
Hamas'ın Aksa Tufanı ve İsrail'in Filistin'e saldırıları sonrası, Filistinlilerin 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı'ya ve Türklere ihanet ettiği sosyal medyada dolaşıma sokuldu. Söz konusu iddiayla ilgili önemli bir belge yayınlandı. Belgeyi, Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanı Prof. Dr. Uğur Ünal resmi sosyal medya hesabında paylaştı.
Ünal’ın “Kardeşliğin kalp atışını duyacağımız tarihî bir telgraf...” notuyla yayımladığı belgede, Filistinli Arapların Birinci Dünya Savaşı'na giren Türk Devleti Osmanlı'nın yanında olduğu, canları ve mallarıyla vatan müdaafasında bulunacaklarına dair ifadeleri yer aldı.
DESTEK TELGRAFI
Belgede Filistinlilerin cihad ilan edilmesinden sonra Osmanlı Devleti'ne destek verdikleri görülüyor. Çanakkale cephesinde hayatını kaybeden Filistinlilerin yoğunluğu da belgenin gerçekliğini ortaya koyuyor. Paylaşılan belgede de 1. Dünya Savaşı sırasında Filistinli Arapların Türk Devleti Osmanlı'nın yanında olduğu, canları ve mallarıyla vatan müdafaasında bulunacaklarına dair ifadeleri yer alıyor.
Yayımlanan söz konusu belgede şu ifadeler yer aldı:
ÖZET
Kudüs halkının Osmanlı Devleti'nin cihat ilan etmesinin ardından Mescid-i Aksa'da toplanarak vatan, din ve devletin korunması uğruna can ve mallarını feda etmeye hazır olduklarını bildiren telgrafı.
Mahreci: Kudüs
Numara: 18211
Dâhiliye Nezâret-i Celîlesi'ne
Düvel-i muazamaya karşı i'lan-ı cihâd hakkındaki fetvâ-yı şerîfeyi muhtevî emr-i âlî-i telgrafilerinin vürûduyla beraber bugün memleketin ulemâ ve eşrâfi ve me'mûrîn ve Asâkir-i Osmaniye ve Ahâlî-i İslâmiye Harem-i Şerîf havlusunda cem' ve da'vet ve fetâvâ-yı şerîfe kadı ve müftü efendiler tarafından ihtifâlât-i fâika ile kırâ'at ve münderecâtı i'lân ve cihâdın fezâil ve mezâyâsı cümle hâzırûna ifhâm edilerek muhafaza-i dîn û devlet uğurunda fedâ-yı cân ve mâla hâzır ve müheyyâ olduklarını kemâl-i neşât ve hâhişle beyân eylemişlerdir. Müte'âkiben hâzırûn ve şu ihtifâle iştirak eden asâkir-i nusret-meâsir-i mülûkâne mûzika-i nişâne-i hamâset terennüm ederek muhteşem bir alay ile memleket içinde cevelân ile ve sancaklar ile kışla-i hümâyûna azîmetle orada dahi ulemâ ve hutebâ ve şu'arâ taraflarından hamâset-kârâne nutuklar ve du'âlar edilmiş ve o sırada tebe'a-i Osmaniye efrâd-1 gayr-i müslimesi dahi gelerek hissiyât-ı merbûtiyet ve sadâkatlarını izhâr eyledikleri gibi kışla-i hümâyûna da'vet olunan Almanya ve Avusturya konsolosları dahi zât-ı seniyye-i pâdişâhîye ta'zîmât ve muzafferiyet-i Osmâniye için temenniyât-i ihlâs-kârânede bulunmalarıyla kendi hükümdârlarına karşı da tarafımızdan tezkîr-i ta'zîmât ve muvâlât olunmuş ve ihtifâlât-ı mezkûre memleketde büyük bir hüsn-i telakkîye mazhariyetle hüsn-i hitâm bulunmuş olduğu ma'rûzdur.
Fî 5 Teşrîn-i sânî sene [1]330 Kudüs Mutasarrıfı Macid
18 Kasım 1914
BOA., DH.SYS., 123-12/35
Aydınlık
Türkiye ve Filistin halkları, kökleri çok eskilere dayanan ve tarihi ilişkileri olan iki kardeş millettir.
Filistin ve Osmanlı Devleti hakkında meraklı şöyle sorular vardır:
- Osmanlıların Filistin’de bulunması bir sömürge hareketi miydi, yoksa İslamî hükümlere uygun âdil bir yönetim miydi?
- Osmanlılar Filistin’e yeterince önem verdiler mi?
- Filistinliler İtilaf Devletleri ile ittifak yapıp Osmanlılara ihanet etti mi?
- Filistin halkı kutsal toprakları Yahudilere sattı mı?
Şimdi bu sorulara cevap arayalım:
1516 yılnda Mercidabık savaşından sonra Osmanlılar Filistin’i yönetimleri altına aldı ve dört yüz yıldan fazla hizmet ettiler. Osmanlılar Filistin’e çok sayıda tarihi eseri miras bırakmışlardır. Bu eserler onların Filistin ile ne kadar ilgilendiklerini yansıtır.
Osmanlı devleti gerçekte hilafet olduğu ve aynı zamanda Filistin çok büyük manevi değere sahip ve mukaddes bir şehir olduğu için, Osmanlılar Filistin’e özel bir önem vermişlerdir.
Mesela, Nabulus şehrinde Abdüllhamit Han döneminde yapılan Alhark tüneli… Osmanlıların Suudi Arabistan’a hacıları taşıyan treni bu tünelden geçerdi.
Ayrıca Beytüllahim şehrinde Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılan üç tane büyük su havuzundan oluşan bölgeye “Bürek Süleyman” denir. Daha sonra da bu havuzların yanına bir de kale eklenmiş ve bu kaleye “Kala’atül Bürek” ismi verilmiştir. Kale havuza gelen hacı ve tüccar kervanlarını korurdu.
Bunun yanında Filistin’i süsleyen çok güzel Osmanlı camileri mevcuttur. En meşhuru Cinin’in büyük camisidir.
Osmanlı projeleri camilerle kalmamış, “Elsibayyat Pazarı” gibi günümüze kadar devam eden Osmanlı pazarları canlılığını korumuştur.
Hatta adaleti tecelli ettiren Osmanlı mahkemeleri bugüne kadar devam etmiştir. Ramallah şehrinde halen kullanılan adliye, Osmanlı Mahkemesi adıyla çalışmaya devam etmektedir.
…
Osmanlı devletine hasta adam denildiği zamanlarda bile, 29 Ağustos 1897 yılında Basel’de Theodor Herzl liderliğinde toplanan kongreden çıkan ve Filistin’i yahudilere özgü bir devlet olarak ilan eden karara, oldukça sert bir tepki verilmiştir. Üstelik bu bağlamda Sultan Abdülhamid Han Filistin karşılığında elli milyon sterlin rüşvet teklifini, hatta Osmanlı’nın bütün borçlarının ödenmesini reddetmiştir. Bu teklifte bulunan kişileri de İstanbul’dan kovdurmuş, “Bu domuzu buraya kim getirdi!” diyerek devlet erkanını fırçalamıştır. II. Abdulhamid Han bu olay ardından yahudilerin Filistin’e gitmelerini yasaklamıştır.
…
Filistinlilerin Birinci Dünya Savaşında Osmanlılara karşı itilaf devletlerinin yanında durduklarını iddia edenlere deriz ki; o zamanlarda Filistin tamamen Osmanlının kanadı altında idi. Yani Filistinlilere ait özerk bir bölge yoktu. Oysa ki Osmanlılar hâkimiyeti altında olup müstakil ordusu olan özerk devletler mevcuttu. Ancak Filistinlilerin o dönemde herhangi bir askeri varlığı yoktu. Bu yüzden Filistini savunmak Osmanlı ordusunun sorumluluğu altında idi. Ayrıca Filistinlilerin ilk siyasi ve bölgesel varlığı, Osmanlı devleti yıkıldıktan neredeyse çeyrek yüzyıldan sonra olmuştur.
İddianın tam aksine Filistinliler, kadınlarının değerli takı ve altınlarını satarak, oradaki Osmanlı askerlerine yardımlar toplayıp, onları desteklemeye çalıştılar.
Şu da unutulmamalıdır ki, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından en büyük zararı Filistinliler görmüştür. Özellikle de Amerika ve Avrupa ülkeleri Filistin’de yahudileri devlet kurmaya teşvik ettiğinde… Eğer Filistinliler Avrupa ile işbirliği yapsaydı, onlardan topraklarını alıp herhalde yahudilere vermezlerdi.
Ayrıca yahudiler, dünyanın Filistin’e sempati duymasını ve takdir etmesini önlemek için, onların toprak satmaları söylentilerini de yaydılar. İşin doğrusu ise, bazı Filistinli gayr-i müslimlerin Lübnan sınırına yakın arazilerini yahudilere sattıklarıdır, buna dair belgeler de vardır.
Son olarak Filistinliler, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra yahudilerle yediden fazla savaş yapmışlar, binlerce şehit vermişler, yüzbinlerce Müslüman yaralı, sakat ve esir duruma düşmüştür. Bu günlere kadar topraklarında Küdüs’te, El-Halil’de, Akka’da ve Gazze’de ablukalara ve katliamlara rağmen kaçmayıp sabır içinde Allah ve vatan için mücadeleye devam etmektedirler.
.
xxxxxxxxxxx
Filistin Osmanlıya ihanet etti mi? konusu tarih meraklıları tarafından sık sık araştırılmaktadır. Osmanlı Devleti, yaklaşık dört yüz yıl boyunca Filistin’i yönetmiş, ancak 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında Osmanlı’nın toprak kayıpları hızlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Orta Doğu’daki etkinliğini büyük ölçüde kaybeden Osmanlı, 1917’de Kudüs’ün İngilizler tarafından ele geçirilmesiyle Filistin üzerindeki hâkimiyetini de yitirmiştir.
Filistin Osmanlı’dan Nasıl Ayrıldı?
Osmanlı’nın Filistin’i kaybetme süreci hem iç siyasi zorluklar hem de dış müdahalelerin etkisiyle karmaşık bir süreçtir. Filistin’in Osmanlı’dan kopuşu, yalnızca Filistinlilerin Osmanlı’ya ihanet etmesiyle açıklanamayacak kadar çok yönlü bir konudur. Filistin’deki Arap halkının büyük kısmı Osmanlı yönetimine sadık kalmış, ancak bazı yerel liderlerin bağımsızlık arayışları ve İngilizlerin etkisi, bölgedeki Osmanlı egemenliğinin sonunu getirmiştir.
Bu süreçteki en önemli aktörlerden biri olan Şerif Hüseyin ve onun destekçileri, Osmanlı’nın bölgeden çekilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Filistin’deki toprak satışı ve İngilizlerin Yahudi yerleşimcileri desteklemesi de Filistin’in sosyo-politik yapısını değiştiren faktörler arasında yer almıştır.
Osmanlı Devleti Filistin’i Nasıl Kaybetti?
Osmanlı İmparatorluğu, 1516’da Mercidabık Savaşı’yla Filistin’i topraklarına katmış ve yaklaşık dört asır boyunca burayı doğrudan İstanbul’dan yönetmiştir. Ancak, 19. yüzyıl boyunca Osmanlı’nın merkezi otoritesi zayıflamaya başlamış ve bölgede ayaklanmalar artmıştır. Bu dönemde İngiltere, Fransa ve Rusya gibi Batılı güçler de Osmanlı’nın topraklarında etkisini artırmaya başlamış, Orta Doğu’daki stratejik ve ekonomik çıkarlarını koruma amacıyla nüfuz kazanmak için çeşitli hamleler yapmıştır.
Osmanlı’nın bu dönemde karşı karşıya kaldığı en önemli sorunlardan biri, bölgedeki etnik ve dini gruplar arasındaki dengeleri korumaktı. 19. yüzyıl boyunca Arap milliyetçiliği yayılmaya başlamış, bölgedeki yerel liderler Osmanlı yönetimine karşı bağımsızlık arayışına girmişlerdir. Arap milliyetçiliğinin yükselmesiyle birlikte Osmanlı Devleti’nin yönetimi de zorlaşmıştır. Bu süreçte İngiltere, Orta Doğu’daki bazı Arap liderlerle işbirliği yaparak Osmanlı’ya karşı bir direniş hareketi oluşturmuştur.
Filistin Ne Zaman Osmanlıya İhanet Etti?
Osmanlı’nın son dönemlerinde Arap milliyetçiliğinin güçlenmesi ve bazı Arap liderlerin bağımsızlık istekleri, Filistinlilerin Osmanlı’ya ihanet ettiği yönündeki görüşleri gündeme getirmiştir. Ancak, Filistinli Arapların büyük bir kısmının Osmanlı yönetimine sadık kaldığı ve Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunda görev aldığı bilinmektedir. Osmanlı arşivlerine göre, Arapların çoğunluğu Osmanlı’ya sadık kalmış, Şerif Hüseyin ve onun destekçileri dışında halkın büyük kısmı Osmanlı’nın yanında savaşa katılmıştır.
Filistin Cephesinde Osmanlıya İhanet Eden Komutan Kimdir?
Şerif Hüseyin, 1916’da İngilizlerle iş birliği yaparak Osmanlı’ya karşı Arap İsyanı’nı başlatmış ve bağımsız bir Arap devleti kurma vaadi karşılığında Osmanlı’ya karşı savaşmıştır. Filistin’deki bazı Arap liderler de İngilizlerin vaatlerine inanarak Osmanlı’ya karşı cephe almışlardır. Ancak bu durum, tüm Filistinlilerin Osmanlı’ya ihanet ettiği anlamına gelmemektedir. Aksine, 200 binden fazla Filistinli ve Arap, Osmanlı ordusunda görev almış ve savaşta hayatını kaybetmiştir. Filistin halkının büyük kısmı Osmanlı’nın yanında yer almış, isyana katılmamıştır.
Daha fazla bilgi için:
- [Wikipedia – Osmanlı’nın Filistin’i Kaybedişi](https://tr.wikipedia.org)
- [Milliyet Blog – Filistin Osmanlı’ya İhanet Etti mi?](https://blog.milliyet.com.tr)
- [GZT – Filistin ve Osmanlı İlişkisi](https://www.gzt.com
.
xxxxxxxxxxxxx
prof necmi kurt
Anadolu Ajansı’nın geçtiği bir haber, gazetelerde oldukça küçük şekilde yeraldı: Filistinli lider Yaser Arafat ‘Mescid-i Aksa’yı Türkiye’nin korumasını’ istemiş, Filistinli Bakan Salim Tamari de ‘Osmanlı Türk’ünün kıymetini bilemedik. İhanetin bedelini ödemeye devam ediyoruz’ demişti.(Murat bardakçı‘dan alıntı)
Aynı sözleri bundan tam 73 yıl önce bir başka Arap lider, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Arap Yarımadası ile Ortadoğu’nun elimizden çıkmasıyla neticelenen Arap isyanını İngiliz casuslarıyla başlatan Şerif Hüseyin 1931 Mayıs’ında sürgünde yaşadığı Amman’da ölüm döşeğindeyken ‘“Osmanlı’ya kılıç çekmemeliydim, İhanetimin bedelini ödüyorum’”diye itirafta bulunmuştu.
Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat ‘Mescid-i Aksa’yı Türkiye’nin korumasını’ istemiş, Filistinli Bakan Salim Tamari de ‘Osmanlı Türk’ünün kıymetini bilemedik. İhanetin bedelini ödemeye devam ediyoruz’ demişti.
Yaser Arafat ve bakanı, bu sözleri Filistin’e giden Türkiye-Filistin Parlamentolararası Dostluk Grubu’nun üyeleri ile görüştükleri sırada söylemişlerdi. Grubun başkanı olan AKP Manisa Milletvekili Hüseyin Tanrıverdi, gezi dönüşü TBMM’de bir basın toplantısı yaptı ve Yaser Arafat’ın ‘Türkiye gerçek dostumuzdur, bize yardım eder. Mescid-i Aksa’nın adını siz verdiniz. Orası sizin, siz koruyun’ dediğini söyledi. Yine Hüseyin Tanrıverdi’nin söylediklerine göre Filistinli Bakan “Salim Tamari de ‘Osmanlı Türkü’nün kıymetini bilemedik.Onlara ihanet ettik. İhanetin bedelini ödedik, ödemeye devam ediyoruz’”diye yakınmıştı.
Murat Bardakçı Yazısında “Arafat’ın söyledikleri beni önce şaşırttı. Filistinli lider ‘Mescid-i Aksa’nın adını siz verdiniz’ derken hata ediyordu, üstelik bu hata öyle pek küçük değil, oldukça büyüktü; zira Kudüs’teki meşhur ‘Mescid-i Aksa’ya bu ismi biz vermemiştik. ‘Mescid-i Aksa’ sözü Kur’an’da geçerdi ve cami, Hazreti Muhammed’in miraca çıkmasından bahseden İsra Suresi’nde aynen bu adla anılırdı. Demek ki Yaser Arafat çektiği sıkıntıların, yaşının ve hastalığının etkisiyle artık böyle hatalar yapmaya başlamıştı.” diye Şaşkınlığını dile getirmişti..
Ama Arafat’ın bakanının, yani Salim Tamari’nin sözlerini okuyunca, ‘Ben böyle günah çıkarmaları daha önce bir yerlerden işitmiştim’ diye düşündüm. Bu ifadeler Ortadoğu’nun bir başka liderinin, bundan tam 73 sene önce söyledikleriyle tıpatıp aynıydı: Arap Yarımadası’nın ve Ortadoğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda elimizden çıkmasıyla neticelenen Arap isyanını başlatan Mekke Şerifi Hüseyin’in 1931 Mayıs’ında Amman’da ölüm döşeğinde iken söylediği son sözleriyle, meğerse dinden çıkmışız..
İşte, bize karşı ilán ettiği cihadla onbinlerce askerimizin çöllerde can vermesine sebep olan Şerif Hüseyin’in isyanının ve seneler sonraki pişmanlığının kısa öyküsü:
Bizim ‘Şerif Hüseyin’ dediğimiz Hüseyin bin Ali, 1856’da Mekke’de doğdu. Sultan Abdülhamid’in iktidarı sırasında Arap bağımsızlığı hevesine düştüğü farkedilince İstanbul’dan ayrılması yasaklandı. Senelerce evinden dışarıya adım atamadı ama Abdülhamid’i deviren İttihadçılar akıl almaz bir iş yapıp Hüseyin’i Mekke’ye ‘Emir’tayin ettiler.
Derken Birinci Dünya Savaşı patladı ve Hüseyin’in İngilizler’le çok önceden başlayan teması semeresini verdi, kendisini ‘Hicaz Kralı’ ilán etti ve zamanın hükümdarı Sultan Reşad’ın ilán ettiği cihada karşı iki ayrı cihad bildirisiyle cevap verdi.26 Haziran 1916 tarihli ilk bildirisi ‘.”Türkler dinden çıktılar. İslám’ın kanunlarını ve geleneklerini ihlál ediyorlar. Artık Allah’ın emirlerine uymuyor, emredilenin aksini yapıyor, biz Araplar’ın asırlardır devam edegelen ádetlerine saygı göstermiyorlar” diye başlıyor, ‘Araplar’ın Türk idaresine karşı cihada girişmeleri farzdır…’ sözleriyle bitiyordu. 10 Eylül 1916’daki ikinci bildirisinde ise ‘.”İslam dünyasındaki bütün kardeşlerimi bu yıkıcı, bozguncu, aptal ve alçak kişilere (yani, biz Türkler’e) itaat etmemeye çağırıyorum. Allah’a itaat etmeyenlere itaat edilmez!’”diyordu.
İngilizler’in meşhur casusu Lawrens’in Arap kabilelere dağıttığı altınlar Arap dünyasına İstanbul’daki Sultan-Halife’nin ilán ettiği cihaddan daha cazip geldi ve Şerif Hüseyin’in başlatığı isyanla sadece Arap Yarımadası’nı ve Ortadoğu’yu değil, onbinlerce askerimizi de geri gelmemecesine oralarda bıraktık.
Ama bizim uğradığımız bütün bu kayıplar Şerif Hüseyin’e de birşey kazandırmadı ve hayalleri boş çıktı. Krallığından sonra ilán ettiği hiláfetini kendisine bağlı birkaç kabile dışında hiç kimse tanımadı, sonra talihi tersine döndü ve Arabistan Krallığı tahtını 1924’te Suudi Arabistan’ın şimdiki hákimi olan Suudi hanedanının kurucusu İbn-i Suud’a terkedip Kıbrıs’a kaçmak zorunda kaldı.
Şerif Hüseyin, 1931 Haziran’ının ilk haftasında Amman’da, sürgünde öldü. Başında bekleyenler ölümünden birkaç gün önce, henüz kendisini kaybetmediği sırada ‘“Osmanlı’ya kılıç çekmemeliydim. İhanetimin bedelini ödüyorum’”diye sayıkladığını ve liderliğini yaptığı isyanın ailesinin üzerine bir lánet, bir şeamet getirmesi endişeleri içerisinde can verdiğine şahit oldular.oğullarının hiçbiri yatağında can veremedi, ya bir suikastte yahut şaibeli ameliyatlarda ölüp gittiler. Uğursuzluk torunlarına kadar uzandı ve soyundan gelen birçok kral hayattan aynı şekilde ayrıldı.
Filistin’in halini padişah torunundan okuyun;
KUDÜS’te 401 sene boyunca devam eden hákimiyetimiz, İngiliz Generali Sir Edmund Henry Hynmann Allenby’nin 1917’nin 9 Aralık günü Araplar’ın ‘Babu’l-Halil’ yani ‘Hazreti İbrahim Kapısı’ mánásına gelen ‘Halil Kapısı’ dedikleri Yafa Kapısı’ndan şehre girmesiyle noktalanmıştı.
1914’te durup dururken girdiğimiz dünya savaşı sonrasında çöken cephelerimizin arasında Filistin de vardı. İngiliz ordusunun 7 Kasım 1917’de başlattığı son saldırıya karşı koyamamış ve çekilmeye başlamıştık. Önce Gazze’yi verdik, sonra 120 kilometre geriye gittik ve Suriye’de tutunmaya çalıştığımız sırada Filistin’in tamamı bir anda elimizden çıkıverdi.
Tam 401 sene boyunca başında İstanbul’dan giden idarecilerin bulunduğu Kudüs artık İngilizler’indi. ‘Böyle kutsal bir şehre at üzerinde girilmez’ diyen General Allenby, 9 Aralık’ta Yafa Kapısı’ndan Kudüs’e adımını attığı sırada birçok Avrupa ülkesinde kiliseler ‘zafer çanı’ çalmadaydı.
Demekki Arap-Filistin fark etmiyor; bizzat yöneticilerinin ağzından duydunuz; hepsi osmanlıyı arkadan vurmuşlar..Şimdi Kudüs’ü ve Filistin’i korumamızı istiyorlar
Şimdi, bunları yazdığım için málum çevreler ‘“Araplar isyan değil, bağımsızlık hareketi içerisindeydiler, onlar Türk düşmanlığı yapmadılar;Arap düşmanlığını bırak kendi işine bak” diyebilirler.
.
xxxxxxx
ilber ortaylı
Konya Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği Şehir Konferansları kapsamında, Fuar Kültür Merkezi’nde “Tarihi Misyonumuz ve Türkiye” konulu bir konferans veren Prof. Dr. Ortaylı, 6 yüzyıl boyunca 3 kıtaya hükmetmiş Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk milletine önemli bir misyon yüklediğini ifade etti.
Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’nun fethettiği topraklarda bugün halen Osmanlı’nın izlerinin var olduğunu belirten Ortaylı, şöyle devam etti:
“Zamanında Osmanlı’ya başkaldırıp ihanet eden Filistin, bugün bu ihanetini canıyla ve malıyla ödemektedir. Koskoca imparatorluk o dönem başta olan yöneticilerin basiretsizliği yüzünden sürekli küçülmüştür. Sosyal bilimlerde kaçınılmaz diye birşey yokken, Lübnan’ın ayrılması dönemin yöneticileri tarafından kaçınılmaz diye değerlendirilmiştir. Bugün maalesef Osmanlı İmparatorluğu’nun varisi olan Türkiye’nin diplomatları, üzerlerine yüklenen tarihi misyonu bilmiyorlar. Eğer Türk aydınları dünya tarihini bilmezse ülkeyi bir yere götüremez.”
xxxxxx
Filistin’de bir ihanetin hikâyesi
1916 yılında Arap isyanını, Ecyad Kalesi’ne ilk kurşunu sıkarak başlatan Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Kral Abdullah’ın hatıratında Sultan II. Abdülhamid’i şu çarpıcı satırlarla anması ilginç olmanın ötesinde çarpıcıdır:
“Bence Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra meydana gelen olaylar, Kufe ve Mısırlıların Hz. Osman’a yaptıklarından sonra meydana gelenlere benzer. Hz. Osman nasıl fitneyle Müslümanlar arasındaki sınır idiyse, Abdülhamid de bu çağda insanlarla fitne arasındaki perdeydi. Bu perde yırtılınca fitneler ortaya çıktı.”
Sultan Abdülhamid’in gözünün tutmadığı adamlardan biriydi Şerif Hüseyin. Onu ailesiyle birlikte İstanbul’a getirip Boğaz’da bir yalıda gözaltına aldırdı. İttihatçılar ise devirdikleri Abdülhamid’in “ak” dediğine “kara” demeyi marifet bildiklerinden Şerif’i serbest bıraktılar. Hüseyin de Hicaz’a döner ve İngilizlerle anlaşarak Arap isyanının pimini çekti.
İngilizler onu sözde Büyük Arap Krallığı’nın başına geçirecekler, Casus Lawrence de danışmanı olacaktı. Güya artık Arap dünyasında Osmanlı’nın değil, Arapların, tabii Haşimîlerin sözü geçecekti.
Siz öyle sanın. İngiliz oyununun kaç perde sürdüğünü bilmeyen Şerif Hüseyin, sadece Hicaz bölgesine Kral yapılır ama tahtı garantide değildir. İngilizler onu çoktan gözden çıkarıp Suud ailesiyle anlaşmışlardır. Nitekim Eylül 1924’te Abdülaziz b. Suud’un develerle hücumu üzerine krallığını oğlu Ali’ye devretmek zorunda kalacaktır. (1958’de parçalanarak öldürülecek olan Ali’nin oğlu Abdülilah ileride Irak’ta karşımıza çıkacaktır) Ali’nin krallığı da ancak bir yıl sürecek, sonra Hicaz-Necid bölgesi Suudîlere teslim edilecektir.
Muazzam Arap Krallığı’nın başına getirildiğini zanneden Şerif Hüseyin ise uyandığında soluğu Kıbrıs sürgününde almıştır. Çocukluğunda bayramlarda babasıyla Şerif Hüseyin’i ziyaret ettiğini anlatan merhum Rauf Denktaş, emekli kralın kendilerini görür görmez Osmanlı’yı hatırladığını ve “Ah ben Osmanlı’ya nasıl ihanet ettim? Şimdi ihanetimin cezasını çekiyorum” diye iki gözü iki çeşme ağladığını anlatırmış. Nitekim 1931 senesinde Amman’da ölürken bin pişmandır. (Bir ara ziyaret ettiği Yemen’de Osmanlı marşlarıyla karşılanmasına ise tarihin istihzası demek gerekiyor.)
Ancak Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya ihanetinin laneti kendisiyle sınırlı kalmayacak, oğullarına, hatta torunlarına da adeta bir hastalık gibi sirayet edecektir.
Oğullarından Faysal önce Suriye Kralı yapılmıştı. Ancak Fransızlar Cumhuriyet ilan edip onu istemeyince İngilizler tarafından mecburen Irak kralı ilan edildi. Tabii İngiliz danışmanlarla birlikte. Ne var ki, Faysal’ın bu mutluluğu da uzun sürmeyecekti. Devasız bir hastalığa yakalanacak ve bir mum gibi eriyerek babasından iki yıl sonra ölecektir.
Yerine oğlu Gazi’yi kral ilan ettiler. Ancak Gazi. İngilizlerin ülkesinin kaynaklarını nasıl sömürdüğünü görmüş ve Türk yanlısı bir politika izlemeye kalkmıştı. Tabii cezasını çok geçmeden görecek, Bağdat’ta bomboş bir yolda giderken otomobili bir direğe toslayacak ve şoförü kazadan sağ kurtulurken kendisi hayatını kaybedecekti (1939).
Bu defa İngilizler 4 yaşındaki oğlunu II. Faysal adıyla tahta geçirdiler. Yukarıda sözünü ettiğimiz amcaoğlu Abdülilah da nâibi yapıldı. İkisi birlikte Irak’ta yapmadıkları rezalet bırakmayınca 1958’de vuku bulan halk ayaklanmasında parçalanarak öldürüldüler.
Şerif Hüseyin’in öbür oğlu Abdullah’ın nasibine ise Ürdün düşmüştü (bugünkü Ürdün Kralı II. Abdullah’ın büyük dedesi olur). Önce Emir, sonra Kral oldu. Hatıratını yazacak kadar uzun yaşadığına bakılırsa en şanslılarından biri sayılabilir. Ne var ki, o da 1948 yılında Filistin’in İsrail’in işgali altındaki topraklarını kurtarmak için savaşan Arap ordularının komuta yetkisine sahipken Siyonistlerle gizlice anlaşmış ve kuvvetlerine İsrail’i imha harekâtını durdurma emrini vermek suretiyle Avi Shlaim’in deyişiyle bütün planı mahvetmiş, tek kelimeyle Araplara ihanet etmişti. Nitekim ihanetinin bedelini, İsrail’in kurulmasından 3 yıl sonra, 20 Temmuz 1951 günü bir Filistinli tarafından Mescid-i Aksa’nın kapısında tabancayla kafasından vurulmak suretiyle ödeyecektir.
İşin garibi, Şerif Hüseyin’in Zeyd adlı oğlu, kendisine münhal bir taht bulunamadığı için en uzun ömürlüleri olmuş ve 1970’te eceliyle ölmüştür.
