silah çıkardı. Hümanistim derdi ama 1974 Ecevit Affıyla hapisten çıktıktan sonra sebepsiz havaya üç el ateş etmesinden dolayı aynı gazinoda yemek yiyen tartıştığı 30 yaşındaki hâkim Sefa Mutlu'nun kafasına sıkıp öldürecek kadar insan düşmanıydı.
Jandarmanın geberttiği bölücü silahlı örgüt THKPC'nin kurucusu Mahir Çayan'ı askerin polisin elinden bir iki defa kurtarıp evinde saklayan oydu. İlk oluşumunu 1974 yılı Ankara Tuzluçayır'da tamamlayan PKK'nın temelleri Doğu Ocakları adı altında 1968'lerde atılmıştı.
Sözde silahlı mücadeleye karşıydı ama böyle toplantıları hiç kaçırmazdı. Sözde komünisti ama sosyalist bir ülkeye değilde, emperyalist yardımıyla kaçtığı hapishaneden kapitalist Fransa'ya kaçmıştı. Sözde birlikten yanaydı ama emperyalist beslemesi "Yaşasın Bağımsız Kürdistan" gibi bölücü sloganları dillendirdikten sonra Fransızlar tarafından Cannes film festivalinde Altın Palmiye ile ödüllendirildi.
Silahlı eylem halka zarar vermez derdi ama kökü dışarıda olan üyesi olduğu sol komünist örgütler 50 bin insanımızı katletti. Üç kere evlendi, üçünü de aldattı. İkinci eşi vatan haini Nebahat Çehre'yi o kadar severdi ki sarhoşken başına bardak koyup silahla ateş ederdi. Sette hoşlandığı liseliyi tâciz edecek kadar da sapıktı.
Hayvanseverdi ama senaristliğini yapıp ödül aldığı "Yol" filminde oynayan atı gözünü kırpmadan öldürecek kadar caniydi. Sözde Müslümandı ama Paris Hristiyan mezarlığında Haç'ın gölgesi altında yatacak kadardı.
#CHaçlıPKmnst
.Topal Osman'ı sevmeyenler: Alevi ve Kızılbaşlar, Rum, Yunan, Ermeni, Yahudi; kısaca 7 düvel.
Neden? Ülke işgale uğrayınca, Karadeniz ve İç Anadolu’nun kimi bölgelerindeki vatan haini işbirlikçi ayaklanmaları şiddetle bastırdığı için.
Sağ resimdeki Topal Osman… Balkan Savaşı sırasında yediği kurşunla topal kalmış; Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşları sırası düşmanla çarpışmış; savaşlar sırasında bizi içeriden vuran Ermeni, Rum ve Alevi isyancılara göz açtırmayan, İstiklâl Madalyalı bir kahraman.
Sol resimdekiler yüzyıllardır ajitasyon edebiyatı yapan Alevi Koçgiri Aşiret lideri Alîşir ile hain karısı Zarife… Rus kaşığı ile Coni boku yiyen Amerika ve İngiliz finosu kefere komünistler Jan Dündar, Veli Ağbaba, İbrahim Kaypakkaya, Kemal Kılıçdaroğlu, Maykıl Ali Alabora, Tarkan, Kamer Genç ve İlyas Salmanların dedeleri.
Selçuklu ve Osmanlı dönemi gibi, Cumhuriyet sonrası da kadınlı erkekli değişmeyen ihanet çeteleri. Ermeni, Rum, kimi Kürt aşiretle birleşip, Cihan Harbi sırası Rus, Kurtuluş Savaşı sırası İngilize finoluk yapıp ülkeyi sırtından vuranlar.
Rum Pontos devleti kurma hayaliyle Karadeniz bölgesinde yaklaşık 200 bin Türk’ü katleden Rumlar ile İngiliz destekli Kızılbaş isyanlarını bastıran yiğidin adıydı Giresunlu Topal Osman.
1921-1938 arası Makedon Kamâl, 100 binden fazla Alevi ve Kızılbaş isyancıyı öldürse de, "Biz Müslümanız, Hristiyan değil" diyen Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey gibi bir vatan evladını Giresunlu Topal Osman’a öldürterek, her ikisini de mezara gönderip bir taşla iki kuş vurmuştu.
Tüm ayaklanmalar gibi Dersim operasyonlarını yapma sebebi Güneydoğu-İran-Irak üçgeninde kurulacak Kürdistan devletinden önce seçenek olup aynı bölgede kurulması düşünülen İsrail devletinin önünü açmak, öncelik sağlamaktı.
Hesap sormaya gelen Topal Osman’dan, Latife Hanım’ın çarşafını giyerek kurtulan Makedon Kamâl, bağ evinde kıstırılan Topal Osman’ı öldürmekle yetinmeyip kafasını da kestirmişti.
Şu işe bakın ki bu ülkede çarşafı yasaklayan muhtemel İspanya'dan gelme Makedon Kamâl, Topal Osman'ın elinden köşkte bıraktığı Latife Hanım'ın çarşafını giyerek kaçıp kurtulmuştu.
Kendisinin orada olduğu izlenimini verebilmek için de kaçarken kendinden kısa olan Latife'yi portakal kasasının üzerine çıkarıp bırakmıştı.
İsmail Hakkı Tekçe komutasında bağ evinde kıstırdıkları Topal Osman’ın başını gövdesinden ayırdılar; kafası çuval içinde Meclis’e götürdüler, sonra yapılan uyduruk bir mahkemenin sonucu başsız gövde mezardan çıkarılarak ayaklardan asılarak, teşhir edilip dalga geçilmişti.
Bize bunlar anlatılıyor mu? Elbette ki hayır.
Elbet bu kanunlar bir gün kalkacak. İngiliz’in yazdığı yalan tarihten bu millet kurtulacak. Kim kimdir, kimler haindir, herkes öğrenecek
.Düşünce özgürlüğü, demokrasinin temeli ve ayrılmaz parçasıdır. Düşünce suç sayılırsa, demokrasi olmaz. Eyleme dönüşmeyen düşünce açıklamaları cezalandırılamaz. Anayasa ve yasalardaki düşünce özgürlüğünü kısıtlayan hükümler, altına imza koyulan uluslararası anlaşmalar çerçevesinde değiştirilmelidir. Türkiye, insan hakları alanında evrensel normlara uyum sağlamak için yasalarında gerekli değişiklikleri yapmak zorundadır. Düşünceyi açıklama özgürlüğü ile bağdaşmayan yasa kuralları değiştirilmeli; Anayasa ve yasalar, özgürlüğü engelleyen öğelerden arındırılmalı, özgürlük alanı genişletilmelidir. Düşünce özgürlüğü alanında demokratik değerlere yer verilmelidir.
Tayyip şiir okudu diye kodeslere tıkan terörist sevici Necdet Sezer söylemişti bunu. Tayyip’in okuduğu şiirin içinde kilise, sinagog, papaz, haham geçse sıkıntı yoktu; cami ve minare olunca tansiyonu yükseldi, tahammül edemedi.
Çankaya'ya gelen misafirleri için Ankara’dan İzmir’e bomboş THY uçağını balık almaya gönderen Yunanistan Serez mültecisi Ahmet Necdet Sezer'den bahsediyoruz.
Sabahın 05.30’unda Ecevit’in "1999 Deprem Vergisi"ni onaylayan Ahmet Necdet Sezer.
Çankaya Köşkü’nde, oğluna Müslümanların kutsal günü Miraç Kandili’nde sürahi boyutu kadehlerle içkili nişan yapan Necdet Sezer.
Ramazan günü Müslümanlara meydan okumak için Anıtkabir’de kameralar önünde su içen, Erbakan’ın partisini kapatan Necdet Sezer.
Yeniden Refah ile Saadetliler şimdi nerede?
FETÖ ve Süleymancılarla beraber Zilletçilerin çadırı altında, Ahmet Necdet Sezer gibi İslam düşmanlarıyla beraber Tayyip’e saldırıyorlar.
.Rahmetli Turgut Özal,
“Sultan Abdülhamid Han devrine bakınca hemen hemen hiç toprak kaybetmemiş ve ülkeyi fevkalade yönetmiş. Sonra 1909-1918 arası bir İttihat ve Terakki gelmiş; ‘Birlik ve Gelişme’ adına da koca imparatorluğu bozuk para gibi harcamış. Tarih nasıl çarpıtılmış, görüyorsunuz” dedikten 35 gün sonra zehirlenmişti.
Külüstür bir ambulansla can verene kadar Ankara caddelerinde dolaştırılmış; görevli FETÖ’cü doktor ise soluğu Amerika’da almıştı.
1939 anavatana bağlanan Hatay dahil, 1909’da 4.700.000 kilometrekare olan topraklarımız, peşkeş çekile çekile 1926’da 700 bin küsur kilometrekarelere kadar düşmüştü.
Sultan Abdülhamid tahta geçtiğinde 300 milyon lira olan borcu 30 milyona indirmişti.
Üstelik, 10.000 km uzunluğunda demiryolu hattı çektirdi, 9.000’in üzerinde okul inşa ettirdi.
1914 yılında bile 4 dolar 1 lira ediyordu.
Ama, Makedon Kamâl İttihat Terakkisi, 1909-1918 arasında borcu 400 milyona çıkardı.
Hazineden 300 ton altın da çalındı. Hazineyi boşaltanlardan birisi de Lozan temsilcilerinden Yahudi Haim Naum Efendi’ydi.
.Müslüman Türk katili Makarios heykelleri dikip 560 milyar çalan Pontuslu Rum’dan sonra,
Bekle Makedon Mansur, sıra sana da gelecek!
Bunlar bir şey diyorsa, bilin ki kendileri yapıyor.
Menderes’e, Özal’a, Erbakan’a, Muhsin Başkan’a “uçakla para kaçırdılar” iftirası atanların, ülkenin altınlarını ve paralarını babaları olan İngiltere ya da diğer ülkelere kendileri kaçırdı.
Bizimkiler iftiralarla asıldı, bunlar keyif yaptı.
Pontuslu Rum, oğluna; Makedon Mansur Yavaş, kızına yurt dışında şirketler kurdu.
Beypazarı belediye başkanı iken ilçenin en güzel arazilerini FETÖ’cülere peşkeş çektiği ortaya çıkan; ardından gelen AK Partili belediye başkanının mahkemeye vermesiyle, bir paket sigara parasına peşkeş çekilen arazilerin FETÖ artığı kişilerden geri alınması; İngiltere’ye kaçan FETÖ’cü Suat Kınıkoğlu desteğiyle ABB Başkanı seçilen; 2019 parasıyla 25 milyon liradan aşağı rüşvet kabul etmeyen; “Atatürk olmasaydı İngiliz olurdunuz” deyip kendi kızı ataları İngiliz vatandaşlığına başvuran Makedon mültecisi Mansur Yavaş’ın kızı Çağlayan Yavaş, 2019’da FETÖ’cülerin yoğun olduğu İngiltere’ye yerleşti.
Londra’da 5 yıl kirada kaldıktan sonra, 2024 yılında 465 bin sterline (2025 kuru yaklaşık 27 milyon liraya) ev satın aldı. Çağlayan Yavaş, ata toprağı İngiltere’nin Londra’sında “YVS IT LTD” adlı bir danışmanlık şirketi de kurdu.
Mortgage ile aldığı evin borcunu bir yıl sonra tümden ödese kimsenin ruhu bile duymayacak.
2019 parası bir rüşvet 25 milyon lira, bir konseri 71 milyon liraya kitleyen Mansur'un Londra'daki 27 milyon liralık evinin kredisinin göstermelik olduğunu hiç kimse anlamadı, herkes aptal!
.Lisede Sophokles okuduk; klasik Türk sanat musikisine sövmeyi, Divan şiirini hor görmeyi; buna karşılık devletin yayınladığı kötü çevrilmiş Batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan, Leonardo’dan önemsiz; Mevlâna, Dante’den küçüktü; Itrî ise Bach’ın eline su dökemezdi.
Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk. Ulusal bileşim arama yerine hazır bileşimleri aktarmak hastalığımız tepmişti; o kadar ki, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batılı emperyalizmin örgütlü politikasını uygulamaya kendiliğimizden talip olduk. Stalin ve Beria da haksız ve ahmakça istekleriyle bunu kolaylaştırdılar.
Oysa bir kere yaptığımız Batılılaşmak değildi; ikincisi, Batı bizim sandığımız gibi değildi; üçüncüsü, Batı’nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.
Attilâ İlhan 
(Hangi Batı)
.Namazla ilgileri olmadığı için bilmezler; hutbe Cuma günü okunur. Kamâl’ın göz boyamak için konuşma yaptığı gün ise 7 Şubat Çarşamba.