Baba, tahtını kaybedip sürgüne gönderiliyor. Bir oğlu hastalıktan, diğeri suikastta ölüyor, üçüncüsü tahtını kaybedip köşesine çekiliyor. Torunlarından ikisi parçalanarak öldürülüyor, biri de sözde trafik kazasına kurban gidiyor.
Osmanlı’ya ihanet eden Haşimî ailesinin 30 yıl içinde ne hale geldiğinin ibretlik hikâyesi ezcümle böyle.
.xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Araplar bize ihanet etti, bizi arkadan vurdu yalanı – Şerif Hüseyin meselesi
Araplar bize ihanet etti, bizi arkadan vurdu yalanı – Şerif Hüseyin meselesi
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız

Osmanlı Ordusuna tıbbi yardım malzemeleri yetiştiren Mısır gemileri
***
Her Türk genci “Araplar’ın I. Dünya Savaşı’nda bize ihanet ettiğini” öğrenerek büyür. Oysa bu, ancak kısmen doğrudur. I. Dünya Savaşı’nda Mekke Şerifi Hüseyin’in Ingilizler ile anlaşarak Osmanlı’ya isyan ettiği ve ordumuzu arkadan vurduğu doğrudur. Ama hep atlanan nokta Şerif Hüseyin’in “Araplar”ın tümünü temsil etmediği, aksine bir istisna olduğudur. Ortadoğu uzmanı tecrübeli gazeteci Cengiz Çandar, “Arapların ihaneti” söylemi ile tarihsel gerçek arasındaki önemli farka şöyle işaret ediyor:
“Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in Hicaz’da bazı Arap bedevi kabilelerini ayaklandırarak 1916’da Ingilizlerle işbirliği yaptığı doğrudur. Ancak, Birinci Dünya Savaşı konusunda genel bir bilgisi ve fikri olan herkes, bunun ‘askeri açıdan’ tayin edici bir değer taşımadığını bilir. Ingilizlerin daha sonra yerine getirmediği ‘bağımsızlık vaadi’ ile işbirliğine çektikleri Şerif Hüseyin’in ve oğullarının komuta ettiği bedevi kabileleri, Mekke-Maan hattında, yani ‘asıl cephenin gerisi’nde Ingiliz kuvvetlerine yardımcı olmuştur. ‘Asıl cephe’, önce Şüveyş Kanalı ve Kanal Harbi’nde Türk-Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesinden sonra Filistin’de kurulmuştur. Filistin’de tek bir Arap ayaklanmamıştır. Suriye’de, Irak’ta, Lübnan’da Türk kuvvetlerini ‘arkadan vuran’ herhangi bir olay olmamıştır. Arapların ‘ezici çoğunluğu’, Istanbul’a yani Türkiye’ye sadık kalmıştır… Arabistan Yarımadası’nın Hicaz bölümünden Akabe’ye kadar olan ‘cephe gerisi’ dışında, Arapların Türkleri arkadan vurduğuna dair tarihte herhangi bir kayıt yoktur.”[1]
Aynı gerçek, American-Israeli Cooperative Enterprise (Amerikan-Israil Işbirliği Girişimi) adlı düşünce kuruluşunun başkanı, Ortadoğu analisti Mitchell G. Bard tarafından da, sözkonusu kuruluşun sitesinde[2] şöyle vurgulanıyor:
“O dönemin romantik kurgusunun aksine, Arapların çoğu I. Dünya Savaşı’nda Türklere karşı müttefiklerin yanında savaşmadılar. Ingiliz Başbakanı David Lloyd George’un belirttiği gibi, Arapların çoğu, Türk yöneticileri için savaştı. Faysal’ın Arabistan’daki taraftarları, bir istisnaydı.” Araplar’ın topluca ihanet etmesi bir yana, bazıları Osmanlı ordularını fiilen desteklemiştir de. Konu hakkındaki uzmanlardan biri olan Prof. Dr. Zekeriya Kurşun’un ifadesiyle, “I. Dünya Savaşı’nda Türk ordusu ile beraber çeşitli cephelerde Türklerle omuz omuza çarpışan Arapların büyük yararlıklar gösterdikleri bir hakikattir.”[3] Arap Milliyetçiliğinin öncüsü Müslüman değil;
“Hıristiyan” Araplardı.
***
Arap Milliyetçiliğinin Öncüsü ‘Hıristiyan’ Araplardı

Araplar Filistin’de Osmanlı Tuğrası ve Ayyıldızlı Sancaklar altında Türklerle omuz omuza
***
Arap milliyetçiliği, 1860’larda, Suriyeli Arap entellektüeller arasında doğmuştu. Osmanlı Imparatorluğu’na ve yönetimindeki “Türklere” karşı ciddi bir antipati besleyen bu entellektüellerin dikkat çekici bir yönü ise, çoğunun “Hıristiyan” oluşuydu. Butros El-Bustani, Faris Şadyak, Nakkaş, Corci Zeydan gibi Hıristiyan Arapların öncülüğünde başlayan bu harekete katılan Müslüman Araplar ise, çoğunlukla Batılı fikirleri benimsemiş seküler aydınlardı. Arap milliyetçiliğini geliştirirken “Arapların Islam öncesi tarihlerine” ilgi duymaları, bundan kaynaklanıyordu. Buna karşılık muhafazakar Müslüman Arapların çoğu, Osmanlı’ya sadakat duyguları içindeydiler. Hatta sadece Sünni Araplar değil, Irak ve Suriye’deki Şii Araplar arasında bile Osmanlı’ya ve Hilafet’e bağlılık duygusu vardı.[4] Bu konuda büyük bir otorite olan Prof. Kemal Karpat, Osmanlı Imparatorluğu’ndaki Arap milliyetçiliğinin, Hıristiyan Araplarınki hariç, aslında en son noktaya kadar “ayrılıkçı olmadığına” dikkat çekerek şöyle diyor:
“Görülüyor ki Arapların milli hareketi esasında ayrılıkçı bir hareket değildi. Arapların birçoğu Osmanlı hükümdarlarını yabancı bir sömürgeci güç olarak değil, sadece Arap kökeninden olmayan, iktidarda bir hanedan olarak görüyorlardı ve Osmanlı Devleti ve hanedanı Müslüman kaldıkça ve Arapların hayat tarzına saygılı oldukça, özlemlerini yerine getirmeye söz verdikçe ve onları Avrupa işgaline karşı korudukça, itaat etmekten geri kalmıyorlardı. Geçmişte şan ve şereflerini ilk hatırlayan veya hayal edenler ve tarihlerinin modern bir versiyonunu yaratmaya çalışanlar Müslüman değil ‘Hıristiyan’ Araplardı.”[5]
Prof. Dr. Erol Güngör’ün “Islam’ın Bugünkü Meseleleri” adlı kitabında aynı konuda başka bazı önemli bilgiler de var. Güngör, Osmanlı Imparatorluğu’nun 1915 yılında Itilaf Devletleri’ne karşı dünya Müslümanlarına hitaben yaptığı “cihad” çağrısının aslında sanılandan – veya gösterilenden – çok daha etkili olduğunu anlatıyor. Çeşitli tarihsel kaynakları dipnot vererek şöyle diyor:
“Cihad Fetvası doğurduğu neticeler itibariyle çok defa yanlış anlaşılmıştır. Islam dünyasının bu çağrıya hiç aldırış etmediği, hatta Müslümanların Osmanlı ordularına karşı Ingilizler safında çarpıştığı veya onlar hesabına Türklere ihanet ettikleri söylenir. Meseleyi biraz derinliğine araştıranlar göreceklerdir ki, bu iddialar bazı gerçeklerin yanlış yorumuna dayanmaktadır. Cihad Fetvası’nın istenen tesiri gösteremeyişinin başlıca sebebi, o çağda Islam dünyasının bir mihrak etrafında savaş için organize olabilmesi şöyle dursun, bizzat savaş davetini gereği gibi duyuracak komünikasyon imkanlarından bile mahrum bulunmasıydı. Ingiliz propagandasının Cihad Fetvası’ndan daha tesirli olduğu ve bu propaganda sayesinde fetvanın tam tersine bir maksat için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim Çanakkale muharebelerinde bize karşı Ingiliz saflarında çarpışan Müslüman sömürge askerleri arasından alınan esirlerin sorgularından çıkan neticeye göre, bu askerler dinsiz Ittihatçılar’ın Halife’yi hapsettikleri ve Ingilizler’in de onu kurtarmak için Ittihatçılar’a savaş açtıkları propagandasına inandırılmışlardı. Imparatorluk dışında en çok Müslüman nüfus barındıran Hindistan’da da bu hususta çok kesif bir propaganda yapıldığı görülmektedir. Ingilizler savaş sırasında Hint Müslümanlarını “harbin bir mahiyet-i diniyyeyi haiz olmadığına, Osmanlı padişahına ve Islam’ın saltanatına hiç bir zararı dokunmayacağına” inandırmışlardı. Ayrıca Lordlar Kamarası’nda “Hilafet’e ait hiç bir şeye müdahale olunmayacağı, muharebenin ancak Ittihat ve Terakki Cemiyeti’yle olduğu” beyan edilmişti. Nitekim Mekke Emiri Şerif Hüseyin de kendi isyan hareketinin ‘Halife’nin değil, ancak bozkurda ibadet edecek derecede Turancılıkla meşbu (dolmuş) olan nazırların (Bakanların) aleyhine’ olduğunu bildirmişti.”[6]
Prof. Güngör, I. Dünya Savaşı sonrasında da dünya Müslümanlarının Osmanlı’ya ve Türkiye’ye yönelik süregiden sadakatlerinden şöyle söz ediyor:
“Harbin sonunda Osmanlı topraklarının parçalanması, Istanbul’un ve Halifeliğin Türkler’den alınması veya Halife’nin devlet reisliği sıfatından sıyrılarak papa gibi sırf ruhani bir lider mertebesine indirilmesi fikirleri ortaya çıkınca, Hindli ve Mısırlı Müslümanlar arasında büyük reaksiyonlar görüldü. Hind Müslümanları Ingiliz hükümetine Hilafet’e dokunulmaması ve Türk devletinin parçalanmaması konusunda çeşitli yerlerde ve birçok defa tehdide kadar varan protestolar yağdırdıktan sonra, Anadolu’daki kurtuluş mücadelesine büyük maddi ve manevi yardımlar yapmışlardır ki, bu yardımların mahiyeti ve akıbeti herkesçe bilinmektedir.[*] Dikkati çekecek bir başka husus da, Hilafet’i korumak üzere harekete geçenler arasında Sünni olmayan Müslümanların da (Ağa Han gibi) bulunmasıdır.”[7]
[*] Prof. Güngör’ün Hintli müslümanların yaptıkları yardımlar için “mahiyeti ve akıbeti herkesçe bilinmektedir” diyerek üzerinde durmadığı yardımlar hakkında kısaca malumat verelim.
Hindistan müslümanları, Hilafetin korunması için Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’ye para yollamışlardı. Bu para 500-600 bin liradan (125.000 Ingiliz lirası) oluşuyordu.[8] Hilafet makamı için gönderilen bu meblağ, M. Kemal tarafından tabiri caizse “gasp” edilmiştir. M. Kemal bu paranın 250 bin lirasını temel sermaye olarak kendi şahsi bankası olan Iş Bankası’nın kurulması için tahsis etmiştir.[9]
“Vacip” olan Hilafet için yollanan paralar; Allah-u Teala tarafından “haram” kılınan (faizli) bankaya sermaye yapılmış ve korunması istenen Hilafet ise kaldırılmıştır. Şu ihanete bakın!!
Araplar veya diğer ülkelerdeki müslümanlar değil, bizimkiler ihanet etti… Daha doğrusu bizden “sanılanlar”…
***
Özellikle Hıristıyan Arapların milliyetçilik davası gütmelerinin nedenleri ve gelişimi

Araplar Filistin’de Türklerle omuz omuza
***
Avrupa’nın kültürel etkinliği Suriye’de kendisini başlıca dinî alanda, özellikle Hıristiyan Araplar vasıtasıyla hissettirmiştir. Çünkü 19. yüzyılda büyük güçlerin kendi aralarında kutsal mekânlar ve Hıristiyan azınlıklar üzerindeki etkinliklerini artırmak için giriştikleri dinî rekabet had safhaya çıkmıştır. Bu mücadelede öne çıkan ve en etkili olanlar Fransız Cizvitleri ve Amerikan Protestan misyonerleridir. Bunlar, özellikle Suriye’de kolej ve çeşitli okullar açarak Arap geçmişini ve Arap mirasını bilen, bunun yanında Avrupa kültüründen de haberdar olan ve bu kültürden etkilenmiş bir Arap nesli yetiştirmeyi hedeflemişlerdir.[10]
Bu okullarda misyonerlerin gözetiminde eğitimini tamamlayan Suriyeli Hıristiyan entelektüeller Mısır ve Suriye’de gazete ve dergi çıkarmak suretiyle bölge halkını etkilemeye başlamışlardır. Daha önce yayımlanan gazeteler Istanbul ve Kahire’de devlet tarafından yayımlanıyor ve genelde resmî haberlere yer veriliyordu. Ayrıca Fransızca, Rumca ve Ermenice gazeteler yayımlanmasına rağmen, hemen hemen hiç Arapça gazete yoktu. 1860’lardan itibaren bölgede matbaanın yaygınlaşması, Arap yazar ve okuyucuların artması ve nispî özgürlükler sayesinde gazete ve dergiler çıkmaya başlamıştır. Bu dönemi takip eden otuz yıl içinde de matbuat Lübnanlı Hıristiyanların eline geçmiştir.[11]
Tabiatıyla, bu şartlar altında gelişen Arap milliyetçiliği, özellikle Hıristiyan Araplar arasında daha da yaygınlaşmıştır. Milliyetçilik hareketlerinin gelişimi, 1882’de Ingiltere’nin Arap dünyasının merkezi olan Mısır’ı işgal etmesiyle, yani Mısır’ın doğrudan Avrupa’nın etkisi altına girmesiyle daha da hızlanmıştır.[12]
Arap milliyetçiliğinin gelişimi bölgeler arasında değişkenlik gösterdiği gibi, Hıristiyan ve Müslüman Araplar arasında da farklı bir seyir göstermiştir. Müslüman Araplar, Osmanlı Devleti’nin Avrupa karşısında askerî anlamda tutunamaması neticesinde devleti toparlayabilmek amacıyla yapılan ve hayatın her alanını kapsayan, Batılı tarzdaki reformlara karşı tepki göstermişlerdir.[13] Ki zaten buna müslüman Türkler de tepki göstermişlerdi. Hıristiyan Araplar ise, Avrupalı hamîlerinin de desteğiyle, Osmanlı Devleti’nin zayıflamasını da fırsat bilerek, bağımsız ve müstakil devlet olma gayesini gütmüşlerdir.[14]
Arap milliyetçilik hareketlerinin, özellikle Suriye eyaletinin bugün Lübnan diye bildiğimiz bölgesinde yoğunlaşmasının bazı sebepleri vardı. Bunlar, bölgedeki misyoner okullarının Batılı tarzda verdiği eğitim, Fransız Ihtilâli’nin siyasî fikirleri, Arap dili ve edebiyatını canlandırma teşebbüsleri, burada matbaaların kurulmasıyla Arap gazetelerinin yayınlanması ve Lübnanlı göçmenlerin Amerika’da bir müddet yaşadıktan sonra geri dönerek orada edindiği tecrübeleri bölgeye taşımak istemeleriydi.
Bu bölgenin diğer Arap bölgelerinden farkı Batı ile daha çok ve sık irtibat halinde olmasının yanında, coğrafî yapısı dolayısıyla Avrupa ile olan ticarî faaliyetlerin de büyük ölçüde buradan yürütülmesiydi. Lübnan’da, Hıristiyan Araplar arasında Türk aleyhtarı fikirlerin gelişmesinde bunların kendilerini Müslüman Türk idaresinde okyanusta bir ada gibi hissetmelerinin de etkisi büyüktür.
Hıristiyan Arapların bu düşüncelerine karşılık Müslüman Arapların büyük çoğunluğu Osmanlı idaresinden ayrılmak niyetinde değillerdi.[15]
***
Müslüman Arapların büyük çoğunluğu Osmanlı idaresinden ayrılmak niyetinde değillerdi

Ayyıldızlı Osmanlı sancakları altında Italyanlar’a karşı şavaşan Libyalı Araplar
***
Sultan II. Abdülhamid’in (rahmetullahi aleyh) en büyük endişelerinden biri alternatif bir Arap hilafetinin oluşturulması idi. Dolayısıyla, kendisi Arapları yüksek askerî ve idarî mevkilere getirerek ve nihayet Pan-Islamist politikasıyla Arapları kazanmaya çalışmıştır. II. Abdülhamid idaresinde, padişahın kontrolü sayesinde Araplar arasında milliyetçilik şuuru çok yavaş bir gelişme göstermiştir. Nitekim 1877-78 meclisinde Arap mebusları (milletvekilleri) birleştiren ve onları diğerlerinden ayıran açık seçik bir ortak çıkar ya da belli bir “Arap görüşü” olmamıştır. Arap mebuslar kendilerini imparatorluğun temsilcileri olarak algılamış ve doğrudan doğruya seçildikleri bölgeyle ilgilenmişlerdir.[16]
Daha önce de belirtildiği gibi Müslüman Arap entelektüeller, ayrılıp bağımsız bir devlet kurmanın peşinde koşmaktan ziyade, Osmanlı Devletini hem dinî hem de siyasî yönden güçlendirecek reformların yapılmasını hedeflemişlerdir.
Dönemin Müslüman liderleri Arapları Türk idaresinden kurtulma yönünde değil de Batı’nın tecavüzlerinden korunmaları yönünde uyarıyorlardı. Önde gelen Müslümanlar ve Arap nüfusunun büyük çoğunluğu (Arap yakındoğusunun) Osmanlı idaresine sadıktılar. Onların ‘kalan son güçlü Islam imparatorluğunu’ zayıflatmak gibi bir niyetleri yoktu.[17]
Bunu doğrulayan bir bilgiye ise 1890’da Paris’te Jön Türklerin yaptığı bir toplantıda rastlamaktayız.
Bu toplantıda Mizancı Murad’ın Arap katılımcılara bir Arap devleti kurma niyetlerinin olup olmadığını sorması üzerine Madra Mutran ve Halil Ganem bu iddiaları reddetmişler ve Halil Ganem şunları söylemiştir:
“Biz Araplar biliyoruz ki, eğer Frenkler ülkemize girerlerse, birkaç yıl içinde topraklarımız onların eline geçecektir ve ülkeyi diledikleri gibi yöneteceklerdir. Türklere gelince, onlar bizim dinimize inanırlar ve âdetlerimizi bilirler. Dört yüz yıllık yönetimleri boyunca bir santimetre mülkümüzü dahi almamışlardır. Toprakları, mülkleri, sanayiyi ve ticareti yerli halka bırakmışlardır. Araplar, Türklerle ticaretten ve kesintisiz bağımızdan yararlanmışlardır. Şimdi bunu değiştirmek ve Türklerin yerine başkasını getirmek doğru olur mu?… Arap aydınlarının ve ileri gelenlerinin ümmetlerinin Osmanlı çıkarları çerçevesinde yaşamasından başka bir isteği yoktur.”[18]
Arap entelektüelleri arasında bir yandan bu tür gelişmeler yaşanırken, diğer taraftan okuma yazma bilmeyenler, köylüler ve fakirlerin bir çoğu bu gelişmelerden habersiz veya etkilenmeden hayatlarını sürdürmüşlerdir.[19] Yani bu tür akımlar ve gelişmeler ancak belirli çevrelerde etkili olmuş ve tartışılmıştır.
***
Müslüman Arapların Osmalı’ya bağlılıkları ve yardımları
Hüseyin Hüsnü Paşa’nın Trablus notlarını tuttuğu defteri
***
M. Kemal Atatürk ve Enver Paşa ile Trablus’ta bulunmuş olan Dr. Hüsnü Hüseyin Paşa, 22 Ekim 1911’den 30 Temmuz 1912 tarihleri arasındaki 10 ayda (282 gün) yaşadıklarını not defterine kayıt etmiştir.
Bu notlardan birinde Hüsnü Hüseyin Paşa yöre halkından yapılan yardımdan şöyle bahsetmektedir:
“20 Salı: Şeyyat Kabilesi’ne mensup Ayş ailesi tarafından iki oğlak hediye edildi.”[20]
Hüseyin Hüsnü Paşa, yöre halkından savaşçı bir kabilenin kendilerine yardım için geldiklerini ise şöyle kayıt etmiştir:
“12 Perşembe: “… Beracine kabilesi gelecekmiş. Herkesle beraber ben de istikbal olunan tarafa gitdim. Pek muharip (savaşçı) ve kalabalık olan bu kabilenin vürudu ve mevcud Urban tarafından istikbali pek hararetli idi. Zaman zaman ağlamakdan kendimi alamadım. Urban muharebeye kadınlarla beraber girdiklerinden bunlarla da kadınlar gelmişdi. Fakat bunlar davul çalıyorlardı. Davulları bir tekneden ibaret olup kadınlar halka teşkil etdikleri halde davulu naklediyorlar. Diğer kadınlar da ellerindeki kalın sicimlerle davulu ihtizaz etdiriyorlardı.”[21]
Bu bilgilerden sonra şimdi Trablustan Medine’ye geçelim ve Feridun Kandemir’in “Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası, Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler” isimli eserine müracaat edelim:
“Medine’den ayrılmadan önce, son ere kadar hepsinin, bu arada çeşitli yaralar alarak vücutları adeta delik deşik olmuş, kimi kolsuz, kimi bacaksız kalmış gazi mehmetçiklerin, birbirlerine sokulup yardım ederek, halsiz-mecalsiz, son defa Harem-i Şerifi ziyaretle Ravza-i Mutahhara’ya yüzlerini-gözlerini sürerek dualar ede ede yaptıkları veda ziyareti görülecek şeydi.
Ingiliz altınları ile Türk’e diş biler hale getirilmiş bazı ‘sözde Araplar’ bile bu manzara karşısında göz yaşlarını tutamamışlardı. Bizimle beraber Medine’de kalıp aylar süren kuşatmanın her türlü sıkıntısını çeken, açlığına bile katlanan ‘yerli Araplar’ ise tam bir matem havası içinde hüngür hüngür ağlıyorlardı. Hele yıllardan beri Harem-i Şerifte vazifeli olarak çeşitli hizmetlerde bulunan harem ağalarının hıçkıra hıçkıra mehmetçiklerin boyunlarına sarılışlarını benim gibi görenlerin, o anda ne hale geldiklerini tarif edemem.”[22]
Görüldüğü gibi, olayın görgü şahidi bile asilere “bazı sözde Araplar” dedikten sonra, yerli Arapların Osmanlı askerleri ile beraber Medine’de kalıp aylar süren kuşatmanın her türlü sıkıntısını çektiklerini, açlığına bile katlandıklarını ifade etmektedir.
Atatürkçü yazar Sabahattin Selek ise Arapların Kurtuluş Savaşı’nda bizimle beraber Fransızlara karşı savaştıklarını ve Fransızlarla barışın sağlanmasında önemli etken olduklarını belirtmekle kalmıyor, Fransızlara karşı Türklerle işbirliği yapan kuruluşları ve liderleri de sayıyor:
“Fransız’lara karşı Suriye’de başlamış olan Arap millî hareketi, Türk Güney cephesinin yükünü bir dereceye kadar hafifletmiştir. Türk ve Arap kuvvetleri arasında kalan Fransızlar, hem Güney Anadolu’da, Kilikya’da, hem de kuzey Suriye’de savaşmak zorunda bulunmuşlardır. Arap millî kuvvetleri, zaman zaman Türk topraklarına kadar girerek Fransızları tedirgin etmişlerdir. Buna karşılık Türk Kuvayi Milliye’si, akınlarını Kuzey Suriye’ye kadar uzatmışlardır. Türk-Arap işbirliğinin, Arap millî liderlerine büyük umutlar verdiğini yazışmalardan anlıyoruz.
Ankara’ya yaptıkları teklifte, Suriye, Irak ve Türkiye’nin istiklâllerini kurtararak bir konfederasyon kurmalarından veya sonra kararlaştırılacak bir formül üzerinde anlaşmaktan söz etmişlerdir.
Fransızlara karşı savaşan ve Türklerle işbirliği yapan kuruluşlar ve liderler şunlardır:
Halep’te “Halep Teşkilât-ı Milliyesi”, Şam’da “Suriye ve Filistin Müdafaa-i Kuvayi-i Osmaniye Heyet-i Umumiyesi, yine Şam’da “Gönüllü Kahire Fırkası”, “Amman Çerkeş Fırkası”.
Bu teşekkülleri Osmanlı ordusu eski subaylarından olan Suriyeliler yönetmekte idiler. Şam’da Şefik Bey, Halep’te Yarbay Emin Bey, kurmay Yarbay Şakir Nimet Bey gibi…
(…)
Fransa, Ortadoğu’nun bu bölgesindeki menfaatlerini korumağa çalışırken, işin çıkmaz bir maceraya sürüklendiğini bir süre sonra anlamaya başlamıştır. Kilikya ve bir Türk şehri uğruna Suriye Mandası tehlikeye düşebilirdi. Suriye’de rahat kalabilmek maksadiyle, Türklerle anlaşmaktan başka yapacak bir şey yoktu.”[23]
Işte bu gelişmeler üzerine 20 Ekim 1921’de Ankara antlaşması ile Fransızlar ile barış sağlanabilmiştir.
Yardım konusunda Hint müslümanlarını unutmak mümkün müdür?
Bilecik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Azmi Özcan’ın Ingiliz arşivinde bulduğu Hint Müslümanlarının yardımlarına ilişkin bir belge hakkında anlattıklarını sizinle paylaşmayı bir görev addediyoruz:
“Yıl 1913. Hint Müslümanları Balkan harpleri yapan Osmanlı’ya yardım için büyük bir meydanda yardım kampanyası açarlar. Herkes elinde olanı verir. Bir kadın hiçbir parası olmadığı için çocuğunu getirir ve der ki:
‘Benim çocuğumu satın alın. Alında parasını Osmanlıya gönderebileyim.’
Bir diplomatik belgede Londra’daki arşivde bunu okuyunca gözümden yaşlar boşandı. Görevli ‘hasta mısınız’ diye sordu. Ben ‘hayır’ dedim. Bir mendil istedim. Gözlerimden akan yaşları sildim. Ingiliz arşivlerinden okudum. 1940’larda bir Ingiliz Büyükelçisinin notlarında şu yazıyordu: ‘Aradan geçen zamana rağmen Islam ülkelerinin sefirlerinin hala Türkiye’ye bakışlarını ve onu önder olarak görmelerini anlayamıyorum. Türkler böyle giderse ya Islam aleminin liderliğine ilerler ki bu bizim zararımıza olur ya da şimdi gitmekte oldukları batıya doğru yol alırlar.’ “[24]
Bu bapta bu kadar misal kafidir sanırız.
***
Bazı Araplar arasındaki huzursuzluğun kaynağı

Araplar ve Türkler Libya’da Italyanlara karşı omuz omuza
***
Aslında bazı Araplar arasındaki huzursuzluk; Sultan Abdülhamid’i tahtan indiren ve devleti yönetme cüretinde bulunan mason güdümlü Ittihat ve Terakki cemiyetinden ve tutumlarından kaynaklanıyordu desek pek de yanlış olmaz.
Örneğin, Suriye Valisi Ittihatçı Cemal Paşa’nın Şubat 1915’de Süveyş kanalına düzenlediği saldırı başarısız olunca, Suriye’ye döndükten sonra “güya” Arap liderlerin ülkelerini yabancılara sattıkları gerekçesiyle bunlara karşı çok katı bir politika izlemeye başlamış, hatta bazı Arap liderlerini isyana engel olması ümidiyle idam ettirmiştir.[25]
Cemal Paşa hatıralarında idamlar hakkında kendini savunurken de, bu kararları vermekteki amacının Arap isyancıları korkutmak olduğunu ifade etmektedir.[26] Cemal paşanın bu hareketinin Araplar arasında hoş karşılanmadığını tahmin etmek herhalde güç değildir.
Başka bir huzursuzluk kaynağı ise, Ittihatçıların yaptıkları reformların vazgeçilmez şartı olan merkezi otoritenin mümkün olan en geniş alana ulaştırılması prensibi ve bunun tamamlayıcı unsuru olan devletin dili Türkçe’nin kamu hayatının “her alanında” kullanılması hedefiydi. Işte bu reformlar Araplarla gittikçe siyasîleşen bir anlaşmazlığa sebep olmuştur. Ittihatçıların Suriye’deki idarî makamlara adamlarını yerleştirmeleri ve buradaki okullarda, mahkemelerde ve idarî birimlerde “Türkçe kullanımını mecburi” hale getirmeleri “Arapçılık”ı Suriye’de muhaliflerin bir enstrümanı haline getirmiştir.[27]
Balkanlardaki hareketlenmeler ve Araplar arasındaki huzursuzluklar sebebiyle Ittihatçıların Pan-Islamizm’den Pan-Turanizm’e geçiş yapmaları[28] ve bunun yanında sıkı bir merkeziyetçi politika izlemeye başlaması sonucu Araplar arasında bir reaksiyon oluşmuştur.[29]
Bu reaksiyonun temel sebebinin genelde “Türkleştirme” politikası olduğu ileri sürülmüştür. Türk milliyetçiliği yolundaki gelişmeler, hem Arap milliyetçiliğine örnek oluşturmuş hem de Araplarda, Türklerin artık kendilerini “bir yana bıraktığı”, “gözden çıkardığı” hissini uyandırmıştır.[30] Ancak, Türkçe kullanma zorunluluğu Istanbul ile Araplar arasında önemli ve hassas bir konu olarak ortaya çıkmışsa da, Arap siyaseti temelde Imparatorluktaki genel eğilimlere uymaya devam etmiştir.[31]
Araplar sadece “Türkleştirme”ye değil, aynı zamanda; neredeyse her sahada kültürlerinin bombardımanına maruz kaldıkları Fransızlara, diğer bir deyişle “Fransızlaşma”ya da tepki göstermişlerdir ve bundan daha doğal bir şey de olamaz. Kimse kimseyi kendine benzetmek hakkını haiz değildir. Son olarak Arapların “Fransızlaşma”ya gösterdikleri tepkiyede bir misal verelim ve bu bahsi kapatalım; 1908 yılında Beyrut’ta yayınlanan “La Question Sociale et Scolaire en Syrie” adlı anonim bir broşürde, Arapların Fransızları sevdikleri, ancak bu sevginin kendilerini kaybettirecek kadar ileri gidemeyeceği ifade edilmiştir.[32]
***
Osmanlı’nın son Vilayeti olan Yemen’deki Araplar da ihanet etmedi

Imam Yahya’nın Osmanlı’ya bağlı olduğunu bildiren mektubu
***
Yemen ile ilgili Prof. Dr. Metin Ayışığı’nın “Osmanlı’nın son Vilayeti: Yemen” isimli makalesini hiçbir yoruma lüzum hissetmeden naklediyoruz…
Osmanlı Devleti, onbinlerce vatan evladına mezar olan Yemen meselesini halletmek için devletin egemenlik hakkı saklı kalmak kaydıyla, orada özel bir yönetim kurulması kararını almıştı. Uzun süren görüşmelerden sonra 11 Ekim 1911 tarihinde imzalanan antlaşmayla, 400 yıldır akan kan durmuş, aynı zamanda Trablusgarb ve I. Dünya Savaşları ile Kurtuluş Savaşı süresince, hep dost olan güvenilir bir müttefik kazanmıştır.