Muhtemel İspanya gelme Makedon Kamâl Balıkesir Zağanos Paşa Camii minberinden halka hitâben 7 Şubat 1923'te şöyle konuştu:
"Ey millet, Allah birdir. Şânı büyüktür!.. Allah'ın selâmeti, âtifeti ve hayrı üzerinize olsun!.. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara hakayık-ı dîniyeyi tebliğe memur ve resul olmuştur. Kanun-i Esasîsi, cümlemizce malûmdur ki, Kur'ân-ı Âzimüşşan'daki nusûs (nasslar)tur. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dînimiz son dindir. Ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikata tamamen tevâfuk ve tetâbuk ediyor. Eğer akla, mantığa, hakikata tevâfuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavânin-i tabiiye-i ilâhiye beyninde (tabiat kanunları arasında) tezat olması îcâb ederdi. Çünkü bilcümle kavânin-i kevniyyeyi yapan Cenâb-ı Hak'tır."
 (Atatürk Söylev ve Demeçleri, C. 1, s. 270)
Allah'ı, dinî İslamı ve Hz. Muhammed'e övgüler düzen Makedon Kamâl bakınız bu konuşmadan altı ay sonra 14 Ağustos 1923'te Ankara Türk Ocağı'nda bakınız nasıl konuşuyor:
“Karabekir, Kur’an-ı Türkçeye çevirttim; millet okusun ve o Arap oğlunun (Peygamberden bahsediyor), ne yaveler yediğini görsün."
"Sizler de hep aldatıldık diyorsunuz!" diyenler aha bunlar. Elbet bu kanunlar bir gün kalkacak. Bu millet yalan tarihten, yalanlardan kurtulacak. Kim kimdir, kimlerdendir, herkes öğrenecek.
.İSLAM DÜŞMANI İNGİLİZ T. EDWARD LAWRENCE, ACIMASIZ CASUS
1888'de, Galler'de belirsiz bir babanın çocuğu olarak doğdu. Çok sert ve kaprisli bir annesi vardı. Kardeşi yoktu. En basit hataları bile en ağır biçimde cezalandırıyordu. Annesinin en sevdiği ceza türü, pantolonunu indirerek sopayı kaba etlerine vurmaktı. Acaba gayr-ı meşru ilişkisinin verdiği acıyı çocuğundan mı çıkarmaya çalışırdı?
Lawrence bu cezalar sebebiyle kendisini hiçbir işe yaramaz ve toplum dışı biri olarak görürdü. Kendisini aşağılayanlara nefret duyar ve her firsatta onlardan intikam almayı isterdi.
Bu aşağılık duygusu onu kendisini ispatlamaya sevk etti. 1909'da Oxford Üniversitesi'ni başarıyla bitirdi. Artık biyologdu. Ancak o, bu işte değil, hemen intisap ettiği İngiliz İstihbarat Servisi'nin bir elemanı olarak ünlenecekti.
Evet, onun lakabı artık Arabistanlı Lawrence idi. Önce Kargamış'ta Hitit kazılarına katıldı. Bu çalışmalar ilmî bir araştırma görüntüsündeki casusluk çalışmalarıydı. Başında da arkeolog Prof. Hogarth vardı. Daha sonra Sina'da, Gazze'de ve Akabe'de Osmanlı sınırlarının haritasını çıkaran bir ekiple çalıştı. Birinci Dünya Savaşı başlayınca teğmen rütbesiyle Mısır'a atandı. O coğrafyayı ve Arapları çok iyi tanıdığı için istihbarat işlerinde görevlendirildi.
Bir yıl süreyle savaş esirlerini sorguladı. Türk birliklerinin hareketleri hakkında bilgi topladı. Osmanlı Ordusu'nu tanıtan bir el kitabı hazırladı. İngiliz ajanları yetiştirdi ve yerleştirdi.
1916'da Kutü'l-Ammare'de kuşatılan İngiliz Ordusu'nu kurtarmak için Halil Paşa'yla gizlice görüştü. Paşaya iki milyon İngiliz Sterlini rüşvet teklif etti. Halil Paşa bu parayı reddedince İngiliz Ordusu kayıtsız şartsız teslim oldu.
1916'da (Osmanlı'ya ihanet eden Hz. Ali soyundan Ehli Beyt) Mekke Şerifi Hüseyin'le tanıştı. Dostluğunu ilerletti ve onu Osmanlı'ya isyana teşvik etti. Bu amaçla bedevileri örgütledi ve para yağdırdı. Lawrence daima şerif kılığında dolaşırdı. Böylece Arapların güvenini kazanırdı. Sadece Arap kıyafeti giymekle kalmaz, onlar gibi davranır, hatta birlikte namaz kılardı. Lawrence için İngiltere'nin faydasına olacak her şey mübahtı.
Özellikle de Mezopotamya'nın zengin petrol yatakları için yapılmayacak şey yoktu. Orta Doğu'ya giden yolda ise en büyük Türklerdi, Osmanlı Devleti idi. Osmanlı'yı ayakta tutan güç ise halifelikti. Bu sebeple, halifeliğin temsilcisi olan Osmanlı, tarih sahnesinden silinmeli ve petrole giden yol İngilizlere açılmalıydı. Bu bakımdan Lawrence şöyle diyordu:
"Tek hedef olarak Türkiye'nin paramparça edilmesi düşüncesindeyim."
Lawrence bu düşüncesini gerçekleştirmekte fevkalade başarılı oldu. 1917'de emrindeki Arap birlikleriyle Akabe Limanı'nı ele geçirdi. Hicaz demir yoluna sabotajlar düzenledi. Gündüz yapılan, onarılan kısımları, Lawrence gece baskınlarıyla tahrip ettiriyordu.
Kudüs ve Şam'ın elimizden çıkmasında da önemli rolleri vardı. Lawrence, hayatının birikmiş bütün hıncını ve kinini Türk askerine kusuyordu. Yorgun ve bitap eline geçen esirleri bile sadist bir iştah ile öldürüyordu. Bedeviler de bu şehitlerin başına üşüşüyor, soyuyorlardı.
Hayatının sonuna doğru yazdığı hatıralarında, acımasızlığına mazeretler uydurdu. Acımasızlığın mazereti zaten olamazdı, ama yazdıklarının hepsi de yalandı, yanlıştı ve çarpıtmaydı. Güya Türklerden gördüğü acımasız işkenceler ve cinsel tecavüz, kendisini de acımasız yapmıştı. Bu sebeple Tafas'ta dehşet verici katliam emrini vermişti. Gerçi her şeye rağmen bu korkunç katliamdan dolayı pişmanlık duyduğunu da söylemekten kendini alamamıştı. Ancak bu pişmanlık duygusu, eline düşmüş olan Türk birliğini esir almayarak hunharca öldürtmesini elbette bağışlatamaz. Hele de yanlışlıkla esir alınan iki yüz Mehmetçiğin, daha sonra kurşuna dizdirilmesi, vicdansızlığının en feci örneklerinden sadece biriydi.
Lawrence'ın bir başka görevi de Araplardan bir lider çıkarmaktı. Bu öyle bir lider olmalıydı ki hem halkı peşinden sürükleyebilecek yapıda hem de İngilizlerin dümen suyunda gidecek karakterde olmalıydı. Arsız İngiliz casusu aradığı adamı bulmuştu. Mekke Şerifi Hüseyin'in oğlu Faysal…
İsyancıların cahilliği ve bindiği dalı keser gaflet ve ihanetleri, Lawrence'ın saçtığı İngiliz altınlarıyla yoğunlaştırılarak gelişti. Filistin'de bir İsrail Devleti kurmak için çalışan Siyonistlerle de iş birliği yaparak çalıştılar. Zaten orada bir İsrail Devleti kurmak fikrinin arkasında da İngiltere vardı.
Sonunda Osmanlı yenildi ve Arabistan'dan çekildi. Yerlerine sömürgeci İngiliz ve Fransızlar gelip yerleştiler. Birinci Dünya Savaşı bitmiş, Osmanlı tarih sahnesinden çekilmiş, petrole ve sömürüye giden yol, İngiliz'e açılmıştı.
Lawrence'ın Faysal'a verdiği Arap Krallığı sözü ise çoktan unutulmuştu. Orta Doğu cetvelle, masa başında çizilen sınırlarla paramparça bölünüyordu. Lawrence Araplara verdiği sözde durmamıştı. Dolayısıyla artık aralarında barınamazdı. Zaten oralarda kalması için de herhangi bir sebep kalmamıştı. Zira asıl görevi Osmanlı'nın çöküşünü hızlandırmaktı ve görev sona ermişti. İngiltere'ye döndü. Casusluk görevinden emekli oldu. Onun beklediği, dört başı mamur bir emekli hayatıydı. Ancak kendisini kullananlar ve o âna kadar kesenin ağzını sonuna kadar açıp sayısız altını emrine verenler değişivermişti.
İhanetini tamamlamış olan hain, efendilerince bile itibara değer görülmüyor, bir köşede unutulmaya terk ediliyordu. Belki de ahlarını aldığı masumların bedduaları onu berbat ve perişan bir yalnızlığa, daha dünyada iken mahkûm ediyordu. Lawrence, sapık cinsel eğilimleri sebebiyle evlenememişti. Bakımsız, düzensiz ve pisliğe batmış döküntü bir evde ilgisiz, sevgisiz, mutsuz yaşıyordu. Tek tesellisi, motosikletine binip etrafı turlamaktı. Allah, ona dünyasını cehenneme çevirerek cezasını vermeye başlamıştı. Bu durumu kendisi bizzat şöyle açıklamıştı: "İnsanın, aşındığını ve bir kenara atıldığını hissetmesi çok garip. Benim ki boşa harcanmış bir hayat… Önümde sadece isimsizlik var. İsimsizlik ve hiçlik… Kalan ömrüm, boş ve gereksiz yıllarla dolu…"
Lawrence böylesine bunalımların anaforunda kıvranıyor, kendisini kullandıktan sonra çöpe atanlara kızgınlıklar içinde boğuluyordu. Onun bu kızgınlık ve kırgınlıkla gerçekleri açıklamasından korkuluyor yahut daha ileri giderek tekrar Orta Doğu'ya dönerek aktif bir role soyunmasından endişe ediliyordu. Bu endişeler onun vücudunun ortadan kaldırılmasını gerektirmişti.
İngiliz siyasetinin acımasızlığı bu merhametsiz adam için de harekete geçti. 1935 yılında motosikletine bir otomobil çarptı. Lawrence bir hafta komada kaldı ve öldü. Bu bir kaza değildi. Bir Lawrence'ın bir başka Lawrence tarafından ortadan kaldırılmasıydı. Yani bir zamanlar onu alkışlayanların cinayetiydi.
 (Prof. Dr. Sefa Saygılı, Dünyayı Aldatanlar)
 (Vehbi Vakkasoğlu, Önce Alkışladılar Sonra Öldürdüler, sss. 240-243)
. Belge 1934
Hadi Anadolu'yu 3,5 sene işgal edip envaî çeşit katliam ve yağmaya girişen, şehitlerimizi yakıp yıkan bebek katili Yunanları affettiniz. Yunan milletvekilerine bedava tren yolculuğu ayrıcalığı tanıyan kanun çıkarmak nedir yahu?
Yatacak yeri yok bu CHP'nin!
Mustafa Armağan 
.
MANİSALI SABETAYİST HAİM NAHUM
1835: Hahambaşılık vazifesinin Osmanlı İmparatorluğu'nda tesis edilmiştir.
1860: Fransız Yahudileri Alliance teşkilatını Paris'te kurmuşlardır.
1865: Yahudi Cemaati'nin örgütsel statüye kavuşmuştur.
1872: Haim Nahum, (Selânikli Sabetayistlerden Balkan mültecisi, anneanne Selanik, babasının dedesi Üsküp, babaannesi Pirçovalı olan CHP'li Özgür Özel'in milletvekili olduğu) Manisa'da dünyaya gelmiştir.
1891: Haim Nahum Idâdi Mektebi'nden mezûn olmuştur.
1893-1897: Haim Nahum Paris'te yükseköğretim görmüştür.
1897: Haim Nahum Alliance Mektebi'nde öğretmenlik yapmaya başladı.
Dünya Siyonist Örgütü kurulmuştur.
1899: Haim Nahum, Sultana Danon ile evlenmiştir.
1898: Haim Nahum, Bulgaristan Hahambaşılığına aday olmuştur.
1901: Hilfsverein der Deutschen Juden teşkilatı Alman Yahudileri tarafından kurulmuştur.
1902: Haim Nahum, Roma Hahambaşılığına aday olmuştur.
1900-1904: Haim Nahum, Yüksek İstihkâm ve Topçu Mektebi'nde Fransızca öğretmenliği yapmıştır.
1907-1908: Haim Nahum, Etiyopya'da araştırmalar yapmıştır.
1908: Haim Nahum, (İttihat Terakki ile birlikte) Osmanlı Hahambaşı vekili olmuştur.
1909: (İttihatçı) Haim Nahum, (İttihat Terakki'nin Abdülhamit'i devirmesiyle birlikte) Osmanlı Hahambaşısı olmuştur.
1909: Haim Nahum'un Etiyopya seyahati.
1910: Haim Nahum, (Yahudilerin yoğun olduğu) Edirne, Selanik, İskenderiye, Kahire, Şam, Beyrut ve İzmir seyahati.
1914-1918: Birinci Cihan Harbi
1917: Cambon Deklerasyonu (4 Haziran)
Balfour Deklerasyonu (2 Kasım)
Kudüs işgal edildi (9 Aralık)
1918: Haim Nahum Avrupa'ya gitmiştir.
1919: Haim Nahum, Morgenthau'yla görüşmek üzere Paris'e gitti. (27 Eylül)
1920: Haim Nahum hahambaşılıktan istifa etmiştir.
1920-1922: Haim Nahum ABD'de Türkiye'nin gayri resmi temsilciliğini yapmıştır.
1923: Haim Nahum Lozan Muahedesi'nde (Mustafa Kemal'in görev vermesiyle) müşavirlik yapmıştır.
1924: Hilafet ilgâ edilmiştir.
1925: Haim Nahum Mısır ve Sudan Hahambaşılığına getirilmiştir.
1929: Haim Nahum Mısır vatandaşlığına geçmiştir.
1930-1934: Haim Nahum Mısır'da Senatörlük yapmıştır.
1939-1945: İkinci Cihan Harbi
1944: Haim Nahum Mısır Yahudileri Tarihi Araştırma Cemiyeti'ni kurmuştur.
1948: İsrail Devleti kurulmuştur.
1950: Haim Nahum'un gözleri kör olmuştur.
1952: Nasır askeri darbe ile iktidara gelmiştir.
1956: Süveyş Harbi ile Yahudilerin Mısır'dan toplu göçü.
1960: Haim Nahum Kahire'de ölmüştür.
 (Hüseyin Serkan Elönü, Haim Nahum [Siyonizm İdeali Peşinde Koşan Bir Hahambaşı], sss. 125-126-127)
. Muhtemel İspanya'dan gelme Makedon Kamâl 1924 yılında Hamidiye Kruvazörü komutanına şöyle demiş:
 İlk 5 yılda İnkılabları yaparız.
 İkinci 5 yılda kendimizi dünyaya tanıtırız.
 Üçüncü 5 yılda İngiliz kralına yurdumuzu ziyaret ettiririz.
 (Genelkurmay Başkanlığı Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yayını, 1973, s. 171)
Finali düşman İngiliz kralı yapacakmış. Yaptı da... 1936'ya kadar Boğazlarımızı işgal eden işgalci İngilizin kralı 1936'da Yahudi Rockefeller ile birlikte Valilerini teftiş için ülkemize geldi. CHP'liler ülkenin altınlarını 1934'te İngiltere'ye göndermiş, Ayasofya'yı müzeye çevirmişlerdi. İngiltere'den altınlarımızı 2015 itibari getiren ise PKK, FETÖ, Süleymancı ittifakçılarının sövdüğü AK Partili Damat Berat Albayrak idi. Albayrak bu yüzden içimizdeki Siyonist ve Haçlılar ile çomarlarının hedefi oldu. Elbet bu kanunlar bir gün kalkacak. İngilizin yazdığı yalan târihten bu millet kurtulacak. Kim kahraman, kim hain, kim Yahudi ve Rum, kim Türk herkes öğrenecek.
#CHaçlıPİnglzKml
.Fetullah Gülen kızının hristiyanla evlenmesinde bir mahzur görmüyor çünkü Müslüman değil.
Ali Sürmeli "New York'ta 5 Minare" filmindeki rol modelinin Fetullah Gülen olduğunu söyledi.
Bahar Feyzan sunduğu 50 Dakika programında rol aldığı ve PKK sevici Mahsun Kırmızıgül'ün yönettiği "New York'ta 5 Minare" filmindeki rol model kim?" sorusuna, Sürmeli, "Fetullah Gülen hoca efendi rol modeldi" diye cevap verdi.
"Suriyeliler gitsin" diye twitt atan filmin başrol oyuncularından Şiâ/Alevi Mustafa Sandal İranlı bir mülteci olup Sırp mülteci Emina ile evliydi.
.Vahdettin, İngiliz gemisiyle kaçtı diyen içerideki İngilizler, İngilizin krallarını ve İngiliz gemilerini mahyalar, törenler, alkışlar ile karşıladılar.
Makedon Kamâl Florya Deniz Köşkü projesini 1935 yılı Haziran ve Temmuz ayları 43 günde inşa ettirdi. Bu köşke ilâveten Genel Sekreterlik Köşkü (Beyaz Köşk), Yaverlik Köşkü (Mavi Köşk) ve Misafir Köşkü (Kırmızı Köşk) yaptırdı.
Deniz Köşkü'nde bir kişi misafir etti, ağırladı.
Denize döktük dedikleri İngiltere'nin Kralı VIII. Edward’ı önce Dolmabahçe Sarayı’nda misafir etti, sonraki gün Deniz Köşkü’nün terasında verdiği kokteylle İngilize hizmette kusur etmedi.
17 Kasım 1917 tarihinde kendi çıkardığı Minber gazetesinde ülkeyi işgale gelen İngiliz General Harrington'a en ön sayfadan açık mektup yazan Makedon Kamâl, "Ben İngilizleri çok severim. Türkiye'yi işgale geliyorsunuz. Burada güvenilir Valilere ihtiyacınız olacak. İşte ben buradayım."
Makedon Kamâl'ın Beşiktaş ve Şişli'deki evlerini işgalci İtalyanlar ve İngilizler koruyordu. Elbet bu kanunlar bir gün kalkacak. İngiliz gemisine kim/kimler binmiş herkes öğrenecek. Az kaldı.
Atatürk aşığı emekli münafık imam Mehmet Ali Öz'ün kitabında 1877 doğumlu olduğu belgelenen Makedon Kamâl'ın kendisinden 21 yaş küçük İzmir'in meşhur Sabetayist ailesi Evliyazâdelerden Latife Hanım 1975 yılında 77 yaşında göğüs kanserinden öldü. Devlet töreni yapılmadı ama tabutuna Türk Bayrağı örtüldü.
İzmirli Latife'nin cenaze namazı her Sabetayist gibi Teşvikiye Camisinde kılındı, müslümanların Edirnekapı Şehitliği'nde toprağa verildi.
Latife Hanım'ın Ziraat ve Osmanlı Bankası'nda iki kasası vardı. Kasalar, vefatından dört sene sonra açıldı. Cumhuriyet tarihine ait belgeler mirasçılarınca Türk Tarih Kurumu'na verildi.
Sabetayist olan Reşad Kaynar, 1932'de ilk Türk Tarih Kongresinde katiplik yapan tarih hocaları arasındaki 6 kişiden biriydi. 33 derece mason olan Küçük Reşit Paşa'yla ilgili "Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat" adlı kitabı 30 senede yazdığı için Ordinaryüs lakabını torpille alan Yahudiydi.
Latife, Kamâl ile evlendikten sonra ölümüne kadar 5 hatıra defteri tutmuş, defterler Ziraat Bankası'nın kasasına kaldırılmış, bu defterlerde yazılanlar açıklansın diye tartışma başlamıştı.
Sulh Mahkemesi yazılanları tetkik etmek için "kasıtlı" Sabetay Reşad Kaynar'ı görevlendirdi.
Reşad Kaynar'ın, "Bu açıklanırsa Cumhuriyet ve ülke karışır; açıklanamaz!" dediği Latife Hanım hatıra defterleri 2004 yılında açılması vasiyeti 50, daha sonra 100 yıl sonraya 2074'e ertelendi, Türk Tarih Kurumu kasalarına kaldırıldı.
Latife Hanım özel eşyaları içinde nikah yüzüğü çıkmış. Platin. İçinde “Latife 1339” yazıyormuş.
Makedon Kamâl öldüğünde eşyaları arasında olan ve Anıtkabir müzesinde yer alan yüzüğün içinde de “Gazi M. Kemal 1339” yazıyormuş.
Ayrılırken yüzüklerini birbirlerine iâde etmişler.
Yüzükler İnönü hediyesi. Lozan'dan getirmiş.
Lozan da ülkeyi satmış, yerine iki yüzük almış.
Tabutuna Türk bayrağı sarılan Latife'nin babası Sabetay Muammer Bey Türkiye'nin sayılı iki üç zengininden. İzmir belediye başkanlığı yapmış masonik İttihat Terakki kökenli bir mason.
Hani şu Osmanlı'yı emperyalistlere pay etmek ve kurulacak İsrail devletinin önünü açmak için İngilizlerce Selânik'te kurulan İttihat Terakki.
Annemin dedesi ile kardeşi Sivas'tan kalkıp savaşa gidiyorlar. Annemin dedesi savaş bitimi 7 senelik nişanlılıktan sonra evlenirken, kardeşi cepheden dönemediği gibi bir mezarı bile yok.
Çünkü, dedelerimize mezar yatırmayıp, işgale gelen Haçlı Anzaklar için 4 tane Anıt mezar yapmakla meşguldü İttihatçı Makedon Kamâl.
Bizim dedeler ile 15 yaşındaki çocuklar, İzmir'i kurtarmak için İç Anadolu'dan kalkıp gittiği Ege yollarında can verirken, İzmir işgal edildiği vakit bizi savaşlara sokan Sabetay Muammer Bey ile Latife ve bütün ailesi Fransa'ya kaçmıştı bile.
Tabutuna Türk bayrağı örtülen Latife, ülkemizi işgal eden Fransa'dan sonra bir başka işgalci düşman İngiltere'ye geçmiş, sonra Fransa'ya dönerek Hristiyan misyoner yetiştiren Fransız Sorbonne Üniversitesine gitmişti.
Bize öğretilen yalan İngiliz tarihinde olduğu gibi Millî Mücadele için değil, Türkiye'de kalıp da gitmeyen Yahudi Babaannesi hasta olduğu için Kurtuluş Savaşı sonlarında yurda dönmüştü.
Kıtır kıtır Türkleri kesen ve doğrayan Yunanlılar, Sabetay olduğu için Latife'ye dokunmamış, bir kurşun sıkılmadığı İngilizin tiyarosu bittikten sonra Yahudi Uşaklıgiller dönüş yapmıştı
..Bir GERÇEK CİHAD hikayesi daha... Belki daha önce okudunuz ama her seferinde ayrı bir lezzet veren bir hayat hikayesi. Cadullah Kurani.
DİL İLE DEĞİL, HAL İLE CİHAD
*** *** ***
Bir Yahudi çocuğun Türk bakkaldan hırsızlığı ile başlar hikaye…
İbrahim Amca bir Türk. Fransa’da yaşıyor ve mütevazı bir bakkal dükkanı var.. daha doğrusu küçük bir marketi...
Ondan alışveriş yapan bir sürü site sakini var dükkanının çevresinde.
Her milletten.. her dinden..her renk ve ırktan pek çok insanlar…
Bu evlerden biri de bir Yahudi aileye aittir. Hadisenin kahramanı 7 yaşındaki Cad.. Yahudi ailenin çocuğudur...
Cad, her gün gelir ve İbrahim Amca’dan alışveriş yapar. Her gelişinde de ona çaktırmadan bir çikolatayı cebine indiriverir.
Bu aylarca böyle devam eder. Bir gün yine gelir, alışveriş yapar.Ama her zaman yaptığı gibi çikolata çalmayı unutur ve dükkandan çıkar…
İbrahim Amca, arkasından seslenir şefkatle:
-Cad, bugün çikolatanı almadın?
Ve uzatır ona her zaman Cad’ın aldığı çikolatayı… Şaşırır çocuk ve
-Biliyor muydun? der hayretle.
İbrahim Amca başını okşar Cad’ın ve:
-Sakın bir daha çalma Cad, hırsızlık büyük bir suçtur. Başkasının hakkına tecavüzdür! Söz ver bana bir daha kimseden almayacağına böyle.
Buraya geldiğinde yine al çikolatanı, ama benden hediye olarak, der şefkatle…
Bundan sonra Cad ile arkadaş hatta dost olurlar. İbrahim Amca 50 yaşında, Cad ise 7 yaşında bir çocuktur. Aradan yıllar geçer. İbrahim Amca bu Yahudi çocuğa hem arkadaş hem baba gibi davranır. Ne zaman Cad’ın bir sıkıntısı olsa, doğru İbrahim Amca’sına koşar.. Onun şefkatli sinesine sığınır. Ailesiyle, arkadaşlarıyla vb. tüm meselelerini anlatır bu dostuna ve nasihatlerini, çözümlerini hayranlıkla dinler ve tatbik eder. Her seferinde İbrahim Amcası çekmecesinden bir kitap çıkarır ve Cad’a vererek..