Ancak, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın 16. Maddesine göre, Yemen ve Asir’deki Osmanlı kuvvetlerinin en yakın Itilaf devletleri garnizonlarına teslim olmaları gerekiyordu. Yemen Valisi Mahmud Nedim Bey ise, merkezi hükümetten resmen emir almadıkça Itilaf ordularına teslim olmaktan kaçınıyordu. Aynı görüşü paylaşan Imam Yahya da, Istanbul’dan özel bir memurun gönderilmesini şart koşuyordu. Bunun için Mütareke hükümlerini kendilerine bildirmek üzere yüzbaşı Ömer Subhi Bey gönderildi. Ancak Subhi Bey’in de gelmesi durumu değiştirmemiş, Mahmud Nedim Bey, zaman kazanmak için olsa gerek, bu kere Dahiliye Nezaretinden kesin bir emir gelmedikçe teslim olmayacağını ilgili makamlara bildirdi.
Yemen Imamı Yahya bin Hamideddin de, Yemen’in Itilaf devletleri tarafından işgaline razı olmadığı gibi,Osmanlı birliklerinin kesinlikle teslim olmasını istemiyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında gerek hükümet ve gerekse ordu nezdinde, siyaseten ve maddeten çok büyük yardımlarda bulunmuştu. Bu süre içinde hiç bir yabancı devlet veya Osmanlı Devleti’ne düşman bir devletle münasebete geçmedi. Imam Yahya, yabancılar tarafından yapılan her türlü teklifi reddetti. O, ordunun ve idarecilerin Ingilizler’e teslim olmasıyla, memleket için doğacak büyük mahzurlar ve vahim sonuçlara dikkat çekiyordu. Onlara, teslim olmaları durumunda meydana gelebilecek her türlü sorumluluğu üzerine alarak, durumu vilayet makamı ve ordu kumandanlığı ile tüm yerleşim birimlerine tebliğ etti. O, tek bir neferin bile Yemen’den ayrılmaması taraftarıydı.
Ayrıca Osmanlı Devleti ile yapmış olduğu antlaşmaya dayanarak, tüm yabancı devletler ve bilhassa Ingiltere hükümetine sert protestolar gönderdi. Yemen’in her türlü müdahale ve yabancı saldırılardan korunması için mahalli gelirlerin tümüyle ordu ve mülki memurlara harcanacağı beyan edip, teminat verdi. O, teslim olma konusundaki itirazı için, sarf edilen çabalardan yegane maksadının, Osmanlı ordusunun ve Osmanlı idaresinin eskiden olduğu gibi Yemen’de devam edip, Osmanlı kimliğinden ayrılmama olduğunu söylüyordu.
Yemen’in bir başka yüzü de, burada görev yapan askeri ve sivil memurlardı. Neredeyse 40 aydır maaş alamayan bu insanlar, büyük bir yokluk ve sefalet içindeydiler. Imam Yahya dahi , son derece sıkıntı içinde olan bu memur ve ailelerine geçinebilecekleri ölçüde para ve hububat yardımında bulunmuştu. Bu durumu defalarca dile getirmiş olan Yemen Valisi Mahmud Nedim Bey, hükümete başvurarak, Yemen’de bulunan komutan ve subaylarla, bunların ailelerinin hak ettikleri maaşların hiç olmazsa bir kısmının ödenmesini talep etti. Üstelik, Yemen’deki tüm idari teşkilat görevlerine fiilen devam ediyordu. Bu gelişme üzerine, 18 Nisan 1922 tarihinde toplanan Meclis-i Vükela, Hariciye Nezaretinin yazısını da gündemine aldı. Yapılan görüşme sonucunda, Osmanlı Hükümeti ile Itilaf devletleri arasında kesinlik ve geçerlik kazanmış bir antlaşma mevcut olmamasına ve hukuken Osmanlı Devleti’nin hiçbir parçasının terk edilmiş ve ayrılmış sayılamayacağına göre, her türlü maddi ve manevi bağlarını korumakta olan Yemen’in, Osmanlı Devleti’nden ayrılmış sayılmasının caiz olamayacağı, bu nedenle Yemen’de bulunup da, Mondros Mütarekesi’nden sonra üstlerinin izniyle orada kalan komutan ve subaylarla, askeri memurların maaşlarının derhal ödenmesi için Harbiye Nezaretinden gelen yazı üzerine, gerekli işlemin derhal başlatılması konusunda Maliye Nezaretine talimat verilmesini karar altına aldı.
Imam Yahya’nın, bu konudaki tüm gayret ve uğraşıları, Osmanlı kuvvetlerine verilen teminat ve defalarca yaptığı açıklamalar, hiç bir zaman kabul görmemiştir. Dört sene içinde, Osmanlı ordusu ve yerli gönüllüler tarafından elde elde edilen büyük zaferler, âdeta yok sayılarak harp malzemesi ve cephanenin büyük kısmının depolandığı Lühec bölgesi kuvvetleri, tüm mühimmatıyla birlikte Ingilizler’e teslim olmuştur. Bu gelişme üzerine, derhal tertibat alan Imam yeni kuvvetler toplayarak, cephe almış ve bunda da başarı sağlamıştır. Durum bu merkez iken, Imamın teslim olma konusundaki tüm uyarılarına rağmen, ordunun bazı komutan, asker ve memurları Ingilizler’e teslim olmaya karar vermiştir. Imam Yahya, almış olduğu tedbir ve kararlarla Yemen’in Osmanlı Devleti’nden ayrılmasını kabul etmeyerek, devlete olan samimiyet ve bağlılığını ispat etmiştir.
Türkiye ile bağlarını hiç bir zaman koparmamış olan dost ve kardeş Yemen’le olan sıcak ve samimi ilişkilerimiz, tarihten gelen bir süreçle almış olduğumuz güçle sonsuza dek devam edecektir.[33]
***
Arapların teklifini M. Kemal Atatürk reddetmişti


M. Kemal Atatürk’ün Büyük Millet Meclisinin açıldığı günün ertesinde, 24 Nisan 1920 tarihli gizli celsede yaptığı konuşmanın metni (Meclis tutanağı)
***
Önemle ifade edelim ki, Şerif Hüseyin ve birkaç bedevisinin isyan etmesi, tüm Araplara mal edilemez. Şerif Hüseyin’e karşı bizimle beraber omuz omuza mücadele edenler yine Araplardır. Üstelik Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal, Osmanlı’ya bağlı kalmak istediğini M. Kemal Atatürk’e bildirmiş ancak M. Kemal bu isteği reddetmiştir. Ne enteresandır ki, bunu da M. Kemal’in 24 Nisan 1336 (1920) tarihli meclis konuşmasından öğreniyoruz…
Meclis tutanağından aynen alıntılıyoruz…
M. Kemal Atatürk:
“…Suriyede Ingilizler, Fransızların tarzı idaresine, muhakkirane olan idaresine hedef olduktan sonra bu aksamdaki ehli islâm pek büyük bir hataya duçar olduklarını takdir ettiler ve onu müteakip bir kısmı kendi dahillerinde müstakil olmak fakat yine bir suretle bir şekilde Camiai Osmaniye dahilinde bulunmak cihetini düşündüler. Bittabi makamı muallâyi hilâfete karşı olan merbutiyetleri cümlemiz gibi bütün ehli iman için bir vazifei mukaddese idi. Diğer bir kısmı daha ileriye gittiler. Bize hiç bir şekil ve surette istiklâlin lüzumu yoktur, biz halifemiz ve padişahımıza merbut olarak Camiai Osmaniye dahilinde bulunacağız, dediler (…) Binnetice Emir Faysal dahi hususî murahhaslarını bizimle temasa getirdi. Resmî temasla bu müracaatın bizce telâkki edilen nikati izah etmek isterim. Her halde Suriyeliler her hangi bir devleti ecnebiye ile münasebetinin kendileri için binnetice esaret olacağına kani oldular. Bundan (dolayı bize teveccüh ettiler.) Bizim bilmukabele gösterdiğimiz şekil şundan ibaret idi. Dedik ki, artık hududu millimiz dahilinde bulunan menabii insaniyeyi ve menafii umumiyeyi hududumuzun haricinde israf etmek istemeyiz.“[34]
Anadolu’daki hareket, Irak’ta genç kuşak arasında, sosyal ve siyasal değişim alanında olumlu etki yaptı. Genç kuşağın üzerindeki bu etki, dergi ve gazetelerde[35] ilk müjdelerini vermeye başladı. Iş daha da ileri giderek, Türk kurtuluş savaşına kimi Iraklıların katılmaktan geri kalmadıkları görüldü. Içlerinde savaş meydanlarında kurban gidenler de olmuştur.[36]
Islam milletlerinin Türk Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen rolü, maddi ve ma’nevi yardımlarla kalmadı, ayrıca Arap ülkelerinden, Hindistan, Iran ile Afganistan’dan akın eden gönüllü taburları ile yine Kürt gönüllüleri Türk ordusuna katılmak üzere Türkiye’ye geldiler.[37]
***
Peygamberimiz (sallallahu aleyhi vesellem) : “Irkçılık davasına kalkışan bizden değildir”

Bu çalışmamızda görüldüğü üzere, Şerif Hüseyin ve birkaç bedevisi dışında müslüman Arapların isyan ettiği yönündeki iddialar doğru değildir. Zaten Şerif Hüseyin’in isyanı özellikle böyle bir şeye taraftar olmayan Mısırlı entelektüeller arasında huzursuzlukla karışık şaşkınlık oluşturmuştur. Bunun Türklerin itibarını sarsmak için Ingilizler tarafından ortaya atılmış bir aldatmaca olduğunu ileri sürmüşlerdir[38], dolayısıyla daha önce de belirtildiği gibi, Araplar bizimle beraber Şerif Hüseyin’e karşı savaşmışlardır. Şerif Hüseyin’in isyan etmesine zemin hazırlayanlar ise Sultan II. Abdülhamid’i tahttan indiren Ittihatçılardı.
Şöyle ki, Sultan II. Abdülhamid, Şerif Hüseyin’i devamlı bir surette Istanbul’da tutar ve Arabistan’a göndermezdi. Çünkü Onun Ingilizler tarafından belli bir maksada imale edildiğini çok iyi biliyordu. Bu gerçekten gafil olan Ittihatçılar Şerif Hüseyin’in Hicaz’a gitmesine göz yummuşlar ve bu suretle Onun meşhur isyanına zemin hazırlamışlardır.
Bunlara ilaveten şunları söyleyelim ki, Arap Yarımadası’na oluk gibi akan Ingiliz altınlarına rağmen, yalnızca bazı bedeviler Osmanlıya isyan etmiştir. Halbuki aynı çarpışmalarda Türk ordusu tarafında yer alan Araplar bu sayıdan katbe kat fazla idi. Hem de bölgenin ileri gelen insanlarından olarak… Şerif Hüseyin’in sokaktan topladığı adamlar nevinden değil…
Binaenaleyh, kemalistlerin bizi müslüman kardeşlerimizden soğutmak gayesiyle ortaya attıkları, “Araplar bize isyan etti – bizi arkadan vurdu” iddiasını böylece çürütmüş olduk.
***
Hucurat Suresi
10 – “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz.”
Sahabelerin (radıyallahu teala anhüm ecmain) bulunduğu bir mecliste, oradakilere atalarının, dedelerinin kim olduklarının sorulması üzerine sıra Iran asıllı bir sahabe olan Selman-ı Farisi Hazretleri’ne gelince, O:
“Ben Islam’a girdikten sonra soy sop aramam. Ben Islam oğlu Selman’ım ” cevabını verdi.
Bu güzel cevaptan son derece etkilenen Hz Ömer (radıyallahu anh) da şöyle dedi:
“Bütün Kureyş bilir ki babam Hattab, Kureyşin önde gelenlerinden biriydi. Böyle iken ben Islamoğlu olan Selman’ın kardeşi Islamoğlu Ömer’im.”[39]
Yazımızı bir Hadis-i Şerif ile bitirelim:
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Irkçılık davasına kalkışan bizden değildir, ırkçılık üzerine savaşa girişen de bizden değildir.”[40]
*
**********
*
KAYNAKLAR:
[1] Cengiz Çandar, “Sharon’cu Vicdansızlar-Filistin Yalanları”, Yeni Şafak, 5 Nisan 2002.
[2] Sitenin adresi: http://www.jewishvirtuallibrary.org/jsource/myths3/MFroots.html
[3] Prof. Dr. Zekeriya Kurşun, Yol Ayrımında Türk-Arap Ilişkileri, Irfan Yayınevi, Istanbul, 1992, sayfa 153.
[4] Prof. Kemal Karpat, Islam’ın Siyasallaşması, Istanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004, sayfa 379.
[5] Prof. Kemal Karpat, Islam’ın Siyasallaşması, Istanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004, sayfa 594.
[6] Prof. Dr. Erol Güngör, Islam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Neşriyat, 1981, sayfa 159, 160.
[7] Prof. Dr. Erol Güngör, Islam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Neşriyat, 1981, sayfa 160, 161.
[8] Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşının Malî Kaynakları, sayfa 52, 53.
[9] Hakkı Naşit Uluğ, Hemşerimiz Atatürk, Türkiye Iş Bankası Kültür Yay. Ikinci basım, Istanbul 1973, sayfa 241-245.
[10] Bernard Lewis, (1968), The Arabs in History, [Tarihte Araplar, Istanbul: Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1979], Hutchinson and Co. Ltd., London, sayfa 172.
[11] Albert Hourani, (1984), Arabic Thought in the Liberal Age, 1798-1939, Cambridge University Press, Cambridge, sayfa 97.
[12] Maurice Harari, (1962) Government and the Politics of the Middle East, Prentice-Hall, Inc., Englewood Cliffs, sayfa 105; Bernard Lewis (1968), The Arabs in History,[Tarihte Araplar, Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1979], Hutchinson and Co. Ltd., London sayfa 173.
[13] Bu kaynağa bakılabilir; William Ochsenwald , Modern Ortadoğu’da Islâm ve Osmanlı Mirası, Imparatorluk Mirası. Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası, (Ed.) L. Carl Brown, Iletişim Yayınları, Istanbul 2000, sayfa 395).
[14] Dr. H. Bayram Soy (Kırıkkale Üniversitesi, Fen- Edebiyat Fak.), Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e kadar, Bilig, Yaz / 2004, sayı 30, sayfa 178.
[15] N. Zeine (1981), Arab Turkish Relations and The Emergence of Arab Nationalism, Greenwood Press, Westport, sayfa 39.
[16] Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı Imparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve Islamcılık (1908-1918), çev. Türkan Yöney, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Istanbul 1998, sayfa 31.
[17] N. Zeine, Arab Turkish Relations and The Emergence of Arab Nationalism, Greenwood Press, Westport 1981, sayfa 58.
Ayrıca bakınız;
– Salih Tuğ, Islam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, XIX. ve XX. Asırlar, Irfan Yayınları, Istanbul 1969, sayfa 255.
– N. Zeine, Arap Milliyetçiliği, çev. Kemal Kahraman, Cambridge Islam Tarihi, Hikmet Yayınları, Istanbul 1989, sayfa 134.
– Aparajita Gogoi ve Gazi Ibdewi Abdulghafour, Arab Nationalism, Birth, Evolution and the Present Dilemma, Lancers Books, New Delhi 1994, sayfa 85.
[18] Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı Imparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve Islamcılık (1908-1918), çev. Türkan Yöney, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Istanbul 1998, sayfa 49.
[19] N. Zeine, Arab Turkish Relations and The Emergence of Arab Nationalism, Greenwood Press, Westport 1981, sayfa 58.
[20] Hüseyin Hüsnü Paşa’nın not defteri, 20 Kanun-ı evvel 1327 [1911] Salı günlü not.
[21] Hüseyin Hüsnü Paşa’nın not defteri, 12 Kanun-ı Sani 1327 [1912], Perşembe günlü not.
[22] Feridun Kandemir, Medine Müdafaası: Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler, Nehir Yayınları, Istanbul 1991, sayfa 235.
[23] Sabahattin Selek, Anadolu Ihtilali, Kastaş Yayınları, 8. baskı, Istanbul 1987, cild 1, sayfa 416, 417.
[24] Bilecik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Azmi Özcan’ın anlattıklarını Ekim 1993 tarihli, 177 sayılı Sızıntı Dergisi’nin 401’inci sayfasındaki “Osmanlı’nın yetimleri” başlığıyla Ibrahim Refik’in kaleminden okuyabilirsiniz.
[25] Zeine N. (1981), Arab Turkish Relations and The Emergence of Arab Nationalism, Greenwood Press, Westport, sayfa 101,102.
Ayrıca bakınız;
– Aparajita Gogoi – Gazi Ibdewi Abdulghafour (1994), Arab Nationalism, Birth, Evolution and the Present Dilemma, Lancers Books, New Delhi, sayfa 100.
– Maurice Harari (1962), Government and the Politics of the Middle East, Prentice-Hall, Inc., Englewood Cliffs, sayfa 107.
[26] Cemal (Paşa) (1959), Hatıralar, Ittihat-Terakki ve Birinci Dünya Harbi, hazırlayan: Behçet Cemal, Selek Yayınları, sayfa 250, 251.
Ayrıca bakınız; Helmut Mejcher (1991), Der arabische Osten im zwanzigsten Jahrhundert, 1914-1985, Ulrich Haarman (Ed.), Geschichte der arabischen Welt, Verlag C. H. Beck, München, sayfa 442.
[27] Alexander Schölch (1991), “Der arabische Osten im neunzehnten Jahrhundert, 1800-1914”, Ulrich Haarman (Ed.), Geschichte der arabischen Welt, Verlag C. H. Beck, München, sayfa 426-427.
[28] Pan-Islamizm’den Pan-Turanizm’e geçiş hakkında bakınız; Feroz Ahmad (1986), Ittihat ve Terakki 1908-1914, Kaynak Yayınları, Istanbul, sayfa 254-255.
[29] Bernard Lewis (1968), The Arabs in History,[Tarihte Araplar, Istanbul: Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1979], Hutchinson and Co. Ltd., London, sayfa 174.
[30] Ömer Kürkçüoğlu (1982), Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi, 1908-1918, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara, sayfa 16.
Ayrıca bakınız; Aparajita Gogoi – Gazi Ibdewi Abdulghafour (1994), Arab Nationalism, Birth, Evolution and the Present Dilemma, Lancers Books, New Delhi, sayfa 94.
[31] Hasan Kayalı (1998), Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı Imparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve Islamcılık (1908-1918), çev. Türkan Yöney, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Istanbul, sayfa 88-90.
[32] Hans Kohn (1928), Geschichte der Nationale Bewegung im Orient, Kurt Vowinckel Verlag, Berlin, sayfa 216.
[33] Prof. Dr. Metin Ayışığı’nın kaynakları;
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Meclis-i Vükela Mazbataları, B.E.O, Dahiliye, Hariciye, Harbiye Tasnifleri ; DH-KMS Tasnifi, DH-İ/UM tasnifi ve DH-ŞFR tasnifi. Tanin, Tasvîr-i Efkâr, İkdam, Vakit v.s. gibi dönemin gazeteleri. Ahmet İzzet Paşa; Feryadım, Nehir Yayınları, c.1, İstanbul 1992. Ayışığı, Metin; Mareşal Ahmet İzzet Paşa (Askeri ve Siyasi Hayatı), T.T.K Basımevi, Ankara 1997. Bayur, Yusuf Hikmet; Türk İnkılabı Tarihi,T.T.K Basımevi, Ankara 1951. Danişment, İsmail Hami; İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi,Türkiye Yayınevi, İstanbul 1961. Ehiloğlu, Zeki; Yemen’de Türkler, Kardeş Matb., İzmir 1952. Erden, Ali Fuad; İsmet İnönü, Burhaneddin Erenler Matb., İstanbul 1952. Genel Kurmay Askeri Tarih Yayınları; I. Dünya Savaşı Harbinde Türk Harbi, C.6, Genel Kurmay Basımevi, Ankara 1978. Gülsoy, Ufuk; Yemen Demiryolu Projesi,Tarih Medeniyet Dergisi, Ağustos 1997, sayı. 41. İnal, Mahmut Kemal; Son Sadrazamlar, M.E.B. yay., İstanbul 1965. Karal, Enver Ziya; Osmanlı Tarihi,T.T.K Basımevi, Ankara 1995. Kuran, Ahmet Bedevi; Osmanlı İmparatorluğu’nda İnkılap Hareketleri ve Milli Mücadele, Çeltük Mat., İstanbul 1959. Kutay, Cemal; Türkiye İstiklal ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, Tarih Yayınları, İstanbul 1961. Lewis, Bernard; Modern Türkiye’nin Doğuşu, T.T.K Yayını, Ankara 1984. Selek, Sabahattin; İsmet İnönü Hatıralar, Bilgi Yayınevi, Ankara 1985. Sertoğlu, Mithat; Yemen Macerası, Hayat Tarih Mecmuası, Nisan 1975, sayı 4. Sırma, İhsan Süreyya; Yemen, İ.A, M.E.B., c.13, İstanbul 1961. Tanrıkut, Asaf; Yemen Notları, Güzel Sanatlar Matb., Ankara 1965. NOT: Orjinali 38 sayfa olan bu tebliğ, 4-8 Ekim 1999 tarihleri arasında Ankara’da toplanan XIII. Uluslar Arası Türk Tarih Kongresi’nde sunulmuştur.
[34] T.BM.M. Gizli Celse Zabıtları, Devre: 1, Içtima: 1, 24 Nisan 1336 (1920), 2 nci in’ikat – 4 ncü celse, sayfa 2, 3. (Meclis tutanakları)
Ayrıca bakınız; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cild 2., Ankara, 1959, Türk Inkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, sayfa 57.
[35] Mahmud El-abta, Bağdattaki cadde adamı, Bağdat 1962, sayfa 225, 226. Aktaran: Dr. Qassam KH. Al-Jumaily, Irak ve Kemalizm Hareketi (1919-1923), (Düzenleyerek Yayıma Hazırlayan: Doç. Dr. Izzet Öztoprak), Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1999, sayfa 22.
[36] Mehmet Ali Kemaleddin, Irak’ta fikir gelişmesi, Bağdat, Tarihsiz, sayfa 92.
[37] Dr. Qassam KH. Al-Jumaily, Irak ve Kemalizm Hareketi (1919-1923), (Düzenleyerek Yayıma Hazırlayan: Doç. Dr. Izzet Öztoprak), Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1999, sayfa 13.
Ayrıca bakınız; Ahmet Rıfat, Doğunun Uyanışı; Kemalist ordunun yetenek ve gücü, Kahire 1922, sayfa 9.
[38] Ronald Storrs (1939), Orientations, Readers Union Ltd., London, sayfa 177.
[39] Sızıntı dergisi, Mayıs 1992, sayı 160.
[40] Müslim, Imare, 53, 54, 57.
NOT: Birkaç yerde Mustafa Akyol’un makalesinden istifade edilmiştir.
.
**********
.
Kadir Çandarlıoğlu
.
Araplar Osmanlıya ihanet etti mi?
Araplar Osmanlıya ihanet ettiler mi? Araplar için kullanılan ihanet yakıştırması son yıllarda görsel ve yazılı medyada artan bir şekilde görmekteyiz.
Araplar ihanet etmiştir diyenler Sevgili Peygamberimizin Arapların Kureyş kabilesinden olduğunu unutmuş gözüküyorlar. Bu laf çok tehlikelidir dostlarım.
Sultan Selim zamanında artan Osmanlı-Arap ilişkileri I Dünya Savaşı’na yaklaştığımız devirlerde İngilizlerin yapmış olduğu propagandalar ile bozulmaya başlamıştır.
Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in Hicaz’da bazı Arap bedevi kabilelerini ayaklandırarak 1916’da Ingilizlerle işbirliği yaptığı doğrudur. Şerif Hüseyin ve 300 civarındaki bedevisi dışında müslüman Arapların isyan ettiği yönündeki iddialar ise doğru değildir. Zaten Şerif Hüseyin’in isyanı özellikle böyle bir şeye taraftar olmayan Mısırlı aydınlar arasında huzursuzlukla karışık şaşkınlık oluşturmuştur. Bunun Türklerin itibarını sarsmak için Ingilizler tarafından ortaya atılmış bir aldatmaca olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Ancak yanlış bilinen bir hususu düzeltmek isterim. Arapların çoğu I. Dünya Savaşı’nda Türklere karşı İtilaf devletlerinin yanında savaşa girmemişlerdir. Ingiliz Başbakanı Lloyd George’un ifade ettiği gibi, Arapların çoğu, Türk yöneticileri için savaşmıştır dostlarım Araplar’ın topluca ihanet etmesi bir yana, bazıları Osmanlı ordularını fiilen desteklemiştir., “I. Dünya Savaşı’nda Türk ordusu ile beraber çeşitli cephelerde Türklerle omuz omuza çarpışan Arapların büyük yararlıklar gösterdikleri bir gerçektir.”
İngilizler Türklerle Arapları karşı karşıya getirmek için Müslüman Araplardan ziyade Hristiyan Arapları kullanmaya çalışmıştır.
Cennetmekân Sultan II. Abdülhamid’in en büyük endişesi alternatif bir Arap hilafetinin oluşturulması idi. Bu sebeple, kendisi Arapları yüksek görevlere getirerek ve nihayet Pan-Islamist politikasıyla Arapları kazanmaya çalışmıştır. Sultan II. Abdülhamid idaresinde, padişahın kontrolü sayesinde Araplar arasında milliyetçilik şuuru çok geç gelişme göstermiştir. Nitekim 1877-78 meclisinde Arap milletvekilleri birleştiren ve onları diğerlerinden ayıran açık seçik bir ortak çıkar ya da belli bir “Arap görüşü” olmamıştır. Arap mebuslar kendilerini imparatorluğun temsilcileri olarak algılamış ve doğrudan doğruya seçildikleri bölgeyle ilgilenmişlerdi Bu sebeple Sultan Abdülhamid’in bu siyasetini çok önemsiyorum.
Aslında Araplar arasındaki huzursuzluk; Sultan Abdülhamid’i tahtan indiren ve devleti yönetme iddiasında bulunan mason güdümlü Ittihat ve Terakki cemiyetinin tutumlarından kaynaklanıyordu.
Nitekim, Suriye Valisi Ittihatçı Cemal Paşa’nın Şubat 1915’de Süveyş kanalına düzenlediği saldırı başarısız olunca, Suriye’ye döndükten sonra “güya” Arap liderlerin ülkelerini yabancılara sattıkları gerekçesiyle bunlara karşı çok katı bir politika izlemeye başlamış, hatta bazı Arap liderlerini isyana engel olması ümidiyle idam ettirmiştir. Böyle yaparak İngilizlerin ekmeğine yağ sürmüştür.
Arap baharı söylemlerinin arttığı bir devirde bu ihanet sakızının tekrar çiğnenmeye başlaması elbette ki tesadüf değildir.
Çok seyahat ettiğimden dolayı Arap coğrafyasını yakinen bilen birisiyim. Ürdün, Suriye Lübnan gibi yerlerde halk artık hakikatleri daha iyi bilmektedir. Ve bugün geldiğimiz noktada “Keşke Osmanlı kalsaydı” demelerine çok şahit oldum.
Bizler genç bir cumhuriyeti kurarken Osmanlıyı kötüledik. Aynı konu Araplar için de geçerliydi. Sömürgeci devletlerden bağımsızlıklarını kazandıklarında onlara da Osmnalının kötü olduğu öğretildi. İki tarafta İngiliz’in oyununa geldiklerini yeni yeni anladılar.
Allah’ın izni ile artık bizim sesimiz artık daha gür çıkmakta ve aramızdaki kardeşlik köprüleri yeniden kurulmakta.
Allah’a emanet olunuz.
XXXXXXXXXXXX
Milliyetçilik İdeolojisi Bağlamında Arap
Milliyetçiliğinin Kökeni: Arap Milliyetçiliğine İttihat
Terakki ve Misyoner Okulları Etkisi
DOI: 10.12658/M0771
insan & toplum, 2025.
insanvetoplum.org
Başvuru: 28.07.2024
Revize: 26.12.2024
Kabul: 14.04.2025
Erken Baskı:12.05.2025
Dr, Serbest Araştırmacı/Bağımsız Akademisyen, kzk.cemal@hotmail.com
https://orcid.org/0000-0002-7029-2905
Öz: Arap milliyetçiliği konusu Türk akademisindeki belki de en hassas konuların başında gelmektedir. Türkler ve
Arapların yaklaşık 400 yıl süren birlikte yaşamlarının böyle bir ayrılık ile sonuçlanmasını bugün dahi doğru bir şekilde
tanımlamak birçok araştırmacı için zor bir durumdur. Hiç şüphesiz ki bunun nedeni aynı dine mensup birbirlerine
kardeşlik hukukuyla bağlı olan iki toplumun biz ve öteki eksenli fikirlerin etkisiyle birbirlerine bakışının yeniden
şekillenmesidir. Arap milliyetçiliği düşüncesinin ortaya çıkışında neyin etkili olduğu her zaman tartışma konusu
olmuştur. Bu çalışmanın amacı milliyetçilik ideolojisi bağlamında Arap milliyetçiliğinin ne zaman ve hangi şartlarda
ortaya çıktığı ve nasıl şekillenip geliştiğini ortaya koymaktır. Bu tarihsel seyir içinde ortaya çıkan önemli ekollerden
İttihat ve Terakki (İTC) politikaları ile misyoner okullarının Arap milliyetçiliği üzerindeki etkisinin ne olduğu sorusuna
cevap aranmış, her iki oluşumun etki düzeyleri derinlemesine analiz edilmiştir. Çalışmada nitel araştırma yöntemleri
ile tarihsel araştırma yöntemleri birlikte kullanılarak konu ile ilgili birincil kaynaklara erişilmiştir. Protestan Amerikalı misyonerlerin ve Katolik Cizvitlerin Osmanlı’da yürüttükleri misyonerlik faaliyetlerini konu alan kaynaklara
bakılmış, Osmanlı’da faaliyet gösteren en büyük misyoner örgütü olan “American Board of Commissioners for Foreign
Missions”un raporları ve İTC’nin Arap vilayetleri politikaları derinlemesine incelenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Milliyetçilik, Arap Milliyetçiliği, Osmanlı, İttihat ve Terakki, Misyoner Okulları
Abstract: The issue of Arab nationalism is perhaps one of the most sensitive topics in Turkish academia. Even today,
it is difficult for many researchers to accurately define the fact that the coexistence of Turks and Arabs for nearly
400 years resulted in such a separation. The reason for this is undoubtedly the reshaping of the perception of the
two communities, which belong to the same religion and are bound to each other by the law of brotherhood, under
the influence of the ideas of us and the other. What influenced the emergence of the idea of Arab nationalism has
always been a subject of debate. The aim of this study is to reveal when and under what conditions Arab nationalism
emerged and how it was shaped and developed in the context of the ideology of nationalism. The question of the
impact of the policies of the Committee of Union and Progress and the missionary schools on Arab nationalism, which
are among the important schools that emerged in this historical course, was sought to be answered and the impact
levels of both formations were analysed in depth. In the study, qualitative research methods and historical research
methods were used together and primary sources related to the subject were accessed. The sources on the missionary
activities of Protestant missionaries and Catholic Jesuits in the Ottoman Empire, the reports of the “American Board
of Commissioners for Foreign Missions”, the largest missionary organisation operating in the Ottoman Empire, and
the policies of the Turkish Revolutionary Power in the Arab provinces were examined.
Keywords: Nationalism, Arab Nationalism, Ottoman, Union and Progress, Missionary Schools
Araştırma Makalesi
insan & toplum
2
Giriş
Milliyetçilik ideolojisinin temeli Avrupa tarihinde bir dönüm noktasını temsil eden
kilisenin, yönetim erkinin dışında bırakıldığı, ulus devlet düşüncesinin ortaya çıktığı
Westphalia Anlaşması’na dayanmaktadır. Her ne kadar Fransız İhtilali’yle ortaya
çıkmış olsa bile İngilizlerin, Fransızlardan önce milliyetçi fikirler etrafında bir araya
geldiklerini söyleyebiliriz. Fakat ulus devletlerin tam anlamıyla tarih sahnesine
çıkması Fransız İhtilali’yle gerçekleşmiştir. 19. yüzyıl Batı Avrupa’sında ortaya çıkan,
kısa sürede tüm dünyayı etkisi altına alan ve ulus devletlerin oluşumuna etki eden
milliyetçilik düşüncesi o güne kadar hüküm süren monarşilerle iç içe geçmiş teokratik
yönetimlerin parçalanarak yıkılmasına neden olmuştur.
1789 yılında Fransız Devrimi gerçekleştiğinde Osmanlı Devleti için bu durum
Fransa’nın bir iç meselesi olmaktan başka bir şey değildi fakat zaman içinde bunun
böyle olmadığı görülecekti. Osmanlı’nın etnisite vurgusu olmadan “Osmanlılık
kimliği” altında devlet-halk bütünleşmesinden müteşekkil idare anlayışı devleti 19.
yüzyıla kadar milliyetçilik fikirlerinin olumsuz etkilerinden korumayı başarmıştır.
Osmanlı’nın etnik temelli toplum anlayışı yerine uyguladığı din temelli “millet
sistemi”nin (Kenanoğlu, 2017; Lewis, 2017) de başarılı bir şekilde uygulanmış olması
milliyetçilik düşüncelerinin etkisinin gecikmesinde önemli rol oynamıştır. Yaklaşık
400 yıl boyunca Orta Doğu coğrafyasına hakim olan Osmanlı İmparatorluğu, idari
yapısının 1800’lü yıllarda zayıflamaya başlamasıyla birlikte öncelikle imparatorluğun
Balkan coğrafyasında başlayan ayrılıkçı isyanlar zaman içinde Arap coğrafyasına da
sıçramış, kısa sürede tüm Osmanlı topraklarına yayılmıştır.
Türk-Arap ilişkilerini inceleyen kimi araştırmacılar bu durumu Araplar bize
ihanet ettiler cümlesiyle ifade ederken kimileri de olayları kendi konjonktüründe
değerlendirmek gerektiğini ifade etmektedir. Arap milliyetçiliği düşüncesinin ortaya
çıkışında neyin etkili olduğu her zaman tartışma konusu olmuştur. Kimilerine göre
bu durum milliyetçilik çağının bir getirisi, kimilerine göre eğitim için Batı’ya giden
öğrencilerin bölgeye taşıdıkları Batılı fikirlerle etkileşimin bir sonucu, kimilerine
göre misyonerlerin faaliyetleri, kimilerine göre ise İttihat ve Terakki’nin Türkçü
politikalarına bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır.
Arap milliyetçiliği konusu en muammalı konuların başında gelmektedir. Özellikle
Batılı araştırmacıların seçtikleri bazı bilgileri çarpıtarak kullandıkları görülmektedir.
George Antonius, Arap milliyetçiliği düşüncesini ortaya çıkaran ana etkenin Amerikan
ve Fransız Protestan misyonerleri olduğunu iddia ederken C. Ernest Dawn ve Albert
Hourani burada İslami modernleşmeyi savunan Müslüman entelektüelleri işaret
etmektedir. Zeine N. Zeine’e ise konuyu tamamen farklı bir yönde ele alarak meseleyi
Jön Türkler döneminde uygulanan Türk milliyetçisi politikalara bağlamıştır.
3
Kazak, Milliyetçilik İdeolojisi Bağlamında Arap Milliyetçiliğinin Kökeni:
Arap Milliyetçiliğine İttihat Terakki ve Misyoner Okulları Etkisi
Son zamanlarda araştırmacılar tarafından yeniden gözden geçirilen konu hakkında
farklı kanaatler ve değerlendirmeler ortaya çıkmaya başlamıştır. Geçmiş dönemlerde
ortaya konan farklı araştırmalar konunun zaman içinde ortaya çıkan yeni bilgi ve
belgelerle birlikte yeniden değerlendirilmesi ihtiyacını beraberinde getirmiştir. Arap
milliyetçiliği konusu farklı başlıklar altında defaatle çalışılmış olmasına rağmen
Arap milliyetçiliği düşüncesinde etkin unsurun ne olduğu konusu ve etki düzeyleri
incelenmemiştir. Bu bağlamda makalemiz milliyetçilik düşüncesinin geçirdiği evrimi
farklı motivasyonlarla ele almaktadır. Çalışmamızın odak noktasını misyoner okulları
ile İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlı topraklarında Arap milliyetçiliğinin
doğuşunda ve gelişimindeki ihmal edilmiş etki düzeylerinin derinlemesine analiz
edilmesi oluşturmaktadır. Bu iki oluşumun etkisi diğer birçok etkiden daha fazla
incelenmesi gereken bir olgudur.
Konuyla ilgili yapılan literatür taramasında ortaya çıkan bulgu her iki oluşumun
da Arap milliyetçiliği bağlamında diğer birçok etkiden daha fazla tesire neden olduğu
yönündedir. Nitekim bu anlamda özel bir öneme sahip olan misyoner okulları ve
Hristiyan Araplar, Arap milliyetçiliğinin doğuşunda kritik rol oynarken İttihat ve
Terakki Cemiyeti dönemi de Arap milliyetçiliğinin siyasi kimlik kazanmaya başladığı
aşama olması nedeniyle kritik bir dönemi temsil etmektedir. Özellikle İTC döneminde
uygulanan politikaların (Merkezileştirme-Türkleştirme) bugün dahi birçok araştırmada
çarpıtıldığı ve Osmanlı karşıtı söylemler için araçsallaştırıldığı görülmektedir. Bu
anlamda çalışmamız Arap milliyetçiliğindeki iki kritik evrenin etki düzeylerinin
derinlemesine analiz edilmesi noktasında diğer çalışmalardan ayrılmaktadır.
Arap milliyetçiliğine dair George Antonius’un The Arab Awakening - Arap Uyanışı
adlı temel eseri yayınlandığı 1938 yılından itibaren yaklaşık olarak yirmi yıl boyunca
Arap milliyetçiliği konusunda önemli bir tarihi oluşturmuştur. Antonius’un zalim
Osmanlı hükümranlığı düşüncesi ve laik ve liberal Arap uyanışı fikri, başta Zeine
olmak üzere Hourani, Ernest Dawn gibi araştırmacılar tarafından kabul görmemiştir.
Çalışmamızda konuya ilişkin kaynaklar detaylı bir şekilde incelenmiş, elde edilen
tespitler derinlemesine analiz edilmiştir. Bu çerçevede Hasan Kayalı’nın Jön Türkler
ve Araplar adlı çalışması Osmanlı hükümetlerinin Arap vilayetlerindeki politikalarına
ışık tutarken Arap milliyetçiliğinin doğuşu, gelişmesi ve Jön Türklerin “Türkleştirme”
politikalarına yönelik temel sorulara dair önemli cevaplar içermektedir. Zekeriya
Kurşun’un Türk-Arap İlişkileri Arap milliyetçiliğinin ortaya çıkışı, II. Meşrutiyet
sonrası gelişmeler ve İTC’nin Araplara karşı tutumu hakkında aydınlatıcı bilgiler
vermektedir. Bessam Tibi de Arap Milliyetçiliği adlı eserinde Arap milliyetçiliğini
sosyal bilimlerin yöntemlerini kullanarak farklı yönlerle ele almaktadır. Zeine N.
Zeine ise Türk-Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu adlı eserinde 19. yüzyılda
insan & toplum
4
uluslararası anlamda “Arap sorunu” diye tanımlanan bir meselenin var olmadığını,
Osmanlı topraklarında Arap milliyetçiliği düşüncesinin gelişmesindeki kritik dönemin
Jön Türklerin uyguladığı politikalar ile başladığını iddia etmektedir.
Bunlara ek olarak Ömer Osman Umar’ın Osmanlı Yönetimi ve Fransız Manda İdaresi
Altında Suriye; Ali Bilgenoğlu’nun Osmanlı Devleti’nde Arap Milliyetçi Cemiyetleri; Adil
Baktıaya’nın Osmanlı Suriye’sinde Arapçılığın Doğuşu; İsmail Köse’nin “İngiliz Arşiv
Belgelerinde Arap İsyanı; Hourani’nin Arabic Thought in the Liberal Age 1798-1939;
Dawn’ın 1995 yılında yayınladığı Arap Milliyetçiliğinin Kökenleri adlı makalesi ve elKubeysî’nin Hareket-ü Kavmiyyinu’l Arab adlı eserleri, makalede yararlanılan önemli
kaynaklar arasındadır. Ayrıca Aziz Azmeh, Zeine N. Zeine, Adid Davişa ve el Hindi
gibi Arap milliyetçiliğinin kökeni ve gelişimiyle ilgili önemli çalışmalar ortaya koyan
araştırmacıların eserlerinden de azami ölçüde istifade edilmeye çalışılmıştır.
Hatıralar her ne kadar bazı subjektif görüşler ortaya koysa da çalışmanın özgünlüğü
açısından makaleye zenginlik katmıştır. Özellikle Arap Gazeteci Muhammed Kürd
Ali’nin Bir Osmanlı-Arap Gazetecinin Anıları; eski Beyrut Şehremini Selim Ali Selam’ın
Beyrut Şehreminin Anıları (1908-1918); Emir Şekip Arslan’ın İttihatçı Bir Arap Aydının
Anıları; İzzet Derveze’nin Osmanlı Filistin’inde Bir Posta Memuru; Kral Abdullah’ın
Biz Osmanlı’ya Neden İsyan Ettik? adlı hatıraları, Arap aydınlarının Osmanlı’ya bakış
açılarını yansıtması nedeniyle o döneme ait önemli ipuçları vermektedir.
Misyonerlerin Osmanlı topraklarındaki faaliyetleri ile ilgili olarak önemli
çalışmalardan olan Grabill’in Protestant Diplomacy and the Near East: Missionary
Influence on American Policy ve Addison’un The Christian Approach to the Moslem;
Kennedy’nin American Misssionaries in Turkey and Northern Syria and the Development
of Central Turkey and Aleppo Colleges 1874-1967; Sharkey’in American Missionaries
in Ottoman Lands: Foundational Encounters.” başlıklı eserleri faydalanılan önemli
çalışmaların başında gelmektedir.
Çalışmanın ilk kısmında millet ve milliyetçilik kavramları ve Avrupa nüfuzunun
Orta Doğu’ya girişi üzerinde durulmuştur. İkinci kısımda Arap milliyetçiliğinin
gelişimindeki kritik aşamayı İTC’nin uyguladığı “Türkleştirme” politikalarıyla
ilişkilendiren Zeine’e karşı çıkan Ernest Dawn gibi araştırmacıların ortaya koydukları
deliller doğrultusunda İttihat ve Terakki’nin uyguladığı “Türkleştirme” politikalarının
Arap milliyetçiliğinin gelişimindeki etkisi açıklanmaya çalışılmıştır. Çalışmanın
üçüncü kısmında ise Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren Katolik ve Protestan
mezhebini temsil eden American Board of Commissioners for Foreign Missions üyesi
misyonerlerin ve onların Suriye ve Lübnan bölgelerinde açtıkları misyoner okullarının
etkisi derinlemesine analiz edilmiştir.
5
Kazak, Milliyetçilik İdeolojisi Bağlamında Arap Milliyetçiliğinin Kökeni:
Arap Milliyetçiliğine İttihat Terakki ve Misyoner Okulları Etkisi
Millet ve Milliyetçilik Kavramı
“Millet” kavramı tarih içinde çok farklı anlamlarda kullanılmıştır. Bu kavramın
akışkanlığını ve değişkenliğini göstermesi açısından Guido Zernatto’nun vermiş
olduğu örnek önemlidir: “Kelimeler, madeni para gibidir, her bir madeni paranın
değeri, tarihin akışı içerisinde değişimlere uğrar, bir kelimenin değeri için de aynı
durum geçerlidir; bir zaman daha fazlasını, başka bir zaman daha azını anlatır. …
Ve tıpkı para için olduğu gibi, kelime için de tedavülden kaldırıldığı bir gün gelir”
(Özkırımlı, 2020).
Seküler bir kavram olarak toplumsal ve siyasal alanda her geçen gün daha çok
kullanılan “millet” (nation) kelimesi insana yeni bir aidiyet hissi vermek üzere Fransız
İhtilali’nin insan ve vatandaş hakları resmi bildirisinde kullanılmıştır: “Hiçbir heyet,
hiçbir fert, açıkça milletten gelmeyen bir otoriteyi kullanamaz” (Ateş, 2004). 1789
gibi erken bir dönemde kullanılmasına rağmen kavramın tanımlanmaya çalışılması
19. yüzyıl gibi geç bir dönemde olmuştur (Jaffrelot, 1998). Bu durum bize, kavramın
ifade ettiği anlamın tam olarak bilinmeden kullanıldığını göstermektedir.
Batı dillerinde “nation” şeklinde ifade edilen “millet” kelimesi ilk kez Romalılar
tarafından kullanılmaya başlanmıştır (Karpat, 2015). Latince doğmak “nascere”
ile bir yere bağlı olmak anlamına gelen “natio” kelimeleri ile bağlantılı olduğu
düşünülmektedir. Antik Yunan’da eğitim görmek üzere aynı bölgeden gelen öğrencileri
tanımlamak için kullanılan “millet” kelimesi, süreç içerisinde egemen halkı ve bağımsız
egemen bir devleti ifade anlamında kullanılmaya başlanmıştır (Hayes, 2010).
Doğu toplumlarında, Batı toplumlarından asırlar önce farklı bir anlamda kullanılan
“millet” sözcüğü din ile aynı anlamı, klasik İslam literatüründe ise din, mezhep, şeriat
gibi inanç sistemini ve bunlara bağlı topluluğu ifade etmektedir (Devellioğlu, 1978).
Ortaylı, Arap dilinde “millet” kelimesinin “community” yani dini topluluk anlamında
kullanıldığını, etnik grubun karşılığı olarak ise “kavm” kelimesinin kullanılabileceğini,
“nation” deyiminin karşılığı olarak da “ulus” kelimesinin kullanılması gerektiğini
söylemektedir (Ortaylı, 1986).
Bir milletin oluşabilmesi için arkasında ciddi bir ulusal bilincin olması gereklidir.
Yaşanan ortak bir geçmiş ve mücadele edilen ortak değerler, bu bilincin oluşmasında
ve insanların bir araya gelerek bir ulus oluşturmasında önemli etkenlerdir. Anthony
Smith’e göre bir topluluğun millet olabilmesi için ortak bir geçmişe, ortak soya, kültüre
ve üzerinde hak iddia edilen bir toprak parçası ile topluluk arasında manevi dayanışma
duygusuna sahip olması gerekmektedir (Smith, 1994; Habermas, 2012). Fransız
Devrimi’nden sonra ortaya çıkan ve dünyaya yayılan, ulus devletlerin oluşumuna
etki eden milliyetçilik kavramının doğasının karmaşıklığı nedeniyle üzerinde fikir
insan & toplum
6
birliğine varılmış bir tanımı bulunmamakta, dünyanın farklı coğrafyalarında farklı
fikir ve düşünce adamlarına göre farklı milliyetçilik tanımlamaları ortaya konmaktadır.
Anthony Smith’in milliyetçiliği, bir milletin birlik ve özerklik kazanıp bunu devam
ettirmesine yönelik bir ideolojik hareket (Smith, 1994) iken Ernest Gellner’e göre
milliyetçilik, ulusal birim ile siyasi birimin birbirleri ile örtüşmesini öngörebilen bir
siyasal ilkedir (Gellner, 1992). Zaman içinde değişim geçiren milliyetçilik kavramı 18.
yüzyıl itibarıyla birlikte yaşama arzusu içinde olan milletlerin kurduğu ulus devlete
olan bağlılığa dönüşmüştür.
Avrupa Nüfuzunun Orta Doğu’ya Girişi
18. yüzyıla kadar Avrupa ülkelerinin yalnızca ticari anlamda ilgisini çeken Orta Doğu
için, Napolyon Mısır’ı işgal edene kadar İngiltere’nin bir Orta Doğu politikası bile yoktu
denilebilir. Hindistan yolunun güvenliğini sağlayacak bir Osmanlı varlığı İngiltere
için yeterliydi. Fakat bu durum Napolyon’un Mısır’ı işgalinden sonra değişmiş ve
İngiltere bölgedeki gelişmelerle yakından ilgilenmeye başlamak zorunda kalmıştır
(Baktıaya, 2009,; Buzpınar, 2000). Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgaliyle ilk kez bir
Avrupalı güç Haçlı Seferleri’nden bu yana Müslüman toprağına sefer düzenlemiş
ve buraları işgal etmiştir. İşgal kısa sürse de bu durum büyük bir sosyal kargaşaya
neden olurken Batılıların Arap coğrafyasına müdahil olma sürecinin de başlangıcı
olmuştur (Lewis, 1979).
Napolyon’un işgaliyle Osmanlı egemenliği altında ümmetin bir parçası olarak
varlığını sürdüren Araplar daha sonraki yıllarda bölgeye girecek olan milliyetçilik
düşüncesinin ilk etkilerine maruz kalmışlardır. Bu anlamda bir Osmanlı toprağı olan
Mısır’ın işgali Arap milliyetçiliği tarihinde ilk önemli aşama olarak kabul edilmektedir.
Özellikle Napolyon tarafından kurulan ve Arapça baskı yapan matbaa ve ilk Arapça
yayın yapan el-Tenbih gazetesinin çıkarılması önemli bir etki uyandırmıştır (Karabela
ve Ekşi, 2015).
Mısır’ın Napolyon tarafından işgali kimilerine göre Mısır modernleşmesinin ve
Orta Doğu’da Batı egemenliğinin başlangıcı olarak kabul edilir. Bessam Tibi, Hans
Henle’nin şu sözünü nakleder: “Napolyon, Doğu Prensesini bin yıllık uykusundan
uyandırmıştır” (Bilgenoğlu, 2007). Buzpınar, Mısır’ın işgalini modern Orta Doğu’nun
oluşum sürecinin başlangıcı kabul etmekle birlikte olayı Bernard Lewis gibi Orta Doğu
insanının gözünün açılması, Batı’yı keşfetmesi, uykudan uyanması şeklinde yorumlamaz.
Ona göre Mısır’ın Napolyon tarafından işgal edilmesi Avrupalı büyük devletlerin kendi
aralarındaki rekabeti Avrupa dışına yani Orta Doğu’ya taşıması anlamında önemlidir.
Bu rekabetin sonucu, Osmanlı’nın bölgede tesis ettiği dengelerin bozulmasıyla Avrupalı
ülkelerin (İngiltere, Fransa) bölgede daha fazla etkin olmasıdır (Buzpınar, 2009).
7
Kazak, Milliyetçilik İdeolojisi Bağlamında Arap Milliyetçiliğinin Kökeni:
Arap Milliyetçiliğine İttihat Terakki ve Misyoner Okulları Etkisi
Napolyon’un işgal yıllarında “Mısır Mısırlılarındır” sözü ve devlet kademelerindeki
Osmanlı memurlarının yerine Mısırlıları alınması, yaklaşık 600 öğrenciyi özel
eğitim için Fransa’ya yollayarak onlar aracılığıyla Arap milliyetçiliğini yayma hedefi
Fransa’nın Mısır’dan çekilmesiyle başarısız olmuştur (Umar, 2004). Fransa’nın
Mısır’dan çekilmesinin ardından Mısır valiliğine getirilen Mehmet Ali Paşa ve oğlu
İbrahim Paşa’nın faaliyetlerinin Arap milliyetçiliğinin bölgede yayılmasında kritik
rol oynadığını söylemek mümkündür (Hindî, 2012). Özellikle Mehmet Ali Paşa’nın
Mısır’da başlattığı kalkınma ve reform hamleleri, Avrupa’ya gönderilen öğrenciler
ve Avrupa ülkeleri ile gelişen ticari ilişkiler, Mısırlıların kendi içlerindeki gücü
keşfetmelerine, dolayısıyla içlerindeki milliyetçilik duygusu ile tanışmalarına vesile
olmuştur (Umar, 2004). Eğitim için bu ülkelere giden öğrencilerin etkilendikleri
siyasi fikirleri ülkelerine taşımaları Arap milliyetçiliği düşüncesinin yayılmasında
etkili olmuştur. Bu öğrencilerden biri olan ve 1826-1831 yıllarında Fransa’da bulunan
Rifâa et-Tahtâvî, Arap milliyetçiliğinin Mısır’daki öncü isimlerinden biri olarak önem
taşımaktadır (Bilgenoğlu, 2010). Tahtâvî eserlerinde “vatan” kavramına vurgu yapmış,
vatanda yaşayanları da Arap olarak değil, “Mısırlı” olarak vasıflandırmıştır. Tahtâvî’nin
getirdiği en önemli fikrî yenilik Mısır vatanperverliği düşüncesi olmuştur (Hourani,
1984). Bu bağlamda Napolyon’la başlayan süreçte ilk kez bir Müslüman toprağı Batılı
güçler tarafından işgal edilmiş, işgal sonucunda meydana gelen toplumsal ve siyasal
gelişmeler bölge halkının zihin dünyasında önemli değişikliklere ve etnik bilincin
gelişmesine neden olmuştur.
Arap Milliyetçiliğinin Kökeni
Arap milliyetçiliğini tanımlamadan önce çoğunlukla bu ideoloji ile birlikte kullanılan
kavramların doğru idrak edilmesi önem arz etmektedir. Şöyle ki “Arap milliyetçiliği,
Panarabizm, Arapçılık” gibi kavramların çoğunlukla birbirinin yerlerine kullanılması
ciddi bir kavram kargaşasına sebebiyet vermektedir. Arapçılık (el-Uruba), milliyetçilik
öncesi dönemi ifade ederken kültürel milliyetçiliği vurgulamak için kullanılan bir
kavram olarak karşımıza çıkmaktadır (Dawn, 1998). Osmanlı devletinden ayrılmayı
hedefleyen hareket ise daha çok Arap milliyetçiliği yani “el-Kavmiyyetû’l-ʿArabiyye”
kavramı ile ifade edilmektedir. Konuyla ilgili bir diğer kavram ise tüm Arap halklarının
birliğini ifade eden “el-İttihâdu’l-ʿArabî” yani Panarabizm’dir (Hut, 2016).
İdeolojik hareketlerin ortaya çıkış tarihlerinin tespit edilmesi çok kolay değildir.
Zira ideolojilerin ortaya çıkışı genellikle planlanmamış kolektif aksiyon sonucunda
olmaz. Arap milliyetçiliği düşüncesinin tarih sahnesine çıkışı da bu çerçevede
değerlendirilebilir. Tarihsel veriler bize 19. yüzyılda uluslararası anlamda “Arap
sorunu” diye tanımlanan bir meselenin var olmadığını göstermektedir. Osmanlı
devletine ait resmi evraklarda da farklı bir etnisiteyi tanımlamak adına “Arap”
insan & toplum
8
sözcüğünün kullanımı neredeyse hiç rastlanmayan bir durumdur. Bunun nedeni hiç
şüphesiz Osmanlı toplumsal yapısının etnik köken üzerine değil, din eksenli inşa
edilmiş olmasıdır (Zeine, 2003).
Arap milliyetçiliği fikrinin köklerinin nereye dayandığı ile ilgili birçok düşünce
ifade edilmiştir. Bu anlamda George Antonius erken dönem Arap milliyetçiliğini
19. yüzyıl başlarına yani Suriye’nin, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ve oğlu İbrahim
Paşa tarafından işgal edilmesine kadar götürür. Özellikle bu dönemde İbrahim Paşa
tarafından yapılan reformlar yoluyla Hristiyanlara verilen birtakım haklar bölgede
Arap milliyetçiliği bilincinin uyanmasında önemli rol oynamıştır. Antonius tarafından
“emekleyen milliyetçi hareket” şeklinde tanımlanan bu ilk milliyetçi hareketlenmeler
İngilizlerin destek vermemesi nedeniyle hedefine ulaşamamıştır.
Yapılan son akademik çalışmalar Arap milliyetçiliği hareketinin toplumsal
desteğinin tespit edilmesi konusunda önemli veriler içermektedir. Örneğin Dawn,
Doğu Arap vilayetlerinde bu hareketin açık savunucusu derneklere üye sayısının
126 gibi çok sembolik bir sayıda olduğunu ifade eder. O dönem Osmanlı hakimiyeti
altında yaşayan Arap nüfusu düşünüldüğünde bu rakamla Osmanlı topraklarında
milliyetçilik düşüncesinin var olduğunu iddia etmek için çok yetersiz görülecektir (Dawn,
1995). Hatta Tauber, 1.Dünya Savaşı öncesinde faaliyette bulunan Arap milliyetçisi
cemiyetlerin taleplerinin daha çok Suriye, Irak ve Lübnan’ın bağımsızlığını ifade eden
bölgesel çıkarlarla ilgili olduğunu ifade eder (Tauber, 1993). Konuyla ilgili Osmanlı
arşivlerini de inceleyen Hasan Kayalı da “I. Dünya Savaşı öncesinde ‘Suriyeciliğin’ Arap
milliyetçiliğinden çok daha baskın olduğunu ifade eder” (Kayalı, 1997).
İngiltere sömürgeler idaresi temsilcisi Gertrude Bell, bölge insanları arasındaki
milli bağ zayıflığından şu şekilde bahseder: “Ülkesel milliyetçilik ya çok azdır ya da
hiç yoktur. […] Bir Suriyeli’ye hangi millete ait olduğunu sorsanız Şam ya da Halep
yerlisi olduğunu söyleyecektir. […] Suriye sadece coğrafi bir terimdir ve orada
yaşayanların kalbinde hiç milliyetçi duygu yoktur. Panarap derneklerin ve onların
yabancı matbaalarda çıkardıkları kışkırtıcı broşürlerin değeri nedir? Cevap çok basit:
Onların hiçbir değeri yoktur. Araplar genel olarak bir millete ait değildir” (Davişa,
2004).
Osmanlı hakimiyeti altındaki Arap coğrafyasında Arap milliyetçiliğinin gelişimi
hem bölgeler arasında hem de farklı dinlere mensup (Hristiyan-Müslüman) Araplar
arasında farklı bir seyir izlemiştir. Müslüman Araplar, Avrupa’nın kültürel ve ekonomik
yayılması karşısında en az Türkler kadar kaygı duyarken, Türk toplumuna dinsel
anlamda bağlı olmayan Hristiyan Araplar için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir.
Hatta Avrupalı hamilerinin desteği ile Osmanlı’nın zayıflamasını fırsat bilerek bağımsız
devlet kurma arzusunda olduklarını bile söylemek mümkündür (el-Kubeysî, 1974).