-Hadi aç bir yeri, der..
Cad’ın açtığı yüzdeki iki sayfayı okur, Cad’a anlatır ve meselesini böylece çözümlerler birlikte. Hayrettir ki, her defasında da teşhis ve çözümler doğrudur!
Dükkandan sıkıntıları bitmiş olarak ayrılır hep. Böylelikle tam 17 yıl geçer..
Cad 24 yaşında koca bir genç delikanlı, İbrahim Amca da ötelere yürüyen bir fani… Ama dostlukları hep bu minval üzere devam etmiştir.
Bir gün emr-i Hakk vaki olur ve İbrahim Amca, Hakk’ın rahmetine kavuşur. Ölmeden önce çocuklarına bir vasiyeti vardır İbrahim Amca’nın..
-İçerideki kendisine ait küçük sandık, hediye olarak bu Yahudi gence verilecektir.
Cad, bu en büyük dostunun ölümüyle yıkılır… Çok ağlar, çok yanar. Artık elinden tutan, meselelerine çözümler bulan, sırdaşı dert ortağı yoktur.
Vasiyet üzerine sandık Cad’a ulaştırılır. Ama ilk anların hüznüyle açmak istemez sandığı. Neden sonra yine büyük bir mesele ile baş başa kalır Cad ve içinden çıkamadığı, çok daraldığı bir vakit aklına İbrahim Amcası ve sandık gelir. Koşar açar sandığı. Bir de bakar ki sandıktan, İbrahim Amca’sının eline verip açtırdığı ve okuduğu, böylelikle problemlerini her seferinde çözümlediği o kitap çıkar.
Kitabı anlamaz, çünkü Arapçadır. Koşar, okutmak için Tunuslu arkadaşına gider. Her zamanki gibi iki sayfa okumasını ve açıklamasını ister ondan. Mesele yine halledilmiştir o kitap sayesinde…
Merak eder Cad..sorar:
-Bu kitap nedir?
Tercüme eden Tunuslu:
-Bu Kur’an-ı Kerim’dir.. Müslümanların kitabı.
Cad şaşırır, şoktadır! Hiç tereddüt etmeden Cad sorar hemen:
-Müslüman olmak için ne yapmalıyım?
Tunuslu gerekeni söyler ve Cad Müslüman olur. Cadullah Kur’anî adını alır ve öyle ilerler, kendini öyle yetiştirir ki bu yolda, sadece Avrupa’da yaklaşık 6000 Hıristiyan ve Yahudi’nin Müslüman olmasına vesile olur… Her geçen gün artar, hidayetine vesile oldukları...
Bu eski Kitab’ı karıştırırken arkasında bir harita çıkar önüne. Orada, İbrahim Amca’nın not ettiği şu ayet vardır:
-Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davette bulun!
Bunun bir işaret olduğunu düşünerek Afrika’ya gider davetçi olarak.
Önce Kenya’ya..sonra Güney Sudan’a oradan Uganda’ya ve komşu ülkelere. 30 yıla yakın dolaşır oralarda.
Afrika’nın sıkıntıları bitmez. Allah’ın izniyle ve onun davetiyle İslam’a girenlerin sayısı milyonlara ulaşır. Ama o Afrika’da hastalanır ve 54 yaşında 2003 yılında Allah’a davet yolunda vefat eder.
Cad’ın annesi koyu bir Yahudi ve üniversitede hocadır.
O da 2005’te Müslüman olur. Yani oğlunun ölümünden 2 yıl sonra, 70 yaşında… Oğlunu Yahudiliğe döndürmek ve ikna etmek için 30 yıl uğraşmış..bütün tecrübesini bilgisini ve gücünü kullanmış ama muvaffak olamamıştır.
İşte budur hakiki din…
Neden Cad hemen Müslüman oldu?
Annesi diyor ki:
-İbrahim Amca 17 yıl boyunca bir kere bile bana “Yahudi” ya da “kâfir” demedi hatta İslam’a gir bile demedi...Ama bir çocuğun kalbinin nasıl Kur’an’a bağlanacağını iyi bildi.
Bir Arap kanalında Kur’an’ı..Ona sarılmayı..Kur’an’la amel etmenin lüzumunu anlatan Mısırlı Tebliğci Dr. Saffet Hicazî, konuşmasının sonunu onun kıssasına ayırmıştı.
Gözyaşlarıyla İbrahim Amca’yı anlattı. Hele zerafetle, hiç örselemeden yetiştirdiği fidanının, dünyanın dört bir köşesinde, âb-ı hayat dağıtması hiç olacak şey miydi İbrahim Amca’nın?
Dr. Saffet Hicazî, bizzat tanışır Cadullah’la ve hikayesini ondan dinler. Elinden hiç bırakmadığı hayli yıpranmış Kur’an’ı sorduğunda Cadullah:
-Ammu İbrahim’in (İbrahim Amca) Kur’an’ı işte bu, der.. yanında gezdirmektedir hep…
Londra’da, Darfur’a destek ve oradaki Müslümanların meseleleriyle alakalı bir toplantı sırasında Hıristiyanlaştırılmak istenen Zulu kabilesinin reisiyle karşılaşan Dr. Saffet Hicazî kabile reisine:
-Sen, Cadullah Kur’anî’yi tanıyor musun diye sorunca adam çok şaşırır ve heyecanla:
-Evet! Sen nereden tanıyorsun, yoksa gördün mü onu, konuştun mu onunla? ve peş peşe sıralar sorularını.
-Evet.. onunla İsviçre’de karşılaşmıştım. Bunu söyleyince Saffet Bey..Zulu kabilesinin reisi onun ellerine sarılır, elini yüzünü öper gözyaşları içinde… Dr. Saffet Hicazî:
-Sen de onun tesiriyle mi İslam’a girdin, der.
O da:
-Ben onun sayesinde Müslüman olan birinin yardımıyla Müslüman oldum der ve sonra da
Dr. Saffet Bey’i kastederek:
-Madem bu eller onun elini tuttu, madem bu gözler onu gördü, ben sanki onu öpüyorum.
Allah, Cadullah Kur’ani’ye rahmet etsin. Rabbim İbrahim Amca’ya da rahmet etsin, o gibilerin emsallerini arttırsın… Onların elinden kimler İslam’a girdi Allah bilir. Kapanmayacak bir amel defteri ile Allah’a kavuştu Cadullah ve onun İslama girmesine sebep olan İbrahim Amca..
Büyük fedakarlık onlarınki…
Hele bu asırda!
Herkesin maddeye meftun olduğu,herkesin “ben, ben” dediği, kendi çocuklarını veya ana babasını bile önemsemeyip nefsinin bitmez tükenmez arzularının peşinde olduğu şu talihsiz asırda..
*** *** *** *** **
Her seferinde okumak ve paylaşmaktan büyük keyif aldığım ve paylaşmayı bir görev saydığım muhteşem bir mücadele... Pek az kimseye nasip olan gerçek bir Cihad hikayesi.
Allah böyle mücahidlerin cümlesinden razı olsun. 
İkinci foto film afişi.
İbrahim amcanın Cad ile olan dostluğu daha sonra filme de çekilmiştir.
https://www.facebook.com/photo/?fbid=104360962520832&set=a.104360795854182
#27Mayıs1960Darbesi #SabetayistYahudiler_ErmeniPakraduniler_Masonlar_Cumhuriyeti #TCAnayasasınıSabetayistYahudiDönmelerHazırladılar
Türkiye’de ki asıl mesele; KURDUKLARI CUMHURİYETİN, KANDIRDIKLARI MİLLETİN ELİNE GEÇMESİDİR
Türkiye’de gizli bir iktidar bloku var. Bunlar; TSK, Tüsiad, Yargı, Medya, Sendikalar, Sabetayistler, Masonlar, STK'lar.... Türkiye'de askerin siyaset üzerindeki etkisi hiçbir zaman kırılmadı ve hep varoldu.
Ordodoks Türkan Saylan diyor ki:
"Biz asılsız, dolayısıyla % 95 oy bile alsalar bu ülkede bizim istemediğimiz bir şeyin olması mümkün değildir."
***
"Bütün gayesinin tıpkı Rockefeller veya Ford vakıfları gibi bir vakıf kurmak olduğunu" söyleyen Vehbi Koç,
darbeci Millî Birlik Komitesi cunta yönetimi hazinesine altın ve nakit cinsinden bağış yapmıştır.
Milliyet, 26 Haziran 1960
1961 Anayasası’nı Sabetayistler mi Yaptı?
"1960 Darbesi’nden sonra yapılan anayasanın giriş bölümündeki İlk cümle, meşru iktidarların nasıl bir algı yönetimiyle yıkıldığının açık delili niteliğindeydi. 1961 Anayasası’na girmiş haliyle 27 Mayıs Darbesi’nin gerekçesi; "Anayasa ve hukuk dışı, tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkı” olarak gösteriliyordu. Dahası, cunta tarafından yapılan askeri bir darbe" devrim” olarak nitelendirilerek, silah gücüyle yapılan iktidar gasbını Türk Milleti’nin geneline mal etme kurnazlığına da başvurulmuştu.
Oysa bırakın halkın bu “iktidar gasbına" destek vermesini, darbe emir komuta zinciriyle bile yapılmamıştı. Yani ordu içerisinde bile fikir birliği yoktu. Dolayısıyla “Türk milleti adına” her şeye hepi topu 38 kişilik bir cunta ekibi karar vermişti. Neyin meşru, neyin gayrimeşru olduğu cunta tarafından belirlendiği gibi, darbeden sonra yapılan 1961 Anayasası’nın nasıl olacağına da, içerisinde Sabetaycıların etkili olduğu iddia edilen 20 kişilik bir komisyon karar vermişti.
Burada üzülerek belirtmek gerekir ki, 1876 Anayasası dahil, bugüne kadar yapılmış olan hiçbir anayasa, maalesef milletin özgür iradesiyle gerçekleşmemişti. Zira mevcut beş anayasadan üçü askeri darbeler sonucu, diğer ikisi de olağanüstü şartlar altında yapılmıştı. 1961 ve 1982 anayasaları sözde referanduma sunulmuş ise de, hem alternatifsiz, hem de tek taraflı propaganda neticesinde halka dikte ettirilmişti. Öyle ki, AK Parti’nin 2007 yılı Genel Seçimleri’nde kazandığı 363 milletvekiliyle TBMM’nin yaklaşık yüzde 66’sını temsil etmesine rağmen, sivil bir anayasa yapmaya cesaret edememesi, Türkiye’de anayasaların şimdiye kadar kimler tarafından yapıldığının açık bir göstergesiydi.
Özelliklede 1876, 1960 ve 28 Şubat 1997 darbelerinin gerçekleşmesinde büyük rol oynayan masonlar, bir yandan darbe sonrasında devletin kilit noktalarına adamlarını yerleştirirken, diğer yandan da devletin istikametini belirleyen anayasaların yapılmasında tam yetki sahibi olmuşlardı. Mesela 1960 Darbesi’nden sonra anayasanın hazırlanması için Milli Birlik Komitesi (MBK) tarafından Anayasa Komisyonu Başkanlığı’na bir mason olan Prof. Dr. Enver Ziya Karal getirilmişti. Dahası, 1961 Anayasası’nı hazırlayan kurulun ilk Başkanlığı’nı yapan Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, komisyonun sözcülüğünü yapan Prof. Dr. Muammer Aksoy ve komisyonun diğer üyelerinden Prof. Dr. Münci Kapani ile Coşkun Kırca’nın da "Sabetayist" olduklarına yönelik ciddi iddialar var. Tabi 27 Mayıs Darbesi’nden bahsederken, burada Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’a ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. Zira “sabetayistlerin" okullar zinciri” olan Fevziye Mektepleri Vakfı’nın 1955 yılından itibaren yönetim kurulu üyeliği ve başkanlığını da yapan Onar, sadece 1961 Anayasası’nın yapımında rol oynamamış, darbe öncesi öğrenci hareketlerinin yönlendirilmesi ve darbeyi meşrulaştırmak için yapılan dezenformasyon faaliyetlerinde de üzerine düşen görevi fazlasıyla yerine getirmişti. Mesela 27 Mayıs Darbesi’nin en meşhur ajitasyonlarından biri olan “öğrencilerin kıyma makinelerinde kıyıldığı” yalanını ilk ortaya atan kişi, Sıddık Sami Onar’dı.
Dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü olan Sıddık Sami Onar, üniversite binasında yapmış olduğu 2 Haziran 1960 tarihli basın toplantısında şöyle diyordu: “... Şehitlerin listesini tam olarak tesbit etmek üzere gerek İstanbul dahilinde, gerek taşrada bulunan ailelerden yüksek tahsil yapmakta olan çocuklarından haber alamayanların bize müracaat etmelerini, yarından itibaren radyo ve gazeteler vasıtasıyla ilan edeceğim. Bazı mezarlıklara kamyonlarla getirilip gömülen talebelerden, buzhanelere konulanlardan, kıyma makinalarında çekilenlerden bahsedilmektedir. Bu iş için üniversitede bir teknik kurul teşkil edilmiştir. Ölenler hakkında ileri sürülen rakamlar mübalağalı değildir. Ölenler vardır ve bunların tespitine çalışılmaktadır.”
Aslında böyle bir vakanın yaşanmadığını Onar da biliyordu. Zira daha sonra yapılan araştırmalarda, bu dezenformasyonun tamamen darbeyi meşrulaştırmak için bilinçli şekilde üretildiği ortaya çıkacaktı. Onar, darbe sonrası seçime gitme ve yönetimi sivillere bırakmaya da şiddetle karşı çıkanlardandı. Onar’ın başında olduğu komisyon, Tarık Zafer Tunaya ve İsmet Giritli gibi demokratik rejimden yana olan üyeleri tasfiye etmesiyle de biliniyor.
1961 Anayasası’nı hazırlayan komisyon üyelerinden dikkat çeken bir diğer kişi ise Emin Paksüt’tü. Zira Türkiye’deki iktidar mücadelesinin sürekliliğini özetlemesi açısmdan Emin Paksüt ilginç bir örnek. .. Emin Paksüt, Osmanlı sonrası yeni rejimin kökleşmesini sağlayan İstiklal Mahkemeleri’nin Başkanı Ali Çetinkaya’nnı oğluydu. “Paksüt” Soyadını bir yerden daha hatırlıyoruz. AK Parti hakkında 2008 yılında açılan kapatma davasında, partinin kapatılması için kulis faaliyetleri yürüten ve aleyhte oy kullanan Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt... İşte Osman Paksüt de Emin Paksüt’ün oğluydu. Yani “Cellat Ali” lakaplı Sabetayist Ali Çetinkaya’nın torunu..."
Üst Akıl: Derin İktidarın Küresel Efendileri, Murat Akan, Sayfa: 132-133
.
Mevlüt Yaman
Bu toprakları 27 yıl şeflikle,1951’den sonrada 15 Temmuz’a kadar 11 darbe teşebbüsü,post modern darbe ve darbe ile yönetmişlerdir.(Devlet ve düzen içinde kilit noktalara yerleştirdikleri çok az sayıda kadrolarıyla..)
Vatanının bölünmesi için PKK’yı kurduran, besleyip büyütenler,meclise sokan, savunan, arkalarında duran,cenazelerini omuzlayanda bunlardır.
Amaçları çakma bir Kürt/Yahudi devleti adı altında Büyük İsrail’dir.
Biz 15 Temmuz’da kısmende olsa devletimizi bunlardan geri aldık.
Bir asırdır bizi özyurdumuzda garip,özvatanımızda parya yapanların nihai kaderi yine şairimizin dizeleriyle;
Bulutlar rahmetini kesmeden yavaş yavaş/İnsanlar selamını esirgemeden..
İçimizden defolup gideceklerdir..
 "Türkiye bir asırdır. bunların çiftliğiydi onlarca yıldır Müslüman Türk milleti ve Osmanlı bakiyesi Müslümanlarda üstad Necip Fazıl'ın ifadesiyle Özyurdunda garip ve Özvatanında parya, onlarca yıldır bu ülke insanına maraba muamelesi yaptılar bu kendilerine #BeyazTürkler'de diyen gayrı İslâmi, gayrı milli ve gayrı yerli  güruh.
Siz dünyanın herhangi bir yerinde bir banka sahibi veya ortağı bir siyasi parti duydunuz mu?(Ki bu banka Hindistan Müslümanları tarafından hilafet ve saltanatın kurtarılması için Milli mücadeleye gönderilen paralarla kurulmuştur) yada dünyanın herhangi bir ülkesinde o ülke halkının/milletinin manevi/moral değerlerine düşman bir siyasi organizasyon/parti varmıdır?
Elbette vardır. Osmanlı coğrafyasında Rotschild ailesinin İngiltere vasıtasıyla kurduğu bütün devlet ve düzenler böyledir, ancak CHP bunlardan bir yönüyle farklıdır. CHP imparatorluğumuzu yıkan ve medeniyetimizi yok etmek isteyenlerin (Siyonist mahfiller ve Batı emperyalizmi) bu ülkedeki kalesidir, içimizdeki Truva atı'dır.
Açık oy/Gizli tasnif rezilliğiyle kazandıkları 1946 seçimlerinden beri siyaseten ülke yönetiminde parti olarak olmamaları bu gerçeği değiştirmez.1931 yılında kurdukları Merkez bankasında T.C. sadece %15 oranında hisse sahibiydi, İngiliz birliği bu topraklardan 1936 yılında ayrılmıştır, Sovyet tehdidi bahanesiyle 1949'da bizi soktukları NATO'ya(ABD'ye) Fulbraith anlaşmasıyla eğitim sistemimizi hasılı devlet ve düzeni teslim etmişler Rockefeller ailesinide ortak etmişlerdir. Devlet ve düzenin kalbine, kılcal damarlarına kilit noktalarına yerleştirdikleri eleman ve kadrolarla ki bunların sayısı üç beş bini geçmez millet/halk iradesi kimi seçerse seçsin onlar hep iktidarda kalmışlardır.
1923-1938 ebedî şef,1938-1950 milli şef dönemlerinden sonra 1951 yılından başlayarak 15 Temmuz 2016'ya kadar yaptıkları 11 darbe teşebbüsü,post modern darbe ve darbelerle milletin/halkın iradesine müdahale etmişler, çekidüzen vermişlerdir.
Kendilerinden olmayan ve bu topraklarda kurdukları bu yapıyı fark, idrak ve değiştirme düşüncesi ve aksiyonu gösteren İslâmî Milli ve yerli her kimliğe ve kişilere saldırmışlar Başbakan, bakan asmışlar, hapishanelerde çürütmüşler garip kaza ve suikastlerle yok etmişlerdir.
Düşman içimizdedir. (Ali Koç)
Mevlüt Yaman
"ASRIN İHANETİ"
1. Dünya Savaşı sonucunda bir milyon 300 bin şehit vermiştik.
O dönemin Osmanlı sınırları içinde yaşayan Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkes’i, Boşnak’ı, Arap’ı, tüm Müslüman evlatlarımız yan yana şehit düşmüşlerdi.
O yıllarda Türkiye’de gayrimüslim sayısı çok fazlaydı ve onlar savaşa alınmıyordu.
Yani bizim Müslüman gençlerimiz bu ülke için düşmanla çarpışırken Ermeniler, Yahudiler, Hıristiyanlar, Rumlar ve daha niceleri bu ülkenin topraklarında ve güvenlik içinde keyif çatıyordu.
Savaşların ardından, İmparatorluğun son demlerinde, savaştan çıkmış bu ülkede çalışabilecek, ekonomiye katkı sağlayacak genç nüfus yoktu.
Anadolu nüfusunun çoğunluğu ise okuma yazma bilmeyen kadınlar, yaşlılar, çocuklar ve cepheden dönen kolu bacağı kopmuş insanlardan oluşuyordu.
Yahudiler, Ermeniler ve Rumlar Anadolu’nun en zengin kavimleri haline geldiler.
1. Dünya Savaşının ardından Avrupa’dan Türkiye’ye
185 bin Yahudi göç etti.
Ermeniler ise kimliklerini gizlediler.
Ve 1923 Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
1927’de ilk nüfus sayımı yapıldığında Türkiye halkı sadece 13 milyondu.
Bu nüfusun yaklaşık 1 milyonu gayrimüslimdi. Çoğunluğu Avrupa’dan beslenen bu gayrimüslimler, tahsilli ve zengindiler.
Yaşanan süreçte birçokları kimliklerini gizlediler, köylerinin isimlerini değiştirdiler ve çocuklarına Türk isimleri verdiler.
Soyadı kanunuyla da artık onları hiç bilemez olduk.
Türk kimliği aldılar çünkü..
Peki, yeni kurulan bu Cumhuriyet döneminin kurumlarını kimler teşkil edecekti?
Üniversite hocaları, doktorlar, maliye, hukuk, eğitim alanlarına hep bu okumuş gayrimüslimler, yerleştirildi.
Onlar zenginledikçe zenginleşti ve her alanda daha çok söz sahibi oldular.
Her zaman Türkiye’nin en önemli mevkilerinde oldular, kritik görevlere getirildiler.
Medya onların ellerindeydi.
Ülkenin en güzel yaşam alanları onlara tahsis edildi. Sahil kesimini hep onlar işgal ettiler.
 "Kendilerini en büyük Atatürkçüler olarak tanıttılar. Çünkü bu sayede kuralları hep onlar koydu."
 "Tarih kitapları gerçekleri değil, onların isteği doğrultuda yazıldı..."
"Bütün bunları yapanlara göre Anadolu insanı tahsil sahibi olmamalı ve asla zenginleşmemeliydi."
Bu hareketin bir ayağı da başörtüsünü engelleyerek Anadolu’nun muhafazakâr insanlarına eğitim hakkını kapatmaktı.
Bu konuda medyadaki güçlerini sonuna kadar kullandılar.
(Uğur Dündar'ın korku müziği eşliğinde okulda namaz kılan üç çocuğu günlerce haber yapması gibi)
Bu ülkeyi düşmanlardan koruyacak olan orduya irtica adı altında İslam düşmanlığı yaptırdılar.
İmam hatiplerin önünü katsayı engeliyle,
Anadolu müteşebbisinin önünü de “yeşil sermaye” bahanesiyle kapattılar.
Türk-Kürt, Alevi-Sünni ayrımcılığını körükleyerek ülkenin insanına ikinci sınıf muamelesi yaparken kendilerine ise “Beyaz Türk” dediler.
"Namaz kılan, oruç tutan, eşlerinin başı kapalı bu ülkenin çocukları olan binlerce subayı ordudan ihraç ettiler...
Memur olmalarına engel oldular."
Gerek medya aracılığıyla gerek okullardaki eğitimde hep bir Batı özentisi aşıladılar.
Gençler kendi geçmişinden, atalarından, Çanakkale de savaşan sarıklı, cüppeli dedelerinden, çarşaflı Nene Hatunlardan utanır hale geldi.
Mason locaları hiç boş durmuyordu anlayacağınız... Ancak son elli yılda artık millet uyanmaya başlamıştı.
Onları devlet yönetimine getirmiyordu ama bürokraside, eğitimde, yargıda, askerî alanda yine hep onlar söz sahibiydi.
Cumhuriyetten beri oluşturulan genel görüş açısı itibariyle “insanlar dini vecibelerini yaşamamalı” imajı oluşturulup, hatta zaman zaman da kanunlarla birçok şeyin yasaklanması, insanların inançlarını gizli yaşamalarına sebep oldu.
"Bu ülke ateiste-deiste tanıdığı hakkı, Çanakkale’de ülkeyi canıyla kurtaran insanların çocuklarına, torunlarına tanımadı."
Bundan yaklaşık bir asır önce, 18 Eylül-30 Ekim 1918 tarihleri arasındaki 42 günde Filistin Cephesi’nde yaşanan büyük bozgun üzerinde kesif bir sis perdesi var.
Nablus bozgunuyla başlayan, Filistin Cephesi’nin çökmesi, Osmanlı Ordusu’nun Toroslara kadar hızla çekilmesiyle sonuçlanan 42 günde aslında son 100 yılımızı şekillendiren hadiseler yaşanmıştı.
8 Aralık 1917’de Gazze ve Kudüs, Allanby komutasındaki İngiliz ordusu tarafından işgal edilmişti. Osmanlı ordusu, Kudüs’ün biraz kuzeyinde, Nablus’ta güçlü bir direniş hattı kurmuştu. Savaşın artık sonu yaklaşıyordu. İstanbul, ateşkes antlaşmasının en azından bu hattı muhafaza ederek imzalanmasını hedefliyordu.
Mustafa Kemal Paşa ile Şehzade Vahdeddin arasında sıkı bir dostluk vardı. Mustafa Kemal Vahdeddin’le sık sık görüşüyordu. Bir ara Şehzade’nin yaverliğini yapmış, Vahdeddin’e Almanya ziyaretinde eşlik etmişti. Sultan Reşad’ın vefatıyla Vahdeddin 4 Temmuz 1918’de tahta oturdu. Mustafa Kemal’in en büyük arzusu İstanbul’da önemli bir göreve getirilmekti. 5 Ağustos’ta saraya çağrıldı, Vahdeddin’le görüştü. Sonuç büyük bir hayal kırıklığı idi: Vahdeddin, “çok beğendiğim ve güvendiğim bir komutan” dedikten sonra Mustafa Kemal’i Filistin Cephesi’ndeki 7. Ordu’nun komutanlığı görevine atadı.
Mustafa Kemal, Harbiye Nazırlığı beklerken Filistin Cephesi’nde son derece önemli, kritik ve zor bir göreve atanmıştı. Bunu da Enver Paşa’nın bir tuzağı olarak görüyordu. Cepheye gitmekten başka seçeneği yoktu, zaten daha önce 7. Ordu Komutanlığı’ndan istifa etmişti. Tamamen gönülsüz olarak Filistin’e hareket etti.
18 Eylül 1918 gecesi İngiliz ordusu Nablus’taki Osmanlı ordusuna saldırdı. Cevat Paşa komutasındaki 8. Ordu darmadağın oldu. Mustafa Kemal 7. Ordu’yu hızla geri çekiyordu. Ordu dağılmasın diyordu ama, özellikle Albay İsmet (İnönü) komutasındaki 3. Kolordu tam bir beceriksizlik neticesi perişan edilmişti.
Osmanlı ordusu Şam’a kadar hızla geri çekildi. İstanbul’da Enver Paşa ve Yıldırım Orduları Komutanı Liman von Sanders direniş hattının Şam’da kurulmasını, buradan geriye gidilmemesini istiyorlardı. Mustafa Kemal’in durmaya hiç niyeti yoktu. Bir yandan hızla geri çekiliyor, bir yandan da İstanbul’a “İngilizlerle mütareke yapın” mesajları gönderiyordu.
1 Ekim 1918’de Şam teslim edildi. Halep’te de durulmayacaktı. 7. Ordu Halep’in kuzeyine kadar, oradan da Kilis-Antep hattına kadar çekildi. 30 Ekim 1918’de mütareke imzalandığında, Filistin, Ürdün, Lübnan, Suriye ve Musul dâhil Irak direnilmeden kaybedilmişti. Binlerce Mehmetçik, savaşırken değil geri çekilirken şehid olmuş, silahlar İngilizlere bırakılmıştı. Bölgede tek direnen, Medine’deki Fahreddin Paşa’ydı; o da çok uzun sürmeyecekti. Ama Fahreddin Paşa yenilmeyecek, geri çekilmeyecek, gelen baskılarla teslim olmak zorunda kalacaktı.
Osmanlı Ordusu Nablus bozgununa uğramasaydı, ordu hızla geri çekilmeseydi, direniş devam edebilseydi, Toroslara kadar geri çekilmek yerine Şam’da, Halep’te direniş hattını kurabilseydi, Birinci Dünya Savaşı’nın sonucu farklı olacak, Türkiye haritası farklı çizilecek, son 100 yılın hadiseleri farklı seyredecekti.
100 yıl önceki o 42 gün hezimetini yazanlar ve anlatanlar, iki gerçek dışı bahaneyle hadiselerin üzerini kapatıyor, tarihi karartıyorlar: İngiliz ordusunun çok güçlü olduğunu iddia ediyorlar. Arkasından da, eğer geri çekilmese Osmanlı ordusunun tamamen düşman eline geçeceğini söylüyorlar.
Hiç de öyle değil… Osmanlı ordusu Filistin Cephesi’nde son derece güçlüydü. Asker sayısı, silah, mühimmat, araç-gereç bakımından iyi durumdaydı. Askerin motivasyonu en yüksek seviyedeydi. Osmanlı ordusu savunma pozisyonundaydı, kendi topraklarındaydı, arkası Anadolu’ya yaslanmıştı. Yani son derece avantajlı konumdaydı.
Hızla geri çekilirken ordu ciddi zayiat vermişti. Geri çekilmeyip dirense, belki o kadar zayiat olmayacaktı.
Mondros Mütarekesi imzalanınca Mustafa Kemal Yıldırım Orduları Komutanlığı’na getirildi. Orada durmaya niyeti yoktu. Adana’dan bir trene binip İstanbul’a hareket etti. İzzet Paşa kabinesinde Harbiye Nazırı olacak, İsmet Paşa’yı da müsteşarı yapacaktı. İstanbul’a indiğinde İzzet Paşa kabinesi dağıldı; yeni kabinede ona yer yoktu. Canı pek sıkılmıştı.
Nablus ve Filistin Cephesi’ndeki büyük hezimetin hesabı kimseye sorulmadı. Zaten ortada hesap soracak bir devlet de kalmamıştı. Cephenin perişan ve mağlup komutanlarının ric’atleri, Filistin, Lübnan ve Suriye’yi düşmana teslim edişleri, efsanevi bir başarı gibi onlarca yıl anlatıladurdu.
100 yıl önce yaşanan Nablus bozgunu tarihimizin seyrini değiştirdi, Osmanlı Cihan Devleti’nin sonunu getirdi. Nablus bozgununun bütün yenilmiş komutanları ise birer kahraman oldu. İlginçtir, Nablus bozgununda yer alan hemen bütün komutanlar, misal Refet Paşa, Cevat Paşa, İsmet Paşa, Ali Fuat Paşa, Cumhuriyet’in kurucu kadrosunda yer aldılar.
100. yıldönümünde, Filistin Cephesi’nde yaşananlar keşke aydınlatılabilse…
Gerçeğin bu saatten sonra kimseye zararı olmaz.
Aydın Ünal - Yeni Şafak - 4.10.2018
.
ANITKABİR'İN SIRLARI
Anıtkabir tapınağına giderken herkesin önüne dikkatlice bakmaları için aralıklı döşenmiş taşlar arasında yürünür. Yolun sağında ve solunda Süleyman tapınağında olduğu gibi 12 şer, yani toplam 24 aslan figürü vardır. Yahudilerde sağ bedeni sol ruhu temsil eder. Sağdaki 12 aslan Yahudi’nin dünyadaki konumunu, soldaki 12 aslan ise ulviyetini temsil eder. Aynı zamanda Yahudiler 12 boya ayrılır.
Anıtkabir'e Tandoğan kapısından girildiğinde Barış Parkı içerisinde uzanan yoldan aslanlı yolun başındaki 26 basamaklı geniş merdivenlere ulaşılır. Merdivenin hemen başında biri hürriyet diğeri istiklal olan iki kule vardır. Yahudi İsrail devletini simgeleyen hürriyet kulesindeki kabartmada elinde kâğıt tutan melek figürü ile meleğin yanında şaha kalkmış bir at tasviri vardır. Şaha kalkmış at Yahudi’nin özgürlüğünü, meleğin elindeki kâğıt ise "Yahudi hürriyet beyannamesi"ni temsil eder.
Kulenin önünde üç erkek figürü vardır. Sağdaki erkek, başına miğferi ve kalın kaputu ile Hz. Süleyman'ı, solda olanı ise elinde Tevrat ile Hz. Musa'yı sembol eder. Ortada Hz. Davut vardır. Heykellerin yüzlerinde derin bir acı ifadesi vardır ve bu da Yahudi halkının bağımsız bir devleti olmamasının hüznüdür.
Diğer kulenin önündeki heykelde ise elinde kılıç tutan Süleyman figürü bulunur ama bu kılıç, Osmanlı kılıcı değil tapınakçıların ayin kılıcıdır. Elini ileriye uzatmış diğer heykel ise Osmanlı'nın Filistin'den kovuluşunu simgeler. O elin altında küçük bir ağaç vardır. O ağaç Kudüs'ü ve ilerde kurmayı hayal ettikleri İsrail'i simgeler. Ağacın altındaki küçük tümsek Siyon Tepesi’ni işaret etmektedir. O ağacı koruyan bir erkek figürü, Yahudi milletini simgeler. Kulenin iç duvarında çiftçilik yapan Yahudiler ile onları koruyan kılıcını uzatmış bir Yahudi figürü vardır. Bununla Filistin'e göçecek Yahudilerın korunmasına işaret edilmiştir.
23 nisan kulesine baktığımızda ayakta bir kadın ve elindeki kâğıtta 23 Nisan 1920 yazar, diğer elinde ise anahtar vardır. Misak-ı milli kulesinde ise dağınık Yahudilerin bir araya toplanması tasvir edilmiştir. Yanında bir kılıç kabzasını kavramış üst üste dört el vardır. Kudüs'teki tapınağı temsil eder. Yanında zayıf ve güçsüz elin tuttuğu sönmek üzere olan bir meşale vardır. Bu da Osmanlı'yı sembolize eder. Hemen yanında güçlü bir elin gökyüzüne doğru kaldırdığı ışıklı bir meşale daha vardır bu Hanuka’yı temsil eder. Hanuka, ışık bayramıdır...
Mozoleye çıkan 42 basamak Kabala’daki mertebeleri simgeler. Şeref holunun 27 kirişten oluşan tavan ve yan tavan kirişleri Hz. Süleyman'ın 27 yaşında ölen İsrailoğullarını doğuran hanımını temsil eder. Şeref holunun yan duvarında 12 bronz meşale vardır; bronz sertlik, sıkıntı ve sabrı temsil eder. İsrailoğulları 12 boyun birleşmesinden oluşur.
Şeref holundeki lahit tasının altında bulunan mezar odası ise Yahudilerce kutsal olan sekizgendir. Yahudilerde sekiz yeniden doğmayı ve başlamayı simgeler. Onlara göre Kamal burada yeniden hayata başlamıştır. Zohar ve Kabala’da 8’in anlamı çok derindir. Yahudilere göre tanrı, yaratışının 8. günü tekrar işine geri dönmüştür. Böylece 8. gün yeni bir başlangıcı temsil eder.
Sağ tarafta iki at, bir genç, bir kadın ve bir erkek figürü vardır. Bunlar Yahudilerin Filistin'den sürgününü simgeler. Genç erkek ise yumruğunu havaya kaldırmış "birgün dönüp öcümüzü alacağız" cümlesini temsil eder. Hemen solunda iki yahudi kadın ve bir çocuk ve üzerlerinde Kamal'a çelenk sunan bir Yahudi zafer meleği vardır.
Kamal mumyalanmıştır. Anıtkabirde hiç İslami sembol yoktur. Cenaze töreni resmi de yoktur. Aslanlı yolda bulunan aslanların Oğuz boyu ile ilgisi yok, niye kurt değil? Çünkü Yahudilikte aslan ve geyik kutsal sayılır. Kamal, Sabetay Sevi'nin soyundan geliyor. Kamal'ın öğretmeni Şemsi efendi'nin gerçek adı Simon Zwi, Sabetay Sevi'nin torunudur.
“Bütün bunlar yalan, ben inanmıyorum, iftira atıyorsunuz” diyecek kişiler var ise, gider kontrol eder. Yukarıdaki yazıda bir tek cümle yalan ise hodri meydan diyoruz. Yahudileri, Paganistleri, Sebatayistleri, Lilith’i pekiyi tanımayanlar, bugüne kadar almış olduğu yalan bilgilerin etkisinden kolay kurtulamayacaktır. Ancak biz, düşünün, sorgulayın, araştırın ve aklınızı kullanın diyoruz. Sonra konuşmaya kalkın. Artık ezberleri bozmanın vakti gelmedi mi?
Sayın Mü'min Müslüman Kardeşler'im,
Hüseyin Aktürk isimli Müslüman Kardeş'imiz tarafından hazırlanan ve Hüseyin Bol isimli Müslüman Kardeş'imiz tarafından paylaşılan *Kamâl'ın : Din'î ve Namus'u olanlar kazanamazlar, Fakir KALMAYA Mahkûmdurlar. Böyle Kimseler ile Memleket'i Zenginleştirmek mümkün DEĞİLDİR. Onun için önce DİN ve NAMUS Telâkkisini kaldırmalıyız* dediği hakkındaki Serlevha'ya yaptığım YORUM'U Ben de Sizlere sunuyorum.
Allâh'u Teâlânın 1400 Sene önce Kelâm'ı İlâh'isi Kur'ân'ı Kerim'de *İslâm Din'î ve Namus* Hususunda Buyurduğu Âyet'i Kerîm'eler'i yazıyorum :
Bismillâhirrahmânirrâhim,
Hûd sûresi âyet 7- İnsanlar'ıdan hangisinin daha Güzel SÂLİH ÂMELLER işleyeceği Hususunda İMTİHÂN etmek için, Gökler'i ve Yer'i (Kâinat'ı ve arasındakileri) ALTI Devre'de YARATTI.
En'âm sûresi âyet 101- Gökler'in ve Yer'in (Kâinat'ın ve arasındakilerin) YARATICISI O'dur (Allâh'tır). O'nun Allâh'ın Bir Eş'i (Hanım'ı, Karısı, Zevcesi) olmadığı için, O'nun (Allâh'ın) Bir Çocuğu olması da mümkün DEĞİLDİR.