9
Kazak, Milliyetçilik İdeolojisi Bağlamında Arap Milliyetçiliğinin Kökeni:
Arap Milliyetçiliğine İttihat Terakki ve Misyoner Okulları Etkisi
Bu bağlamda Nasif Yazıcı, Butrus Bustani, Faris eş-Şidyak ve İbrahim el-Yazıcı gibi
isimler ile Hristiyan kökenli Arap aydınlarının yazılarında ve şiirlerinde özellikle etnik
ve dini farklılıklara vurgu yapmaları Arap milliyetçiliği düşüncesinin ilk nüvelerinin
ağırlıklı olarak Hristiyan Arapların öncülük ettiği aydın bir sınıf arasında ortaya
çıktığı tezini doğrulamaktadır. Osmanlı’nın parçalanmasını savunan ve Osmanlı’dan
bağımsız bir devlet kurma düşüncesine sahip yazarların başında gelen Hristiyan
Necip Azuri, Türkler olmasaydı Arapların yeryüzündeki en uygar halk olacağını iddia
etmektedir (Davişa, 2004).
Reşid Rıza, Cemâleddîn-i Efgānî gibi Müslüman entelektüellerin amacı ise
Batı medeniyetine karşı İslam’ın hamisi konumunda olan Osmanlı Devleti’nin
bütünlüğünün korunması yönündeydi. Osmanlı’nın yeniden ihtişamlı günlerine
dönmesi için gerekli reformların yapılmasını isteyen Müslüman Arap aydınları, İslam
ülkelerinin bir halifenin yönetiminde birleşmeleri ve yabancı işgalinden kurtulmaları
için gayret sarf etmişlerdir (Lapidus, 2016).
Türk araştırmacılar tarafından Arap milliyetçiliği konusu gündeme geldiğinde en çok
dile getirilen konu hiç şüphesiz ki Mekke Emiri Şerif Hüseyin tarafından 1916 yılında
gerçekleştirilen “Büyük Arap İsyanı”dır. Aziz al-Azmeh bilinenin aksine bu isyanın Arap
milliyetçiliği adına değil, Hüseyin bin Ali önderliğinde hilafet için yapılan İslamcı bir
isyan olduğunu, bu nedenle bu isyanın Arap milliyetçiliği arşivlerinden çıkarılması
gerektiğini ifade etmektedir (al-Azmeh, 2000). Şerif Hüseyin’in ayaklanmasını Hicaz
bölgesinde bir sultanlık talebi olarak gören Ernest Dawn (Davişa, 2004) ise Türkler ve
Araplar arasındaki önemli kırılma noktalarından birisi olan bu isyanın Arapları temsil
etmediğini, bu sebeple Hicaz’da bile gerekli desteği görmediğini belirtmektedir. Arap
İsyanı, Haşimi Şerif Hüseyin ve oğullarının tertibidir. Arap halklarının hemen hemen
hepsi, Suriye, Filistin ve Hicazlı Arapların büyük bir kısmı, Medineli ve Yemenlilerin
hiçbiri bu isyana beklenen desteği vermemiştir (Köse, 2018).
Tüm bu veriler, Majid Khadduri’nin görüşünü destekler niteliktedir: “I. Dünya
Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliği çok uluslu imparatorluk içinde Arap ırkının
durumunun iyileştirilmesinden ötesini nadiren hedeflemiştir. Bazı düşünürler Arap
imparatorluğunun kurulmasını istemekteydi ve tahminen bu Arap siyasal liderliğinin
Türklerden ayrılmasını da ima ediyordu fakat Arapların çoğu kendi uygun konumları
Türk hükümdarlar tarafından tanındıkça Osmanlı birliğinin çatısı altında kalmaktan
memnundu” (Khadduri, 1983; Davişa, 2004).
Arap Milliyetçiliğine İttihat Terakki Etkisi ve “Öteki” Sorunsalı
İttihat ve Terakki’nin uyguladığı politikaların Arap milliyetçiliğinin gelişiminde etkili
olduğu iddiası araştırmacılar arasında günümüze kadar devam eden tartışmaların
insan & toplum
10
başında gelmektedir. Bazılarına göre Türk milliyetçiliği, Arap milliyetçiliğini etkin
şekilde besleyen bir faktör olarak görülürken bazılarına göre ise durum Türk
milliyetçiliğinin Arap milliyetçilik hareketlerine etkisinin olmadığı yönündedir. Peki,
gerçekten Türk milliyetçiliğinin yükselişi Arap milliyetçilerini bir kopuşa sürüklemiş
midir? Arap milliyetçiliğinin “öteki”si kimdir? Bu soruların cevabı konunun daha net
anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
İttihatçı politikaların Arap milliyetçiliğini etkilediğini iddia edenlerin başında
gelen Zeine, Osmanlı topraklarında Arap milliyetçiliği düşüncesinin gelişmesindeki
kritik dönemi Jön Türklerin uyguladığı politikalar ile ilişkilendirmektedir (Zeine,
1973). Ona göre aşırı laik anlayışa sahip Jön Türklerin yerleşik Osmanlı siyasetinden
uzaklaşıp Türk milliyetçisi politikaları uygulamaya koydukları 2. Meşrutiyet dönemi
bu anlamda önemlidir. İttihatçıların öngörüsüz, Pantürkist uygulamaları nedeniyle
bazı Müslüman Arap ileri gelenler adeta ayrılmaya mecbur bırakılmışlardı” (Kayalı,
2017). Çalışmamızın ana konusu olması itibariyle bu soruya verilecek cevap önem
taşımaktadır.
Şöyle ki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin milliyetçi bir hareket olarak kurulduğunu
söylemek doğru bir ifade olmamakla birlikte İttihatçıların Osmanlıcı mı yoksa Türkçü
mü oldukları günümüzde dahi ihtilaflı bir konudur. Kendi söylemlerine göre İTC
“İttihad-ı Anasır” yani bütün Osmanlı uluslarının birliği esasına dayanmaktaydı. Bazı
araştırmacılar İTC’nin Osmanlıcılık politikasının Türkleştirme politikasından başka
bir şey olmadığını, İTC’nin gerçek niyetinin Osmanlı hakimiyeti altında bulunan
bütün unsurları “Türkleştirmek” olduğunu, her ne kadar parti içinde gayrimüslim
ve farklı etnik kökenden kişiler olsa da bunların karar mercine asla alınmadıklarını
iddia etmektedir (Akçam, 1999).
Peki, İttihat ve Terakki’nin izlediği politikalarla ilgili iddialar ne derece gerçeği
yansıtmaktadır? Arap aydınlarının İTC’ye karşı siyasi ve ideolojik söylemlerini
etkileyen ve onları Osmanlıcılık’tan Arap milliyetçiliğine dönüştüren şey neydi? İTC
devletin sorunlarını çözmek için zaman zaman Panislamist zaman zaman Osmanlıcı
ideolojiler uygulayarak pragmatist bir yaklaşım mı ortaya koymaktaydı? Bu soruları
cevaplandırabilmek için o dönem dünyanın ve Osmanlı Devleti’nin hızlı bir siyasi
değişim sürecine girdiğini göz ardı etmeden konuyu irdelemek gerekir. Türkleştirme
konusuyla ilgili olarak en çok tartışılan konu hiç şüphesiz ki ilerleyen yıllarda TürkArap krizine neden olan “merkezileştirme” meselesiydi. Arap milliyetçiliği konusunda
İTC aleyhinde yapılan en ciddi söylem İttihatçıların merkezileştirme adı altında
“Tetrik” (Türkleştirme) siyaseti güttüğü iddialarıydı.
Yukarıda da ifade edildiği gibi Zeine’e göre, İTC’nin katı politikaları sonucunda
Araplar Osmanlı’dan ayrılmak zorunda kalmışlardı. Öncelikle bu iddianın Dawn,
11
Kazak, Milliyetçilik İdeolojisi Bağlamında Arap Milliyetçiliğinin Kökeni:
Arap Milliyetçiliğine İttihat Terakki ve Misyoner Okulları Etkisi
Tibi, Hourani gibi birçok bilim adamı tarafından kabul görmediğini söylememiz
yerinde olacaktır. Farklı etnik ve siyasi unsurlardan oluşan karma bir yapıya sahip
olan İTC’nin Türk dışındaki etnik unsurları göz ardı ettiğine ve Türk milliyetçisi
bir siyasi programı olduğuna dair bilimsel veriler bulunmamaktadır. Öyle ki İttihat
ve Terakki’nin ilk sadrazamlarından birisi olan Said Halim Paşa İslamcı kimliği ile
bilinen birisi olmakla birlikte İTC’nin içinde birçok Arap aydın da yer almaktaydı.
Benzer şekilde bu iddialara karşı çıkan Cleveland da Jön Türklerin Arapça
konuşulan vilayetlere yönelik tutumunun güvenlik ve meşruiyet kapsamında
değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Cemiyetin devlet kademelerinde
yer alan eski memurları görevlerinden alarak yerlerine İTC düşüncesine bağlı
memurlar getirmesi Arap vilayetlerinde rahatsızlık uyandırsa da bu durum İTC’nin
Türk milliyetçisi politikaları bağlamında değerlendirilemez. İttihat ve Terakki’nin
vilayetlerde uygulamaya koyduğu politikalar geleneksel Osmanlı eşraf düzeninin
bozulmasına neden olurken güçlerini yitirme korkusuna kapılan yerel eşraf ile
İttihat ve Terakki’nin bağı kopma noktasına gelmiştir. İttihatçıların geleneksel eşraf
siyasetinden uzaklaşması Cemiyetin bir tür Türk despotizmi uygulamakla itham
edilmesine neden olmuştur. Sosyal ve ekonomik imtiyazlarını ademimerkeziyetçi
bir yönetim altında daha iyi koruyacaklarına inanan bu grup üstü örtülü bir şekilde
“Arap milliyetçiliğini” hedeflerini gerçekleştirmek için kullanıyorlardı. Her ne kadar
İttihatçıların amacı merkezileştirmek olsa da yaşanan bu durum Araplar tarafından
Türkleştirmek olarak algılanmıştır (Cleveland, 2015).
Bu bağlamda Osmanlı ideolojisine bağlı olduğu iddia edilen İTC, “Tetrik”
(Türkleştirme) politikaları uygulamadıysa neden böyle bir ithamla karşı karşıya
kaldı? Ortaya çıkan bu algının doğru anlaşılabilmesi için İTC’nin 1908-1918 arası
politikalarındaki dönüşüm ve değişiminin doğru analiz edilmesi gerekmektedir.
İttihatçıların imparatorluğun bütün unsurlarını Osmanlıcılık altında birleştirmek
istedikleri doğrudur fakat bu bazı araştırmacıların iddia ettiği gibi şovenist anlamda
Türkleştirmeyi amaçlamamaktadır. Bazı İttihatçıların Türklüğe ilgi duymuş olmaları
Cemiyet içinde azınlık kabilinden bir durumdur.
Zeine ve benzeri araştırmacıların ifade ettiği İTC’nin “Türk milliyetçisi” politikaları
uygulamaya koydukları iddiasına neden olan şey aslında İTC’nin Türk milliyetçisi bir
ton içeren merkezileştirme politikalarından başkası değildi. Bu durumda bir kavram
kargaşasının ortaya çıktığını ve merkezileştirme ile Türkleştirme kavramlarının
birbirlerinin yerine ikame edildiğini söyleyebiliriz. İTC’nin iktidarı ele alışından
sonra uyguladığı reformlar ile merkezi otoriteyi mümkün olan en geniş alana yaymak
istemesinden en çok etkilenen hiç şüphesiz ki Arap vilayetleri olmuştur. Ayrıca Arap
milletvekillerinin de İTC’ye karşı olan muhalefetin saflarında yer alması nedeniyle
insan & toplum
12
İTC’nin merkezileştirme politikalarını artırması İTC’nin “Türkleştirme” hareketine
giriştiği suçlamalarına neden olmuştur.
Şu gerçeği ifade etmek gerekir ki merkezileştirme politikaları aslında İTC’ye özgü
bir durum değildi çünkü 1908 öncesinde de merkezileştirme politikaları mevcuttu
(Dawn, 1973). Hanioğlu’nun ifade ettiği gibi “1795’te, hükümet, çevre üzerindeki
merkezi kontrolü güçlendirmek için Osmanlı taşra idaresinde büyük bir yeniden
yapılanma başlattı [...] Ancak yeterli askeri ve mali yaptırım gücünden yoksun
olduğu için, bu hedef ulaşılamaz bir ideal olarak kaldı” (Hanioğlu, 2008). Hükümet
için merkezileşme 19. yüzyıl boyunca önemli konuların başında gelmeye devam etti.
İlk kez Türkçenin eyalet yönetiminde yazışma dili olması II. Abdülhamid döneminde
resmileşmişti (el-Hatib, 1971). Bu durum Müslüman Arap reformcular ve Türk
bürokratlar arasındaki ilişkilerde ciddi bir kırılmaya neden olmuştur. Bu kararlar
İTC öncesinde de merkezileşmenin olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Abdülhamid’in yerel yönetimin bazı alanlarında Arapların yerine Türkleri istihdam
etmesi sivil ve adli bürokrasinin Türkleştirildiği iddialarına gerekçe olsa da (Gross,
1979), Abdülhamid’in diğer yandan Suriye ve Irak kökenli Arap öğrencilere Osmanlı’nın
askeri ve sivil yönetiminde yer alma fırsatı vererek modern bir Arap elitinin oluşmasını
istediği unutulmamalıdır. Bir bütün olarak ele alındığında Abdülhamid’in hükümdarlığı
boyunca Anadolu eyalet yönetiminde istihdam edilen Arapların sayısı yüzdesi %11’den
%23’e çıkarak neredeyse ikiye katlanmıştır (Szyliowicz, 1975).
Kamuda Türkçenin kullanılmasını, Türkleştirme uygulamalarının en önemli
dayanağı olarak öne süren Arap milliyetçilerinin iddialarının herhangi bir temeli
yoktur. Türkçenin resmi dil olarak belirlenmesinin aslında 1876 Anayasası’nda yazılı
olduğu ve bu maddenin 1908’de de değiştirilmediği bilinmektedir. II. Meşrutiyet
hükümeti de ilkokullarda ders olarak yalnızca Türkçenin okutulmasını garanti altına
alıyordu. Bu bağlamda ortaokul, lise ve yükseköğretimde de eğitim dili olarak Türkçe
teşvik ediliyordu (Kayalı, 1998).
Devletin dili Türkçenin kamu alanında kullanımı İttihatçıların merkezileştirme
politikalarının vazgeçilmez unsurlarından birisiydi ve bu gizlenen bir politika değildi.
Nitekim İTC, 1 Mart 1910’da Selanik’te yayınladığı risalede bu durumu şöyle ifade
etmekteydi: Millet-i Osmaniye; muhtelif din ve milletlere mâlik Türk, Arap, Arnavut,
Kürt, Ermeni, Rum, Bulgar ve Yahudi… gibi kavimlerin bir araya gelmesinden hasıl olan
heyettir. Bu kavimlerin arasında gerek lisanca ve gerekse din ve mezhepçe ayrılık olduğu
halde bunların hepsine Millet-i Osmaniye nasıl denir? Filhakika bu muhtelif kavimlerin
ayrı ayrı dilleri varsa da birbirlerine meramlarını anlatmak, yazmak için bir ikinci lisana
muhtaçtırlar. Bu halde Osmanlı memleketinde bulunan bir unsur diğer anasıra fikrini
bildirmek için ayrı ayrı her birinin lisanını öğrenmeğe muhtaç kalır. Buna da imkan yoktur.
13
Kazak, Milliyetçilik İdeolojisi Bağlamında Arap Milliyetçiliğinin Kökeni:
Arap Milliyetçiliğine İttihat Terakki ve Misyoner Okulları Etkisi
Bu imkansızlığın önünü almak için Osmanlıca lisanı vücuda gelmiştir. Osmanlıca öğrenen
Arap, Kürt, Türk, Ermeni, Bulgar, Rum hepsine maksadını kolayca bildirebilir. İşte bu
kavimlerin asıl dilleri başka olmakla beraber resmi lisanları birdir, o da Osmanlıca’dır
(Hayyeale‘l Felah, 1326).
İTC resmi dilin Türkçe olmasını bir dayatma değil bu topraklarda yaşayanlar için
bir ihtiyaç olarak görmekteydi. 1913’teki parti programında; “Mekâtib-i iptidâîye-i
umumiye-i tâlimiyye’de Türkçenin yalnız lisan olarak tedrisi mecburi olmakla
beraber her mahallin ana lisanı lisân-ı tedris olacaktır.” denerek yerel dillerde
eğitim de güvence altına alınıyordu (Arai, 2008). Bütün bu bilgiler göstermektedir
ki İTC, Abdülhamid’in merkezileştirme politikalarını devam ettirmekle kalmamış
aynı zamanda bunları daha fazla alana yaymak içinde çaba sarf etmiştir. İTC’nin
merkezileştirme politikalarının gözden kaçırılmaması gereken bir diğer yönü yeni
rejimin Abdülhamid rejimine bağlı unsurları tasfiye etmesidir. Özellikle Sultan’a
bağlı Arnavut ve Araplardan oluşan özel birliklerin tasfiye edilerek yerlerine yeni
rejime sadık görevlilerin atanması ile Abdülhamid’in sarayı kontrol etme imkanının
ortadan kaldırılması hedeflenmiştir (Findley, 1980).
Gerek Zeine’nin iddiaları gerekse Dawn ve Cleveland’ın buna itirazları bir bütün
olarak ele alındığında her iki yaklaşımın da konuyu tek bir zaviyeden değerlendirdiğini,
bunun da eksik kaldığını söyleyebiliriz. Şöyle ki İTC, iktidarın başlangıç yıllarında
Türkleştirme politikaları gütmese de özellikle 1.Dünya Savaşı sırasında uygulamaya
koyduğu sıkı merkezileştirme politikalarındaki Türk milliyetçisi tonun, dönemin
şartları da göz önüne alındığında Arap aydınlarını olumsuz etkilemesi kaçınılmazdı.
Ayrıca Cemal Paşa’nın Suriye valiliği esnasındaki yaklaşımları birçok Arap aydını
tarafından Türk-Arap ilişkilerindeki en önemli kırılma noktası olarak görülmüştür.
İTC’nin Türk milliyetçisi bir ton içeren merkezileştirme politikaları doğrudan
Arap milliyetçiliğine yol açmasa da belirli gruplar arasında etnik bilincin yükselmesine,
Arap aydınlarının Osmanlı’ya yabancılaşmasına ve milliyetçi duyguların artmasına
neden olduğunu söylemek mümkündür. Çok az deneyimi olan İttihat ve Terakki’nin,
Avrupa sömürgeciliği karşısında radikal çözümler talep ederken Arap vilayetlerinin
ademimerkeziyetçilik taleplerini karşılayamadığı söylenebilir.
Dönemin şartları altında Arap aydınlarının da fikirlerinde bir dönüşümün başladığı
bu süreçte Arap aydınlarının Osmanlı yönetimine yönelik tutumlarının belirlenmesinde
1908-1918 arasında meydana gelen bazı önemli olayların dönüm noktası olduğunu
söyleyebiliriz. Özellikle İTC’nin ilk on yıldaki özgürlükçü politikalarının zaman içinde
baskıcı politikalara dönüşmesi ve ardından 1.Dünya Savaşı’nın başlamasıyla ortaya
çıkan Avrupa sömürgeciliği önemli dönüm noktalarından biridir. Ayrıca İTC’nin 2.
Meşrutiyet sonrası Türkçülüğe vurgu yapan uygulamalarının da Arap milliyetçileri
insan & toplum
14
için örnek teşkil ettiğini söylemek mümkündür (Köse, 2018). Cemal Paşa’nın Suriye’de
uyguladığı baskı politikaları ve 1916 Arap İsyanı, Türk-Arap ilişkilerindeki en derin
kırılmanın yaşanmasına neden olan olaylardır.
Emir Şekip Arslan, Selim Ali Selam gibi Arap aydınlarının birçoğu aslında başlangıçta
İTC iktidarına olumlu yaklaşmaktaydı fakat zaman içinde uluslararası komplikasyonlar
ve iç isyanlar karşısında İTC politikalarının merkeziyetçiliğe ve milliyetçiliğe dönmeye
başlaması Arapların Osmanlı hükümetine karşı yabancılaşmasına ve aydınların
ideolojik bir dönüşüm geçirmesine neden olmuştur. Selim Ali Selam’a göre, Arapları
imparatorluğu dışlayarak alternatif gelecek projeleri aramaya yönelten en önemli
faktör, Osmanlı hükümetinin güvenilmezliği ve İTC yönetiminin yapısal reformlar
yapma konusundaki isteksizliğiydi (Selam, 2009).
Arapların 1908-1918 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik
tutumlarındaki dönüşümü açıklayan Rashid Khalidi, 1914’ten önce Osmanlı
egemenliğindeki Arapların Osmanlı sultanına tam anlamıyla sadık olduğunu, İslam
devletinin bir paydaşı olarak kaldıklarını fakat merkezi yönetimden kimliğin ve
Arap unsurunun vurgulanmasını istediklerini ifade ediyordu (Tarabein, 1991).
Dolayısıyla, “1914 öncesinde Arapçılık, Arap ayrılıkçılığı anlamına gelmiyordu ve
Osmanlı İmparatorluğu’na sadakatle çelişmiyordu” (Tarabein, 1991). Khalidi’ye göre,
I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinin ardından İTC’nin Arap muhalif hareketlerine
kısıtlama getirmesi muhaliflerin Arap milliyetçilerine dönüşmesine neden olmuştur
(Tarabein, 1991). Bu bağlamda İTC üyesi olan Abdülgani el-Ureysi, Abdürrahman
el-Şehbender ve Şükrü el-Asali gibi Arap aydınları İTC’yi bırakarak Arap milliyetçisi
hareketlere katılmışlardır (Haddad, 2010).
1914 sonrası ise Arap milliyetçiliği düşüncesinin yavaş yavaş siyasi kimlik
kazanmaya başladığı, Arap siyasilerin çeşitli reform ve özerklik isteklerini daha
güçlü ve tehditkar bir dille ifade etmeye başladıkları zamandır. Bu aşamada Balkan
savaşlarındaki ciddi toprak kayıplarının toplumda meydana getirdiği endişe ve
umutsuzluk havasını unutmamak gerekir. Diğer yandan Şekip Arslan’ın anılarında dile
getirdiği şu gerçeği ifade etmek yerinde olacaktır; “Hükümet içeride ve dışarıda hayatta
kalma mücadelesi verirken birçok Arap aydınının Fransa’da kongre düzenleyerek
reformlar talep etmesi İTC’nin öncelikleri ile Arap aydınlarının öncelikleri arasındaki
farkı göstermesi açısından önemlidir” (Tarabein, 1991).
İç karışıklıkların İTC’nin sorunlarla başa çıkma biçimini değiştirdiğini söylemek
yerinde olacaktır. 1908 devrimini izleyen ilk yıllardaki göreceli özgürlüklerin bu
sorunlar sebebiyle İTC’yi saldırgan bir merkezileşme politikalarına yönelttiğini
söyleyebiliriz. Dolayısıyla, hükümet savaş patlak verdikten sonra sadece önceliklerini
kökten değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda imparatorluğu parçalayabilecek, iç
15
Kazak, Milliyetçilik İdeolojisi Bağlamında Arap Milliyetçiliğinin Kökeni:
Arap Milliyetçiliğine İttihat Terakki ve Misyoner Okulları Etkisi
tehdit algısı olarak gördüğü milliyetçilik hareketlerine karşı merkezileşmeyi daha
da güçlendirmiştir.
İttihatçıların Türk milliyetçisi tutum sergilediği düşüncesinin oluşmasına neden
olan birtakım olayların varlığı elbette inkar edilemez. Nitekim Cemiyet’in bazı
vilayetlerde takındığı zorba tavır Türk-Arap ilişkilerini olumsuz etkilerken her iki
unsurun etnik ve dilsel anlamda birbirlerine daha fazla yabancılaşmalarına neden
olmuştur (Kayalı, 2017). Örneğin hükümetin İngiltere’den borç alabilmek ümidiyle
mecliste İngiliz denizcilik şirketine ticari imtiyaz verilmesi teklifi Arap milletvekillerinin
sert tepkisine neden olmuştur. Yine aynı şekilde bazı milletvekillerinin İttihatçıları
bazı kredi anlaşmalarında Siyonistlerin etkisinde kalmak ve Yahudilere ekonomik
imtiyaz vermekle suçladıkları bilinmektedir (Kayalı, 2017).
Yine bu bağlamda 1.Dünya Savaşı’nın ilanından hemen sonra Suriye Valisi
olarak atanan İTC’nin önemli figürlerinden birisi olan ve Araplar arasında “gaddar
ve seffah (kan dökücü)” gibi lakapları ile anılan Cemal Paşa’nın Suriye’de uyguladığı
sert politikaların Arap milliyetçilerinin Osmanlı aleyhtarı propagandaları için gerekçe
oluşturduğu iddiaları önemlidir.
Bölgede imparatorluğun entegrasyonuna karşı en büyük tehdidin Arap milliyetçileri
olduğunu düşünen Cemal Paşa, Arapçılık hareketinin ortadan kaldırılması gerektiğine
inanıyordu (Çiçek, 2012). Gerçekten de valiliğinin ilk döneminde önde gelen Arap
milliyetçileriyle, özellikle Abdulkerim el-Halil, Muhammed Kürd Ali, Emir Şekip
Arslan ve Abdulgani el-Uraysi ile oldukça iyi ilişkileri vardı. Derveze, Cemal Paşa’yı
Suriye’ye geldikten sonra, ünlü Arap milliyetçilerinin ve Arap gençlik gruplarının
Arapları öven şiirler okuduğu bir törene davet etmiş, Cemal Paşa bu tören sırasında
Türkler ve Araplar arasındaki kardeşliği vurgulayan bir konuşma yapmıştı (Derveze,
2007). Cemal Paşa esas olarak Arapların kültürel taleplerine karşı değildi ancak
yabancı güçlerle yakın bağları olan Arapçılara asla güvenmedi. Bu nedenle, Avrupa
güçleriyle “ilgi çekici” ilişkileri olmayan Arap milliyetçilerini cezalandırmamış hatta
yabancı güçlerle iş birliği yapmayı reddeden kültürel bir milliyetçi olan gazeteci
Muhammed Kürd Ali ile iyi ilişkiler içinde olmuştur (Kürd Ali, 2006).
Cemal Paşa’ya göre 1.Dünya Savaşı sırasında Fransız elçiliğinde ele geçirilen
belgelerde bazı Suriyeliler Fransa himayesi altında Arap bağımsızlığı için Fransızlarla
temas halindeydi. Cemal Paşa’nın bu belgelerde ismi geçen Arap liderleri Şam
ve Beyrut’ta ayrım gözetmeksin idam ettirmesi ve yabancı misyonlarla irtibatlı
bazı aileleri Anadolu’ya sürgüne göndermesi Osmanlı ordusundaki Arap subayları
rahatsız etmiştir (Kayalı, 2017). Bazı araştırmacılar Cemal Paşa’nın bu sürgün
kararlarını Türkleştirme politikalarının somut örneği olarak görmektedir (Arslan,
2009). Arslan’a göre Cemal Paşa’nın acımasız politikası, tarih boyunca Müslüman
insan & toplum
16
dünyasının ve Osmanlı İmparatorluğu’nun başına gelen en korkunç felaketlerden
biriydi (Arslan, 2009).
Hükümet savaş şartlarının getirdiği atmosferde sadece önceliklerini kökten
değiştirmekle kalmamış aynı zamanda imparatorluğu parçalayabilecek iç ve dış
tehditler nedeniyle merkezileşmeyi de güçlendirmiştir. Çünkü Cemal Paşa’nın asıl
amacı Suriye’yi Osmanlı İmparatorluğu’na entegre etmek ve merkezi otoriteyi
vurgulamaktı (Çiçek, 2012). Cemal Paşa’nın izlediği yol ve sert uygulamalar her
ne kadar Suriye’de Arap milliyetçisi bir kalkışmanın önüne geçilmesinde etkili olsa
da Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Arap topraklarında bağımsızlık
hareketlerinin ivme kazanmasını engelleyememiştir.
Cemal Paşa’nın yaptığı idamlar Araplar ve Türkler arasındaki ilişkinin
zedelenmesine, Arapların Osmanlı Devleti’ne olan bağlılık duygusunun zayıflamasına
yol açmış, bu kişiler zamanla milliyetçi hedefler arzulayan gruplara dönüşmüştür.
Bu uygulamalar Türklere karşı Araplar arasında yapılan negatif propaganda için bir
gerekçe oluşturmuştur. Şekip Arslan, Cemal Paşa’nın politikalarının Araplar arasında
Türklere karşı nefret uyandırdığını ve bu politikaların hem İslam hem de Osmanlı
tarihinde meydana gelen en sert olaylardan biri olduğunu savunmuştur (Arslan, 200).
Bu bilgiler ışığında Arap milliyetçiliğinin “öteki’si kimdir?” sorusu cevabı aranması
gereken önemli bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır. Milliyetçilik ideolojilerinde
“öteki” genellikle, belirli bir milletin kimlik sınırlarını tanımlamak ve güçlendirmek
amacıyla oluşturulur. Arap milliyetçiliği için “öteki” kavramı, tarihsel bağlam ve
dönemin siyasi koşullarına göre farklı aktörleri kapsayacak biçimde şekillenmiştir.
Arap kimliğini, kültürünü ve bağımsızlığını tehdit eden veya bastırmaya çalışan her
şey Arap milliyetçiliğinin ötekisi olarak algılanmakla birlikte bu “öteki” imgesi Arap
kimliğinin kendini tanımlaması ve sınırlarını belirlemesi sürecinde farklı dönemlere
ve bağlamlara göre değişiklik göstermektedir.
Arap milliyetçiliği için “öteki” tarih boyunca Osmanlı’dan Batı’ya, İsrail’den iç
siyasi gruplara kadar uzanan geniş bir yelpazede farklılık göstermiştir. Aslında “öteki”
kavramı, tarihsel ve siyasal bağlama göre değişiklik gösterse de genelde en güçlü ve
kalıcı “öteki” Batı olarak belirlenmiştir. Ancak Osmanlı yönetimi ve Cumhuriyet
Türkiye’si ile olan ilişkiler düşünüldüğünde, Türklerin de belirli dönemlerde ve özel
bağlamlarda “öteki” olarak tanımlandığını söylemek mümkündür.
19. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasının ardından
İngiltere, Fransa gibi Batılı ülkelerin Orta Doğu’da çıkar sağlama amacıyla ekonomik
ve siyasi hakimiyet kurmaya çalışarak Arap dünyasını sömürgeleştirmesi, bu dönemde
Batı’nın Arap milliyetçiliği için bir tehdit ve “öteki” olarak tanımlanmasına neden
17
Kazak, Milliyetçilik İdeolojisi Bağlamında Arap Milliyetçiliğinin Kökeni:
Arap Milliyetçiliğine İttihat Terakki ve Misyoner Okulları Etkisi
olmuştur. Arap milliyetçileri açısından Batı, yalnızca siyasi ve askeri bir “öteki” değil,
aynı zamanda kültürel bir tehdit olarak da algılanmıştır. Geleneksel Arap toplumunun
yapısında değişikliğe yol açması nedeniyle Batı tarzı modernleşme projeleri Arap
milliyetçileri tarafından ulusal kimliğe tehdit olarak görülmüştür. Bu nedenledir
ki Arap milliyetçiliği için Batı, ilk ve en belirgin “öteki” olarak kabul edilmektedir.
Yakın dönemde İsrail Devleti’nin kurulması ve Filistin topraklarında yaşanan
çatışmalar, Arap milliyetçiliği için yeni bir “öteki” tanımlamasına yol açmıştır. Batılı
devletlerin İsrail’e verdiği destek, Arap milliyetçiliğinde Batı’ya karşı olan güçlü
eleştiriyi derinleştirmiştir. 20. yüzyıl ortalarında, Cemal Abdünnasır gibi Arap
milliyetçisi liderler, Batı karşıtlığını Arap milliyetçiliği için temel bir unsur olarak
benimsemiştir. Günümüzde Arap milliyetçiliği eski gücünü kaybetmiş olsa da Batı
karşıtı söylemler hala etkisini sürdürmektedir. Sonuç olarak Arap milliyetçiliğinde
Batı, kalıcı ve çok boyutlu bir “öteki” olarak sadece siyasi ve askeri bir tehdit değil,
aynı zamanda kültürel ve kimliksel bir tehdit olarak da konumlandırılmıştır.
Türklerin ya da Osmanlı’nın öteki olma konusuna gelince Osmanlı, Arap
coğrafyasını dört yüzyıl boyunca yönetmiş ve Arapların dini, sosyal ve kültürel
yaşamında derin izler bırakmış bir devlettir. Bu bağlamda Arap milliyetçiliğinde
Türklerin “öteki” olarak görülüp görülmemesi, tarihsel bağlam ve Arap dünyasında
Türklerle ilgili çeşitli algılar göz önüne alındığında karmaşık bir konudur. 19. yüzyıldan
itibaren Osmanlı’nın merkezileşme politikaları Arap milliyetçileri tarafından Arap
kimliğine karşı bir tehdit olarak algılanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap kültürel kimliğine yönelik bir “Türkleştirme”
politikası uyguladığı endişesini “Türk despotizmi” olarak tanımlayan Arap
milliyetçilerinin, Türkleri Arap kimliğinin “öteki”si olarak göstermeye çalıştıklarını
söyleyebiliriz. Ancak bu “öteki” algısı, Osmanlı yönetiminin baskısına karşı bir
tepkiden kaynaklanmakta olup Arap dünyasının geneline yayılan kalıcı bir “öteki”
algısına dönüşmemiş, daha çok Osmanlı’dan bağımsızlık talep eden belirli milliyetçi
kesimlerde destek bulmuştur.
Türkler, Arap vilayetlerini hakimiyetleri altında tuttukları bu süre zarfında
İslam’a ve Araplara büyük hürmet göstermişlerdir. Şöyle ki, Araplar “Kavm-i
Necip” (seçilmiş halk) olarak kabul edilmiş, büyük saygı görmüştür (Zeine, 2003).
Osmanlı, Arap alfabesi kullanmış, Arapçaya ayrı bir önem vermiştir (Davişa, 2004).
Arap coğrafyasında yaşayanlara diğer bölgelerdeki halka verilmeyen birçok imkan
sunulmuştur. Müslüman Araplar Osmanlı hukuk sisteminde önemli rol oynamışlar
ve yönetimde çok fazla güç sahibi olmuşlardır. Hiç şüphesiz ki Arapları ve Türkleri
birbirine bağlayan en önemli faktör İslam’dır (Zeine, 2003).
insan & toplum
18
Irak’ta Başbakanlık yapan Nuri Said Paşa’nın Osmanlı hakimiyeti döneminde
Arapların konumuna yönelik söyledikleri dikkat çekicidir: “Osmanlı İmparatorluğu’nda
Araplar, Müslümanlar olarak Türklerin ortağı kabul edilmiş ve Türklerle tüm hak ve
sorumlulukları herhangi bir ırksal ayrım olmaksızın paylaşmışlardır. Askeri ya da sivil
devlette yüksek mevkiler Araplara açıktı. Osmanlı parlamentosunun yüksek ve daha
alt meclislerinde temsil ediliyorlardı. Çoğu Arap, başbakan, şeyhülislam, general ve
vali oldu. Araplar daima devlet hizmetlerinin tüm kademelerinde bulundular (Zeine,
2003). Türklerin Araplara karşı bu yaklaşımı göstermektedir ki Türkler, Araplar için
hiçbir zaman mutlak bir öteki olmamıştır.
Arapların başlangıçta olmasa da bağımsız devletlerin kuruluşu aşamasında
Türkleri “öteki” olarak gördüklerini söylemek mümkünse de bu “ötekiliğin” aktif ve
koşulsuz bir “ötekilik” olmadığı söylenebilir. Bu durum ayrılık derecesi keskin “öteki”
anlayışında sert ve mutlak iken, benzerlikleri olan ötekiliklerde daha hafif, dönemsel
ve geçicidir. Dini kültürel ve coğrafi olarak Araplardan farklı emperyalist bir Batı’nın
olduğu yerde dini ve tarihi anlamda ortak değerlere sahip Arapların Türkleri “öteki”
olarak görmeleri mümkün değildir.
Arapların ötekileştirilmesine giden sürecin, Osmanlı’nın Arap topraklarındaki
hakimiyetinin sona ermesinin ardından bölgede ulus devlet ideolojisinin benimsenip
bir ulus inşa sürecine girişilmesi ile başladığını söylemek mümkündür. Aslında
Osmanlı Devleti’nin Arap topraklarından çekilmesi ve Cumhuriyet’in kurulmasına
kadar geçen dönemde hem Türkler hem de Araplar Osmanlıcığı bir alternatif olarak
görmüşler, halifenin manevi otoritesi altında emperyalizme karşı iş birliği yapma
düşüncesinde olmuşlardır.
Fakat ulus inşa sürecinde Kemalist elitlerin seküler ve etnisiteyi merkeze alan bir
ulus kimliği oluşturma kaygısıyla hilafetin kaldırılıp Batıcı bir ideolojinin benimsenmesi
Türk-Arap ilişkilerinin bu amaç doğrultusunda yeniden yapılandırılmasında belirleyici
rol oynamıştır. Yeni Türkiye’yi Batı medeniyetinin eşit ve saygın bir üyesi yapmak
isteyen elitler ülkenin yönünü tamamen Doğu’dan Batı’ya çevirmişlerdir (Çalış,
2001). Bu keskin kopuşu Hasan Cemil Çambel şu şekilde ifade etmektedir: “Genç
Türkiye’nin Kemalist inkılapla İslam-Osmanlı medeniyetinden laik-Türk kültürüne
geçişi Kopernik inkılabına benzer ve tam bir fikir ve ruh değişikliğidir. Bu bir kutuptan,
büsbütün öbür kutba geçme hareketidir” (Çambel, 2011).
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla benimsenen ulus devlet ideolojisi hilafet
merkezli iddialardan ve bu bağlamda Arap vilayetleri üzerindeki siyasi taleplerden
vazgeçerek Türklüğü bir özne olarak gündeme getirmiştir (Gönlübol ve Sar, 1973).
Çambel’e göre Türkün tekrar var olabilmesi yabancı Arap kültüründen uzaklaşması
19
Kazak, Milliyetçilik İdeolojisi Bağlamında Arap Milliyetçiliğinin Kökeni:
Arap Milliyetçiliğine İttihat Terakki ve Misyoner Okulları Etkisi
ve Osmanlı hakimiyeti altında bulunan Müslüman milletleri “ötekileştirmesi” ile
mümkündür. Bu anlamda ulus devlet ideolojisine motive olmak ve Türklüğü halkın
zihninde daha merkezi bir yere oturtmak adına Araplar I. Dünya Savaşı’nda Türkleri
arkadan vuran “hainler” olarak damgalanıp “ötekileştirilerek” radikal Batıcı ideolojinin
çimentosu olmuşlardır. (Atay, 1964).
Sonuç olarak Arap milliyetçiliğinin doğuşu milliyetçilikler yüzyılı olarak kabul
edilen 19. yüzyılın doğal bir sonucudur ve bu bağlamda Arap milliyetçiliğini sadece bir
Türk karşıt ögesine dayandırmak doğru olmayacaktır. Olayları kendi konjonktüründe
değerlendirmek doğru sonuçlara ulaşılması açısından büyük önem taşımaktadır.
Türk karşıtlığı olmasaydı da 20. yüzyılın bir gerçeği olan milliyetçilik ideolojisi nasıl
farklı milliyetçiliklerin doğmasında etkili olduysa aynı şekilde Arap milliyetçiliğinin
doğuşunda da etkili olacaktı. Bu durumda Arap milliyetçiliği başlangıç aşamasında
“biz” merkezli iken daha sonraları “onlar” (Türk / Batı) merkezli olmuştur.
Arap Milliyetçiliğine Misyonerler ve Misyoner Okulları Etkisi
Osmanlı topraklarında Arap milliyetçiliğinin gelişiminde Hristiyan Arapların ve
misyoner okullarının etkisi akademik anlamda kısmen ihmal edilmiş bir konudur.
Halbuki misyoner okulları etkisi belki de diğer etkilerden çok daha fazla incelenmesi
gereken bir olgudur. Avrupa’nın gerisinde kalan Osmanlı, sorunun temeline inerek
eğitim reformları yapmaya başlamış fakat ekonomik yetersizlikler nedeniyle bu
reformlar imparatorluğun farklı yerlerine eşit bir şekilde ulaştırılamamıştır. Eğitim
taleplerinin yoğun olduğu Lübnan ve Suriye bölgesi payitahttan uzak olması nedeniyle
devletin tam anlamıyla eğitim hizmeti ulaştıramadığı yerlerin başında geliyordu.
Bu boşluğu gören Katolik ve Protestan misyonerler eğitim alanındaki faaliyetlere
yoğunlaşmışlardır.
Misyoner grupları tarafından bu bölgenin seçilmesinin elbette ki belli sebepleri
vardı. Payitahta uzak olan bu bölge hatırı sayılır bir Hristiyan nüfusu barındırmakta
ve devletin sağladığı eğitim, sağlık gibi hizmetlerden yeterince yararlanamamaktaydı.
Misyoner William Goodell, eğitim materyallerinin eksikliğine, eğitim sisteminin
aksaklığına rağmen bölge insanının potansiyeli ve eğitime olan isteğini dile
getirmektedir (Kennedy, 2008). Bölge insanı devlet okullarının eksikliğine rağmen
çocuklarını ilk başta misyoner okullarına göndermeye sıcak bakmamıştır. Hiç şüphesiz
bunun nedeni çocuklarının misyonerlerin din propagandalarına maruz kalmasını
istememeleridir. Göndermek zorunda kalanlar da devletten bu okullarda verilen dini
eğitimi sınırlamasını talep etmişlerdir (Woodberry, 2007).
Zamanla bu okullara çocuklarını gönderenlerin sayılarının artması dini çekincelerle
çocuklarını göndermeyenler için de teşvik edici olmuştur. Bu dönemde Suriye ve
insan & toplum
20
Lübnan tam anlamıyla misyonerlerin eğitim ve ideolojik projelerinin uygulama
sahası olmuştur. Protestan misyonerler daha önceki misyonerlik faaliyetlerinden
farklı olarak halkı doğrudan Hristiyanlaştırmak yerine açtıkları okullar vasıtasıyla
Hristiyan değerlerini topluma aşılayarak daha kalıcı bir etki bırakmayı hedeflemişlerdir
(Fleischmann, 2002).
Misyonerler bu okulları sadece dini eğitim vermek için değil, aynı zamanda
ülkelerinin siyasi çıkarlarına uygun sosyal, ekonomik ve kültürel bir nüfuz aracı
olarak kullanmışlardır. Özellikle Fransız konsolosluğu tarafından toplumun ileri
gelen ailelerinin çocuklarına verilen burslar vasıtasıyla bu öğrencilerin ve ailelerin
Fransa sevgisi kazanmaları ve Fransa kültürü edinmeleri hedeflenmekteydi. Bu
sebeple okullar ve eğitim faaliyetleri misyonerler için hayati öneme sahip kurumlardı.
Bu sayede misyonerler kendi ideolojilerini, kültürlerini ve dinlerini kolayca aktarma
imkanına sahip oluyorlardı. Üstelik öğrenciler misyonerlerin ayaklarına kendi istekleri
ile gitmekteydiler (Züaytir, 1994). Beyrut Amerikan Protestan okulunda Fransızca,
Latince, İngilizce, Arapça, Türkçe gibi birçok dil ve tarih dersleri okutuluyordu.
Hristiyan Arap gençlerin gittiği bu okullar Arap milliyetçilik hareketinin başlamasında
önemli rol oynamıştır. Nitekim bu okullarda Osmanlı ve Türk düşmanlığı yapıldığına,
Arap milliyetçiliğinin teşvik edildiğine ve bunun için önlem alınması gerektiğine dair
II. Abdülhamid’e 1891 yılında bir rapor dahi sunulmuştur (Umar, 2004).
Suriye ve Lübnan’da misyonerliğin tarihi XVI. yüzyıla kadar uzanmaktadır.
Osmanlı topraklarına ilk gelen misyoner gruplarından olan Cizvitler 1734 yılında
Lübnan’ın Antoura şehrinde ilk yabancı okulu açmışlardır. Katolik Lazaristler de
1738’de Şam’da bir okul kurmuşlardır (Kennedy, 2008). Bu dönemde Suriye’de
misyonerlik faaliyetleri Fransa’nın himayesinde Doğu Hristiyanlarına yönelik olarak
Katolik Cizvit misyonerler tarafından yürütülmekteydi. Bölgeye çok sonra gelseler
de Amerikan Protestan misyonerlerin faaliyetleri diğer misyoner gruplara göre çok
daha yoğun ve etkili olmuştur (Fleischmann, 1998).
1810’larda Kalvinist ve Presbiteryen kilise mensupları tarafından Boston’da
kurulan Amerikan Board Misyonerlik Teşkilatı’nın (ABCFM), (American Board
of Commissioners for Foreign Missions) ilk hedefi Kızılderilileri ve Katolikleri
Protestanlaştırmaktı. Daha sonra hedefini bütün dünya halklarını Protestanlaştırmak
olarak değiştiren kuruluş, iki Amerikalı misyoner Pliny Fisk ve Levi Parsons’u Osmanlı
topraklarına göndermiştir (Erhan, 2000).
1820 yılı Ocak ayında Osmanlı topraklarına ayak basan ilk Amerikalı misyonerler
Levi Parsons ve Pliny Fisk, İzmir’den Kudüs’e, İskenderiye’den Beyrut’a kadar dolaşarak
misyonerlik faaliyetleri için zemin araştırmaları yapmışlardır (Kocabaşoğlu, 1989).
Fisk ve Parsons, Suriye misyonunun ilk kurucusu öncü Protestan misyonerlerdi.
21
Kazak, Milliyetçilik İdeolojisi Bağlamında Arap Milliyetçiliğinin Kökeni:
Arap Milliyetçiliğine İttihat Terakki ve Misyoner Okulları Etkisi
Yaklaşık bir yıl sonra, 1922’de İskenderiye’de ölen Parsons’un yerine 1823 tarihinde
Kudüs’e Pliny Fisk ile Dr. Jonas King gönderildiler.
Arap milliyetçiliği fikrinin oluşmasında misyoner eğitim kurumları ile bu okullarda
çalışan Hristiyan şair, yazar ve gazeteciler önemli etkiye sahipti. Misyonerler, Suriye’de
açtıkları okullarda Arap tarihi ve Avrupa kültürüne vâkıf Arap gençliği yetiştirmeyi
amaç edinmişlerdi (Lewis, 1979). 1831 sonrasında Cizvitler başta Beyrut olmak üzere
Şam ve Halep gibi önemli şehirlerde eğitim kurumları inşa etmişlerdir. 1860’larda
bölgede otuzun üzerinde okul kurulduğu tahmin edilmektedir. Bu okullar içinde en
etkili olanları hiç şüphesiz ki Beyrut Amerikan Koleji (Suriye Protestan Koleji) ve
Fransız Cizvit Koleji (Saint Joseph Üniversitesi) idi (Zeine, 2003).
Bu okulların ilk öğrencileri daha çok Hristiyan Araplardan oluşmakla birlikte
sonraki yıllarda Müslüman Araplar da bu okullara öğrenci vermeye başlamışlardır.
Okulda Batı kültürünün yanı sıra Türk egemenliğine nasıl isyan edileceği öğretiliyordu.
Öğrenciler tarafından kurulan “Edebiyat Mahfili” adlı grubun gizli toplantılarında
isyan çağrıları yapan şiirler okunuyor, Osmanlı diktatörlüğüne karşı isyan duyguları
empoze ediliyordu (Kayaoğlu, 1975). Bölgede Avrupalıların misyonerlik ve eğitim
faaliyetleri sonucunda Batı ve Hristiyan değerlerini savunan yeni bir entelektüel
sınıfın ortaya çıktığı söylenebilir. Butros el-Bustani, İbrahim el-Yazıcı, Faris Nimr,
John Wortabet gibi yerli Hristiyan Arapların içinde bulunduğu bu entelektüel sınıfın
eğitim çalışmaları, ders kitapları gibi bazı yayınların Arapça olarak basılmasıyla Arapça
gittikçe önem kazanmış, okullar Arap öğrenciler için ilgi çekmeye başlamıştır. Bu
topluluk ayrıca İncil’in Arapçaya çevrilmesinden Suriye’nin tarihsel zenginliğinin
ortaya çıkarılmasına kadar birçok çalışma yapmıştır (Kurşun, 2019).
Amerikalı Protestan diplomat Joseph L. Grabill’in de “19. yüzyıl Arap uyanışının ilk
Arap milliyetçisi, öncüsü ve kışkırtıcısı” olarak ifade ettiği Bustani’nin çalışmaları ayrı
bir önem arz etmektedir. Butros el-Bustani, Protestan olduktan sonra öldürülmesi için
Maruniler ve Katolikler tarafından başına ödül konmuş birisiydi. Beyrut’taki Amerikan
ve İngiliz konsolosluklarında tercüman olarak çalışmış, Amerikan okullarında
öğretmenlik yapmıştır. Bu okulların en önemli özelliği matematik, kimya ve coğrafya
gibi modern ilimleri Arapça olarak okutmasından geliyordu. Bu dersler için Arapça
özel kitap hazırlayan Butros el-Bustani modern Arap dilinin dirilişine önemli katkıda
bulunmuştur (Grabill, 1971; Hitti, 1981).
Arap dünyasında birçok konuda öncü olan bu şahıs Arap dilinin modernleşmesi,
ilk gazetecilik faaliyetleri, ilk eğitim faaliyetleri ve ilk edebiyat cemiyeti ile Amerikalı
misyonerlerin parlak bir ürünüydü. 1847 yılında Nasif el-Yazıcı ile birlikte Arap
coğrafyasının ilk edebiyat derneği olma özelliğine sahip olan Cem‘iyyetü’l- Edeb
ve’l- İlm yani Edebiyat ve İlim Derneği’ni kuran Bustani faaliyetlerini bu dernek
insan & toplum
22
adı altında yürütmeye başlamıştı. Üyeleri daha çok yerli Hristiyanlardan oluşan
bu Cemiyet 1854’te “el- Cem‘iyye’l-İlmiyye’s-Suriye” (Suriye İlim Derneği) adını
almasıyla Batı’da eğitim görmüş Sünni Arapları ve Dürzileri de üye olarak kabul
etmeye başlamıştır (Baktıaya, 2009).
Müslüman - Hristiyan şeklinde din temelli bir ayrımı reddeden, laik milliyetçilik
fikrini savunan Bustani “Nefirus Suriyya” adlı gazetesindeki yazılarında “vatan
sevgisinden” bahsediyor ve Müslüman Arapların eski ihtişamlı günlerine Batılılar
benzeri laik bir anlayışı benimseyerek dönebileceklerini iddia ediyordu. Yazılarına
“Ebnau’l-Vatan” (Vatanın Evlatları) diye başlıyor ve sonuna imzasını “Muhibbu’lVatan” (Vatanını Seven) şeklinde atıyordu (Baktıaya, 2009; Hüseyin, 1986). Bustani,
çıkardığı “el-Cenne, ez-Zinân ve Cüneyne” dergi ve gazeteleri ile Müslüman - Hristiyan
Arapça konuşan herkesin eşitlik ve milli birlik duygusu içinde bir araya gelmesine
çağrıda bulunuyordu.
Aynı şekilde Arap milliyetçiliğinin gelişmesinde önemli rol oynayan Hristiyan
Arap İbrahim Yazıcı: “Daha ne umuyoruz, onlara karşı savaştan öte? Ey milletim
bırakın laubali işleri de öbür yiğit milletlerden örnek alın biraz… Aramıza fitne
tohumları atanlar onlar / Birliğimizi hurma dalları gibi dağıtan onlar” dizeleriyle
Arapları Osmanlı yönetimine karşı açıktan ayaklanmaya çağırmaktaydı (Uçar, 2016).
Yukarıda ifade edilen Hristiyan azınlıkların Arap milliyetçiliğinde oynadıkları etkin
role itiraz eden Dawn’a göre 1914’ten önce iddia edilen bu argüman Suriye’nin önde
gelen milliyetçilerinden Muhammed Kürd Ali tarafından da kabul görmemektedir.
Kürd Ali’ye göre Batı düşüncesinin bölgede yayılmasında Mısır eğitim kurumları
ve imparatorluğa ait devlet okulları çok daha önemli rol oynamıştır (Dawn, 1995).
Kürd Ali ve Dawn, Hristiyan azınlıkların ve misyoner okulların Arap milliyetçiliğinde
oynadığı etkin role itiraz etse de bu durum misyoner okullarının (özellikle Suriye
ve Lübnan’da) Arap milliyetçiliği düşüncesinin doğuşu ve yayılmasındaki önemini
azaltmaz. Nitekim tarihi gerçekler ve misyonerlerin kendileri tarafından yayınlanan
belgeler bunun tam aksi olduğunu göstermektedir. Arap tarihi üzerine çalışmalarıyla
bilinen Bernard Lewis Hristiyan Araplar içinde milliyetçilik fikrinin gelişmesinde
öncelikli olarak Beyrut Amerikan Koleji ve Amerikan misyoner okullarının etkisini
özellikle vurgulamaktadır. ABD’li Protestan diplomat Joseph L. Grabill ise Amerikan
misyoner okullarında Arap çocuklara model olarak Amerikan rüyasının öğretildiğini,
ABD’deki Özgürlük Anıtı’na nispetle; “Ey özgürlük ne zaman yüzünü Doğu’ya
çevireceksin / İstikbalde piramitlerin yakınında bir özgürlük anıtı görmeyecek miyim?
/ Senin kız kardeşini Akdeniz üzerinde görmek nasip olmayacak mı?” dizelerinin
bu okullarda okuyan öğrencilere ezberletilerek onların milliyetçilik duygularının
harekete geçirildiğini söylemektedir (Grabill, 1971).
23
Kazak, Milliyetçilik İdeolojisi Bağlamında Arap Milliyetçiliğinin Kökeni:
Arap Milliyetçiliğine İttihat Terakki ve Misyoner Okulları Etkisi
Amerikan Dışişlerinde Orta Doğu Müsteşarlığı yapan Lübnanlı Philip K. Hitti
(Hitti, 1981), Arap milliyetçiliğini Amerikan misyonerlerin kontrolündeki Beyrut
Amerikan Koleji’nde okuyan Hristiyan Arap öğrencilerinin başlattığını ifade ederken,
Filistinli meşhur Arap milliyetçisi George Antonius Amerikan misyonerlerinin Arap
uyanışının ilk hareketlenmesinde başat bir rol oynadığını ileri sürmekteydi (Grabill,
1971). Beyrut Amerikan Üniversitesi’nin hocalarından Hristiyan Arap Halil Gürani
“Batı’nın Arap dünyası üzerindeki ilk ciddi tesirinin Arap milliyetçiliği” olduğunu
ifade ederken Arap gençliği arasında Batı’ya ait değerlerin ve milliyetçilik duygusunun
yayılmasında Amerikan misyoner eğitim kurumlarının göstermiş olduğu büyük
çabadan övgüyle bahsetmektedir. Şamlı Akademisyen Konstantin Züreyk de ilk
gizli Arap milliyetçisi örgütlerin bu okullarda eğitim almış gençlerin öncülüğünde
kurulduğunu ifade etmiştir. Züreyk “Suriye ve Lübnan’da faaliyetlerini yürüten
bu yabancı misyona ait eğitim kurumlarının faaliyetleri neticesinde milliyetçilik
duygusuna sahip, eğitimli, kültürlü bir orta sınıfın doğduğunu ve bu sınıfın toplum
içindeki milliyetçilik ve Osmanlı karşıtlığına dayanan çalışmalarının sonuç verdiğini,
bölgenin Osmanlı’dan ayrılık sürecinde etkili olduğunu” ileri sürmekteydi (Hüseyin,
1986).
Enver el-Cündi gibi Müslüman düşünürler de Arap milliyetçiliğinin doğuşundaki
en önemli etkinin Amerikan misyonerlere ait eğitim kurumları olduğunu ifade
etmektedir. (el-Cündi, 1985). Refik Şakir en-Netşe “İkinci Abdülhamid ve Filistin”
isimli eserinde bu durumu teyit etmekte ve Arap milliyetçiliğinin Amerikan okullarında
yeşerdiğini ileri sürmekteydi (en-Netşe, 1985). Benzer düşünceleri paylaşan İslam
tarihi araştırmacısı Meryem Cemile de Arap milliyetçiliğinin Lübnan’da Protestan
misyonerlerin kontrolü altında başladığını söylemektedir (Cemile, 1964). Bu okulların
ve Hristiyan Arapların, Arap milliyetçiliğinin oluşmasında üstlendiği önemli rolü
ifade etmek için Kardinal Lavigerie şöyle demiştir: “Fransa’nın çıkarları için bir
ordunun ve bir donanmanın yapabileceği hizmetlerden çok daha fazla görev ifa
ettiler” (Zeine, 2003).
Okulların Arap milliyetçiliği üzerindeki etkisinden bahseden Beyrut Ceride-i Âmel
gazetesi 8 Temmuz 1949’da başmakalesinde kolejin Lübnan’ın varlığına karşı tuzaklarla
dolu bir kuyu olduğunu ifade ederek: “Sapıtmış, yoldan çıkmış Lübnanlıların birçoğu
bu okulların kucağında yoldan çıkmıştır” demekteydi. Misyonerlerin yönetimindeki
Ceride-i Diyar gazetesi 16 Temmuz 1949’da “Amerikan Üniversitesinin Bize Faydaları”
başlıklı yazısında bu iddialara şu şekilde cevap vermiştir: “Bu okulda öğrenim gören
öğrenciler kendi benliklerinde onurlu Araplık duygusunun yeniden uyanmasını
sağlayan bu okulla gurur duyduklarını ifade etmiştir.” Arap dünyasının dayandığı
Arap milliyetçiliğinin bu gençlerin omuzlarında yükseldiğini, bu öğrencilerin Doğu’da
insan & toplum
24
Arap bölgelerinin liderleri, istiklal ve hürriyet bayrağının taşıyıcıları oldukları ileri
sürülüyordu (Halidi ve Ferruh, 1968)
James Thayer Addison (1942), Henry Harris Jessup (1910), Julius Richter
(1910), Daniel Bliss (Bliss, 1920), Frederick Jones Bliss (1912) gibi misyonerler
yazdıkları hatıralarında Beyrut Amerikan Koleji’nin misyonerlik ve Orta Doğu’yu
dönüştürmek misyonu ile kurulduğunda hem fikirlerdi (Halidi ve Ferruh, 1968). Bu
ifadeler göstermektedir ki Arap milliyetçiliğinin ortaya çıkmasında ve yayılmasında
en önemli rolü hiç şüphesiz Beyrut Amerikan Koleji ve bölgede faaliyette bulunan
misyoner okulları oynamıştır. Nitekim bu gerçek birçok araştırmacı tarafından
da ifade edilmiştir. Burada eğitim alan öğrenciler milliyetçilik duygusu yanında
“Batıcılık” rüzgarının da etkisinde kalarak “Laik ve Batıcı bir milliyetçilik” düşüncesinin
bayraktarlığını yapmaya başlamışlardır.
Sonuç
Fransız devrimi ile ortaya çıkan milliyetçilik düşüncesinin çok uluslu bir yapıya sahip
olan Osmanlı Devleti’ni etkilemesi hemen olmamıştır. Osmanlı’nın etnik temelli
toplum anlayışı yerine din temelli uyguladığı “millet sistemi” ve yine toplumu etnisite
vurgusu olmadan oluşturduğu “Osmanlı kimliği” altında toplaması imparatorluğu
milliyetçilik fikirlerinin zirve yaptığı 19. yüzyıla kadar korumayı başarmıştır.