Nahl sûresi âyet 125- İnsanlar'ı Rabbi'nin Yol'una (İslâm Din'îne) GÜZEL Sözler ile DÂVET ET. Onlar (İnsanlar) ile En GÜZEL Bir şekilde Mücâdele YAP.
Hûd sûresi âyet 13- Yoksa O'nu (Kur'ân'ı) Kendisi (Muhammed) Uydurdu MU Diyorlar? DE Kİ : Öyle ise Haydi, O'nu (Kur'ân) gibi #ON #Uydurma Sûre getirin. Allâh'tan başka Gücünüzün yettiği Yardımcılarınızı da ÇAĞIRIN. Eğer Doğru Söylüyorsanız, Bunu (İddîa ettiğinizi) yaparsınız.
Sâf sûresi âyet 6- Bir vakit de, Meryem Oğlu İsâ, şöyle DEDİ : Ben (İsâ), Sizlere (İsrâil'in Evlâtlar'ına) gönderdiği Elçisi'yim (Râsul'üyüm, Botschsft) ; Önce gelen Tevrât'ın TASDİKÇİSİ ve Benden (İsâ'dan) sonra gelecek Elçi'nin (Râsul'ün) Müjdecisi olarak GELDİM ki, O'nun (Elçi'nin, Râsul'ün) İsmi *Ahmed'dir*. Sonra O Elçi Râsul Onlara (İsrâil'in Evlâtlar'ına) Mûcîzeler ile gelince : Bu (olanlar), Apaçık Bir Sihir'dir, dediler.
Â'li İmrân sûresi âyet 85- Her Kim İslâm Din'înden başka (Bâtıl) bir DİN ararsa (Seçerse), O (Günâhkâr) Kimseden, Bu (İslâm Din'î hârici) DİN, Aslâ Kabûl EDİLMEZ. Ve O (Günâhkâr) Kimse, Âhiret'te HÜSRÂN'A uğrayanlardan OLUR.
Ahzâb sûresi âyet 35- SADÂKA veren Erkekler ile Kadınlar, ORUÇ Tutan Erkekler ile Kadınlar, IRZLAR'INI Namuslar'ını İffetler'ini Koruyan Erkekler ile Kadınlar, Allâh'ı çok ZİKİR eden Erkekler ile Kadınlar. İşte Bunlar (Mü'minler) için Allâh, Büyük Bir MAĞFİRET ve MÜKAFAT hazırlamıştır.
Tahrîm sûresi âyet 12- Bir de İmrân'ın KIZ'I Meryem'i, İnsanlar'a MÎSÂL Yaptı (VERDİ). O (Meryem), IRZ'INI (Namus'unu, #İffet'ini) Pek Sağlam KORUDU. BİZ O'na (Meryem'e) Rûh'umuzdan (İsâ'yı) ÜFLEDİK. Meryem, Hem Rabbi'nin Kelimeler'ini ve Kitâplar'ını (Âyetler'ini) TASDİK etmişti. Hem de İTÂAT ve İBÂDET'E Sarılanlardandı.
Ahzâb sûresi âyet 30- Ey Peygamber (Nebî) Hanımları : Sizden Her Kim, AÇIK Bir TERBİYESİZLİK ederse O'na (Peygamber Eş'ine) İKİ Katlı AZÂP olunur. Bu (AZÂP da), Allâh'a göre çok Kolaydır.
Her Peygamber'in Eşler'i, diğer Müslüman Kadınlar'a ÖRNEK Şahsiyetler oldukları için, Allâh'ın EMRİ'NE uygun Muâmeleler yapmak ZORUNDADIRLAR.
Ahzâb sûresi âyet 31- Yine Sizden (Peygamber Eşler'inden) Her Kim, Allâh'a ve Elçisi'ne Râsul'üne Boyun EĞEREK, Sâlih Âmeller işkerse O'na da (Peygamber Eş'ine de) İKİ Katı MÜKÂFAT veririz. O'nun (Peygamber Eş'i) için de Bol RIZIK hazırlamışızdır.
Ahzâb sûresi âyet 32- Sizler (Peygamber = Nebî, Hanımları) : Sizler, Diğer Mü'min Kadınlar'dan Her hangi Bir'i gibi değilsiniz. Eğer TAKVÂ ile korunacaksanız, Erkekler ile Konuşurken #KIRITMAYIN ( #Cilve yapmayın). Kalb'inde Maraz (Kötü Nîyet) bulunan Tamâhâ (Ümide) düşmesin. Uygun SÖZLER Söyleyin ve CİDDİ olun.
Ahzâb sûresi âyet 33- Hem VÂKÂR'INIZ ile Evler'inizde OTURUN. Evvelki CÂHİLİYE Devri'nde olduğu gibi, SÜSLENEREK Dışarı ÇIKMAYIN. Namaz'ı KILIN, Zekât'ı VERİN. Allâh'a ve Elçisi'ne Râsul'üne İTÂAT ediniz. Ey Ehl-i Beyt (Peygamber'in Ailesi) : Allâh, Sizden (Peygamber Ailesi'nden, ancak ŞÂN ve ŞEREF'İ kirletebilecek Günâhlar'ı uzaklaştırmak ve Sizleri (Peygamber Ailesi'ni) TERTEMİZ yapmak İSTİYOR.
Ahzâb sûresi âyet 34- Allâh'ın, Evler'inizde OKUNAN Âyetler'ini ve Hîkmet'i AKLI'NIZDAN çıkarmayın. Allâh, Muhakkak ki Lâtîf'tir, Hâbîr'dir.
Ahzâb sûresi âyet 48- Kâfirler'e ve Münâfıklar's İTÂAT etme. Onların Kâfirler'in ve Münâfıklar'ın EZÂLAR'INI bırak da, Allâh'a Mütevekkil OL. Allâh, VEKİL olarak YETER.
Tevbe sûresi âyet 68- Allâh, Münâfıklar'ın Erkeğine ve Kadın'ına ve bütün Kâfirler'e Cehennem Ateş'ini EBEDÎ olarak VÂAD Buyurdu. O (Cehennem Ateş'i) Onlara (Münâfıklar'a ve Kâfirler'e) YETER. Allâh, Onlara (Münâfıklar'a ve Kâfirler'e) LÂNET ETTİ. Onlara (Münâfıklar'a ve Kâfirler'e) BİTİP tükenmeyen Bir AZÂP vardır.
A'râf sûresi âyet 42- ÎMÂN edip de İyi İşler (Sâlih Âmeller) yapanlara gelince ki Biz Bir Nefsi (Şahsı) ancak GÜÇ'ÜNÜN yettiğinden SORUMLU turarız. Onlar (Mü'minler) Cennetlik'tirler. Ve Orada (Cennet'te) EBEDÎ olarak KALICIDIRLAR. Sadag Allâh'ül Aziym.
.İSLÂM ORDUSU
(BU SEFER OLACAK İNŞALLAH)
İtsrail'in 9 Eylül 2025 târihinde 10 Adet F-35 Uçağı ile Katar'a yaptığı hava hücumundan sonra, İslâm İşbirliği Teşkilâtı ve Arap Ligi 15 Eylül 2025'te Katar'ın başşehri Doha'da "olağanüstü" toplandı.
Büyük bir iftihârla müşâhâde ettik ki Cumhurbaşkanımız bu toplantılarda fiilen "İslâm Hâlifesi" muamelesi gördü. Toplantıların, "olağanüstü" olması sebebiyle, imkân veren çok kısa müddet zarfında bile birçok ülke lideri, Cumhurbaşkanımız ile görüşebilmek için âdeta yarıştılar.
Buna muvaffak olanlar ise Katar Emiri, Mısır Devlet Başkanı, Suudi Arabistan veliahd prensi, Suriye Cumhurbaşkani, Somali Cumhurbaşkanı, Irak Başbakanı..
Cumhurbaşkanımız birçok liderle de "ayaküstü" görüştü.
Toplantıdan ve görüşmelerden dışarıya akseden intibâ ve psikoloji, bu sefer müşâhhas ve neticeye müteveccih kararların alındığı istikametinde.
Nihâi resmi açıklamayı bekliyoruz, inşallah bu sefer "içi dolu" olacak..
Şâhsen beklediğim ve birçok insanımızın da beklediği - ki bu beklenti medyada da açıkça ifâde ediliyor - bir "İslâm Ordusu"nun teşkil edilmesidir.
Teknik olarak kolay bir iş olmadığını biliyoruz.
Kuvvet yapısının oluşturulması, kara - hava - deniz üs bölgelerinin tesbiti ve buralara icâbeden yatırımların planlanması ve icrâsı, müşterek harekât için karargâh ve lojistik unsurların planlanması ve icâbeden alt ve üst yapıların tesisi, icra edilecek harekâtlarda koordinasyonun tesisi ve vazife taksimi, istihbârât paylaşımı, farklı silah ve teçhizât ve sistemlerin birbirleriyle uyumlu çalışmalarının temini, personel eğitimi, mâli meselelerin halli... ilâ âhiri gibi, birçok hususun müzâkeresi yapılacak ve mümkün olan azami sür'âtle de karara bağlanacaktır.
Bunlara ilâve olarak, kullanılacak bütün savunma ve taarruz silah, mühimmât, teçhizât, sistem ve ekipmanların "yerli ve milli" olmalarına - yani İslam ülkelerinde imâl ediliyor olmalarına - dikkat edilecek, bu husustaki mevcut yatırımlar desteklenecek ve ihtiyâç hissedilen sahalarda da, yeni yatırımlar yapılacaktır.
Planma muhtemelen "âcil - kısa - orta - uzun" vâdelerle yapılacaktır.
Âcil kategorisinde en fazla bir-iki ay zarfında netice alınabilir ; operasyonel bir kara (asgari 1 Kolordu büyüklüğünde) - hava (asgari 5 filo = 240 uçak) - deniz gücünün (asgari 20 fırkateyn + 10 Denizaltı) nüvesi teşkil edilebilir. Tabii bunlara ciddi miktarlarda SİHA'lar ve SİDA'lar ilâve edilecektir.
Böyle sadece "nüve" mesâbesindeki bir kuvvet bile, karşımızdaki şer ve küfür cephesini ve bilhassa İtsrail'i korkutmaya yetecektir.
Kısa vâdeli hedeflerin 6 ay, orta vâdelilerin 3 sene ve uzun vâdelilerin de 10 sene zarfında tekemmül edeceği kanaatindeyim.
Buradaki "uzun vâde", bazılarına biraz fazla uzun gibi gelebilir..
Fakat ben bu müddet zarfında asgari 20 uçak gemisi, 100 denizaltı, 50 TF2000 HS Fırkateyni, 200 fırkateyn, 100 Lojistik destek gemisi, 500 Hücumbot, 5000 insansız silahlı deniz aracı, 1000 insansız silahlı denizaltı, 2000 KAAN savaş uçağı, 3000 HÜRJET Yakın Destek Uçağı, 3000 KIZILELMA, 3000 ANKA-3, 100 Tanker Uçaği, 200 A400M Nakliye Uçağı, 100 ED/ET Uçağı, 2000 savaş helikopteri, 2000 GÖKBEY Helikopteri, 5000 SİHA, 300 Batarya SİPER, 500 Batarya Hisar, 5000 Batarya Sungur, 10.000 Adet Korkut, 5000 Altay tankı, 5000 Fırtına obüsü,... ve bunlara mümâsil olarak ihtiyâç hissedilen miktarlarda ALP Radarları, ÇAFRAD Radarları, HavaSoj sistemleri, Koral ED/ET Sistemleri, SOM - ATMACA - ÇAKIR Seyir füzeleri, TAYFUN - CENK - GEZGİN - FIRTINA - BORA Füzeleri, GÖKHAN ve GÖKBORA Hava-Hava füzeleri, GÖKDOĞAN ve BOZDOĞAN Hava-Hava füzeleri, ALKA ve EJDERHA Sistemleri, Elektromanyetik Top SAPAN... ilâ âhiri imâlâtlarını hayâl ediyorum..
Ki, 10 sene zarfında bu rakamlara ulaşılabilmesi için, mevcut mühendis ve teknisyen sayılarının ve imâlât tesislerinin çok hızlı bir şekilde artırılmaları ve üç vardiya halinde çalışılması gerekiyor.
Keza bu rakamlar, İslam Dünyası'nın sahip olması gereken "nihâi rakamlar" değildir. Bunlar sadece 10 sene zarfında ve sadece müşterek İslam Ordusu'na tâhsis edilecek olanlara dâirdir.
Yani hakikatte bunlardan çok daha fazlasına ihtiyâcımız vardır.