20. yüzyıla kadar zihin dünyalarında milliyetçilik adına hiçbir düşünce yer
etmemiş, yaklaşık 400 yıl boyunca barış içinde Osmanlı egemenliği altında yaşamış
olan Arapların Osmanlı’dan ayrılmaları ile biten süreci, bir tarafı haklı çıkarma
gayretine girmeden olağanca çıplaklığı ile doğru bir şekilde anlamlandırmak bugün
dahi birçok araştırmacı için zor bir iştir.
Fransız Devrimi fikirlerinin Arap coğrafyasına girişindeki kırılma noktası,
Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesi olsa da o dönem için Arap milliyetçiliği düşüncesinden
bahsetmek mümkün değildir. Napolyon’un etkisi sonraki dönemlerde ortaya çıkacaktır.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Arap milliyetçiliği düşüncesinin ortaya çıkışında
neyin etkili olduğu noktasında birçok farklı görüş ifade edilse de etki anlamında en
önemli rolü hiç şüphesiz misyoner okulları ve bölgede faaliyette bulunan misyonerler
oynamıştır.
Misyonerler, Suriye’de açtıkları okullarda Arap tarihi ve Avrupa kültürüne vâkıf
Arap gençliği yetiştirmeyi amaç edinmişlerdi (Lewis, 1979). Özellikle dinsel anlamda
Osmanlı’ya bağlı olmayan Hristiyan Arapların bölgede faaliyet gösteren misyonerler
ile birlikte hareket ettikleri ve onların çalışmalarına destek verdikleri bilinmektedir.
Arap dünyasında birçok konuda öncü olan Butros el-Bustani, Nasif el-Yazıcı, Faris
25
Kazak, Milliyetçilik İdeolojisi Bağlamında Arap Milliyetçiliğinin Kökeni:
Arap Milliyetçiliğine İttihat Terakki ve Misyoner Okulları Etkisi
Nimr ve Faris el-Şidyak gibi Hristiyan Araplar Amerikalı misyonerlerin parlak bir
ürünüydü. Bu durum milliyetçilik hareketlerinin yayılmasında Hristiyan Arapların
üstlendiği rolü göstermesi açısından da önemlidir.
Bu nedenledir ki Arap uyanışının ilk hareketlenmesinde misyonerler ve misyoner
okullarının diğer birçok etkiden daha başat bir rol oynadığını ifade edebiliriz.
Bernard Lewis “Hristiyan Araplar içinde milliyetçilik fikrinin gelişmesinde öncelikli
olarak Beyrut Amerikan Koleji ve Amerikan misyoner okullarının etkisini” özellikle
vurgulamaktadır. Enver el-Cündi, Meryem Cemile gibi Müslüman düşünürler de
Arap milliyetçiliğinin doğuşundaki en önemli etkinin Amerikalı misyonerlere bağlı
eğitim kurumlarına ait olduğunu ifade etmektedirler. Bu etkiyi ifade etmesi açısından
Kardinal Lavigerie’nin şu sözü manidardır: “Fransa’nın çıkarları için bir ordunun ve
bir donanmanın yapabileceği hizmetlerden çok daha fazla görev ifa ettiler” (Zeine,
2003). Benzer şekilde Konstantin Züreyk de ilk gizli Arap milliyetçisi cemiyetlerin
bu okullarda eğitim almış gençlerin öncülüğünde kurulduğunu ifade etmiştir.
Bölgede görev yapan Jones Bliss, Julius Richter gibi misyonerlerin hatıralarında
da ifade ettikleri üzere misyoner okulları bölgenin dönüştürülmesinde çok kritik
roller oynamıştır.
Misyonerler bölgedeki eğitim taleplerinin yoğunluğunu ve devletin bu noktadaki
boşluğunu fırsata çevirerek okulları siyasi çıkarlarına uygun sosyal, ekonomik ve
kültürel bir nüfuz aracı olarak kullanmışlardır. Bölge insanı, çocuklarının misyonerlerin
din propagandalarına maruz kalması endişesiyle her ne kadar bu okullara mesafeli
dursa da zaman içinde çocuklarını gönderenlerin sayısında artış olduğu bilinmektedir.
Eğitimin ideoloji ve fikirlerin aktarılmasındaki önemi bilinen bir gerçektir. Bu
bağlamda okullar misyonerlere kendi ideolojilerini, dinlerini ve kültürlerini bölge
insanına aktarma noktasında hayati fırsatlar vermiştir.
İttihat ve Terakki döneminde uygulanan politikalar Arap milliyetçiliğinin siyasi
kimlik kazanmaya başladığı aşama olması itibariyle Arap milliyetçiliği düşüncesi
içerisinde en kritik ikinci dönemi oluşturmaktadır. Zeine, Arap milliyetçiliği
düşüncesinin gelişmesindeki kritik dönemi Jön Türklerin uyguladığı Türkleştirme
politikalarına bağlamakta ve bazı araştırmacılar bu iddiaları Osmanlı karşıtlığı
söylemlerine kaynak kabul etmektedir.
Arap coğrafyasını dört yüzyıl boyunca yönetmiş ve Arapların dini, sosyal
ve kültürel yaşamında derin izler bırakmış bir devlet olan Osmanlı’nın, idaresi
altında bulunan hiçbir yerde Türkleştirme politikaları uygulamadığı bilinen bir
gerçektir. Türkleştirme konusuyla ilgili olarak en çok tartışılan konu hiç şüphesiz
“merkezileştirme” meselesiydi. Bazı İttihatçıların Türklüğe ilgi duymuş olmaları
Cemiyet’in “Türkleştirme” politikaları uyguladığı anlamına gelmemektedir. Bu
insan & toplum
26
bağlamda merkezileştirme ile Türkleştirme kavramlarının birbirlerinin yerine ikame
edildiğini, bununda bir kavram kargaşasına neden olduğunu söyleyebiliriz.
İttihat ve Terakki’nin dönemin şartları içinde merkezi otoriteyi tesis etmek için
uygulamaya koyduğu politikalar hiç şüphesiz Arap vilayetlerini olumsuz etkilemiştir.
Sorunun temelinde İTC’nin merkezileştirme politikalarının Türk milliyetçisi bir
ton içermesi yatmaktadır. Ayrıca Cemal Paşa’nın Suriye valiliği yaptığı dönemde
uyguladığı politikalar da Araplar ve Türkler arasındaki ilişkinin zedelenmesine ve
Türklere karşı yapılan negatif propagandaya gerekçe oluşturmasına sebep olmuştur.
Bu uygulamalar neticesinde birçok Arap aydını Osmanlı’ya yabancılaşırken aynı
durum belirli gruplar arasında etnik bilincin yükselmesine ve milliyetçi duyguların
artmasına neden olmuştur.
Arap milliyetçiliği, Türk tarihyazımına kasıtlı olarak “Arapların Türkleri arkadan
hançerlemesi” şeklinde geçirilirken tam tersi durum da benzer şekilde Arap tarih
yazımına “Türkler sizi sömürdü” şeklinde yazılarak iki toplum arasındaki bağlar mümkün
olduğunca zayıflatılmaya çalışılmıştır. Halbuki Osmanlı’nın son döneminde ortaya
çıkan “Büyük Arap İsyanı” dahi birçok kaynakta Arap milliyetçiliği adına yapılmış bir
isyan olarak kabul edilmez. Şöyle ki, askeri açıdan tayin edici hiçbir değer taşımayan bu
isyanın çok küçük bir azınlığı temsil ettiği, buna karşılık Arapların büyük çoğunluğunun
Müslümanlık bağıyla Osmanlı’ya sadakat gösterdikleri bilinen bir gerçektir.
Bu iddialar belli mecralar tarafından yaygın olarak dile getirilse de Müslüman
Araplar, Avrupa’nın kültürel ve ekonomik yayılması karşısında en az Türkler kadar
endişe duymakta ve Batı’ya karşı Osmanlı’nın bütünlüğünün korunmasından yana
hareket etmekteydi. Müslüman Arapların Osmanlı’dan ayrı bir kaderi olabileceği
düşüncesi özellikle Osmanlı-Rus (1877) savaşının kaybedilmesinden sonra
imparatorluğun dağılması halinde Arapların kendi gelecekleri ile ilgili endişe duymaya
başlamalarından sonra olmuştur.
Yukarıda detaylı bir şekilde ifade ettiğimiz gibi Arap milliyetçiliğinin doğuşunda
ve yayılmasında en önemli etken misyoner okulları ve Hristiyan Araplar olurken
Arap milliyetçiliğinin siyasallaşmasında ise en önemli etken İTC döneminde Arap
vilayetlerinde uygulanan ve milliyetçi ton içeren merkezileştirme politikaları
olmuştur. Sonuç olarak 1850’li yıllarda kültürel özerklik taleplerinden ibaret olan
Arap milliyetçiliği zamanla dönemin konjonktürel şartları içinde siyasallaşarak Arap
ulus devleti kurma hedefi olan ayrılıkçı bir formata evrilmiştir.
27
Cemal Kazak
The Origin of Arab Nationalism in the Context of the
Ideology of Nationalism; The Effect of Union Terakki
and Missionary Schools on Arab Nationalism
the journal of humanity and society
insan toplum
DOI: 10.12658/M0771
insan & toplum, 2025.
insanvetoplum.org
Received: 28.07.2024
Revised: 26.12.2024
Accepted: 14.04.2025
Online First: 12.05.2025
Dr., Independent Researcher/Scholar, kzk.cemal@hotmail.com
https://orcid.org/0000-0002-7029-2905
Extended Abstract
Purpose of the Study: Arab nationalism is one of the most sensitive issues in
Turkish academia and a difficult issue to define correctly even today. What was
effective in the emergence of Arab nationalist thought has always been a matter
of debate. The purpose of this study is to reveal when and under what conditions
Arab nationalism emerged and how it was shaped and developed in the context of
a nationalist ideology.
Research Question: The question of what the policies of the Committee of Union
and Progress, one of the important schools that emerged throughout history, and
the impact of the Missionary schools on Arab nationalism were answered, and the
level of influence of both formations on Arab nationalism was analyzed in depth.
Method: The study uses qualitative and historical research methods together to
access primary sources on the subject.
Literature: A literature review was conducted on the subject by examining sources
regarding the missionary activities of Protestant American missionaries and Catholic
Jesuits in the Ottoman Empire, as well as an in-depth examination of the reports
from the American Board of Commissioners for Foreign Missions, which was the
largest missionary organization operating in the Ottoman Empire, and the CUP’s
policies toward Arab provinces.
insan & toplum
28
The Arab Awakening, George Antonius’s (1938) fundamental work on Arab
nationalism, constituted an important history of Arab nationalism for approximately
twenty years following its publication. However, researchers such as Zeine, Hourani,
and Ernest Dawn did not accept Antonius’ idea of a cruel Ottoman rule and a liberal,
secular Arab awakening.
Hasan Kayali’s (1998) work Arabs and Young Turks sheds light on the policies
of Ottoman governments in Arab provinces and contains important answers to
fundamental questions regarding the emergence and development of Arab nationalism
and the Young Turks’ Turkification policies. Zekeriya Kurşun’s (1992) Turkish-Arab
Relations at Crossroads provides illuminating information about the emergence of
Arab nationalism, developments after the Second Constitutional Era, and the CUP’s
attitude toward Arabs.
Bassam Tibi (1981) used methods from the social sciences to also examine Arab
nationalism from different perspectives in his work Arab Nationalism. Meanwhile,
Zeine N. Zeine (1958) claimed in his work Arab-Turkish Relations and the Birth of
Arab Nationalism that no issue defined internationally as the Arab problem existed in
the 19th century and that the critical period in the development of Arab nationalist
thought in Ottoman lands didn’t begin until the policies the Young Turks had
implemented.
In addition to these, other important sources used in the article include Ömer
Osman Umar’s (2004) Osmanlı Yönetimi ve Fransız Manda İdaresi Altında Suriye, 1908-
1938 [Syria under the Management of the Ottoman Administration and the French
Mandate], Ali Bilgenoğlu’s (2008) Osmanlı Devleti’nde Arap Milliyetçiliği Cemiyetler
[Arab Nationalist Societies in the Ottoman Empire], Adil Baktıaya’s (2009) Osmanlı
Suriyesi’nde Arapçılığın Doğuşu Sosyo-Ekonomik Değişim ve Siyasi Düşünce [The Birth
of Arabism in Ottoman Syria: Socioeconomic Change and Political Thought], İsmail
Köse’s (2018) İngiliz Arşiv Belgelerinde Arap İsyanı [The Arab Revolt in British Archive
Documents], Albert Hourani’s (1962) Arab Thought in the Liberal Age, 1798-1939,
Dawn’s (1973/1995) From Ottomanism to Arabism: Essays on the Origins of Arab
Nationalism, and Basil al-Kubaisi’s (1973) Harakat al-Qawmiyyin al Arab [The Arab
Nationalist Movement].
In addition, the study has attempted to benefit to the maximum extent from the
works of researchers who produced important studies on the origin and development
of Arab nationalism, such as Aziz Azmeh, Zeine Zeine, Adid Davisha, and Hani al-Hindi.
Although memoirs reveal certain subjective views, they have also enriched the article
in terms of the study’s originality. In particular, Arab journalist Muhammed Kurd Ali’s
(2014) Bir Osmanlı-Arap Gaztecinin Anıları [Memoirs of an Ottoman Arab Journalist],
29
Kazak, Milliyetçilik İdeolojisi Bağlamında Arap Milliyetçiliğinin Kökeni:
Arap Milliyetçiliğine İttihat Terakki ve Misyoner Okulları Etkisi
former Beirut Mayor Salim Ali Selam’s (1982) Muzakkarat Salim Salam [Memoirs of a
Beirut Mayor], Shakib Arslan’s (2005) İttihadçi Bir Arap Aydının Anıları [Memoirs of a
Unionist Arab Intellectual], and İzzet Derveze’s (2007) Osmanlı Filistininde Bir Posta
Memuru [A Postal Officer in Ottoman Palestine] provide important clues about that
period by reflecting Arab intellectuals’ perspectives toward the Ottomans.
Among the important studies on the activities of missionaries in Ottoman lands
are Grabill’s (1971) Protestant Diplomacy and the Near East: Missionary Influence on
American Policy, Addison’s (1942) The Christian Approach to the Moslem, Kennedy’s
(2008) “American Missionaries in Turkey and Northern Syria and the Development
of Central Turkey and Aleppo Colleges, 1874-1967”, and Sharkey’s (2010) “American
Missionaries in Ottoman Lands: Foundational Encounters”.
Conclusion and Evaluation: The idea of nationalism that emerged with the
French Revolution took some time to affect the Ottomans. The reason for this is
undoubtedly the religious-based nation system the Ottomans had implemented. The
fact that the Ottomans gathered society under the Ottoman identity without any
emphasis on ethnicity had managed to protect the Empire from nationalist ideas
until the 19th century.
Although many different views have been expressed regarding what was effective
in the emergence of the idea of Arab nationalism, the most important role in terms
of influence was undoubtedly played by the missionary schools and missionaries
operating in the region.
Missionaries who opened schools in Syria aimed to raise Arab youths to be
knowledgeable about Arab history and European culture and to have a sense of
nationalism. These missionaries were particularly influential on the Christian Arabs
who were not religiously affiliated with the Ottomans. Christian Arabs such as Butrus
al-Bustani, Nasif al-Yaziji, Faris Nimr, and Ahmad Faris al-Shidyaq were pioneers in
many areas in the Arab world and a brilliant product of American missionaries. This
situation is also important in terms of showing the role Christian Arabs played in
the spread of nationalist movements.
For this reason, missionaries and missionary schools can be said to have played
a more dominant role than many other influences in the initial mobilization of the
Arab awakening. Bernard Lewis particularly emphasized the influence of the American
College of Beirut and the American missionary schools in the development of the
idea of nationalism among Christian Arabs. (Lewis, 1958). Muslim thinkers such
as Anwar al-Jundiand Maryam Jameelah also stated the most important influence
on the emergence of Arab nationalism to have been the educational institutions of
insan & toplum
30
American missionaries. (el-Cündi,1985, Cemile, 1964) Cardinal Lavigerie ’s words
are meaningful in terms of expressing this influence: “They performed more duties
for the interests of France than an army or a navy could.” (Zeine, 2003).
Similarly, Konstantin Zureyk stated the first secret Arab nationalist societies
to have been founded under the leadership of young people who’d been educated in
these schools. (Hüseyin, 1986).
As stated in the memoirs of missionaries such as Jones Bliss and Julius Richter ,
who’d served in the region, the missionary schools played a critical role in transforming
the region.(Halidi ve Ferruh, 1968).
Aware of the state’s lack of education in the region and the local people’s demand
for education, missionaries used the schools they’d established as a means of social,
economic, and cultural influence in line with their political interests. Although
the local people kept their distance from these schools out of concern that their
children would be exposed to the missionaries’ religious propaganda, the number
of families who sent their children to these schools is known to have increased over
time. Education is known to be important for transmitting ideologies and ideas. In
this context, the schools provided vital opportunities for missionaries to transmit
their ideologies, religions, and cultures to the people of the region.
Because of the policies implemented during the era of the CUP, this period
constituted the second most critical time in Arab nationalist thought, as it marked
the stage when Arab nationalism began to gain a political identity. One of the main
debates that continues to this day among researchers is the claim that the policies
the CUP had implemented were effective in the development of Arab nationalism.
Zeine attributed the critical period in the development of Arab nationalist thought
to the Turkification policies the Young Turks had implemented, and some researchers
accept these claims as the source of the anti-Ottoman discourse. (Zeine, 1973)
The Ottomans were known to be a state that, while they had ruled the Arab
geography for four centuries and left deep marks on their religious, social, and
cultural life, they had never implemented any Turkification policies under their rule.
What had influenced the political and ideological discourse of the Arab intellectuals
against the CUP and transformed them from Ottomanism to Arab nationalism?
The most debated issue regarding the issue of Turkification is undoubtedly the
issue of centralization. The fact that some Unionists were interested in Turkishness
did not mean that the Society implemented “Turkification” policies. In this context,
the concepts of centralization and Turkification can be said to have been substituted
for each other, thus causing a confusion of concepts.
31
Kazak, Milliyetçilik İdeolojisi Bağlamında Arap Milliyetçiliğinin Kökeni:
Arap Milliyetçiliğine İttihat Terakki ve Misyoner Okulları Etkisi
The policies the CUP had implemented to establish central authority under
the conditions of the period had undoubtedly had a negative impact on the Arab
provinces. The root of the problem lay in the fact that the CUP’s centralization policies
had contained a Turkish nationalist tone. In addition, the policies Cemal Pasha
implemented during his time as governor of Syria had damaged the relationship
between Arabs and Turks and provided justification for negative propaganda against
the Turks.
Although Arab nationalism has been deliberately written in Turkish historiography
as Arabs stabbing Turks in the back, Arab historiography has similarly attempted to
weaken the ties between the two communities as much as possible by writing down
that Turks had exploited them.
Although certain media outlets voiced these claims, Muslim Arabs were at least
as concerned as Turks about the cultural and economic expansion of Europe and
were in favor of preserving the integrity of the Ottoman Empire against the West.
The idea that Muslim Arabs might have a separate destiny from the Ottomans didn’t
emerge until after the Ottoman-Russian war had been lost and Arabs had begun
worrying about their own future should the Empire be dissolved.
While the most important factors in the emergence and spread of Arab nationalism
were missionary schools and Christian Arabs, the most important factor in the
politicization of Arab nationalism was the nationalist tone of the centralization
policies the CUP had implemented in the Arab provinces. As a result, Arab nationalism,
which had consisted of demands for cultural autonomy in the 1850s, gradually
became politicized under the conjunctural conditions of the period and evolved into
a separatist format with the goal of establishing an Arab nation state.
Kaynakça
Akçam, T. (1999). İnsan hakları ve ermeni sorunu. İmge.
Arai, M. (2008). Jön Türk dönemi Türk milliyetçiliği. Tansel Demirel (Çev.). İletişim Yayınları.
Atay, F. R. (1964). Zeytindağı. Varlık Yayınları.
Ateş, T. (2004). Siyasal tarih. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Azmeh, A. (2000). Nationalism and the Arabs, Arab nation and Arab nationalism içinde, Derek Hopwood (Ed.).
St. Martin’s Press.
Addison, J. T. (1942). The christian approach to the moslem. New York University Press.
Akça, G. (2007). Osmanlı millet sisteminin dönüşümü, Fırat Üniversitesi Doğu Anadolu Bölgesi Araştırma ve
Uygulama Merkezi Dergisi, VI(1), 57- 65.
Arslan, E. Ş. (2009). İttihatçı bir Arap aydınının anıları. Klasik Yayınları.
Baktıaya, A. (2009). Osmanlı Suriyesi’nde Arapçılığın doğuşu. Bengi Yayınları.
insan & toplum
32
Bilgenoğlu, A. (2007). Osmanlı Devleti’nde Arap milliyetçi cemiyetleri. Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i
Hukuk Yayınları.
Bliss, D. (1920). The reminiscensey of Daniel Bliss (1920). Fleming H. Revell Company.
Bliss, F. (1912). The religions of modern Syria and Palestine. Charles Scribner’s Sons.
Bora, T. (2009). Sunuş. Modern Türkiye’de siyasi düşünce: Milliyetçilik. T. Bora ve M. Gültekingil (Ed.), İletişim
Yayınları.
Buzpınar, T. (1999). Arap milliyetçiliğinin Osmanlı Devleti’nde gelişim süreci. Kemal Çiçek, Cem Oğuz (Ed.), Yeni
Türkiye Yayınları.
Cemile, M. (1964). Garp materyalizmi karşısında İslam. Kemal Kuşçu (Çev.), Hilal Yayınları.
Cleveland, William L. (2015). Modern ortadoğu tarihi. Mehmet Harmancı (Çev.), Agora Kitaplığı.
Çiçek, M. T. (2012). Cemal Pasha’s governorate in Syria, 1914-1917 [Yayımlanmamış doktora tezi]. Sabancı
Üniversitesi.
Çalış, Ş. H. (2001). Ulus, devlet ve kimlik labirentinde Türk dış politikası, Türkiye’nin dış politika gündemi: Kimlik, demokrasi ve güvenlik içinde, Şaban H. Çalış, İhsan D. Dağı, Ramazan Gözen (Der.), Liberte Yayınları.
Çambel, H. C. (2011). Makaleler hatıralar. TTK Yayınları.
Danış, M. F. (2019). Bir anka kuşu: Arap milliyetçiliği, Ortadoğu’yu Kuran İdeolojiler içinde, Zekeriya Kurşun
(Ed.), Vadi Yayınları.
Davişa, A. (2004). Arap milliyetçiliği zaferden umutsuzluğa. Literatür Yayıncılık.
Dawn, C. E. (1995). Arap milliyetçiliğinin kökenleri, Bilgi ve Hikmet, 2(Kış), 120.
Dawn, C. E. (1998). Osmanlıcılıktan Arapçılığa, Bahattin Aydın, Taşkın Temiz (Çev.), Yöneliş Yayınları.
Derveze, İ. (2007). Osmanlı Filistin’inde bir posta memuru. Klasik.
Devellioğlu, F. (1978). Osmanlıca-Türkçe ansiklopedik lûgat. Doğuş Ltd. Şti. Matbaası.
Erhan, Ç. (2000). Ottoman official attitudes towards American missionaries, The Turkish Yearbook of International Relations (Milletlerarası Münasebetler Türk Yıllığı), Sayı 30, 2000, 192-193.
el-Cündi, E. (1985). Tarih boyunca emperyalizmin saldırılarına karşı İslam. İbrahim Sarmış (Çev.), Petek
Yayınları.
en-Netşe, Ş. R. (1985). Sultan Abdulhamid es-sani ve Filistin. Müessesetü’l Arabiyya li’d-Dirâsât ven-Neşr.
Fleischmann, E. L. (2002). The impact of American protestant missions in Lebanon on the construction of
female identity c. 1860-1950, Islam and Christian-Muslim Relations, Vol. 13, No. 4, 417.
Fleischmann, E. L. (1998). Our moslem sisters: Women of greater Syria in the eyes of American protestant
missionary women, Islam and Christian-Muslim Relations, Vol. 9, No. 3, 1998, 309.
Findley, C. V. (1980). Bureaucratic reform in the Ottoman Empire: The sublime porte, 1789-1922, Princeton.
Gellner, E. (1992). Uluslar ve ulusçuluk. B. Ersanlı Behar, G. Göksu Özdoğan (Çev.), İnsan Yayınları.
Gönlübol, M., Sar, C. (1973). Arap edebiyatında tarihî romanın ortaya çıkışında milliyetçilik düşüncesinin etkisi
(1919-1938). Milli Eğitim Basımevi.
Grabill, J. L. (1971). Protestant diplomacy and the near east: Missionary influence on American policy. University
of Minnesota Press.
Gross, M. (1979). Ottoman rule in the province of Damascus 1860-1909. [Doktora Tezi]. Georgetown University.
Haddad, M. (2010). Arap milliyetçiliğinin doğuşunu yeniden düşünmek. Kebikeç İnsan Bilimleri İçin Kaynak
Araştırmaları Dergisi, Selda Güner (Çev.), 30 (2010), 27-55.
Hanioğlu, Ş. (2008). A brief history of the late Ottoman empire. Princeton University Press.
33
Kazak, Milliyetçilik İdeolojisi Bağlamında Arap Milliyetçiliğinin Kökeni:
Arap Milliyetçiliğine İttihat Terakki ve Misyoner Okulları Etkisi
Hayyeale‘l Felah, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kardaşlarına hediyesidir, Rumeli Matbaası, (1326),
4-5.
Hut, D. (2016). Osmanlı Arap vilayetleri, Arabizm ve Arap milliyetçiliği, Vakanüvis - Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, 1 (Ekim 2016), 114 -115.
Habermas, J. (2012). “Öteki” olmak, öteki”yle yaşamak. İlknur Aka (Çev.), Yapı Kredi Yayınları.
Halidi, M., Ferruh, Ö. (1968). İslam ülkelerinde misyonerlik ve emperyalizm, Osman Şekerci (Çev.). Çeşme Yayınları.
el-Hatib, A. (1971). el-Şeyh Tahir al-Caza’iri: Ra’id el-nahda el-‘ilmiyye fi bilâdü’l Şâm. Maʻhad al-Buḥus ve’l-Dirasat el-ʻArabiyah, Kısmu’l-Buḥus ve’l-Dirasat el-Edebiye ve’l-Lugaviyye.
Hayes, C. J. H. (2010). Milliyetçilik: Bir din, batı siyasal düşüncesinde ulusalcılık tasavvuru. Murat Çiftkaya
(Çev.), İz Yayıncılık.
Hüseyin, M. M. (1986). Modernizmin İslam dünyasına girişi. Sezai Özel (Çev.), İnsan Yayınları.
Hourani, A. (1984). Arabic thought in the liberal age 1798-1939. Cambridge University Press.
Hitti, P. K. (1981). Siyasi ve kültürel İslam tarihi. Salih Tuğ (Çev.), Boğaziçi Yayınları,
el-Hindî, H. (2012). el-Hareketü’l kavmiyyetü’l Arabiyye, fi’l karnil ‘işrîyn. Merkez Dirâsât el-Vahdetil el-Arabiyya.
İnayet, H. (1997). Arap siyasi düşüncesinin seyri. Yöneliş Yayınları.
Karabela, N., Ekşi, F. (2015). Arap edebiyatında tarihî romanın ortaya çıkışında milliyetçilik düşüncesinin
etkisi. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2(22), 187.
Karpat, K. (2015). Osmanlı’dan günümüze ortadoğu’da millet, milliyet, milliyetçilik. Timaş Yayınları.
Kayaoğlu, İ. (1975). İslam ülkelerinin yakın tarihi. A. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. XX, Ankara.
Kayalı, H. (2017). Jön Türkler ve Araplar, osmanlıcılık, erken Arap milliyetçiliği ve İslamcılık 1908-1918. Türkan
Yöney (Çev.), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Kayalı, H. (1997). Arabs and young Turks: Ottomanism, Arabism and İslamism in the Ottoman empire 1908-1918.
University of California Press.
Kenanoğlu, M. M. (2017). Osmanlı millet sistemi mit ve gerçek. Klasik Yayınları.
Kennedy, J. W. (2008). American misssionaries in Turkey and northern Syria and the development of central Turkey and Aleppo colleges 1874-1967 [Yayımlanmamış yüksek lisans tezi]. College of William and
Mary.
Köse, İ. (2018). İngiliz arşiv belgelerinde Arap isyanı. Kronik Yayınları.
Kocabaşoğlu, U. (1989). Anadolu’daki Amerika kendi belgeleriyle 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Amerikan misyoner okulları. Arba Yayınları.
el-Kubeysî, B. (1974). Hareket-ü kavmiyyinu’l Arab. Dâru’t-Tali’a.
Kurşun, Z. (1992). Yol ayrımında Türk-Arap ilişkileri. İrfan Yayınevi.
Kürd Ali, M. (2006). Bir Osmanlı-Arap gazetecinin anıları. Klasik.
Khadduri, M. (1983). Political trends in the Arab world: The role of ideas and ideals in politics. Praeger.
Ortaylı, İ. (1986). Osmanlı imparatorluğunda millet. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, IV/32.
Öğün, S. S. (2000). 1997 mukayeseli sosyal teori ve tarih bağlamında milliyetçilik. Alfa Yayınları.
Özkırımlı, U. (2020). Milliyetçilik kuramları: Eleştirel bir bakış. Doğu Batı Yayınları.
Lapidus, İ. M. (2016). İslâm toplumları tarihi. Yasin Aktay (Çev.). İletişim Yayınları.
Lewis, B. (2017). Ortadoğu iki bin yıllık ortadoğu tarihi. Arkadaş Yayıncılık.
insan & toplum
34
Lewis, B. (1979). Tarihte Araplar. Hakkı Dursun (Çev.). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.
Parkinson, C. N. (1984). Siyasal düşüncenin evrimi. Mehmet Harmancı (Çev.). Remzi Kitabevi.
Richter, J. D. (1910). History of the protestant mission in the near east. Fleming H. Revell Company.
Selam, S. A. (2009). Beyrut şehremininin anıları (1908-1918). Klasik.
Szyliowicz, J. S. (1975). Changes in the recruitment patterns and career lines of Ottoman provincial administrators during the nineteenth century, Studies on Palestine during the Ottoman period içinde Moshe
Ma’oz (Ed.), Magnes Press.
Smith, A. D. (1994). Milli kimlik. Bahadır Sina Şener (Çev.). İletişim Yayınları.
Smith, A. D. (2002). Ulusların etnik kökeni. Hülya Kendir (Çev.). Dost Kitabevi.
Tarabein, A. (1991). Abd al-Hamid al-Zahrawi: The career and thought of an Arab nationalist. The origins of
Arab nationalism içinde, R. Khalidi, L. Anderson, M. Muslih and R. Simon (Eds.). Colombia University
Press.
Tauber, E. (1993). The emergence of the Arab movements. Frank Cass.
Uçar, A. (1988). Amerikan misyonerlerinin Türkiye’deki faaliyetleri (1819-1930). [Yayımlanmamış yüksek lisans tezi]. Selçuk Üniversitesi.
Uçar, A. (2016). Arap milliyetçiliği ve Amerikalı misyonerler. Yeni Türkiye Dergisi, Cilt: XXII, Sayı 82 / (2016),
762.
Umar, Ö. O. (2004). Osmanlı yönetimi ve Fransız manda idaresi altında Suriye 1908 - 1938. Atatürk Araştırma
Merkezi Yayınları.
Zeine, Z. N. (2003). Türk-Arap ilişkileri ve Arap milliyetçiliğinin doğuşu. Emrah Akbaş (Çev.). Gaye Kitabevi.
Jaffrelot, C. (1998). Bazı ulus teorileri, Uluslar ve milliyetçilikler içinde, Jean Leca (Der.). Metis Yayınları.
Jessup, H. H. (1910). Fifty three years in Syria. Fleming H. Revell Company.
Woodberry, R. (2007). The social impact of missionary higher education. Anthology Series on The Study of
Religion and Chinese Society Series, 11, 99-120.
Züaytir, M. (1994). el-Maruniyyefi lebanan kadimen ve hadisen. el-Vekaletü’ş-Şarkiyye
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Osmanlı’da ilk darbe girişimi mi?
Mete Yavuz
04:0016/11/2025, Pazar
G: 16/11/2025, Pazar
Yeni Şafak
15
Sonraki haber
Kuleli yargılamalarının yapıldığı dönemde Kuleli Süvari Kışlası olarak hizmet veren mekan.
Kuleli yargılamalarının yapıldığı dönemde Kuleli Süvari Kışlası olarak hizmet veren mekan.
“Kuleli Vakası”, adını darbe teşebbüsünde bulunanların yargılandığı Kuleli Kışlası’ndan alır.
Yakın siyasi tarihimizi bir “darbeler tarihi” olarak okumak mümkün olduğu gibi bu okuma biçimi darbelerin öncesi ve sonrasındaki önemli hadiseleri kavrayabilmek açısından da oldukça isabetlidir. Bir önceki yazıda ele aldığımız 1853-1856 Kırım Savaşı ve onun meydana getirdiği büyük sarsıntılar Padişah’a yönelik suikast ve darbe girişimini de tetiklemişti. “Kuleli Vakası” olarak bilinen bu olay, adını darbe teşebbüsünde bulunanların yargılandığı Kuleli Kışlası’ndan alır. Kimilerine göre Osmanlı’daki darbeler geleneğinin başlangıcı olan bu girişim, aynı zamanda bir meşrutiyet talebi olarak da yorumlanır. Ancak bir başka kesim için bu hareket dönemin düzenine karşı “gerici” bir kalkışmadan ibarettir. Gelin şimdi yakın tarihimizin bu kritik olayının gerçek sebeplerini anlamaya çalışalım.
Kırım Savaşı sonrası
Kırım Savaşı Osmanlı’nın siyasi, iktisadi ve toplumsal yapısında derin izler bırakmıştı. Savaşın ardından imzalanan 1856 Paris Antlaşması, Osmanlı Devleti’ni ilk kez uluslararası alanda Avrupa devletleri içerisinde tanımlıyordu. Antlaşma sonrası dış baskılarla Islahat Fermanı da ilan edilmişti. Fermanın temel amacı, gayrimüslim tebaanın haklarını güvence altına alarak Avrupa güçlerinin bu konudaki baskılarını bertaraf etmekti. Fakat sonuç tam tersi oldu. Osmanlı üzerindeki dış baskılar daha da arttı.
Öte yandan savaş Osmanlı’yı tarihinde ilk kez dış borçlanmaya mecbur bırakmıştı. Devletin askeri harcamaları, savaş öncesinde toplam bütçenin yaklaşık %40’ını oluştururken, savaş yıllarında bu oran %67’ye kadar çıktı. Bu ağır finansman yükü, halka iane-i umumiye ve iane-i harbiyye adlarıyla olağanüstü vergilerin yüklenmesine yol açtı. Her ne kadar “iane” yani yardım olarak adlandırılsalar da gerçekte gelire göre önceden belirlenmiş zorunlu vergiler niteliğindeydiler.
Öte yandan müttefik ordularının İstanbul’daki varlığı, farklı bir ekonomik etki daha doğurmuştu. İaşe, ikmal ve lojistik harcamalar, özellikle esnaf ve tüccarlar için yeni kazanç kapıları açtı. Böylece savaş bir yandan mali yapıyı çökertirken diğer yandan şehir ekonomisine kısa vadeli canlılık getiren çelişkili bir tablo ortaya koyuyordu. İstanbul’a akın eden binlerce müttefik asker, subay, diplomat ve sivil Avrupalı, yerel halkla her düzeyde temas kurarak gündelik yaşamı ve kültürü derinden etkiledi. Bu yoğun etkileşim, şehirde modernleşme rüzgarlarını güçlendirdi, liman genişletilmesi gibi altyapı projeleri hız kazandı ve “efkâr-ı umumiye” (kamuoyu) ile “vatan” gibi yeni kavramlar Osmanlı düşünce dünyasında yaygınlaşmaya başladı.
Darbe girişiminin hedefi olan Sultan Abdülmecid'in portresi.
Savaşın toplumsal bilançosu
Ancak aynı dönemde bazı bürokratlar arasında rüşvet ve yolsuzluğun artması, ordudaki verimsizlik ve özellikle Anadolu ordusunda art arda komutan değişiklikleri yaşanması, savaşın idari açıdan ne kadar yıpratıcı olduğunu gözler önüne serdi. Bu yolsuzluklar, özellikle redif ve başıbozuk askerlerin maaşlarının çalınmasıyla birleşince, orduda firarların artmasına ve başıbozuk birliklerin sivil halka yönelik yağma ve saldırılarına zemin hazırladı. Disiplinin zayıflaması, savaşın askeri cephesindeki sorunları daha da derinleştirdi.
Savaşın hemen ardından ise Kırım ve Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına doğru büyük bir Müslüman muhacir akını yaşandı. Bu kitlesel göç, yerleştirme ve barınma konusunda ciddi sıkıntılara yol açtı. Öyle ki Darülfünun binası bile bir süre muhacir misafirhanesi olarak kullanıldı. Bu süreç, imparatorluk üzerinde hem derin demografik etkiler bıraktı hem de yeni toplumsal ve idari sorunların doğmasına neden oldu. Tüm bu gelişmelerle biriken hoşnutsuzluklar 1859’da çeşitli kesimlerden muhaliflerin bir araya gelerek saltanat darbesi amacıyla gizli bir cemiyet kurmasına sebep olmuştu.
Gizli cemiyetin amaçları neydi?
Gizli cemiyet, Osmanlı’daki kötü gidişatı durdurmanın ancak Sultan Abdülmecid’e karşı gerçekleştirilecek bir saltanat darbesiyle mümkün olacağı inancıyla kurulmuştu. Yaklaşık yirmi beş kişiden oluşan bu teşkilat, askeriyeden ilmiye sınıfına, sivil bürokrasiden esnafa kadar toplumun farklı kesimlerinden isimleri bir araya getiriyordu.
Cemiyetin liderliğini Süleymaniyeli Şeyh Ahmed Efendi üstlenmişti. Nakşibendiliğin Halidiyye koluna mensup olan Şeyh Ahmed bugünkü Irak’ın Süleymaniye bölgesinden gelerek Kırım Harbi’ne gönüllü olarak katılmış, savaşın ardından İstanbul’da ciddi bir nüfuz ve saygınlık kazanmıştı. Kurduğu teşkilata katılma şartı ise şu şekildeydi: Çete üyelerinden “Süleymaniyeli Şeyh Ahmed ile aramızdaki ahdi kabul ettim ve ben muahid fedaiyim” ibareli bir taahhütname imzalamaları isteniyordu.
Cemiyet, özellikle askeri çevrelerden destek toplamak amacıyla hareket ediyor ve bu doğrultuda etkili isimleri saflarına katmaya çalışıyordu. Örgütün öne çıkan askeri aktörleri arasında Bâb-ı Seraskeri Dâr-ı Şûrâ Reisi Ferik Çerkes Hüseyin Daim Paşa ile Arnavut Mirimiran Caferdem Paşa yer alıyordu. Hüseyin Daim Paşa hem geniş nüfuzu hem de serveti nedeniyle cemiyetin en etkili ikinci ismi konumuna yükselmişti.
Öte yandan, Tophane-i Âmire kâtiplerinden Arif Bey, örgütün en aktif isimlerinden birisiydi. Beyannameler kaleme almak, taraftar toplamak ve cemiyetin fikirlerini yaymak gibi görevler onun üzerindeydi. Cemiyetin sivil ve dinî kanadında ise Fatih dersiamlarından Nasuhi Efendi ile Tophane müftüsü Bekir Efendi dikkat çeken isimler arasındaydı. Tüm bu çeşitlilik, Kuleli Cemiyeti’nin toplumun farklı kesimlerini bir araya getiren çok katmanlı bir hareket olduğunu göstermektedir.
Cemiyetin temel hedefi, Sultan Abdülmecid’i tahttan indirip yerine kardeşi Abdülaziz’i geçirmek ve böylece Islahat Fermanı’nı ortadan kaldırarak yeniden şer’i esaslara daha fazla riayet eden bir idare kurmaktı. Bunun yanı sıra, devlet hazinesindeki israf ve savurganlığa son vermek de hareketin öncelikli amaçları arasında yer alıyordu. Çetenin liderleri bu hedeflere ulaşmak için gizli ve sistemli bir plan doğrultusunda hareket etmişti. Bazı mensupların mahkeme ifadelerinde itiraf edildiği gibi girişim basit bir darbe hazırlığı değildi. Aynı zamanda Sultan’a yönelik suikast planlarını da içeriyordu. Bu da Kuleli Vakası’nın ciddi, örgütlü ve kapsamlı bir iktidar değişikliği girişimi olduğunu açıkça ortaya koymaktaydı.
İnşası Kırım Savaşı'nın son bulduğu 1856'da tamamlanan Dolmabahçe Sarayı.
Komplo nasıl deşifre oldu?
Cemiyetin faaliyetleri Boğaz Muhafızı Mirliva Hasan Paşa’nın örgüte gizlice sızmasıyla gün yüzüne çıktı. Hüseyin Daim Paşa’nın Rumeli’ye tayin edilmesinin ardından cemiyetle temas kuran Hasan Paşa, özellikle Arif Bey aracılığıyla “muahid fedailer” arasına girmiş ve bu sayede örgütün tüm planlarını ayrıntılı biçimde öğrenmişti.
Elde ettiği bilgileri Serasker Rıza Paşa’ya iletmesi üzerine hemen harekete geçildi. 14 Eylül 1859’da cemiyet üyeleri Kılıç Ali Paşa Camii’nde gizli bir toplantı yaparken düzenlenen ani bir baskınla yakalandılar. İlk anda yaklaşık yüz kişinin Seraskerlik’te gözaltına alındığı duyurulmuş olsa da soruşturmaların tamamlanmasıyla yargılananların sayısı resmi kayıtlarda 41 kişi olarak yer aldı.
Sorgulama ve yargılama süreci, olayın adını da belirleyecek şekilde Kuleli Süvari Kışlası’nda yürütüldü. Bu sebeple hadise tarihe “Kuleli Vakası” olarak geçti. Yargılama için dönemin en üst düzey devlet adamlarının yer aldığı özel bir mahkeme, yani “Fevkalade Divan-ı Mahsus” kuruldu. Bu divanda Sadrazam Mehmed Emin Ali Paşa, Şeyhülislam Mehmed Sadeddin Efendi ve Serasker Rıza Paşa gibi dönemin önemli devlet adamları bulunuyordu. Kaynaklara göre sorgulamalar tek tek ve yüz yüze yapılmış, sanıkların ifadeleri ayrıntılı biçimde kayıt altına alınmıştı. Bu yönüyle Kuleli yargılamaları, Osmanlı’da siyasi nitelikli davalar için oluşturulan özel yargı mekanizmasının dikkat çekici örneklerinden birisidir.
Suçluların cezaları
Mahkeme sonunda, cemiyetin elebaşları siyaseten idama mahkûm edildi. Birinci derecede suçlu sayılan isimler arasında Şeyh Ahmed Efendi, Ferik Hüseyin Daim Paşa, Arif Bey ve Binbaşı Rasim Bey bulunuyordu. Diğer sanıklar ise suçlarının niteliğine göre kürek, kalebentlik veya hapis cezalarıyla cezalandırıldı. Fakat girişimin fiilen hayata geçirilmemiş olması nedeniyle Sultan Abdülmecid zanlıları affederek cezalarını hafifletti. Böylece idam cezaları kürek cezasına, kürek cezaları ise kalebentliğe dönüştürüldü.
Öte yandan, cemiyetin önemli isimlerinden Caferdem Paşa’nın Kuleli’ye götürülürken kayığa atlayarak kaçtığı ya da intihar ettiği anlatılmaktadır. Bu muallak son Kuleli Vakası’nın etrafındaki gizemi daha da derinleştirmiştir. Sultan Abdülmecid’in vefatının ardından 1861’de tahta Sultan Abdülaziz oturmuş ve Kuleli Vakası’na karışanların cezalarını genel bir af ile bağışlamıştı. Fakat affa rağmen hareketin lideri konumundaki Şeyh Ahmed Efendi, devlet tarafından hâlâ “potansiyel bir suçlu” olarak görülmeye devam etti. Bu nedenle yıllarca sürecek bir sürgün hayatına mahkûm edild
.i. Önce Bağdat’a, ardından Trablusgarp’a, en sonunda ise Magosa’ya sürüldü.
Türk siyasi hayatında darbeler geleneği
Kuleli Vakası, tüm bu ayrıntılarıyla değerlendirildiğinde Kırım Savaşı sonrası derinleşen ekonomik buhranların, dış müdahalelerin, toplumsal huzursuzlukların ve modernleşme baskılarının iç içe geçtiği bir dönemin kırılgan ruh hâlini yansıtan bir hadise olarak karşımıza çıkıyor. Devletin mali yapısındaki çöküş, ordudaki disiplin kaybı, göç dalgalarının doğurduğu krizler ve Islahat Fermanı’ndan neşet eden tartışmalar, farklı toplumsal kesimleri aynı endişe etrafında birleştirmiş bu da darbe ve suikast planlarına uzanan arayışlara zemin hazırlamıştı.
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra ilk devlet içi darbe girişimi olan Kuleli, aynı zamanda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan siyasal kültürün derinlerinde yer eden iktidar müdahalesi çabalarının da ilk örneğidir. Nitekim bu teşebbüste görülen gizli örgütlenme, asker-bürokrat iş birliği ve gayrimeşru iktidar değişimi hedefleri ilerleyen yıllarda Türk siyasi tarihinde defalarca karşımıza çıkacak darbe ve muhtıra geleneklerinin zihinsel kodlarını da içinde barındırmaktadır.
.Osmanlı’da üniversitenin doğuşu
Mete Yavuz
04:0026/10/2025, Pazar
G: 26/10/2025, Pazar
Yeni Şafak
6
Sonraki haber
1933 yılında yangında harap olan ilk Darülfünun binası.
1933 yılında yangında harap olan ilk Darülfünun binası.
Osmanlı Devleti’nde modern eğitimin yaygınlaştırılmasına yönelik adımların kökeni 1700’lerin son çeyreğine kadar uzanır. Ancak pek çok alanda olduğu gibi eğitim sahasında da 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı bir dönüm noktası, adeta bir milat kabul edilir. Bu yazıda, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte “Darülfünun”un, yani “Fenler Evi”nin hikâyesine yakından bakacağız. Türkiye’de modern yükseköğretimin temelleri nasıl atıldı, hangi sancılarla gelişti, neleri değiştirdi?
Eğitim tartışmaları hiç kuşkusuz ülkemizin bitmeyen gündemlerinden birisidir. Toplumun her kesiminden insanın üzerinde fikir yürüttüğü bir konu olarak eğitim meselesinin önemi göz ardı edilemez. Modern anlamda yaygın eğitimin ortaya çıkışı, Sanayi Devrimi’nin ardından, yani yaklaşık son iki yüzyıl içinde gerçekleşti. Toplumlar hızla değişirken eğitim sistemi de bu değişime ayak uydurmak zorunda kaldı. Osmanlı İmparatorluğu da bu dönüşümden payını aldı. Medrese geleneğiyle şekillenmiş bir yapının içine Batı tarzı modern okulların girişi aynı zamanda toplumsal bir kırılma da başlattı. Bu yazıda, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte “Darülfünun”un, yani “Fenler Evi”nin hikâyesine yakından bakacağız. Türkiye’de modern yükseköğretimin temelleri nasıl atıldı, hangi sancılarla gelişti, neleri değiştirdi?
Osmanlı ve modern eğitim
Osmanlı’nın merkeziyetçi ve modern devlet anlayışı doğrultusunda kabuk değiştirdiği 19. yüzyılda, eğitim meselesi devletin en önemli gündemlerinden biri haline geldi. Gittikçe daha fazla bürokratikleşen devletin yeni kurumları için memur yetiştirme ihtiyacı, artık “tebaa” yerine “eşit vatandaş” olarak tanımlanan imparatorluk halkında nizam, disiplin ve devlete bağlılık duygusunu güçlendirme arzusu bu sürecin başlıca etkenlerindendi. Öte yandan, misyoner okullarının hızla yayılması da devletin bu alandaki gayretlerini daha da artıran bir unsur oldu.
Osmanlı Devleti’nde modern eğitimin yaygınlaştırılmasına yönelik adımların kökeni 1700’lerin son çeyreğine kadar uzanır. Ancak pek çok alanda olduğu gibi eğitim sahasında da 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı bir dönüm noktası, adeta bir milat kabul edilir. 1869’da yürürlüğe girecek olan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’ne kadar geçen süreçte, eğitimdeki yenileşme daha çok ortaöğretim ve meslek okulları üzerinden yürütülmüş; ilköğretim ise geleneksel mahalle, yani sıbyan mekteplerinin uhdesinde kalmıştır.
Eğitim sisteminin bugünkü yapıya benzer şekilde ibtidâî (ilköğretim), rüşdiye ve idadi (ortaöğretim) ile Darülfünun (yükseköğretim/universite) kademelerine ayrılması, 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin ilanıyla birlikte gerçekleşmiş ve bu düzenleme Osmanlı eğitim tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Sultan Abdülhamid Han döneminde ise bu üç kademeli sistemin özellikle ilk iki basamağı ile meslek okulları imparatorluğun geniş bir coğrafyasına yayılmış, böylece eğitim ağı daha sistemli bir biçimde teşkilatlanmıştır.
1 Ağustos 1933 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nde Yeni Üniversite'nin kuruluş haberi.
Darülfünun fikri ve kuruluş denemeleri
Avrupa’da geç Orta Çağ’da ortaya çıkıp modern dönemde yaygınlaşan yüksekokullar için kullanılan Latince “universitas” kavramına karşılık olarak Osmanlı’da “Darülfünun” adı benimsendi. Bu terim, pozitif bilimleri ifade eden “fen” kelimesinin çoğulu “fünûn” ile “ev” anlamındaki Arapça kökenli “dâr” kelimesinin birleşiminden oluşur. “Fenler Evi” anlamına gelen bu isim, eski ve geleneksel olana değil, yeni ve ileri olana yönelen bilinçli bir tercihti. Böylece yeni kurulan bu kurumun, klasik medreselerdeki “ulûm” (ilimler) öğretiminden farklı bir hedefe sahip olduğu vurgulanmış; devlet eliyle, modern yöntemlerle yürütülecek yükseköğretimin yönü ve çerçevesi net biçimde çizilmişti.
Darülfünun’un kuruluş kararı, 1845 yılında asker, memur ve ulemadan temsilcilerin yer aldığı Meclis-i Muvakkat adlı geçici meclis tarafından alındı. Ertesi yıl, Mimar Fossati tarafından Sultanahmet’te inşasına başlanan meşhur Darülfünun binası 1863’te tamamlandı ve aynı yıl eğitim-öğretime açıldı. Derslerin konferans biçiminde düzenlendiği bu ilk girişim, 1865’te sonuçsuz kaldı.
İkinci deneme 1870 yılında yapıldı. Derslerin 1873’e kadar kesintisiz sürdüğü bu teşebbüs de kısa sürede başarısızlıkla sonuçlandı. Bu dönemde Cemaleddin Afgani’nin verdiği ve bir konuşmasında “nübüvvet san’attır” ifadesini kullandığı iddia edilen konferans, büyük yankı uyandırmış ve tepkilerle hafızalara kazınmıştır.
Üçüncü girişim ise 1874’te, Mekteb-i Sultani (bugünkü Galatasaray Lisesi) bünyesinde Darülfünun-i Sultani adıyla hayata geçirildi. Öncekilere kıyasla daha düzenli bir yapı arz eden bu teşebbüs, ne var ki 1881 yılına kadar ancak ayakta kalabildi.
Araştırmacılara göre, Tanzimat dönemindeki üç Darülfünun girişiminin kalıcı olamamasının başlıca sebepleri; bu kurumların sürekli bir binaya sahip olmaması, savaş ve yangın gibi nedenlerle sık sık yer değiştirmeleri, yükseköğretimi besleyecek güçlü bir ortaöğretim sisteminin henüz oluşmamış olması ve nitelikli öğretim kadrosu eksikliğidir. Gerçek anlamda süreklilik kazanacak bir Darülfünun’un kurulması için ise Sultan Abdülhamid Han’ın cülusunun 25. yıl dönümünü, yani 1900 yılını beklemek gerekecektir.
Darülfünun-i Şahane/Osmanî (1900-1924)
Tanzimat dönemine kıyasla genel okullaşmayı yaklaşık iki buçuk kat artıran Sultan Abdülhamid Han, eğitim alanındaki en önemli adımlarından birini yükseköğretim sahasında attı. Daha önce fiilen hayata geçirilemeyen bu alan, onun döneminde Darülfünun-ı Şahane ile kurumsal bir kimlik kazandı. Sultan’ın tahta çıkışının 25. yıldönümü olan 19 Ağustos 1900 tarihinde, Darülfünun dördüncü kez ve bu kez kalıcı biçimde kapılarını açtı.
Darülfünun’a kabul şartları oldukça netti: Adayların 18 yaşını doldurmuş, iyi ahlaka sahip, bulaşıcı bir hastalığı ya da mahkûmiyeti bulunmayan kişiler olmaları gerekiyordu. Ayrıca Mekteb-i Sultani, Mekteb-i Ticaret, Darüşşafaka veya idadi mezunu olmak; ya da bu okulların seviyesinde olduklarını bir sınavla kanıtlamak da zorunluydu. Başvuru sayısının kontenjanı aşması halinde öğrenciler, aralarında yapılacak bir müsabaka sınavına tabi tutulurdu.
İlginç bir ayrıntı olarak, Ulum-i Âliye-i Dîniye şubesine başvuran talebe-i ulûm (medrese öğrencileri) için sınav zorunluluğu getirilmişti. Buna karşın Mülkiye, Hukuk, Mülki Tıbbiye ve Darülmuallimîn mezunları, istedikleri şubeye sınavsız kabul edilme hakkına sahipti.
Darülfünun yazılı bayrak önünde hoca ve talebeler.
1908’le gelen değişiklikler
II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte, pek çok kurumda olduğu gibi Darülfünun’da da önemli değişiklikler yaşandı. Öncelikle, isminde Sultan II. Abdülhamid’e atıfta bulunan “Şahane” ifadesi kaldırılarak yerine “Osmanî” getirildi. Kuruma kabul edilecek öğrenci sayısındaki sınırlama da kaldırılarak daha geniş bir öğrenci kitlesine kapılar açıldı. Ayrıca Mekteb-i Hukuk, Darülfünun’un bir şubesi haline getirilirken, tıp eğitimi veren kurumlar da Tıp Fakültesi adıyla bu yapıya dahil edildi. 1912’de yapılan bir düzenlemeyle ise, fakültenin dinî ilimlerle ilgili kısmı Ulum-i Şer’iyye Şubesi adını aldı.
Bu dönemde kısa bir süre Maarif Nazırlığı görevinde bulunan Emrullah Efendi (1858–1914), eğitim sisteminin ıslahı konusundaki fikirleriyle öne çıktı. Ona ait “Tuba Ağacı Nazariyesi”, eğitimin kökten iyileştirilmesinin ilköğretimden değil, yükseköğretimden başlanması gerektiği düşüncesine dayanıyordu. Bu anlayış doğrultusunda Emrullah Efendi, Darülfünun’a özel bir önem vermiş ve kurumun yapısal olarak güçlenmesi yönünde önemli reformların öncüsü olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Darülfünun
Darülfünun, Birinci Dünya Savaşı yıllarından (1914–1918) itibaren yaşanan yoğun dış etkiler ve ülkenin geçirdiği büyük siyasal dönüşümlerle birlikte yeni bir yön kazanmıştı. İttihat ve Terakki hükümetinin kararıyla, kurum bu dönemde Alman üniversite modeline yöneldi. Bu amaçla 1915–1918 yılları arasında, Alman kültür politikasını yaymak isteyen Almanya’dan yaklaşık yirmi iki profesör Darülfünun’a davet edildi. Alman akademisyenler özellikle fen ve edebiyat şubelerinde görev yaparak organik kimya, sanayi kimyası, zooloji, botanik, jeoloji ve felsefe gibi alanlarda dersler verdiler.
Alman öğretim üyeleri, Darülfünun’a getirdikleri en önemli yeniliklerden biri olan enstitü (darülmesai) sistemini kurarak kurumun akademik yapısında köklü bir dönüşüm başlattılar. Bu enstitüler, modern laboratuvarlar, zengin kütüphaneler ve seminerlerle desteklenen araştırma temelli bir eğitim anlayışını teşvik ediyordu. Sözleşmeleri gereği Alman hocalar derslerini Almanca olarak verirken, asistanlar da dersleri anında simultane tercüme ederek öğrencilerin takip edebilmesini sağlıyordu.
1918 sonunda I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Alman profesörlerin sözleşmeleri feshedildi ve Darülfünun, İtilaf Devletleri’nin İstanbul’u işgali altında oldukça zorlu bir döneme girdi. Ancak bu karışıklık ortamına rağmen, 1918’de kapsamlı bir eğitim kanunu taslağı hazırlandı ve 1919’da çıkarılan Nizamname ile Darülfünun’a akademik özerklik tanınması yönünde önemli adımlar atıldı. Bu gelişme, yükseköğretimde modern üniversite anlayışına geçiş sürecinin en kritik eşiklerinden biridir.
Millî Mücadele yıllarında, Darülfünun kamuoyunda özellikle öğrencilerinin tutumuyla öne çıktı. Bazı hocalarının -örneğin Ali Kemal ve Rıza Tevfik gibi isimlerin- Millî Mücadele aleyhindeki siyasi tavırları üzerine öğrenciler bu hocaları boykot ederek tepki gösterdi. Bu tavır, Ankara Hükümeti tarafından da desteklendi. Darülfünun ile Millî Mücadele arasındaki bu yakınlaşmanın sembolik bir ifadesi olarak, kurum 1922 yılında Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa’ya “fahri profesörlük” unvanı verdi.
Darülfünun inkılaplara destek vermemekle itham edilerek kapatıldı
Cumhuriyet’in ilanının ardından Darülfünun 1924 yılında çıkarılan düzenlemeyle yasal kimlik ve mali özerklik kazandı; böylece Hukuk, Tıp, Edebiyat, Fen ve İlahiyat fakültelerinden oluşan modern bir üniversite yapısına kavuştu. Ancak kısa süre içinde, Darülfünun’un Kemalist inkılaplara ve dönemin ulusalcı politikalarına özellikle de dil ve tarih tezlerine yeterince destek vermediği yönünde eleştiriler yükselmeye başladı. Bunun üzerine hükümet, 1931 yılında İsviçreli eğitim uzmanı Albert Malche’yi kurumun durumunu inceleyip bir reform raporu hazırlamakla görevlendirdi. Malche’nin hazırladığı rapor, Darülfünun’un mevcut akademik kadrosunun yetersiz olduğunu ve kurumun giderek durgunlaştığını ortaya koyarak reform ihtiyacını açık biçimde vurguladı.
Tüm bu gelişmelerin sonunda, 31 Mayıs 1933 tarihli 2252 sayılı yasa ile Darülfünun resmen lağvedildi ve 1 Ağustos 1933’te yerine “İstanbul Üniversitesi” adıyla yeni bir kurum kuruldu. Bu dönüşüm sürecinde öğretim kadrosunun büyük bölümü tasfiye edildi; 240 profesör ve asistandan 157’si görevden alındı. Bu radikal düzenleme, Darülfünun’un yıllar içinde kazandığı akademik özerkliği sona erdirirken, üniversiteyi siyasi otoritenin ideolojik hedeflerine hizmet eden, daha merkeziyetçi bir yapıya dönüştürdü. Böylece Türkiye’de modern yükseköğretim tek parti idaresinin kontrolü altında yeni bir ideolojik yön kazanmış oldu.
.
.
|