Tabii bütün bunlar sâdece TÜRKİYE'de değil, TÜRKİYE'nin riyâset ve rehberliğinde ve Mısır, Suudi Arabistan, Pakistan, B.A.E., Endonezya, Malezya gibi, bu meyandaki alt ve üstyapıları nisbeten güçlü ülkelerle birlikte yapılacaktır. Oralarda da mevcut tesisler tevsi ve yenileri hızla inşâ edilecektir. Hatta bunlarla da iktifâ edilmeyecek, Senegal, Nijerya, Cezayir, Etiyopya gibi ülkeler de devreye alınacaklardır.
Rakamlar mübâlâğalı gibi görünebilir, fakat ben önümüzdeki 10 sene zarfında karşımıza çıkması muhtemel tehdidi de dikkate aldım.
Şunu hatırlatmak isterim :
2. Cihan Harbi'nin son senesinde (1945) Almanya, yılda 10.000 Adet savaş uçaği imâlât kapasitesine ulaşmıştı. (Fakat bunları uçurabilecek pilot ve depolarına koyacak benzin bulamadılar.)
ABD'liler ise 2 günde 1 Adet savaş gemisi imâl etme kapasitesine ulaşmışlardı. Yani neredeyse bütün tersanelerinde savaş gemisi imâl ediyorlardı..
Şunu da unutmayalım ki sadece ABD'nin bugün itibâriyle 32 Uçak Gemisi var ve yenilerini de imâl ediyorlar. Keza İngiltere ve Fransa yeni uçak gemileri imâl ediyorlar. Batı dünyasında tersâneler hiç boş değil, kesif şekilde fırkateynler ve denizaltılar imâl ediyorlar. Keza savaş uçağı fabrikalarını da tam kapasiteye çıkardılar.
Ayrıca gene bu 10 sene zarfında, bütün İslâm ulkeleri müşterek/milli bir "arama motoru"na, yine milli "işletim sistemleri"ne - bizim PARDUS işletim sistemimiz hızla devreye alınabilir - ve yine milli/müşterek GPS (Navigasyon) sistemlerine geçmelidirler.
Evet, karşımızdaki tehdit ve tehlike de büyük, zorluk ta büyük ve yapmamız icâbeden çok işimiz ve kat'etmemiz icâbeden çok yolumuz var...
Fakat Rabbimiz "...Evet, doğrusu her güçlüğün yanında bir kolaylık var" (İnşirâh-6) buyuruyor.
Ne demişti merhum Neşet Ertaş :
"Aşgınan koşan, yorulmaz".
Cumhurbaşkanımız da onun bu sözüne sık sık âtıfta bulunuyor..
Hele bir yola çıkılsın, dağlar bile yol olur.
Esâsen bütün bunların ve hatta çok daha fazlasının yapılabilmesi için, İslâm Dünyası icâbeden mâli ve maddi imkânlara sahiptir.
Ayrıca, son derece büyük bir avantajımız da var :
Amerika'yı yeniden keşfetmemiz gerekmiyor...
Yani bütün bu saydığım silah, mühimmat, teçhizât, ekipman ve sistemlerin tamamının teknik planları / imâlât teknolojileri zaten hazır vaziyette..
Yani un - şeker ve yağ hazır, geriye "helvayı yapmak" kalıyor.
İhtiyâcımız olan şey, teknik personeli yetiştirmek ve altyapı-üstyapı tesislerini hızla inşa etmektir.
Bütün bunların hâricinde ve hepsinden daha mühim ve kıymetli olarak ihtiyacımız olan iki şey var :
1. İslâm ülkeleri arasında, böyle bir "İslâm Ordusu"nun kurulması ve bu istikamette bütün mâli - teknik - altyapı/üstyapı'nın tesisi için, TAM BİR İRÂDE'nin ortaya konulması ve taahhüt edilmesi,
2. Bu projeyi akamete uğratması ihtimâli olan bütün iç tehditlerin (işbirlikçilerin) ortadan kaldırılması..
Bu iki hususta muvaffak olunur ise, geriye sadece "gaza basmak" kalıyor.
Rabbimiz bu mürüvveti görmeyi cümlemize nasib-ü müyesser eylesin, âmin.
Selâm ve dua ile kıymetli dostlarım.
Rasim Duman.
Emekli J.Ord.Astsubay.
16 Eylül 2025 - Kayseri / Pınarbaşı.
Not : Paylaşmak serbesttir.
................................................................
Ömrüm oldukça Kurtuluş Savaşı’ndaki
İngilizlerin alçakça uygulamaya soktuğu projesini halka anlatıp
Buradan nemalanan Kemalist-sol ve Beyaz Türklerin heveslerini kursaklarında bırakmakta katkı sunacağım..
Bunu niye yazıyorum biliyor musunuz?
Milli Mücadele'de topraklarımıza saldırı emrini veren
Dönemin Yunanistan Başbakanı Venizelos:
"Anadolu içlerinde ilerlemek büyük bir hata idi.
İngilizlerin projesine piyon olup budalalık yapmıştık”demesidir.
………………………………………..
Milli Mücadele'de esir aldığımız Yunanlı Komutan Trikopis bakınız ne diyor?
“Bizim ne işimiz vardı Anadolu topraklarında.
Bize Balkanlar yeterdi.Boşu boşuna Türk ve Yunan askerleri öldü.
İngiliz ve Fransız devletlerin kobayları yapılmıştık”
…..
Ne enteresan sözler değil mi ?
Asıl şimdi yazacaklarımı okuyunuz,lütfen..
5 Ocak 1918’de İngiliz Başbakanı Lloyd George:”Biz Türkiye’yi
başkentinden ve çoğunlukla Türk olan Anadolu’nun ve Trakya’nın zengin ve ünlü topraklarından mahrum etmek için dövüşmüyoruz” demişti..
Adama derler ki,o zaman niye Yunanistan'ı maşa olarak kullandırıp saldırttınız?
Demek ki sinsi bir plânınız vardı..
……………………
Bu arada 19 Nisan 1919’da Fransız meşhur komutan d’Esperey’in “Adana,İstanbul ve İzmir’in Osmanlı’ya bırakılacağını İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey ,İngiliz komutanı Calthorpe’a söylemiş….
Şimdi ise asıl bomba olacak belgeyi burada yazmak istiyorum…
İngiliz parlamentosu 24 Nisan 1919’da Anadolu’da yeni bir Türk Devleti kurulması kararı almıştı…
Bunu gerçekleştirmek için 15 Mayıs’ta İzmir’e Yunan’ı saldı
16 Mayıs’ta ise Mustafa Kemal’e vize verip Samsun’a gitmesine onay verdi..
Samsun’da Mustafa Kemal’i karşılayan İngiliz Binbaşı Salter idi ve “Taburumla emrinizdeyim Paşam” diyordu…
...............................
Son olarak da en vurucu belgeyi vererek yazımı sonlandırayım..
27 Kasım 1919’da İngiliz askeri ataşesi Yarbay Alfred Rawlinson, Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir’e şu tavsiyelerde bulunuyor..
“Biz sizinle barış yapmak istiyoruz..Onun için Anadolu’da güçlü bir hükümetin olmasını arzuluyoruz..Hilafet ve Saltanat’ı terkedip cumhuriyete geçin ve başkent olarak da ANKARA veya Bursa’yı seçebilirsiniz.Bunu yaparsanız size yardım etmeye hazırız”
Görüyor muyuz neler teklif ettiklerini?
İngilizlerin asıl hedefi Osmanlı halifesini ve saltanatını ortadan kaldırmak
Asla Türkiye’nin topraklarında gözleri yoktu..
Sevr’i dayatmalarının tek nedeni ,
Anadolu’daki güçlerin elini güçlendirmekti,yani blöftü..
Çünkü 18 Mart 1920’da İngilizlerin Meclis-i Mebusan’ı basıp Meclis’in Ankara’da toplanmasının yolunu açmıştı..
İngilizler Ankara’da Meclis’in açılmasına biz karışamayız,demişlerdi..
Oyunu veya projeyi görüyor muyuz?
Amaç OSMANLI ORTADAN KALKSIN ve yerine
Batı normlarına uygun laik ve seküler yeni bir TÜRK DEVLETİ KURULSUN
Biz de yedik öyle mi?
.ZOR BU ÜLKEYİ YÖNETMEK ZOR !
..........................................................................
Çünkü domuzdan yana olan büyük bir kitle vardır bu ülkede....
Bu ülkenin düzlüğe çıkmaması için
Bu topraklarda olumsuz anlamda elinden geleni yapan bir kitle vardır.
Türkiye'nin KALKINMAMASINDA en büyük faktörü oynayan
CHP'nin Lozan'dan aldığı bu ev ödevini 100 senedir yerine getirirken;
Bugünkü CHP'nin bu köleliğine kendini müslüman olarak görenlerin de katıldığını görmek ne kadar üzüntü verici bir durum ya Hu!
Sizlere yemin ederek ifade edeyim ki;
Sayın Erdoğan'ın tökezlemesi için
Savunma sanayinden tutunuz sporuna varıncaya kadar
Her alanda başarısız olması için adeta çırpınan büyük bir kitle vardır..
Dünyanın hiçbir yerinde böylesine köle ruhlu insanları göremezsiniz..
Bunlara ağır hakaretler etmek istiyorum ama kendimi frenliyorum..
YRP Başkanı zavallı Fatih Erbakan
Amerika'nın KAAN uçakları için almamız gereken motorları durdurduğu için adeta sevinçten değil 8 takla 8.000 takla atmaktadır.
F.Erbakan:"Amerika motor vermiyor ve KAAN üretimi durduruldu.
Endenozya'ya satılacak olan 48 KAAN da askıya alındı.
Erbakan Hoca'nın 1976-77 yıllarındaki çalışmaları devam ettirilseydi
bugün yerli motorumuzu yapmış olacaktık..
Onun için yeniden Milli Görüş'ün iktidar olması gerekiyor"diyor..
Aslında bu sözleri söyleyenin yüzüne tükürülmesi gerekiyor.
Çünkü böylesine sözleri söyleyenin aklı dengesinin yerinde olmadığı ve çelişkileri yaşadığı çok nettir..
Adama sorarlar:
Rahmetli Erbakan'ın önünü kimler kesmişti?
Askerler ve onların emrinde olan mahkemeler sonucu değil miydi?
İşte o askerlerin ve mahkemelerin asıl ağababaları olan
Emperyalistler bugün benzer bir ambargoyu kurmaktadır ama bir farkla..
Bugün o askeri vesayeti yerle yeksan eden bir Sayın Erdoğan liderliği vardır..
Sana kim söyledi KAAN üretiminin durduğu ve Endonezya'ya olan satışın durdurulduğunu?
A be zavallı çocuk!
A be burnunu temizlemekte aciz kalan çocuk!
KAAN üretimi devam ediyor bir,
Endonezya'ya olan satış süresi 120 aydır ve sıkıntı yoktur iki,
Amerika motor vermezse alternatifleri de aranacak üç ve
Dünyanın 4.devleti olacak noktada jet motorunun üretimine daha çok zaman ve bütçe ayrılmaktadır..
Amerika'nın motor ambargosunun nedeni Türkiye'nin F-16 ve mühimmatının alınması yerine motor alımına geçmesi olduğunu bilmiyor mu bu zavallı Fatih Erbakan?
Bugün TB3 gibi SİHAlar ve diğer birçok araçlarda artık yerli motor kullanılmaktadır..
Füze ve mühimmatlarımızda ATMACA ve SOM için KTJ3200, ÇAKIR için KTJ1750, KARA ATMACA için KTJ3700 jet motorları kullanılmaktadır.
Yani ambargolar ve engeller konulsa da tam gaz yola devam edilmektedir..
Sen ey kafası basmayan ve art niyetli Fatih Erbakan!
Hani diyorsun ya!"Erbakan'ın önü kesilmeseydi" diye kendini avutup halkı kaldırıyorsun..
O gün Erbakan'ın önünü kesenleri sen ve senin partiye oy verenler
2024 seçiminde AK Parti'den % 6 oy (yalanlarla) çalarak CHP'yi birinci parti yapmıştır..
Sen ve sana oy verenlerin Emin Çölaşan ve Ayşenur Arslan'dan farkınız yoktur.
Çünkü onlar da Türkiye'nin 2020 Olimpiyatlarının organizasyonunu kazanamadığı için zil takip oynuyorlardı.
Niye mi?
Çünkü Türkiye bu organizasyona ev sahibi yaptığında
Hem Sayın Erdoğan'ın popülaritesi artacaktı
Hem de ülke 8 milyar doları cebine atacaktı..
Alayınıza yazıklar olsun!
Sayın Erdoğan'a karşı Fatih Erbakan'a oy verenleri de Rabb'ime havale ediyorum..
.
|